Kara Kitap - 06
hemen aklının sinemasına başka bir bobin taktı: Meraklı koca Galip, karısını telefona çağırmak
için koridordan içeri gidiyor ve onu yatakta tekrar mışıl mışıl uyurken buluyor. Bu ikinci filmi
daha iyi canlandırabilmek, Suzan Yengeye inandırıcı bir atmosfer sunabilmek için, koridorda
aşağı yukarı yürüyerek 'efekt' bile yaptı. Telefona döndü. "Uyumuş Suzan Yenge, gözleri
ateşten çapak içindeydi, suratını yıkayıp yatağına girip gene uyumuş!" "Bol bol portakal suyu
içsin!" dedi Suzan Yenge, en iyi ve en ucuz sıkmalık kan portakalının Nişantaşı'nda nerede
bulunabileceğini dikkatle anlatarak. "Akşam belki Konak
Sinemasına gideceğiz!" dedi Galip güven duygusuyla. "Üşütmesin gene!" dedi Suzan Yenge,
sonra belki de her şeye fazla karıştığını düşünerek, konuyu bir an bambaşka yere çevirdi:
"Biliyor musun, sesin gerçekten telefonda Celâl'inkine çok benziyor. Yoksa sen de mi üşüttün?
Dikkat et Rüya'dan mikrop kapma!" Telefonları karşılıklı aynı saygı, sevgi ve sessizlikle, sanki
Rüya'yı uyandırmak kadar, ahizeleri incitmekten çekinerek yavaşça kapadılar.
Telefonu kapadıktan hemen sonra Celâl'in eski yazısını yeniden okumaya başladığında, az önce
büründüğü kişilikle yazıdaki 'göz'ün bakışları ve düşüncelerinin dumanları arasında, Galip,
birden karar veriverdi: "Rüya, tabii ki, eski kocasına dönmüştür!" Bu apaçık gerçeği, bütün
gece başka hayâllerle bulandırarak görememesine şaştı. Aynı kararlılıkla telefona gidip Celâl'i
aradı. Bütün bu akıl karışıklığını ve sonucunu ona anlatıp şöyle demek için: "Şimdi ben onları
aramaya çıkıyorum. Eski kocasıyla birlikte Rüya'yı bulduğumda -ki bu çok vakit almaz- onu eve
dönmeye ikna edemem diye korkuyorum. Rüya'yı en iyi sen kandırmayı bilirsin. Eve dönmesi,
("bana" diyecekti, ama kelime çıkmamıştı ağzından,) eve dönmesi için ona ne diyeyim?"
"Sakin ol önce!" diyecekti Celâl içtenlikle. "Rüya ne zaman gitti? Sakin ol! Biraz birlikte
düşünelim. Bana, gazeteye gel." Ama Celâl evinde de, gazetede de yoktu henüz.
Evden çıkarken Galip telefonu açık bırakmayı düşledi, ama bırakmadı. "Çaldırdım, çaldırdım
meşgul çıktı!" derse Suzan Yenge, "Rüya telefonu iyi kapamamış," derim, "bilirsiniz, dalgındır,
her şeyi unutur."
ALTINCI BÖLÜM BEDİİ USTA'NIN EVLÂTLARI
"...zaman dışı havayı titreten iç çekmeler."
Dante
Sütunlarımızı her kesimden, her sınıftan, her cinsten insanımızın sorunlarına pervasızca
açtığımızdan beri okuyucularımızdan ilginç mektuplar alıyoruz. Kendi gerçeklerinin en sonunda
dile gelebildiğini gören bazı okuyucularımızı, bazan bunları yazacak sabrı bile gösteremiyorlar
da, koşarak matbaamıza gelip, bize kana kana hikâyelerini anlatıyorlar. Bazıları da, anlattıkları
inanılmayacak vakalardan, korkunç ayrıntılardan kuşkuya düştüğümüzü gördüklerinde,
hikâyelerini ve kendi hayatlarını kanıtlamak için bizi çalışma masamızdan alıp, toplumumuzun
şimdiye kadar hiç yazılmamış, ilgilenilmemiş çamurlu ve esrarlı karanlıklarına çekiyorlar.
