🕙 21 分の読み取り時間
Alemdağda Var Bir Yılan - 5
合計単語数は 2716 です
一意の単語の合計数は 1742 です
28.3 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
41.1 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
48.9 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
Bu semtlere Beyoğlu'nun ta garaja kadar her sokağından inebilirsiniz. Ben en şairanesini seçtim.
Elmadağı'ndan indim.
Elmadağı dikçe bir yokuştur, iki tarafına muntazam evler sıralanmıştır. Ne elmaya, ne dağa tesadüf
etmeden yokuşu iner, birkaç sene evvel bozuluvermiş bir asfalta girersiniz. Semt birdenbire fukaralaş-
mıştır. Kulübeler, tahtadan, taştan, sacdan ve mukavvadan kulübeler görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak
çocuklar görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak aynasız, hasırsız, iskemlesiz kahveler görürsünüz. Şivelerinden
kim olduklarını çabucak anlayacağınız insanların mahalle meydanını görürsünüz. Birisi:
— Abe, der, senin kızan pavlikaya gitmez mi be?
— Rüstem be senin kara kız, yine mi koğuldu işten; ıskara
maşa satar.
Mahalle bir bayram yeri gibidir. Dümbelek, zurna, keman sesleri duyulur. Kara bıyıklı, poturlu ihtiyar-
lar gezer. Öyle kızlar görürsünüz ki içiniz titrer ama, burnunuzun alışık olmadığı ağır kokuya çare yok-
tur. Çamurlarda geçen kıştan, ne geçen kıştan öteki kıştan, Fatih'in İstanbul'a girdiğinin ertesi günü
yağan yağmurdan kalma nal izleri vardır. Duvar diplerinde keskin, gözleri acıtan bir amonyak koku-
su... İleride bir fabrika gürül gürül işlemektedir. Mahalle gençlerinin çoğu bu emprime fabrikasına gi-
derler. Fabrikanın etrafını bu sefil evler, kaldırımsız, eski sahtiyan, amonyak, insan fabrikasının
küsbesı kokulu sokaklara çevirmiştir. İşte Dolapdere burasıdır. Tekrar asfalta inince Yenişehir'e doğru
yürürsünüz. Sağınızda kocaman Vangelistra kilisesi bir derebeyin şatosuna benzer. Vakit akşamsa,
günlerden bir aziz günü ise Vangelistra kilisesi karanlığın içinde mumlar ve avizelerle pırıl pırıl yanar.
Sanki içerde dekolte prensesler, kontesler, beyaz ve pudralı perukalı dükler ve prenslerle polka oyna-
maktadır.
Beyoğlu'nun yüzlerce, binlerce dükkânında, terzisinde, berberinde, gazinosunda, gardrobunda, pasta-
cısında, barında, modistrasında, kürkçüsünde ve sinemasında yok bahasına çalışan Hıristiyan kızları
bu semtte yetişir. Duvarcılar, badanacılar, kuyumcu çıraklan, tornacılar, düğmeciler, marangozlar,
dülgerler, çilingir ustaları, kalfaları ve çırakları ile bu semtte yetişir.
Bu semtte tövbekâr yankesicilere, yeni hastahaneden çıkmış eroin hastalarına, falcılara, 1900, 1953 se-
nesi orompolarına, eski tulumbacılara, şık, Bobstil cebi bıçaklı, yakışıklı yeni külhanbeylere, arakçılara,
haraççılara, jigololara, kızlarına kodoşluk yapan analara, karılarına müşteri arayan kocalara... Pirzola
kokusuna, açlığa, rakıya, aşka, şehvete, iyiye kötüye, her mücerret kelime vasfının karşılığına rastla-
mak mümkündür.
Akşam oldu muydu her sokakta birbirini tanıyan ıslık sesleri duyulur. Karanlık köşelerde Rumca aşk
fısıltıları...
Yağmurlar yağmışsa sel önce buralarını basar. Yaz geceleri meltem öteki semtleri bir rüya serinliğine
boğarken burada yaprak oynamaz. Yenişehir'in kahveleri, meyhaneleri büyük ve güzeldir. Çarşı ışık,
kukureç, midye tavası, istiridye, tarak, kırmızı turp, maydanoz, ciğer tavası, şarap, ıskara balık ve rakı
kokusu içindedir. Saçları alınlarına yapışmış yumurta ökçe, 59 paça, kırmızı kuşaklı, semtten ancak
mahpusane için ayrılan ellilik acaip delikanlılar görürsünüz.
