🕥 30 分の読み取り時間

Alfa Cellatlari - 3

合計単語数は 3862 です
一意の単語の合計数は 2219 です
30.1 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
43.6 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
50.3 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
  — Hepimiz öyleyiz.
  — Al şu yiyecekleri ve beni kendi halime bırak.
  — Ölümüne susamışsın. Belki de beni Tanrılar gönder
  di? Çünkü daha senin ölümüne hazır değiller.
  Köylülerin korkuyla söz ettikleri Mahavina hıçkırdı.
  - Tanrıların istediği olur.
  Bir dakika sonra ağzına koyduğu yiyeceği acılı bir şekilde çiğnemeye başladı. Bir avuç dolusu pirinci yedikten sonra Kaplavastu'nun gözlerine baktı ve konuştu: Sen insan değilsin.
  — Hayır.
  — Kendine bir insan vücudunu elbise yapmışsın.
  — Evet.
  — Prajapati sen misin?
  — Hayır. Tanrı değilim.
  —
  —
  
  — Niye bana geldin o zaman? diye azarladı Mahavira.
  Sana düşüncelerimden başka verecek bir şeyim yok.
  — Ya, dünyan?
  — Düşünceleri ve hareketleri kötülük kokuyor. Hiçbir
  şey istemiyorum ondan.
  — Yok edilmesini ister miydin?
  — Tanrılar isterse.
  — Onlar güçlü adamlar, Tanrı değiller.
  Kutsal Adam ağzındaki incir lokmasını geveliyordu.
  — Niye bu dünyaya yardım etmek istiyorsun? insan
  değilsin ki!
  — Mutlak iyiyi arıyorum.
  Jina düşündü. "Benden ne istiyorsun?"
  - Şarkı. Hindistan'ın bir şarkı destanı var. Senin bile
  bileceğini söylediler. Başka kimse bilmiyor.
  Kutsal adam şarkıya başladı:
  "Bu kıvılcımlar dünyanın dışından mı geliyor? Bu kıvılcımlar göğün de ötesinden mi geliyor? Göğü delen ve her yere yayılan kıvılcımlar? Yıldızlar ektiler bu tohumları Ve mistik gücü, Aşağıda dünya, Güç ve irade yukarda Bu Tohumları eken el de kimin böyle?.." Büyük incir lokması boğazına takılmış ve öksürmesine neden olmuştu. "Belki de sırrı biliyorsun?" dedi.
  — Şu anda bildiklerim sana yetmez, Kutsal Adam. Ba
  na o tuhaf gümüş incir ve inciri bulup yiyen racanın kızı
  hakkındaki masalı söyle. Böyle bir şarkı var değil mi?
  — Evet böyle bir şarkı var. Soluk yüzlü başını kemikli
  dizlerinin arasına gömdü. "Bazıları bu şarkının Budistlerin
  kutsal kitabı Veda'lardan birine ait olduğunu söylerler.
  Adı Melodiler Bilgisidir. Ötekilerle beraber o kadar eski
  çağlara dayanır ki geçmişte kaldılar. Gençlik yıllarımı
  ayaklarının dibinde geçirdiğim usta bana bu şarkıyı öğretti.
  Fakat Buda'nın doğumuna yakılan ağıtla karıştırmamak gerekir, değerini düşürür."
  - Şu Pradish kralının çocuk ruhlu kızı doğurdu, de
  ğil mi? diye ipucu verdi Kaplavastu.
  - Kesinlikle evet. Günahsız vücudundan çıkardığı çocuk! Gümüşi bir deriye, gümüşi gözlere sahipti. Söylediği şarkılar saray bahçelerindeki bütün kuşları büyülemiş ve çevreyi kaplayan ormanlardaki kaplanları evcilleştirmişti. Söylediği şarkıları her duyan yüceliyordu.
  — Adı neydi?
  — Chauna.
  — Sonra ne oldu Chauna'ya.
  — Büyüdüğünde çok uzun ve çok zekiydi. Fakat bü
  yükbabasının krallığını bırakıp yolculuğa çıktı. Dünyanın
  her ülkesinde bilim ve dinle ilgilendi. Kendi yaşlandı; ama
  gözleri yaşlanmadı. Bir süre sonra hiç şarkı söyleyemeye
  cekti. Destanlarımız onun saf olmaktan ve herşeyi bilmek
  ten başka bir şeyi istemediğini söyler. O yüzden bilmediği
  babasının memleketine yolculuğa çıkmıştı.
  — Nerede bu yer?
  -- Güneşin ötesinde. Ustam bir keresinde Chauna'nın bu yer hakkında şarkı söylediğini işitmiş. O kadar güzelmiş ki Ustam şarkıyı tekrar dinlemek için ağlamış. Ghauna bilimler ve dünyadaki büyük kafalardan toplaması gerektiği fizikötesi bilgiyle ilgili bir şarkı söylemişti. Bu yüzden o güneşin ötesindeki yere gitmek istiyordu. Bu bilgi toplama işi uğruna atalarının bütün servetini harcamıştı.
  — Sonra?
