🕙 29 分の読み取り時間
Angelique'in Hülyası - 04
合計単語数は 3786 です
一意の単語の合計数は 2270 です
28.6 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
42.5 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
50.0 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
— O eski devirler ne mükemmelmiş! Senyörler, nakışlarla kaskatı duran giysiler giyerlermiş. Lyon'd, bu giysilerin kumaşını, kulacı altı yüz Frank'a kadar satarlarmış. İşlemeci ustalarının tüzüklerini emirnamelerini okumalı; kral işlemecilerinin, öteki ustaların işçilerini ordu kuvvetiyle müsadere etmeğe hakları olduğu, anlarda yazılıdır... Hem, bizim armalarımız da varmış: Mavi zemin üzerine, orta şeridi alaca altın sırma, ikisi baş tarafta, biri uçta, yine sarmadan üç tane zambak.. Hey! ne mükemmelmiş, o eski zamanlar!
Sustu, tozlarını silkmek için, parmağıyla tezgaha vurdu. Sonra ekledi:
— Ben küçükken, annemin bana sık sık anlattığı, Hautcceur'lere dair bir hikaye vardır ki, Beaumont'da hala söylerler... Müthiş bir veba, şehri mahvediyormuş, halkın yarısı ölmüş; o sırada, V. Jean,
şu kaleyi yeniden yaptıran, bir de bakmış ki Tanrı kendisine, bu afeti yenecek güç vermiş. Bunun üzerine yalınayak, hastaların evine gitmiş, diz çökmüş, dudaklarından öpmüş; "Tanrı istese, ben de istiyorum" diye, onları dudaklarından öper öpmez, hastalar iyi oluyorlarmış. Onun için, bu sözle, Hautcoeur'lerin istediği olup kalmış; o tarihten beri, hepsi vebayı iyi ederler... Yoo! Yaman adamlar! Hanedan adamlar! Monsenyör, papalığa girmeden evvel, XII. Jean adını taşıyordu, oğlunun ismine de, prens gibi, bir rakam eklenecek.
Bu sözlerin her biri, Angelique'in hülyasını avutuyor, uzatıyordu. Aynı ahenkli sesle, tekrar:
— Ooh! Benim istediğim, benim istediğim., dedi.
İpliğe dokunmadan şişi elinde tutuyor, sırmayı, tirşe üzerinde, bir sağ bir sola götürerek işliyor, her geri dönüşünde, ipekle bir düğüm yapıp tığlıyordu. Büyük, sırma zambak, yavaş yavaş çi-çekleniyordu.
— Ooh! Benin istediğim, benim istediğim, bir prensle evlenmek... Hiç görmediğim bir prens olacak, bir akşam, gün kavuşurken gelecek, beni elinden tutup bir saraya görürecek... Bir de, çok yakışıklı çok zengin olmasını isterim. Dünyaya, hiç onun kadar yakışıklı, onun kadar zengin prens gelmemiş olmasını isterim! Pencerelerimin altında atlar kişnesin, dizlerimin üstünde sel gibi mücevherler dökülsün, avuçlarımı açar açmaz altınlar aksın, yağmur gibi, tufan gibi, altın aksın... Bir de, prensim beni çıldırasıya sevsin ki, ben de onu deli gibi seveyim isterim. İkimiz de çok genç, çok saf, çok asil olacağız, sürekli, sürekli!
Hubert, tezgahını bırakmış, gülümseyerek yaklaşmıştı; Hubertine de, genç kızı, parmağıyla dostça, tehdid ediyordu.
— Ah!, mağrur kız, ah! Aç gözlü kız, sen yola gelmiyecek misin? Şimdi de kraliçe olmak istiyorsun ha! Bu hülya, şeker çalmak, pay vermek kadar çirkin değil ama, aslına bakarsan, alt tarafı yine şeytan
işi; iptila eseri, gurur eseri.
Angeque neşeli bir yüzle ona bakıyordu.
— Anne, anne, dedi, ne söylüyorsunuz?.. Güzelliği, zenginliği seviyorsam kabahat bende mi? Güzel olduğu için, zengin olduğu için seviyorum, bana öyle geliyor ki, şuramı, kalbimi ısıtıyor... Pekala bilirsiniz ki, enkarıma düşkün değilim. Para, adam sende, çok param olsaydı, onu nasıl kullanırdım, görürdünüz. Yağmur gibi şehre yağardı, yoksulların evine akardı. Gökten nimet inmiş gibi olurdu, yoksulluktan eser kalmazdı! Bir kere, sizi de babamı da zengin ederdim. Sizleri, birer eski zaman senyöriyle, eski zaman madamı gibi güzel giysiler içinde görmek isterdim.
Hubertine omuz silkti.
— Deli kız!.. İyi ama, çocuğum, sen yoksulsun, evlendiğin zaman bir paran olmayacak. Nasıl olur da prens sayıklarsın? Kendinden daha zenginiyle mi evleneceksin?
— Ne demek; niçin evlenmiyecek misim? Halinde derin bir hayret ifadesi vardı.
— Elbette evlenirim, ya!.. Mademki onun parası olacak, benim param olmasına ne gerek var? Her şeyi ona borçlu olurum, onu daha çok severim.
Bu asil kıyaslama, Hubert'in çok hoşuna gitti. Çocukla beraber o da hayal alemine dalmaktan hoşlanırdı.
— Kızın hakkı var, diye haykırdı.
Fakat karısı, ona, memnun kalmadığını gösteren bir bakış fırlattı. Ciddileşiyordu.
— Kızım, dedi, sonra görürsün, hayatı öğrenirsin.
— Hayatı ben biliyorum.
— Nerede öğrendin ki?.. Çok gençsin, kötülüğü bilmezsin. Sen beni dinle. Kötülük vardır1, hem de çok güçlüdür.
— Kötülük... Kötülük...
Angelique, anlamını kavramak için, bu kelimeyi ağır ağır söylüyordu. Saf bakışlı gözlerinde aynı masum hayret vardı. Kötülüğü iyi biliyordu, efsane, bunu kendisine yeteri kadar göstermişti. Kötülük denilen şey, şeytan değil miydi? Şeytanın hep yeniden dirildiğini, fakat her zaman yenildiğini görmemiş miydi? Şeytan, her savaşta dayaktan canı çıkmış acınacak bir halde, yerde serili kalıyordu,
— Kötülük mü? Aman, anne, bilseniz kötüğe ben hiç önem vermem! Yeter ki insan, nefsini yensin; mutlu yaşar.
Hubertine, üzüntülü, endişeli bir hareket yapıt:
— Seni bu evde, bizimle yapayalnız, herkesten uzak, hayatın bu derece cahili büyüttüğüme beni pişman edeceksin... Sen nasıl bir cennet sayıklıyorsun kuzum? Dünyayı nasıl tanımlıyorsun.
Genç kız, eğilmiş, aynı hareketle şişi yürütürken, yüzü, geniş bir ümitle aydınlanıyordu.
— Siz beni budala mı sanıyorsunuz, anne?.. Dünya iyi adamlarla doludur. İnsan namuslu olup da çalıştı mıydı, her zaman ödülünü alır,.. Yoo! biliyorum, kötüleri de var, birkaç tane, ama onlar hesaba katılır mı? Kimse yüzlerine bakmaz, çabucak cezalarını bulurlar... Sonra da, size bir şey söyliyeyim mi, dünya, bana uzaktan, büyük bir bahçe gibi görünüyor; bahçe. Yaşamak öyle iyi, hayat o kadar tatlı ki, kötü olamaz.-
İpeklerin ve sırmanın parıltısıyla mest olmuş gibi coşuyordu.
— Mutluluk çok kolay şey. Bizler mutluyuz. Niçin? Çünkü birbirimizi seviyoruz. Bu o kadar zor bir şey mi?.. O beklediğim gelince de, göreceksiniz, bak. Biribirimizi hemen tanıyacağız. Onu hiç görmedim, ama, ne biçim olacağını biliyorum. İçeri girecek: Seni bekliyordum, albeni, diyeceğim. Beni alacak, artık, sonsuza dek tamam. Bir saraya gidip, elmas işlemeli, sırmalı bir yatakta yatıp uyuyacağız. Yok canım! Çok kolay!
Hubertine:
— Delisin sen; sus!
Diye onun sözünü kesti. Sonra, kızın aşka geldiğini, tekrar hülyaya kapılmaya hazırlandığını görünce:
— Sus! dedi. Beni korkutuyorsun... A zavallı, seni yoksulum, biriyle evlendirdiğimiz zaman, tekrar yeryüzüne düşeceksin, kemiklerin kırılacak. Bizim gibi yoksullar için, mutluluk, alçak gönüllülüklerdir.
Angelique, sakin bir İsrarla, hala gülümsüyordu.
— Onu bekliyorum, gelecek dedi.
Hubert de coşmuş, onun hararetine o da kapılmıştı.
— Kızın hakkı var, a canım! dedi. Niçin paylıyorsun?.. Güzelliğine pekala güzel, bir kral gelip onu bizden istiyebilir. Dünyada neler olmaz.
Hubertine, mantıklı bakışlı güzel gözlerini mahzun mahzun ona çevirdi.
— Çocuğu kötülüğe teşvik etme. Sen herkesten daha iyi bilirsin ki, duygulara kapılma, insana palalıya mal olur.
Hubert sapsarı kesildi, gözkapaklarının kenarında iri yaşlar birikti. Hubertine, verdiği bu derse hemen pişman olmuş, onun ellerini tutmak için ayağa kalkmıştı. Fakat o, ellerini çekti, titrek bir sesle:
— Hayır, hayır, hata ettim... dedi. İşitiyormusun, Angelique annenin sözünü dinle. Biz ikimiz de deliyiz, yalnız o aklı başında insandır.. Hata ettim, hata ettim...