Türkiye'de mankenciliğin yeraltına itilmiş korkunç tarihinden işte böyle haberdar olduk.
Korkuluk gibi gübre ve köy kokan 'folklorik' bir ayrıntı bir yana, 'mankencilik' denen zenaatten
toplumumuz yüzyıllardır haberdar bile değildi. Bu işe ilk girişen usta, mankenciliğimizin piri,
Ab-dülhamit'in emri ve zamanın şehzadesi Osman Celâlettin Efendi'nin ilgisiyle açılan Bahriye
Müzesine gereken mankenleri hazırlayan Bedii Usta olmuştur. Mankenciliğimizin gizli tarihini
yapan da Bedii Ustadır. Üç yüz yıl önce Akdeniz'de İtalyan ve İspanyol gemilerine kök söktüren
levendlerimizin ve civan yiğitlerimizin palabıyıkları ve bütün haşmetleriyle, bu ilk müzeye
yerleştirildiğini ve saltanat kayıkları ve kadırgalar arasında dikildiğini gören müzenin ilk
ziyaretçileri, tanıkların anlattığına göre, hayretler içinde kalmışlar. Bedii Usta, bu ilk
harikalarında malzeme olarak ağaç, alçı, balmumu, ceylan, deve ve koyun derisi ve insan saç
ve sakalı kullanmış. Büyük bir sanatkârane başarıyla gerçekleştirilen bu mucizevi yaratıklarla
karşılaştığında zamanın dar görüşlü şeyhülislamı öfkeye kapılmış: Allanın yaratıklarını bu kadar
mükemmel taklit etmek, Allahla bir çeşit boy ölçüşmek olarak görüldüğünden
mankenler müzeden kaldırılmış, kadırgalar araşma korkuluklar yerleştirilmiş.
Bitmemiş batılılaşma tarihimizde örneklerini binlerce kere gördüğümüz bu yasakçılık zihniyeti,
Bedii Usta'nın içinde bir anda alevlenen 'zenaat ateşini' söndürmemiş. Bir yandan evinde yeni
mankenler yaparken, bir yandan da "evlâtlarım" dediği eserlerini yeniden müzeye sokabilmek
ya da ayrı yerde sergileyebilmek için yetkililerle anlaşmaya çalışmış. Başarısızlığa uğrayınca
yöneticilere ve devlete küsmüş, ama yeni zenaatına değil. Evinin küçük bir atölye haline
getirdiği bodrum katında manken üretimine devam etmiş. Sonraları, hem mahalledeki
komşuların "büyücülük, sapıklık ve zındıklık" suçlamalarından sakınmak, hem de gittikçe
kalabalıklaşan "evlâtlarıyla" alçakgönüllü bir Müslüman evine sığa-madığı için, eski
İstanbul'dan Galata'ya, Frenk yakasında bir eve taşınmış.
Ziyaretçimin beni de götürdüğü Kuledibi'ndeki bu tuhaf evde, titiz çalışmalarına inanç ve
tutkuyla devam ederken, oğluna da kendi kendine öğrendiği mesleğini öğretmiş. Yirmi yıl
süren bir çalışmadan sonra, Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki o heyecanlı Batıcılık dalgası
içinde, beyefendiler başlarındaki fesleri çıkarıp Panama şapkaları giyerlerken ve hanımefendiler
çarşaflarını atıp ayaklarına topuklu iskarpinler geçirirlerken, Beyoğlu caddesindeki o ünlü giyim
kuşam dükkânları vitrinlerine manken yerleştirmeye başlamışlar. Yurt dışından getirtilen o ilk
mankenleri görünce, Bedii Usta yıllardır beklediği zafer gününün geldiğini düşünerek
yeraltındaki atölyesinden caddeye fırlamış. Ama 'Beyoğlu' denen bu gösterişli alışveriş ve
eğlence caddesinde ölümüne kadar kendisini yeniden yeraltındaki hayatın karanlığına ilecek
yeni bir hayâl kırıklığıyla karşılaşmış.
