Kara Kitap - 02
合計単語数は 2755 です
一意の単語の合計数は 1806 です
26.4 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
38.4 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
46.5 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
mutfağa. Çaydanlık mutfakta değildi, oturma odasındaysa demliği bulabildi. Bakır küllük ağzına
kadar sigara iz.maritleriyle dolu olduğuna göre. Rüya yeni bir polisiye roman okuyarak ya da
okumayarak sabaha kadar oturmuştu. Çaydanlığı helada buldu: Yeterli su basıncı olmadığı için
sıcak su, 'şofben' dedikleri o korkutucu araç yerine, bir ikincisini hâlâ almadıkları çaydanlıkla
ısıtılıyordu. Sevişmeden önce, kimi zaman, Babaanneyle Dede gibi, Babayla Anne gibi uslu uslu
ve sabırsız, su ısıtırlardı.
Ama, "Bırak şu sigarayı"yla başlayan kavgalarının birinde nankörlükle suçlanan Babaanne,
Dedeye, bir sabah olsun yataktan ondan sonra çıkmadığını söylemişti. Vasıf seyrediyordu.
Galip dinliyor, Babaannenin ne demek islediğim düşünüyordu. Sonraları, Celâl bu konuda da
birşeyler yazmıştı, ama Babaannenin demek istediği anlamda değil: "Yalnız güneşi üzerine
doğurmamak," diye yazmıştı "ve yalaktan kör karanlıkta kalkmak değil, kadınların erkeklerden
önce yataktan çıkmaları da bir köylü alışkanlığıdır." Babaanneyle Dedenin sabah yataktan
kalkış alışkanlıklarım da (yorganın üzerindeki sigara külleri, diş fırçasıyla aynı bardakla duran
takma dişler, ölüm ilânlarına acele acele göz gezdiren alışkın bakışlar) pek değiştirmeden
okuyucularına duyurduğu bu yazının sonuç bölümünü okuduktan sonra, "Demek biz
köylüymüşüz!" demişti Babaanne. "Köylü olmanın ne demek olduğunu anlasın diye sabahları
ona mercimek çorbası içirmeliymişiz!" demişti Dede.
Galip fincanları çalkalarken, temiz çatal bıçak, tabak ararken ve pastırma kokan buzdolabından
plastik yiyeceklere benzeyen beyaz peynir ve zeytini çıkarırken ve çaydanlıkla ısıttığı suyla
tıraş olurken, Rüya'yı uyandıracak bir gürültü yapmayı düşünüyordu, ama çıkmadı o gürültü.
Demlenmemiş çayını içip, bayat ekmek di-limleriyle kekikli zeytinleri masada yerken kapının
altından alıp tabağının yanına uzattığı mürekkep kokulu gazetenin uykulu kelimelerini okuyup
başka şeyler düşündü: Akşam Celâl'e ya da Konak Sinemasına gidebilirlerdi. Celâl'in köşe
yazısına bir göz attı, akşam sinemadan döndükten sonra okumaya karar verdi, gözü okumakta
ısrar ettiği için yazının bir cümlesini okuduktan sonra, gazeteyi masanın üzerinde açık bırakıp
kalktı, paltosunu giydi, çıkacaktı, içeri gitti. Elleri paltosunun tütün, bozukluk ve kullanılmış
biletlerle dolu ceplerinde, bir süre karısını dikkatle, saygıyla, sessizce seyretti. Dönüp, hafifçe
kapısını çekerek evden çıktı.
Yeni paspaslanmış merdivenler ıslak toz ve kir kokuyordu. Dışarıda Nişantaşrbacalarının kömür
ve mazot dumanıyla kararttığı soğuk ve çamurlu bir hava vardı. Ağzından çıkan buhar
bulutlarını soğuğa üfleye üfleye, yerlere dökülmüş çöp yığınlarının arasından yürüyüp dolmuş
durağındaki uzun kuyruğa girdi.
Karşı kaldırımda ceketini, yakalarım kaldırarak palto niyetine giyen bir ihtiyar, peynirliyi
kıymalıdan ayırarak satıcıdan poğaçasını seçiyordu. Galip, birden bir koşu kuyruktan fırladı,
köşeyi dönüp tezgâhını bir kapı içinde kuran gazeteciye parasını verdi, aldığı Milliyet'i katlayıp
koltuğunun altına sıkıştırdı. Bir keresinde, Celâl'in alaycı bir sesle, geçkince bir kadın
okuyucusunu taklit ettiğini işitmişti: "Ah Celâl Bey, köşe yazılarınızı o kadar çok seviyoruz ki,
bazan ben ve Muharrem sabırsızlıktan günde iki tane Milliyet alıyoruz!" Taklitten sonra, hep
birlikte Galip, Rüya ve Celâl gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir yağmurla iyice
ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve, sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra, Galip, gazeteyi gerçek bir tiryaki gibi, yalnızca ikinci
sayfadaki köşe yazısının okunacağı küçüklüğe getirinceye kadar özenle ve keyifle katladı, bir
an pencereden dışarı dalgınlıkla bakıp Celâl'in bugünkü köşe yazısını okumaya başladı.
İKİNCİ BÖLÜM BOĞAZ'IN SULARI ÇEKİLDİĞİ ZAMAN
"Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç."