Çok heyecanlı olduğu için yerine oturmadı, gerdiği kaftanı bıraktı, tamamlanıp tezgah üstünde bırakılmış bir bayrağı zamklamağa koyuldu. Dolaptan Flandre zamkı çanağını aldı, kumaşın ters tarafına fırça ile zamkı sürdü; bu zamk, işlemeyi sağlamlaştardı. Dudakları, hala, hafif hafif ürperiyordu; artık konuşmadı.
Angelique, söz dinlemiş, o da susmuştu; ama, için için devam
ediyor, daha yükseğe çıkıyor, arzunun da ötesine yükseliyordu; vecd içinde aralanan dudakları, hülyasının sonsuz maviliğini yansıtan gözleri, her hali bunu gösteriyordu. Şimdi, o yoksul kız hülyasını, sırma ipliğiyle işliyordu; beyaz atlas üzerine, iri .zambaklar da, güller de, meryem markası da, hep ondan doğuyordu. Kat kat sırma işlemeli zambağın sapı, bir ışık huzmesi gibi fışkırıyor, herbiri bir küçük sır-mak tırtılla dikilmiş pullardan yapılma ince uzun yapraklar, bir yıldız yağmuru gibi dökülüyordu. Ortada, Meryem markası parıltı saçıyor, girinti ve çıkıntılarla, son sırma kabartma işlenmiş ışıkların mistik yangım ortasında, bir mihrap başlığı gibi yanıyordu. Tatlı renkli ipekten güller canlanıyor, bütün üstlük, harikalı, sırma çiçekleriyle, bembeyaz parıltı saçıyordu.
Uzun bir susmadan sonra, Angelique başını kalırdı. Kurnaz bir eda ile Hubertine'e baktı, başım salladı:
— Gelecek, onu bekeliyorum, dedi.
Bu hülya, delice bir şeydi. Fakat, o, bunda ısrar ediyordu. Dediği gibi olacaktı, emindi. Gülümseyerek söylediği inancını hiç bir şey sarsmıyordu.
— Anne, söylüyorum sana, bu dediklerim olacak. Hubertine, işi alaya dökmeği daha uygun gördü, Kıza takıldı:
— Ama ben senin evlenmek istemediğini sanıyordum. Aklını çelen o senin ermiş kızlar evlenmiyorlardı. Evlenecekleri yerde, nişanlılarını dine davet ediyorlardı, analarının babalarının yanından kaçıp boyunlarını vurduruyorlardı.
Genç kız hayret içinde dinliyordu. Sonra bir kahkaha attı. Bütün sağlığı bütün yaşama aşkı bu gürültülü neşe içinde ötüyordu. Ermiş kızların hikayeleri, çok eski tarihlerde geçen şeylerdi! Zamanlar değişmişti, zafere ulaşan Tanrı artık kimseden kendi uğrunda ölmesini istemiyordu. Efsanenin, dünyayı küçümseme başka yönleri onu çekmişti. Yook! Elbette evlenmek istiyordu. Sevmek istiyordu, sevilmek, mutlu olmak istiyordu!
Hubertine:
— Sakın ha! dedi. Koruyucun Anges'i ağlatırsın. Valinin oğlunu istemedi de, İsa'ya varmak için ölümü ona değişti, bilmiyor musun?
Katedralin kulesindeki büyük çan, çalmağa başladı; mihrap dairesini pencerelerinden birinin etrafını kuşatan koca bir sarmaşıktan, bir serçe sürüsü havalandı. Atelyede, hala susan Hubert, zamkın nemini henüz üzerinden alması geregefe gerili bayrağı, kurusun diye, duvara mıhlı iri demir çivilerden birine asmıştı. Güneş alçalıyor, yer değiştiriyor, örekeyi, kamış çıkrıkları, bakır şamdanı, bütün eski aletleri ışıldatıyordu; iki işçi kadına kadar gelince, üzerinde çalıştıkları tezgah., kullanıla kullanıla cilalanmış sırıkları ve la-talariyle, kumaşın üstünde sürünüp duran tırtıllarla, kırıntı se-petindeki pullarla, ipek makamlarıyla, halis sırma takılı şişlerle, parıltıda.
O zaman, ilk baharın bu ılık aydınlığı ortasında, Angelique, tamamladığı sembolik, büyük zambağa baktı. Sonra, inanç dolu, neşeli haliyle yanıt verdi.
— İyi ya, ben de zaten İsa'yı istiyorum!
IV
Angelique canlı neşesine rağmen, yalnızlığı seviyor; sabah akşam, odasında yalnız kaldığı zaman, gerçekten bir dinlenme neşesi duyuyordu. Kendini bu neşeye bırakıyor, hayale dalıp gitmenin tadını alıyordu. Hatta bazan, gün ortası, koşup bir on oraya çıka-bildiği zaman, kaçmış, tam bir özgürlüğe kavuşmuş gibi mutlu oluyordu.
Oldukça geniş olan oda, tavan arasının yarısını baştan başa
kaplıyor, öteki yarısın çatı arası işgal ediyordu. Duvarlar, hatıllar, eğik çatı altını tutan kısımların meydanda duran kirişlerine kadar her taraf, baştan başa kireçle sıvanmıştı; bu beyaz çıplaklık ortasında, meşeden, eski eşya siyah görünüyordu. Aşağı kattaki salonla yatak odası döşendiği sırada, her devirden kalma eski mobilyayı oraya çıkarmışlardı. Bir rönesans sandık, on üçüncü Louis koca bir karyola, on beşinci Louis çok güzel bir elbise dolabı vardı. Yalnız beyaz çini soba ile muşamba kaplı, küçük bir tuvalet masası, bu saygı telkin eden eski eşyanın ortasında, aykırı duruyordu. Hele o koca karyola, ihtiyar yaşının ihtişamanı koruyordu eski İran kumaşından funda demetli pembe perdeler öyle sönmüştü ki, belli belirsiz, sönük pembe bir renk almıştı.
Fakat, Angelique'in asıl hoşlandığı yer, balkondu. İki tane eski camlı kapıdan biri, salondaki kapı, sadece çivilerle tuturularak battal edilmişti; evvelce o katın bütün enliliğini kaplıyan balkon, şimdi yalnız sağdaki pencerenin önündeydi. Altındaki kirişler henüz sağlam olduğu için, yeniden tahta döşemişler, üstüne, çürümüş eski parmaklık yerine, demir bir tarabzan vidalamışlardı. Burası, bu yıl başında yenileştirilen padavraların örttüğü, çatı tepesinin altında latif bir köşe, bir çeşit hücre idi. Oradan eğilip bakınca, yontma küçük taşlardan zemin duvarıyla, tuğlaları gözüken tahta kaplamalarıyla şimdi ufaltılmış, geniş pencere yuvalarıyla, binanın bahçeye bakan bütün cephesinin köhne biçimi görülüyordu. Aşağıda, mutfak kapısı
üstünde, çinko örtülü bir kepenk vardı. Tepede de, bir mete çıkıntı yapan son çinko direkleri ve çatıkatının dam örtüsü, kaidesi zemin kat pervazına dayanan iri dirseklerle sağlamlaştırılmıştı. Böylece, balkon, şebboylarla yosunların yeşillendirdiği, köhne tahtalardan bir ormana gömülü, bir kereste yığını içinde kalıyordu.
Angelique, odada yatıp kalkmağa başlıyalı, orada, trabzana dayanıp etrafa bakarak nice saatler geçirmişti. Önce ayaklarının dibinde, iri şimşirlerin hiç solmayan yeşillikleriyle kararlıkları derin bahçe vardı, bir köşede, kilisenin duvarı dibinde, sıska leylaklardan bir yığın, eski bir granit peykenin etrafım kuşatıyordu; öbür köşede, dipteki duvarı baştan başa kaplıyan bir sarmaşık, işlememiş geniş bir arsaya, Clos - Marie'ye açılan küçük bir kapıyı, yarı yarıya örtüyordu. Bu Clos - Marie, keşişlerin eski yemiş bahçesiydi. İçinden Chevrotte deresi geçiyor, yöre evlerde oturan kadınlara, bu derede çamaşır yıkamaları için izin verilmiş bulunuyordu; yıkık, eski bir değirmenin enkazı içinde, yoksul aileler barınıyorlardı; piskoposluk binasıyla Vo-incourt konağının yüksek duvarları arasındaki Mağloire sokağına, yalnız dar Guerdaches sokağıyla bağlı bulunan kırda, başka hiç kimse oturmuyordu. Güney tarafından, kilisenin dev cüssesiyle tıkalı dar ufku, yazın her iki bahçenin asırlık kara ağaçlan, yapraklı tepeleriyle örtüyordu. Clos - Marie, her taraftan böylece kuşatılmış bir halde, arsız otların istilası altında, rüzgarın eğdiği kavaklar ve söğütler dikili, bakımsızlığın suskunluğu içinde uyukluyordu. Chevrotte bir şarkı gibi çakılların üstünden seke seke, sürekli bir billur müzik sesiyle, şırıl şırıl akıyordu.