Götürdüğü örnekleri gören, atölyesine, mahzenine gelen bütün o 'bonmarşe' sahipleri, lakım
elbise, etek, kostüm, çorap, palto, şapka satan bütün o hazır giyimciler ve vitrinciler tek tek
geri çevirmişler onu. Yaptığı mankenler ve elbiselerin modellerinin öğretildiği Batılı ülkelerin
insanlarına değil, bizim insanlarımıza ben-ziyorlarmış. "Müşteri," demiş dükkâncılardan biri,
"sokakta her gün onbinlercesini gördüğü o bıyıklı, çarpık bacaklı, kara kuru vatandaşlardan
birinin sırtındaki paltoyu değil, uzak ve bilinmeyen
bir diyardan gelen yeni ve 'güzel' bir insanın giydiği ceketi sırtına geçirmek ister ki, bu ceketle
birlikte kendi de değiştiğine, başka biri olabildiğine inanabilsin." Bu işlerde pişmiş bir vitrinci,
Bedii Usta'nın eserlerini hayranlıkla karşıladıktan sonra, ne yazık ki ekmek parası için
vitrinlerine bu "gerçek Türkleri, bu gerçek vatandaşları" koyamayacağını açıklamış: Türkler
artık "Türk" değil, başka bir şey olmak istiyorlarmış çünkü. Bu yüzden kılık kıyafet devrimini
icat etmişler, sakallarını tıraş etmişler, dillerini ve harflerim değiştirmişler. Daha veciz
konuşmayı seven bir dükkân sahibi, müşterilerinin bir elbiseyi değil, aslında bir hayâli satın
aldıklarını açıklamış. O elbiseyi giyen "ötekiler" gibi olabilme hayaliymiş asıl satın almak
istedikleri.
Bedii Usta bu yeni hayâle uygun düşecek mankenler yapmayı denememiş bile. Avrupa'dan
ithal edilen ve tuhaf duruşları ve diş macunu gülümseyişleri sürekli değişen o mankenlerle
rekabet edemeyeceğinin farkındaymış. Böylece kendi atölyesinin karanlığında bıraktığı kendi
gerçek hayâllerine dönmüş. Ölümüne kadarki on beş yılda bu yerli ve korkunç hayâllerin ete
kemiğe büründüğü ve hepsi birer sanat şaheseri olan yüz elliden fazla yeni manken yapmış.
Gazetemize kadar gelip beni babasının yeraltındaki atölyesine götüren oğlu, bana bu
mankenleri tek tek gösteriyor ve bizleri "bizler" yapan "özümüzün" bu tuhaf ve tozlu eserlerin
içine gömüldüğünü söylüyordu.
Kule dibindeki çamurlu bir yokuştan, çarpık merdivenli berbat bir kaldırımdan geçerek
indiğimiz soğuk ve karanlık bir evin bodrumundaydık. Dört bir yanımız kıpır kıpır kıpırdanmaya
çalışan, sanki birşeyler yaparak yaşamak isteyen mankenlerin o dondurulmuş yaşamıyla
dopdoluydu. Yarı karanlık mahzende, gölgeler içinde birbirlerine ve bize bakan yüzlerce anlamlı
göz ve yüz vardı. Bazıları oturmuştu, bazıları birşeyler anlatıyor, bir kısmı yiyor, bir kısmı
gülüyor, bir kısmı dua ediyor, bir kısmı ise bana o anda dayanılmaz gelen bir 'varoluşla'
dışarıdaki hayata sanki meydan okuyordu. Her şey apaçık ortadaydı: bu mankenlerde, değil
Beyoğlu ve Mahmutpaşa'nın vitrinlerinde, Galata köprüsü'nün kalabalığında bile
hissedemeyeceğimiz bir canlılık vardı. Bu kıpır kıpır, nefes nefese manken kalabalığının
teninden ışık gibi hayat fış-kırıyordu. Büyülenmiştim. Yanıbaşımdaki mankenlerden birine
İ
korkuyla, tutkuyla yaklaştığımı, ondaki canlılıktan yararlanmak, bu gerçekliğin, bu dünyanın
sırrını elde etmek için uzanarak, bu nesneye (yaşlı bir amca, kendi vatandaş dertlerine
gömülmüştü) ulaşmak istediğimi, ona dokunduğumu hatırlıyorum. Sert ten, oda gibi korkunç
ve soğuktu.
