🕥 30 分の読み取り時間
Angelique'in Hülyası - 06
合計単語数は 3848 です
一意の単語の合計数は 2054 です
32.5 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
47.9 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
55.0 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
Genç, hiç kuşku duymadı ona inanmış göründü. Bu yalın ve olağan bir şey değil miydi? Genç bir prenses olsa, sarayının kargaşa-sı içinde, onun kalbini bu kadar çabuk kazanamazdı. Angelique'in, bu yeşil otlar üzerindeki beyaz çamaşırlar arasında, neşeli ve öyle şirin bir hali vardı ki, gitgide artan bir kucaklama ile, onun kalbine so-kuloyurdu. Artık olan olmuştu. Gözünde yalnız Angelique vardı, hayatının sonuna kadar onun peşinden gidecekti. Genç kız, hala kısa adımlarla hızlı hızlı yürüyor, ara sıra başını çevirip gülümsüyordu; Felicien de, yüreği bu mutlulukla dolup taşarak, ona erişmeye asla ummaksızın, hep Angelique'in peşinden gidiyordu.
Fakat bir bora koptu, ince pamuklu bezden yakalıklar ve kolluklar, batist boyun atkıları ve hotozlar gibi küçük parçalar fırtınaya yakalanıp süreklenen bir beyaz kuş sürüsü gibi havalandı, uzağa düştü.
Angelique koşmaya başladı.
— Eyvahlâr olsun! Celsenize! Bana yardım etseniz!
İkisi de seğirtmişlerdi. Angelique, Chevrotte deresinin kenarında, bir yakalığı ele geçirdi. Felicien de, yüksek ısırganların arasında bulduğu iki hotozu elinde tutuyordu. Kolluklar, birer birer bulundu. Fakat, hızla koşarlarken Angelique'in uçuşan etekleri ona üç kez sür-tünmüştü; her sütünmede Felicien'in yüreği hopluyor, yüzü birdenbire kıpkırmızı kesiliyordu. Önü sıra kaçan son bir boyun atkısın yakalamak için atıldığı sırada, Felicien de ona sürtündü. Angelique nefes nefese, hareketsiz, ayakta kalmıştı. Bu heyecan, gülüşünü bulandırıyor, artık şaka etmiyor, bu masum ve beceriksiz koca çocukla alay etmiyordu. Nesi vardı da, böyle neşesizleşmişti, bu tatlı heyecanın içinde, böyle ezginlik duyuyordu? Felicien, ona boyun atkısını uzattığı zaman, elleri biribirine dokundu. Ürperdiler, şaşaladılar,
bakıştılar. Angelique hızla geri çekilmişti. Başına gelen bu görülmedik bu durum karşısında ne yapacağını bilemeden birkaç saniye durdu. Sonra, birdenbire telaşla koşmaya başladı, kollan küçük parça çamaşırlarla dolu, geri kalanları da orada bırakarak kaçtı. O zaman, Felicien konuşmak istedi. — Ooh! Lütfen... Rica ederim...
Rüzgar artıyor, nefesini kesiyordu. Sanki bu şiddetli rüzgar onu alıp götürüyormuş gibi, yeis içinde, koşusunu izliyordu. Angelique, çarşaflarla örtülerin beyazlığı, yandan vuran güneşin solgun sarı ışığı ortasında koşuyor, koşuyordu. Katedralin gölgesi onu kavrıyor gibiydi, genç kız, arkasına bile bakmadan, küçük bahçe kapısından evine girmek üzere idi. Fakat, kapının eşiğinde, ani bir iyilik duyarak, Felicien, kendisini fazla dargın sanmasın diye, hızla döndü. Mahcup, gülümsiyerek, haykırdı:
— Teşekkür ederim! Teşekkür ederim!
Uçuşan çamaşırlarını toplamasına yardım ettiği için mi teşekkür ediyordu? Başka bir şey için mi teşekkür ediyordu? Angelique gözden kaybolmuş, kapı kapanmıştı.
Felicien, kırın ortasında, pürüzsüz gökte yürek ferahlatıcı düzenli soluklarla esen rüzgarın altında, yalnız kaldı. Piskokopluğun kara ağaçlan, kabaran bir deniz gibi, uzun hışırtılarla kımıldanıyor, katedralin setleri ve istinat duvarları arasında yüksek bir ses uğulduyordu. Fakat, Felicien, yalnız, bir leykak dalına bir demet çiçek gibi takılı, Angelique'e ait küçük bir hotozun hafif hafif şaklamasını işitiyordu.
O günden sonra, Angelique ne zaman penceresini açsa, aşağıda, Clos - Mari'de, Felicien'i gördü. Kilise camını bahane ediyor, hep orada vakit geçiriyor, fakat iş, zerre kadar ilerlemiyordu. Bir fundanın arkasına, otların üstüne uzanıp saatlerce kalıyor, yaprakların arasından, pencereyi gözetliyordu. Sabah akşam, karşılıklı gülümsemek çok
zevkli bir şeydi. Angelique mutlu bundan daha fazla bir şey istemiyordu. Çamaşır ta üç ay sonra bir kere daha yıkanacaktı. Bahçe kapısı o zamana kadar kapalı duracaktı. Fakat, biribirlerini her gün göre göre, üç ay çok çabuk geçerdi! Sonra, gündüzleri, b akşam bakışmak için, geceleri, ertesi sabah bakışmak için yaşamaktan daha büyük mutluluk olur muydu?
Angelique daha ilk rastlaştıklarında adetlerini, zevklerini, kalbinin ufak sırlarım, her şeyi söylemişti. Öteki susmuş, adının Felicien olduğunu söylemişti. Angelique, başka bir şey bilmiyordu. Belki de, bunun böyle olması, kadının, kendini tamamen vermesi, erkeğin, bilinmeyen içine çekilmesi gerekiyordu. Angelique acele etmiyor, hiç bir panik duymuyor, kesin gerçekleşecek olan şeyleri düşünerek gülümsüyordu. Sonra da, onun bilmediği şeyin değeri yoktu, asıl sorun birbirlerini görmeleriydi. Angelique, onun hakkında hiç bir şey bilmiyor, öyle ki fikirlerini bakışından anlıyacak kadar onu tanıyordu. Gelmişti, Angelique onu tanımıştı ve sevişiyorlardı.
O zaman, biribirlerine bu uzaktan sahip oluşun tadını zevkle duydular. Keşfettikleri şeylerle, hep, yeni yeni hayranlıklar duyuyorlardı. Angelique'in, iğneden zedelenmiş uzun elleri vardı, Felicien, bu elleri taparcasına sevdi. Angelique, onun ince ayaklarını gördü, küçüklüklerinden gurur duydu. Onun her şeyi gururunu okşuyordu, güzel olduğu için ona minnettardı, Felicien'in sakalının saçlarından daha açık kumral olduğunun farkına vardığı akşam, şiddetli bir sevinç duydu; bu sakal, Felicien'in gülüşüne son derece mutluluk veriyordu. Angelique, bir sabah eğildiği zaman, Felicien, onun narin boynunda esmer bir leke görmüş, heyecan, içinde, kendinden geçmiş, oradan ayrılmıştı. Kalpleri de biribirlerine açılıyordu, orada da birçok şeyler buldular. Angelique'in penceresini açarken yaptığı safdil ve duyarlı hareket, onun, küçük işlemeci kız durumu içinde, bir kraliçe ruhu taşıdığını gösteriyordu. Angelique de, Feli-cien'in, otlara ne
kadar hafif basarak yürüdüğünü görünce, onun iyi yürekliliğini anlıyordu. Birbirlerini. gördükleri bu ilk sıralarda çevrele-rinde yeteneklerden ve cazibelerden bir parıltı vardı. Her görüşme-lerinin, kendine özgü büyüleyiciliği vardı. Onlara, bu birbirlerini görme bahtiyarlığın asla tüketmiyeceklermiş gibi geliyordu.
Fakat, Felicien, çok geçmeden, bir parça sabırsızlık göstermeye başladı. Artık, bir fundanın dibine uzanıp, saatlerce, mutlak bir mut-luğun verdiği hareketsizlik içinde kalmıyordu. Angelique gözüküp balkon parmaklığına çalışıyordu. Angelique, buna bir parça öfkeleniyordu, çünkü, farkına varırlar diye korkuyordu. Hatta, bir gün gerçekten bozuştular. Felicien şaşırdı kaldı, yüzünde öyle bir rica ifadesi vardı ki, Angelique, her zamarki gibi aynı saatte bakona gelip parmaklığa dayanarak onu affetti. Fakat, beklemek Felicien'e yetmiyordu, tekrar yaklaşmaya başladı. Şimdi, artık Clos - Marie'yi heyecanıyla dolduruyor, aynı zamanda, her tarafta birden gözüküyordu. Her ağaç gövdesinin arkasından çıkıyor, her böğürtlen kümesinin tepesinde gözüküyordu. Karaağaçların tepesindeki yabani güvercinler gibi, meskeni civarda, iki dal arasında olsa gerekti, Chevrotte deresi, bütün zamanın orada geçirmesi için bir bahaneydi, akar suyun üstüne eğiliyor, orada, uçuşan bulutları izlemeye dalmış gibi gözüküydordu. Angelique, bir gün onu, değirmen yıkıntısında yıkık bir sundurmanın çatısı üstünde, ayakta gördü; uçup genç kızın omuzuna konamadığına esefli, böyle birparça yükseldiği için mutluydu. Bir gün, onu, kendinden daha yüksekte, katedralin iki penceresi arasında, zakirler dairesinin taraçasında görünce, hafif bir çığlığı tuttu. Anahtarı zangoçta duran bir kapı ile kapalı bu galeriye nasıl ulaşabilmişti? Başka seferler, nasıl oluyordu da onu, kubbe altının istinat duvarlarında ve payandaların tepelerinde, ta gökyüzünde görüyordu? Felicien, o yüksek yerden, küçük çan kulelerini tepesinde uçuşan kırlangıçlar gibi, ta onun odasının içini görüyordu. Angelique, gizlenmeyi hiç aklına getirmemişti. O günden sonra sımsıkı kapandı; kendisini, kuşatılmış,
hep iki kişi halinde yaşar hissettikçe, gitgide artan bir endişeye kapılıyordu. Acelesi yoksa, kalbi, büyük yortu günlerinde kilisenin gümbür gümbür çalan büyük çanı gibi, niçin bu kadar hızlı atıyordu?
