Kara Kitap - 04
合計単語数は 2806 です
一意の単語の合計数は 1761 です
30.7 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
43.4 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
51.1 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
"Hayır," dedi Hâle Hala. "Bu kadar da değil." "Bana Rüya söyledi, biliyorum," dedi Melih Amca.
Bir kahkaha attı, ama öksürmedi. "Bu askeri darbeden sonra kurulacak Alaturka Bolşevik
Yeniçeri nizamında hariciye vekili ya da Paris sefiri olacaksın diye verilen söze kandığı için,
evde kendi kendine Fransızca çalışmaya başlamış. Bu hiç tutmayacak ihtilâl duası, gençliğinde
it kopukla düşüp kail tığı için bir yabancı dil bile öğre-nemeyen oğlumun hiç olmazsa
Fransızcasına yarayacak diye başta sevinmedim bile değil. Ama işi azıtınca Rüya'nın onu
görmesine izin vermedim."'
"Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı ki, Melih!" dedi Suzan Yenge. "Rüya ile Celâl hep birbirlerini
gördüler, aradılar, değil üvey kardeş, öz kardeş gibi de sevdiler."
"Oklu oldu, ama ben geç kalmıştım," dedi Melih Amca. "Türk, milletini ve ordusunu
kandıramayınca kızkardeşini kandırdı. Rüya böyle anarşist oldu. Galip oğlum onu o çetecilerin
arasından, o fare yuvasından çekip çıkarmasaydı Rüya şimdi evinde yata- . ğında değil,
kimbilir nerede olurdu?"
Bir an, hep birlikte yatağında yatan zavallı hasta Rüya'yi hayâl ettiklerini düşündüğünde Galip,
tırnaklarına bakıyordu ve Melih Amca, her iki üç ayda bir sayıp döktüğü listeye yeni bir şey
ekleyecek mi acaba, diye düşünüyordu.
"Belki de o zaman, Rüya hapiste olurdu, çünkü Celâl kadar ihtiyatlı da değildir," dedi Melih
Amca ve listesinin heyecanına kapılarak ve "Allah korusun"lara aldırmadan saydı: "O zaman,
Rüya belki Celâlİe birlikte o haydutların arasına karışırdı. Beyoğlu gangsterlerinin, eroin
imalatçılarının, pavyon kabadayılarının, kokain düşkünü Beyaz Rusların, röportaj bahanesiyle
aralarına girdiği bütün o sefih takımın arasına karışırdı zavallı Rüya. Çirkin haz-larının peşinden
ta İstanbul'a gelen İngilizlerin, güreş tefrikalarına ve güreşçilere meraklı homoseksüellerin,
hamam âlemine katılan Amerikalı karıların, dolandırıcıların, bir Avrupa ülkesinde değil artistlik,
orospuluk bile yapamayacak film yıldızlarımızın, itaatsizlik ve zimmetten ordudan kovulmaş
subayların, frengiden sesleri çatlamış erkeksi şarkıcıların, kendini sosyete kadını diye yutturan
kenar mahalle dilberlerinin arasında aramak zorunda kalırdık kızımızı. Söyle ona
İsteropiramisin alsın."
"Efendim?" dedi Galip.
"Gribe karşı en iyi antibiyotiktir. Bekozim Fort ile birlikte. Altı saatte bir. Saat kaç? Uyanmış
mıdır?"
Suzan Yenge, Rüya'nın, herhalde, şu anda uyuduğunu söyledi. Galip, hepsinin aynı anda
düşündüğü şeyi, yatağında uyuyan Rüya'yı düşündü.
"Yok!" dedi Esma Hanım. Babaanneye rağmen, Dededen kalma kötü bir alışkanlıkla, yalnız
sofra örtüsü değil, yemekten sonra kenarlarına ağızlarını sildikleri lekeli bir peçete olarak da
kullanılan talihsiz sofra örtüsünü dikkatli hareketlerle topluyordu. "Yok, ben CelâFime bu evde
lâf ettirmem. Celâl'im büyük adam oldu."
Melih Amcaya göre, elli beş yaşındaki oğlu da, işte tam bu düşüncede olduğu için yetmiş beş
yaşındaki babasını aramıyor, İstanbul'da hangi apartman dairesinde kaldığını kimseye
söylemiyor, yalnız babası değil, aileden kimse, -her zaman onu ilk affeden Hâle Halası bile-
kendine ulaşamasın diye, numarasını herkesten sakladığı telefonlarını bir de fişten çekiyordu.
Galip, Melih Amcanın gözlerinde kederden değil, alışkanlıktan da olsa, birkaç sahte gözyaşının
belireceğini düşünerek korktu. Ama bu değil, korktuğu başka bir şey geldi başına: Melih Amca,
gene eski bir alışkanlıkla, aralarındaki yirmi iki yaş farkını görmezlikten gelerek, Celâl gibi
değil, asıl Galip gibi bir oğlu olmasını hep istediğini bir daha tekrarladı; Galip gibi aklı başında,
olgun, sakin...
Yirmi iki yıl önce, (demek ki Celâl o zaman kendi yaşındayken) boyunun utanç verici bir hızla
attığı ve elinin kolunun daha utanç verici sakarlıklar yaptığı yıllarda, bu sözü ilk işitip
gerçekleşebileceğini hayâl ettiğinde Galip ilk anda, Anne ve Babayla yenen ve herkesin yemek
masasını dik açılarla çevreleyen duvarların dışındaki sonsuz bir noktaya baktığı o renksiz ve
yavan akşam yemeklerinden (Anne: Öğlenki zeytinyağlıdan kalmış, vereyim mi? Galip: Nnnnh,
istemem; Anne: Sen? Baba: Ben ne?") kurtulup Suzan Yenge, Melih Amca ve Rüya'yla birlikte
her akşam yemek sofrasına oturabileceğini kurmuştu. Aklına gelen ve başını döndüren başka
şeyler de vardı sonra: Pazar sabahlan Rüya'yla oynamak (Gizli Geçit, Görmedim) için yukarı
kata çıktığında, arada bir de olsa, mavi geceliğiyle gördüğü güzel Suzan Yenge, annesi
oluyordu (daha iyi); avukatlık ve Afrika hikâyelerine bayıldığı Melih Amca, baba (daha iyi);
aynı yaşta olduklarına göre Rüya da, ikiz kardeş; (burada, aklı korkutucu sonuçları irdelerken
kararsızlıkla duralıyordu).
Sofra toplandığında, Galip, BBC den televizyoncuların Ce-lâl'i aradıklarını, ama bulamadıklarını
söyledi; ama bu söz beklediği gibi Celâl'in adreslerini ve telefon numaralarını herkesten
sakladığı ve sayıları hakkında çeşitli söylentilerin dolaştığı İstanbul'un dört bir köşesindeki
apartman dairelerinin yerleri ve nasıl bulunabileceklerine ilişkin dedikoduları yeniden
alevlendirmedi. Birisi söylemişti, kar yağıyordu: Böylece, sofradan kalkıp, her zamanki
koltuklarına gömülmeden önce, ellerinin tersiyle araladıkları perdelerin soğuk karanlığı
arasından, hafif kar tutmuş arka sokağa baktılar. Sessiz, temiz kar. (Celâl'in okuyucularıyla
"eski Ramazan akşamlan" özlemini paylaşmaktan çok, alay etmek için kullandığı bir sahnenin
tekrarı!) Galip kendi odasına çekilen Vasıfıh peşinden gitti.