Angelique, bu kuytu köşenin karşısında, hiç usanmıyordu. Halbuki, yedi yıldır orada, her sabah, ancak, bir gün evvel izlediği manzarayı görebilmişti. Cephesi Grand Rue'ye bakan Voincourt konağının ağaçları öyle sık yapraklı idi ki, Angelique, kendi yaşında bir çocuk olan kontesin kızı Claire'i, ancak kışın seçebiliyordu. Piskoposluk binasının bahçesindeki dallar daha da sıktı, Angelique, Monsenyörün cüppesini görebilmek için, boşuboşuna uğraşmıştı;
Clos - Marie'ye açılan, tahta kanatlarla örtülü parmaklıklı kapı, çoktan beri battal edilmiş olsa gerekti; çünkü Angelique, o kapının bir tek kez aralık edilerek bir bahçıvanın olsun içeri girdiğini görmemişti, anınsamıyordu. Orada, çamaşırlarını tokmaklıyan kadınlardan başka, hep otların üstünde yatan, paçavralar giymiş aynı yoksul çocukları görüyordu.
O yıl ilkbahar çok hoştu. Angelique on altı yaşındaydı, o zamana kadar, yalnız bakışları, nisan güneşleri altında, Clos -Marie'nin yeşerdiğini görmekten zevk almıştı. Körpe yaprakların sürmesi, sıcak akşamların saydamlığı toprağın, bütün o kokulu turfandalığı, onu, yalnızca eğlendiriyordu. Fakat, bu yıl ilk tomurcuk sürerken, onun kalbi de çarpmıştı. Otlar büyümeye ve rüzgar, ona, yeşilliklerin keskinleşen kokusunu getirmeye başlıyordu. Bir akşam, Hubertine'in kollarına atıldı, kederlenmesine hiç bir neden yokken, tersine, gayet mutlu olduğu halde, ağladı. Hele geceleri güzel rüyalar görüyor, gözüne bir takım gölgeler gözüküyor, uyandığı zaman hatırlamaya cesaret edemediği kendinden geçme halleri yapıyor meleklerin kensine verdiği bu mululuktan utanıyordu. Bazen, büyük karyolanın içinde, elleri bitişik, göğsüne bastırılmış bir halde, sıçrayarak uyanıyordu; öyle nefesi tıkanıyordu ki, döşeme tahtasına yalınayak atlamak zorunda kalıyordu; sonra koşup pencereyi açıyor, orada, heyecanını dindiren o serin hava bonyosu içinde ürpererek, şaşkın bir halde kalıyordu. Sürekli bir hayranlık, kendini tanıyamamaktan, bilediği zevklerle ve acılarla büyümüş gibi hissetmeden, bütün bu sihirli kadın gelişmesinden duyduğu bir şaşkınlıktı, bu.
Piskoposluk bahçesindeki, gözükmeyen leylaklarla sarı salkımlar, gerçekten bu kadar güzel mi kokuyordu ki, ne zaman koklasa, yanaklarına mutlaka dalga dalga pembelik yayılıyordu? Şimdi, onu canlı bir solukla okşayan bu ılık kokuların, o zamana kadar hiç farkına varmamıştı. Hem, Voincourt'ların bahçesindeki iki kara-ağacın arasından, morumsu, koskoca yığın gözüken, çiçek açmış bir Japon ayva ağacını, geçen yıllarda nasıl olmuş da görmemişti? Bu yıl bu
soluk mor renk. yüreğine öyle dokunuyordu ki, ağaca bakar bakmaz gözlerini bir heyecan bulandırıyordu. Chevrotte deresinin de, kıyılarındaki sallar arasından, çakıllar üzerinde sekerek, bu kadar yüksek sesle şırıldadığını işitmemişti, hatırlamıyordu. Dere mutlaka konuşuyor; hep aynı belli belirsiz kelimeleri tekrarlayışını dinliyordu. Bu kırlık, eski kırlık değil miydi ki. orada her şey onu hayrete düşürüyor, böylece, yeni anlamlar yükleniyordu. Yoksa, asıl değişen kendisi mi idi de, orada, hayatın filizlendiğini hissediyor, görüyor, işitiyordu?
Fakat, sağ taraftaki katedral, gökyüzünü tıkayan olağanüstü yığın onu dahada şaşırtıyordu. Her sabah, onu ilk kez gördüğünü sanıyor, bu buluştan haz duyuyor, o köhne taşların da, kendisi gibi sevdiklerini ve düşündüklerini anlıyordu. Bu bir kıyaslama değildi, Angelique"in bildiği bir şey yoktu, doğurması üç yy. süren, nesillerin inançları, kat kat üstüne biriken dev binanın mistik havasına kendini bırakıyordu. Pencereleri oyma zırhlar altında, yalnızca ince sü-tuncuklarla süslü, çıplak, dolu kemerli çevredeki roman mihraplarla, alt kısım, diz çökmüş, halinde yığılmıştı. Arkadan, kubbe altının, seksen yıl sonra yapılmış, yüksek ve zarif, yarım kavisler ve güllerle süslü bölmelerle bölünmüş pencereleriyle, yüzü ve elleri doğru kalkık, yükseldiğini duyuyordu. Nihayet, iki yy. sonra gotik imarının en parlak devrinde eklenmiş ve süslenmiş olan küçük kuleleriyle, kule tepeleriyle, alemler dolu yerinin payandaları ve duvarlarıyla, içinde, dimdik, yerden kalkıyordu. Oluk ağızlan, damda biriken suları duvarlarının dibinden yere boşaltıyordu. Mihrap dairelerinin üstüne, ta-raçanın çepeçevre etrafına, yonca yaprağı biçiminde süslerle, bir korkuluk eklenmişti. Çatı da, küçük çiçekler şeklinde bir başlıkla süslenmişti. Bütün bina, köhne ruhani kurtularak, sürekli bir hamle ile, göğe yaklaştıkça çiçekleniyor, bir yetenek ve aşk tanrısının kucağında kayboluyordu. Angelique, bunu maddi bir duygu ile hissediyordu, sanki kendi okuduğu çok saf, çok ince, çok yükseklere dalıp kaybolan bir ilâhinin etkisinde kalmış gibi, bu manzarayla ra-
hatlıyor, mutlu oluyordu.
Zaten, katedral canlı idi. Yüzlerce kırlangıç, yonca yaprağı biçimi çevre kemerlerine, küçük çanların, alemlerin kovuklarına varıncaya kadar yuva yapmıştı; ortasında yaşadıkları istinat duvarlarıyla payandalara durmadan sürtünerek uçuşuyorlardı. Piskoposluk binasının karaağaçlarındaki yabani güvercinler de, ta-raçaların kenarında gezintiye çıkmış gibi ağır ağır yürüyerek dem çekiyorlardı. Bazan, gökyüzünün maviliği içinde kaybolmuş, pek pek sinek iriliğinde bir karga, bir alemin tepesinde tüylerini temizliyordu. Bitkiler, bütün bir çiçek yığını, duvarların tepelerinde süren yosunlar, samanlar, köhne taşlan, köklerinin sisni faaliyetiyle canlandırıyordu. • Yağmur yağdığı günler, bütün mihrap dairesi, çatı kurşunlarını öven, galerilerin su yollarından akan, taşmış bir sel hışırtısıyla kattan kata yuvarlanan sağnağın uğultusuyla uyanıyordu. Hatta, ekimin ve martın müthiş rüzgârları, çatı tepelerinin ve sıra kemerlerin sütuncukların ve gül biçimi süslerin oluşturduğu yığının içinde estikçe ona bir ruh, öfkeli ve iniltili bir ses veriyordu. Güneş de, onu, kumral bir aydınlıkla gençleştiren sabahtan, ağırağır uzayan karaltılar altında bilinmeze gömen akşama kadar, ışığın hareketli oyunuyla canlandırıyordu ka-baatın, damarları atıyormuş gibi, bir de iç hayatı vardı; âyinleri, çanların gürültüsüyle, erganunların müziği ile, rahiplerin ilâhi sesleriyle, onu baştan başa sarsıyordu. Onda, hayat, uzak gürültüler, bir âyin mırıltısı, bir kadının hafif diz çöküşü, belli belirsiz bir üıperti, kelimelerle anlatılmadan, kapalı ağızla okunan bir duanın sofuca yanıklığı ile, hep ürpermekteydi.
Günler uzamaya başladığı için, Angelique, sabah akşam, büyük dostu katedralle yan yana, balkona uzanıp, uzun uzun kalıyordu. Akşamlan, yalnız yıldızlı gölge bir yığın halinde yansıyan bedenini gördüğü zaman, onu daha çok seviyordu. Plânlar kayboluyordu, Angelique, boşluğa köprülergibi atılmış duvarlarını belli belirsiz seçiyordu. Onu, yedi yy.lık bir hülya ile dolu, mihraplarının önünde
ümide ve ümitsizliğe düşen kalabalıklarla büyümüş, karanlıklar altında uyanmış hissediyordu. Bu, geçmişin sonsuzluğundan gelip geleceğin sonsuzluğuna sürekli bir uyanıklık içinde Allanın uyu-yamadığı bir evin gizemli ve korkunç uyanıklığı idi. Hareketsiz ve canlı kara yığının içinde, Angelique'in gözleri hep, Clos - Marie fidanlarının hizasındaki, zâkirler yeri mihrabının penceresine, gece karanlığına açılmış bir göz gibi yanan biricik pencereye köşesinde, bir türbe kandili yanıyordu. Bu mihrap, eski zaman papazlarının V. Jean d'Hautecoeur'e ve taraflarına, cömertliklerinin ödülü olarak, oraya gömülmek hakkını verdikleri mihraptı. Saint Georges'a ayılmış olan bu mihrabın, on ikinci yy.da kalma bir renkli camdan penceresi vardı ki, • üzerinde, o ermişlerle açıklama yazılıydı. Alaca karanlık olur olmaz, bu açıklama, karaltılar içinde, bir hayal gibi, aydınlık meydana çıkıyordu. Angelique de, gözleri hülyalı, pencereyi bunun için seviyordu.