Arada üç gün geçtiği halde, Angelique, Felicien'in gittikçe artan cüretinden korktuğu için meydana çıkmamıştı. Onu bir daha göremeyeceğine, kendi kendine yemin ediyor, ondan nefret etmeye kendini alıştırıyordu. Fakat, Felicien, kendi ateşinden ona da vermişti, yerinde duramıyordu, işlediği üstlüğü elinden bırakmak için türlü bahaneler buluyordu. Nitekim, Gabet ananın yataktan çıkamadığını, derin bir yoksulluk içinde bulunduğunu haber alınca, onu her sabah yoklamaya gitti. Kadıncağız, hemen oracıkta, Orfevres sokağında, üç kapı ileride oturuyordu. Angelique, ona, et suyu, şeker getiriyor, tekrar gidiyor, Grand Rue'deki eczaneden ilaçlarını alıyordu. Bir gün, elinde paketlerle, ilaç şişeleriyle eczaneden gelirken, Felicien'i, hasta yaşlı kadını başı ucunda görünce şaşaladı. Felicien kıpkırmızı kesildi, beceriksizce sıvıştı. Ertesi gün, Angelique, hastanın yanından ayrılacağı sırada, Felicien yine geldi; genç kız, hoşnutsuzlukla, yerini ona bıraktı. Yoksullarını görmesine engel olmak mı istiyordu, kuzum? Angelique, tam da, hiç bir şeyi olmayanları lütfa boğmak için her şeyini verdirten o merhamet nöbetlerinden birine yakalanmıştı. Acı çekenler aklına geldikçe, varlığı, kardeşçe bir acıma içinde eriyordu. Basse sokağında oturan kör ve kötürüm Mascart babanın evine koşuyor, götürdüğü bir tabak çorbayı ona eliyle içiriyordu. Karı koca ikisi de doksanlık birer yaşlı olan Chouteau'ların Magloire sokağında oturdukları mahzene, Hubert'lerin tavan arasından, eski eşya alıp götürmüş, orayı düzeltmişti; daha başkalarına, daha daha başkaları-na, mahalledeki bütün çaresizlere etrafında sürünüp duran şeylerden alıp alıp taşıyor, onlara gizlice bakıyor, bir gün önceden kalmış yemek artığı karşısında şaşırıp yüzlerinin güldüğünü görünce, seviniyordu. Halbuki, bunların hangisine gitse, artık, Felicien'i tekrar görmek korkusuyla pencere önünde durmaktan sakınan Angelique, onu hiç bu
kadar fazla görmemişti. Şaşkınlığı artıyor, kendisini çok öfkeli sanıyordu.
Bu maceranın en kötü tarafı şu oldu ki, Angelique, biraz sonra, merhametinden bezdi. Bu çocuk, iyilik etmekten duyduğu zevki bozuyordu. Evvelce, onun yoksulları belki başkalarıydı, ama bunlar değildi, çünkü o yoksulları hiç yoklamıyordu; mutlaka kendisini gözetlemiş, o yoksulların kimler olduklarını anlamak, onları, birer birer böyle elinden almak için, peşinden çıkmış olacaktı. Artık, elinde küçük bir yiyecek sepetiyle Chourteau'ların evine ne zaman gelse, masanın üstünde çil paralar vardı. Bir gün bütün hafta biriktirdiği para olan on meteliği, koşa koşa, sürekli tütünsüzlükten dert yanan Mas-cart babaya götürdüğü zaman, onu, güneş gibi pırıl pırıl yirmi franklık bir sikkeye konmuş gördü. Gaber anayı yoklamaya gittiği bir akşam da, kadın, kasabaya inip bir bank not bozdurmasını ondan rica etti. Angelique, kendisinde para yokken Felicien'in rahatça kesesini boşalttığını görüp zayıflığını anladıkça, yüreği ne kadar sızlıyordu! Gerçi yoksulların konduğu bu nimete memnundu; fakat, başka birisi bu kadar fazla verirken, kendisi bu kadar az verdiği için üzülüyor, verecek mutluluk bulamıyordu. Beceriksiz çocuk, anlıyamıyor, onu elde ettiğini sanarak bir cömertlik gereksinimine kapılıyor, onun sadakalarını mahvediyordu. Üstelik de Angelique, bütün yoksulların evinde, onun methini dinlemek zorunda kalıyordu. Ne iyi, ne akıllı, uslu ne terbiyeli delikanlı idi! Hepsi, varsa yoksa onu anlatıyorlardı, Angelique'in sadakalarını sanki küçümser gibi, onun sadakalarını gözleri önüne seriyorlardı. Angelique, Felicien'i unutacağına yemin ettiği halde, yoksullara, ona ilişkin sorular soruyordu: Ne bırakmıştı? Ne demişti? Güzeldi de, şefkatliydi, utangaçtı da, değil mi? Acaba kendisinden söze kalkışıyor muydu? A! Elbette, her zaman söz ediyordu! O zaman, Angelique, ondan büsbütün nefret ediyordu. Çünkü yüreği fazla sıkılmaya başlıyordu.
Ama, iş böyle sürüp gidemezdi; bir mayıs akşamı, şirin bir ala-
cakaranlıkta, felaket patlak verdi. Angeliqüe Labballeuse'e, eski değirmenin yıkıntılarında barınan o çok çocuklu yoksul kadına gitmişti. Orada yalnız kadınlar vardı, yüzü kırış kırış bir yaşlı kadın olan Lamblleuse ana ile, yirmi yaşında bir yabani olan büyük kızı Ti-ennete, kızıl saçları altında, gözleri şimdiden şeytanlık dolu iki küçük kızkardeşi Rose'la Jeanne vardı. Dördü de, kasabanın dışındaki yollarda, hendekler boyunca dileniyorlar, sicimle tutturulmuş şı-pıtıklarmın içinde ayaklan yorgunluktan bitkin bir halde, geceleyin dönüyorlardı. O akşam da, Tiennette, kendi papuçlarını, sonunda çakıl taşları arasında bırakmış, topukları kan içinde, yaralı gelmişti. Kapılarının önüne, Clos Marie'nin yüksek otları arasına oturmuş, etlerine batan dikenleri ayıklıyordu; annesiyle iki küçük kardeşi de çevresini sarmışlar sızlanıp duruyorlardı.
O sırda, Angelique, onlara her hafta verdiği, ekmeği, önlüğünün altına saklamış, geldi. Küçük bahçe kapısından sıvışmak, koşa koşa eve dönmek niyetinde olduğu için, kapıyı açık bırakmıştı. Fakat, bütün aileyi göz yaşları içinde görünce durdu.
— Ne var kuzum? Ne oldunuz? Lamballeuse ana:
— Ah, matmazelciğim! diye inledi, bakın şu sersem koca kız, kendini ne hale koymuş! Yarın yol yürüyemeyecek, koca gün gürültüye gitti... Ayakkabı gerekli.
Rose'le Jeanne, dağınık saçlarının altında gözleri ışıl ışıl cırtlak seslerle bağırarak daha fazla hıçkırmağa başladılar.
— Ayakkabı gerekli, Ayakkabı gerekli.
Tiennete,sıska kara yüzünü yarı kaldırmıştı, sonra, hiçbir şey söylemeden, uzun bir dikeni, bir iğne ile kurcaladı, ayağını tekrar kanattı.
Angelique, etkilenmişti, sadakasını verdi.
— Hele şu ekmeği alın, bakalım, dedi.
lÇocukların anası:
— Eh! Ekmek, gerekli dedi. Ama, ekmekle yürüyecek değildi elbette. Hem de Bligny panayırına gidecekti, her yıl, kırk metelikten fazla para yaptığı bir panayır... Hey Tanrım, sen bilirsin, durumumuz ne olacak?
Angelique'in, merhametten ne yapacağın bilemediğinden, dili tutuldu. Cebinde yaklaşık beş metelik vardı. Beş metelikle, elden düşme bile kundura alınamazdı. Her seferinde, parasızlığı onun elini ayağını bağlıyordu. O dakikada, onu büsbütün çileden çıkaran şey, gözlerini öte tarafa çevirdiği sırada, birkaç adım ötede, gitgide bastıran akşam karanlığı içinde, Felicien'in ayakta durduğunu görmesi oldu. Konuşulan şeyleri işitmiş olsa gerkti, belki de çoktan beri oradaydı. Her zaman, Angelique'in karşısına böyle çıkıyor, genç. kız onun, nereden, nasıl geldiğini asla anlıyamıyordu. — Kunduraları verecek, diye düşündü.
Gerçekten, Felioien ilerliyordu bile. Morumsu gökte, ilk yıldızlar doğuyordu. Yukarıdan, ılık, engin bir huzur dökülüyor, söğütleri karaltıya gömülen Clos - Marie'ye bir durgunluk çöküyordu. Katedral, batıda, ancak siyah bir çizgiden oluşuyordu. Kesinlike kunduraları verecek.
