🕙 29 分の読み取り時間
Angelique'in Hülyası - 02
合計単語数は 3775 です
一意の単語の合計数は 2321 です
26.1 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
39.9 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
47.0 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
ilk yıl, Hubert'ler, yumuşaklıklarına karşın, çoğu zaman ümidi kesmişlerdi. Çok hünerli bir işlemeci olacağı umudunu veren Ange-lique, günlerce, örnek olmaya değer bir dikkatle çalıştıktan sonra, ani değişikliklerle, akıl ermez tembelliklerle, onları hayal kırıklığına uğratıyordu. Birdenbire gevşiyor, sinsileşiyor, şeker aşırıyor, kıza-ran
yüzünde gözleri yorgun görünüyordu; azarlarlarsa köpürüyor, kötü kötü yanıtlar veriyordu. Bazı günler, onu uslandırmak istedikleri zaman, tepinerek, ellerini vurarak, yırtmaya ve ısırmaya hazır, kasılıyor, delice gurur buhranları geçiriyordu. O zaman, bu küçük canavar karşısında, korkudan geriliyorlar, onun içinde kıvranan iblisten, dehşete kapılıyorlardı. Kimdi bu kız, acaba? Nereden geliyordu? Sokakta bulunan bu çocuklar, hemen daima, ahlaksızlığın ve cinayetin eseridirler. Onu sokaktan çekip aldıklarına iki defa pişman olmuşlar, sinirlenmişler, hükümete geri vererek başlarından savmaya karar vermişlerdi. Fakat, her defasında, bütün evi sarsan bu müthiş sahneler, aynı göz yaşı tufanı ile, aynı pişmanlık taşkınlığı ile sona eriyor, çocuk, öyle bir cezalanma isteğiyle kendini yerlere atıyordu ki, çaresiz affetmek gerekiyordu.
Hubertine, yavaş yavaş, onun üzerinde etkinlik kazandı. Saflığı, kuvvetli ve yumuşak hali, dengesi kusursuz dürüst aklı ile, bu şekilde eğitim vermeye elverişli yaratılmıştı. Ona, feragati ve itaati öğretiyor, ihtirası ve gururu bunlarla karşılaştırıp ona gösteriyordu. Söz dinlemek, yaşamak demekti. Allaha, anaya babaya, kendinden büyüklere itaat etmek gerekti. Bütün bir sözdinleme silsilesi vardı ki, bunun dışında, ayarı bozulan hayat, düzenini kaybederdi. Onun için, Hubertine, her isyanda, alçak gönüllülüğü öğretmek üzere, ceza olarak ona, bulaşığı kurulamak, mutfağı yıkamak gibi işler yükledi; sonuna kadar da kendisi başında durur, onu, önce öfkeden kuduran, sonra boyun eğen haliyle, iki kat, döşeme taşlan üstünde çalıştırırdı. Bu çocuğun, onu en fazla endişelendiren tarafı, ihtirası, sevgilerinin hamlesi ve şiddeti idi. Onu, birçok defa, kendi kendisinin ellerini öperken görmüştü. Resimlerin karşısında, ermişlere ait ufak resimlerin, biriktirdiği İsa betimlemelerinin karşısında ateşlendiğini gördü; sonra, bir akşam, onu, göz yaşlan içinde, baygın, başı masaya dayalı, dudakları resimlere yapışık bir halde bulmuştu. Resimleri elinden çekip aldığı zaman kıyametler koptu; Angelique, derisini yüzüyorlarmış
gibi yaygaralar kopardı, ağladı. Hubertine, o günden sonra, onu sıkıya koydu, gevşeme hallerine göz yummadı, işe boğdu, gözleri yuvalarından fırlayıp yanakları ateş kesilerek sinirlenmeye başladığını anlar anlamaz etrafında bir sessizlik ve soğukluk yaratmağa başladı.
Zaten, Hubertine, sosyal yardım kimliğini kendisine yardımcı edinmişti. Her üç ayda bir, tahsildar onu imzaladığı zaman, Angelique akşama kadar kederli olurdu. Dolaptan, tesadüf, bir makara altın kılaptan alırken, kimliği gözü ilişecek olsa, yüreği sızlardı. Öfkesi ve aksiliği tuttuğu, hiçbir şeyle yola getirilemediği bir gün, çekmenin ta içini karıştırdığı sırada, küçük cüzdanın karşısında kendinden ge-çivermişti. Hıçkırıklarla boğuluyordu; Hubert'lerin ayağına kapanmış yalvarıyor, kekeliyor, kendisini sokaktan evlerine almakla hata işlediklerini, onların ekmeğini yemeye layık bir insan olmadığını söylüyordu. O günden sonra, cüzdan aklına geldikçe, çoğu zaman öfkesini önlüyordu.
Angelique, böyle, ilk komünyon yaşı olan 12 sine bastı. Bu çok sakin çevre, katedralin gölgesinde uyuklayan, günlük kokularıyla, ilahi ürpertileriyle dolu bu küçük ev, nereden koparıldığı belli olmayan, daracık bahçenin mistik toprağına daldırılan bu vahşi dölün yavaş yavaş düzelmesine yardım ediyordu; orada, gündelik çalışma ile, uyuklıyan mahalleden bir ses bile yansımadan dünyadan habersizlikle geçen düzenli hayatın da etkisi vardı. Fakat, asıl huzuru yaratan şey, Hubert'lerin şifasız bir vicdan azabıyla artmış gibi görünen büyük aşkı idi. Hubert, karısını, anasının isteğine karşın almakla ona karşı yaptığı hakareti, onu çalışmakla günlerini geçiriyordu. Çocukları öldüğü zaman, karısının, bu cezadan dolayı kendisini suçlu bulduğunu iyiden iyiye hissetmiş, kendisini affettirmeye uğraşıyordu. Bu iş, çoktan beri olmuştu zaten, karısı ona tapıyordu. Bununla beraber, Hubert bazan şüphe ediyor, bu şüphe hayatını zehirliyordu. Ölünün, o inatçı ananın, toprak altında, artık inattan vazgeçtiğine emin olmak için, bir çocuğu daha olmasını istiyordu. İkisinin de tek
isteği, af eseri olacak bu çocuktu; Hubert, bir ibadet halinde, bitmez tükenmezlin nişanlılığa benziyen, ateşli ve iffetli bir evlilik ihtirası içinde, karısının ayakları dibinde yaşıyordu. Çırak kızın yanında, ka-rısını saçlarından bile öpmediği halde, yirmi yılı evlilik hayatından sonra, yatak odasına girerken zifaf gecesi, genç bir kocanın duyduğu heyecanı hissediyordu.
Bu oda, beyazlı grili yağlı boyasıyla, mavi çiçek demetleriyle süslü kağıdıyla, kreton kılıflı, ceviz ağacından mobilyasıyla, orta halli bir yerdi. Ortadan, hiçbir gürültü işitilmezdi, fakat bir şefkat kokusu yayılır, bütün evi ılık bir hava ile sarardı. Angelique, bu sevgi havası içinde, çok heyecanlı, çok saf büyüyordu.
Bir kitap, eseri tamamladı. Bir gün, atölyenin tozlu bir rafını karıştırıp bir şeyler aradığı sırada, artık kullanılmıyan işlemeci avadanlıkları arasında, Jacques de Voragine'in La Leğende Doree'sinin çok eski bir nüshasını ele geçirdi. 1549 tarihinden kalma bu Fransızca tercüme, ermişlere dair faydalı bilgilerle dolu resimlerinden dolayı, vaktiyle, bir Üstlükçü ustası tarafından satın alınmış olsa gerekti. Angelique de, uzun zaman, yalnız bu resimlere, karşısında hayran kaldığı, safdil bir imanla yapılmış, tahta üstüne kazılıp basılmış bu eski resimlere ilgi duydu. Oyun oynamasına izin verilir verilmez, sarı buzağı derisi kaplı o koca cildi alıyor, sayfalarını ağır ağır çeviriyordu. En başta, kırmızılı siyahlı harflerle, kitapçının adresi yazılıydı. "Paris'te Neufve Nötre - Dame sokağında kain, Sain - Jehan Baptiste kütüphanesi". Sonra, dört incil yazaranın, aşağı kısmı üç hakimin Mesihe tapması sahnesiyle; yukarı kısmı, Hazreti İsa'nın, kemiklere basarak yükselmesi sahnesiyle çerçevelenmiş, madalyon biçimi betimlemesiyle çevrili başlık geliyordu. Sonra resimler, süslü harfler, sayfaların başında, metnin içinde, iri ve orta boy gravürler biribirini izliyor. Çok naif bir Meryem'i nurlara boğan bir melek betimlemesiyle sahnesi; ufacık cesetler yığını ortasında zalim Herode'u gösteren, masumların boğazlanması sahnesi; Betul ile, elinde bir mum tutan Sait - Joseph arsında İsa'yı gösteren beşik sahnesi; fakirlere sa-
daka veren Saint Jean l'Aumonier; bir putu kıran Saint Mathias; sağında bir tekne içinde çocuklar bulunan, piskopos kıyafetli Saint Ni-colas; sonra, bütün ermiş kadınlar, boynu bir kılıçla delinmiş Agnes, memeleri kıskaçlarla koparılmış Christine, peşinden kuzuları gelen Genevieve, kamçılanan Julienne, yakılan Anastasie, çölde çile çeken Mısırlı Marie, koku kabını taşıyan Madeleine. Başkaları, daha başkaları, kafile kafile geçiyorlardı, her biri, gitgide artan bir acı, bir dehşet uyandırıyordu; yüreği sıkan ve gözleri yaşlarla ıslatan, dehşet ve acı veren hikayelere benziyorlardı. Fakat, Angelique, yavaş yavaş, resimlerin asıl anlamını öğrenmek merakına düştü. Sararmış kağıdın üstünde, simsiyah rengini muhafaza etmiş olan sıkışık iki sütun metin, yassı, gotikharflerin ilkel görünüşü ile onu ürkütüyordu. Ama, alıştı, o harfleri söktü; kısaltmaları, idgamları anladı; eski ifadeleri ve kelimeleri kavramayı öğrendi; bir sır keşfediyormuş gibi haz içinde, başardığı her yeni güçlükten son derece memnun yanlışsız okumaya başladı. Bütün bu kaynaşan karanlıklar altında, pırıl pırıl bir alem ortaya çıkıyordu. Angelique, göksel bir mamur içine giriyordu. Çok kuru ve çok soğuk o birkaç klasik kitabı artık gözünde yoktu. Onu, yalnız, Efsane heyecanlandırıyordu; başı elleri arasında, artık günlük hayatını yaşayamayacak kadar kendini vermiş, kitabın üstüne eğiliyor, zaman kavramını unutuyor, meçhulün derinliğinden, rüyanın büyük bir gelişme ile yükselişine bakıyordu.