  — Chauna veya ona çok benzeyen birinin gizlice kuzey
  dağlarından geldiği söylenir. Yanındaki yabancı yardımcı
  larla, yıldızların sonsuza kadar kalacak olan karların üze
  rinde parladığı, dünyanın en yüksek dağlarına çıktı. Öğ
  rencileriyle, bütün ışıklardan daha güçlü olan ilginç bir
  makine yarattı Chauna. Bir süre sonra yabancılar kaybol
  du. Aşağıdaki vadideki köylüler, Chauna'nın bulunduğu
  
  tepeden bütün göğe alevlerin yayıldığı o yıldızlı geceyi anımsıyorlar. Alevler öyle parlaktı ki, bakanlar günlerinin geri kalan bölümünü yarı kör olarak geçirdiler. Pradısh Raca'sının büyük sarayları yıkıntı haline geldi, bahçeler ormana döndü. Chauna'ya gelince hepimiz Chaunanın şarkılarının ve kendisinin o kör edici geceden ben çürüme-ye başladığını biliyoruz.
  Altıncı Bölüm
  MARK TİME, Cracked Mug'un sisi içersinde yürüyordu. Bir tehlikenin içinde olduğunu seziyordu. Kaçması, buharlaşması, bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Morko'nun casusu orada, insan şeklinde, teriyle dumanın birbirine karıştığı bir görüntünün içindeydi.
  Önce Kora'yı bulmalıydı. Öteki iş daha sonraydı.
  Bira kartonlarının arkasında kızı aradı. Fakat kızın yanında oturan adamın kafasına girmek imkânsızdı. Siyah sakallı, çökük gözlü, çok zayıf bir yaratığın kadavrasıydı bu. Kora'nın nazik kafalara ve vücutlara yönelmiş büyük sevgisini çekebilecek bir tipti. Masanın üzerine eğilmiş, Kora'nın sempatisini çekmek için kızkardeşi ve kendi hakkında inandırıcı bir öykü anlatıyordu.
  Mark, ajanın kurnazlığım takdir etti. Ona göre Kora'nın aklı titreşen bir harp gibiydi. Adına da David demişti. Acıma uyandıran görünüşünün altında temiz kılıklı bir kendini beğenmişlik vardı. "Haini bulacağım ve sileceğim. Pek zor olmayacak. Şimdi de ölü gibi zaten" diye düşündü.
  Kora'nın güzel başı köşeye doğru döndü. David'in acıklı öyküsünü dinlerken odayı umutla taradı. Oren'i arıyordu. Kafası endişeyle doluydu. Neredeydi? Ören hapishaneden çıkmıştı. Ama daha onu aramamıştı. Onun da kendisi gibi biribirlerine ait oldukları duygusunu paylaştığına emindi. Neden onu görmek için hiçbir çaba göstermemişti. Nerede olacağını ona söylemişti. Haber göndermişti.
  Neden?
  "Tebrikler Ören" Mark bunu beğenmişti. Kendisine söylediği gibi yapmıştı herşeyi. Bilmediği şey, ajanın şimdiye kadar ikisini de denetime alıp almadığıydı. Ve dünya kaybolmuş kadar güzel olacaktı. Kora önemliydi, evet, Mayalı ataları ona özelliklerini vermişti, ama Ören Starr daha
  önemliydi. İçindeki alevin inanılmayacak kadar parlak olması bir rastlantıydı. İşlenmemiş fakat, gümüş gibi parlak. Kora belki kurtulabilirdi; ama Morko, Oren'i öldürmek zorunda kalacaktı. En az Mark kadar tehlikeliydi Morko
  için.
  Kora'nın bakışlarıyla karşılaştı o an.
  Hasretle kucaklaştılar. Casus David ayağa kalktı. Mark'-ın kafası David'in kafasına girmesini önleyebiliyordu, fakat doğuştan gelen ruhunu içinden atamıyordu. Aynı ruh ona başka bir Alfalı'nın arasında olduğunu söylüyordu. Bu ilkel kafalar kaosunda kafaları fenerler gibi parlaktı.
  - Kaç!
  Mark birkaç saniye içinde Morko'nun sağladığı silahlarla casus tarafından götürüleceğini düşündü. Ama Mark da kendini savunacaktı.
  David şimdi ayaktaydı ve merdivenlere gözünü dikmişti.
  Mark tekrar karanlığa döndü. Giderken de "Bekle!" diye bağırıyordu Kora.
  David de arkasından geliyordu. Değişmeye gerek duymamıştı. İş çok kolaydı.
  Mark girdiği sokağın öbür tarafını inceledi. Çıkmaz bir sokağa girmişti. Kapı, pencere aradı. Hiçbir şey bulamadı.
  Sadece David'den gelen sinyaller vardı.
  - Ortaya çıkabilirsin, hain. Yakaladım seni, bunu bili
  yorsun. Kızı buldum ve yarın da şarkıcıyı bulacağım.
  Kafasını iyice kapattı. Hiçbir düşünce sızmıyordu. Sadece bir endişe her tarafına yayılmıştı. 'Yakın, çok yakın' diye bir düşünce geçti kafasından. Arkasında izleyicisi bekliyordu, sinyaller gönderiyordu...