Angelique, bu düşünceyle, gerçek bir yeis duyuyordu. Demek ki her şeyi o verecekti, kendisi bir kez bile onu alt edemiyecekti! Yüreği çatlıyacak gibi atıyordu, kendisi de zavallıları hoşnut edebildiğini göstermek için, çok zengin olmak istiyordu.
Fakat Lamballeuse'ler, iyi yürekli mösyöyü görmüşlerdi, anaları seğirtmişti; iki küçük kız kardeş, ellerini uzatmışlar, sızlanıyorlardı. Ablaları, kanlı topuklarından ellerini çekmiş, yan gözle bakıyordu. Felicien:
— Beni dinleyin, kadınım, dedi. Grand Rue'ye gidersiniz, Basse sokağının köşesinde...
Angelique anlamıştı, orada bir kunduracı vardı. Şiddetle, Felicien'in sözünü kesti, öyle heyecanlı idi ki, rastgele sözler kekeliyordu.
— O kadar yola, boşuna eziyet... ne gerek var?.. Daha kolayı du-ruken...
Daha kolayı dediği şeyi bulamıyordu. Felicien'den önce sadaka vermek için ne yapsaydı, ne yaratsaydı acaba- Ondan bu derece nefret duyduğunu asla tahmin edemezdi.
Felicien devam etti:
— Benim tarafımdan gittiğinizi söylersiniz. Dersiniz ki...
Angelique bir kere daha onun sözünü kesti, heyecanlı bir davranışla, tekrar:
— Daha kolayı var... Daha kolayı var...
Dedi. Birdenbire Sakinleşti, bir taşa oturdu, kunduralarını bağını çözdü, telaşlı elleriyle onları çıkardı, çoraplarım da çıkardı.
— İşte! Bakın ne kadar kolay! Zahmet etmeye ne gerek var? dedi. .
Lamballeuse ana, adeta yepyeni olan kunduraları kontrol ederek:
— Ah! İyi yürekli matmazelciğim, Tanrı sizden razı olsun! dedi. Ayağına uysun diye yüzlerini keserim... Tiennette, teşekkür etsene, koca sersem!
Tiennette, Rose'la Jeanne'ın göz koydukları çorapları, onları ellerinden çekip almıştı. Ağzını bile açmadı. Fakat, o sırada Angelique, ayaklarını çıplak olduğunu ve Felicien'in, onları gördüğünü fark etti. Pek utandı." Kalkarsa, ayaklarını daha iyi göreceğine emin olduğu için, kımıldamaya cesaret edemiyordu. Sonra, telaşlandı, aklı başından gitti, kaçmaya başladı. Ufacık ayakları, otların üstünde, bembeyaz koşuyordu. Gece karanlığı daha koyulaştı, Clos - Marie, çevresindeki ulu ağaçlarla katedralin kara yığını ortasında, bir karaltılar
denizi haline geliyordu. Zemini örten karanlıklarla bir hizada, yalnız, ufacık beyaz ayakların, güvercinler gibi parlak beyaz ayakların kaçışından başka bir şey görünmüyordu.
Angelique. sudan korktuğu için, ürkmüş, köprü olarak kullanılan kalastan geçmek üzere, Chevrotte deresi boyunca ilerliyordu. Fakat, Felicien, çalılıklardan aşıp kestirmeden yürümüştü. O zamana kadar çok çekingen olduğu halde, Angelique'in beyaz ayaklarını görünce, ondan daha fazla kızarmıştı bir ateş onu itiyor, daha ilk günden, gençliğinin taşkınlığı içinde, bütün benliğini kavrayan aşkı haykırmak istiyordu. Sonra, Angelique, kendisine sürtünerek geçince, Felicien, dudaklarını yakan itirafı, ancak kekeliyerek söyleyebildi.
Angelique, heyecan içinde, durmuştu. Bir an dimdik, ona baktı. Öfkesi, beslediğini sandığı kin, siliniyor, tatlı bir heyecan duygusu içinde eriyordu. Felicien ne söylemişti ki, bu kadar heyecana kapılıyordu? Kendisini seviyordu, Angelique bunu biliyordu, halbuki, kulağına mırıldanılan o söz, onu şaşkınlık ve korku içinde bırakıyordu.
Felicien cesaretlenmiş, yüreği açık, ortaklaşa merhametle onun yüreğine yaklaşmıştı; tekrar:
— Seni seviyorum, dedi.
Angelique, aşktan korktu, tekrar kaçmaya başladı. Bu sefer, Chevrotte deresi onu durdurmadı; Angelique, kovalanan dişi geyikler gibi, suya girdi, ufacık ayakları, orada, çakılların arasında, buz gibi suyun ürpertisi altında, koşuştu. Bahçe kapısı kapandı, ufacık ayaklar gözden kayboldu.
VI
Angelique, iki gün, vicdan azabıyla kıvrandı. Yalnız kalır kalmaz, sanki bir suç işlemiş gibi, ağlıyordu. Aynı soru, telâş verici bir şüpeyle, hep aklına .geliyordu. O delikanlı ile günah mı işlemişti, acaba? Efsanedeki, şeytana uyan kötü kadınlar gibi cehennemlik mi olmuştu? Çok hafif sesle mırıldanılan o "sizi seviyorum" sözleri, kulaklarında öyle bir çınlıyordu ki, kesinlikle, görünmez âlemin derinliğinde saklı, herhangi bir olağanüstü güçten geliyordu. Fakat, cehalet ve yalnızlık ortasında büyüdüğü için, bilmiyordu, bilmezdi.
O delikanlı ile günah mı işlemişti? Olayları iyice hatırlamaya çalışıyor, masumluğunun kuruntularını -tartışıyordu. Günah neydi? Birbirini görmek, konuşmak, sonra, anaya babaya yalan söylemek, günaha girmek için yeter miydi? Bütün kötülük bundan oluşmasa gerekti. Öyleyse, niçin böyle yüreği sıkılıyordu? Eğer suçlu değilse, niçin, yeni bir ruhla çırpınıyor, kendisini başka bir insan hissediyordu? Günah, belki de, yüreğine ezginlik veren o gizli huzursuzlukta büyüyordu. Kalbi, belirtilmemiş şeylerle, daha anlamadan telâşlandığı, gelecekteki sözleri ve hareketlerin karma-karışıklığı ile dolu idi. Yanaklarına bir kan dalgası yayılıyor, o korkunç "sizi seviyorum" sözlerinin çınladığını işitiyor; artık, karşılaştırma yapmıyor olaylardan kuşku duyarak, suçun, maverada, adı olmayan, şekli olmayan şeyde bulunmadan korkarak hıçkırmaya başlıyordu.
Ona en fazla sıkıntı veren, Hurbertin'e açılmamış olmasıydı. Angelique sorabilse, Hubertine, herhalde ona öyle geliyordu ki, derdini bir kimseye söylese iyileşecekti. Fakat, giz, haddinden fazla büyümüştü. Angelique utancından ölecekti. Hileci oluyor, varlığının derinliğinde fırtınalar estiği halde, o, içi rahatmış gibi haller alıyordu. Dalgın zamanlarında bunun nedenini soracak olsalar, gözlerini hayretle açıyor, hiçbir şey düşünmediği yanıtını veriyordu. Tezgâhının
önüne oturmuş, elleri kendiliğinden iğneyi batırıp çıkarıyor, uslu uslu oturduğu halde sabahtan akşama kadar, bir tek düşünceyle tükeniyordu. Seviliyordu, seviliyordu! Ya kendisi, o da seviyor muydu? Cahilliğinin yanıtsız bıraktığı bu soru, henüz karanlıktı. Bunu, ser-sergileninceye kadar, kendi kendine tekrar tekrar soruyordu; kelimeler her zamanki anlamlarını yitiriyordu; her şey, onu alıp sürükleyen bir çeşit baş dönmesi içine karışıp gidiyordu. Sonra bir çabayla kendini topluyor, aklı tekrar başına geliyordu. İğne elinde, her zamanki dik-Jcatiyle, bir hülya içinde, yine de nakısını işliyordu. Belki de büyük bir hastalık, için için hazırlanıyordu. Bir akşam, yatağına yatacağı sırada, vücuduna bir ürperti yapıştı; bir daha kalkmıyacağını sandı. Kalbi çatlayacak gibi atıyor, kulaklarına çan uğultuları doluyordu. Seviyor muydu, yoksa ölecek miydi? Hem böyle düşünüyor, hem ipliğine bal mumu sürerken bir yandan da kendisine endişeyle bakan Hubetine'e gülümsüyordu.
Hoş, Angelique, Felicien'i bir daha görmemeye and içmişti. Clos-Marie'nin arsız otlarına artık ayak basmıyor, yoksulları yoklamaya bile gitmiyordu. Karşı karşıya tekrar buluştukları gün müthiş bir şey olmasından korkuyordu. Verdiği kararda, belki de işlemiş olduğu günahtan dolayı kendini cezalandırmak için, bir tövbe düşüncesi de vardı. Onun için, sabahları korktuğu adamı Chevrotte deresi kenarında görmek endişesiyle, pencereden göz atmamaya kendini mahkûm ediyordu. Ama şeytana uyup da bakacak ve onu orada göremeyecek olursa, ertesi güne kadar hüzne gömülüp kalıyordu.
Bir sabah, Hubert, tezgâha bir âyin gömleği germekle uğraşırken, bir çıngırak sesi işitip aşağıya indi. Bir müşteri gelmiş olacaktı, herhalde bir sipariş veriyorlardı, çünkü, Hubertine'le Angelique, açık kalan merdiven kapısından, seslerin uğultusunu işitiyorlardı. Sonra, çok şaşkınlık içinde, başlarını kaldırdılar. Ayak sesleri yukarı çıkıyordu, işlemeci, müşteriyi getiriyordu. Bu, hiç âdet olmayan bir şeydi. Genç kız, gelenin Felicien olduğunu görünce donakaldı. Beyaz
elli bir güzel sanatlar işçisi gibi, sade giyinmişti. Madem, Angelique ona gitmiyordu, kendisini sevmediğini düşünerek, boşu boşuna beklemeyle ve endişeli bir kararsızlıkla dolu günlerden sonra, kendisi ona geliyordu.