Tanrı rahimde; önce, ermiş erkeklerle ermiş kadınlar geliyordu. Bunlar, ermiş olarak doğuyorlardı, dünyaya geleceklerini haber veren bir takım sesler işitiliyordu, anneleri parlak rüyalar görüyorlardı. Hepsi güzel, güçlü üstün kişilerdi. Büyük aydınlıklarla kuşatılmışlardı, yüzleri parıldıyordu. Dominique'in alnında bir yıldız vardı. İnsanların fikirlerini okuyorlar, ne düşündüklerini yüsek sesle söylüyorlardı. Geleceği görme hassaları vardı, haber verdikleri şeyler sürekli gerçekleşiyordu. Sayısız derecede çoklular, piskoposlar ve keşişler vardı, bakireler ve fahişeler vardı, dilenciler ve hükümdar sü-
lalesinden gelen senyörler vardı, kök yiyen çıplak tariki dünyalar, mağaralar içinde, dişi geyiklerle yaşıyan ihtiyarlar vardı. Hepsinin hikayesi birdi, İsa uğrunda büyüyorlardı, ona inanıyorlar, sahte tanrılara inanmak istemiyorlar, işkenceye konuluyorlar, şerefler dolu olarak ölüyorlardı. İşkenceler, İmparatorları bıktırıyordu. Çarmıha gerilen Andre, tam iki gün, yirmi bin kişiye va'zediyordu. Toplu bir halde İsa dinini kabul edenler oluyor, kırk bin kişi birden vaftiz ediliyordu. Hal'k, mucizeler karşısında, Hıristiyanlığı kabul etmediği zamanlar, dehşete kapılıp kaçıyordu. Ermişler, sihirbazlıkla suçlanıyordu; bilmeceler soruluyordu, çözüyorlardı; hekimlerin karşısına çıkarılıyorlardı, hekimlerin dili tutuluyordu. Onları, kurban etmek için tapınağa sokar sokmaz, putlar bir solukta devriliyor, parçalanıyordu. Bir bakire kemerini Venüs'ün boynuna takıyor, Venüs devriliyor, tuzla buz oluyordu. Yer sarsılıyor, Diana tapınağı yıldırımla vurulup yıkılıyordu; halk isyan ediyor, iç savaşlar başlıyordu. O zaman, cellatlar, çokluk, vaftiz edilmek istiyorlar; krallar, fakirliğe and içmiş, yırtık pırtık ermişlerin ayaklarına kapanıyorlardı. Sabine, babasının evinden kaçıyordu. Paule, beş çocuğunu bırakıyor, nefsini, yıkanmadan yoksun ediyordu. Riyazetler, oruçlar, onu saf hale getiriyordu. Ne un yiyordu, ne zeytinyağı. Germain, yiyeceklerine kül döküyordu. Beraard, yemekleri ayırdetmez oluyor, artık, bayağı sudan başka hiçbir şeyin tadını almıyordu. Agathon, bir taş paçasını ağzında, üç yıl tutuyordu. Augustun bir köpeğin koşmasını seyrederek oyalanırken, günah işlediği için pişmanlık duyuyordu. Bolluk, sağlık hor görülüyordu. Zevk, vücudu öldüren yokluklarda başlıyordu. Böylece bu ermişler, memnun, çiçeklerin yıldız olduğu, ağaç yapraklarının şarkı söylediği bahçelerde yaşıyorlardı. Ejderleri öldürüyorlar, fırtınalar estirip dindiriyorlar, kendisinden geçmiş bir halde, zeminden iki kulaç yükse-liyorlardı. Hayattalarken, dul kadınlar, onların ihtiyaçlarını sağlıyorlardı. Ölüleri, gidip gömsünler diye, aynı kadınlara rüyada görünüyorlardı. Başlarından, olmadık olaylar, roman kadar güzel, maceralar ge-
çiyordu. Yüzlerce yıl sonra da, mezarları açıldığı zaman, içinden güzel kokular çıkıyordu. Sonra, ermişlerin karşısında, şeytanlar, sayısız şeytanlar vardı. "Ekser zaman, etarf-ü eknafimızda, sinekler mi-sillu tayaran ederler ve lâyuat, havayı doldururlar. Hıızme-i şems, nasıl zerrat ile mâli ise, hava da, iblislerle ve ervahı habise ile öyle malâmaldır. Keene toz gibidirler." Artık, sonu gelmez bir savaş başlıyordu. Hep ermişler üstün geliyorlardı ve sürekli üstün olmak zorundaydılar. Şeytanlar, ne kadar çok kovulursa, o kadar kalabalık, dönüp geliyorlardı. Bir tek kadının vücudunda altı bin altı yüz altmış altı tane şeytan sayıyorlardı. Bu kadını Fortunat kurtarıyordu. Bu şeytanlar, kıvranıp duruyorlar, cin çarpmış insanların sesiyle konuşuyorlar, haykırışıyorlar, o insanların böğürlerini, fırtınaya yakalanmış gibi sarsıyorlardı. Onaların vücutlarına burunlarından, kulaklarından,' ağızlarında giriyorlar, günlerce süren korkunç mücadelelerden sonra, uğultalarla dışarıya çıkıyorlardı. Yolların her dönemecinde, cin çarpmış bir insan yerde kıvranıyor, oradan geçen bir ermiş, şeytanla savaşıyordu. Basile, bir delikanlıyı kurtarmak için, göğüs göğüse çarpışıyordu. Macaire mezarlar arasında yatıyor, bütün bir gece, hücuma uğruyor, kendini savunuyordu. Melekler bile, ölülerin yataklarının başı ucunda, ruhları kabzedebilmek için, iblisleri sopadan geçirmek zorunda kalıyorlardı. Bazan da, sırf zeka ve şeytanlık mücadeleleri oluyordu. Latifeler ediliyor, kim kimi aldatacak diye desise yarışına giriyor, havari Pierre'le, sihibaz Siman, mucize yarışmasına girişiyorlardı. Sinsi sinsi dolaşan şeytan, türlü biçimlere giriyor, kadın kılığına bürünüyor, ermişlere berzeyecek kadar ileri gidiyordu. Fakat, yenilir yenilmez kendi çirkin kılığı ile görünüyordu. Zihinleri tek meşgul eden, en fazla kin uyandıran o idi. Ondan hem korkuluyor, hem onunla alay ediliyordu. Hatta, ona karşı, dürüst bile davranılıyordu. Aslında, kazanlarının korkunç tertibatına karşın, ezeli safdildi. Yaptığı bütün anlaşmalarla, elinde, zorla veya hile ile alınıyordu. Kadınlar onu yere seriyor, Marguerite ayağıyla başını ezi-
yor, Julienne zincirle vura vura, böğürlerini deliyordu. Ondan, bir sessizlik oluşuyor aciz olduğu için kötülüğe karşı bir hor görüş hakim olduğu için hayra karşı bir inanç yükseliyordu. Istevroz çıkarmak yetiyordu, şeytan bir şey yapamıyor, haykırarak kaçıyordu. Bir bakire, istavroz çıkarınca, bütün cehennem yakılıyordu.