Vasıl büyük yatağın kenarına oturdu, Galip karşısına. Vasıf beyaz saçlarında gezdirdiği elini
omuzlarına sarkıttı: Rüya? Galip göğsüne bir yumruk attı ve boğulurcasına öksürür gibi yaptı:
Öksürüklü hasta! Sonra ellerini birleştirerek yaptığı yastığa başını bükerek yasladı: Yatıyor.
Vasıl, yatağının altından, büyük bir karton kulu çıkardı: Elli yılda biriktirdiği gazete ve dergi
kesiklerinden bir seçki, belki de en iyileri. Galip onun yanına oturdu. Sanki Vasıf in öbür
yanında da Rüya oturuyormuş gibi, sanki onun gösterdiklerine birlikte gülüyorlarmış gibi,
kutudan gelişigüzel çektikleri resimlere baktılar: Yirmi yıl önce, traş kremi reklamı için yüzünü
köpüğe bulamış, sonra da., kornerden gelen topa kafayla vurduktan sonra beyin
kanamasından ölmüş ünlü bir futbolcunun sabunlu gülümseyişi; askeri darbeden sonra Irak
lideri Kasım'in kanlı üniforması içinde dinlenen ölüsü; ünlü Şişli Meydanı Cinayeti'nin temsili bir
resmi (Aldatıldığını yirmi yıl sonra, emekliliğinde anlayan kıskanç albay, günlerdir izini sürdüğü
çapkın gazeteciyi arabadaki genç karısıyla birlikte kurşunlayacaktır, derdi Rüya, radyo
tiyatrosu taklidi sesiyle); başbakan Menderes kurbanlık deveyi bağışlarken, arkada muhabir
Celâl, deveyle birlikte başka bir yere bakıyor. Galip eve dönmek için tam kalkacaktı ki, Vasıf in
kutu-
dan el alışkanlığıyla çektiği Celâl'in iki eski yazısı gözüne çarptı: 'Alâaddin'in Dükkânı' ve 'Cellat
ve Ağlayan Yüz'. Uykusuz geçecek gece için okuma hazırlığı! Yazıları Vasıftan ödünç almak için
çok fazla 'mim' yapmasına gerek kalmadı. Esma Hanımın getirdiği kahveyi de içmemesini
anlayışla karşıladılar: Demek ki, "karım evde hasta" ifadesi fazlasıyla yüzüne sinmişti. Açık
kapının eşiğin-deydi. Melih Amca bile, "Evet, gitsin, gitsin!" demişti; Hâle Hala karlı sokaktan
dönen kedisi Kömüre eğilmişti; içerden bir daha seslendiler: "Geçmiş olsun de, geçmiş olsun
de, Rüya'ya selam söyle, Rüya'ya selam söyle!"
Galip dönüş yolunda, dükkânının kepengini indiren gözlüklü terziyle karşılaştı. Kenarlarından
küçük buz parçalan sarkan sokak lambasının ışığında selamlaştılar ve birlikte yürüdüler. "Geç
kaldım," dedi terzi belki de aşırı kar sessizliğini bozmak için, "hanım evde bekliyor." "Soğuk,"
dedi Galip de ona. Ayaklarının altında ezilen karı dinleyerek, sokağın köşesindeki apartmana ve
apartmanın üst köşesindeki yatak odasının soluk başucu lambasının ışığı gözükene kadar
birlikte yürüdüler. Kâh kar yağıyordu, kâh karanlık.
Salonun ışıkları da, Galip evden çıkarken bıraktığı gibi kapalıydı, koridordakilerse açık. Galip
eve girer girmez, çay için ocağa su koydu, paltosunu, ceketini çıkarıp astı, yatak odasına girip
soluk lambanın ışığında ıslak çoraplarını değiştirdi. Sonra, yemek masasına oturup, Rüya'nın
kendisini terkederken yazıp bıraktığı mektubu bir daha okudu. Masanın üzerinde duran yeşil
tükenmezle yazılmış mektup hatırladığından da kısaymış: On dokuz kelime.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ALÂADDİN'İN DÜKKÂNI
"Bir kusurum varsa, o da konu haneme çıkmaktır."
Biron Paşa
Ben 'pitoreks' bir yazarım. Sözlüklere baktım ama, pek de çözemedim bu kelimenin anlamını;
ben yalnızca havasını seviyorum. Hep başka şeyleri anlatmayı düşledim: Atlı silahşörleri, puslu
bir sabah karanlık bir ovanın iki ucunda birbirlerine saldırmak üzere hazırlanan üç yüz yıl
öncesinin ordularını, kış geceleri meyhanelerde birbirlerine aşk hikâyeleri anlatan mutsuzları,
karanlık şehirlerin içinde bir esrarın peşinde kaybolan âşıkların bitip tükenmeyen maceralarını
anlatmayı düşledim hep, ama Allah bana başka türlü hikâyeler anlatmam gereken bu köşeyle
siz okurlarımı verdi yalnızca. Karşılıklı idare ediyoruz.
Hafızamın bahçesi kurumaya başlamasaydı belki hiç de şikâyetçi olmayacaktım bu durumdan,
ama elime kalemi her alışımda gözlerimin önünde gene benden birşeyler bekleyen siz
okurlarımın yüzleri ve çorak bir bahçede hepsi bir bir benden kaçanamla-rımm izleri
canlanıyor. Hatıra yerine, onun yalnızca bir iziyle karşılaşmak, sizi bırakıp gitmiş ve hiç
dönmeyecek sevgilinin koltuğun üzerinde bıraktığı izine gözyaşlarıyla bakmaya benziyor.
Alâaddinİe konuşmaya böyle karar verdim. Gazetede kendisinden sözedeceğimi, ama önce bir
görüşme yapmak istediğimi öğrenince kara gözlerini açarak dedi ki:
"Ağbi, şimdi bu benim aleyhime mi olacak?"
Olmayacağım anlattım. Nişantaşı'ndaki dükkânının hayatımızda tuttuğu yeri anlattım. Küçük
dükkânında sattığı binlerce, on binlerce çeşit malın hepimizin hafızalarında nasıl renk renk,
koku koku capcanlı kaldığını anlattım. Evlerinde, yataklarında hasta yatan çocukların
kendilerine Alâaddin'in dükkânından hediye, oyuncak (kurşun asker) ya da kitap (Kırmızı Saçlı
Çocuk) ya da resimli roman (Kinova'nın dirildiği on yedinci sayısı) almaya giden annelerinin
dönüşünü nasıl sabırsızlıkla beklediklerini anlattım. Çevrede-
ki okullarda, son zilin çalmasını bekleyen binlerce öğrencinin, hayalilerinde çoktan çaldırdıkları
o zilden sonra, o dükkâna hayâllerinde nasıl girip içinden futbolcu (Galatasaraylı Metin),
güreşçi (Hamit Kaplan) ya da film artisti resmi (Jerry Lewis) çıkan gofretlerden aldıklarını
anlattım. Akşam Sanat Okulu'na gitmeden önce, tırnaklarındaki soluk ojeyi çıkarmak için
küçük bir şişe aseton alan kızların, yıllar sonra, yavan bir evliliğin yavan bir mutfağında
çocuklar ve torunlar arasında, mutsuzlukla ilk gençlik aşklarını hatırladıklarında, Alâaddin'in
dükkâmnı nasıl uzak bir masal gibi hayâl ettiklerini anlattım.