Resimli İstanbul Haftası, (2), 2 Mayıs 1953
Bir Hastalık *
Benzerlerine pek yakında rastlanacağına göre, demek daha virüsüne antibiyotikler tesir etmiyor. O
halde bu korkunç hastalık insan nesillerinden binde birine çaresiz yapışacak. Korkunç sıfatıyla sıfatla-
dığıma bakmayın! Bu hastalık yalnız tutulmayanlar için öyledir. Tutulanlar için tadına varılamaz, kor-
kunç surette zevkli bir hastalıktır. Evet, pek zevklidir. O kadar zevklidir ki, bir dakika bu hastalığa tu-
tulduğunuzu düşünseniz artık tramvaylara, otobüslere, trenlere bedava binersiniz. Söylev üstüne söy-
lev verirsiniz, gündem müzakere edersiniz, encümenlere girip çıkarsınız, bakanlarla merhabalaşır,
kartvizitler gönderir, kartvizitler alırsınız. Hülasa bir dakika bir milletvekilinin yerine kendinizi koyar,
rahat edersiniz. Artık bu hastalığın ismi anlaşıldı: Milletvekili hastalığı.
Ruhi bir hastalıktır. Bütün ruhi hastalıkların günümüzde son tedavisi "choc" tedavisidir. Ama yirminci
seçilemeyişten sonra seçilememek "choc"una dayanıklık gösterenler olmuştur. Benim bugün otuz, kırk
sene ötesine ait bir milletvekilliği hastasını dostlukla hatırlamam yeni tutulacak hastaların durumu ile
bir değildir. Şimdi her vatandaş milletvekilliğine namzetliğini koyabilir, broşür çıkarır, propaganda
yapabilir. Milletvekilliği hastası olduğunu hiç belli etmeyebilir. Hele okumuş yazmış, şurada burada
yapıcı fikirler ortaya atmış, bir zihin açıklığı göstermiş biri ise seçilsin seçilmesin milletvekilliği hastası
sayılmaz. Dört sene dişini sıkabilir de halini belli etmezse, krizi dört senede bir tutan hastalığa da has-
talık denmez. Ama kriz geçtikten sonra rahatlamak şart. Benim size anlatacağım bir köylüdür. Krizi
her gün tazelenen, tazelendirilen zavallı bir köylü.
Doğduğum şehrin bazı köyleri kasabaya pek yakındır. Hemen bir tarla aşıldıktan sonra kocaman köye,
yani bizim kasabaya girilir. Bu yakın köylerin insanları kasabalı ile temas etmeyi büyük bir şeref sayar-
lar. Hele mesela tahrirat kâtibi, nüfus memuru, belediye reisi, telgraf müdürü ile tanışmışlarsa iş ta-
mamdır. Artık köylülükten kurtulmuşlardır. Hiç köyde oturmazlar. Vakitleri halleri biraz da iyice ise
kasaba kahvelerine, bazı akşamlan memurların kerahet vakti çöktükleri lokantalara düşerler. Buralar-
da bir de ortaokul Fransızca öğretmeni ile iki bardak bira içmişlerse köye döndükleri zaman Paris'ten
bile söz açabilirler.
Rahmet Hoca bu köylerin birindendi. Okur yazardı. Şiir söylerdi. Saz çalardı. Namaz kıldırır, aşır
okurdu. Zeki, sevimli, canlı bir gençti bundan otuz yedi, otuz sekiz sene önce. Okumuş yazmış bir köylü
gencinin harmanlardan sonra kasaba bu kadar yakınken köyde pineklemesini kimse doğru bulmaz. İn-
sanın babası bile. O da kasaba kahvelerine, kasaba çarşılarına gün ağarırken düşer, öğleüstü pideli ke-
bap yer. Öğle namazını "Orta Cami"de kılar, ikindiüstü eşraftan Hacı Hasan Bey'in yazıhanesinde lafa
karışır, hararetlenir, kudretten pembe yüzünde fırıl fırıl dönen yuvarlak kahverengi gözleriyle ateş gibi
bir köylü delikanlısı olurdu. Saf saf konuşurdu ama doğru konuşurdu.