İbn Zerhani
Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? San' mıyorum. Bayram şenliğine çıkmış
çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup
dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleşti-ğimiz vapur iskelelerinde,
kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş
koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okudum.
Karadeniz ısınıyor, Akdeniz soğuyormuş. Bu yüzden esneyerek yayılan deniz sahanlıklarının
dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaya, aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu da
Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tabanı yukarı çıkmaya başlamış. Boğaz
kıyısında konuştuğumuz son balıkçılardan biri, eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir
attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söyleyerek sordu: Başbakanımız bu konuyla
ilgilenmiyor mu hiç?
Bilmiyorum. Bildiğim giderek artan bir hızla ilerlediği açıklanan bu gelişmenin yakın gelecekteki
sonuçlarıdır. Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'Boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara
bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri
bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan
alçakgönüllü bir derenin tabam gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hattâ binlerce geniş
borudan şelâleler gibi gürül gürül akan lâğımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların
yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kız Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir
kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak.
Ellerinde ceza fişleri oradan oraya koşan belediye memurları-
nm bakışları arasında, eskiden 'Boğaziçi' denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak
yeni mahallelerden sözediyorum: Gecekondulardan, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden,
atlı : karıncalı lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş , tekkeleri ve
Marksist fraksiyon yuvalarından ve kapkaççı plâstik atölyeleriyle naylon çorap
imalâthanelerinden... Bu kıyametimsi , kargaşanın içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış
gemi leşle-riyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son
günde karaya oturmuş Amerikan transatlantik-leriyle yosunlu İon sütunları arasında açık
ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri
olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap
fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin
antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen
petrol tankerinden alacağını da hayâl edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey,
bütün İstanbul'un koyu yeşil lâğım şelâleleriyle suluyacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin
yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılıç leşleri, ve
yeni cennetlerini keşfeden fare orduları içersinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır.
Biliyorum ve uyarıyorum: O gün, dikenlitellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup
biten felâketler hepimizin içine işleyecek.
Bir zamanlar, Boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan
gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını
seyredeceğiz artık. Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak
rakı içtiğimiz masalarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun
tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda Boğaz akıntılarının ve bahar
kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denize
dökülmüş çeşit çeşit kılıçları, hançerleri, paslanmış pala ve tabanca ve tüfekleri ele geçirip
ölüm korkusuyla birbirine girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki
köylerinde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu
duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve
çamur kokusu sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri
belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu
ve kâğıt helvacılarla birlikte toplaştığunız kıyı kahvelerinde, bundan sonra, donanma şenliğine
değil, meraklı çocukların kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan
kırmızısı aydınlığına bakacağız. Ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip attığı
Bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan lodosçular, bir zamanlar sel
sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden kopartıp Boğaz'in derinliklerine yığdığı kahve
değirmenlerinden, kuşları yosun tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış
kara piyanolardan çıkaracaklar artık. İşte o günlerin birinde ben, dikenli teller içinden, bu yeni
cehennemin içine kara bir Cadillac'ı bulmak için bir geceyarısı süzüleceğim.
Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve
patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu
haydu-tunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer
eşi o zamanların demiryolu zengini Dağde-len ile tütün kralı Marufta vardı. Son saatlerini bir
hafta tefrika ederek hikâye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydu-tumuz bir
geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle, bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir
iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkiya gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte
Boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp
bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa bir süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede
bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.
Orada, eskiden 'Boğaz' demlen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları
yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk
mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler,
gazoz kapakları ve altın bileziklerin par-ladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların
gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve
kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin' kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve
deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.
Eskiden 'Sahil Yolu' denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen
arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken,
içlerin-* de boğuldukları çuvallardaki iki büklüm.durumlarını hâlâ koruyan saray
kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı Ortodoks pa-: pazlannın bileklerine gülle bağlı
iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal
vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalara çarptıktan
sonra deniz dibine çöken İngiliz denizaltısmın soba borusu gibi kullanılan periskobundan çıkan
mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği
ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda Çin porselenleriy-le akşam çayını artık Liverpool
tezgâhlarında imal edilmiş yeni yu-' valarına huzurla alışan vatandaşlarımızın içtiğini
anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çapası
olacak; sedefleşmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir Ceneviz
hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı
devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin
patlak ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağılara inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken,
zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızlan gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim.
Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık. Gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama
inatla hâlâ ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım ve taklavatla-
rıyla binen Haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı
sembol ve silahlarıyla Haçlı iskeletlerinin hemen yanıbaşlarında duran Kara Cadillac'ı
beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.
Nereden geldiği anlaşılamayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan Kara
Cadillac'a ağır ağır, korkuyla, yanı-başındaki Haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla
yaklaşacağım. Cadillac'm kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz
kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden
hiç oynamayacak. O zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan
birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.
Geceyarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın Haçlı zırhları gibi hâlâ
parlayan güzelim direksiyonunun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında
haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön
koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. Yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da
ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynaşmış olacak.