"Her şeyden önce, babam bizi biz yapan hareketlere dikkat etmemiz gerektiğini söylerdi!" diye
gururla açıkladı mankencinin oğlu. Babasıyla birlikte, uzun ve yorucu çalışma saatlerinden
sonra Kuledibi'nin karanlıklarından yeryüzüne çıkarlar, Taksim'deki pezevenkler kahvesinin
manzara gören masalarından birine otu-. rup çaylarını ısmarlarlar ve meydandaki kalabalığın
'jestlerini'göz-lemlerlermiş. Babası o yıllarda, bir milletin 'hayat tarzını,' tarihini, teknolojisini,
kültürünü, sanat ve edebiyatını değiştirebileceğini anlarmış, ama jestlerini değiştirebileceğine
asla ihtimal vermezmiş. Bunları anlatırken, oğlu, bana sigarasını yakan bir şoförün
duruşundaki ayrıntıları açıklıyor, bir Beyoğlu kabadayısının kollarının nasıl ve neden yana açık
durduğunu ve yengeç gibi yan yan yürüdüğünü belirtiyor, hepimiz gibi ağzını kocaman
kocaman açarak gülen bir leblebici çırağının çenesine dikkatimi çekiyordu. Elinde file, caddede
tek başına yürüyen kadının önüne bakışındaki o dehşetin anlamını da anlattı, vatandaşlarımızın
şehirlerimizde yürürken neden hep yere ve kırlarda yürürken neden hep göğe baktıklarını da...
Kendilerini harekete geçirecek sonsuzluk saatinin dolmasını bekleyen bütün o mankenlerin
jestlerine, duruşlarına, duruşla-rındaki 'bizden'olan o şeye kimbilir kaç kere dönüp yeniden,
yeniden dikkatimi çekti. Üstelik, bu harika yaratıkların, pekâlâ güzel elbiseler giyip
sergileyebilecek yetenekte olduğunu da kavrıyordunuz.
Ama gene de, bu mankenlerde, bu zavallı yaratıklarda, insanı dışardaki aydınlık hayata iten bir
şey vardı. Nasıl söylesem, sanki bir çeşit dehşet, korkunç, acı, karanlık bir yan! "Sonraları,
babam artık günlük hareketleri de gözlemez oldu," deyince oğlu, bu korkunç şeyi sezdiğimi
düşünmüştüm. Benim "jest" diye anlatmaya çalıştığım o hareketlerin, burun silmekten
kahkaha atmaya, yan bakmaktan yürümeye, el sıkmaktan şişe açmaya kadar uzanan bütün o
günlük hareketlerin de değiştiğini, saflığını kaybettiğini baba oğul yavaş yavaş fark etmeye
başlamışlar. Pezevenkler kahve-
sinden kalabalıkları seyrederken, önceleri, kendileri ve benzerlerinden başka taklit edecek bir
şey göremeyen sokaktaki insanın kimi taklit ettiğini, kimi örnek alarak değiştiğini
çıkaramamışlar bir türlü. "İnsanlarımızın en önemli hazinesi" dedikleri jestleri, günlük hayatta
yaptıkları küçük vücut hareketleri, sanki gizli ve görülmez bir 'şefin' komutuyla ağır ağır ve
tutarlı olarak değişiyor, yok oluyor, yerlerine nereden örnek alındığı bilinmeyen birtakım yeni
hareketler geçiyormuş. Sonraları, baba bir dizi çocuk mankeni üzerinde çalışırken anlamışlar
her şeyi: "O lanet olası filmler yüzünden!" diye bağırdı oğlu.