Renkli camın zemini mavi, kenarları kırmızıydı. Loş bir güzellik taşıyan bu zemin üzerinde, uçuşan elbiselerinden çıplak tenleri gözüken şahıslar, her parçası renkli camlarla yapılmış bir siyahla gölgeli, kurşunlararasına sıkışık, keskin renklerle gözüküyordu. Ermişle ilgili açıklamaya ait üç sahne, kemere kadar, üst üste, pencereyi kaplıyordu. En alt sahnede, ejderha tarafından yenilmek üzere, şahane giysilerle şehirden çıkan, Kralın kızı, bataklığın yanında, Saint Georges'a rasgeliyordu; canavarın kafası bataklıktan dışarı çıkıyor, bir bandrol üzerinde de şu sözler okuyunyordu: "İyi şövalye, benim için kendini öldürme, çünkü, kurtulmama yardım edemezsin. Benimle beraber sen de ölürsün". Sonra, orta yerde, savaş sahnesi vardı; ata binmiş olan ermiş, canavarın vücudunu baştan başa deliyor, sahneyi, şu cümle anlatıyordu: "Georges, mızrağım öyle bir kaldırdı ki, canavarı deldi ve yere serdi". En sonunda, üst kısımda kralın kızı, yenilen canavarı şehre getiriyordu. "Georges, dedi: Kemerini onun boynuna at ve hiçbir kuşku besleme, güzel kız. Kralın kızı böyle yapınca, ejder oldukça uslu bir köpek gibi onun peşinden geldi." Pencere camı, ya-
pıldığı sırada, kemer kısmında bir süsleme motifi bulunsa gerekti. Fakat, sonradan, mihrap dairesi Hautecoeur'lere mal edilince, bu motifin yerine kendi armalarını koymuşlardı. Onun için, karanlık gecelerde, ermişle ilgili açıklama üzerinde, daha yeni bir tarihte yapılmış olan armalar, parıl parıl yanıyordu. Bu arma, parçalı çeşittendi, birinci ve dördüncü parçaları Jerusalem hanelerinde gümüş zemin üzerine, altın yaldızlı bir salip bunun etrafında da serpiştirilmiş dört küçük haç vardı; Hautecoeur hanelerinde de, mavi zemin üzerine altın bir kale, ortada gümüşi zemin üzerine gümüş göbekli siyah bir tura, ikisi üsttü biri altta üç tane zambak vardı. Arma levhasını, sağdan ve soldan, iki altın ejder tutuyordu; mavi bir sorguç ortasında, düklerin, Fransa mareşallarının, unvan sahibi senyörlerin ve kral bölükleri kumandanlarının miğferi olan, altın takmalı, on bir ıskaralı gümüş miğfer vardı. Olarak da; "Tanrı isterse, ben de isterim" yazılıydı.
Angelique, kralın kızını, ellerini bitiştirip yukarı kaldırmış, Saint Georges'u da, mızrağıyla canavarın vücudunu delmiş durumda göre göre, bu ermişe gönül vermişti. Uzaktan, yüzleri pek iyi seçemiyor, rüyada gibi büyümüş görüyordu; kız ince, sarışın, temiz yüzlü; ermiş, masum ve melek kadar güzeldi. Kendisini kurtarmaya geliyordu. Angelique, olsa, onun ellerini minnetle öpecekti. Bulanık bir hayal halinde göz önüne yetindiği bu maceraya, bir göl kenarındaki rastlantıya, güneşten daha güzel bir delikanlının eliyle kurtulduğu büyük bir tehlike macerasına Hauteoeur şatosunda yaptığı gezintinin anısı karışıyor, göğe doğru yükselen, eski zaman senyörleriyle dolu derebeylik kale burcu, dimdik duruşuyla hayalinde canlanıyordu. Armalar, bir yaz gecesi yıldızı gibi parıldıyordu. Angelique, sık sık arma işlediği için bunları iyi tanıyor, ahenkli kelimeleriyle, onları, kolayca okuyordu. V. Jean, vebanın bitirdiği şehirde, kapı kapı dolaşıyor, ölüm halindeki hastalan dudaklarından öpüyor, "Tanrı isterse, ben de isterim" diye onları iyi ediyordu. III. Felicien, Philippe le Bel'in Filistin'e gitmesine bir hastalığın engel ol-
düğünü haber alınca, onun yerine kendisi, yalınayak, elinde bir mumla oraya gidiyor, armasına, Jerusalem hanesi eklemek imtiyazını alıyordu. Daha başka hikayeler, özellikle efsanenin verdiği ölüler adıyla Hautecoeur ailesi kadınlarının hikayeleri aklına geliyordu. Ailede kadınlar, tam" mutluluk ortasında, genç yaşta ölüyorlardı. Bazen iki üç nesil esirgeniyordu; sonra, ölüm, gülümseyerek, yumuşak ellerle, yeniden ortaya çıkıyor, Hautecosur'lerden birinin kızını yada karısını, büyük bir aşk mutluluğu ortasında, en yaşlısı yirmi yaşında olmak üzere, alıp götürüyordu, l. Raoul'ün kızı Laurette, şatoda oturan amcası oğlu Richard'la nişanlandığı günün akşamı, David kulesindeki penceresinin önünde dururken, onu da, Charlemangne kulasenideki kendi penceresinde görmüş; kendisini çağırıyor sanmış, bir ayşığı, o sırada, aralarına aydınlık bir köprü attığı için, kız ona doğru yürümüştü; fakat yolun ortasında, telaşından, yanlış bir adım atıp ay aydınlığından dışarı çıktığı için düşmüş, kulelerin dibinde parça parça olmuştu; nitekim, o tarihten beri, ay ışığı parlak olduğu zamanlar, her gece şatonun etrafında, havada yürüyor, koskoca fistanının sessizce sürtünüşü orayı beyazlığa gömüyordu. VII. Herve'nin karısı Balbine, altı ay, kocasının harpte öldüğünü sanmıştı; sonra bir sabah, burcun tepesinde hala beklerken, yoldan doğru onun geldiğini görmüş, koşa koşa, o kadar sevinçle inmişti ki, merdivenin son basamağında, ölmüştü; bugün bile, akşam üstü ortalık kararırkararmaz, yıkıntılar arasından yine iniyor, kattan kata koştuğu dehlizlerden ve odalardan süzüldüğü, boşluğa alabildiğine açılan pencerelerin arkasından, bir gölge gibi geçtiği görülüyordu. Austreberthe, Yvonne, Gudule, Ysabeau, hepsi, ilk mutlluklarının hayranlığı içinde, çok genç yaşta, bir kanat vurarak alıp götürmek suretiyle hayattan kurtaran ölümün sevdiği bütün mutlu ölüler, hortluyorlardı. Bazı geceler, beyazlı uçuşları, şatoyu bir uçuşuyla dolduruyordu. Bunların en sonuncusunu, Monsenyörün oğlunun annesi bile, çocuğunun beşiği önünde, cansız uzanmış bir halde bulunmuştu; hasta hasta oraya kadar sürüklenerek gelmiş, çocuğunu öpmek sevinci içinde yıldırımla
vurulurcasına ölmüştü. Bu hikayler, Angelique'in hayalini dolduruyordu; genç kız bunlardan, daha dün olmuş, kesin olaylar gibi sö-zediyordu; Laurette'le Balbine'in maceralarını, mihrabın duvarları-na gömülü eski mezar taşları üstünde okumuştu. Niçin kendisi de, henüz gençken, mutlu ölmesindi? Armalar parıldıyor, ermiş, penceresinden iniyor, Angelique, bir öpücüğü hafif soluğu içinde, göğe çekiyordu.
Efsane, ona bunu göstermişti. Mucize, genel kural, eşyanın doğal gidişi değil miydi? Mucize, devamlı olarak doğal bulunuyordu. Her ilişkide hatta boş yere, doğa kanunlarını inkar etmek zevki için son derece kolaylıkla oluyordu, çoğalıyor, yayılıyor, taşıyordu. Tanrıyla bir izada yaşanıyordu. Edesse hükümdarı Abagar, İsa'ya mektup yazıyor, yanıt alıyordu. İgnace'a Meryem'den mektuplar geliyordu, Ana Oğul, hertarafta gözüküyorlar, değişik kıyafetlere bürünüyorlar, gülümser bir babacanlıkla konuşuyorlardı. Etienne, onlarla buluştuğu zaman, oldukça keyifsiz davranıyordu. Bütün bakireler İsa ile evleniyorlar, din şehitleri semaya yükselip Meryem'le birleşiyorlardı. meleklerle ermişler, insanların her zamanki arkadaşları idiler, duvarlardan geçiyorlar, gidip geliyorlar, rüyalara giriyorlar, bulutların üstünden aşağıya sesleniyorlar, doğumda, ölümde hazır bulunuyorlar, işkence esnasında cesaret veriyorlar, zindanlardan kurtarıyorlar, yanıtlar getiriyorlar, siparişler yapıyorlardı. Geçtikleri yerlerde tükenmez mucizeler beliriyordu.