O zaman, ermiş erkeklerle ermiş kadınların şeytanla yaptıkları bu savaş esnasında, korkunç zulümler ve işkenceler oluyordu. Cellatlar, mazlumları bala bulayıp ortaya sürüyorlar, sinekleri üşüştürüyorlardı; onları, yalınayak, cam kırıkları ve kızgın kömürler üzerinde yürütüyorlardı; yılanlarla beraber çukurlara atıyorlardı; uçları kurşun yuvarlaklı kırbaçlarla dövüyorlardı; diri diri tabuta koyuyorlar, tabutun kapağını mıhlayıp denize atıyorlardı; saçlarından asıyorlar, sonra tutuşturuyorlardı; yaralararına sönmemiş kireç, kızgın katran, erimiş kurşun akıtıyorlardı; kızdırılıp korater haline getirilmiş tunç iskemleler üzerine oturtuyorlardı; kafalarına, kızgın miğferler geçiliyorlardı; böğürlerini meşalelerle yakıyorlar, bacaklarını örseler üzerinde kırıyorlar, gözlerini oyuyorlar, dillerini kesiyorlar, parmaklarını birer birer kırıyorlardı. Yine de, ermişler, can acısını hiçe sayıyorlar küçümsüyorlar, daha fazla ıztırap çekmek için ileri atılıyorlar, bundan hoşnut oluyorlardı. Hoş, devamlı bir mucize onları koruyordu; cellatları usandırıyorlardı. Jean zehir içtiği halde bir rahatsızlık duymuyordu. Sebastien, vücudu batan oklarla diken diken, gülümsüyordu. Bazı defa, oklar mazlumun sağında solunda, havada takılı kalıyor; yahut, atıldıktan sonra, tersine dönüp, okçunun gözlerini oyuyordu. Ermişler, erimiş kurşunu, buzlu su içer gibi içiyorlardı. Aslanlar, kuzu gibi secdeye kapanıp ellerini yalıyorlardı. Saint - Laurent, ateşte kızartılırken, hoş bir serinlik duyuyor: "A zavallı, bir tarafımı kızarttın, öte tarafımı çevir, sonra, ye, yetim kalan kızarmıştır" diye haykırıyordu. Kaynar suya daldırılan Cecile, "orada soğuk bir yerde imiş gibi oturuyor, bir parça ter bile dökmüyordu." Chritine, işkenceleri boşa çıkartıyordu. Babası, onu, on iki kişiye
dövdürüyor, hepsi yorgunluktan ölüyordu; onların yerini bir başka cellat alıyor, Christine'i bir işkence tekerleğine bağlıyor, bin beş yüz. kişiyi kavuruyordu; cellat onu, boynuna bir taş bağlayıp denize atıyordu; fakat melekler onu koruyorlardı, İsa kendisi gelip onu vaftiz ediyor, sonra, tekrar yer yüzüne götürsün diye Saint Michel'e emanet ediyordu; nihayet, başka bir cellat, onu, yılanlarla bir araya katapıyor, yılanlar, okşarcasına boynuna dolanıyordu; cellat, Christine'i beş gün, bir fırına kapatıyordu; orada, hiçbir yerine bir şey olmadan şarkı söylüyordu. Vincent, ondan daha fazla işkence çektiği halde, ıztırap du-yamıyordu. Kollarını, bacaklarını kırıyorlardı; böğürlerini, bağırsakları dışarı dökülünceye kadar, demir taraklarla tırmalıyorlardı; vücudunu iğnelerle delik deşik ediyorlardı; alev alev yanan bir ateşe atıyorlardı. Yaralarından akan kan, ateşi kaplıyordu; tekrar hapse atıyorlar, ayaklarını bir direğe mıhlıyorlardı; o, vücudu yaralanmış, ateşte kızarmış, karnı deşilmiş hala yaşıyordu; çektiği işkenceler, bir çiçek güzelliğine bürünüyor, zindan büyük bir ışıkla doluyor; melekler, güllerden bir döşek üzerinde onunla beraber şarkı söylüyorlardı. "Şarkının tatlı ahengi ve çiçeklerin kokusu dışardan işitildi, muhafızlar bunu işitince imana geldiler ve Dacien bu hali duyunca öfkesinden kudurdu; ona, daha başka ne yapalım, yenildik, dedi". İşkenceciler böyle haykırıyorlardı. İşin sonunda, ya dini kabul ediyorlar, ya da ölüyorlardı. Elleri kötürüm oluyordu. Zor ölümlerle ölüyorlardı, boğazlarına balık kılçığı kaçıp boğuluyorlardı; tepelerinden yıldırımlar iniyordu; bindikleri savaş arabaları parçalanıyordu. Ermişlerin zindanları da nur içinde parıldıyordu, Meryemle havariler, duvarlardan geçerek oralara rahatça giriyorladı. Genellikle yardımlar geliyordu, gökyüzü açılıyor, ruhlar iniyor, Allah, elinde mücevherlerden bir taçla orada gözüküyordu. Ölüm de, ondan dolayı, zevkli oluyordu. Ermişler, ölüme meydan okuyorlardı, yakınlarından biri ölen akrabalar seviniyorlardı. Arafat dağında, on bin kişi çarmıha gerilip can veriyordu. Cologne çevresinde, Hunlar, on bin bakireyi kı-
lıçtan geçiriyordu. Sirklerde, hayvanların dişleri arasında kemikler çatırdıyordu. Daha üç yaşındayken, ruh-ül-kudüs'ün büyük adam gibi konuşturduğu Quirique, işkenceye konuluyordu. Memedeki çocuklar, cellatlara hakaref ediyorlardı. Tene karşı, insan paçavrasına karşı bir hor görüş, bir tiksinti, can acısına gökse bir haz. katıyordu. Teni pa-
ralasınlar, ezsinler, yaksınlar, ne iyi idi; ne kadar fazla işkence etseler, çektiği azap yetmezdi; hepsi keskin silah istiyor, boğazlarına kılıç batırılmasını istiyor, yalnız onunla ölüyorlardı. Eulalie, odun yığını üzerinde, kendisine hakaretler savuran gafil bir kalabalık ortasında, daha çabuk ölmek için alevi yutuyordu. Allah, onun muradını veriyor, ağzından, beyaz bir güvercin çıkıyor, göğe yükseliyordu.
Angelique, bunları okudukça hayran kalıyordu. Bunca facia ve zafer dolu bu sevinç hali, onu, gerçeğin üstünde hazdan mest bir hale getiriyordu. Fakat, efsanenin daha latif başka tarafları, örneğin hayvanlar, orada kaynaşan bütün Nuh gemisi kalabalığı da onu eğlendiriyordu. Tarik-i dünyaları beslemeye memur kargalarla kartallar onu ilgilendiriyordu. Sonra, aslanlara özgü ne güzel hikayeler vardı! Mısırlı Marie'nin mezarını kazan hatır sayar aslan; Mısırlı Marie'nin mezarını kazan hatır sayar aslan; Prokonsül'ler, bakireleri kötü evlere yolladıkları zaman, o evlerin kapısında bekleyen, ateş saçan aslan; sonra, kendisine bir eşek emanet edilen, eşek çaldıran, tekrar alıp getiren Jerome'un aslanı. Bir de, çaldığı domuz yavrusunu geri getiren, pişman olmuş kurt vardı. Bernard, sinekleri aforoz ediyor, sinekler düşüp ölüyordu. Remi ile Blaise, kuşları sofralarında besliyorlar, takdis ediyorlar, onlara şifa veriyorlardı. "Çok sade ve safdil" François, onlar vaaz veriyor, Allahı sevmeye özendiriyordu. "Ağustosböceği denilen bir kuş, bir incir ağacına konmuştu, ve François elini uzattı ve bu kuşu çağırdı, kuş hemen söz dinledi vegelip onun eline kondu. Ve François ona dedi ki: Öt, kardeşim, Tanrıya şükret. Ve kuş, hemen öttü ve ondan izin almadıkça gitmedi". Bu, Angelique için, bir eğlence konusu idi; ona, bakalım gelecekler mi diye merak ederek, gü-
vercinleri çağırmak fikrini veriyordu. Sonra, bir takım hikayeler vardı ki, ne zaman okusa, gülmekten hasta oluyordu. İsa'yı taşıyan iyi yürekli dev Christophe, onu, gözlerini yaşartacak kadar güldürüyordu, Anastasie'nin üç oda hizmeçisini kucaklamak için mutfağa girip de, onların yerine sobaları ve tencereleri öpen valinin bu kötü macerası, onu katıla katıla güldürüyordu. "Simsiyah, pek çirkin giysileri perişan bir halde dışarı çıktı. Dışarıda bekleyen hizmetkarlar onu bu kılıkta görünce, cin çarpmış sandılar, bunun üzerine, onu sopalarla dövdüler, tek başına bırakıp savuştular". Ama, asıl, şeytanın dayak yediğini okurken kahkahadan kınlıyordu; hele, zindanda yatarken, şeytanın baştan çıkarmaya çalıştığı Julienne, ona bukağısı ile öyle mükemmel bir kötek atıyordu ki, "İmdi hakim, Julienne'in getirilmesini emretti ve Julienne, dışarı çıktığı zaman, şeytanı peşinden sürüklüyordu ve şeytan şöyle bağırdı: Madam Julienne, artık bana eziyet etmeyin. Julienne, onu çarşının bir başından öte başına kadar böylece sürükledi ve sonra, gayet murdar bir çukura attı". Angelique, bazan da, bir yan-. dan iş işlerken, bir yandan da Hubert'lere, peri masallarından daha meraklı efsaneler anlatıyordu. Bu efsaneleri o kadar çok okumuştu ki, ezbere biliyordu: Zulümden kaçıp, bir mağarada etrafları örülen, orada üç yüz yetmiş yedi sene uyuyan, uyandıkları zaman, imparator Theodor'u pek hayrette bırakan "yedi uyular"ın efsanesi; büyük felaketlerle birbirinden ayrılan, nihayet, çok güzel mucizelerde tekrar birleşen baba, ana ve üç oğuldan oluşan bütün bir ailenin, son-suz,beklenmedik, rikkat verici maceralarla dolu Saint Clemet'ih efsanesi. Angelique'in gözyaşları akıyor, gece rüyada bunları görüyor, artık, yalnızca facia ve zafer dolu bu mucize dünyasında, her türlü zevklerle ödüllendirilirken her türlü mutlulukların doğaüstü diyarında yaşıyordu.