Batıdan kutu kutu getirilen, sinemalarda saatlerce oynatılan o lanet olası filmler yüzünden
sokaktaki insanımızın jestleri saflığını kaybetmeye başlamış. Açık seçik iarkedilemeyen bir
hızla, insanlarımız kendi hareketlerini bir yana bırakıp, başka insanların hareketlerini
benimsemeye, taklit etmeye başlamışlar. Babasının, bu yeni, yapmacıklı hareketlere, bu
anlaşılmaz jestlere duyduğu öfkenin haklılığını göstermek için oğulun sayıp döktüğü ayrıntılarla
lâfı uzatmak istemiyorum: Filmlerden öğrenilmiş bütün o kahkahaların, pencere açmaktan kapı
çarpmaya, çay fincanı tutmaktan, ceket giymeye kadar varan bütün o öğrenilmiş ve yersiz
jestlerin, baş sallayışların, kibar öksürüklerin, öfke anlarının, göz kırpmaların, yumruk
atmaların, fıldır fıldır oynayan o kaşların, o gözlerin, bizim kaba çocuksuluğumuzu öldüren o
kibarlıkların ya da sertliklerin hepsini bir bir anlattı. Babası, saflığını kaybetmiş bu melez
hareketleri görmek bile istemiyormuş artık. Bu yeni ve düzmece hareketlerden etkilenip kendi
"evlâtlarının" saflığını bozmaktan korktuğu için atölyesinden dışarı çıkmamaya karar vermiş:
Evinin mahzenine kapanırken, "bilinmesi gereken anlamın ve esrarın özünü" zaten çoktandır
tanıdığını ilân etmiş.
Bedii Usta'nın hayatının son on beş yılında yaptığı eserlere bakarken bu belirsiz özün ne demek
olduğunu kendi gerçek kimliğini yıllar sonra öğrenen bir 'vahşi çocuğun' dehşetiyle sezdim:
Bana bakan, benim hayatıma doğru ilerleyen, beni temsil eden bu amca, teyze, arkadaş,
akraba, tamdık, bakkal, işçi mankenleri arasında benim benzerlerim vardı, hatta kendim de
vardım o yenik umuzsuz karanlık içinde. Birçoğu kurşuni bir tozla kaplı bu vatandaş
mankenleri (aralarında Beyoğlu gangsterleri de vardı, dikiş di-
ken kızlar da, ünlü zengin Cevdet Bey de vardı, ansiklopedist Sela-hattin Bey de, itfaiyeciler de
vardı, benzersiz cüceler de, ihtiyar dilenciler de, gebe kadınlar da) soluk lambaların abarttığı
korkunç gölgeleriyle birlikte bana kaybettikleri saflıkları yüzünden acı çeken tanrıları, bir
başkasının yerinde olamadıkları için kendilerini yiyip bitiren çilekeşleri, birbirleriyle sevişerek
yatamadıkları için birbirlerini öldüren mutsuzları hatırlatıyordu. Onlar da, benim gibi, bizler
gibi, içlerine rastlantıyla düştükleri belirsiz bir varoluşun anlamını cennette kalmış kadar uzak
bir geçmişte bir gün sanki keşfetmişler, ama sonra unutmuşlardı bu sihirli anlamı.
Unuttuğumuz bu hatıra için acı çekiyorduk; belimiz bükülmüştü, ama gene de kendimiz
olmakta direniyorduk. Jestlerimize, bizi biz yapan şeylere, burnumuzu silişimize, başımızı
kaşıyışımıza, ayağımızı atışımıza ve bakışlarımıza sinen mutsuzluk ve yenilgi duygusu, aslında,
kendimiz olmakta direnmenin bir cezasıydı da. Bedii Usta'yı anlatan oğlu, "Babam vitrinlere bir
gün kendi mankenlerini koyacaklarına her zaman inandı!" derken, "Babam insanımızın bir gün
başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudu kesmedi hiç!" derken, ben,
bu manken kalabalığının da benimle birlikte, bir an önce bu kapalı ve küflü mahzenden
yeryüzüne çıkıp güneş altında başkalarına bakarak, başkalarını taklit ederek, bir başkası
olmaya çalışarak bizim gibi mutlulukla yaşamaya can attıklarını düşünüyordum.
Bu istek, sonra öğrendim, hiç gerçekleşmemiş de değil! Tuhaflıklarla ilgi çekmeye meraklı bir
dükkân sahibi, belki de ucuza düşüreceğini bildiğinden, bir iki 'mal' almış atölyeden. Ama
duruşları ve jestleriyle vitrinlerin öte tarafındaki müşterilere, kaldırımdan akıp geçen kalabalığa
o kadar benziyormuş ki. alıp sergilediği mankenler, o kadar alelade ve p kadar sahici ve o
kadar "biz-den"mişler ki, kimse ilgilenmemiş onlarla. Bunun üzerine, pinti dükkâncı
testeresiyle parça parça etmiş onları; jestleri anlamlandıran bütünlük kaybolunca, kollar,
bacaklar, ayaklar küçük dükkânın küçük vitrininde, Beyoğlu kalabalığına şemsiye, eldiven,
çizme, ayakkabı sergilemek için yıllarca kullanılmış.