Silvestre, bir ejderin ağzını iplikle bağlıyordu. Arkadaşlarından hakaret gören Hilair'e, oturacak yer hazırlamak için toprak yükseliyordu. Saint Loup'nun kupasına, pahada ağır bir mücevher düşüyordu. Bir ağaç, SaintMartin'in düşmanlarını eziyordu; o emredince, bir köpekle bir-tavşanı eziyordu; o emredince, bir köpek bir tavşanı bırakıyordu, bir yangın sönüyordu. Mısırlı Marie denizin üzerinde yürüyordu; Ambroise doğduğu zaman, ağzından bal arıları çıkıyordu. Ermişler, boyuna, hasta gözleri, kötürüm ya da kurumuş el ve ayakları cüzzamı, özellikle vebayı iyi ediyorlardı, hiçbir hastalık istavroz işaretine dayanamıyordu. Bir kalabalık içindeki hastalarla, zayıflar
Sustu, tozlarını silkmek için, parmağıyla tezgaha vurdu. Sonra ekledi:
— Ben küçükken, annemin bana sık sık anlattığı, Hautcceur'lere dair bir hikaye vardır ki, Beaumont'da hala söylerler... Müthiş bir veba, şehri mahvediyormuş, halkın yarısı ölmüş; o sırada, V. Jean,
şu kaleyi yeniden yaptıran, bir de bakmış ki Tanrı kendisine, bu afeti yenecek güç vermiş. Bunun üzerine yalınayak, hastaların evine gitmiş, diz çökmüş, dudaklarından öpmüş; "Tanrı istese, ben de istiyorum" diye, onları dudaklarından öper öpmez, hastalar iyi oluyorlarmış. Onun için, bu sözle, Hautcoeur'lerin istediği olup kalmış; o tarihten beri, hepsi vebayı iyi ederler... Yoo! Yaman adamlar! Hanedan adamlar! Monsenyör, papalığa girmeden evvel, XII. Jean adını taşıyordu, oğlunun ismine de, prens gibi, bir rakam eklenecek.
Bu sözlerin her biri, Angelique'in hülyasını avutuyor, uzatıyordu. Aynı ahenkli sesle, tekrar:
— Ooh! Benim istediğim, benim istediğim., dedi.
İpliğe dokunmadan şişi elinde tutuyor, sırmayı, tirşe üzerinde, bir sağ bir sola götürerek işliyor, her geri dönüşünde, ipekle bir düğüm yapıp tığlıyordu. Büyük, sırma zambak, yavaş yavaş çi-çekleniyordu.
— Ooh! Benin istediğim, benim istediğim, bir prensle evlenmek... Hiç görmediğim bir prens olacak, bir akşam, gün kavuşurken gelecek, beni elinden tutup bir saraya görürecek... Bir de, çok yakışıklı çok zengin olmasını isterim. Dünyaya, hiç onun kadar yakışıklı, onun kadar zengin prens gelmemiş olmasını isterim! Pencerelerimin altında atlar kişnesin, dizlerimin üstünde sel gibi mücevherler dökülsün, avuçlarımı açar açmaz altınlar aksın, yağmur gibi, tufan gibi, altın aksın... Bir de, prensim beni çıldırasıya sevsin ki, ben de onu deli gibi seveyim isterim. İkimiz de çok genç, çok saf, çok asil olacağız, sürekli, sürekli!
Hubert, tezgahını bırakmış, gülümseyerek yaklaşmıştı; Hubertine de, genç kızı, parmağıyla dostça, tehdid ediyordu.
— Ah!, mağrur kız, ah! Aç gözlü kız, sen yola gelmiyecek misin? Şimdi de kraliçe olmak istiyorsun ha! Bu hülya, şeker çalmak, pay vermek kadar çirkin değil ama, aslına bakarsan, alt tarafı yine şeytan
işi; iptila eseri, gurur eseri.
Angeque neşeli bir yüzle ona bakıyordu.
— Anne, anne, dedi, ne söylüyorsunuz?.. Güzelliği, zenginliği seviyorsam kabahat bende mi? Güzel olduğu için, zengin olduğu için seviyorum, bana öyle geliyor ki, şuramı, kalbimi ısıtıyor... Pekala bilirsiniz ki, enkarıma düşkün değilim. Para, adam sende, çok param olsaydı, onu nasıl kullanırdım, görürdünüz. Yağmur gibi şehre yağardı, yoksulların evine akardı. Gökten nimet inmiş gibi olurdu, yoksulluktan eser kalmazdı! Bir kere, sizi de babamı da zengin ederdim. Sizleri, birer eski zaman senyöriyle, eski zaman madamı gibi güzel giysiler içinde görmek isterdim.
Hubertine omuz silkti.
— Deli kız!.. İyi ama, çocuğum, sen yoksulsun, evlendiğin zaman bir paran olmayacak. Nasıl olur da prens sayıklarsın? Kendinden daha zenginiyle mi evleneceksin?
— Ne demek; niçin evlenmiyecek misim? Halinde derin bir hayret ifadesi vardı.
— Elbette evlenirim, ya!.. Mademki onun parası olacak, benim param olmasına ne gerek var? Her şeyi ona borçlu olurum, onu daha çok severim.
Bu asil kıyaslama, Hubert'in çok hoşuna gitti. Çocukla beraber o da hayal alemine dalmaktan hoşlanırdı.
— Kızın hakkı var, diye haykırdı.
Fakat karısı, ona, memnun kalmadığını gösteren bir bakış fırlattı. Ciddileşiyordu.
— Kızım, dedi, sonra görürsün, hayatı öğrenirsin.
— Hayatı ben biliyorum.
— Nerede öğrendin ki?.. Çok gençsin, kötülüğü bilmezsin. Sen beni dinle. Kötülük vardır1, hem de çok güçlüdür.
— Kötülük... Kötülük...
Angelique, anlamını kavramak için, bu kelimeyi ağır ağır söylüyordu. Saf bakışlı gözlerinde aynı masum hayret vardı. Kötülüğü iyi biliyordu, efsane, bunu kendisine yeteri kadar göstermişti. Kötülük denilen şey, şeytan değil miydi? Şeytanın hep yeniden dirildiğini, fakat her zaman yenildiğini görmemiş miydi? Şeytan, her savaşta dayaktan canı çıkmış acınacak bir halde, yerde serili kalıyordu,
— Kötülük mü? Aman, anne, bilseniz kötüğe ben hiç önem vermem! Yeter ki insan, nefsini yensin; mutlu yaşar.
Hubertine, üzüntülü, endişeli bir hareket yapıt:
— Seni bu evde, bizimle yapayalnız, herkesten uzak, hayatın bu derece cahili büyüttüğüme beni pişman edeceksin... Sen nasıl bir cennet sayıklıyorsun kuzum? Dünyayı nasıl tanımlıyorsun.
Genç kız, eğilmiş, aynı hareketle şişi yürütürken, yüzü, geniş bir ümitle aydınlanıyordu.
— Siz beni budala mı sanıyorsunuz, anne?.. Dünya iyi adamlarla doludur. İnsan namuslu olup da çalıştı mıydı, her zaman ödülünü alır,.. Yoo! biliyorum, kötüleri de var, birkaç tane, ama onlar hesaba katılır mı? Kimse yüzlerine bakmaz, çabucak cezalarını bulurlar... Sonra da, size bir şey söyliyeyim mi, dünya, bana uzaktan, büyük bir bahçe gibi görünüyor; bahçe. Yaşamak öyle iyi, hayat o kadar tatlı ki, kötü olamaz.-
İpeklerin ve sırmanın parıltısıyla mest olmuş gibi coşuyordu.
— Mutluluk çok kolay şey. Bizler mutluyuz. Niçin? Çünkü birbirimizi seviyoruz. Bu o kadar zor bir şey mi?.. O beklediğim gelince de, göreceksiniz, bak. Biribirimizi hemen tanıyacağız. Onu hiç görmedim, ama, ne biçim olacağını biliyorum. İçeri girecek: Seni bekliyordum, albeni, diyeceğim. Beni alacak, artık, sonsuza dek tamam. Bir saraya gidip, elmas işlemeli, sırmalı bir yatakta yatıp uyuyacağız. Yok canım! Çok kolay!
Hubertine:
— Delisin sen; sus!
Diye onun sözünü kesti. Sonra, kızın aşka geldiğini, tekrar hülyaya kapılmaya hazırlandığını görünce:
— Sus! dedi. Beni korkutuyorsun... A zavallı, seni yoksulum, biriyle evlendirdiğimiz zaman, tekrar yeryüzüne düşeceksin, kemiklerin kırılacak. Bizim gibi yoksullar için, mutluluk, alçak gönüllülüklerdir.
Angelique, sakin bir İsrarla, hala gülümsüyordu.
— Onu bekliyorum, gelecek dedi.
Hubert de coşmuş, onun hararetine o da kapılmıştı.
— Kızın hakkı var, a canım! dedi. Niçin paylıyorsun?.. Güzelliğine pekala güzel, bir kral gelip onu bizden istiyebilir. Dünyada neler olmaz.
Hubertine, mantıklı bakışlı güzel gözlerini mahzun mahzun ona çevirdi.
— Çocuğu kötülüğe teşvik etme. Sen herkesten daha iyi bilirsin ki, duygulara kapılma, insana palalıya mal olur.
Hubert sapsarı kesildi, gözkapaklarının kenarında iri yaşlar birikti. Hubertine, verdiği bu derse hemen pişman olmuş, onun ellerini tutmak için ayağa kalkmıştı. Fakat o, ellerini çekti, titrek bir sesle:
— Hayır, hayır, hata ettim... dedi. İşitiyormusun, Angelique annenin sözünü dinle. Biz ikimiz de deliyiz, yalnız o aklı başında insandır.. Hata ettim, hata ettim...
Çok heyecanlı olduğu için yerine oturmadı, gerdiği kaftanı bıraktı, tamamlanıp tezgah üstünde bırakılmış bir bayrağı zamklamağa koyuldu. Dolaptan Flandre zamkı çanağını aldı, kumaşın ters tarafına fırça ile zamkı sürdü; bu zamk, işlemeyi sağlamlaştardı. Dudakları, hala, hafif hafif ürperiyordu; artık konuşmadı.