Onun hastalığının başlangıcına ben rastlamadım. Pek küçükmüşüm. Benim yetiştiğim zamanlar Birin-
ci Dünya Harbi patlamıştı. Harbin içinde idik. Onu belediye gazinosunda bir memurlar topluluğunun
ortasında, ayağında poturu, sırtında "İstanbulin"i, yakasında, sırtında olup olmadığı meçhul kaskatı
kolalı gömleği, lastikli siyah boyunbağı ile boynunun damarları şişmiş, kahverengi gözleri kan içinde,
ayağa kalkmış vaziyette görür gibiyim. Neler söylerdi? Hayal meyal hatırlarım. Biz, mektep çocukları,
belediye otelinin bahçesinin parmaklıklarına dizilirdik. Düyunu Umumiye müdürü onu havuz başın-
dan çağırırdı.
— Buyurun Rahmet Bey, şöyle buyurun.
Yerinden öyle kalkar. El pençe divan bir sandalyeye otururdu.
— Kahveci! Mebus beye bir kahve; okkalı olsun. Tahrirat kâtibi:
— Olur mu beyefendi? Bir mebus namzedine kahve ısmarlamak ne haddimize? O bize ısmarlayacak.
— Mebus olduktan sonra bol bol telafi ederiz, efendim, derdi. Halihazırda bendenizin sekiz dönüm tar-
lasından başka bir ineği ile iki öküzü âşar yüzünden haciz altındadır. Binaena-lâzalik sizlere kahve ıs-
marlayacak vaz'ü halde değilim.
Yalandı. Rahmet Hoca hasisti. Köyünün zengini sayılırdı. Öteden nüfus müdürü kaymakama seslenir-
di:
— Dersiâm Rahmet Hoca hazretlerinden muhtasar müfit bir hitabe rica etsek delâlet buyurmaz mısı-
nız?
Rahmet Hoca en çok nüfus müdürüne içerlerdi.
— Mebus olup intihap dairemin köylülerinin derd ü âlâmını, müzayaka ve iptidailiğini gidermek için
bir dersiâm olmaya sanırım hiç lüzum yoktur. Rüşdiye mezunu olmak kâfi ve vafidir.
Rahmet Hoca "Süpürgeci Mektebi" namıyla maruf rüşdiye mektebini birincilikle bitirmişti. Kaymakam
* Bu hikâyenin daha kısa olan ilk biçimi Edebiyat Dünyası, (51), 15 Mayıs 1948'de "Mikropsuz Hastalıklardan" adıyla yayımlan-
mıştır. (Yay. N.)
Bey:
— Gördünüz mü? derdi, yine kızdırdınız Rahmet beyefendiyi. Oldu mu ya? Siz hiç kederlenmeyin
Rahmet Bey! Bu kerre bütün kuvvetimle sizi destekleyeceğim. Artık siz de Meclis'te himmetinizi bizden
diriğ etmezsiniz.
Rahmet Hoca:
— Elemrü fevkaledeb3, der, kendi elini öperdi. Kaymakam Bey:
— Estağfurullah, estağfurullah! der ayağa kalkar, yine otururdu. Şimdi bir hitabecik bizlere. Bakın
bendeniz rica ediyorum.
— Başüstüne efendim.
Rahmet Hoca sandalyenin üstüne çıkardı:
— Muhterem vatandaşlar! Bu güzel vatanımızın her köyünü bir cennet haline ifrağ için büyük büyük
işlere lüzum yoktur. Onun köylülerinden birkaçını mebus olarak intihap buyurursanız mesele kendili-
ğinden halledilir. Fakat köylerimizin hali malum: Fena vaziyetteyiz. Bunu hepiniz bilirsiniz. Köylünün
derdini köylüden başka kim anlayabilir? Beni mebus olarak seçtiğiniz gün bütün kuvvetimle şunları
yapmaya çalışacağım. İlk iş olarak aşarı kaldıracağım.
— Yaşa, var ol!.. sesleri...