YEDİNCİ BÖLÜM
KAF DAĞININ HARFLERİ
"Bir ismin bir anlamı mı olmalı?" Lewis Carroll
Uykusuz geçen geceden sonra, sokağa adımını attığında Galip, karın sandığından da çok
yağdığını, Nişantaşı'nın tekdüze kurşuni rengini örten beyazın yadırgatıcı aydınlığından anladı.
Kaldı-rımlardaki kalabalık, apartman saçaklarından sarkan yarı saydam sivri buzlardan haberli
değil gibiydi. Galip, Nişantaşı Meydanındaki İş Bankası'na girip ("İs Bankası" derdi Rüya
meydandaki tozu, dumanı, araba egzoslarını ve bacalardan fışkıran kirli mavi sisi her
hatırlayışında) Rüya'mn son on günde ortak hesaplarından önemli bir para çekmediğini, banka
binasında kaloriferlerin yan-madığım ve yüzlerini korkutucu bir şekilde boyamış memure
kızlardan birine, Milli Piyango çekilişinde küçük bir ikramiye çıktığı için herkesin sevinçli
olduğunu öğrendi. Vitrinleri buğulu çiçekçi dükkânlarının, çaycı çıraklarının girdiği pasajların,
Rüya'yla birlikte gittikleri Şişli Terakki Lisesinin önünden ve dallarından buzlar sarkan
hayâletimsi kestane ağaçlarının altından yürüyerek Alâad-din'in dükkânına girdi. Başında,
dokuz yıl önce bir yazısında Ce-lâl'in sözünü ettiği mavi kakuleta, Alâaddin burnunu siliyordu.
"Alâaddin, geçmiş olsun, hasta mısın?"
"Üşüttüm."
Galip, Rüyâ'nm eski kocasının bir zamanlar yazdığı, taraftarı ya da düşmanı olduğu sol siyası
dergilerden, adlarını tek tek dikkatle telâffuz ederek, birer tane istedi. Alâaddin yüzünde
çocuksu, korkulu, kuşkulu, ama hiçbir zaman da düşmanca olamayacak bir ifade, bu dergileri
yalnızca üniversite öğrencilerinin okuduğunu söyledi. "Sen ne yapacaksın?"
"Ben bilmecelerini çözeceğim!" dedi Galip.
Şakadan anladığını gösteren bir kahkaha attıktan sonra: "Bunlarda da hiç bilmece olmaz be
ağbi!" dedi Alâaddin, bir bilmece tiryakisinin kederiyle. "Şu ikisi yeni çıktı, ister misin?"
"Peki," dedi Galip. Çıplak kadın dergisi alan bir ihtiyar gibi fısıldadı sonra: "Hepsini bir gazeteye
sarıversene!"
Eminönü otobüsündeyken kucağındaki paketin tuhaf bir şekilde ağırlaştığını hissetti, aynı
tuhaflıkla başka bir duyguya, bir gözün kendisini gözetlediği duygusuna da kapıldı. Otobüsün
içindeki kalabalıktan birinin gözü değildi ama bu, çünkü dalgalı bir denizde sallanan çatanada
sallanır gibi dalgalanan yolcular karlı sokaklara ve kalabalıklara bakıyorlardı, dalgınlıkla. Galip,
Alâaddin'in siyası dergileri eski bir Milliyet gazetesine sardığını, katlanmış gazetenin
köşesindeki fotoğrafından Celâl'in kendisine baktığını o zaman farketti. Yadırgatıcı olan şey,
yıllardır her sabah gördüğü bu fotoğraftan Celâl'in kendisine bugün bambaşka bir bakışla bak-
masıydı. "Seni biliyorum ve hep gözetliyorum!" diyen bir bakışla , bakıyordu Celâl. Galip,
ruhunu okuyan bu 'göz'ün üzerine parmağını koydu, ama varlığını, uzun otobüs yolculuğu
boyunca sanki parmağının altında da hep hissetti.