Hubert, sorunu anlattı.
— Bak yavrum, bu iş, sana göre iş. Bu mösyö bize, yapılmadık bir iş sipariş etmeye gelmiş. Doğrusu bu ya, rahat rahat konuşalım diye, buraya kabul etmeyi daha uygun gördüm... Resminizi kızıma göstermeniz gerek, mösyö.
Ne o, ne de Hubertine, zerre kadar kuşkuya kapılmıyorlardı. Yalnız, resmi görmek için, merakla yaklaştılar. Fakat, Felicien'in de, Angelique gibi, heyecandan nefesi kesiliyordu. Resmi açarken elleri titriyordu; sesinin titrekliğini belli etmemek için, ağır ağır konuşmak zorunda kaldı
— Monsenyör için bir piskopos serpuşu, dedi... Kendisine, bu serpuşu hediye etmek isteyen, kasabadaki bazı hanımlar, parçaların resmini yapmayı, nakış işine de yardım etmeyi bana bıraktılar. Ben, cam üzerine resim yapan bir işçiyim, ama, eski sanatla da çok uğraşırım... Görüyorsunuz ya, gotik bir piskopos serpuşundan desen çıkardım, o kadar...
Angelique, onun, önüne koyduğu büyük kâğıt yaprağına doğru eğilmiş, hafif bir sesle haykırmıştı:
— Aa! Sainte-Agnes!
Gerçek, bu, on üç yaşındaki din şehidi kızdı, vücudu yalnız saçlarıyla örtülü, çıplak bakireydi; o saçların dışında, yalnız ufacık ayaklarıyla ufacık elleri gözüküyordu, katedralin kapılarından birinde göründüğü durumdaydı, hele, içeride, vaktiyle boyalı iken, şimdi kızıl sarı bir renge bürünen, seneler geçtikçe altın sarısı bir renk alan, eski tahta heykele benziyordu. Serpuşun bütün ön tarafını kaplıyordu, ayakta, iki melek tarafından tutulup göğe çekilir durumdaydı; Ayaklarının altında, gayet 'uzak, gayet zarif bir manzara uzanıyordu. Ser-
pusun kıvrıntılarında ve kenarlarında, güzel stilli, mızrak biçimi süsler vardı.
Felicien devam etti:
— Sipariş sahibi hanımlar, bu hediyeyi, Miracle âyini için veriyorlar, ben de tabii, Sainte Anges'i seçmeyi uygun buldum.
Hubert:
— Çok güzel düşünmüşsünüz, diye onun sözünü kesti. Hubertine de:
— Monsenyörün pek hoşuna gidecek, dedi.
Her yıl, 28 temmuzda yapılan Miracle âyini, Beaumont'u vebadan kurtarması için Tanrının kendisine ve nesline verdiği mucizeli şifa gücüne şükran borcu olmak üzere V. Jean d'Hautecoeur'den kalma idi. Efsane, Hautecoeur'lerin, bu kudreti çok saygı gösterdikleri Saint Agnes'e borçlu olduklarını anlatıyordu; her yıl, aynı tarihte, ermiş kızın eski heykelini kiliseden çıkarıp, hâlâ, bütün hastalıkları şehirden uzaklaştırdığı inancıyla şehrin sokaklarında törenle dolaştırmak, çok eski bir gelenek olarak, ondan ileri geliyordu.
Gözleri resme takılıp kalan Angeligue, sonunda
— Miracle âyini için diye mınldandı,ama, âyine yirmi günkaldı .kesinlikle yetiştiremeyiz. Hubert'ler, başlarını salladılar. Gerçek, böyle bir iş sonsuz özen isterdi. Bununla beraber,Hubertine genç kıza döndü.
— Ben sana yardım edebilirim, dedi. Süslerini ben yaparım, sen, yalnız yüzü işlersin.
Angelique, heyacan içinde,hâlâ ermiş kız resmine bakıyordu. Hayır, hayır! Reddediyordu, yumuşak davranıp kabul etmek istemiyordu. Suç ortaklığı etmek çok kötü bir şey olacaktı; öyle ya, Felicien kesinlikle yalan söylüyordu, Angelique, onun yoksul olmadığını, bu iş giysisi altında gizlendiğini seziyordu; bu yapmacık sadelik, kendisine kadar ulaşmak için uydurulan bütün bu masal, onu kuşkulan-
diriyor, fakat, kız, hülyasının baştan başa gerçekleştiğine mutlak bir inançla, onun kralzade bir prens olması gerektiğini anlıyor, ona başka bir yüz veriyor, için için seviniyor, mutlu oluyordu.
Hafif sesle, yine:
— Hayır, dedi, yetiştiremeyiz.
Sonra, gözlerini kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi ekledi;
— Ermiş kız için, ne pase kullanabiliriz, ne de gipür (ı) yakışık alır... Elvan sırma işleme gerekir.
Felicien:
— Zaten, dedi, ben de böyle bir işleme düşünüyorum, matmazelin, bir işlemenin yitik gizini bulduğunu biliyorum... Camegahta, böyle bir işlemeden, güzel bir parça hâlâ duruyor.
Hubert coştu:
— Evet, evet, on beşinci asırdan kalmadır, büyük ninelerimden biri işlemiş, dedi.... Elvan sırma, hey gidi hey, ondan daha güzel nakış bulunamazdı, mösyö. Ama, çok dikkat istiyordu, çok zaman alıyordu, sonra da, gerçekten sanatçı işçiler gerekliydi. İki yüz yıl var ki, bu iş artık yapılmaz olmuştur... Kızım yapamam deyince, vazgeçmelisiniz; çünkü, bugün bu iş yalnız onun elinden gelir, bu nakısa yetecek göz ve el ustalığı olan başka kimse tanımıyorum.
Elvan sırma sözü edilmeye başlıyalı beri, Hubertine, saygılı bir tavır almıştı. İnançla ekledi:
— Yirmi günde, gerçekten olanaksız... Bu iş için, bir peri kızı kadar sabırlı olmak gerek.
Fakat, Angelique, ermiş kız resmine dikkatle baka baka bir şey keşfetmiş, yüreği sevinçle dolmuştu. Agnes, kendisine benziyordu, antika heykelin resmini yaparken, Felicien, herhalde onu düşünmüştü; Angelique, Felicien'in, böyle her zaman aklında olduğunu, onun, her tarafta kendisini gördüğünü düşündükçe, onu uzaklaştırmak isteği gevşiyordu. Sonunda, başını kaldırdı, Felicien'in, gözleri çok ateşli
bir yalvarma ifadesiyle dolu, karşısında titrediğini görünce, dayanamadı. Yalnız, her şeyin cahili oldukları halde bile, kızlara has olan o bilgi ile, o kurnazlıkla davrandı, razı olmuş görünmek istemedi. Resmi geri vererek tekrar:
— Olanaksız, dedi. Hiç kimse için yapamam.
Felicien, kaygılanır gibi oldu. Reddedilen kendisiydi, bunu anlar gibi oluyordu. Çekilip gideceği sırada, tekrar Hubertine'e döndü.
— Para, istediğiniz kadar verirdim... dedi. Siparişi veren hanımlar, iki bin franga kadar verecekler...
Karı koca, gerçi paraya düşkün insanlar değillerdi, fakat genede bu büyük rakam, onları heyecanlandırdı. Hubert, karısının yüzüne bakmıştı. Bu kadar bir siparişi elden kaçırmak, ne can sıkıcı bir şeydi!
Angelique, tatlı sesiyle:
— İki bin frank, diye tekrarladı, ikibin franksa, mösyö... Paraya hiç değer vermediği halde, bir tebessümü, dudaklarının
kenarını belli belirsiz kırıştıran, muzip bir tebessümü güç tutuyor, Felicien'i görmek zevkine yenilmiş görünmemekle, kendisi hakkında ona yanlış bir fikir vermekle neşeleniyordu.
— Ooo! iki bin franksa, mösyö, kabul ediyorum... Hiç kimse için yapamam, ama mademki fazla para vermeye razı oluyorlar...Gerekirse gecelen de çalışırım.
Bunun üzerine, Hubert'le Hubertine, kızın çok fazla yorulmasından korkarak, bu kezde kendileri reddetmek istediler.
— Hayır, hayır, insanın ayağına kadar gelen para tepilmez... Bana güvenebilirsiniz. Serpuş, ayinden bir gün önce hazır olacak.
Felicien, yüreği üzüntü içinde, orada daha fazla kalmak için, yeni açıklama yapmak cesaretini bulamadan, resmi bıraktı, çekildi. Ange-lique, kendisini kesinlikle sevmiyordu; onu tanımıyor gibi yapmış,
yalnız parası işe yarayan, sıradan müşteri gibi davranmıştı. Önce öfkelendi, onu bayağı ruhlukla suçladı. Daha iyi ya! Artık bitmişti, onu hiç düşünmeyecekti. Sonra, hâlâ düşündüğü için, sonunda uygun gördü; çalışarak yaşamıyor muydu, ekmeğini kazanmasın mıydı? iki gün sonra, çok üzülmeye, Angelique'i göremediği için rahatsız olmaya, yine etrafında dolaşmaya başladı. Angelique onu sevmiyorsa bile, yalnız parayı seviyorsa bile, kendisi, onu, her gün biraz daha sevdiğini düşünmeye başlamıştı; yirmi yaşındayken, gönlünü rasgele güzel bulduğu kimse, yalnız sevmek için, nedensiz nasıl sevilirse, öyle seviyordu. Bir akşam onu görmüştü, artık olan olmuştu; artık, varsa yoksa Angelique'ti, başkası değildi; öylece, olduğu gibi, kötü olsun iyi olsun, çirkin olsun güzel olsun, yoksul olsun, zengin olsun, eğer o kıza sahip olmazsa ölecekti. Üçüncü gün, o dereceyi buldu ki, unutmaya and içmiş olmasına karşın, yine Hubert'lerin evine uğradı.