  - Korkma. Seni öldürmeyeceğim. Morko seni Mental
  Regiouping Enstitüsüne gönderecek. Sen kesinlikle man
  yaksın, sen ve senin o küçük grubun. Ama endişelenme.
  Bu kadarı acıtmaz.
  - Çık ortaya, çık ortaya!
  Ne bir ses, ne bir düşünce.
  - Bak yalnızım. Bu akıl yoksunu topraklardaki bu kadar günden sonra, sen de öyle olmalısın. Şimdiye kadar ilkel olmanın ne kadar kötü olduğunu anlayamamıştım. Yalanlar, tahminler, sonsuz bir karışıklık...
  Aldanmıyordu. Casusun yalnızlığın dehşeti hakkında söylediklerinin hepsi doğruydu. Mark casusun bu sözlerinin altında, Morko'nun Enstitü'sündeki bilim adamlarının yapay olarak yerleştirdikleri ve uygar dünyaya yön veren bütün yazılı ve sözlü yasalara karşı gelen kurnaz bir sadistliğin yayılışını farketti. Morkonun savunma noktası, hainlerin yasa düşmanı olduğu ve en kolay en çabuk yoldan yok edilmeleri gerektiğiydi.
  Kedi ve fare. Evet casus, Markla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Bu iş için özel olarak eğitilmiş ve öylesine şartlanmıştı ki, işi başaracağından emindi. Bütün evrene ihanet eden bu hain mutlaka ölmeliydi; ve ona da evrenin bıçağı olma şerefi verilmişti.
  Mark Time bir an için sonsuzluğun dudaklarında asılan umutsuzluk çığlığının uğultusunu işitti.
  Sonra...
  Bir yol vardı. Kaçmak için bir yol. Sonsuz tehlikelerle dolu bir yol.
  Bir ilkenin vücudunu tıpkı bir manto gibi örtmek, Alfa sistemindeki ilkel gezegenlerin sömürgeleştirilmesinde kullanılan bir araçtı. İpnotizmanın etkili ve ilerlemiş bir biçimiydi. Fakat artık biliniyordu.
  Denenmiş bir yol daha vardı. Kendini tanımaması için benliğini başka bir yaratığın vücuduna yerleştirme yolu. Başka bir yaratık olarak, başka hiçbir varlığın farkında olmayacaktı. Bu, aklını ortadan yok edecek, ruhunu dağıtacaktı. Öyleki casus onun sadece var olduğunu sezebilecekti. Ruhunun ölümü gibi bir şey olacaktı bu.
  Bir zaman sınırı da koyacaktı; ama acaba bu sınır işe yarayacak mıydı? Daha evvel denemediği için bilmesi olanaksızdı.
  Ve bu benliğin ölümü sırasında, yaratığın karşılaştığı tehlikelerin hepsinden zarar görebilirdi.
  Bu kılık altında bile Morko'nun ajanının kendisini bulamayacağından asla emin olamazdı. Belki aynı şeyi o da biliyordu. Üstün zekâsının doğal sonuçlarından biri de buydu. Ve yapabileceklerinde bir son yoktu. Morko'ya bir matematik denklemi verilmişti: "Dünya ölmeli!"
  - Beklemekten yoruldum hain!
  En yakın çöp kutusunun altında bir hamam böceği sürünüyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar kirli kahverengiden, bir tür tozlu gümüş rengine döndü. Eski benliği onuruyla öldü.
  Gümüş renkli böcek için gece, uzun bir beslenme zamanıydı. Karşısına çıkan büyük yiyecek deposuna paslı bir delikten daldı. Güzel bir yere gelmişti, güzel kokular ve bir sürü yiyecekle dolu bir yerdi. Atıştırmaya başladı. Başka bir erkek böcek de kendisinin saldırdığı ekmeğe doğru harekete geçmiş ve ekmeğin öbür tarafından yemeye başladı. Gümüş renkli böcek gürültüler çıkararak üstüne atıldı. Küçük bir mücadele oldu ama iki böcekte birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. Yiyecek deposunda spagetti artıkları, soslu yemek parçaları ve diğer lezzetli yiyecekler vardı. Hepsine yeterliydi.
  Gümüş renkli bir dişi buldu. Antenlerini sürterek birbirlerini tahrik ettiler; Ve çiftleşmek için karanlık bir köşeye gittiler. Sonra dişi uzaklaştı, erkek de uykuya daldı.
  Çoğalan seslerle uyandı. Kaldırılıp, atıldığını hissetti. Büyük yiyecek deposu daha büyük bir yiyecek deposuna döküldü. Üstündeki gürültü karanlığı getirene kadar sabah güneşinde kurşun gibi parlıyordu. O nefis kokuların ve kahvaltı parçalarının karşısında afallamıştı.
  * * *
  Aralık yağmuru şafakla beraber başlamıştı. Apartman-
  ların kapısından çıkanların otobüslerine yetişmek için koşarlarken kalın elbiselerini giymiş oldukları göze çarpıyordu. Yine sıkıcı bir iş günüydü.