Rahmet Hoca boyun kırar, devam ederdi:
— Ormanları beyhude yere kesilmekten, tahripten kurtaracağım.
— Bravo! Yaşa!...
— Kel tepeleri ağaçlarla süsleyeceğim.
— Yaşasın mebusumuz!
— Sakarya taşarsa tarlalarımızı basmasın diye setler yaptıracağım.
— Eyvallah!
— Boş araziyi köylüye taksim edeceğim.
— Ambarlar yaptıracağım. Alkış olmasa bile eğilirdi.
— Dutluklar, böceklikler, müzeler, hafriyatlar, yaptıracağım.
— Yaşa Rahmet Hoca!
Kaymakam Bey işi ileriye vardırdığını, mektep talebelerinin yanına bakkal çıraklarının, berberlerin,
kasapların da dizildiğini ve alkışlara iştirak ettiğini görünce hemen bir jandarma koşturur, bizleri dağı-
tırdı.
Uzaktan bizim gördüğümüz köpükler saçan, kıpkırmızı, sandalye üstünde bir adamdı. İşittiklerimiz de:
— Hürriyet, müsavat, adalet... Setler, bentler, çorak tarlalar, âşar, öküz, övendire, tarhana çorbası,
cennet, muhabbet, ezcümle, bu suretle, sırası gelmişken, çiftlik sahipleri falan gibi cümle parçalan idi.
Rahmet Hoca ile beraber memurlar şehrin biricik lokantasına giderler, Rahmet Hocanın ziyafetinde
yerler içerler. Lokantada da nutuklar çekilir. Saat de gece yarısını bulurdu. Rahmet Hoca atına atlar,
nutuktan sarhoş bir halde köy yolunu tutardı.
Nutuk verdiğinin ertesi sabahı benzi uçmuş şehir kahvesine döndüğü zaman onu tekrar nutuk vermeye
zorlamak istemezdi bile.
Önüne gelen:
— Vay mebus beyefendi!
Diye selamladıkça utancından kızarırdı. Normalleşirdi. Bir korkudur alırdı kendisini.
— Bir halttır ettik dün akşam. Acaba çok mu uluorta konuştum? Dilin kemiği yok ki birader. Hem biz
kim, mebusluk kim? Bir şaka yapalım dedik...
Bir ufak memur tavla başından:
— Ne şakası, birader? Kaymakam Bey vilayete bu sabah gözümün önünde yazdı. Bu devre seni mebus
çıkarmazlarsa hocam, istifayı basacak. Kıymetlidir bizim kaymakam, ha! Ayıptır, rezalettir, diyor, bu
kıbalde, bu düşünüşte bir adamın kaç devredir mebus olmamasının günahını boynumda taşıyamaya-
cağım, diyor da başka bir şey demiyor.
— Sahi mi Abdullah Bey Allah aşkınıza?
— Nimet çarpsın ki!...
Küçük, muhtasar bir nutuk! Hadi lokanta! Hadi ziyafet!
Rahmet Hoca babasından kalma bir altın tenekesini böylece bitirdikten sonra bir zaman şehre inmedi.
Birinci Dünya Harbi bitti. İstiklal Harbi'nde sırtında fişeklerle bir ara gözüktü. Gözükmesiyle kaybol-
ması da bir oldu. Cumhuriyet ilan edilince galiba üçüncü devrede tekrar kasabada gözüktü. Sakalı bıyı-
ğı kesmişti. Nereden bulmuşsa bulmuş bir smokin pantolonunu ayağına, bir frak ceketini sırtına ge-
çirmişti. Elinde silindir bir şapka taşıyordu. Ustura ile tıraşlı kafasına pek bol geldiği için bu şapkayı
hiç giymezdi. Bir eteği topuklarına sarkan frakının yakasına bir gül takardı.
Günün birinde bir belediye reisinin kendisini merasimle mebus seçtiğini belediye çavuşlarından biri
lokantada müjdelediği zaman ziyafet bedelini cebindeki kuruşlarla zor bela ödeyebildi. Şakadan onu
3 Emir edepten üstündür.
Ankara trenine kadar götürdüler. Trene atlarken tuttular. Hususi tren hazırlanmış, şimdi gelecek,
onunla gideceksin, dediler ve sıvıştılar. Rahmet Hoca istasyonda yirmi dört saat bekledi. Nihayet gele-
bilen bir trene atladı. Mebus kompartımanına kuruldu. Epey bir yol gittiğini biliyorum. Hangi istas-
yonda işin farkına varıldığı, hangi istasyonda indirildiği malum değil.