Çoktan bizim eve gelmiş karşılıklı oturmuştuk. Alâaddin'e dükkânından yıllar önce aldığım yeşil
bir tükenmez kalemle, kötü çevrilmiş bir polisiye romanın hikâyesini anlattım: İkinci hikâyenin
sonunda, kitabı hediye ettiğim ve çok sevdiğim kahraman, hayatının sonuna kadar o polisiye
romanları okumaktan başka hiçbir şey yapmamaya mahkûm olmuştu. Tarihimizi, bütün
Doğu'nun tarihini değiştirecek bir kumpası, bir hükümet darbesini planlayan yurtsever
subaylarla gazetecilerin ikisinin, ilk tarihi toplantılarından önce, Alâaddin'in dükkânında nasıl
buluştuklarım anlattım. Bir akşam vakti, bu tarihi buluşma gerçekleşirken, tavana doğru
yükselen kitap ve kutu kuleleriyle kaplı tezgâhının arkasında Alâaddin'in hiçbir şeyden
habersiz, ertesi sabah iade edeceği gazeteleri ve dergileri, parmaklarını tükürükleyerek,
saydığını anlattım. Vitrinine ve kapısının önündeki kestane ağacının iri gövdesine sararak
sergilediği dergilerde poz veren yerli ve yabancı çıplak kadınların, kaldırımlardan dalgın dalgın
geçen yalnız erkeklerin o gece görecekleri rüyalarda, tıpkı Binbir Gece Masallarındaki o hiç
doymayan esir kızlar ve Padişah karıları gibi fing attıklarını anlattım. Konu Binbir Gece
Masallarından açıldığı için, adım taşıyan hikâyenin, aslında binbir gecenin hiçbirinde
anlatılmadığını ama Antoine Galland tarafından kitap iki yüz elli yıl önce Batıda ilk
yayımlanırken, sayfaların arasına el çabukluğu marifet sıkıştırılıverdi-ğini anlattım. Aslında,
hikâyeyi Galland'a Şehrazat'ın değil, ama onun Harina dediği bir Hristiyanın anlattığını
anlattım. Ama aslında, Hanna'nın Yohanna Diyab adlı Halepli bir alim olduğunu ve hikâyesinin
bir Türk hikâyesi olduğunu, büyük bir ihtimalle İstanbul'da geçtiğini ve bunun da içindeki
kahve ayrıntısından anlaşıldı-
ğını anlattım. Ama aslında, insanın artık hiçbir zaman hikâyenin aslı hangisidir, hayatm aslı
hangisidir anlayamayacağını anlattım. Çünkü, aslında, her şeyi unuttuğumu, her şeyi
unuttuğumu, her şeyi unuttuğumu anlattım. Çünkü aslında yaşlı, mutsuz, huysuz ve yalnız
olduğumu ve ölmek istediğimi anlattım. Çünkü aslında, Nişantaşı Meydanından akşam
trafiğinin gürültüsü ve radyodan insanı kederle gözyaşlarına boğan bir müzik geliyordu. Çünkü
aslında, ben de bütün ömrüm boyunca hikâye anlattıktan sonra, ölmeden önce Alâaddin'den
unuttuğum her şeyin, dükkanındaki kolonya şişelerinin, damga pullarının, kibritlerin
üzerlerindeki resimlerin, naylon çorapların, kartpostalların, artist resimlerinin, seksoloji
yıllıklarının, firketelerin ve namaz kitaplarının hikâyelerini bir bir dinlemek istediğimi anlattım.
Hayâli hikâyeler içine düşmüş bütün gerçek kişiler gibi, Alâ-addin'de dünyanın sınırlarını
zorlayan gerçek dışı bir yan ve kurallarını zorlayan yalın bir mantık vardı. Basının dükkânına
gösterdiği ilgiden memnun olduğunu açıkladı. Otuz yıldır, günde on dört saat vızır vızır işleyen
köşedeki dükkânında çalışıyor, pazar öğleden sonraları, herkes radyodaki futbol maçını
dinlerken, saat iki buçuk ile dört buçuk arasında evinde uyuyordu. Asıl adının başka bir şey
olduğunu, ama bunu müşterilerinin bilmediğini anlattı. Yalnızca Hürriyet Gazetesi okuduğunu
anlattı. Dükkânında siyasi buluşma olamayacağını, çünkü tam karşısmda Teşvikiye
Karakolunun bulunduğunu ve siyasetle de ilgilenmediğini anlattı. Dergileri tükürükleyerek
saydığı da doğru değildi; dükkânının bir efsane ya da masal köşesi olduğu da. Bu tür
yanılgılardan şikâyetçiydi: Bazı yoksul ihtiyarlar vitrinindeki oyuncak plastik saatleri gerçek
saat sanıp ucuzluğuna şaşarak heyecanla içeri dalıyorlardı. Salonda at yarışı alıp oynayan ya
da kendi elleriyle seçtikleri Milli Piyangodan gene bir şey çıkmayınca öfkeye kapılan bazıları, bu
oyunları Alâaddin imâl ediyor sanıp gürültü çıkarıyorlardı. Naylon çorabı kaçan kadın d?.,
yediği yerli çikolatadan bütün derisi pul pul dökülen çocuğun anası da, okuduğu gazetenin
siyasi görüşlerini beğenmeyen okur da, imalatçıyı değil yalnızca bir aracı olan Alâaddin'i
suçluyordu. İçinden kahve değil, kahverengi ayakkabı boyası çıkan paketten Alâaddin sorumlu
değildi. Şuh sesli Emel Sayın'm ilk şar-* kışından sonra sarsıla sarsıla boşalıp akarak
transistorlu radyoyu
kapkara bir sıvıyla berbat eden yerli pilden Alâaddin sorumlu değildi. Nereye gidersen git hep
kuzeyi göstereceğine, hep Teşvikiye Karakolunu gösteren pusuladan Alâaddin sorumlu değildi.
İçinden hülyalı işçi kızın aşk ve evlilik mektubu çıkan Bafra paketinden de Alâaddin sorumlu
değildi, ama paketi açan badanacı çırağı mutlulukla etekleri zil çalarak koşa koşa gelmiş, elini
öperek Alâaddin'den nikâh şahidi olmasını istemiş ve kızın adını ve adresini sormuştu.