Angelique, ilk komünyon'unu yaptıktan sonra, ermiş kadılar gibi, yerden iki kulaç yukarıda yürüdüğünü sandı. Hristiyanlığın ilk de-virlerindeki genç Hıristiyan kızlarından biri idi, gufransız iman se-
lameline eremiyeceğini kitapta okuyup öğrendiği için, kendisini, Al-lahın eline bırakıyordu. Hubert'ler, yalnızca alelade tapınakları yapıyorlar, pazar günleri sabah ayinine gidiyorlar, büyük yortularda ko-münyon'a katılıyorlardı; bunu da naçiz insanlara ait o sakin imanla, biraz da, gelenek yüzünden ve müşterileri için yapıyorlardı, çünkü, üstlükler, babadan oğula, komünyon'larını vaktinde yapa gelmişlerdi. Hubert, bazan, bir tezgah kurarken işini yarıda bırakıp, çocuğun okuduğu efsaneleri dinliyor, saçları, görünmez alemin hafif soluğu ile uyuşarak, onunla beraber ürpertiler geçiriyordu. Çocuktaki ihtiras onda da vardı, Angelique'i beyaz fistanıyla görünce ağladı. O gün, bir rüyaya benzedi, kiliseden, ikisi de şaşkın ve yorgun döndüler. Hubertine, gece onları azarlamak zorunda kaldı; kendisi mutedildi, iyi şeylerde bile ifratı ayıplardı. O günden sonra, Angelique'in gayretkeşliğini, hele, kızın yakalandığı merhamet taşkınlığını yenmek zorunda kaldı. François'nın sevgilisi yoksuldu. Julien I'Aumonier, yoksullara, efendilerim diyordu; Gervais ile Protais, yoksulluktu ayaklarını yıkıyorlardı; Martin, kaftanını onlarla paylaşıyordu. Çocuk da, Luce gibi, nesi varsa satıp yosullara vermek istiyordu. Önce, ufak tefet eşyasını elden çıkarmış, sonra, evi soymaya başlamıştı. Fakat, asıl kötüsü, iyiyi kötüyü ayırdetmeden, eli gayet açık, layık olmayanlara vermesi idi. İlk komünyon'un daha ertesi gününün akşamı, bir ayyaş kadına percereden çamaşır attığı için azarlanınca, tekrar eski acarlıklarına döndü,müthiş bir buhran geçirdi. Sonra, utancından bitkin bir halde, hastalandı, üç gün yataktan çıkamadı.
Böylece, haftalar, aylar geçiyordu. İki yıl geçmişti. Angelique, on dört yaşındaydı, artık kadın oluyordu. Efsaneyi okuduğu zaman, kulakları uğulduyor, kanı, şakaklarının ince mavi damarlarında atıyordu; şimdi, bakirelere karşı, kardeşçe bir sevgi duymaya başlıyordu.
Bakirelik, meleklerin kardeşiydi, her türlü nimete ermiş olmaktı, şeytanın yenilgisi üstün iman sahipliği idi. Gufrana yenilgi aciz edi-
niyordu, yenilmez mükemmellikti. Ruhülkudüs, Luce'ü öyle ağır hale getiriyordu ki, bin kişi ile beş yüz çift öküz, prokonsül'ün emriyle onu sürüklemeye çalıştıkları halde, kötü bir yere götüremiyorlardı. Anas-tasie'yi öpmek istiyen bir valinin gözleri kör oluyordu. İşkenceler esnasında, bakirelerin saflığı nur saçıyor, demir taraklarla tırmalanan bembeyaz tenlerinden, kan yerine, oluk gibi süt akıyordu. Ailesinden kaçıp bir keşişin cüppesi altına saklanan, Hıristiyan genç kızın hikayesi, on defa tazeleniyordu; keşiş civardaki bir kızı berbadetmek töhmeti altında kalıyor, kendini temize çıkarmaya çalışmadan iftiraya göğüs geriyor sonra, kızın masumluğu birden bire anlaşılarak haklı çıkıyordu. Eugenie böylece bir yargıç karşısına getiriliyor, babasını tanıyor, fistanını yırtıyor, kendini gösteriyordu. Namus mücadelesi, öncesi ve sonrası hep yeniden başlıyor, sürekli teşvikçiler çıkıyordu. Onun için, ermişlerin hikmeti kadın korkusu idi. Bu dünya, tuzaklarla dolu idi, tariki dünyalar, içinde kadın bulunmayan çöle gidiyorlardı. Korkunç bir savaş yapıyorladı, vücutlarını kırbaçlıyorlar, çalılıklara ve karın üstüne kendilerini çırılçıplak atıyorlardı. Bir münzevi keşiş, annesine yardım edip onu sıklık bir yerden geçirirken, cüppesini parmaklarına sarıyordu. İplerle bağlı bir din kurbanı, kendisini bir fahişenin baştan çıkarmaya uğraşması üzerine, dilini dişleriyle koparıp onun suratına tükürüyordu. François, kendi vücudundan daha büyük düşmanı olmadığını söylüyordu. Bernard, evinde konuk kaldığı bir kadından kendisini korumak için, hırsız var! hırsız var! diye haykırıyordu. Papa Leon, hamursuz ekmek verdiği bir kadın, elini öpünce, elini bileğinden kesiyor; bakire Meryem, eli tekrar yerine koyuyordu. Hepsi karı kocaların ayrılığını övüyordu. Çok zengin ve evli olan Alexis, karısına namuz derisi veriyor, sonra çekilip gidiyordu. Ancak beraber ölmek için evleniliyordu. Cyprien'i görüp rahatsız olmaya başlayan Justine ayak diriyor, ona dini kabul ettiriyor, beraber ölüme gidiyordu. Bir melek tarafından sevilen Cecile, düğün gecesi, kocası Valerien'e bu sırrı açıyor, o da, kendisine el sürmüyor, meleği
görebilmek için vaftiz olmak istiyordu. "Odasında, Cecile'in melekle konuştuğunu gördü ve meleğin elinde, iki gül çelengi vardı ve onların birini Cecile'in eline, ötekini Valerien'in eline verip dedi ki: Bu kalp ve vücut çelenklerini, lekesiz koruyunuz". Ölüm aşktan daha güçlüydü, varlığa bir meydan okuyuştu; Hilaire, kızı Apia asla evlenmesin diye onu cennete çağırması için Allaha yalvarıyordu, kızı ölüyordu. Annesi, kendisini de cennete çağırtaması için babaya rica ediyordu; bu da oluyordu. Hazreti Meryem, kadınların nişanlılarını ellerinden alıyordu. Macar kralının akrabası olan bir asilzade, Meryem mücadeleye başlar başlamaz, doğaüstü güzel olan bir genç kızdan vazgeçiyordu. "Meryem anamız, birdenbire ona gözüktü ve dedi ki: eğer, ben, dediğin gibi güzelsem, beni niçin bırakıp başkasını alıyorsun" ve asilzade, onunla nişanlandı. .
Bütün bu ermiş bakireler arasında, Angelique'in seçtikleri vardı; onların verdikleri ders, kalbine kadar giriyor, onu düzeltecek kadar etki yapıyordu. Saltanat içinde doğmuş olan akıllı Catherine'in karşısına imparator Maxime'in, çıkardığı elli beyan hocası ve gramerci ile çekişmesi, geniş bilgisi ile Angelique'i körüklüyordu. Catherine onları utandırıyor, susturuyordu: "Şaşıp kaldılar ve ne diyeceklerini bilemediler, fakat hepsi sustular. Ve imparator, bir genç kıza bu kadar çirkin şekilde yenildikleri için, hepsini ayıpladı." O zaman, ellisi birden, Catherine'e gidip hıristiyan dinini kabul ettiklerini söylediler. "İmdi, müstebit bunu haber aldıkta, azim bir tehevvüre giriftar oldu ve cümlesinin belde ortasında yakılmasını emretti.." Angelique'in gözünde, Catherine, yenilmez bilgili kızdı, güzellikte olduğu kadar akılca da gururlu ve parlaktı, Angelique, insanları hak yoluna getirmek ve kellesi kesilmeden önce, hapishanede, bir güvercin tarafından beslenmek için, onun yerinde olmak isityordu. Fakat, asıl, Macar kralının kızı Elisabeth, onun için sürekli bir ders oluyordu. Gururu her isyan ettikçe, şiddete kapıldığı zamanlar, daha beş yaşında iken sofu olan,
oyun oynamak istemeyen, Allaha hamdetmek için yerde yatan; sonradan, Thuringe hakiminin yumuşak başlı ve mazlum karısı olan, her gece göz yaşları ile sırılsıklam olan yüzünü kocasına neşeli gösteren; sonunda, bir dul olarak kendi memleketi sınırlarından dışarı kovulan, yoksul bir kadın hayatı yaşa-maktan mutluluk duyan o halavet ve sadelik örneğini düşünüyordu. "Giysileri o kadar kötü idi ki, sırtındaki kül rengi manto, başka renkten bir kumaş eklenip uzatılmıştı. Etekliğinin kenarları kopmuştu ve başka renkten yama vurulmuştu". Babası kral, bir kontu gönderip onu çağırtıyordu. "Kont, onu, bu kıyafette ve yün eğirirken görünce, kederinden ve hayretinden haykırdı ve dedi ki: hiç bir kral kızı ne böyle bir kıyafette, ne de yün eğirirken görülmüştür." Elisabeth, tam bir Hıristiyan alçak gönüllülüğü gösteriyor, dilencilerle beraber kara ekmekle geçiniyor, tiksinmeden onların yaralarını sarıyor, kaba giysiler giyiyor, katı toprakta yatıyor, dini alayların peşinden yalınayak yürüyordu. "Çok kez, mutfaktaki çanak çömlekleri yıkıyor, hizmetçi kadınlar engel olmasınlar diye saklanıp gizleniyor; bundan daha kötü bir başka hayat bulsam öyle yaşardım, diyordu". Öyle ki, Angelique, kendisine mutfağı yıkattıkları zaman öfkeden direndiği halde, şimdi ezilmek ihtiyacı ile kıvrandığını hissettikçe, aşağılık işler görmeğe uğraşıyordu. Nihayet, Catherine'den de fazla, Elisabeth'den de fazla, hepsinden de fazla, bir ermiş kızı, din şehidi, çocuk Agnes'i seviyordu. Kendisini katedralin kapısı altında kurumuş olan, vücudu saçları ile örtülü o bakireyi, efsanede buldukça, yüreği titriyordu. Ne kadar ateşli bir saf aşktı o! Okuldan çıkarken, yanına yaklaşan valinin oğlunu nasıl da uzak-laştırıyordu: "Haydi! çekil yanımdan, ölüm çobanı, günah başlangıcı, hainlik." Aşkını nasıl da övüyordu: "Ben, annesi Hazreti Meryem olanı, babası kadın yüzü görmemiş olanı, güzelliğine güneşle ayın hayran bırakanı, kokusu ölüleri dirilteni seviyorum". Aspasien "boğazına bir kılıç sokulmasını" emredince, Ag-nes, cennete yükseliyor, "Ak ve ateş alı" ile birleşiyordu.
yüzünde gözleri yorgun görünüyordu; azarlarlarsa köpürüyor, kötü kötü yanıtlar veriyordu. Bazı günler, onu uslandırmak istedikleri zaman, tepinerek, ellerini vurarak, yırtmaya ve ısırmaya hazır, kasılıyor, delice gurur buhranları geçiriyordu. O zaman, bu küçük canavar karşısında, korkudan geriliyorlar, onun içinde kıvranan iblisten, dehşete kapılıyorlardı. Kimdi bu kız, acaba? Nereden geliyordu? Sokakta bulunan bu çocuklar, hemen daima, ahlaksızlığın ve cinayetin eseridirler. Onu sokaktan çekip aldıklarına iki defa pişman olmuşlar, sinirlenmişler, hükümete geri vererek başlarından savmaya karar vermişlerdi. Fakat, her defasında, bütün evi sarsan bu müthiş sahneler, aynı göz yaşı tufanı ile, aynı pişmanlık taşkınlığı ile sona eriyor, çocuk, öyle bir cezalanma isteğiyle kendini yerlere atıyordu ki, çaresiz affetmek gerekiyordu.