Fakat bir bora koptu, ince pamuklu bezden yakalıklar ve kolluklar, batist boyun atkıları ve hotozlar gibi küçük parçalar fırtınaya yakalanıp süreklenen bir beyaz kuş sürüsü gibi havalandı, uzağa düştü.
Angelique koşmaya başladı.
— Eyvahlâr olsun! Celsenize! Bana yardım etseniz!
İkisi de seğirtmişlerdi. Angelique, Chevrotte deresinin kenarında, bir yakalığı ele geçirdi. Felicien de, yüksek ısırganların arasında bulduğu iki hotozu elinde tutuyordu. Kolluklar, birer birer bulundu. Fakat, hızla koşarlarken Angelique'in uçuşan etekleri ona üç kez sür-tünmüştü; her sütünmede Felicien'in yüreği hopluyor, yüzü birdenbire kıpkırmızı kesiliyordu. Önü sıra kaçan son bir boyun atkısın yakalamak için atıldığı sırada, Felicien de ona sürtündü. Angelique nefes nefese, hareketsiz, ayakta kalmıştı. Bu heyecan, gülüşünü bulandırıyor, artık şaka etmiyor, bu masum ve beceriksiz koca çocukla alay etmiyordu. Nesi vardı da, böyle neşesizleşmişti, bu tatlı heyecanın içinde, böyle ezginlik duyuyordu? Felicien, ona boyun atkısını uzattığı zaman, elleri biribirine dokundu. Ürperdiler, şaşaladılar,
bakıştılar. Angelique hızla geri çekilmişti. Başına gelen bu görülmedik bu durum karşısında ne yapacağını bilemeden birkaç saniye durdu. Sonra, birdenbire telaşla koşmaya başladı, kollan küçük parça çamaşırlarla dolu, geri kalanları da orada bırakarak kaçtı. O zaman, Felicien konuşmak istedi. — Ooh! Lütfen... Rica ederim...
Rüzgar artıyor, nefesini kesiyordu. Sanki bu şiddetli rüzgar onu alıp götürüyormuş gibi, yeis içinde, koşusunu izliyordu. Angelique, çarşaflarla örtülerin beyazlığı, yandan vuran güneşin solgun sarı ışığı ortasında koşuyor, koşuyordu. Katedralin gölgesi onu kavrıyor gibiydi, genç kız, arkasına bile bakmadan, küçük bahçe kapısından evine girmek üzere idi. Fakat, kapının eşiğinde, ani bir iyilik duyarak, Felicien, kendisini fazla dargın sanmasın diye, hızla döndü. Mahcup, gülümsiyerek, haykırdı:
— Teşekkür ederim! Teşekkür ederim!
Uçuşan çamaşırlarını toplamasına yardım ettiği için mi teşekkür ediyordu? Başka bir şey için mi teşekkür ediyordu? Angelique gözden kaybolmuş, kapı kapanmıştı.
Felicien, kırın ortasında, pürüzsüz gökte yürek ferahlatıcı düzenli soluklarla esen rüzgarın altında, yalnız kaldı. Piskokopluğun kara ağaçlan, kabaran bir deniz gibi, uzun hışırtılarla kımıldanıyor, katedralin setleri ve istinat duvarları arasında yüksek bir ses uğulduyordu. Fakat, Felicien, yalnız, bir leykak dalına bir demet çiçek gibi takılı, Angelique'e ait küçük bir hotozun hafif hafif şaklamasını işitiyordu.
O günden sonra, Angelique ne zaman penceresini açsa, aşağıda, Clos - Mari'de, Felicien'i gördü. Kilise camını bahane ediyor, hep orada vakit geçiriyor, fakat iş, zerre kadar ilerlemiyordu. Bir fundanın arkasına, otların üstüne uzanıp saatlerce kalıyor, yaprakların arasından, pencereyi gözetliyordu. Sabah akşam, karşılıklı gülümsemek çok
zevkli bir şeydi. Angelique mutlu bundan daha fazla bir şey istemiyordu. Çamaşır ta üç ay sonra bir kere daha yıkanacaktı. Bahçe kapısı o zamana kadar kapalı duracaktı. Fakat, biribirlerini her gün göre göre, üç ay çok çabuk geçerdi! Sonra, gündüzleri, b akşam bakışmak için, geceleri, ertesi sabah bakışmak için yaşamaktan daha büyük mutluluk olur muydu?
Angelique daha ilk rastlaştıklarında adetlerini, zevklerini, kalbinin ufak sırlarım, her şeyi söylemişti. Öteki susmuş, adının Felicien olduğunu söylemişti. Angelique, başka bir şey bilmiyordu. Belki de, bunun böyle olması, kadının, kendini tamamen vermesi, erkeğin, bilinmeyen içine çekilmesi gerekiyordu. Angelique acele etmiyor, hiç bir panik duymuyor, kesin gerçekleşecek olan şeyleri düşünerek gülümsüyordu. Sonra da, onun bilmediği şeyin değeri yoktu, asıl sorun birbirlerini görmeleriydi. Angelique, onun hakkında hiç bir şey bilmiyor, öyle ki fikirlerini bakışından anlıyacak kadar onu tanıyordu. Gelmişti, Angelique onu tanımıştı ve sevişiyorlardı.
O zaman, biribirlerine bu uzaktan sahip oluşun tadını zevkle duydular. Keşfettikleri şeylerle, hep, yeni yeni hayranlıklar duyuyorlardı. Angelique'in, iğneden zedelenmiş uzun elleri vardı, Felicien, bu elleri taparcasına sevdi. Angelique, onun ince ayaklarını gördü, küçüklüklerinden gurur duydu. Onun her şeyi gururunu okşuyordu, güzel olduğu için ona minnettardı, Felicien'in sakalının saçlarından daha açık kumral olduğunun farkına vardığı akşam, şiddetli bir sevinç duydu; bu sakal, Felicien'in gülüşüne son derece mutluluk veriyordu. Angelique, bir sabah eğildiği zaman, Felicien, onun narin boynunda esmer bir leke görmüş, heyecan, içinde, kendinden geçmiş, oradan ayrılmıştı. Kalpleri de biribirlerine açılıyordu, orada da birçok şeyler buldular. Angelique'in penceresini açarken yaptığı safdil ve duyarlı hareket, onun, küçük işlemeci kız durumu içinde, bir kraliçe ruhu taşıdığını gösteriyordu. Angelique de, Feli-cien'in, otlara ne
kadar hafif basarak yürüdüğünü görünce, onun iyi yürekliliğini anlıyordu. Birbirlerini. gördükleri bu ilk sıralarda çevrele-rinde yeteneklerden ve cazibelerden bir parıltı vardı. Her görüşme-lerinin, kendine özgü büyüleyiciliği vardı. Onlara, bu birbirlerini görme bahtiyarlığın asla tüketmiyeceklermiş gibi geliyordu.
Fakat, Felicien, çok geçmeden, bir parça sabırsızlık göstermeye başladı. Artık, bir fundanın dibine uzanıp, saatlerce, mutlak bir mut-luğun verdiği hareketsizlik içinde kalmıyordu. Angelique gözüküp balkon parmaklığına çalışıyordu. Angelique, buna bir parça öfkeleniyordu, çünkü, farkına varırlar diye korkuyordu. Hatta, bir gün gerçekten bozuştular. Felicien şaşırdı kaldı, yüzünde öyle bir rica ifadesi vardı ki, Angelique, her zamarki gibi aynı saatte bakona gelip parmaklığa dayanarak onu affetti. Fakat, beklemek Felicien'e yetmiyordu, tekrar yaklaşmaya başladı. Şimdi, artık Clos - Marie'yi heyecanıyla dolduruyor, aynı zamanda, her tarafta birden gözüküyordu. Her ağaç gövdesinin arkasından çıkıyor, her böğürtlen kümesinin tepesinde gözüküyordu. Karaağaçların tepesindeki yabani güvercinler gibi, meskeni civarda, iki dal arasında olsa gerekti, Chevrotte deresi, bütün zamanın orada geçirmesi için bir bahaneydi, akar suyun üstüne eğiliyor, orada, uçuşan bulutları izlemeye dalmış gibi gözüküydordu. Angelique, bir gün onu, değirmen yıkıntısında yıkık bir sundurmanın çatısı üstünde, ayakta gördü; uçup genç kızın omuzuna konamadığına esefli, böyle birparça yükseldiği için mutluydu. Bir gün, onu, kendinden daha yüksekte, katedralin iki penceresi arasında, zakirler dairesinin taraçasında görünce, hafif bir çığlığı tuttu. Anahtarı zangoçta duran bir kapı ile kapalı bu galeriye nasıl ulaşabilmişti? Başka seferler, nasıl oluyordu da onu, kubbe altının istinat duvarlarında ve payandaların tepelerinde, ta gökyüzünde görüyordu? Felicien, o yüksek yerden, küçük çan kulelerini tepesinde uçuşan kırlangıçlar gibi, ta onun odasının içini görüyordu. Angelique, gizlenmeyi hiç aklına getirmemişti. O günden sonra sımsıkı kapandı; kendisini, kuşatılmış,
hep iki kişi halinde yaşar hissettikçe, gitgide artan bir endişeye kapılıyordu. Acelesi yoksa, kalbi, büyük yortu günlerinde kilisenin gümbür gümbür çalan büyük çanı gibi, niçin bu kadar hızlı atıyordu?