Onun uzun zaman o istasyondan bu istasyona, bu istasyondan o istasyona mebus kompartımanlarına
kurularak dolaştığını söylediler. Bir türlü Ankara'ya varamadı. Nihayet frakının eteklerinden uzunu
koparılmış, boyunbağı kesilmiş, bembeyaz kolalı gömleği simsiyah halde, ayağının birinde rugan ayak-
kabı, ötekinde bir yemeni ile şehre dönmüş gördük. Köyüne götürdüler. Ama ilk fırsatta köyden şehre
iner, istasyona koşar, Ankara trenini beklerdi. Mebus kompartımanında kimse yoksa, istasyon müdü-
rünün de keyfi yerinde ise, üç beş dakika kompartımanda oturmasına müsaade edilirdi. Sonra Anka-
ra'ya varılmış gibi kemali hürmet ve azametle trenden indirilir, bir jandarma refakatinde köyüne gön-
derilirdi.
Varlık, (405) 1 Nisan 1954
Yılan Uykusu
İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var,
saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Ya-
ramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayaklan. Kim bu? İnsa-
noğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.
İşte gözlerinde yaş, işte gülüyor. İşte ekmeği ısırıyor. Bak patates salatasını attı ağzına. İşte çatalında
uskumru. İşte şarap bardağı dudağında. İnsanoğlu, tıpkı senin gibi apayrı. Üstelik seviyorsun da onu.
Dudağının kıvrımını seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç kırışı-
ğını.
İşte senin gibi apayrı. Canına sokacağın geliyor. İşte gazete okuyor. İşte cıgara paketine imzalar atıyor.
İşte portakal yiyor. İşte türkü söylüyor. Bilmediğin dilden bir türkü söylüyor. Arada bildiğin, kanında
dolaşan şu Türkçe dilinden "karabuberim buberim buberim!" diyor. Sonra "Asepiya piluti Keton İbra-
him!" İşte karşı karşıyasm. Haydi bakalım bil onu. Anla bakalım. Kendini anlat bakalım. İşte sıkılıyor.
Geniş geniş nefes alıyor. İşte cıgara paketine sevdiğin parmaklar uzandı. İşte sevdiğin dudağın kıvrıntı-
sından duman çıkıyor. Haydi bakalım. Bil onu bakalım. Kimdir? Senin hakkında ne düşünür? Şu saatte
nerede olmayı ister? Senin sevgin umurunda mı?
Haydi bil bakalım. "Karabiberim, karabiberim, biberim nasıl edelim, nasıl edelim, candarmalar geli-
yor, cızlam edelim."
İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de.
Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.
İşte karşı karşıyasın. Birdenbire kalkar, dudaklarından öpebilirsin. Gözlerini kapar. Ne güzel gözlerini
kapar. Belki de seni görmemek içindir. Sen de kaparsın gözlerini. Belki de onu görmemek içindir. Ne
sen onu, ne o seni anlıyor. Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor. "Tanı, tanı, kendini tanı". İşe başla
bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.
Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi. İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını
dökmüş bir ağaç girdi. Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir
bulut girdi.
Sonra... Sonra kar yağmaya başladı. Kütüphanenin camı buz tutmaya başladı. Ampulün ışığı buza girip
çıktı. Üşüyerek yine tavandaki şişesine girdi. Elbiselerimin cepleri buzdan kaskatı kesilmişti. Elimi ce-
bime de sokamıyordum. Soba harıl harıl yanıyordu. Sobanın üstünde buzlar eriyordu. Demin yanımda
olan şimdi yandaki odaya geçmişti. İki odayı birbirinden ayıran kapıyı açmış, bana bakıyordu. Kuş
ağaca tünemiş, kabarmış oturuyordu. O kuşa ıslık çaldı. Kuş cevap vermedi. Bana döndü. "Buz kestin
orda, dedi, bu odaya gelsene!" "O oda sıcak mı?" diye sormuşum gibi "sıcak ya, dedi, bu oda ısındı"
"senden mi?" diye sormuşum gibi "benden ya, dedi". Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. Herhalde
sobada bir bozukluk olacak diye boruya elimi sürmemle çekmem bir oldu.