O zaman, kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felâket
anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye
acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felâketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede
olursan ol, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı
mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana;
yaklaşan korkunç felâketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde
bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM RÜYA'YA SELÂM SÖYLE
"Dedem bu topluluğa aile adım veriyordu."
Rilke
Karısının kendisini terkedeceği günün sabahında, koltuğunun y altında az önce okuduğu
gazete, Galip, Babıâli yokuşundaki yazıhanesine çıkan han merdivenlerini tırmanırken, yıllar
önce, Rü-ya'yla kabakulak oldukları zaman annelerinin onları götürdüğü o sandal gezilerinin
birinde, Boğaz'm derinliklerine düşürdüğü yeşil tükenmez kalemi düşünüyordu. Aynı günün
gecesinde ise, Rüya'-nın kendisini terkederken bıraktığı mektubu incelerken, masanın üstünde
duran ve mektubun yazıldığı yeşil tükenmezin, suya düşen tükenmezin bir eşi olduğunu
hatırlayacaktı. Suya düşen kalemi, Celâl, yirmi dört yıl önce Galip'e çok sevdiğini görünce
kullansın diye bir haftalığına vermişti. Kaybolduğunu öğrenince de, sandaldan denize düştüğü
yeri sorup cevabını dinledikten sonra, "Kayıp sayılmaz!" demişti Celâl. "Boğaz'm neresine
düştüğünü biliyoruz çünkü." Galip, yazıhanesine girerken ayrıntılarını yeni okuduğu "o felâket
günü"nde, Celâl'in Kara Cadillac'in camındaki fıstıki yosunlan kazıyacağı tükenmezin cebinden
çıkaracağı bir başka tükenmez olmasına şaştı. Çünkü, yılların, yüzyılların ötesinden gelen
ayrıntıların buluşması -tıpkı öngördüğü o çamurlu Boğaziçi vadisinde Olempli Bizans
paralarıyla, Olimpos Gazozunun kapaklarının buluşması gibi- Celâl'in her fırsatta yazılarında
keyifle kullandığı bir izlekti. Tabii, son görüşmelerinin birinde ileri sürdüğü gibi, hafızası iyice
gerilememişse, "Hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca," demişti o son akşamların birinde
Celâl, "insan elde kalan son ağaçların ve güllerin üzerine şefkatle titrer. Kuruyup gitmesinler
diye, sabahtan akşama kadar onları sulayıp okşuyorum: Hatırlıyorum, hatırlıyorum ki
unutmayayım!"
Melih Amca Paris'e gittikten ve Vasıf kucağında akvaryumla geri döndükten bir yıl sonra,
Babayla Dedenin, Melih Amcanın Babıâli'deki avukatlık yazıhanesine gidip bir at arabasına
yükledik-
leri eşyaları ve dosyaları Nişantaşı'na çıkarıp apartmanın çatıkatı-na yerleştirdiklerini Galip,
Celâl'den dinlemişti. Daha sonraları, Melih Amca yeni ve güzel karısı ve Rüya'yla Magrip'ten
döndükten, İzmir'deki kayınpederiyle giriştiği kuru incir işini batırdıktan ve ailenin işlerini de
batırmasın diye şekerci ve eczacı dükkânlarına sokulmadıktan sonra, yeniden avukatlık
yapmaya karar verince, müşterilerini etkiler diye bu eşyaları yeni yazıhanesine taşıtmış. Yıllar
sonra, geçmişi alayla ve öfkeyle andığı gecelerin birinde, Celâl'in, Galip ile Rüya'ya anlattığına
göre, bu iş için gelen ve buzdolabı ve piyano taşımak gibi ince işlerde uzmanlaşan hamallardan
biri, eşyaları yirmi iki yıl önce çatıkatma yerleştiren aynı ha-malmış; yıllar onun yalnızca
kafasını kabaklaşürmış.
Vasıfın bir bardak su verip dikkatle seyrettiği bu hamaldan yirmi bir yıl sonra, Melih Amca,
Galip'in babasına göre, müvekki-lerinin düşmanlarıyla değil, düpedüz müvekkilleriyle
boğuştuğu için;,Galip'in annesine göre elden ayaktan kesilip, bunayıp kanunları ve dava
tutanaklarını ve içtihat ciltlerini lokanta listeleri ve vapur tarifeleriyle karıştırdığı için; Rüya'ya
göreyse, kızıyla yeğeni arasında olacakları, sevgili babası daha o zamandan kestirdiği için;
avukatlık yazıhanesini o günlerde daha damadı değil de, yalnızca yeğeni olan Galip'e
bırakmaya razı olmuş, yazıhaneyle birlikte eski eşyalar da Galip'e böyle geçmişti: Neden ünlü
oldukları kadar, adları da unutulmuş bazı Batılı hukukçuların çıplak başlı portreleriyle, yarım
yüzyıl öncesinin hukuk mektebinin hocalarının fesli resimleri; davalıları ve davacıları ve
hâkimleri çoktan ölmüş dava dosyaları; bir zamanlar, akşamları, üzerinde Celâl'in çalıştığı ve
sabahları annesinin elbise patronu kopye ettiği yazıhane ve bu yazıhanenin köşesinde bir
iletişim aracından çok, ağır hantal ve uğursuz bir savaş aracı gibi duran iri kara telefon.