  - Gazete bayım diye sormuştu apartmanın kapısındaki
  gazeteci çocuk.
  Sorduğu adam parayı atarken kaşlarını çattı. "Tip değilsin sen. Her günkü çocuk nerede?"
  - Tip hasta. Ben Johnny "yim. Eksik dişlerini göstererek sırıttı. Kora Miller burada mı oturuyor?
  - Kendin bak. Nereden bileyim? Adam otobüsüne ko
  şarken Johnny'e kiracıların posta kutularına doğru yürü
  dü. Gözleriyle etrafı incelerken, kafası da yağmurlu cad
  deyi tarıyordu.
  Her şey çok güzel. Değişim işe yaramıştı. Morko'nun ajanı belki de kurtulamayacağını anlayınca intihar ettiğini düşünmüştü. Yine de emin olamazdı, ajanın görevi henüz bitmemişti. Daha işi görülecek Ören vardı.
  Sonraki işçi, otomatik kapıyı açar açmaz Johnny içeri daldı. Apartmanın girişindeki kimi elle, kimi daktiloyla yazılmış adlar arasından Kora'nın üst katta oturduğunu öğrendi. Asansörün üzerinde bozuk yazısı vardı. Merdivenleri ikişer, üçer atlayarak çıktı ve yangın çıkışının arkasındaki 20 numaralı daireye geldi.
  Zili çaldı. Biraz sonra kapı açıldı.
  "İyi günler Bayan Martin!" Sırıttı. "Ben yeni gazeteciniz Johnny'yim."
  Kora'nın gözlerinden bütün geceyi Oren'i düşünmekle geçirdiği belliydi.
  - Peki. Gazetemi ver. Birden aklına geldi. Dur! Artık
  gazete almıyorum.
  - Bedava Bayan Martin.
  Kora kaşlarını çattı.
  -' Neden o?:'..
  - Bir dakika içeri girebilir miyim? Gazetenin adı
  Star.
  Son kelime Kora'yı heyecanlandırdı ve kapıyı iyice açtı. "Peki, sadece bir dakika. Kahve yapıyordum. Bir bardak süt içer miydin?
  Mutfaktan içeri girdi ve hiç cevap beklemeden sütü doldurdu. Başıboş hayvanları bile beslerdi.
  Johnny gazeteleri masaya bırakıp, gözlüğünü düzelttikten sonra iskemleye kuruldu.
  - Bu 'Star' işi de ne? San Fransisco'da 'Star' adında
  gazete yok.
  — Hayır, var.
  — Sütünü bitir ve git.
  Johnny sırıtarak göz kırptı. "Sana bir haberim var. Adamın adı Starr. Çevrede kimse yokken söylememi istedi. Kimse var mı?"
  — Şimdilik yok. Ama yeni oda arkadaşım her an ge
  lebilir.
  — Daha gelmez.
  — Kız, David'in kızkardeşi. David'le geçen gece tanış
  tım. Söyle söyleyeceğini.
  - David'le Cracked Mugda mı tanıştın?
  Kora başıyla onayladı. "Ne oldu?"
  — Oh çevreye bakıyordum. Johnny sütünü bitirdi. Şu
  kız da Los Angeles'lı mı?
  — Evet. Gerçekten dört ayak üstüne düştüler. Kızın ka
  lacak yeri yok. Bu sabah otobüsle geliyor. Yarın veya öbürgün
  de bir işe girecek ve David belki de... Hey! Niye bun
  ları söylüyorum sana?
  — Aklında da o yüzden Johnny düşünceli, düşünceli
  boş sayfayı çevirdi.
  Kora kahvesinden bir yudum aldı ve ayağa kalktı. "Dinle Johnny yapacak işlerim var. Bana gönderilen haberi
  söyle."
  - Düşüneyim. Evet Starr seni şu an göremeyeceğini,
  endişelenmemeni ve yakında seni göreceğini söylüyor. İyi
  
  
  bir kız olmanı istiyor. Yeni arkadaşlarının da iyi olmasını istiyor. Onu beklemeni istiyor. Yakında ortaya çıkacak.
  — Nerede şimdi?
  — Dunno'da?
  — Niye ona gidemiyorum? Niye onu göremiyorum?
  Johnny, "Fakat bu iş ciddi. Bu dediklerimi yapmam ve
  hakkında iyi şeyler düşünmeni istiyor. Belki de yakında görebilirsin onu" dedi.
  Kora masanın çevresinden dolaşarak çocuğun kolunu tuttu. Uzun tırnakları Johnny'nin etine batıyordu. "Johnny ne olur Oren'i bul ve en kısa zamanda gelmezse endişelerimin bitmeyeceğini söyle."
  Zil çaldı ve Johnny hemen ayağa kalktı.
  - Gitmeliyim.
  - Bekle! Kora yeni oda arkadaşına kapıyı açmak için
  öteki odaya geçti.
  Johnny mutfak penceresine yöneldi. Yangın merdiveninden sokağa çıkabilirdi.