Arada üç gün geçtiği halde, Angelique, Felicien'in gittikçe artan cüretinden korktuğu için meydana çıkmamıştı. Onu bir daha göremeyeceğine, kendi kendine yemin ediyor, ondan nefret etmeye kendini alıştırıyordu. Fakat, Felicien, kendi ateşinden ona da vermişti, yerinde duramıyordu, işlediği üstlüğü elinden bırakmak için türlü bahaneler buluyordu. Nitekim, Gabet ananın yataktan çıkamadığını, derin bir yoksulluk içinde bulunduğunu haber alınca, onu her sabah yoklamaya gitti. Kadıncağız, hemen oracıkta, Orfevres sokağında, üç kapı ileride oturuyordu. Angelique, ona, et suyu, şeker getiriyor, tekrar gidiyor, Grand Rue'deki eczaneden ilaçlarını alıyordu. Bir gün, elinde paketlerle, ilaç şişeleriyle eczaneden gelirken, Felicien'i, hasta yaşlı kadını başı ucunda görünce şaşaladı. Felicien kıpkırmızı kesildi, beceriksizce sıvıştı. Ertesi gün, Angelique, hastanın yanından ayrılacağı sırada, Felicien yine geldi; genç kız, hoşnutsuzlukla, yerini ona bıraktı. Yoksullarını görmesine engel olmak mı istiyordu, kuzum? Angelique, tam da, hiç bir şeyi olmayanları lütfa boğmak için her şeyini verdirten o merhamet nöbetlerinden birine yakalanmıştı. Acı çekenler aklına geldikçe, varlığı, kardeşçe bir acıma içinde eriyordu. Basse sokağında oturan kör ve kötürüm Mascart babanın evine koşuyor, götürdüğü bir tabak çorbayı ona eliyle içiriyordu. Karı koca ikisi de doksanlık birer yaşlı olan Chouteau'ların Magloire sokağında oturdukları mahzene, Hubert'lerin tavan arasından, eski eşya alıp götürmüş, orayı düzeltmişti; daha başkalarına, daha daha başkaları-na, mahalledeki bütün çaresizlere etrafında sürünüp duran şeylerden alıp alıp taşıyor, onlara gizlice bakıyor, bir gün önceden kalmış yemek artığı karşısında şaşırıp yüzlerinin güldüğünü görünce, seviniyordu. Halbuki, bunların hangisine gitse, artık, Felicien'i tekrar görmek korkusuyla pencere önünde durmaktan sakınan Angelique, onu hiç bu
kadar fazla görmemişti. Şaşkınlığı artıyor, kendisini çok öfkeli sanıyordu.
Bu maceranın en kötü tarafı şu oldu ki, Angelique, biraz sonra, merhametinden bezdi. Bu çocuk, iyilik etmekten duyduğu zevki bozuyordu. Evvelce, onun yoksulları belki başkalarıydı, ama bunlar değildi, çünkü o yoksulları hiç yoklamıyordu; mutlaka kendisini gözetlemiş, o yoksulların kimler olduklarını anlamak, onları, birer birer böyle elinden almak için, peşinden çıkmış olacaktı. Artık, elinde küçük bir yiyecek sepetiyle Chourteau'ların evine ne zaman gelse, masanın üstünde çil paralar vardı. Bir gün bütün hafta biriktirdiği para olan on meteliği, koşa koşa, sürekli tütünsüzlükten dert yanan Mas-cart babaya götürdüğü zaman, onu, güneş gibi pırıl pırıl yirmi franklık bir sikkeye konmuş gördü. Gaber anayı yoklamaya gittiği bir akşam da, kadın, kasabaya inip bir bank not bozdurmasını ondan rica etti. Angelique, kendisinde para yokken Felicien'in rahatça kesesini boşalttığını görüp zayıflığını anladıkça, yüreği ne kadar sızlıyordu! Gerçi yoksulların konduğu bu nimete memnundu; fakat, başka birisi bu kadar fazla verirken, kendisi bu kadar az verdiği için üzülüyor, verecek mutluluk bulamıyordu. Beceriksiz çocuk, anlıyamıyor, onu elde ettiğini sanarak bir cömertlik gereksinimine kapılıyor, onun sadakalarını mahvediyordu. Üstelik de Angelique, bütün yoksulların evinde, onun methini dinlemek zorunda kalıyordu. Ne iyi, ne akıllı, uslu ne terbiyeli delikanlı idi! Hepsi, varsa yoksa onu anlatıyorlardı, Angelique'in sadakalarını sanki küçümser gibi, onun sadakalarını gözleri önüne seriyorlardı. Angelique, Felicien'i unutacağına yemin ettiği halde, yoksullara, ona ilişkin sorular soruyordu: Ne bırakmıştı? Ne demişti? Güzeldi de, şefkatliydi, utangaçtı da, değil mi? Acaba kendisinden söze kalkışıyor muydu? A! Elbette, her zaman söz ediyordu! O zaman, Angelique, ondan büsbütün nefret ediyordu. Çünkü yüreği fazla sıkılmaya başlıyordu.
Ama, iş böyle sürüp gidemezdi; bir mayıs akşamı, şirin bir ala-
cakaranlıkta, felaket patlak verdi. Angeliqüe Labballeuse'e, eski değirmenin yıkıntılarında barınan o çok çocuklu yoksul kadına gitmişti. Orada yalnız kadınlar vardı, yüzü kırış kırış bir yaşlı kadın olan Lamblleuse ana ile, yirmi yaşında bir yabani olan büyük kızı Ti-ennete, kızıl saçları altında, gözleri şimdiden şeytanlık dolu iki küçük kızkardeşi Rose'la Jeanne vardı. Dördü de, kasabanın dışındaki yollarda, hendekler boyunca dileniyorlar, sicimle tutturulmuş şı-pıtıklarmın içinde ayaklan yorgunluktan bitkin bir halde, geceleyin dönüyorlardı. O akşam da, Tiennette, kendi papuçlarını, sonunda çakıl taşları arasında bırakmış, topukları kan içinde, yaralı gelmişti. Kapılarının önüne, Clos Marie'nin yüksek otları arasına oturmuş, etlerine batan dikenleri ayıklıyordu; annesiyle iki küçük kardeşi de çevresini sarmışlar sızlanıp duruyorlardı.
O sırda, Angelique, onlara her hafta verdiği, ekmeği, önlüğünün altına saklamış, geldi. Küçük bahçe kapısından sıvışmak, koşa koşa eve dönmek niyetinde olduğu için, kapıyı açık bırakmıştı. Fakat, bütün aileyi göz yaşları içinde görünce durdu.
— Ne var kuzum? Ne oldunuz? Lamballeuse ana:
— Ah, matmazelciğim! diye inledi, bakın şu sersem koca kız, kendini ne hale koymuş! Yarın yol yürüyemeyecek, koca gün gürültüye gitti... Ayakkabı gerekli.
Rose'le Jeanne, dağınık saçlarının altında gözleri ışıl ışıl cırtlak seslerle bağırarak daha fazla hıçkırmağa başladılar.
— Ayakkabı gerekli, Ayakkabı gerekli.
Tiennete,sıska kara yüzünü yarı kaldırmıştı, sonra, hiçbir şey söylemeden, uzun bir dikeni, bir iğne ile kurcaladı, ayağını tekrar kanattı.
Angelique, etkilenmişti, sadakasını verdi.
— Hele şu ekmeği alın, bakalım, dedi.
lÇocukların anası:
— Eh! Ekmek, gerekli dedi. Ama, ekmekle yürüyecek değildi elbette. Hem de Bligny panayırına gidecekti, her yıl, kırk metelikten fazla para yaptığı bir panayır... Hey Tanrım, sen bilirsin, durumumuz ne olacak?
Angelique'in, merhametten ne yapacağın bilemediğinden, dili tutuldu. Cebinde yaklaşık beş metelik vardı. Beş metelikle, elden düşme bile kundura alınamazdı. Her seferinde, parasızlığı onun elini ayağını bağlıyordu. O dakikada, onu büsbütün çileden çıkaran şey, gözlerini öte tarafa çevirdiği sırada, birkaç adım ötede, gitgide bastıran akşam karanlığı içinde, Felicien'in ayakta durduğunu görmesi oldu. Konuşulan şeyleri işitmiş olsa gerkti, belki de çoktan beri oradaydı. Her zaman, Angelique'in karşısına böyle çıkıyor, genç. kız onun, nereden, nasıl geldiğini asla anlıyamıyordu. — Kunduraları verecek, diye düşündü.
Gerçekten, Felioien ilerliyordu bile. Morumsu gökte, ilk yıldızlar doğuyordu. Yukarıdan, ılık, engin bir huzur dökülüyor, söğütleri karaltıya gömülen Clos - Marie'ye bir durgunluk çöküyordu. Katedral, batıda, ancak siyah bir çizgiden oluşuyordu. Kesinlike kunduraları verecek.
Angelique, bu düşünceyle, gerçek bir yeis duyuyordu. Demek ki her şeyi o verecekti, kendisi bir kez bile onu alt edemiyecekti! Yüreği çatlıyacak gibi atıyordu, kendisi de zavallıları hoşnut edebildiğini göstermek için, çok zengin olmak istiyordu.
Fakat Lamballeuse'ler, iyi yürekli mösyöyü görmüşlerdi, anaları seğirtmişti; iki küçük kız kardeş, ellerini uzatmışlar, sızlanıyorlardı. Ablaları, kanlı topuklarından ellerini çekmiş, yan gözle bakıyordu. Felicien:
— Beni dinleyin, kadınım, dedi. Grand Rue'ye gidersiniz, Basse sokağının köşesinde...