Telefonun arada bir kendi kendine çalan zili, uyarmaktan çok korkuturdu; zift rengindeki
ahizesi küçük bir halter gibi ağırdı, numarası çevrilince Karaköy-Kadıköy vapur iskelesinin eski
turnikeleri gibi melodiyle gıcırdanarak söylenir, kimi zaman çevirenin istediği değil, kendi
istediği yeri bağlardı.
Evin numarasını çevirdikten hemen sonra, Rüya telefonu açınca Galip şaşırdı: "Uyandın mı?"
Rüya'nın kendi hafızasının kapıları kapalı bahçesinde değil de, herkesin bildik dünyasında
gezin-
meşinden memnundu. Telefonun durduğu masayı, dağınık odayı, Rüya'nın duruşunu gözünün
önüne getiriyordu: "Masanın üzerine bıraktığım gazeteyi okudun mu? Celâl eğlenceli bir şeyler
yazmış." "Okumadım," dedi Rüya. "Saat kaç?" "Geç yattın değil mi?" dedi Galip. "Kahvaltını
kendin yapmışsın," dedi Rüya. "Seni uyandırmaya kıyamadım," dedi Galip, "Rüyanda ne
görüyordun?" "Ger ce geç saat koridorda bir karafatma gördüm," dedi Rüya. Karade-nizde
görülen serseri bir mayının yerini gemicilere duyuran radyodaki sesin alışkanlığıyla, ama
telaşla da ekledi: "Mutfak kapısıyla koridordaki kalorifer arasında... Saat ikide... İri birşey..."
Bir sessizlik oldu. "Bir taksiye atlayıp hemen geleyim mi?" dedi Galip. "Perdeler çekiliyken ev
korkunç oluyor," dedi Rüya. "Akşam sinemaya gidelim mi?" dedi Galip, "Konak'a. Dönüşte de
Celâl'e uğrarız." Rüya esnedi. "Uykum var." "Uyu," dedi Galip. İkisi de sustular. Galip, telefonu
kapamadan önce, Rüya'nın belli belirsiz bir daha esnediğini duydu.
Sonraki günlerde, bu telefon konuşmasını defalarca yeniden, yeniden hatırlamak zorunda
kaldığında, Galip, yalnız bu belirsiz esneyişin değil, konuştukları sözlerin de ne kadarını
işittiğine ka-- rar veremez olacaktı. Rüya'nın söylediklerini, hep değiştirerek ve kuşkuyla
hatırladığı için "Sanki konuştuğum Rüya değil de bir baş-kasıydı," diye düşünüyor ve o
başkasının kendisini aldattığım kuruyordu. Başka bir zaman da, Rüya'nın söylediklerini işittiği
gibi söylediğini, ama o telefon konuşmasından sonra, Rüya'nın değil, yavaş yavaş kendisinin
bir başkası olduğunu düşünecekti. Yanlış işittiğini ya da hatırladığını sandığı şeyi yeni kişiliğiyle
yeniden kuruyordu. Kendi sesinin de, bir başkasının sesi olarak dinlendiği o günlerde Galip, bir
telefon hattının iki ucundaki iki kişinin birbirleriyle konuştukça kendilerinden bambaşka iki
kişiye dönüşebileceklerini çok iyi anlayacaktı çünkü. İlk başlarda ise, daha basit bir akıl
yürütmeyle, her şeyin eski telefon cihazından kaynaklandığını düşünmüştü: Hantal araç bütün
gün çalmış, bütün gün kullanılmıştı çünkü.
Rüya ile konuştuktan sonra, Galip'i ilk, ev sahibiyle.mahkemelik olan bir kiracı aradı. Sonra,
yanlış bir numara. İskender telefon edene kadar iki kere daha "yanlış bir numara" aradı. Bir
kere de, "Celâl Bey'in akrabası olduğunuzu" bilen, onun telefon nu-
marasmı soran biri. Siyasete bulaşmış oğlunu hapisten kurtarmak isteyen bir baba ile hakime
verilecek rüşvetin neden karardan önce verilmesi gerektiğini soran bir demir tüccarından sonra
arayan İskender de Celâl'e ulaşmak istiyordu.
İskender, Galip'in lise arkadaşı olduğu ve o yıllardan beri hiç görüşmedikleri için, önce, geride
kalmış on beş yıldan hızla söz etti, Rüya'yla evlendiği için onu kutladı, bir çokları gibi, "zaten
sonunda böyle olacağını bildiğini" söyledi. Şimdi bir reklâm şirketinde yapımcıydı. Celâl'i,
Türkiye üzerine program yapan BBC tele-vizyonculanyla görüştürmek istiyordu: "Türkiye'nin
durumu üzerine, Celâl gibi her şeye bulaşmış otuz yıllık bir köşe yazarıyla kameranın
karşısında görüşmek istiyorlar!" İskender televizyon takımının politikacılar, iş adamları ve
sendikacılarla görüştüklerini, ama en ilginç Celâl'i buldukları için, mutlaka görmek istediklerini
gereksiz ayrıntılarla anlatıyordu: "Merak etme!" dedi Galip, "ben onu sana hemen bulurum."