  Kora Los Angeles'dan gelen David'in kızkardeşini karşıladı. "Sana bir kahve yapayım. Gazeteci çocuğa da..."
  Fakat Johnny odada yoktu. Pencereden dışarıya, yangın çıkışına baktı. Hiç kimse yoktu. Oda arkadaşının kahvesini koyarken, gözüne Johny'nin baş sayfasını çevirdiği gazetedeki bir ilan ilişti.
  "MARS'A BEDAVA BİR GEZİ KAZANABİLİRSİNİZ. KUPONU DOLDURUN."
  * * *
  Ören, San Fransisco'yla Stinson Beach'in ortasındaki burunda, temiz sabah havası almak için kulübesinden dışarı çıktı.
  Yağmur durmuştu. Güneşin doğmasının üzerinden iki saat geçmiş, gökyüzü iyice grileşmişti. Kayalıklara doğru yürürken, yumuşak bir meltem renkli gömleğini yaladı.
  
  Elli metre kadar aşağıda, yükselen sular kayaları dövüyor, daha ilerde de köpüklü dalgalar yükseliyordu. Oren'in gümüşi gözleri okyanustan daha uzaklara, denizle gökyüzünün birleştiği noktaya daldı.
  Ciğerlerini temiz havayla doldurdu.
  İçindeki yaşama sevinciyle bu soğuk ve ürpertici sabahta burada olmanın zevkini duyuyordu. Sonra buğday sarısı saçlarını elleriyle taramaya başladı.
  Garip bir duygu bir an bile sevinç duymasına izin vermiyordu, içinde kaynayan bir şey vardı. Bir parmak, elinde olmayan kaderine karşı koymanın yönünü işaret ediyordu. Neden oydu? Neden ve ne için?
  Bir eşya mıydı? Bir yer mi, yoksa bir insan mıydı? Bu her neyse başına bela kesilmiş ve çıldırmanın sınırına gelmişti.
  Marin burnundaki bu yıkık dökük kulübeyi bir yıl önce bulmuştu. Dürıya'ya ve düzenbazlıklara dayanamaz hale geldiğinde buraya gelir ve düşüncelere dalardı. Kulübeye yerleşmemişti. Zaten yerleşseydi de mutlaka birisi kovardı, Ancak hiç kimsenin bu kulübeden haberi yoktu.
  İçindeki dinmeyen dürtü yüzünden, şarkılarını söylemek için Dünya'nın yarısını dolaşmıştı. Meksika, Alaska ve Güney Pasifik adaları, ne içinde yanan ateşi söndürebil-miş, ne de bilim ve eski dinler hakkındaki araştırmalarını tatmin etmişti. Her yeri dolaşmış, yıldızlara şarkı söylemiş, uzay aracı kullanmayı öğrenmişti. Fakat konulan kısıtlamalara karşı gelince işi bırakmıştı.
  Kora'nın sıcaklığını düşününce, elini yüreğinin üzerine koydu. Kora'nın yeri farklıydı. Onun gibi bir kadın gelmemişti Dünya'ya. Gelemezdi de. Çizgili yelek ve siyah pantolondan oluşan elbisesi, sürmeli gözleri sadece dış görünüşüydü. Ancak her isteyene yardım eden görünüşünün ardında, Oren'i etkileyen farklı bir özlem duygusu vardı.
  Zaten ilk karşılaştıklarında gözlerini birbirlerinden ayı-ramamalarının nedeni de buydu.
  Ancak çözümsüz ayrılığı ve insanüstü bir boşluğu da Kora'da bulmuştu. Çözüm yolunu bilmediği için yardım da edemezdi. Ancak birlikte bir çare bulmalıydılar.
  Mehtaplı gecelerde, burada rüzgârın altında saatlerce duracak; istemeyle olacakmış gibi, vücudunu oraya göndermeyi düşünerek uzayın karanlıklarına bakacaktı. Sonra içeriye, kulübeye dönüp kırılmaz telli gitarını çalacaktı. Bazen sözcükler, içindeki derin körfezlerden çıkıp dudaklarından dökülecekti. Çok güzel günleri olacaktı. Kora'yla birlikte, gizli ve kendilerine ait günler.
  Bu yüzden, hiç kimseye buradan söz etmemişti. Sadece Kora'ya söyleyecekti bunu.
  Kendisini Morris J. Phelps diye tanıtan o yabancı, avukattı. Çok ilginç şeyler söylemişti.' Avukatın bu sözlerle ne demek istediğini bilmesi olanaksızdı; ama şu an o sözcükler, içinde bir umut duası gibiydi.
  - Dünya Kurulduğundan beri sadece bir avuç dolusu
  farklı insan çıktı ortaya... Gerçek kozmik güzelliğe yakın
  insanlar... Sende var bu yaklaşım...
  Mahkemeyi ve kendini savunmaya gelen San Fransis-co'lu çakal burunlu avukatı düşündü. Quale'di adı. Yasalardaki bütün boşlukları biliyordu. Quale'in orada burada para yiyen biri olmadığını düşünüyordu. Başsavcı, kendi yağmacılarından söz etmeyip, Oren'i çevredeki bütün uyuşturucu işiyle ilgili olanların elebaşısı olarak göstermeye çalışıyordu.