O içeriki odadan sanki beni görüyormuş gibi: "Sobada iş yok!" dedi.
İçeriki odaya geçtim. Yatak hazırdı. O ta köşeye büzülmüştü. Yanına sokuldum. Sıcacıktı. Hamam gibi
idi. "Dondum sobalı odada yapayalnız," dedim, "burası ne iyi imiş!..." "Kuş ne oldu?" dedi. "Ağaçta,"
dedim. "Donacak zavallı," dedi, "buraya al onu da." "Bırak şimdi kuşu," dedim. İçime bir şeyler doğ-
muştu. Birdenbire yine garipsemiştim her şeyi. Onun yanı sıcacıktı. İçeriki sobalı odada soba harıl ha-
rıl yanıyordu. Ama kütüphanenin camı buz tutmuştu. Sonra içeride kuru dallarına kar birikmiş bir
ağaç vardı. Ağacın üstünde kuş. Kuş soğuktan kabarmıştı. Sabaha ya çıkar ya çıkmazdı. Yine "Kuşu bu-
raya al! Kuşu buraya al!" dedi. İstemeye istemeye kalktım. Sobalı odaya girdim. Kuşu aldım ağaçtan.
Kütüphanenin camındaki buzu tırnağımla kazıdım. Sobaya baktım, sönmek üzere idi. Bir iki odun at-
tım. Döndüm geldim ki, yatak bomboş. Yatağın kenarındaki komodinin üzerine bir kâğıt bırakmıştı.
Aldım. İkiye katlamıştı. Açtım; bomboş. Kuşu komodinin üzerine bıraktım. Ötmeye başladı. Bu oda hâ-
lâ sıcacıktı. Hâlâ dudağının kıvrımı, hâlâ kaşının yaramaz çocukluğundan kalma tüysüz yara çizgisi
odanın içinde çocukların mütalaa saatlerinde yapıp attıkları kâğıttan uçaklar gibi başıma düşüyorlardı.
Yatağımın üstüne oturdum. Bir cıgara yaktım. İçeriki odadaki ağaç buzlu cama pat pat vuruyordu. So-
banın sesini duyuyordum. Bulunduğum odanın kapısı vuruldu. "Girin!" diye haykırdım. Üstünde yeşil
renkli bir yağmurlukla bir adam girdi.
"Buyurun," dedim. "Kimi istiyorsunuz?" Adam dikkatle yüzüme baktı. Sonra etrafına bakındı. "Nerede
o?" dedi. "Kim?" dedim. "Demin burada sizinle beraber bulunan," dedi. "Bilmem kalktı gitti," dedim.
Yorganı açtı. Yüzüme baktı. "Neye yalan söylüyorsunuz?" dedi. Dönüp baktım. Demin büzüldüğü yerde
uyuyordu. Mışıl mışıl uyuyordu. Alnı terli idi. Komodinin üstünden kuş kalkıp saçlarına kondu. Bir
kuytu ormanda bülbül gibi şakıdı.
Biz adamla yandaki odaya geçtik. Şimdi odaya lapa lapa kar yağıyor. Onun yeşil muşambasına, benim
pijamama birikiyordu. Ama ben üşümüyordum. O ellerini hohluyor, uğuşturuyordu.
"Bırak uyusun, biz konuşalım," dedi. "Konuşacak bir şey yok," dedim. "Hem burası soğuk. Gidip ben de
yatmalıyım. Yarın erken kalkacağım."
Yüzünü hiddet bürümüştü. Elleri titriyordu.
"Durun hiddetlenmeyin, isterseniz konuşalım ama üstüme bir şey alayım," dedim. Dışarı çıktım. Pal-
tomu giyip geldim. Oda birdenbire değişivermiş, her zamanki odamın halini almıştı. Adam kanepede
rahatça oturuyor, cıgara içiyordu. Beni görünce "Anlaştık, anlaştık." dedi.