Angelique, söz dinlemiş, o da susmuştu; ama, için için devam
ediyor, daha yükseğe çıkıyor, arzunun da ötesine yükseliyordu; vecd içinde aralanan dudakları, hülyasının sonsuz maviliğini yansıtan gözleri, her hali bunu gösteriyordu. Şimdi, o yoksul kız hülyasını, sırma ipliğiyle işliyordu; beyaz atlas üzerine, iri .zambaklar da, güller de, meryem markası da, hep ondan doğuyordu. Kat kat sırma işlemeli zambağın sapı, bir ışık huzmesi gibi fışkırıyor, herbiri bir küçük sır-mak tırtılla dikilmiş pullardan yapılma ince uzun yapraklar, bir yıldız yağmuru gibi dökülüyordu. Ortada, Meryem markası parıltı saçıyor, girinti ve çıkıntılarla, son sırma kabartma işlenmiş ışıkların mistik yangım ortasında, bir mihrap başlığı gibi yanıyordu. Tatlı renkli ipekten güller canlanıyor, bütün üstlük, harikalı, sırma çiçekleriyle, bembeyaz parıltı saçıyordu.
Uzun bir susmadan sonra, Angelique başını kalırdı. Kurnaz bir eda ile Hubertine'e baktı, başım salladı:
— Gelecek, onu bekeliyorum, dedi.
Bu hülya, delice bir şeydi. Fakat, o, bunda ısrar ediyordu. Dediği gibi olacaktı, emindi. Gülümseyerek söylediği inancını hiç bir şey sarsmıyordu.
— Anne, söylüyorum sana, bu dediklerim olacak. Hubertine, işi alaya dökmeği daha uygun gördü, Kıza takıldı:
— Ama ben senin evlenmek istemediğini sanıyordum. Aklını çelen o senin ermiş kızlar evlenmiyorlardı. Evlenecekleri yerde, nişanlılarını dine davet ediyorlardı, analarının babalarının yanından kaçıp boyunlarını vurduruyorlardı.
Genç kız hayret içinde dinliyordu. Sonra bir kahkaha attı. Bütün sağlığı bütün yaşama aşkı bu gürültülü neşe içinde ötüyordu. Ermiş kızların hikayeleri, çok eski tarihlerde geçen şeylerdi! Zamanlar değişmişti, zafere ulaşan Tanrı artık kimseden kendi uğrunda ölmesini istemiyordu. Efsanenin, dünyayı küçümseme başka yönleri onu çekmişti. Yook! Elbette evlenmek istiyordu. Sevmek istiyordu, sevilmek, mutlu olmak istiyordu!
Hubertine:
— Sakın ha! dedi. Koruyucun Anges'i ağlatırsın. Valinin oğlunu istemedi de, İsa'ya varmak için ölümü ona değişti, bilmiyor musun?
Katedralin kulesindeki büyük çan, çalmağa başladı; mihrap dairesini pencerelerinden birinin etrafını kuşatan koca bir sarmaşıktan, bir serçe sürüsü havalandı. Atelyede, hala susan Hubert, zamkın nemini henüz üzerinden alması geregefe gerili bayrağı, kurusun diye, duvara mıhlı iri demir çivilerden birine asmıştı. Güneş alçalıyor, yer değiştiriyor, örekeyi, kamış çıkrıkları, bakır şamdanı, bütün eski aletleri ışıldatıyordu; iki işçi kadına kadar gelince, üzerinde çalıştıkları tezgah., kullanıla kullanıla cilalanmış sırıkları ve la-talariyle, kumaşın üstünde sürünüp duran tırtıllarla, kırıntı se-petindeki pullarla, ipek makamlarıyla, halis sırma takılı şişlerle, parıltıda.
O zaman, ilk baharın bu ılık aydınlığı ortasında, Angelique, tamamladığı sembolik, büyük zambağa baktı. Sonra, inanç dolu, neşeli haliyle yanıt verdi.
— İyi ya, ben de zaten İsa'yı istiyorum!
IV
Angelique canlı neşesine rağmen, yalnızlığı seviyor; sabah akşam, odasında yalnız kaldığı zaman, gerçekten bir dinlenme neşesi duyuyordu. Kendini bu neşeye bırakıyor, hayale dalıp gitmenin tadını alıyordu. Hatta bazan, gün ortası, koşup bir on oraya çıka-bildiği zaman, kaçmış, tam bir özgürlüğe kavuşmuş gibi mutlu oluyordu.
Oldukça geniş olan oda, tavan arasının yarısını baştan başa
kaplıyor, öteki yarısın çatı arası işgal ediyordu. Duvarlar, hatıllar, eğik çatı altını tutan kısımların meydanda duran kirişlerine kadar her taraf, baştan başa kireçle sıvanmıştı; bu beyaz çıplaklık ortasında, meşeden, eski eşya siyah görünüyordu. Aşağı kattaki salonla yatak odası döşendiği sırada, her devirden kalma eski mobilyayı oraya çıkarmışlardı. Bir rönesans sandık, on üçüncü Louis koca bir karyola, on beşinci Louis çok güzel bir elbise dolabı vardı. Yalnız beyaz çini soba ile muşamba kaplı, küçük bir tuvalet masası, bu saygı telkin eden eski eşyanın ortasında, aykırı duruyordu. Hele o koca karyola, ihtiyar yaşının ihtişamanı koruyordu eski İran kumaşından funda demetli pembe perdeler öyle sönmüştü ki, belli belirsiz, sönük pembe bir renk almıştı.
Fakat, Angelique'in asıl hoşlandığı yer, balkondu. İki tane eski camlı kapıdan biri, salondaki kapı, sadece çivilerle tuturularak battal edilmişti; evvelce o katın bütün enliliğini kaplıyan balkon, şimdi yalnız sağdaki pencerenin önündeydi. Altındaki kirişler henüz sağlam olduğu için, yeniden tahta döşemişler, üstüne, çürümüş eski parmaklık yerine, demir bir tarabzan vidalamışlardı. Burası, bu yıl başında yenileştirilen padavraların örttüğü, çatı tepesinin altında latif bir köşe, bir çeşit hücre idi. Oradan eğilip bakınca, yontma küçük taşlardan zemin duvarıyla, tuğlaları gözüken tahta kaplamalarıyla şimdi ufaltılmış, geniş pencere yuvalarıyla, binanın bahçeye bakan bütün cephesinin köhne biçimi görülüyordu. Aşağıda, mutfak kapısı
üstünde, çinko örtülü bir kepenk vardı. Tepede de, bir mete çıkıntı yapan son çinko direkleri ve çatıkatının dam örtüsü, kaidesi zemin kat pervazına dayanan iri dirseklerle sağlamlaştırılmıştı. Böylece, balkon, şebboylarla yosunların yeşillendirdiği, köhne tahtalardan bir ormana gömülü, bir kereste yığını içinde kalıyordu.
Angelique, odada yatıp kalkmağa başlıyalı, orada, trabzana dayanıp etrafa bakarak nice saatler geçirmişti. Önce ayaklarının dibinde, iri şimşirlerin hiç solmayan yeşillikleriyle kararlıkları derin bahçe vardı, bir köşede, kilisenin duvarı dibinde, sıska leylaklardan bir yığın, eski bir granit peykenin etrafım kuşatıyordu; öbür köşede, dipteki duvarı baştan başa kaplıyan bir sarmaşık, işlememiş geniş bir arsaya, Clos - Marie'ye açılan küçük bir kapıyı, yarı yarıya örtüyordu. Bu Clos - Marie, keşişlerin eski yemiş bahçesiydi. İçinden Chevrotte deresi geçiyor, yöre evlerde oturan kadınlara, bu derede çamaşır yıkamaları için izin verilmiş bulunuyordu; yıkık, eski bir değirmenin enkazı içinde, yoksul aileler barınıyorlardı; piskoposluk binasıyla Vo-incourt konağının yüksek duvarları arasındaki Mağloire sokağına, yalnız dar Guerdaches sokağıyla bağlı bulunan kırda, başka hiç kimse oturmuyordu. Güney tarafından, kilisenin dev cüssesiyle tıkalı dar ufku, yazın her iki bahçenin asırlık kara ağaçlan, yapraklı tepeleriyle örtüyordu. Clos - Marie, her taraftan böylece kuşatılmış bir halde, arsız otların istilası altında, rüzgarın eğdiği kavaklar ve söğütler dikili, bakımsızlığın suskunluğu içinde uyukluyordu. Chevrotte bir şarkı gibi çakılların üstünden seke seke, sürekli bir billur müzik sesiyle, şırıl şırıl akıyordu.
Angelique, bu kuytu köşenin karşısında, hiç usanmıyordu. Halbuki, yedi yıldır orada, her sabah, ancak, bir gün evvel izlediği manzarayı görebilmişti. Cephesi Grand Rue'ye bakan Voincourt konağının ağaçları öyle sık yapraklı idi ki, Angelique, kendi yaşında bir çocuk olan kontesin kızı Claire'i, ancak kışın seçebiliyordu. Piskoposluk binasının bahçesindeki dallar daha da sıktı, Angelique, Monsenyörün cüppesini görebilmek için, boşuboşuna uğraşmıştı;
Clos - Marie'ye açılan, tahta kanatlarla örtülü parmaklıklı kapı, çoktan beri battal edilmiş olsa gerekti; çünkü Angelique, o kapının bir tek kez aralık edilerek bir bahçıvanın olsun içeri girdiğini görmemişti, anınsamıyordu. Orada, çamaşırlarını tokmaklıyan kadınlardan başka, hep otların üstünde yatan, paçavralar giymiş aynı yoksul çocukları görüyordu.