Dükkânı bir zamanlar İstanbul'un "en iyi" denilen bir semtin-deydi, ama müşterileri her zaman,
her zaman şaşırtırdı onu. Sıra diye bir şey olduğunu hâlâ öğrenememiş kravatlı beylere
şaşıyordu, öğrendiği halde bekleyemeyenlere dayanamayıp bağırıyordu. Otobüsün köşeden her
gözüküşünde üç-beş kişi, yağmacı Moğol askeri heyecanıyla, "bilet, bilet, aman çabuk bilet"
diye bağırarak dükkâna daldığı, etrafı dağıttığı için otobüs bileti satmaktan vazgeçmişti. Milli
Piyango seçerken kavgaya tutuşan kırk yıllık karı-kocalar. bir paket sabun almak için oluz
çeşidini koklayan boyalı kadınlar, düdük almadan önce bütün bir kutuyu tek tek öttüren emekli
subaylar görmüştü, ama alışmıştı artık, aldırmıyordu. En son sayısı, on bir yıl önce çıkmış bir
fotoromanın eski sayılarından biri yok diye söylenen ev kadınına, posta pulu almadan ence
arkasını yalayarak zamkının tadına bakan şişman beyefendiye ve krepondan yapma karanfili
kokmuyor diye ertesi gün öfkeyle geri getiren kasap karısına aldırmıyordu arlık.
Dişleriyle tırnaklarıyla kurmuştu bu dükkânı. Yıllarca eski Teksas ve Tommiksleri kendi eliyle
ciltlemiş, sabahları bütün şehir uyurken dükkânını açıp süpürmüş, gazete ve dergileri kapıya
ve kestane ağacına mandallamış, en son yenilikleri vitrinine yerleştirmiş, istiyorlar diye, en
tuhaf malları (mıknatıslı aynası yaklaştırılınca dönen oyuncak balerinleri, üç renkli ayakkabı
bağlarını, gözlerinde mavi ampuller yanan alçıdan küçük Atatürk heykellerini, Hollanda
değirmeni şeklinde kalemtıraşları, Kiralık Ev ve Bismil-lahirrahmanirrahim levhalarını, içinden
birden yüze numaralı kuş resimleri çıkan çam aromalı çikletleri, yalnızca Kapalıçarşı'da satılan
pembe tavla zarlarını, Tarzan ve Barbaros çıkartmalarını, futbol takımlarının rengindeki
kukuletaları - kendi de mavi renkte birini on yıl giymişti-, bir ucu ayakkabı çekeceği öbür ucu
gazoz
açacağı olan demir aletleri) müşterilerine sunabilmek için yıllarca bütün İstanbul'u karış karış,
dükkân dükkân gezmiş, en akla hayâle sığmaz isteklerde bile, (Gülsuyu kokulu o mavi
mürekkeplerden var mı sizde? Acaba şarkı söyleyen yüzüklerden bulunur mu?) "yok"
dememiş; sorulduğuna göre bir örneği vardır diye düşündüğü için, "Yarın getiririz!" deyip,
defterine not almış, ertesi gün de, şehrin içinde bir esrarı aramaya çıkan yolcu gibi, dükkân
dükkân sorup, arayıp bulmuştu. İnanılmayacak ölçülerde satan fotoromanlarla ya da resimli
kovboy hikayeleriyle ya da boş suratlı yerli artist resimleriyle yorulmadan para kazandığı
dönemler de olmuştu; kahvenin, sigaranın karaborsaya düşüp rahatının kaçtığı kuyruklu,
soğuk, yavan günleri de. Dükkânından baktığında, kaldırımdan akan insanların hiç de "öyle,
öyle..." olduğunu anlayamazdın, ama "bir... bir...-ne bileyim-" idi insanlar.
Bir bakıyordun, hepsi ayrı bir havada gözüken o kalabalık, hep birlikte bir müzikli sigara
kutusu merakına kapılıyor, derken Japonya'dan gelen küçük parmağım büyüklüğündeki
dolmakalemleri kapış kapış kapışıyorlar, ertesi ay ise hepsini unutup tabanca biçimindeki
çakmaklardan öyle bir almaya başlıyorlardı ki, Alâad-din yetiştiremiyordu. Sonra, bir plastik
ağızlık modası başlıyor, bütün millet içtiği sigaranın iğrenç ziftini sapık bir bilim adamı zev-kiyle
seyrederek altı ay saydam ağızlık kullanıyor, derken, onu bırakıp sağcısı solcusu, dinsizi dindarı
Alâaddin'den boy boy, renk renk teşbih alıp her yerde çekmeye başlıyor, bu fırtına dinip Alâ-
addin elinde kalan teşbihleri iade edemeden, bir rüya modası çıkıyor, herkes rüyaları
yorumlayan küçük kitapçığı alabilmek için kapıda kuyruk oluyordu. Bir Amerikan filmi gelir,
bütün gençler kara gözlük alırdı, bir gazete haberi çıkar bütün kadınlar dudak kremi, bütün
erkekler imamlara yakışır takkelerden isterdi, ama çoğu zaman, istekler hiç anlaşılmayan bir
şekilde bir veba gibi yayılırdı. Niye binlerce, on binlerce kişi aynı anda rodyolarınm,
kaloriferlerinin üstüne, arabalarının arka camının önüne, odalarına, iş masalarına, tezgâhlarına
o tahta yelkenlileri yerleştirmeye başlamıştı? Anne çocuk, kadın erkek, ihtiyar genç herkesin
hep aynı resmi, gözünden kocaman bir damla yaş akan mahzun ve Avrupalı suratlı çocuk
resmini anlaşılmaz bir istekle alıp duvarlara, kapılara asmasını nasıl anlamak gerekiyordu? Bu
millet, bu insanlar
bir... bir... "tuhaf diye Alâaddin'in bulamadığı kelimeyi ben yetiştirdim, "anlaşılmaz" diye,
"hatta korkutucu" diye, çünkü kelimeleri bulmak Alâaddin'in değil benim isimdi. Bir süre
karışılıklı sustuk. Daha sonra, yıllardır sürekli sattığı selüloidden yapılmış, başlarını sallayan
küçük kazları anlatırken, içinden vişne likörü ve bir vişne çıkan şişe biçimindeki o eski
çikolataları anlatırken ya da uçurtma için en iyi ve en ucuz çıtayı İstanbul'da nerede
bulabileceğini anlatırken, Alâaddin'in müşterileriyle arasında kendisinin de bulamayacağı
kelimelerle anlatılabilecek bir bağ olduğunu anladım; Babaannesiyle dükkâna gelip o zilli
çemberlerden alan küçük kızı da, Fransız dergisini kapıp, dükkânın bir köşesine çekilip sayfalar
içindeki çıplak kadınla kaşla göz arasında sevişmeye teşebbüs eden sivilceli delikanlıyı da
seviyordu. Hollywood yıldızlarının inanılmaz hayatlarının hikâye edildiği romanı alıp, gece evde
okuyup, ertesi sabah "Bu bende varmış!" diye iade etmek isteyen gözlüklü banka memuresini
de seviyordu, Kuran okuyan kız posterinin resimsiz bir gazeteye sarılmasını özellikle rica eden
ihtiyarı da. Ama gene de ihtiyatlı bir sevgiydi bu: Moda dergilerinin içindeki patronları harita
gibi açıp dükkânın ortasında kumaş kesmeye kalkışan ana kızı, oyuncak tanklarını daha
dükkândan çıkmadan önce savaşa tutuştururken birbirleriyle döğüşerek kıran çocukları belki
biraz anlıyordu da, kalem şeklinde el feneri, ya da kuru-kafalı anahtarlık soran insanların
kendisine hiç bilmediği, hiç anlayamadığı bir alemden sanki işaretler yolladığı duygusuna
kapılıyordu. Karlı bir kış günü dükkânına gelip öğrenci ödevleri için kullanılan "Kış Manzarasını
değil, ısrarla "Yaz Manzarası"nı isteyen esrarengiz adam hangi esrarın belirlisini taşıyordu? Bir
Bir kahkaha attı, ama öksürmedi. "Bu askeri darbeden sonra kurulacak Alaturka Bolşevik
Yeniçeri nizamında hariciye vekili ya da Paris sefiri olacaksın diye verilen söze kandığı için,
evde kendi kendine Fransızca çalışmaya başlamış. Bu hiç tutmayacak ihtilâl duası, gençliğinde
it kopukla düşüp kail tığı için bir yabancı dil bile öğre-nemeyen oğlumun hiç olmazsa
Fransızcasına yarayacak diye başta sevinmedim bile değil. Ama işi azıtınca Rüya'nın onu
görmesine izin vermedim."'
"Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı ki, Melih!" dedi Suzan Yenge. "Rüya ile Celâl hep birbirlerini
gördüler, aradılar, değil üvey kardeş, öz kardeş gibi de sevdiler."
"Oklu oldu, ama ben geç kalmıştım," dedi Melih Amca. "Türk, milletini ve ordusunu
kandıramayınca kızkardeşini kandırdı. Rüya böyle anarşist oldu. Galip oğlum onu o çetecilerin
arasından, o fare yuvasından çekip çıkarmasaydı Rüya şimdi evinde yata- . ğında değil,
kimbilir nerede olurdu?"
Bir an, hep birlikte yatağında yatan zavallı hasta Rüya'yi hayâl ettiklerini düşündüğünde Galip,
tırnaklarına bakıyordu ve Melih Amca, her iki üç ayda bir sayıp döktüğü listeye yeni bir şey
ekleyecek mi acaba, diye düşünüyordu.
"Belki de o zaman, Rüya hapiste olurdu, çünkü Celâl kadar ihtiyatlı da değildir," dedi Melih
Amca ve listesinin heyecanına kapılarak ve "Allah korusun"lara aldırmadan saydı: "O zaman,
Rüya belki Celâlİe birlikte o haydutların arasına karışırdı. Beyoğlu gangsterlerinin, eroin
imalatçılarının, pavyon kabadayılarının, kokain düşkünü Beyaz Rusların, röportaj bahanesiyle
aralarına girdiği bütün o sefih takımın arasına karışırdı zavallı Rüya. Çirkin haz-larının peşinden
ta İstanbul'a gelen İngilizlerin, güreş tefrikalarına ve güreşçilere meraklı homoseksüellerin,
hamam âlemine katılan Amerikalı karıların, dolandırıcıların, bir Avrupa ülkesinde değil artistlik,
orospuluk bile yapamayacak film yıldızlarımızın, itaatsizlik ve zimmetten ordudan kovulmaş
subayların, frengiden sesleri çatlamış erkeksi şarkıcıların, kendini sosyete kadını diye yutturan
kenar mahalle dilberlerinin arasında aramak zorunda kalırdık kızımızı. Söyle ona
İsteropiramisin alsın."
"Efendim?" dedi Galip.
"Gribe karşı en iyi antibiyotiktir. Bekozim Fort ile birlikte. Altı saatte bir. Saat kaç? Uyanmış
mıdır?"
Suzan Yenge, Rüya'nın, herhalde, şu anda uyuduğunu söyledi. Galip, hepsinin aynı anda
düşündüğü şeyi, yatağında uyuyan Rüya'yı düşündü.
"Yok!" dedi Esma Hanım. Babaanneye rağmen, Dededen kalma kötü bir alışkanlıkla, yalnız
sofra örtüsü değil, yemekten sonra kenarlarına ağızlarını sildikleri lekeli bir peçete olarak da
kullanılan talihsiz sofra örtüsünü dikkatli hareketlerle topluyordu. "Yok, ben CelâFime bu evde
lâf ettirmem. Celâl'im büyük adam oldu."
Melih Amcaya göre, elli beş yaşındaki oğlu da, işte tam bu düşüncede olduğu için yetmiş beş
yaşındaki babasını aramıyor, İstanbul'da hangi apartman dairesinde kaldığını kimseye
söylemiyor, yalnız babası değil, aileden kimse, -her zaman onu ilk affeden Hâle Halası bile-
kendine ulaşamasın diye, numarasını herkesten sakladığı telefonlarını bir de fişten çekiyordu.
Galip, Melih Amcanın gözlerinde kederden değil, alışkanlıktan da olsa, birkaç sahte gözyaşının
belireceğini düşünerek korktu. Ama bu değil, korktuğu başka bir şey geldi başına: Melih Amca,
gene eski bir alışkanlıkla, aralarındaki yirmi iki yaş farkını görmezlikten gelerek, Celâl gibi
değil, asıl Galip gibi bir oğlu olmasını hep istediğini bir daha tekrarladı; Galip gibi aklı başında,
olgun, sakin...
Yirmi iki yıl önce, (demek ki Celâl o zaman kendi yaşındayken) boyunun utanç verici bir hızla
attığı ve elinin kolunun daha utanç verici sakarlıklar yaptığı yıllarda, bu sözü ilk işitip
gerçekleşebileceğini hayâl ettiğinde Galip ilk anda, Anne ve Babayla yenen ve herkesin yemek
masasını dik açılarla çevreleyen duvarların dışındaki sonsuz bir noktaya baktığı o renksiz ve
yavan akşam yemeklerinden (Anne: Öğlenki zeytinyağlıdan kalmış, vereyim mi? Galip: Nnnnh,
istemem; Anne: Sen? Baba: Ben ne?") kurtulup Suzan Yenge, Melih Amca ve Rüya'yla birlikte
her akşam yemek sofrasına oturabileceğini kurmuştu. Aklına gelen ve başını döndüren başka
şeyler de vardı sonra: Pazar sabahlan Rüya'yla oynamak (Gizli Geçit, Görmedim) için yukarı
kata çıktığında, arada bir de olsa, mavi geceliğiyle gördüğü güzel Suzan Yenge, annesi
oluyordu (daha iyi); avukatlık ve Afrika hikâyelerine bayıldığı Melih Amca, baba (daha iyi);
aynı yaşta olduklarına göre Rüya da, ikiz kardeş; (burada, aklı korkutucu sonuçları irdelerken
kararsızlıkla duralıyordu).
Sofra toplandığında, Galip, BBC den televizyoncuların Ce-lâl'i aradıklarını, ama bulamadıklarını
söyledi; ama bu söz beklediği gibi Celâl'in adreslerini ve telefon numaralarını herkesten
sakladığı ve sayıları hakkında çeşitli söylentilerin dolaştığı İstanbul'un dört bir köşesindeki
apartman dairelerinin yerleri ve nasıl bulunabileceklerine ilişkin dedikoduları yeniden
alevlendirmedi. Birisi söylemişti, kar yağıyordu: Böylece, sofradan kalkıp, her zamanki
koltuklarına gömülmeden önce, ellerinin tersiyle araladıkları perdelerin soğuk karanlığı
arasından, hafif kar tutmuş arka sokağa baktılar. Sessiz, temiz kar. (Celâl'in okuyucularıyla
"eski Ramazan akşamlan" özlemini paylaşmaktan çok, alay etmek için kullandığı bir sahnenin
tekrarı!) Galip kendi odasına çekilen Vasıfıh peşinden gitti.