Yazıhaneye varır varmaz Celâl'i aradı, ama yoktu. Paket kâğıdını dikkatle bir köşeye kaldırarak
sol dergileri çıkarıp dikkatle okumaya başladı. Dergiler, Galip'e, uzun zamandır unuttuğu bir
heyecan, gerilim ve beklenti duygusunu ve umudunu kestiği ve ne zaman kestiğini de
bilmediği bir kurtuluş, zafer ve kıyamet gününün anılarını hatırlattı önce. Sonra, arada
Rüya'nın terk mektubunun arkasına adlarını yazdığı eski arkadaşlarına telefonlar ettiği uzunca
bir süreden sonra, kayıp anıları Galip'e, cami duvarları ve kahve bahçeleri arasındaki yazlık
sinemalarda çocukluğunda gördüğü filmler kadar çekici ve inanılmaz gözüktü. O siyah beyaz
Ye-şilçam filmlerini seyrettiği zaman, hikâyelerin kuruluşundaki isyan ettirici bir nedensellik
eksikliği yüzünden Galip, ya olayları büsbütün anlayamadığını sanır ya da zengin ve acımasız
babalar, iyiler iyisi yoksullar, ahçılar, uşaklar, dilenciler ve kuyruklu arabalarla kurulmuş ve
öyle niyet edilmediği halde masala dönüşmüş bir dünyaya buyur edildiğini şüpheyle düşünür,
(Aynı plaka numaralı De Soto'yu önceki filmde de gördüğünü söylerdi Rüya,) ve inanılmaz
dünyaya dudak bükerken ve gözyaşı döken yan sandalyedeki seyirciye şaşarken, evet evet,
işte tam bu sırada - dikkat - birdenbire, hiç anlayamadığı bir hokus pokus sonucu, kendisini de
perdedeki acıklı ve solgun iyilerin, acılar içindeki kararlı ve fedakâr kahramanların
kederlerini gözyaşlarıyla paylaşırken bulurdu. Rüya'yı eski kocasıyla birlikte
bulduğunda küçük sol fraksiyonların bu masalımsı siyah beyaz siyasi dünyasından biraz daha
haberli olmak istediği için Galip, bütün politik dergileri biriktiren eski bir arkadaşına telefon
etti.
"Hâlâ dergi biriktiriyorsun, değil mi?" dedi Galip güvenle. "Başı dertte bir müvekkilimi
savunabilmek için senin arşivinde biraz çalışabilir miyim?"
"Tabii," dedi Saim her zamanki iyi niyetiyle ve 'arşivi' için aranmaktan memnun. Galip'i akşam
saat sek*iz buçukta bekliyordu.
Galip hava kararana kadar yazıhanede çalıştı. Birkaç kere Celâl'i aradı, bulamadı. Celâl Bey'in
ya "henüz" gelmediğini, ya da "şimdi" çıktığını söyleyen sekreterle her konuşmasından sonra,
Melih Amcadan kalma rafların üzerine koyduğu gazete parçasından Celâl'in 'göz'ünün kendisini
gözetlediği duygusuna kapıldı. Kapalıçarşı'daki küçük bir dükkânın hissedarları arasında çıkan
kavganın hikâyesini, birbirlerinin sözünü kesen aşırı şişman bir ana oğuldan dinlerken (ananın
çantası ilaç kutularıyla doluydu) ve emeklilik yılı yanlış hesaplandığı için devleti dava elmek
isteyen kara gözlüklü bir trafik polisine, tımarhanede geçirdiği iki yılın yürürlükteki yasalara
göre hizmetten sayılamayacağını anlatmaya ça^ hşırken de Celâl'in varlığını odanın içinde
hissetti.
Rüya'nın arkadaşlarını tek tek aradı. Her telefonda yeni ve değişik bahaneler buluyordu. Lise
arkadaşı Macide'ye bir dava için arayacağı Gül'ün telefonunu sordu. Macide'nin sevmediği
güzel isimli Gül'ün ise, Gülbahçe Hastahanesinde üçüncü ve dördüncü çocuklarını önceki gün
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42