Hubertine, yavaş yavaş, onun üzerinde etkinlik kazandı. Saflığı, kuvvetli ve yumuşak hali, dengesi kusursuz dürüst aklı ile, bu şekilde eğitim vermeye elverişli yaratılmıştı. Ona, feragati ve itaati öğretiyor, ihtirası ve gururu bunlarla karşılaştırıp ona gösteriyordu. Söz dinlemek, yaşamak demekti. Allaha, anaya babaya, kendinden büyüklere itaat etmek gerekti. Bütün bir sözdinleme silsilesi vardı ki, bunun dışında, ayarı bozulan hayat, düzenini kaybederdi. Onun için, Hubertine, her isyanda, alçak gönüllülüğü öğretmek üzere, ceza olarak ona, bulaşığı kurulamak, mutfağı yıkamak gibi işler yükledi; sonuna kadar da kendisi başında durur, onu, önce öfkeden kuduran, sonra boyun eğen haliyle, iki kat, döşeme taşlan üstünde çalıştırırdı. Bu çocuğun, onu en fazla endişelendiren tarafı, ihtirası, sevgilerinin hamlesi ve şiddeti idi. Onu, birçok defa, kendi kendisinin ellerini öperken görmüştü. Resimlerin karşısında, ermişlere ait ufak resimlerin, biriktirdiği İsa betimlemelerinin karşısında ateşlendiğini gördü; sonra, bir akşam, onu, göz yaşlan içinde, baygın, başı masaya dayalı, dudakları resimlere yapışık bir halde bulmuştu. Resimleri elinden çekip aldığı zaman kıyametler koptu; Angelique, derisini yüzüyorlarmış
gibi yaygaralar kopardı, ağladı. Hubertine, o günden sonra, onu sıkıya koydu, gevşeme hallerine göz yummadı, işe boğdu, gözleri yuvalarından fırlayıp yanakları ateş kesilerek sinirlenmeye başladığını anlar anlamaz etrafında bir sessizlik ve soğukluk yaratmağa başladı.
Zaten, Hubertine, sosyal yardım kimliğini kendisine yardımcı edinmişti. Her üç ayda bir, tahsildar onu imzaladığı zaman, Angelique akşama kadar kederli olurdu. Dolaptan, tesadüf, bir makara altın kılaptan alırken, kimliği gözü ilişecek olsa, yüreği sızlardı. Öfkesi ve aksiliği tuttuğu, hiçbir şeyle yola getirilemediği bir gün, çekmenin ta içini karıştırdığı sırada, küçük cüzdanın karşısında kendinden ge-çivermişti. Hıçkırıklarla boğuluyordu; Hubert'lerin ayağına kapanmış yalvarıyor, kekeliyor, kendisini sokaktan evlerine almakla hata işlediklerini, onların ekmeğini yemeye layık bir insan olmadığını söylüyordu. O günden sonra, cüzdan aklına geldikçe, çoğu zaman öfkesini önlüyordu.
Angelique, böyle, ilk komünyon yaşı olan 12 sine bastı. Bu çok sakin çevre, katedralin gölgesinde uyuklayan, günlük kokularıyla, ilahi ürpertileriyle dolu bu küçük ev, nereden koparıldığı belli olmayan, daracık bahçenin mistik toprağına daldırılan bu vahşi dölün yavaş yavaş düzelmesine yardım ediyordu; orada, gündelik çalışma ile, uyuklıyan mahalleden bir ses bile yansımadan dünyadan habersizlikle geçen düzenli hayatın da etkisi vardı. Fakat, asıl huzuru yaratan şey, Hubert'lerin şifasız bir vicdan azabıyla artmış gibi görünen büyük aşkı idi. Hubert, karısını, anasının isteğine karşın almakla ona karşı yaptığı hakareti, onu çalışmakla günlerini geçiriyordu. Çocukları öldüğü zaman, karısının, bu cezadan dolayı kendisini suçlu bulduğunu iyiden iyiye hissetmiş, kendisini affettirmeye uğraşıyordu. Bu iş, çoktan beri olmuştu zaten, karısı ona tapıyordu. Bununla beraber, Hubert bazan şüphe ediyor, bu şüphe hayatını zehirliyordu. Ölünün, o inatçı ananın, toprak altında, artık inattan vazgeçtiğine emin olmak için, bir çocuğu daha olmasını istiyordu. İkisinin de tek
isteği, af eseri olacak bu çocuktu; Hubert, bir ibadet halinde, bitmez tükenmezlin nişanlılığa benziyen, ateşli ve iffetli bir evlilik ihtirası içinde, karısının ayakları dibinde yaşıyordu. Çırak kızın yanında, ka-rısını saçlarından bile öpmediği halde, yirmi yılı evlilik hayatından sonra, yatak odasına girerken zifaf gecesi, genç bir kocanın duyduğu heyecanı hissediyordu.
Bu oda, beyazlı grili yağlı boyasıyla, mavi çiçek demetleriyle süslü kağıdıyla, kreton kılıflı, ceviz ağacından mobilyasıyla, orta halli bir yerdi. Ortadan, hiçbir gürültü işitilmezdi, fakat bir şefkat kokusu yayılır, bütün evi ılık bir hava ile sarardı. Angelique, bu sevgi havası içinde, çok heyecanlı, çok saf büyüyordu.
Bir kitap, eseri tamamladı. Bir gün, atölyenin tozlu bir rafını karıştırıp bir şeyler aradığı sırada, artık kullanılmıyan işlemeci avadanlıkları arasında, Jacques de Voragine'in La Leğende Doree'sinin çok eski bir nüshasını ele geçirdi. 1549 tarihinden kalma bu Fransızca tercüme, ermişlere dair faydalı bilgilerle dolu resimlerinden dolayı, vaktiyle, bir Üstlükçü ustası tarafından satın alınmış olsa gerekti. Angelique de, uzun zaman, yalnız bu resimlere, karşısında hayran kaldığı, safdil bir imanla yapılmış, tahta üstüne kazılıp basılmış bu eski resimlere ilgi duydu. Oyun oynamasına izin verilir verilmez, sarı buzağı derisi kaplı o koca cildi alıyor, sayfalarını ağır ağır çeviriyordu. En başta, kırmızılı siyahlı harflerle, kitapçının adresi yazılıydı. "Paris'te Neufve Nötre - Dame sokağında kain, Sain - Jehan Baptiste kütüphanesi". Sonra, dört incil yazaranın, aşağı kısmı üç hakimin Mesihe tapması sahnesiyle; yukarı kısmı, Hazreti İsa'nın, kemiklere basarak yükselmesi sahnesiyle çerçevelenmiş, madalyon biçimi betimlemesiyle çevrili başlık geliyordu. Sonra resimler, süslü harfler, sayfaların başında, metnin içinde, iri ve orta boy gravürler biribirini izliyor. Çok naif bir Meryem'i nurlara boğan bir melek betimlemesiyle sahnesi; ufacık cesetler yığını ortasında zalim Herode'u gösteren, masumların boğazlanması sahnesi; Betul ile, elinde bir mum tutan Sait - Joseph arsında İsa'yı gösteren beşik sahnesi; fakirlere sa-
daka veren Saint Jean l'Aumonier; bir putu kıran Saint Mathias; sağında bir tekne içinde çocuklar bulunan, piskopos kıyafetli Saint Ni-colas; sonra, bütün ermiş kadınlar, boynu bir kılıçla delinmiş Agnes, memeleri kıskaçlarla koparılmış Christine, peşinden kuzuları gelen Genevieve, kamçılanan Julienne, yakılan Anastasie, çölde çile çeken Mısırlı Marie, koku kabını taşıyan Madeleine. Başkaları, daha başkaları, kafile kafile geçiyorlardı, her biri, gitgide artan bir acı, bir dehşet uyandırıyordu; yüreği sıkan ve gözleri yaşlarla ıslatan, dehşet ve acı veren hikayelere benziyorlardı. Fakat, Angelique, yavaş yavaş, resimlerin asıl anlamını öğrenmek merakına düştü. Sararmış kağıdın üstünde, simsiyah rengini muhafaza etmiş olan sıkışık iki sütun metin, yassı, gotikharflerin ilkel görünüşü ile onu ürkütüyordu. Ama, alıştı, o harfleri söktü; kısaltmaları, idgamları anladı; eski ifadeleri ve kelimeleri kavramayı öğrendi; bir sır keşfediyormuş gibi haz içinde, başardığı her yeni güçlükten son derece memnun yanlışsız okumaya başladı. Bütün bu kaynaşan karanlıklar altında, pırıl pırıl bir alem ortaya çıkıyordu. Angelique, göksel bir mamur içine giriyordu. Çok kuru ve çok soğuk o birkaç klasik kitabı artık gözünde yoktu. Onu, yalnız, Efsane heyecanlandırıyordu; başı elleri arasında, artık günlük hayatını yaşayamayacak kadar kendini vermiş, kitabın üstüne eğiliyor, zaman kavramını unutuyor, meçhulün derinliğinden, rüyanın büyük bir gelişme ile yükselişine bakıyordu.