Vasıl büyük yatağın kenarına oturdu, Galip karşısına. Vasıf beyaz saçlarında gezdirdiği elini
omuzlarına sarkıttı: Rüya? Galip göğsüne bir yumruk attı ve boğulurcasına öksürür gibi yaptı:
Öksürüklü hasta! Sonra ellerini birleştirerek yaptığı yastığa başını bükerek yasladı: Yatıyor.
Vasıl, yatağının altından, büyük bir karton kulu çıkardı: Elli yılda biriktirdiği gazete ve dergi
kesiklerinden bir seçki, belki de en iyileri. Galip onun yanına oturdu. Sanki Vasıf in öbür
yanında da Rüya oturuyormuş gibi, sanki onun gösterdiklerine birlikte gülüyorlarmış gibi,
kutudan gelişigüzel çektikleri resimlere baktılar: Yirmi yıl önce, traş kremi reklamı için yüzünü
köpüğe bulamış, sonra da., kornerden gelen topa kafayla vurduktan sonra beyin
kanamasından ölmüş ünlü bir futbolcunun sabunlu gülümseyişi; askeri darbeden sonra Irak
lideri Kasım'in kanlı üniforması içinde dinlenen ölüsü; ünlü Şişli Meydanı Cinayeti'nin temsili bir
resmi (Aldatıldığını yirmi yıl sonra, emekliliğinde anlayan kıskanç albay, günlerdir izini sürdüğü
çapkın gazeteciyi arabadaki genç karısıyla birlikte kurşunlayacaktır, derdi Rüya, radyo
tiyatrosu taklidi sesiyle); başbakan Menderes kurbanlık deveyi bağışlarken, arkada muhabir
Celâl, deveyle birlikte başka bir yere bakıyor. Galip eve dönmek için tam kalkacaktı ki, Vasıf in
kutu-
dan el alışkanlığıyla çektiği Celâl'in iki eski yazısı gözüne çarptı: 'Alâaddin'in Dükkânı' ve 'Cellat
ve Ağlayan Yüz'. Uykusuz geçecek gece için okuma hazırlığı! Yazıları Vasıftan ödünç almak için
çok fazla 'mim' yapmasına gerek kalmadı. Esma Hanımın getirdiği kahveyi de içmemesini
anlayışla karşıladılar: Demek ki, "karım evde hasta" ifadesi fazlasıyla yüzüne sinmişti. Açık
kapının eşiğin-deydi. Melih Amca bile, "Evet, gitsin, gitsin!" demişti; Hâle Hala karlı sokaktan
dönen kedisi Kömüre eğilmişti; içerden bir daha seslendiler: "Geçmiş olsun de, geçmiş olsun
de, Rüya'ya selam söyle, Rüya'ya selam söyle!"
Galip dönüş yolunda, dükkânının kepengini indiren gözlüklü terziyle karşılaştı. Kenarlarından
küçük buz parçalan sarkan sokak lambasının ışığında selamlaştılar ve birlikte yürüdüler. "Geç
kaldım," dedi terzi belki de aşırı kar sessizliğini bozmak için, "hanım evde bekliyor." "Soğuk,"
dedi Galip de ona. Ayaklarının altında ezilen karı dinleyerek, sokağın köşesindeki apartmana ve
apartmanın üst köşesindeki yatak odasının soluk başucu lambasının ışığı gözükene kadar
birlikte yürüdüler. Kâh kar yağıyordu, kâh karanlık.
Salonun ışıkları da, Galip evden çıkarken bıraktığı gibi kapalıydı, koridordakilerse açık. Galip
eve girer girmez, çay için ocağa su koydu, paltosunu, ceketini çıkarıp astı, yatak odasına girip
soluk lambanın ışığında ıslak çoraplarını değiştirdi. Sonra, yemek masasına oturup, Rüya'nın
kendisini terkederken yazıp bıraktığı mektubu bir daha okudu. Masanın üzerinde duran yeşil
tükenmezle yazılmış mektup hatırladığından da kısaymış: On dokuz kelime.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ALÂADDİN'İN DÜKKÂNI
"Bir kusurum varsa, o da konu haneme çıkmaktır."
Biron Paşa
Ben 'pitoreks' bir yazarım. Sözlüklere baktım ama, pek de çözemedim bu kelimenin anlamını;
ben yalnızca havasını seviyorum. Hep başka şeyleri anlatmayı düşledim: Atlı silahşörleri, puslu
bir sabah karanlık bir ovanın iki ucunda birbirlerine saldırmak üzere hazırlanan üç yüz yıl
öncesinin ordularını, kış geceleri meyhanelerde birbirlerine aşk hikâyeleri anlatan mutsuzları,
karanlık şehirlerin içinde bir esrarın peşinde kaybolan âşıkların bitip tükenmeyen maceralarını
anlatmayı düşledim hep, ama Allah bana başka türlü hikâyeler anlatmam gereken bu köşeyle
siz okurlarımı verdi yalnızca. Karşılıklı idare ediyoruz.
Hafızamın bahçesi kurumaya başlamasaydı belki hiç de şikâyetçi olmayacaktım bu durumdan,
ama elime kalemi her alışımda gözlerimin önünde gene benden birşeyler bekleyen siz
okurlarımın yüzleri ve çorak bir bahçede hepsi bir bir benden kaçanamla-rımm izleri
canlanıyor. Hatıra yerine, onun yalnızca bir iziyle karşılaşmak, sizi bırakıp gitmiş ve hiç
dönmeyecek sevgilinin koltuğun üzerinde bıraktığı izine gözyaşlarıyla bakmaya benziyor.
Alâaddinİe konuşmaya böyle karar verdim. Gazetede kendisinden sözedeceğimi, ama önce bir
görüşme yapmak istediğimi öğrenince kara gözlerini açarak dedi ki:
"Ağbi, şimdi bu benim aleyhime mi olacak?"
Olmayacağım anlattım. Nişantaşı'ndaki dükkânının hayatımızda tuttuğu yeri anlattım. Küçük
dükkânında sattığı binlerce, on binlerce çeşit malın hepimizin hafızalarında nasıl renk renk,
koku koku capcanlı kaldığını anlattım. Evlerinde, yataklarında hasta yatan çocukların
kendilerine Alâaddin'in dükkânından hediye, oyuncak (kurşun asker) ya da kitap (Kırmızı Saçlı
Çocuk) ya da resimli roman (Kinova'nın dirildiği on yedinci sayısı) almaya giden annelerinin
dönüşünü nasıl sabırsızlıkla beklediklerini anlattım. Çevrede-
ki okullarda, son zilin çalmasını bekleyen binlerce öğrencinin, hayalilerinde çoktan çaldırdıkları
o zilden sonra, o dükkâna hayâllerinde nasıl girip içinden futbolcu (Galatasaraylı Metin),
güreşçi (Hamit Kaplan) ya da film artisti resmi (Jerry Lewis) çıkan gofretlerden aldıklarını
anlattım. Akşam Sanat Okulu'na gitmeden önce, tırnaklarındaki soluk ojeyi çıkarmak için
küçük bir şişe aseton alan kızların, yıllar sonra, yavan bir evliliğin yavan bir mutfağında
çocuklar ve torunlar arasında, mutsuzlukla ilk gençlik aşklarını hatırladıklarında, Alâaddin'in
dükkâmnı nasıl uzak bir masal gibi hayâl ettiklerini anlattım.