Celâl'e telefon etmek için bir bahane bulduğu için sevinçliydi. "Gazetedekiler iki gündür beni
ekiyorlar galiba!" dedi İskender. "Seni onun için aradım. İki gündür Celâl bir türlü gazetede
kadar sigara iz.maritleriyle dolu olduğuna göre. Rüya yeni bir polisiye roman okuyarak ya da
okumayarak sabaha kadar oturmuştu. Çaydanlığı helada buldu: Yeterli su basıncı olmadığı için
sıcak su, 'şofben' dedikleri o korkutucu araç yerine, bir ikincisini hâlâ almadıkları çaydanlıkla
ısıtılıyordu. Sevişmeden önce, kimi zaman, Babaanneyle Dede gibi, Babayla Anne gibi uslu uslu
ve sabırsız, su ısıtırlardı.
Ama, "Bırak şu sigarayı"yla başlayan kavgalarının birinde nankörlükle suçlanan Babaanne,
Dedeye, bir sabah olsun yataktan ondan sonra çıkmadığını söylemişti. Vasıf seyrediyordu.
Galip dinliyor, Babaannenin ne demek islediğim düşünüyordu. Sonraları, Celâl bu konuda da
birşeyler yazmıştı, ama Babaannenin demek istediği anlamda değil: "Yalnız güneşi üzerine
doğurmamak," diye yazmıştı "ve yalaktan kör karanlıkta kalkmak değil, kadınların erkeklerden
önce yataktan çıkmaları da bir köylü alışkanlığıdır." Babaanneyle Dedenin sabah yataktan
kalkış alışkanlıklarım da (yorganın üzerindeki sigara külleri, diş fırçasıyla aynı bardakla duran
takma dişler, ölüm ilânlarına acele acele göz gezdiren alışkın bakışlar) pek değiştirmeden
okuyucularına duyurduğu bu yazının sonuç bölümünü okuduktan sonra, "Demek biz
köylüymüşüz!" demişti Babaanne. "Köylü olmanın ne demek olduğunu anlasın diye sabahları
ona mercimek çorbası içirmeliymişiz!" demişti Dede.
Galip fincanları çalkalarken, temiz çatal bıçak, tabak ararken ve pastırma kokan buzdolabından
plastik yiyeceklere benzeyen beyaz peynir ve zeytini çıkarırken ve çaydanlıkla ısıttığı suyla
tıraş olurken, Rüya'yı uyandıracak bir gürültü yapmayı düşünüyordu, ama çıkmadı o gürültü.
Demlenmemiş çayını içip, bayat ekmek di-limleriyle kekikli zeytinleri masada yerken kapının
altından alıp tabağının yanına uzattığı mürekkep kokulu gazetenin uykulu kelimelerini okuyup
başka şeyler düşündü: Akşam Celâl'e ya da Konak Sinemasına gidebilirlerdi. Celâl'in köşe
yazısına bir göz attı, akşam sinemadan döndükten sonra okumaya karar verdi, gözü okumakta
ısrar ettiği için yazının bir cümlesini okuduktan sonra, gazeteyi masanın üzerinde açık bırakıp
kalktı, paltosunu giydi, çıkacaktı, içeri gitti. Elleri paltosunun tütün, bozukluk ve kullanılmış
biletlerle dolu ceplerinde, bir süre karısını dikkatle, saygıyla, sessizce seyretti. Dönüp, hafifçe
kapısını çekerek evden çıktı.
Yeni paspaslanmış merdivenler ıslak toz ve kir kokuyordu. Dışarıda Nişantaşrbacalarının kömür
ve mazot dumanıyla kararttığı soğuk ve çamurlu bir hava vardı. Ağzından çıkan buhar
bulutlarını soğuğa üfleye üfleye, yerlere dökülmüş çöp yığınlarının arasından yürüyüp dolmuş
durağındaki uzun kuyruğa girdi.
Karşı kaldırımda ceketini, yakalarım kaldırarak palto niyetine giyen bir ihtiyar, peynirliyi
kıymalıdan ayırarak satıcıdan poğaçasını seçiyordu. Galip, birden bir koşu kuyruktan fırladı,
köşeyi dönüp tezgâhını bir kapı içinde kuran gazeteciye parasını verdi, aldığı Milliyet'i katlayıp
koltuğunun altına sıkıştırdı. Bir keresinde, Celâl'in alaycı bir sesle, geçkince bir kadın
okuyucusunu taklit ettiğini işitmişti: "Ah Celâl Bey, köşe yazılarınızı o kadar çok seviyoruz ki,
bazan ben ve Muharrem sabırsızlıktan günde iki tane Milliyet alıyoruz!" Taklitten sonra, hep
birlikte Galip, Rüya ve Celâl gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir yağmurla iyice
ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve, sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra, Galip, gazeteyi gerçek bir tiryaki gibi, yalnızca ikinci
sayfadaki köşe yazısının okunacağı küçüklüğe getirinceye kadar özenle ve keyifle katladı, bir
an pencereden dışarı dalgınlıkla bakıp Celâl'in bugünkü köşe yazısını okumaya başladı.
İKİNCİ BÖLÜM BOĞAZ'IN SULARI ÇEKİLDİĞİ ZAMAN
"Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç."
İbn Zerhani
Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? San' mıyorum. Bayram şenliğine çıkmış
çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup
dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleşti-ğimiz vapur iskelelerinde,
kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş
koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okudum.