Tanrı rahimde; önce, ermiş erkeklerle ermiş kadınlar geliyordu. Bunlar, ermiş olarak doğuyorlardı, dünyaya geleceklerini haber veren bir takım sesler işitiliyordu, anneleri parlak rüyalar görüyorlardı. Hepsi güzel, güçlü üstün kişilerdi. Büyük aydınlıklarla kuşatılmışlardı, yüzleri parıldıyordu. Dominique'in alnında bir yıldız vardı. İnsanların fikirlerini okuyorlar, ne düşündüklerini yüsek sesle söylüyorlardı. Geleceği görme hassaları vardı, haber verdikleri şeyler sürekli gerçekleşiyordu. Sayısız derecede çoklular, piskoposlar ve keşişler vardı, bakireler ve fahişeler vardı, dilenciler ve hükümdar sü-
lalesinden gelen senyörler vardı, kök yiyen çıplak tariki dünyalar, mağaralar içinde, dişi geyiklerle yaşıyan ihtiyarlar vardı. Hepsinin hikayesi birdi, İsa uğrunda büyüyorlardı, ona inanıyorlar, sahte tanrılara inanmak istemiyorlar, işkenceye konuluyorlar, şerefler dolu olarak ölüyorlardı. İşkenceler, İmparatorları bıktırıyordu. Çarmıha gerilen Andre, tam iki gün, yirmi bin kişiye va'zediyordu. Toplu bir halde İsa dinini kabul edenler oluyor, kırk bin kişi birden vaftiz ediliyordu. Hal'k, mucizeler karşısında, Hıristiyanlığı kabul etmediği zamanlar, dehşete kapılıp kaçıyordu. Ermişler, sihirbazlıkla suçlanıyordu; bilmeceler soruluyordu, çözüyorlardı; hekimlerin karşısına çıkarılıyorlardı, hekimlerin dili tutuluyordu. Onları, kurban etmek için tapınağa sokar sokmaz, putlar bir solukta devriliyor, parçalanıyordu. Bir bakire kemerini Venüs'ün boynuna takıyor, Venüs devriliyor, tuzla buz oluyordu. Yer sarsılıyor, Diana tapınağı yıldırımla vurulup yıkılıyordu; halk isyan ediyor, iç savaşlar başlıyordu. O zaman, cellatlar, çokluk, vaftiz edilmek istiyorlar; krallar, fakirliğe and içmiş, yırtık pırtık ermişlerin ayaklarına kapanıyorlardı. Sabine, babasının evinden kaçıyordu. Paule, beş çocuğunu bırakıyor, nefsini, yıkanmadan yoksun ediyordu. Riyazetler, oruçlar, onu saf hale getiriyordu. Ne un yiyordu, ne zeytinyağı. Germain, yiyeceklerine kül döküyordu. Beraard, yemekleri ayırdetmez oluyor, artık, bayağı sudan başka hiçbir şeyin tadını almıyordu. Agathon, bir taş paçasını ağzında, üç yıl tutuyordu. Augustun bir köpeğin koşmasını seyrederek oyalanırken, günah işlediği için pişmanlık duyuyordu. Bolluk, sağlık hor görülüyordu. Zevk, vücudu öldüren yokluklarda başlıyordu. Böylece bu ermişler, memnun, çiçeklerin yıldız olduğu, ağaç yapraklarının şarkı söylediği bahçelerde yaşıyorlardı. Ejderleri öldürüyorlar, fırtınalar estirip dindiriyorlar, kendisinden geçmiş bir halde, zeminden iki kulaç yükse-liyorlardı. Hayattalarken, dul kadınlar, onların ihtiyaçlarını sağlıyorlardı. Ölüleri, gidip gömsünler diye, aynı kadınlara rüyada görünüyorlardı. Başlarından, olmadık olaylar, roman kadar güzel, maceralar ge-
çiyordu. Yüzlerce yıl sonra da, mezarları açıldığı zaman, içinden güzel kokular çıkıyordu. Sonra, ermişlerin karşısında, şeytanlar, sayısız şeytanlar vardı. "Ekser zaman, etarf-ü eknafimızda, sinekler mi-sillu tayaran ederler ve lâyuat, havayı doldururlar. Hıızme-i şems, nasıl zerrat ile mâli ise, hava da, iblislerle ve ervahı habise ile öyle malâmaldır. Keene toz gibidirler." Artık, sonu gelmez bir savaş başlıyordu. Hep ermişler üstün geliyorlardı ve sürekli üstün olmak zorundaydılar. Şeytanlar, ne kadar çok kovulursa, o kadar kalabalık, dönüp geliyorlardı. Bir tek kadının vücudunda altı bin altı yüz altmış altı tane şeytan sayıyorlardı. Bu kadını Fortunat kurtarıyordu. Bu şeytanlar, kıvranıp duruyorlar, cin çarpmış insanların sesiyle konuşuyorlar, haykırışıyorlar, o insanların böğürlerini, fırtınaya yakalanmış gibi sarsıyorlardı. Onaların vücutlarına burunlarından, kulaklarından,' ağızlarında giriyorlar, günlerce süren korkunç mücadelelerden sonra, uğultalarla dışarıya çıkıyorlardı. Yolların her dönemecinde, cin çarpmış bir insan yerde kıvranıyor, oradan geçen bir ermiş, şeytanla savaşıyordu. Basile, bir delikanlıyı kurtarmak için, göğüs göğüse çarpışıyordu. Macaire mezarlar arasında yatıyor, bütün bir gece, hücuma uğruyor, kendini savunuyordu. Melekler bile, ölülerin yataklarının başı ucunda, ruhları kabzedebilmek için, iblisleri sopadan geçirmek zorunda kalıyorlardı. Bazan da, sırf zeka ve şeytanlık mücadeleleri oluyordu. Latifeler ediliyor, kim kimi aldatacak diye desise yarışına giriyor, havari Pierre'le, sihibaz Siman, mucize yarışmasına girişiyorlardı. Sinsi sinsi dolaşan şeytan, türlü biçimlere giriyor, kadın kılığına bürünüyor, ermişlere berzeyecek kadar ileri gidiyordu. Fakat, yenilir yenilmez kendi çirkin kılığı ile görünüyordu. Zihinleri tek meşgul eden, en fazla kin uyandıran o idi. Ondan hem korkuluyor, hem onunla alay ediliyordu. Hatta, ona karşı, dürüst bile davranılıyordu. Aslında, kazanlarının korkunç tertibatına karşın, ezeli safdildi. Yaptığı bütün anlaşmalarla, elinde, zorla veya hile ile alınıyordu. Kadınlar onu yere seriyor, Marguerite ayağıyla başını ezi-
yor, Julienne zincirle vura vura, böğürlerini deliyordu. Ondan, bir sessizlik oluşuyor aciz olduğu için kötülüğe karşı bir hor görüş hakim olduğu için hayra karşı bir inanç yükseliyordu. Istevroz çıkarmak yetiyordu, şeytan bir şey yapamıyor, haykırarak kaçıyordu. Bir bakire, istavroz çıkarınca, bütün cehennem yakılıyordu.