Angelique anlamıştı, orada bir kunduracı vardı. Şiddetle, Felicien'in sözünü kesti, öyle heyecanlı idi ki, rastgele sözler kekeliyordu.
— O kadar yola, boşuna eziyet... ne gerek var?.. Daha kolayı du-ruken...
Daha kolayı dediği şeyi bulamıyordu. Felicien'den önce sadaka vermek için ne yapsaydı, ne yaratsaydı acaba- Ondan bu derece nefret duyduğunu asla tahmin edemezdi.
Felicien devam etti:
— Benim tarafımdan gittiğinizi söylersiniz. Dersiniz ki...
Angelique bir kere daha onun sözünü kesti, heyecanlı bir davranışla, tekrar:
— Daha kolayı var... Daha kolayı var...
Dedi. Birdenbire Sakinleşti, bir taşa oturdu, kunduralarını bağını çözdü, telaşlı elleriyle onları çıkardı, çoraplarım da çıkardı.
— İşte! Bakın ne kadar kolay! Zahmet etmeye ne gerek var? dedi. .
Lamballeuse ana, adeta yepyeni olan kunduraları kontrol ederek:
— Ah! İyi yürekli matmazelciğim, Tanrı sizden razı olsun! dedi. Ayağına uysun diye yüzlerini keserim... Tiennette, teşekkür etsene, koca sersem!
Tiennette, Rose'la Jeanne'ın göz koydukları çorapları, onları ellerinden çekip almıştı. Ağzını bile açmadı. Fakat, o sırada Angelique, ayaklarını çıplak olduğunu ve Felicien'in, onları gördüğünü fark etti. Pek utandı." Kalkarsa, ayaklarını daha iyi göreceğine emin olduğu için, kımıldamaya cesaret edemiyordu. Sonra, telaşlandı, aklı başından gitti, kaçmaya başladı. Ufacık ayakları, otların üstünde, bembeyaz koşuyordu. Gece karanlığı daha koyulaştı, Clos - Marie, çevresindeki ulu ağaçlarla katedralin kara yığını ortasında, bir karaltılar
denizi haline geliyordu. Zemini örten karanlıklarla bir hizada, yalnız, ufacık beyaz ayakların, güvercinler gibi parlak beyaz ayakların kaçışından başka bir şey görünmüyordu.
Angelique. sudan korktuğu için, ürkmüş, köprü olarak kullanılan kalastan geçmek üzere, Chevrotte deresi boyunca ilerliyordu. Fakat, Felicien, çalılıklardan aşıp kestirmeden yürümüştü. O zamana kadar çok çekingen olduğu halde, Angelique'in beyaz ayaklarını görünce, ondan daha fazla kızarmıştı bir ateş onu itiyor, daha ilk günden, gençliğinin taşkınlığı içinde, bütün benliğini kavrayan aşkı haykırmak istiyordu. Sonra, Angelique, kendisine sürtünerek geçince, Felicien, dudaklarını yakan itirafı, ancak kekeliyerek söyleyebildi.
Angelique, heyecan içinde, durmuştu. Bir an dimdik, ona baktı. Öfkesi, beslediğini sandığı kin, siliniyor, tatlı bir heyecan duygusu içinde eriyordu. Felicien ne söylemişti ki, bu kadar heyecana kapılıyordu? Kendisini seviyordu, Angelique bunu biliyordu, halbuki, kulağına mırıldanılan o söz, onu şaşkınlık ve korku içinde bırakıyordu.
Felicien cesaretlenmiş, yüreği açık, ortaklaşa merhametle onun yüreğine yaklaşmıştı; tekrar:
— Seni seviyorum, dedi.
Angelique, aşktan korktu, tekrar kaçmaya başladı. Bu sefer, Chevrotte deresi onu durdurmadı; Angelique, kovalanan dişi geyikler gibi, suya girdi, ufacık ayakları, orada, çakılların arasında, buz gibi suyun ürpertisi altında, koşuştu. Bahçe kapısı kapandı, ufacık ayaklar gözden kayboldu.
VI
Angelique, iki gün, vicdan azabıyla kıvrandı. Yalnız kalır kalmaz, sanki bir suç işlemiş gibi, ağlıyordu. Aynı soru, telâş verici bir şüpeyle, hep aklına .geliyordu. O delikanlı ile günah mı işlemişti, acaba? Efsanedeki, şeytana uyan kötü kadınlar gibi cehennemlik mi olmuştu? Çok hafif sesle mırıldanılan o "sizi seviyorum" sözleri, kulaklarında öyle bir çınlıyordu ki, kesinlikle, görünmez âlemin derinliğinde saklı, herhangi bir olağanüstü güçten geliyordu. Fakat, cehalet ve yalnızlık ortasında büyüdüğü için, bilmiyordu, bilmezdi.
O delikanlı ile günah mı işlemişti? Olayları iyice hatırlamaya çalışıyor, masumluğunun kuruntularını -tartışıyordu. Günah neydi? Birbirini görmek, konuşmak, sonra, anaya babaya yalan söylemek, günaha girmek için yeter miydi? Bütün kötülük bundan oluşmasa gerekti. Öyleyse, niçin böyle yüreği sıkılıyordu? Eğer suçlu değilse, niçin, yeni bir ruhla çırpınıyor, kendisini başka bir insan hissediyordu? Günah, belki de, yüreğine ezginlik veren o gizli huzursuzlukta büyüyordu. Kalbi, belirtilmemiş şeylerle, daha anlamadan telâşlandığı, gelecekteki sözleri ve hareketlerin karma-karışıklığı ile dolu idi. Yanaklarına bir kan dalgası yayılıyor, o korkunç "sizi seviyorum" sözlerinin çınladığını işitiyor; artık, karşılaştırma yapmıyor olaylardan kuşku duyarak, suçun, maverada, adı olmayan, şekli olmayan şeyde bulunmadan korkarak hıçkırmaya başlıyordu.
Ona en fazla sıkıntı veren, Hurbertin'e açılmamış olmasıydı. Angelique sorabilse, Hubertine, herhalde ona öyle geliyordu ki, derdini bir kimseye söylese iyileşecekti. Fakat, giz, haddinden fazla büyümüştü. Angelique utancından ölecekti. Hileci oluyor, varlığının derinliğinde fırtınalar estiği halde, o, içi rahatmış gibi haller alıyordu. Dalgın zamanlarında bunun nedenini soracak olsalar, gözlerini hayretle açıyor, hiçbir şey düşünmediği yanıtını veriyordu. Tezgâhının
önüne oturmuş, elleri kendiliğinden iğneyi batırıp çıkarıyor, uslu uslu oturduğu halde sabahtan akşama kadar, bir tek düşünceyle tükeniyordu. Seviliyordu, seviliyordu! Ya kendisi, o da seviyor muydu? Cahilliğinin yanıtsız bıraktığı bu soru, henüz karanlıktı. Bunu, ser-sergileninceye kadar, kendi kendine tekrar tekrar soruyordu; kelimeler her zamanki anlamlarını yitiriyordu; her şey, onu alıp sürükleyen bir çeşit baş dönmesi içine karışıp gidiyordu. Sonra bir çabayla kendini topluyor, aklı tekrar başına geliyordu. İğne elinde, her zamanki dik-Jcatiyle, bir hülya içinde, yine de nakısını işliyordu. Belki de büyük bir hastalık, için için hazırlanıyordu. Bir akşam, yatağına yatacağı sırada, vücuduna bir ürperti yapıştı; bir daha kalkmıyacağını sandı. Kalbi çatlayacak gibi atıyor, kulaklarına çan uğultuları doluyordu. Seviyor muydu, yoksa ölecek miydi? Hem böyle düşünüyor, hem ipliğine bal mumu sürerken bir yandan da kendisine endişeyle bakan Hubetine'e gülümsüyordu.
Hoş, Angelique, Felicien'i bir daha görmemeye and içmişti. Clos-Marie'nin arsız otlarına artık ayak basmıyor, yoksulları yoklamaya bile gitmiyordu. Karşı karşıya tekrar buluştukları gün müthiş bir şey olmasından korkuyordu. Verdiği kararda, belki de işlemiş olduğu günahtan dolayı kendini cezalandırmak için, bir tövbe düşüncesi de vardı. Onun için, sabahları korktuğu adamı Chevrotte deresi kenarında görmek endişesiyle, pencereden göz atmamaya kendini mahkûm ediyordu. Ama şeytana uyup da bakacak ve onu orada göremeyecek olursa, ertesi güne kadar hüzne gömülüp kalıyordu.
Bir sabah, Hubert, tezgâha bir âyin gömleği germekle uğraşırken, bir çıngırak sesi işitip aşağıya indi. Bir müşteri gelmiş olacaktı, herhalde bir sipariş veriyorlardı, çünkü, Hubertine'le Angelique, açık kalan merdiven kapısından, seslerin uğultusunu işitiyorlardı. Sonra, çok şaşkınlık içinde, başlarını kaldırdılar. Ayak sesleri yukarı çıkıyordu, işlemeci, müşteriyi getiriyordu. Bu, hiç âdet olmayan bir şeydi. Genç kız, gelenin Felicien olduğunu görünce donakaldı. Beyaz
elli bir güzel sanatlar işçisi gibi, sade giyinmişti. Madem, Angelique ona gitmiyordu, kendisini sevmediğini düşünerek, boşu boşuna beklemeyle ve endişeli bir kararsızlıkla dolu günlerden sonra, kendisi ona geliyordu.
Hubert, sorunu anlattı.
— Bak yavrum, bu iş, sana göre iş. Bu mösyö bize, yapılmadık bir iş sipariş etmeye gelmiş. Doğrusu bu ya, rahat rahat konuşalım diye, buraya kabul etmeyi daha uygun gördüm... Resminizi kızıma göstermeniz gerek, mösyö.