  Uyuşturucu kullanıyor dediği çocuklar da yanlış yönlendirilmişlerdi. Bir kez marijuanayı tatmışlardı. Quale'in hesabında çok para vardı galiba. El çabukluğuyla hemen bi-tiriverdi mahkemeyi. Ören hapishane ile kefalet arasında seçim yapmak durumundaydı. Quale parayı çantadan çıkarırken şapkasından tavşan çıkaran bir sihirbaza benziyordu.
  - Sakın Kora'yla ilişkide bulunma!
  Kabul etmişti bunu. Belki para, belki de bu sözü söyler-
  
  ken Phelps'in gözlerinde gördüğü ifade onu kabul etmeye
  zorlamıştı.
  "Yıldızların yakın olduğu yer."
  Ürperdi ve kahvaltı hazırlamak için kulübeye girdi. İçeriye girerken patikadan dal çıtırtıları duydu. Bir tavşandı belki de. Paslı sobadan, isten kararmış teneke kahve cezve-sini kaldırırken kapıda bir tırmalama sesi duydu. Tırmalama ve sızlama sesi...
  - II -
  Birinci Bölüm
  PORT MARS çürümüşlüğün kaynadığı bir yerdi. Yenilikçi bir yazar da, bir doktoru hastasının besleyici kanallarında gördüğü bir hava küreciğine benzetmişti. Gazlı ve ölü bir kürecik...
  Yıkıntı halindeki kentin içinde yaşayanlara yetecek kadar hava vardı. Leş gibi kokuyordu burası. Sabun ve temizleme makinelerinin temizleyemeyeceği kadar pisti. Dünya'nın bir kuşak öncesi çevre yollarına benziyordu. Üstelik kapasitesi de eskisi gibi yetersizdi.
  Nüfus genellikle değişkendi. Daha verimli gezegenlere yerleşemeyen madenciler, birkaç organizatör ve girişimci, para kazanmaya çalışan yazarlar ve fahişeler vardı. Yağmacılar ve asalaklar gibi, uzayın işgalini gerçekleştirecek her şey buradaydı.
  Otomatikleşme ve nüfus artışı Dünya'yı dayanılmaz bir bir yer haline getirmişti. Kuşkusuz tek çözüm yolu diğer gezegenleri sömürgeleştirmekti. Ancak insanların yaşayabileceği tek gezegen, Venüs ve Jüpiter'in, uydusu Ganyme-de'ydi. İlk gidenler büyük sıkıntılarla karşılaşmışlardı. Her sömürgeci başına düşen harcama da çok fazlaydı. Mars'ın bütün doğal kaynakları yüzyıllar önce yok olan ırk tarafından kullanılmıştı ve her şeyi yeni baştan yapmak gerekiyordu. Sıcak veya soğuk gezegenlerde yaşam, eski kurgu-bilim romanlanndaki yeni kentlerde olduğu gibi değildi. Madencilik ve sömürüyü sonsuza kadar sürdürebilmek için, yeni teknolojik çalışma alanları bulmak gerekiyordu.
  Çözüm, başka bir güneş sistemine girmekte bulundu. Alfa Centuri ve Dünya'daki koşullar orada bulunabilirdi.
  
  "Büyük Adam" gerçekte bu yeni yaşama alanlarına yerleştirilecek işsiz ve aç milyonlarla ilgilenmiyordu Eski Romalıların Güneş Tanrısı Sol'ün sistemine saçılan para ve insan kanı, onun için sadece zenginlik ve güç demekti. Vitrinden eşya seçer gibi, mineral yönünden zengin gezegen ve asteroidleri seçmişti.
  Port Mars'a geldiği uzay aracından inerken tombul yüzünü buruşturdu. İlk kez Dünya dışına çıkıyordu ve bu ona iki yüz elli pound'a patlamıştı. İniş alanından beş mil uzaklıktaki Bubble'a ters ters baktı. Belediye başkanı ve şeref muhafızı, miğferli başlarını eğerek selam verdiler.
  Pallent oralı olmadı. Sekreteri Bayan Pink'in, başlığını gevşetip çıkarması için kapalı hava otomobiline girmesine
  izin verdi.
  "Ne biçim iş!" diye homurdandı, bir içki istedi. Bayan Pink hemen minyatür bardan bir içki çıkararak bu isteğini yerine getirdi.
  Belediye Başkanı Latlimer yanındaki arabadaydı. Kalkık kaşlı, sinirli bir insandı. J.K.R. Pallent'in Port Mars'-daki işlerini izlerken çok para kazanmıştı. Ancak bir gün onun ters davranışlarıyla karşılaşmaktan her zaman korkmuştu. Hepsi Pallent'in viski, parfüm, giysi seçiminde ve masajında yanında olmak için toplanmışlardı.
  "Büyük Adarmun viskisini doldurmasından sonra o da su bardağını doldurdu. Pallent'le birlikte kalın dudaklarına götürdü ve birlikte yuttu. Pallent rahat etmek için kolluğuna yaslanınca Belediye Başkanı da o zaman rahat bir soluk alma özgürlüğüne kavuşabildi.