"Kiminle anlaştınız?" dedim. "Sizinle" dedi. "Ne zaman?" dedim. Güldü. "Kuş bana anlattı," dedi. Fe-
rahlayıverdim. Kuş anlattı ise herhalde iyi şeyler anlatmıştır. Kuşlar kötü şey anlatır mı?
"Kuşlar anlatır mı?" dedim. "Tabii anlatır!' dedi, "çocukken annem sen bugün mektepte hocaya dilini
çıkarmışsın! Ayıp değil mi sana? derdi. Yalan vallahi anne, derdim, sana kim söyledi. Bana bir kuş söy-
ledi, derdi. Bu kuş işte o kuş," dedi. "Her şeyi anlattı mı?" dedim. "Anlattı" dedi.
Rahat ettim. Kuşlar kötü şey söylerler mi hiç? Küçük dedikoduların zararı yok. "Öyle ise" dedim, "me-
sele yok." "Yok, yok, dedi, şu cıgaramı içeyim gideceğim". Kütüphanenin camı yine buz tutmaya başla-
dı. Kapı açıldı. Ağaç girdi. Ağacın arkasından kuş girecek diye bekledim; girmedi. Ama bulut girdi.
Oda yine değişmiş, yine soğumuştu. Bu sefer kitapların kenarından da buzlar sarkıyordu. Olur şey de-
ğil, diye söylendim kendi kendime. Ya adam da değişirse: Kanepede büzülmüş, ellerini hohluyor, kafa-
sını sallıyordu. Burnu soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Ama bana bakarken gülüyordu. Değişmemişti.
Deminki gibi idi. "Eh bana müsaade artık," dedi. Hayırlı geceler!" "Hayırlı geceler!" dedim.
İçeriki odaya girmek canım istemiyordu. Herhalde o da kalkıp çoktan gitmiş olacaktı. Kuşla beraber
pencereden çıkmış olacaklardı. Ama o oda herhalde hâlâ sıcaktı. Ağacı yerinden söküp balkon kapısın-
dan fırlattım. Dumanla bulut da onun arkasından kendi kendilerine gittiler.
Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu. Anahtarı biraz kıstım. İçeriki odaya geçtim. Yorganı
açtım. Köşeye büzülmüş mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, be-
nim kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini, onun mışıl mışıl
uykusunu duydum.
İstanbul, (5), Mart 1954
-BİTTİ-
Elmadağı'ndan indim.
Elmadağı dikçe bir yokuştur, iki tarafına muntazam evler sıralanmıştır. Ne elmaya, ne dağa tesadüf
etmeden yokuşu iner, birkaç sene evvel bozuluvermiş bir asfalta girersiniz. Semt birdenbire fukaralaş-
mıştır. Kulübeler, tahtadan, taştan, sacdan ve mukavvadan kulübeler görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak
çocuklar görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak aynasız, hasırsız, iskemlesiz kahveler görürsünüz. Şivelerinden
kim olduklarını çabucak anlayacağınız insanların mahalle meydanını görürsünüz. Birisi:
— Abe, der, senin kızan pavlikaya gitmez mi be?
— Rüstem be senin kara kız, yine mi koğuldu işten; ıskara
maşa satar.
Mahalle bir bayram yeri gibidir. Dümbelek, zurna, keman sesleri duyulur. Kara bıyıklı, poturlu ihtiyar-
lar gezer. Öyle kızlar görürsünüz ki içiniz titrer ama, burnunuzun alışık olmadığı ağır kokuya çare yok-
tur. Çamurlarda geçen kıştan, ne geçen kıştan öteki kıştan, Fatih'in İstanbul'a girdiğinin ertesi günü
yağan yağmurdan kalma nal izleri vardır. Duvar diplerinde keskin, gözleri acıtan bir amonyak koku-
su... İleride bir fabrika gürül gürül işlemektedir. Mahalle gençlerinin çoğu bu emprime fabrikasına gi-
derler. Fabrikanın etrafını bu sefil evler, kaldırımsız, eski sahtiyan, amonyak, insan fabrikasının
küsbesı kokulu sokaklara çevirmiştir. İşte Dolapdere burasıdır. Tekrar asfalta inince Yenişehir'e doğru
yürürsünüz. Sağınızda kocaman Vangelistra kilisesi bir derebeyin şatosuna benzer. Vakit akşamsa,
günlerden bir aziz günü ise Vangelistra kilisesi karanlığın içinde mumlar ve avizelerle pırıl pırıl yanar.