O zaman, ermiş erkeklerle ermiş kadınların şeytanla yaptıkları bu savaş esnasında, korkunç zulümler ve işkenceler oluyordu. Cellatlar, mazlumları bala bulayıp ortaya sürüyorlar, sinekleri üşüştürüyorlardı; onları, yalınayak, cam kırıkları ve kızgın kömürler üzerinde yürütüyorlardı; yılanlarla beraber çukurlara atıyorlardı; uçları kurşun yuvarlaklı kırbaçlarla dövüyorlardı; diri diri tabuta koyuyorlar, tabutun kapağını mıhlayıp denize atıyorlardı; saçlarından asıyorlar, sonra tutuşturuyorlardı; yaralararına sönmemiş kireç, kızgın katran, erimiş kurşun akıtıyorlardı; kızdırılıp korater haline getirilmiş tunç iskemleler üzerine oturtuyorlardı; kafalarına, kızgın miğferler geçiliyorlardı; böğürlerini meşalelerle yakıyorlar, bacaklarını örseler üzerinde kırıyorlar, gözlerini oyuyorlar, dillerini kesiyorlar, parmaklarını birer birer kırıyorlardı. Yine de, ermişler, can acısını hiçe sayıyorlar küçümsüyorlar, daha fazla ıztırap çekmek için ileri atılıyorlar, bundan hoşnut oluyorlardı. Hoş, devamlı bir mucize onları koruyordu; cellatları usandırıyorlardı. Jean zehir içtiği halde bir rahatsızlık duymuyordu. Sebastien, vücudu batan oklarla diken diken, gülümsüyordu. Bazı defa, oklar mazlumun sağında solunda, havada takılı kalıyor; yahut, atıldıktan sonra, tersine dönüp, okçunun gözlerini oyuyordu. Ermişler, erimiş kurşunu, buzlu su içer gibi içiyorlardı. Aslanlar, kuzu gibi secdeye kapanıp ellerini yalıyorlardı. Saint - Laurent, ateşte kızartılırken, hoş bir serinlik duyuyor: "A zavallı, bir tarafımı kızarttın, öte tarafımı çevir, sonra, ye, yetim kalan kızarmıştır" diye haykırıyordu. Kaynar suya daldırılan Cecile, "orada soğuk bir yerde imiş gibi oturuyor, bir parça ter bile dökmüyordu." Chritine, işkenceleri boşa çıkartıyordu. Babası, onu, on iki kişiye
dövdürüyor, hepsi yorgunluktan ölüyordu; onların yerini bir başka cellat alıyor, Christine'i bir işkence tekerleğine bağlıyor, bin beş yüz. kişiyi kavuruyordu; cellat onu, boynuna bir taş bağlayıp denize atıyordu; fakat melekler onu koruyorlardı, İsa kendisi gelip onu vaftiz ediyor, sonra, tekrar yer yüzüne götürsün diye Saint Michel'e emanet ediyordu; nihayet, başka bir cellat, onu, yılanlarla bir araya katapıyor, yılanlar, okşarcasına boynuna dolanıyordu; cellat, Christine'i beş gün, bir fırına kapatıyordu; orada, hiçbir yerine bir şey olmadan şarkı söylüyordu. Vincent, ondan daha fazla işkence çektiği halde, ıztırap du-yamıyordu. Kollarını, bacaklarını kırıyorlardı; böğürlerini, bağırsakları dışarı dökülünceye kadar, demir taraklarla tırmalıyorlardı; vücudunu iğnelerle delik deşik ediyorlardı; alev alev yanan bir ateşe atıyorlardı. Yaralarından akan kan, ateşi kaplıyordu; tekrar hapse atıyorlar, ayaklarını bir direğe mıhlıyorlardı; o, vücudu yaralanmış, ateşte kızarmış, karnı deşilmiş hala yaşıyordu; çektiği işkenceler, bir çiçek güzelliğine bürünüyor, zindan büyük bir ışıkla doluyor; melekler, güllerden bir döşek üzerinde onunla beraber şarkı söylüyorlardı. "Şarkının tatlı ahengi ve çiçeklerin kokusu dışardan işitildi, muhafızlar bunu işitince imana geldiler ve Dacien bu hali duyunca öfkesinden kudurdu; ona, daha başka ne yapalım, yenildik, dedi". İşkenceciler böyle haykırıyorlardı. İşin sonunda, ya dini kabul ediyorlar, ya da ölüyorlardı. Elleri kötürüm oluyordu. Zor ölümlerle ölüyorlardı, boğazlarına balık kılçığı kaçıp boğuluyorlardı; tepelerinden yıldırımlar iniyordu; bindikleri savaş arabaları parçalanıyordu. Ermişlerin zindanları da nur içinde parıldıyordu, Meryemle havariler, duvarlardan geçerek oralara rahatça giriyorladı. Genellikle yardımlar geliyordu, gökyüzü açılıyor, ruhlar iniyor, Allah, elinde mücevherlerden bir taçla orada gözüküyordu. Ölüm de, ondan dolayı, zevkli oluyordu. Ermişler, ölüme meydan okuyorlardı, yakınlarından biri ölen akrabalar seviniyorlardı. Arafat dağında, on bin kişi çarmıha gerilip can veriyordu. Cologne çevresinde, Hunlar, on bin bakireyi kı-
lıçtan geçiriyordu. Sirklerde, hayvanların dişleri arasında kemikler çatırdıyordu. Daha üç yaşındayken, ruh-ül-kudüs'ün büyük adam gibi konuşturduğu Quirique, işkenceye konuluyordu. Memedeki çocuklar, cellatlara hakaref ediyorlardı. Tene karşı, insan paçavrasına karşı bir hor görüş, bir tiksinti, can acısına gökse bir haz. katıyordu. Teni pa-
ralasınlar, ezsinler, yaksınlar, ne iyi idi; ne kadar fazla işkence etseler, çektiği azap yetmezdi; hepsi keskin silah istiyor, boğazlarına kılıç batırılmasını istiyor, yalnız onunla ölüyorlardı. Eulalie, odun yığını üzerinde, kendisine hakaretler savuran gafil bir kalabalık ortasında, daha çabuk ölmek için alevi yutuyordu. Allah, onun muradını veriyor, ağzından, beyaz bir güvercin çıkıyor, göğe yükseliyordu.
Angelique, bunları okudukça hayran kalıyordu. Bunca facia ve zafer dolu bu sevinç hali, onu, gerçeğin üstünde hazdan mest bir hale getiriyordu. Fakat, efsanenin daha latif başka tarafları, örneğin hayvanlar, orada kaynaşan bütün Nuh gemisi kalabalığı da onu eğlendiriyordu. Tarik-i dünyaları beslemeye memur kargalarla kartallar onu ilgilendiriyordu. Sonra, aslanlara özgü ne güzel hikayeler vardı! Mısırlı Marie'nin mezarını kazan hatır sayar aslan; Mısırlı Marie'nin mezarını kazan hatır sayar aslan; Prokonsül'ler, bakireleri kötü evlere yolladıkları zaman, o evlerin kapısında bekleyen, ateş saçan aslan; sonra, kendisine bir eşek emanet edilen, eşek çaldıran, tekrar alıp getiren Jerome'un aslanı. Bir de, çaldığı domuz yavrusunu geri getiren, pişman olmuş kurt vardı. Bernard, sinekleri aforoz ediyor, sinekler düşüp ölüyordu. Remi ile Blaise, kuşları sofralarında besliyorlar, takdis ediyorlar, onlara şifa veriyorlardı. "Çok sade ve safdil" François, onlar vaaz veriyor, Allahı sevmeye özendiriyordu. "Ağustosböceği denilen bir kuş, bir incir ağacına konmuştu, ve François elini uzattı ve bu kuşu çağırdı, kuş hemen söz dinledi vegelip onun eline kondu. Ve François ona dedi ki: Öt, kardeşim, Tanrıya şükret. Ve kuş, hemen öttü ve ondan izin almadıkça gitmedi". Bu, Angelique için, bir eğlence konusu idi; ona, bakalım gelecekler mi diye merak ederek, gü-
vercinleri çağırmak fikrini veriyordu. Sonra, bir takım hikayeler vardı ki, ne zaman okusa, gülmekten hasta oluyordu. İsa'yı taşıyan iyi yürekli dev Christophe, onu, gözlerini yaşartacak kadar güldürüyordu, Anastasie'nin üç oda hizmeçisini kucaklamak için mutfağa girip de, onların yerine sobaları ve tencereleri öpen valinin bu kötü macerası, onu katıla katıla güldürüyordu. "Simsiyah, pek çirkin giysileri perişan bir halde dışarı çıktı. Dışarıda bekleyen hizmetkarlar onu bu kılıkta görünce, cin çarpmış sandılar, bunun üzerine, onu sopalarla dövdüler, tek başına bırakıp savuştular". Ama, asıl, şeytanın dayak yediğini okurken kahkahadan kınlıyordu; hele, zindanda yatarken, şeytanın baştan çıkarmaya çalıştığı Julienne, ona bukağısı ile öyle mükemmel bir kötek atıyordu ki, "İmdi hakim, Julienne'in getirilmesini emretti ve Julienne, dışarı çıktığı zaman, şeytanı peşinden sürüklüyordu ve şeytan şöyle bağırdı: Madam Julienne, artık bana eziyet etmeyin. Julienne, onu çarşının bir başından öte başına kadar böylece sürükledi ve sonra, gayet murdar bir çukura attı". Angelique, bazan da, bir yan-. dan iş işlerken, bir yandan da Hubert'lere, peri masallarından daha meraklı efsaneler anlatıyordu. Bu efsaneleri o kadar çok okumuştu ki, ezbere biliyordu: Zulümden kaçıp, bir mağarada etrafları örülen, orada üç yüz yetmiş yedi sene uyuyan, uyandıkları zaman, imparator Theodor'u pek hayrette bırakan "yedi uyular"ın efsanesi; büyük felaketlerle birbirinden ayrılan, nihayet, çok güzel mucizelerde tekrar birleşen baba, ana ve üç oğuldan oluşan bütün bir ailenin, son-suz,beklenmedik, rikkat verici maceralarla dolu Saint Clemet'ih efsanesi. Angelique'in gözyaşları akıyor, gece rüyada bunları görüyor, artık, yalnızca facia ve zafer dolu bu mucize dünyasında, her türlü zevklerle ödüllendirilirken her türlü mutlulukların doğaüstü diyarında yaşıyordu.
Angelique, ilk komünyon'unu yaptıktan sonra, ermiş kadılar gibi, yerden iki kulaç yukarıda yürüdüğünü sandı. Hristiyanlığın ilk de-virlerindeki genç Hıristiyan kızlarından biri idi, gufransız iman se-
lameline eremiyeceğini kitapta okuyup öğrendiği için, kendisini, Al-lahın eline bırakıyordu. Hubert'ler, yalnızca alelade tapınakları yapıyorlar, pazar günleri sabah ayinine gidiyorlar, büyük yortularda ko-münyon'a katılıyorlardı; bunu da naçiz insanlara ait o sakin imanla, biraz da, gelenek yüzünden ve müşterileri için yapıyorlardı, çünkü, üstlükler, babadan oğula, komünyon'larını vaktinde yapa gelmişlerdi. Hubert, bazan, bir tezgah kurarken işini yarıda bırakıp, çocuğun okuduğu efsaneleri dinliyor, saçları, görünmez alemin hafif soluğu ile uyuşarak, onunla beraber ürpertiler geçiriyordu. Çocuktaki ihtiras onda da vardı, Angelique'i beyaz fistanıyla görünce ağladı. O gün, bir rüyaya benzedi, kiliseden, ikisi de şaşkın ve yorgun döndüler. Hubertine, gece onları azarlamak zorunda kaldı; kendisi mutedildi, iyi şeylerde bile ifratı ayıplardı. O günden sonra, Angelique'in gayretkeşliğini, hele, kızın yakalandığı merhamet taşkınlığını yenmek zorunda kaldı. François'nın sevgilisi yoksuldu. Julien I'Aumonier, yoksullara, efendilerim diyordu; Gervais ile Protais, yoksulluktu ayaklarını yıkıyorlardı; Martin, kaftanını onlarla paylaşıyordu. Çocuk da, Luce gibi, nesi varsa satıp yosullara vermek istiyordu. Önce, ufak tefet eşyasını elden çıkarmış, sonra, evi soymaya başlamıştı. Fakat, asıl kötüsü, iyiyi kötüyü ayırdetmeden, eli gayet açık, layık olmayanlara vermesi idi. İlk komünyon'un daha ertesi gününün akşamı, bir ayyaş kadına percereden çamaşır attığı için azarlanınca, tekrar eski acarlıklarına döndü,müthiş bir buhran geçirdi. Sonra, utancından bitkin bir halde, hastalandı, üç gün yataktan çıkamadı.