Çoktan bizim eve gelmiş karşılıklı oturmuştuk. Alâaddin'e dükkânından yıllar önce aldığım yeşil
bir tükenmez kalemle, kötü çevrilmiş bir polisiye romanın hikâyesini anlattım: İkinci hikâyenin
sonunda, kitabı hediye ettiğim ve çok sevdiğim kahraman, hayatının sonuna kadar o polisiye
romanları okumaktan başka hiçbir şey yapmamaya mahkûm olmuştu. Tarihimizi, bütün
Doğu'nun tarihini değiştirecek bir kumpası, bir hükümet darbesini planlayan yurtsever
subaylarla gazetecilerin ikisinin, ilk tarihi toplantılarından önce, Alâaddin'in dükkânında nasıl
buluştuklarım anlattım. Bir akşam vakti, bu tarihi buluşma gerçekleşirken, tavana doğru
yükselen kitap ve kutu kuleleriyle kaplı tezgâhının arkasında Alâaddin'in hiçbir şeyden
habersiz, ertesi sabah iade edeceği gazeteleri ve dergileri, parmaklarını tükürükleyerek,
saydığını anlattım. Vitrinine ve kapısının önündeki kestane ağacının iri gövdesine sararak
sergilediği dergilerde poz veren yerli ve yabancı çıplak kadınların, kaldırımlardan dalgın dalgın
geçen yalnız erkeklerin o gece görecekleri rüyalarda, tıpkı Binbir Gece Masallarındaki o hiç
doymayan esir kızlar ve Padişah karıları gibi fing attıklarını anlattım. Konu Binbir Gece
Masallarından açıldığı için, adım taşıyan hikâyenin, aslında binbir gecenin hiçbirinde
anlatılmadığını ama Antoine Galland tarafından kitap iki yüz elli yıl önce Batıda ilk
yayımlanırken, sayfaların arasına el çabukluğu marifet sıkıştırılıverdi-ğini anlattım. Aslında,
hikâyeyi Galland'a Şehrazat'ın değil, ama onun Harina dediği bir Hristiyanın anlattığını
anlattım. Ama aslında, Hanna'nın Yohanna Diyab adlı Halepli bir alim olduğunu ve hikâyesinin
bir Türk hikâyesi olduğunu, büyük bir ihtimalle İstanbul'da geçtiğini ve bunun da içindeki
kahve ayrıntısından anlaşıldı-
ğını anlattım. Ama aslında, insanın artık hiçbir zaman hikâyenin aslı hangisidir, hayatm aslı
hangisidir anlayamayacağını anlattım. Çünkü, aslında, her şeyi unuttuğumu, her şeyi
unuttuğumu, her şeyi unuttuğumu anlattım. Çünkü aslında yaşlı, mutsuz, huysuz ve yalnız
olduğumu ve ölmek istediğimi anlattım. Çünkü aslında, Nişantaşı Meydanından akşam
trafiğinin gürültüsü ve radyodan insanı kederle gözyaşlarına boğan bir müzik geliyordu. Çünkü
aslında, ben de bütün ömrüm boyunca hikâye anlattıktan sonra, ölmeden önce Alâaddin'den
unuttuğum her şeyin, dükkanındaki kolonya şişelerinin, damga pullarının, kibritlerin
üzerlerindeki resimlerin, naylon çorapların, kartpostalların, artist resimlerinin, seksoloji
yıllıklarının, firketelerin ve namaz kitaplarının hikâyelerini bir bir dinlemek istediğimi anlattım.
Hayâli hikâyeler içine düşmüş bütün gerçek kişiler gibi, Alâ-addin'de dünyanın sınırlarını
zorlayan gerçek dışı bir yan ve kurallarını zorlayan yalın bir mantık vardı. Basının dükkânına
gösterdiği ilgiden memnun olduğunu açıkladı. Otuz yıldır, günde on dört saat vızır vızır işleyen
köşedeki dükkânında çalışıyor, pazar öğleden sonraları, herkes radyodaki futbol maçını
dinlerken, saat iki buçuk ile dört buçuk arasında evinde uyuyordu. Asıl adının başka bir şey
olduğunu, ama bunu müşterilerinin bilmediğini anlattı. Yalnızca Hürriyet Gazetesi okuduğunu
anlattı. Dükkânında siyasi buluşma olamayacağını, çünkü tam karşısmda Teşvikiye
Karakolunun bulunduğunu ve siyasetle de ilgilenmediğini anlattı. Dergileri tükürükleyerek
saydığı da doğru değildi; dükkânının bir efsane ya da masal köşesi olduğu da. Bu tür
yanılgılardan şikâyetçiydi: Bazı yoksul ihtiyarlar vitrinindeki oyuncak plastik saatleri gerçek
saat sanıp ucuzluğuna şaşarak heyecanla içeri dalıyorlardı. Salonda at yarışı alıp oynayan ya
da kendi elleriyle seçtikleri Milli Piyangodan gene bir şey çıkmayınca öfkeye kapılan bazıları, bu
oyunları Alâaddin imâl ediyor sanıp gürültü çıkarıyorlardı. Naylon çorabı kaçan kadın d?.,
yediği yerli çikolatadan bütün derisi pul pul dökülen çocuğun anası da, okuduğu gazetenin
siyasi görüşlerini beğenmeyen okur da, imalatçıyı değil yalnızca bir aracı olan Alâaddin'i
suçluyordu. İçinden kahve değil, kahverengi ayakkabı boyası çıkan paketten Alâaddin sorumlu
değildi. Şuh sesli Emel Sayın'm ilk şar-* kışından sonra sarsıla sarsıla boşalıp akarak
transistorlu radyoyu
kapkara bir sıvıyla berbat eden yerli pilden Alâaddin sorumlu değildi. Nereye gidersen git hep
kuzeyi göstereceğine, hep Teşvikiye Karakolunu gösteren pusuladan Alâaddin sorumlu değildi.
İçinden hülyalı işçi kızın aşk ve evlilik mektubu çıkan Bafra paketinden de Alâaddin sorumlu
değildi, ama paketi açan badanacı çırağı mutlulukla etekleri zil çalarak koşa koşa gelmiş, elini
öperek Alâaddin'den nikâh şahidi olmasını istemiş ve kızın adını ve adresini sormuştu.
Dükkânı bir zamanlar İstanbul'un "en iyi" denilen bir semtin-deydi, ama müşterileri her zaman,
her zaman şaşırtırdı onu. Sıra diye bir şey olduğunu hâlâ öğrenememiş kravatlı beylere
şaşıyordu, öğrendiği halde bekleyemeyenlere dayanamayıp bağırıyordu. Otobüsün köşeden her
gözüküşünde üç-beş kişi, yağmacı Moğol askeri heyecanıyla, "bilet, bilet, aman çabuk bilet"
diye bağırarak dükkâna daldığı, etrafı dağıttığı için otobüs bileti satmaktan vazgeçmişti. Milli
Piyango seçerken kavgaya tutuşan kırk yıllık karı-kocalar. bir paket sabun almak için oluz
çeşidini koklayan boyalı kadınlar, düdük almadan önce bütün bir kutuyu tek tek öttüren emekli
subaylar görmüştü, ama alışmıştı artık, aldırmıyordu. En son sayısı, on bir yıl önce çıkmış bir
fotoromanın eski sayılarından biri yok diye söylenen ev kadınına, posta pulu almadan ence
arkasını yalayarak zamkının tadına bakan şişman beyefendiye ve krepondan yapma karanfili
kokmuyor diye ertesi gün öfkeyle geri getiren kasap karısına aldırmıyordu arlık.