Karadeniz ısınıyor, Akdeniz soğuyormuş. Bu yüzden esneyerek yayılan deniz sahanlıklarının
dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaya, aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu da
Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tabanı yukarı çıkmaya başlamış. Boğaz
kıyısında konuştuğumuz son balıkçılardan biri, eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir
attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söyleyerek sordu: Başbakanımız bu konuyla
ilgilenmiyor mu hiç?
Bilmiyorum. Bildiğim giderek artan bir hızla ilerlediği açıklanan bu gelişmenin yakın gelecekteki
sonuçlarıdır. Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'Boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara
bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri
bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan
alçakgönüllü bir derenin tabam gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hattâ binlerce geniş
borudan şelâleler gibi gürül gürül akan lâğımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların
yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kız Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir
kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak.
Ellerinde ceza fişleri oradan oraya koşan belediye memurları-
nm bakışları arasında, eskiden 'Boğaziçi' denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak
yeni mahallelerden sözediyorum: Gecekondulardan, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden,
atlı : karıncalı lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş , tekkeleri ve
Marksist fraksiyon yuvalarından ve kapkaççı plâstik atölyeleriyle naylon çorap
imalâthanelerinden... Bu kıyametimsi , kargaşanın içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış
gemi leşle-riyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son
günde karaya oturmuş Amerikan transatlantik-leriyle yosunlu İon sütunları arasında açık
ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri
olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap
fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin
antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen
petrol tankerinden alacağını da hayâl edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey,
bütün İstanbul'un koyu yeşil lâğım şelâleleriyle suluyacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin
yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılıç leşleri, ve
yeni cennetlerini keşfeden fare orduları içersinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır.
Biliyorum ve uyarıyorum: O gün, dikenlitellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup
biten felâketler hepimizin içine işleyecek.
Bir zamanlar, Boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan
gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını
seyredeceğiz artık. Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak
rakı içtiğimiz masalarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun
tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda Boğaz akıntılarının ve bahar
kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denize
dökülmüş çeşit çeşit kılıçları, hançerleri, paslanmış pala ve tabanca ve tüfekleri ele geçirip
ölüm korkusuyla birbirine girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki
köylerinde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu
duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve
çamur kokusu sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri
belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu
ve kâğıt helvacılarla birlikte toplaştığunız kıyı kahvelerinde, bundan sonra, donanma şenliğine
değil, meraklı çocukların kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan
kırmızısı aydınlığına bakacağız. Ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip attığı
Bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan lodosçular, bir zamanlar sel
sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden kopartıp Boğaz'in derinliklerine yığdığı kahve
değirmenlerinden, kuşları yosun tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış
kara piyanolardan çıkaracaklar artık. İşte o günlerin birinde ben, dikenli teller içinden, bu yeni
cehennemin içine kara bir Cadillac'ı bulmak için bir geceyarısı süzüleceğim.
Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve
patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu
haydu-tunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer
eşi o zamanların demiryolu zengini Dağde-len ile tütün kralı Marufta vardı. Son saatlerini bir
hafta tefrika ederek hikâye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydu-tumuz bir
geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle, bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir
iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkiya gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte
Boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp
bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa bir süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede
bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.
Orada, eskiden 'Boğaz' demlen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları
yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk
mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler,
gazoz kapakları ve altın bileziklerin par-ladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların
gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve
kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin' kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve
deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.
Eskiden 'Sahil Yolu' denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen
arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken,
içlerin-* de boğuldukları çuvallardaki iki büklüm.durumlarını hâlâ koruyan saray
kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı Ortodoks pa-: pazlannın bileklerine gülle bağlı
iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal
vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalara çarptıktan
sonra deniz dibine çöken İngiliz denizaltısmın soba borusu gibi kullanılan periskobundan çıkan
mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği
ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda Çin porselenleriy-le akşam çayını artık Liverpool
tezgâhlarında imal edilmiş yeni yu-' valarına huzurla alışan vatandaşlarımızın içtiğini
anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çapası
olacak; sedefleşmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir Ceneviz
hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı
devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin
patlak ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağılara inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken,
zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızlan gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim.
Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık. Gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama
inatla hâlâ ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım ve taklavatla-
rıyla binen Haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı
sembol ve silahlarıyla Haçlı iskeletlerinin hemen yanıbaşlarında duran Kara Cadillac'ı
beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.
Nereden geldiği anlaşılamayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan Kara
Cadillac'a ağır ağır, korkuyla, yanı-başındaki Haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla
yaklaşacağım. Cadillac'm kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz
kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden
hiç oynamayacak. O zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan
birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.
Geceyarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın Haçlı zırhları gibi hâlâ
parlayan güzelim direksiyonunun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında
haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön
koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. Yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da
ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynaşmış olacak.
O zaman, kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felâket
anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye
acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felâketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede
olursan ol, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı
mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana;
yaklaşan korkunç felâketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde
bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM RÜYA'YA SELÂM SÖYLE
"Dedem bu topluluğa aile adım veriyordu."