Ne o, ne de Hubertine, zerre kadar kuşkuya kapılmıyorlardı. Yalnız, resmi görmek için, merakla yaklaştılar. Fakat, Felicien'in de, Angelique gibi, heyecandan nefesi kesiliyordu. Resmi açarken elleri titriyordu; sesinin titrekliğini belli etmemek için, ağır ağır konuşmak zorunda kaldı
— Monsenyör için bir piskopos serpuşu, dedi... Kendisine, bu serpuşu hediye etmek isteyen, kasabadaki bazı hanımlar, parçaların resmini yapmayı, nakış işine de yardım etmeyi bana bıraktılar. Ben, cam üzerine resim yapan bir işçiyim, ama, eski sanatla da çok uğraşırım... Görüyorsunuz ya, gotik bir piskopos serpuşundan desen çıkardım, o kadar...
Angelique, onun, önüne koyduğu büyük kâğıt yaprağına doğru eğilmiş, hafif bir sesle haykırmıştı:
— Aa! Sainte-Agnes!
Gerçek, bu, on üç yaşındaki din şehidi kızdı, vücudu yalnız saçlarıyla örtülü, çıplak bakireydi; o saçların dışında, yalnız ufacık ayaklarıyla ufacık elleri gözüküyordu, katedralin kapılarından birinde göründüğü durumdaydı, hele, içeride, vaktiyle boyalı iken, şimdi kızıl sarı bir renge bürünen, seneler geçtikçe altın sarısı bir renk alan, eski tahta heykele benziyordu. Serpuşun bütün ön tarafını kaplıyordu, ayakta, iki melek tarafından tutulup göğe çekilir durumdaydı; Ayaklarının altında, gayet 'uzak, gayet zarif bir manzara uzanıyordu. Ser-
pusun kıvrıntılarında ve kenarlarında, güzel stilli, mızrak biçimi süsler vardı.
Felicien devam etti:
— Sipariş sahibi hanımlar, bu hediyeyi, Miracle âyini için veriyorlar, ben de tabii, Sainte Anges'i seçmeyi uygun buldum.
Hubert:
— Çok güzel düşünmüşsünüz, diye onun sözünü kesti. Hubertine de:
— Monsenyörün pek hoşuna gidecek, dedi.
Her yıl, 28 temmuzda yapılan Miracle âyini, Beaumont'u vebadan kurtarması için Tanrının kendisine ve nesline verdiği mucizeli şifa gücüne şükran borcu olmak üzere V. Jean d'Hautecoeur'den kalma idi. Efsane, Hautecoeur'lerin, bu kudreti çok saygı gösterdikleri Saint Agnes'e borçlu olduklarını anlatıyordu; her yıl, aynı tarihte, ermiş kızın eski heykelini kiliseden çıkarıp, hâlâ, bütün hastalıkları şehirden uzaklaştırdığı inancıyla şehrin sokaklarında törenle dolaştırmak, çok eski bir gelenek olarak, ondan ileri geliyordu.
Gözleri resme takılıp kalan Angeligue, sonunda
— Miracle âyini için diye mınldandı,ama, âyine yirmi günkaldı .kesinlikle yetiştiremeyiz. Hubert'ler, başlarını salladılar. Gerçek, böyle bir iş sonsuz özen isterdi. Bununla beraber,Hubertine genç kıza döndü.
— Ben sana yardım edebilirim, dedi. Süslerini ben yaparım, sen, yalnız yüzü işlersin.
Angelique, heyacan içinde,hâlâ ermiş kız resmine bakıyordu. Hayır, hayır! Reddediyordu, yumuşak davranıp kabul etmek istemiyordu. Suç ortaklığı etmek çok kötü bir şey olacaktı; öyle ya, Felicien kesinlikle yalan söylüyordu, Angelique, onun yoksul olmadığını, bu iş giysisi altında gizlendiğini seziyordu; bu yapmacık sadelik, kendisine kadar ulaşmak için uydurulan bütün bu masal, onu kuşkulan-
diriyor, fakat, kız, hülyasının baştan başa gerçekleştiğine mutlak bir inançla, onun kralzade bir prens olması gerektiğini anlıyor, ona başka bir yüz veriyor, için için seviniyor, mutlu oluyordu.
Hafif sesle, yine:
— Hayır, dedi, yetiştiremeyiz.
Sonra, gözlerini kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi ekledi;
— Ermiş kız için, ne pase kullanabiliriz, ne de gipür (ı) yakışık alır... Elvan sırma işleme gerekir.
Felicien:
— Zaten, dedi, ben de böyle bir işleme düşünüyorum, matmazelin, bir işlemenin yitik gizini bulduğunu biliyorum... Camegahta, böyle bir işlemeden, güzel bir parça hâlâ duruyor.
Hubert coştu:
— Evet, evet, on beşinci asırdan kalmadır, büyük ninelerimden biri işlemiş, dedi.... Elvan sırma, hey gidi hey, ondan daha güzel nakış bulunamazdı, mösyö. Ama, çok dikkat istiyordu, çok zaman alıyordu, sonra da, gerçekten sanatçı işçiler gerekliydi. İki yüz yıl var ki, bu iş artık yapılmaz olmuştur... Kızım yapamam deyince, vazgeçmelisiniz; çünkü, bugün bu iş yalnız onun elinden gelir, bu nakısa yetecek göz ve el ustalığı olan başka kimse tanımıyorum.
Elvan sırma sözü edilmeye başlıyalı beri, Hubertine, saygılı bir tavır almıştı. İnançla ekledi:
— Yirmi günde, gerçekten olanaksız... Bu iş için, bir peri kızı kadar sabırlı olmak gerek.
Fakat, Angelique, ermiş kız resmine dikkatle baka baka bir şey keşfetmiş, yüreği sevinçle dolmuştu. Agnes, kendisine benziyordu, antika heykelin resmini yaparken, Felicien, herhalde onu düşünmüştü; Angelique, Felicien'in, böyle her zaman aklında olduğunu, onun, her tarafta kendisini gördüğünü düşündükçe, onu uzaklaştırmak isteği gevşiyordu. Sonunda, başını kaldırdı, Felicien'in, gözleri çok ateşli
bir yalvarma ifadesiyle dolu, karşısında titrediğini görünce, dayanamadı. Yalnız, her şeyin cahili oldukları halde bile, kızlara has olan o bilgi ile, o kurnazlıkla davrandı, razı olmuş görünmek istemedi. Resmi geri vererek tekrar:
— Olanaksız, dedi. Hiç kimse için yapamam.
Felicien, kaygılanır gibi oldu. Reddedilen kendisiydi, bunu anlar gibi oluyordu. Çekilip gideceği sırada, tekrar Hubertine'e döndü.
— Para, istediğiniz kadar verirdim... dedi. Siparişi veren hanımlar, iki bin franga kadar verecekler...
Karı koca, gerçi paraya düşkün insanlar değillerdi, fakat genede bu büyük rakam, onları heyecanlandırdı. Hubert, karısının yüzüne bakmıştı. Bu kadar bir siparişi elden kaçırmak, ne can sıkıcı bir şeydi!
Angelique, tatlı sesiyle:
— İki bin frank, diye tekrarladı, ikibin franksa, mösyö... Paraya hiç değer vermediği halde, bir tebessümü, dudaklarının
kenarını belli belirsiz kırıştıran, muzip bir tebessümü güç tutuyor, Felicien'i görmek zevkine yenilmiş görünmemekle, kendisi hakkında ona yanlış bir fikir vermekle neşeleniyordu.
— Ooo! iki bin franksa, mösyö, kabul ediyorum... Hiç kimse için yapamam, ama mademki fazla para vermeye razı oluyorlar...Gerekirse gecelen de çalışırım.
Bunun üzerine, Hubert'le Hubertine, kızın çok fazla yorulmasından korkarak, bu kezde kendileri reddetmek istediler.
— Hayır, hayır, insanın ayağına kadar gelen para tepilmez... Bana güvenebilirsiniz. Serpuş, ayinden bir gün önce hazır olacak.
Felicien, yüreği üzüntü içinde, orada daha fazla kalmak için, yeni açıklama yapmak cesaretini bulamadan, resmi bıraktı, çekildi. Ange-lique, kendisini kesinlikle sevmiyordu; onu tanımıyor gibi yapmış,
yalnız parası işe yarayan, sıradan müşteri gibi davranmıştı. Önce öfkelendi, onu bayağı ruhlukla suçladı. Daha iyi ya! Artık bitmişti, onu hiç düşünmeyecekti. Sonra, hâlâ düşündüğü için, sonunda uygun gördü; çalışarak yaşamıyor muydu, ekmeğini kazanmasın mıydı? iki gün sonra, çok üzülmeye, Angelique'i göremediği için rahatsız olmaya, yine etrafında dolaşmaya başladı. Angelique onu sevmiyorsa bile, yalnız parayı seviyorsa bile, kendisi, onu, her gün biraz daha sevdiğini düşünmeye başlamıştı; yirmi yaşındayken, gönlünü rasgele güzel bulduğu kimse, yalnız sevmek için, nedensiz nasıl sevilirse, öyle seviyordu. Bir akşam onu görmüştü, artık olan olmuştu; artık, varsa yoksa Angelique'ti, başkası değildi; öylece, olduğu gibi, kötü olsun iyi olsun, çirkin olsun güzel olsun, yoksul olsun, zengin olsun, eğer o kıza sahip olmazsa ölecekti. Üçüncü gün, o dereceyi buldu ki, unutmaya and içmiş olmasına karşın, yine Hubert'lerin evine uğradı.
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Angelique'in Hülyası - 07
- パーツ
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14