Böylece, haftalar, aylar geçiyordu. İki yıl geçmişti. Angelique, on dört yaşındaydı, artık kadın oluyordu. Efsaneyi okuduğu zaman, kulakları uğulduyor, kanı, şakaklarının ince mavi damarlarında atıyordu; şimdi, bakirelere karşı, kardeşçe bir sevgi duymaya başlıyordu.
Bakirelik, meleklerin kardeşiydi, her türlü nimete ermiş olmaktı, şeytanın yenilgisi üstün iman sahipliği idi. Gufrana yenilgi aciz edi-
niyordu, yenilmez mükemmellikti. Ruhülkudüs, Luce'ü öyle ağır hale getiriyordu ki, bin kişi ile beş yüz çift öküz, prokonsül'ün emriyle onu sürüklemeye çalıştıkları halde, kötü bir yere götüremiyorlardı. Anas-tasie'yi öpmek istiyen bir valinin gözleri kör oluyordu. İşkenceler esnasında, bakirelerin saflığı nur saçıyor, demir taraklarla tırmalanan bembeyaz tenlerinden, kan yerine, oluk gibi süt akıyordu. Ailesinden kaçıp bir keşişin cüppesi altına saklanan, Hıristiyan genç kızın hikayesi, on defa tazeleniyordu; keşiş civardaki bir kızı berbadetmek töhmeti altında kalıyor, kendini temize çıkarmaya çalışmadan iftiraya göğüs geriyor sonra, kızın masumluğu birden bire anlaşılarak haklı çıkıyordu. Eugenie böylece bir yargıç karşısına getiriliyor, babasını tanıyor, fistanını yırtıyor, kendini gösteriyordu. Namus mücadelesi, öncesi ve sonrası hep yeniden başlıyor, sürekli teşvikçiler çıkıyordu. Onun için, ermişlerin hikmeti kadın korkusu idi. Bu dünya, tuzaklarla dolu idi, tariki dünyalar, içinde kadın bulunmayan çöle gidiyorlardı. Korkunç bir savaş yapıyorladı, vücutlarını kırbaçlıyorlar, çalılıklara ve karın üstüne kendilerini çırılçıplak atıyorlardı. Bir münzevi keşiş, annesine yardım edip onu sıklık bir yerden geçirirken, cüppesini parmaklarına sarıyordu. İplerle bağlı bir din kurbanı, kendisini bir fahişenin baştan çıkarmaya uğraşması üzerine, dilini dişleriyle koparıp onun suratına tükürüyordu. François, kendi vücudundan daha büyük düşmanı olmadığını söylüyordu. Bernard, evinde konuk kaldığı bir kadından kendisini korumak için, hırsız var! hırsız var! diye haykırıyordu. Papa Leon, hamursuz ekmek verdiği bir kadın, elini öpünce, elini bileğinden kesiyor; bakire Meryem, eli tekrar yerine koyuyordu. Hepsi karı kocaların ayrılığını övüyordu. Çok zengin ve evli olan Alexis, karısına namuz derisi veriyor, sonra çekilip gidiyordu. Ancak beraber ölmek için evleniliyordu. Cyprien'i görüp rahatsız olmaya başlayan Justine ayak diriyor, ona dini kabul ettiriyor, beraber ölüme gidiyordu. Bir melek tarafından sevilen Cecile, düğün gecesi, kocası Valerien'e bu sırrı açıyor, o da, kendisine el sürmüyor, meleği
görebilmek için vaftiz olmak istiyordu. "Odasında, Cecile'in melekle konuştuğunu gördü ve meleğin elinde, iki gül çelengi vardı ve onların birini Cecile'in eline, ötekini Valerien'in eline verip dedi ki: Bu kalp ve vücut çelenklerini, lekesiz koruyunuz". Ölüm aşktan daha güçlüydü, varlığa bir meydan okuyuştu; Hilaire, kızı Apia asla evlenmesin diye onu cennete çağırması için Allaha yalvarıyordu, kızı ölüyordu. Annesi, kendisini de cennete çağırtaması için babaya rica ediyordu; bu da oluyordu. Hazreti Meryem, kadınların nişanlılarını ellerinden alıyordu. Macar kralının akrabası olan bir asilzade, Meryem mücadeleye başlar başlamaz, doğaüstü güzel olan bir genç kızdan vazgeçiyordu. "Meryem anamız, birdenbire ona gözüktü ve dedi ki: eğer, ben, dediğin gibi güzelsem, beni niçin bırakıp başkasını alıyorsun" ve asilzade, onunla nişanlandı. .
Bütün bu ermiş bakireler arasında, Angelique'in seçtikleri vardı; onların verdikleri ders, kalbine kadar giriyor, onu düzeltecek kadar etki yapıyordu. Saltanat içinde doğmuş olan akıllı Catherine'in karşısına imparator Maxime'in, çıkardığı elli beyan hocası ve gramerci ile çekişmesi, geniş bilgisi ile Angelique'i körüklüyordu. Catherine onları utandırıyor, susturuyordu: "Şaşıp kaldılar ve ne diyeceklerini bilemediler, fakat hepsi sustular. Ve imparator, bir genç kıza bu kadar çirkin şekilde yenildikleri için, hepsini ayıpladı." O zaman, ellisi birden, Catherine'e gidip hıristiyan dinini kabul ettiklerini söylediler. "İmdi, müstebit bunu haber aldıkta, azim bir tehevvüre giriftar oldu ve cümlesinin belde ortasında yakılmasını emretti.." Angelique'in gözünde, Catherine, yenilmez bilgili kızdı, güzellikte olduğu kadar akılca da gururlu ve parlaktı, Angelique, insanları hak yoluna getirmek ve kellesi kesilmeden önce, hapishanede, bir güvercin tarafından beslenmek için, onun yerinde olmak isityordu. Fakat, asıl, Macar kralının kızı Elisabeth, onun için sürekli bir ders oluyordu. Gururu her isyan ettikçe, şiddete kapıldığı zamanlar, daha beş yaşında iken sofu olan,
oyun oynamak istemeyen, Allaha hamdetmek için yerde yatan; sonradan, Thuringe hakiminin yumuşak başlı ve mazlum karısı olan, her gece göz yaşları ile sırılsıklam olan yüzünü kocasına neşeli gösteren; sonunda, bir dul olarak kendi memleketi sınırlarından dışarı kovulan, yoksul bir kadın hayatı yaşa-maktan mutluluk duyan o halavet ve sadelik örneğini düşünüyordu. "Giysileri o kadar kötü idi ki, sırtındaki kül rengi manto, başka renkten bir kumaş eklenip uzatılmıştı. Etekliğinin kenarları kopmuştu ve başka renkten yama vurulmuştu". Babası kral, bir kontu gönderip onu çağırtıyordu. "Kont, onu, bu kıyafette ve yün eğirirken görünce, kederinden ve hayretinden haykırdı ve dedi ki: hiç bir kral kızı ne böyle bir kıyafette, ne de yün eğirirken görülmüştür." Elisabeth, tam bir Hıristiyan alçak gönüllülüğü gösteriyor, dilencilerle beraber kara ekmekle geçiniyor, tiksinmeden onların yaralarını sarıyor, kaba giysiler giyiyor, katı toprakta yatıyor, dini alayların peşinden yalınayak yürüyordu. "Çok kez, mutfaktaki çanak çömlekleri yıkıyor, hizmetçi kadınlar engel olmasınlar diye saklanıp gizleniyor; bundan daha kötü bir başka hayat bulsam öyle yaşardım, diyordu". Öyle ki, Angelique, kendisine mutfağı yıkattıkları zaman öfkeden direndiği halde, şimdi ezilmek ihtiyacı ile kıvrandığını hissettikçe, aşağılık işler görmeğe uğraşıyordu. Nihayet, Catherine'den de fazla, Elisabeth'den de fazla, hepsinden de fazla, bir ermiş kızı, din şehidi, çocuk Agnes'i seviyordu. Kendisini katedralin kapısı altında kurumuş olan, vücudu saçları ile örtülü o bakireyi, efsanede buldukça, yüreği titriyordu. Ne kadar ateşli bir saf aşktı o! Okuldan çıkarken, yanına yaklaşan valinin oğlunu nasıl da uzak-laştırıyordu: "Haydi! çekil yanımdan, ölüm çobanı, günah başlangıcı, hainlik." Aşkını nasıl da övüyordu: "Ben, annesi Hazreti Meryem olanı, babası kadın yüzü görmemiş olanı, güzelliğine güneşle ayın hayran bırakanı, kokusu ölüleri dirilteni seviyorum". Aspasien "boğazına bir kılıç sokulmasını" emredince, Ag-nes, cennete yükseliyor, "Ak ve ateş alı" ile birleşiyordu.
トルコ語文献の1テキストを読みました。
次へ - Angelique'in Hülyası - 03
- パーツ
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14