O yıl ilkbahar çok hoştu. Angelique on altı yaşındaydı, o zamana kadar, yalnız bakışları, nisan güneşleri altında, Clos -Marie'nin yeşerdiğini görmekten zevk almıştı. Körpe yaprakların sürmesi, sıcak akşamların saydamlığı toprağın, bütün o kokulu turfandalığı, onu, yalnızca eğlendiriyordu. Fakat, bu yıl ilk tomurcuk sürerken, onun kalbi de çarpmıştı. Otlar büyümeye ve rüzgar, ona, yeşilliklerin keskinleşen kokusunu getirmeye başlıyordu. Bir akşam, Hubertine'in kollarına atıldı, kederlenmesine hiç bir neden yokken, tersine, gayet mutlu olduğu halde, ağladı. Hele geceleri güzel rüyalar görüyor, gözüne bir takım gölgeler gözüküyor, uyandığı zaman hatırlamaya cesaret edemediği kendinden geçme halleri yapıyor meleklerin kensine verdiği bu mululuktan utanıyordu. Bazen, büyük karyolanın içinde, elleri bitişik, göğsüne bastırılmış bir halde, sıçrayarak uyanıyordu; öyle nefesi tıkanıyordu ki, döşeme tahtasına yalınayak atlamak zorunda kalıyordu; sonra koşup pencereyi açıyor, orada, heyecanını dindiren o serin hava bonyosu içinde ürpererek, şaşkın bir halde kalıyordu. Sürekli bir hayranlık, kendini tanıyamamaktan, bilediği zevklerle ve acılarla büyümüş gibi hissetmeden, bütün bu sihirli kadın gelişmesinden duyduğu bir şaşkınlıktı, bu.
Piskoposluk bahçesindeki, gözükmeyen leylaklarla sarı salkımlar, gerçekten bu kadar güzel mi kokuyordu ki, ne zaman koklasa, yanaklarına mutlaka dalga dalga pembelik yayılıyordu? Şimdi, onu canlı bir solukla okşayan bu ılık kokuların, o zamana kadar hiç farkına varmamıştı. Hem, Voincourt'ların bahçesindeki iki kara-ağacın arasından, morumsu, koskoca yığın gözüken, çiçek açmış bir Japon ayva ağacını, geçen yıllarda nasıl olmuş da görmemişti? Bu yıl bu
soluk mor renk. yüreğine öyle dokunuyordu ki, ağaca bakar bakmaz gözlerini bir heyecan bulandırıyordu. Chevrotte deresinin de, kıyılarındaki sallar arasından, çakıllar üzerinde sekerek, bu kadar yüksek sesle şırıldadığını işitmemişti, hatırlamıyordu. Dere mutlaka konuşuyor; hep aynı belli belirsiz kelimeleri tekrarlayışını dinliyordu. Bu kırlık, eski kırlık değil miydi ki. orada her şey onu hayrete düşürüyor, böylece, yeni anlamlar yükleniyordu. Yoksa, asıl değişen kendisi mi idi de, orada, hayatın filizlendiğini hissediyor, görüyor, işitiyordu?
Fakat, sağ taraftaki katedral, gökyüzünü tıkayan olağanüstü yığın onu dahada şaşırtıyordu. Her sabah, onu ilk kez gördüğünü sanıyor, bu buluştan haz duyuyor, o köhne taşların da, kendisi gibi sevdiklerini ve düşündüklerini anlıyordu. Bu bir kıyaslama değildi, Angelique"in bildiği bir şey yoktu, doğurması üç yy. süren, nesillerin inançları, kat kat üstüne biriken dev binanın mistik havasına kendini bırakıyordu. Pencereleri oyma zırhlar altında, yalnızca ince sü-tuncuklarla süslü, çıplak, dolu kemerli çevredeki roman mihraplarla, alt kısım, diz çökmüş, halinde yığılmıştı. Arkadan, kubbe altının, seksen yıl sonra yapılmış, yüksek ve zarif, yarım kavisler ve güllerle süslü bölmelerle bölünmüş pencereleriyle, yüzü ve elleri doğru kalkık, yükseldiğini duyuyordu. Nihayet, iki yy. sonra gotik imarının en parlak devrinde eklenmiş ve süslenmiş olan küçük kuleleriyle, kule tepeleriyle, alemler dolu yerinin payandaları ve duvarlarıyla, içinde, dimdik, yerden kalkıyordu. Oluk ağızlan, damda biriken suları duvarlarının dibinden yere boşaltıyordu. Mihrap dairelerinin üstüne, ta-raçanın çepeçevre etrafına, yonca yaprağı biçiminde süslerle, bir korkuluk eklenmişti. Çatı da, küçük çiçekler şeklinde bir başlıkla süslenmişti. Bütün bina, köhne ruhani kurtularak, sürekli bir hamle ile, göğe yaklaştıkça çiçekleniyor, bir yetenek ve aşk tanrısının kucağında kayboluyordu. Angelique, bunu maddi bir duygu ile hissediyordu, sanki kendi okuduğu çok saf, çok ince, çok yükseklere dalıp kaybolan bir ilâhinin etkisinde kalmış gibi, bu manzarayla ra-
hatlıyor, mutlu oluyordu.
Zaten, katedral canlı idi. Yüzlerce kırlangıç, yonca yaprağı biçimi çevre kemerlerine, küçük çanların, alemlerin kovuklarına varıncaya kadar yuva yapmıştı; ortasında yaşadıkları istinat duvarlarıyla payandalara durmadan sürtünerek uçuşuyorlardı. Piskoposluk binasının karaağaçlarındaki yabani güvercinler de, ta-raçaların kenarında gezintiye çıkmış gibi ağır ağır yürüyerek dem çekiyorlardı. Bazan, gökyüzünün maviliği içinde kaybolmuş, pek pek sinek iriliğinde bir karga, bir alemin tepesinde tüylerini temizliyordu. Bitkiler, bütün bir çiçek yığını, duvarların tepelerinde süren yosunlar, samanlar, köhne taşlan, köklerinin sisni faaliyetiyle canlandırıyordu. • Yağmur yağdığı günler, bütün mihrap dairesi, çatı kurşunlarını öven, galerilerin su yollarından akan, taşmış bir sel hışırtısıyla kattan kata yuvarlanan sağnağın uğultusuyla uyanıyordu. Hatta, ekimin ve martın müthiş rüzgârları, çatı tepelerinin ve sıra kemerlerin sütuncukların ve gül biçimi süslerin oluşturduğu yığının içinde estikçe ona bir ruh, öfkeli ve iniltili bir ses veriyordu. Güneş de, onu, kumral bir aydınlıkla gençleştiren sabahtan, ağırağır uzayan karaltılar altında bilinmeze gömen akşama kadar, ışığın hareketli oyunuyla canlandırıyordu ka-baatın, damarları atıyormuş gibi, bir de iç hayatı vardı; âyinleri, çanların gürültüsüyle, erganunların müziği ile, rahiplerin ilâhi sesleriyle, onu baştan başa sarsıyordu. Onda, hayat, uzak gürültüler, bir âyin mırıltısı, bir kadının hafif diz çöküşü, belli belirsiz bir üıperti, kelimelerle anlatılmadan, kapalı ağızla okunan bir duanın sofuca yanıklığı ile, hep ürpermekteydi.
Günler uzamaya başladığı için, Angelique, sabah akşam, büyük dostu katedralle yan yana, balkona uzanıp, uzun uzun kalıyordu. Akşamlan, yalnız yıldızlı gölge bir yığın halinde yansıyan bedenini gördüğü zaman, onu daha çok seviyordu. Plânlar kayboluyordu, Angelique, boşluğa köprülergibi atılmış duvarlarını belli belirsiz seçiyordu. Onu, yedi yy.lık bir hülya ile dolu, mihraplarının önünde
ümide ve ümitsizliğe düşen kalabalıklarla büyümüş, karanlıklar altında uyanmış hissediyordu. Bu, geçmişin sonsuzluğundan gelip geleceğin sonsuzluğuna sürekli bir uyanıklık içinde Allanın uyu-yamadığı bir evin gizemli ve korkunç uyanıklığı idi. Hareketsiz ve canlı kara yığının içinde, Angelique'in gözleri hep, Clos - Marie fidanlarının hizasındaki, zâkirler yeri mihrabının penceresine, gece karanlığına açılmış bir göz gibi yanan biricik pencereye köşesinde, bir türbe kandili yanıyordu. Bu mihrap, eski zaman papazlarının V. Jean d'Hautecoeur'e ve taraflarına, cömertliklerinin ödülü olarak, oraya gömülmek hakkını verdikleri mihraptı. Saint Georges'a ayılmış olan bu mihrabın, on ikinci yy.da kalma bir renkli camdan penceresi vardı ki, • üzerinde, o ermişlerle açıklama yazılıydı. Alaca karanlık olur olmaz, bu açıklama, karaltılar içinde, bir hayal gibi, aydınlık meydana çıkıyordu. Angelique de, gözleri hülyalı, pencereyi bunun için seviyordu.