  Pallent, kısık gözleriyle kırmızımtırak toprağa ve mavi gökyüzüne eleştiren bakışlarla baktı. Birden, her şey karardı ve araba durdu.
  - O da ne? Ne oldu?
  Belediye Başkanı Lattimer sinirli sinirli güldü. "Güneş tutulması. Çok olur. Diemolar o kadar kötü değildir. Pho-bolar yılda bin kez olur. Alışırsınız."
  
  — Şimdi olmasalar olmaz mı? Homurdanarak geniş
  omuzlarını silkti. "Geciktirin!"
  — Özür dilerim J.K.R.
  — Bir daha dikkatli olun.
  — Phobolar'ın icabına bakacağım.
  Pallent "Her dakikam on bin dünya kredisine bedel" diye söylendi.
  - Biliyorum J.K.R.
  Büyük Adam'ın içkisini yudumlamasından sonra, suçlu gezegen güneşin önünden ayrıldı. Güneş, soğuk ve kırmızı bu dünyadan çok uzakta parlıyordu.
  Lattimer, havaalanına girerlerken bazı sayılar gösterdiy-se de Büyük Adam'ın buna tepkisi, ağız dolusu küfür savurmak oldu. "
  - Aman Tanrım! Port Said'deki helalar gibi kokuyor!
  Lattimer, sekreterin ve patronunun dışarıya çıkması için
  yol gösterdi. Polisler ve diğer koruyucular kimseyi yaklaştırmamak için her tarafa dağılmıştı. Büyük Adam'ın ziyareti gizli tutuluyordu; ancak Lattimer işi şansa bırakmamıştı. Bindikleri helikopter, Büyük Adam için yeniden döşenen apartmana doğru havalanırken Pallent, Core'a doğru halkalar oluşturan dükkanlar, lokantalar ve evlere baktı. Araçları terasa inerken Mayor mırıldandı:
  - Önce bir banyo alsanız iyi olur J.K.R., masörünüz
  sizi bekliyor.
  Büyük Adam normal bir insanın üç günde kullanabileceği suyu harcadıktan ve masör tarafından hamur gibi yo-ğıırulduktan sonra, mor ve parlak bir giysi giyerek salonun karşısındaki toplantı odasına gitti.
  Biri kapıda, ikisi de içerde olmak üzere üç koruyucu vardı. On kişi oval bir masada onu bekliyorlardı. Pallent, Dünya ve hepsi için çok önemli bir andı.
  Büyük Adam odaya girer girmez Belediye Başkanına dönerek:
  - Dışarı! diye homurdandı.
  — Fakat J.K.R.!
  — Bu konu seni ilgilendirmez. Yükselen sesi korkutu
  cuydu. Şu iki koruyucuyu da götür.
  Lattimer karşı çıktı:
  — Bazı söylentiler var. Gelişinizi çok gizli tutmamıza
  rağmen, öldürüleceğinize dair iki mektup geldi.
  — Söylentiler. Hep beni öldürmeye çalışırlar zaten. Ya
  öldürsünler, ya da seslerini kessinler! Pallent, Lattimer'in
  çıkmasını bekledi; sonra da sekreterinin yardımıyla konfe
  rans masasının başına oturdu.
  Pallent, büyük bir puro yaktı. Cilalı masanın çevresindekilere kısık gözlerle bakarken okkalı bir duman savurdu. Gevrek bir gülüşle:
  - Ölmemeye kararlıyım. Bütün örgüt gece gündüz bunun için çalışıyor. Bütün bu parafin küresi.
  On donuk surat belli belirsiz sırıtmaya çalıştı. Büyük Adam espri yaptığı için sırıtmaları gerekiyordu. Pallent, o an gülünçlükten uzaklaştı ve kişiliğinin sert yanını ortaya çıkardı. Bu sertlik onu, Jackson'da küçük bir fabrikadan Mississippi'deki bir bankalar grubunun tek yöneticisi olmasını sağlamıştı. Bir düzine değişik ad ve marka altındaki şirketleriyle Dünya ekonomisinin yarısı onun elindeydi.
  Parmağını şakırdattı. "İlk kim konuşacak?" Masadakiler kararsız gözlerle birbirlerine baktılar. Pallent sekreterine işaret etti.
  - Seç birini. Bütün gününü burada harcayacak deği
  lim.
  Pin elindeki dosyayı açarak göz gezdirmeye başladı.
  — Vern Teel. Dış Projenin yönetmeni.
  — Evet Teel.
  Uzun parmaklı, tıknaz bir adam ayağa kalktı.
  - Önce, geçen toplantıdan bu yana ortaya çıkan geliş
  meleri özetleyeyim. Pikniğe gitmiyoruz. 'Uzay Palamarı'
  teorisiyle, 'Proje'yi gerçekleştiren değerli fizikçimiz Dr.