Rilke
Karısının kendisini terkedeceği günün sabahında, koltuğunun y altında az önce okuduğu
gazete, Galip, Babıâli yokuşundaki yazıhanesine çıkan han merdivenlerini tırmanırken, yıllar
önce, Rü-ya'yla kabakulak oldukları zaman annelerinin onları götürdüğü o sandal gezilerinin
birinde, Boğaz'm derinliklerine düşürdüğü yeşil tükenmez kalemi düşünüyordu. Aynı günün
gecesinde ise, Rüya'-nın kendisini terkederken bıraktığı mektubu incelerken, masanın üstünde
duran ve mektubun yazıldığı yeşil tükenmezin, suya düşen tükenmezin bir eşi olduğunu
hatırlayacaktı. Suya düşen kalemi, Celâl, yirmi dört yıl önce Galip'e çok sevdiğini görünce
kullansın diye bir haftalığına vermişti. Kaybolduğunu öğrenince de, sandaldan denize düştüğü
yeri sorup cevabını dinledikten sonra, "Kayıp sayılmaz!" demişti Celâl. "Boğaz'm neresine
düştüğünü biliyoruz çünkü." Galip, yazıhanesine girerken ayrıntılarını yeni okuduğu "o felâket
günü"nde, Celâl'in Kara Cadillac'in camındaki fıstıki yosunlan kazıyacağı tükenmezin cebinden
çıkaracağı bir başka tükenmez olmasına şaştı. Çünkü, yılların, yüzyılların ötesinden gelen
ayrıntıların buluşması -tıpkı öngördüğü o çamurlu Boğaziçi vadisinde Olempli Bizans
paralarıyla, Olimpos Gazozunun kapaklarının buluşması gibi- Celâl'in her fırsatta yazılarında
keyifle kullandığı bir izlekti. Tabii, son görüşmelerinin birinde ileri sürdüğü gibi, hafızası iyice
gerilememişse, "Hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca," demişti o son akşamların birinde
Celâl, "insan elde kalan son ağaçların ve güllerin üzerine şefkatle titrer. Kuruyup gitmesinler
diye, sabahtan akşama kadar onları sulayıp okşuyorum: Hatırlıyorum, hatırlıyorum ki
unutmayayım!"
Melih Amca Paris'e gittikten ve Vasıf kucağında akvaryumla geri döndükten bir yıl sonra,
Babayla Dedenin, Melih Amcanın Babıâli'deki avukatlık yazıhanesine gidip bir at arabasına
yükledik-
leri eşyaları ve dosyaları Nişantaşı'na çıkarıp apartmanın çatıkatı-na yerleştirdiklerini Galip,
Celâl'den dinlemişti. Daha sonraları, Melih Amca yeni ve güzel karısı ve Rüya'yla Magrip'ten
döndükten, İzmir'deki kayınpederiyle giriştiği kuru incir işini batırdıktan ve ailenin işlerini de
batırmasın diye şekerci ve eczacı dükkânlarına sokulmadıktan sonra, yeniden avukatlık
yapmaya karar verince, müşterilerini etkiler diye bu eşyaları yeni yazıhanesine taşıtmış. Yıllar
sonra, geçmişi alayla ve öfkeyle andığı gecelerin birinde, Celâl'in, Galip ile Rüya'ya anlattığına
göre, bu iş için gelen ve buzdolabı ve piyano taşımak gibi ince işlerde uzmanlaşan hamallardan
biri, eşyaları yirmi iki yıl önce çatıkatma yerleştiren aynı ha-malmış; yıllar onun yalnızca
kafasını kabaklaşürmış.
Vasıfın bir bardak su verip dikkatle seyrettiği bu hamaldan yirmi bir yıl sonra, Melih Amca,
Galip'in babasına göre, müvekki-lerinin düşmanlarıyla değil, düpedüz müvekkilleriyle
boğuştuğu için;,Galip'in annesine göre elden ayaktan kesilip, bunayıp kanunları ve dava
tutanaklarını ve içtihat ciltlerini lokanta listeleri ve vapur tarifeleriyle karıştırdığı için; Rüya'ya
göreyse, kızıyla yeğeni arasında olacakları, sevgili babası daha o zamandan kestirdiği için;
avukatlık yazıhanesini o günlerde daha damadı değil de, yalnızca yeğeni olan Galip'e
bırakmaya razı olmuş, yazıhaneyle birlikte eski eşyalar da Galip'e böyle geçmişti: Neden ünlü
oldukları kadar, adları da unutulmuş bazı Batılı hukukçuların çıplak başlı portreleriyle, yarım
yüzyıl öncesinin hukuk mektebinin hocalarının fesli resimleri; davalıları ve davacıları ve
hâkimleri çoktan ölmüş dava dosyaları; bir zamanlar, akşamları, üzerinde Celâl'in çalıştığı ve
sabahları annesinin elbise patronu kopye ettiği yazıhane ve bu yazıhanenin köşesinde bir
iletişim aracından çok, ağır hantal ve uğursuz bir savaş aracı gibi duran iri kara telefon.
Telefonun arada bir kendi kendine çalan zili, uyarmaktan çok korkuturdu; zift rengindeki
ahizesi küçük bir halter gibi ağırdı, numarası çevrilince Karaköy-Kadıköy vapur iskelesinin eski
turnikeleri gibi melodiyle gıcırdanarak söylenir, kimi zaman çevirenin istediği değil, kendi
istediği yeri bağlardı.