Renkli camın zemini mavi, kenarları kırmızıydı. Loş bir güzellik taşıyan bu zemin üzerinde, uçuşan elbiselerinden çıplak tenleri gözüken şahıslar, her parçası renkli camlarla yapılmış bir siyahla gölgeli, kurşunlararasına sıkışık, keskin renklerle gözüküyordu. Ermişle ilgili açıklamaya ait üç sahne, kemere kadar, üst üste, pencereyi kaplıyordu. En alt sahnede, ejderha tarafından yenilmek üzere, şahane giysilerle şehirden çıkan, Kralın kızı, bataklığın yanında, Saint Georges'a rasgeliyordu; canavarın kafası bataklıktan dışarı çıkıyor, bir bandrol üzerinde de şu sözler okuyunyordu: "İyi şövalye, benim için kendini öldürme, çünkü, kurtulmama yardım edemezsin. Benimle beraber sen de ölürsün". Sonra, orta yerde, savaş sahnesi vardı; ata binmiş olan ermiş, canavarın vücudunu baştan başa deliyor, sahneyi, şu cümle anlatıyordu: "Georges, mızrağım öyle bir kaldırdı ki, canavarı deldi ve yere serdi". En sonunda, üst kısımda kralın kızı, yenilen canavarı şehre getiriyordu. "Georges, dedi: Kemerini onun boynuna at ve hiçbir kuşku besleme, güzel kız. Kralın kızı böyle yapınca, ejder oldukça uslu bir köpek gibi onun peşinden geldi." Pencere camı, ya-
pıldığı sırada, kemer kısmında bir süsleme motifi bulunsa gerekti. Fakat, sonradan, mihrap dairesi Hautecoeur'lere mal edilince, bu motifin yerine kendi armalarını koymuşlardı. Onun için, karanlık gecelerde, ermişle ilgili açıklama üzerinde, daha yeni bir tarihte yapılmış olan armalar, parıl parıl yanıyordu. Bu arma, parçalı çeşittendi, birinci ve dördüncü parçaları Jerusalem hanelerinde gümüş zemin üzerine, altın yaldızlı bir salip bunun etrafında da serpiştirilmiş dört küçük haç vardı; Hautecoeur hanelerinde de, mavi zemin üzerine altın bir kale, ortada gümüşi zemin üzerine gümüş göbekli siyah bir tura, ikisi üsttü biri altta üç tane zambak vardı. Arma levhasını, sağdan ve soldan, iki altın ejder tutuyordu; mavi bir sorguç ortasında, düklerin, Fransa mareşallarının, unvan sahibi senyörlerin ve kral bölükleri kumandanlarının miğferi olan, altın takmalı, on bir ıskaralı gümüş miğfer vardı. Olarak da; "Tanrı isterse, ben de isterim" yazılıydı.
Angelique, kralın kızını, ellerini bitiştirip yukarı kaldırmış, Saint Georges'u da, mızrağıyla canavarın vücudunu delmiş durumda göre göre, bu ermişe gönül vermişti. Uzaktan, yüzleri pek iyi seçemiyor, rüyada gibi büyümüş görüyordu; kız ince, sarışın, temiz yüzlü; ermiş, masum ve melek kadar güzeldi. Kendisini kurtarmaya geliyordu. Angelique, olsa, onun ellerini minnetle öpecekti. Bulanık bir hayal halinde göz önüne yetindiği bu maceraya, bir göl kenarındaki rastlantıya, güneşten daha güzel bir delikanlının eliyle kurtulduğu büyük bir tehlike macerasına Hauteoeur şatosunda yaptığı gezintinin anısı karışıyor, göğe doğru yükselen, eski zaman senyörleriyle dolu derebeylik kale burcu, dimdik duruşuyla hayalinde canlanıyordu. Armalar, bir yaz gecesi yıldızı gibi parıldıyordu. Angelique, sık sık arma işlediği için bunları iyi tanıyor, ahenkli kelimeleriyle, onları, kolayca okuyordu. V. Jean, vebanın bitirdiği şehirde, kapı kapı dolaşıyor, ölüm halindeki hastalan dudaklarından öpüyor, "Tanrı isterse, ben de isterim" diye onları iyi ediyordu. III. Felicien, Philippe le Bel'in Filistin'e gitmesine bir hastalığın engel ol-
düğünü haber alınca, onun yerine kendisi, yalınayak, elinde bir mumla oraya gidiyor, armasına, Jerusalem hanesi eklemek imtiyazını alıyordu. Daha başka hikayeler, özellikle efsanenin verdiği ölüler adıyla Hautecoeur ailesi kadınlarının hikayeleri aklına geliyordu. Ailede kadınlar, tam" mutluluk ortasında, genç yaşta ölüyorlardı. Bazen iki üç nesil esirgeniyordu; sonra, ölüm, gülümseyerek, yumuşak ellerle, yeniden ortaya çıkıyor, Hautecosur'lerden birinin kızını yada karısını, büyük bir aşk mutluluğu ortasında, en yaşlısı yirmi yaşında olmak üzere, alıp götürüyordu, l. Raoul'ün kızı Laurette, şatoda oturan amcası oğlu Richard'la nişanlandığı günün akşamı, David kulesindeki penceresinin önünde dururken, onu da, Charlemangne kulasenideki kendi penceresinde görmüş; kendisini çağırıyor sanmış, bir ayşığı, o sırada, aralarına aydınlık bir köprü attığı için, kız ona doğru yürümüştü; fakat yolun ortasında, telaşından, yanlış bir adım atıp ay aydınlığından dışarı çıktığı için düşmüş, kulelerin dibinde parça parça olmuştu; nitekim, o tarihten beri, ay ışığı parlak olduğu zamanlar, her gece şatonun etrafında, havada yürüyor, koskoca fistanının sessizce sürtünüşü orayı beyazlığa gömüyordu. VII. Herve'nin karısı Balbine, altı ay, kocasının harpte öldüğünü sanmıştı; sonra bir sabah, burcun tepesinde hala beklerken, yoldan doğru onun geldiğini görmüş, koşa koşa, o kadar sevinçle inmişti ki, merdivenin son basamağında, ölmüştü; bugün bile, akşam üstü ortalık kararırkararmaz, yıkıntılar arasından yine iniyor, kattan kata koştuğu dehlizlerden ve odalardan süzüldüğü, boşluğa alabildiğine açılan pencerelerin arkasından, bir gölge gibi geçtiği görülüyordu. Austreberthe, Yvonne, Gudule, Ysabeau, hepsi, ilk mutlluklarının hayranlığı içinde, çok genç yaşta, bir kanat vurarak alıp götürmek suretiyle hayattan kurtaran ölümün sevdiği bütün mutlu ölüler, hortluyorlardı. Bazı geceler, beyazlı uçuşları, şatoyu bir uçuşuyla dolduruyordu. Bunların en sonuncusunu, Monsenyörün oğlunun annesi bile, çocuğunun beşiği önünde, cansız uzanmış bir halde bulunmuştu; hasta hasta oraya kadar sürüklenerek gelmiş, çocuğunu öpmek sevinci içinde yıldırımla
vurulurcasına ölmüştü. Bu hikayler, Angelique'in hayalini dolduruyordu; genç kız bunlardan, daha dün olmuş, kesin olaylar gibi sö-zediyordu; Laurette'le Balbine'in maceralarını, mihrabın duvarları-na gömülü eski mezar taşları üstünde okumuştu. Niçin kendisi de, henüz gençken, mutlu ölmesindi? Armalar parıldıyor, ermiş, penceresinden iniyor, Angelique, bir öpücüğü hafif soluğu içinde, göğe çekiyordu.
Efsane, ona bunu göstermişti. Mucize, genel kural, eşyanın doğal gidişi değil miydi? Mucize, devamlı olarak doğal bulunuyordu. Her ilişkide hatta boş yere, doğa kanunlarını inkar etmek zevki için son derece kolaylıkla oluyordu, çoğalıyor, yayılıyor, taşıyordu. Tanrıyla bir izada yaşanıyordu. Edesse hükümdarı Abagar, İsa'ya mektup yazıyor, yanıt alıyordu. İgnace'a Meryem'den mektuplar geliyordu, Ana Oğul, hertarafta gözüküyorlar, değişik kıyafetlere bürünüyorlar, gülümser bir babacanlıkla konuşuyorlardı. Etienne, onlarla buluştuğu zaman, oldukça keyifsiz davranıyordu. Bütün bakireler İsa ile evleniyorlar, din şehitleri semaya yükselip Meryem'le birleşiyorlardı. meleklerle ermişler, insanların her zamanki arkadaşları idiler, duvarlardan geçiyorlar, gidip geliyorlar, rüyalara giriyorlar, bulutların üstünden aşağıya sesleniyorlar, doğumda, ölümde hazır bulunuyorlar, işkence esnasında cesaret veriyorlar, zindanlardan kurtarıyorlar, yanıtlar getiriyorlar, siparişler yapıyorlardı. Geçtikleri yerlerde tükenmez mucizeler beliriyordu.
Silvestre, bir ejderin ağzını iplikle bağlıyordu. Arkadaşlarından hakaret gören Hilair'e, oturacak yer hazırlamak için toprak yükseliyordu. Saint Loup'nun kupasına, pahada ağır bir mücevher düşüyordu. Bir ağaç, SaintMartin'in düşmanlarını eziyordu; o emredince, bir köpekle bir-tavşanı eziyordu; o emredince, bir köpek bir tavşanı bırakıyordu, bir yangın sönüyordu. Mısırlı Marie denizin üzerinde yürüyordu; Ambroise doğduğu zaman, ağzından bal arıları çıkıyordu. Ermişler, boyuna, hasta gözleri, kötürüm ya da kurumuş el ve ayakları cüzzamı, özellikle vebayı iyi ediyorlardı, hiçbir hastalık istavroz işaretine dayanamıyordu. Bir kalabalık içindeki hastalarla, zayıflar
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Angelique'in Hülyası - 05
- パーツ
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14