  
  P.L. Corwin, gemiyi yapan uzay mühendisleriyle sıkı çalışma içine girdi. Gizlilik içinde çalışmak zorunluluğumuz ve yapımın bir düzine yerde parça parça sürmesi bağlantı güçlüklerine neden oldu. Ancak şimdi gemi ve bütün parçaları kutup yakınındaki Proje kentinde...
  - Geç bunları! Sadede gel! Ne zaman kalkıyor? Ne
  zaman, ne zaman?
  Teel'in dili dolandı, soğukkanlı yüzü bembeyaz kesildi.
  - Dr. Corwin!
  Fizikçi ufak tefek, beyaz saçlı; meslektaşlarının tam bir karikatürüydü. İri gözleri vardı. Einstein'dan sonra Dünya'nın yetiştirdiği en büyük matematik bilginiydi belki de. Bu toplantıyla hiç ilgisi olmadığı belliydi.
  Büyük Adam'a saygıyla bakarak:
  - Efendim, başarmaya çalıştığımız işin büyüklüğünü
  anladığınızı sanmıyorum. Normal gemi ve yakıtla, yıldızlararası
  geziler çok sürer. İçinde bulunduğumuz konu bü
  tünüyle yeni bir bilim dalı. Bana göre Uzay-Zaman teorisi
  reddedilebilir. Ancak onu günlük yaşama sokmak bambaş
  ka bir şeydir.
  Büyük Adam eliyle susturdu.
  — Benim kafamı bunlarla karıştırma. Nasıl yaptığınız
  beni ilgilendirmez. Senin ve gemiyi yapan mühendislerin
  konusu o. Proje'ye verdiğim para bir gezegeni doldururdu!
  — Aynı düşüncedeyim efendim. Bu yüzden istesek de
  başarısız olamayız. Her şey en son mikromilimetresine, en
  son mikrosaniyesine kadar eksiksiz olmalı. İlk denemedeki
  başarısızlık; daha çok para, daha çok hayat ve daha çok
  zaman kaybı demektir. Testler burada bir işe yaramıyor.
  Adam yerine otururken, Pallent biraz saygıyla baktı. Bundan güç alan uzay doktoru ve güvenlik şefi de sorunlarını dile getirebildiler. Cerrah-Psikiatrist Dr. Corwin'in "Zaman Palamarı" teknolojisiyle bütün ekibin Alfa-Cen-turi'ye tek parça halinde inmesinden, ölmelerinden ve zamanın durmasıyla beyinlerinin yıpranmasından korkuyor-
  
  du. Güvenlik şefi, Manhattan Projesi'nden beri en gizli tutulan Kutup Projesi'nden söz etmeye, bütün dişlerini gösteren bir sırıtmayla başladı. Modern Mars kentlerindeki arkeolojik çalışmalar kusursuzdu. Marslıların bölgesel savaşlar ve yaşam kavgaları sonunda her türlü mineral zenginlikle dolu gezegenlerinden yoksun kalmalarından bu yana, tarihçilerden başka hiç kimse bu uzun, sessiz kanallarda ve sonsuz kırmızı topraklarda gezmeyi göze alamamıştı.
  Güvenlik şefi konuşurken Büyük Adam'ın yüzü pembeleşti.
  - Sovyetler nasıl oluyor da projemiz hakkındaki her
  şeyi biliyor ve bir Alfa gemisi yapabiliyor?
  Onun da nefesi kesildi.
  — Hayır!
  — Evet gerçek! İçinizden biri casus. Ama bu o kadar
  da önemli değil. Sabotaj olasılığına karşı dikkatli olun.
  Bayan Pink'e bir hap ve su getirmesi için işaret ederken,
  boynunu çevirerek kıtırdattı. Getirilen hapı yuttu.
  — Sabotajcıları bulmakta ve onları Sovyetler'e gönder
  mekte kendime özgü yöntemlerim vardır. Hepinize şimdi
  den söylüyorum. Bir an durakladı ve ilâve etti, Söyleyece
  ğim son söz şu; Ne zaman?..
  Teel, Yardımcı olması için Dr. Corwin'e baktı. "Hafta içinde kalkışı gerçekleştirebileceğimizi sanıyorum. Gece gündüz çalışıyoruz.
  Pallent homurdanarak ayağa kalktı:
  - Beş gün diyelim. Bu helada beş günden fazla duramam.
  Ertesi günü, gemi yapımını incelemekle geçirdi. Yılların getirdiği bilgi birikimini ve kavrama yeteneğini gösterdi. Hangi alanda olursa olsun elde ettikleriyle hiçbir zaman yetinmemişti. Kişiliğinin bir parçası da, enirinde çalışanların çıldırmamak için insanüstü bir çaba harcamalarına
  neden olacak kadar hakaret etmekti. Bir çeşit vahşileşmiş dahiydi.
  Proje'de çalışanlar Pallent'in arabası gittikten sonra rahat bir soluk alıp, işlerine daldılar.
  Belediye Başkanı, Büyük Adam'ın güvenliği için otelden ayrılmasına engel oldu. Otel işçilerine ve koruyuculara onu başka bir yere götürmemelerini emretti.
  
トルコ語文献の1テキストを読みました。