Dişleriyle tırnaklarıyla kurmuştu bu dükkânı. Yıllarca eski Teksas ve Tommiksleri kendi eliyle
ciltlemiş, sabahları bütün şehir uyurken dükkânını açıp süpürmüş, gazete ve dergileri kapıya
ve kestane ağacına mandallamış, en son yenilikleri vitrinine yerleştirmiş, istiyorlar diye, en
tuhaf malları (mıknatıslı aynası yaklaştırılınca dönen oyuncak balerinleri, üç renkli ayakkabı
bağlarını, gözlerinde mavi ampuller yanan alçıdan küçük Atatürk heykellerini, Hollanda
değirmeni şeklinde kalemtıraşları, Kiralık Ev ve Bismil-lahirrahmanirrahim levhalarını, içinden
birden yüze numaralı kuş resimleri çıkan çam aromalı çikletleri, yalnızca Kapalıçarşı'da satılan
pembe tavla zarlarını, Tarzan ve Barbaros çıkartmalarını, futbol takımlarının rengindeki
kukuletaları - kendi de mavi renkte birini on yıl giymişti-, bir ucu ayakkabı çekeceği öbür ucu
gazoz
açacağı olan demir aletleri) müşterilerine sunabilmek için yıllarca bütün İstanbul'u karış karış,
dükkân dükkân gezmiş, en akla hayâle sığmaz isteklerde bile, (Gülsuyu kokulu o mavi
mürekkeplerden var mı sizde? Acaba şarkı söyleyen yüzüklerden bulunur mu?) "yok"
dememiş; sorulduğuna göre bir örneği vardır diye düşündüğü için, "Yarın getiririz!" deyip,
defterine not almış, ertesi gün de, şehrin içinde bir esrarı aramaya çıkan yolcu gibi, dükkân
dükkân sorup, arayıp bulmuştu. İnanılmayacak ölçülerde satan fotoromanlarla ya da resimli
kovboy hikayeleriyle ya da boş suratlı yerli artist resimleriyle yorulmadan para kazandığı
dönemler de olmuştu; kahvenin, sigaranın karaborsaya düşüp rahatının kaçtığı kuyruklu,
soğuk, yavan günleri de. Dükkânından baktığında, kaldırımdan akan insanların hiç de "öyle,
öyle..." olduğunu anlayamazdın, ama "bir... bir...-ne bileyim-" idi insanlar.
Bir bakıyordun, hepsi ayrı bir havada gözüken o kalabalık, hep birlikte bir müzikli sigara
kutusu merakına kapılıyor, derken Japonya'dan gelen küçük parmağım büyüklüğündeki
dolmakalemleri kapış kapış kapışıyorlar, ertesi ay ise hepsini unutup tabanca biçimindeki
çakmaklardan öyle bir almaya başlıyorlardı ki, Alâad-din yetiştiremiyordu. Sonra, bir plastik
ağızlık modası başlıyor, bütün millet içtiği sigaranın iğrenç ziftini sapık bir bilim adamı zev-kiyle
seyrederek altı ay saydam ağızlık kullanıyor, derken, onu bırakıp sağcısı solcusu, dinsizi dindarı
Alâaddin'den boy boy, renk renk teşbih alıp her yerde çekmeye başlıyor, bu fırtına dinip Alâ-
addin elinde kalan teşbihleri iade edemeden, bir rüya modası çıkıyor, herkes rüyaları
yorumlayan küçük kitapçığı alabilmek için kapıda kuyruk oluyordu. Bir Amerikan filmi gelir,
bütün gençler kara gözlük alırdı, bir gazete haberi çıkar bütün kadınlar dudak kremi, bütün
erkekler imamlara yakışır takkelerden isterdi, ama çoğu zaman, istekler hiç anlaşılmayan bir
şekilde bir veba gibi yayılırdı. Niye binlerce, on binlerce kişi aynı anda rodyolarınm,
kaloriferlerinin üstüne, arabalarının arka camının önüne, odalarına, iş masalarına, tezgâhlarına
o tahta yelkenlileri yerleştirmeye başlamıştı? Anne çocuk, kadın erkek, ihtiyar genç herkesin
hep aynı resmi, gözünden kocaman bir damla yaş akan mahzun ve Avrupalı suratlı çocuk
resmini anlaşılmaz bir istekle alıp duvarlara, kapılara asmasını nasıl anlamak gerekiyordu? Bu
millet, bu insanlar
bir... bir... "tuhaf diye Alâaddin'in bulamadığı kelimeyi ben yetiştirdim, "anlaşılmaz" diye,
"hatta korkutucu" diye, çünkü kelimeleri bulmak Alâaddin'in değil benim isimdi. Bir süre
karışılıklı sustuk. Daha sonra, yıllardır sürekli sattığı selüloidden yapılmış, başlarını sallayan
küçük kazları anlatırken, içinden vişne likörü ve bir vişne çıkan şişe biçimindeki o eski
çikolataları anlatırken ya da uçurtma için en iyi ve en ucuz çıtayı İstanbul'da nerede
bulabileceğini anlatırken, Alâaddin'in müşterileriyle arasında kendisinin de bulamayacağı
kelimelerle anlatılabilecek bir bağ olduğunu anladım; Babaannesiyle dükkâna gelip o zilli
çemberlerden alan küçük kızı da, Fransız dergisini kapıp, dükkânın bir köşesine çekilip sayfalar
içindeki çıplak kadınla kaşla göz arasında sevişmeye teşebbüs eden sivilceli delikanlıyı da
seviyordu. Hollywood yıldızlarının inanılmaz hayatlarının hikâye edildiği romanı alıp, gece evde
okuyup, ertesi sabah "Bu bende varmış!" diye iade etmek isteyen gözlüklü banka memuresini
de seviyordu, Kuran okuyan kız posterinin resimsiz bir gazeteye sarılmasını özellikle rica eden
ihtiyarı da. Ama gene de ihtiyatlı bir sevgiydi bu: Moda dergilerinin içindeki patronları harita
gibi açıp dükkânın ortasında kumaş kesmeye kalkışan ana kızı, oyuncak tanklarını daha
dükkândan çıkmadan önce savaşa tutuştururken birbirleriyle döğüşerek kıran çocukları belki
biraz anlıyordu da, kalem şeklinde el feneri, ya da kuru-kafalı anahtarlık soran insanların
kendisine hiç bilmediği, hiç anlayamadığı bir alemden sanki işaretler yolladığı duygusuna
kapılıyordu. Karlı bir kış günü dükkânına gelip öğrenci ödevleri için kullanılan "Kış Manzarasını
değil, ısrarla "Yaz Manzarası"nı isteyen esrarengiz adam hangi esrarın belirlisini taşıyordu? Bir
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 05
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42