Evin numarasını çevirdikten hemen sonra, Rüya telefonu açınca Galip şaşırdı: "Uyandın mı?"
Rüya'nın kendi hafızasının kapıları kapalı bahçesinde değil de, herkesin bildik dünyasında
gezin-
meşinden memnundu. Telefonun durduğu masayı, dağınık odayı, Rüya'nın duruşunu gözünün
önüne getiriyordu: "Masanın üzerine bıraktığım gazeteyi okudun mu? Celâl eğlenceli bir şeyler
yazmış." "Okumadım," dedi Rüya. "Saat kaç?" "Geç yattın değil mi?" dedi Galip. "Kahvaltını
kendin yapmışsın," dedi Rüya. "Seni uyandırmaya kıyamadım," dedi Galip, "Rüyanda ne
görüyordun?" "Ger ce geç saat koridorda bir karafatma gördüm," dedi Rüya. Karade-nizde
görülen serseri bir mayının yerini gemicilere duyuran radyodaki sesin alışkanlığıyla, ama
telaşla da ekledi: "Mutfak kapısıyla koridordaki kalorifer arasında... Saat ikide... İri birşey..."
Bir sessizlik oldu. "Bir taksiye atlayıp hemen geleyim mi?" dedi Galip. "Perdeler çekiliyken ev
korkunç oluyor," dedi Rüya. "Akşam sinemaya gidelim mi?" dedi Galip, "Konak'a. Dönüşte de
Celâl'e uğrarız." Rüya esnedi. "Uykum var." "Uyu," dedi Galip. İkisi de sustular. Galip, telefonu
kapamadan önce, Rüya'nın belli belirsiz bir daha esnediğini duydu.
Sonraki günlerde, bu telefon konuşmasını defalarca yeniden, yeniden hatırlamak zorunda
kaldığında, Galip, yalnız bu belirsiz esneyişin değil, konuştukları sözlerin de ne kadarını
işittiğine ka-- rar veremez olacaktı. Rüya'nın söylediklerini, hep değiştirerek ve kuşkuyla
hatırladığı için "Sanki konuştuğum Rüya değil de bir baş-kasıydı," diye düşünüyor ve o
başkasının kendisini aldattığım kuruyordu. Başka bir zaman da, Rüya'nın söylediklerini işittiği
gibi söylediğini, ama o telefon konuşmasından sonra, Rüya'nın değil, yavaş yavaş kendisinin
bir başkası olduğunu düşünecekti. Yanlış işittiğini ya da hatırladığını sandığı şeyi yeni kişiliğiyle
yeniden kuruyordu. Kendi sesinin de, bir başkasının sesi olarak dinlendiği o günlerde Galip, bir
telefon hattının iki ucundaki iki kişinin birbirleriyle konuştukça kendilerinden bambaşka iki
kişiye dönüşebileceklerini çok iyi anlayacaktı çünkü. İlk başlarda ise, daha basit bir akıl
yürütmeyle, her şeyin eski telefon cihazından kaynaklandığını düşünmüştü: Hantal araç bütün
gün çalmış, bütün gün kullanılmıştı çünkü.
Rüya ile konuştuktan sonra, Galip'i ilk, ev sahibiyle.mahkemelik olan bir kiracı aradı. Sonra,
yanlış bir numara. İskender telefon edene kadar iki kere daha "yanlış bir numara" aradı. Bir
kere de, "Celâl Bey'in akrabası olduğunuzu" bilen, onun telefon nu-
marasmı soran biri. Siyasete bulaşmış oğlunu hapisten kurtarmak isteyen bir baba ile hakime
verilecek rüşvetin neden karardan önce verilmesi gerektiğini soran bir demir tüccarından sonra
arayan İskender de Celâl'e ulaşmak istiyordu.
İskender, Galip'in lise arkadaşı olduğu ve o yıllardan beri hiç görüşmedikleri için, önce, geride
kalmış on beş yıldan hızla söz etti, Rüya'yla evlendiği için onu kutladı, bir çokları gibi, "zaten
sonunda böyle olacağını bildiğini" söyledi. Şimdi bir reklâm şirketinde yapımcıydı. Celâl'i,
Türkiye üzerine program yapan BBC tele-vizyonculanyla görüştürmek istiyordu: "Türkiye'nin
durumu üzerine, Celâl gibi her şeye bulaşmış otuz yıllık bir köşe yazarıyla kameranın
karşısında görüşmek istiyorlar!" İskender televizyon takımının politikacılar, iş adamları ve
sendikacılarla görüştüklerini, ama en ilginç Celâl'i buldukları için, mutlaka görmek istediklerini
gereksiz ayrıntılarla anlatıyordu: "Merak etme!" dedi Galip, "ben onu sana hemen bulurum."
Celâl'e telefon etmek için bir bahane bulduğu için sevinçliydi. "Gazetedekiler iki gündür beni
ekiyorlar galiba!" dedi İskender. "Seni onun için aradım. İki gündür Celâl bir türlü gazetede
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Kara Kitap - 03
- パーツ
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42