Sanki içerde dekolte prensesler, kontesler, beyaz ve pudralı perukalı dükler ve prenslerle polka oyna-
maktadır.
Beyoğlu'nun yüzlerce, binlerce dükkânında, terzisinde, berberinde, gazinosunda, gardrobunda, pasta-
cısında, barında, modistrasında, kürkçüsünde ve sinemasında yok bahasına çalışan Hıristiyan kızları
bu semtte yetişir. Duvarcılar, badanacılar, kuyumcu çıraklan, tornacılar, düğmeciler, marangozlar,
dülgerler, çilingir ustaları, kalfaları ve çırakları ile bu semtte yetişir.
Bu semtte tövbekâr yankesicilere, yeni hastahaneden çıkmış eroin hastalarına, falcılara, 1900, 1953 se-
nesi orompolarına, eski tulumbacılara, şık, Bobstil cebi bıçaklı, yakışıklı yeni külhanbeylere, arakçılara,
haraççılara, jigololara, kızlarına kodoşluk yapan analara, karılarına müşteri arayan kocalara... Pirzola
kokusuna, açlığa, rakıya, aşka, şehvete, iyiye kötüye, her mücerret kelime vasfının karşılığına rastla-
mak mümkündür.
Akşam oldu muydu her sokakta birbirini tanıyan ıslık sesleri duyulur. Karanlık köşelerde Rumca aşk
fısıltıları...
Yağmurlar yağmışsa sel önce buralarını basar. Yaz geceleri meltem öteki semtleri bir rüya serinliğine
boğarken burada yaprak oynamaz. Yenişehir'in kahveleri, meyhaneleri büyük ve güzeldir. Çarşı ışık,
kukureç, midye tavası, istiridye, tarak, kırmızı turp, maydanoz, ciğer tavası, şarap, ıskara balık ve rakı
kokusu içindedir. Saçları alınlarına yapışmış yumurta ökçe, 59 paça, kırmızı kuşaklı, semtten ancak
mahpusane için ayrılan ellilik acaip delikanlılar görürsünüz.
Resimli İstanbul Haftası, (2), 2 Mayıs 1953
Bir Hastalık *
Benzerlerine pek yakında rastlanacağına göre, demek daha virüsüne antibiyotikler tesir etmiyor. O
halde bu korkunç hastalık insan nesillerinden binde birine çaresiz yapışacak. Korkunç sıfatıyla sıfatla-
dığıma bakmayın! Bu hastalık yalnız tutulmayanlar için öyledir. Tutulanlar için tadına varılamaz, kor-
kunç surette zevkli bir hastalıktır. Evet, pek zevklidir. O kadar zevklidir ki, bir dakika bu hastalığa tu-
tulduğunuzu düşünseniz artık tramvaylara, otobüslere, trenlere bedava binersiniz. Söylev üstüne söy-
lev verirsiniz, gündem müzakere edersiniz, encümenlere girip çıkarsınız, bakanlarla merhabalaşır,
kartvizitler gönderir, kartvizitler alırsınız. Hülasa bir dakika bir milletvekilinin yerine kendinizi koyar,
rahat edersiniz. Artık bu hastalığın ismi anlaşıldı: Milletvekili hastalığı.
Ruhi bir hastalıktır. Bütün ruhi hastalıkların günümüzde son tedavisi "choc" tedavisidir. Ama yirminci
seçilemeyişten sonra seçilememek "choc"una dayanıklık gösterenler olmuştur. Benim bugün otuz, kırk
sene ötesine ait bir milletvekilliği hastasını dostlukla hatırlamam yeni tutulacak hastaların durumu ile
bir değildir. Şimdi her vatandaş milletvekilliğine namzetliğini koyabilir, broşür çıkarır, propaganda
yapabilir. Milletvekilliği hastası olduğunu hiç belli etmeyebilir. Hele okumuş yazmış, şurada burada
yapıcı fikirler ortaya atmış, bir zihin açıklığı göstermiş biri ise seçilsin seçilmesin milletvekilliği hastası
sayılmaz. Dört sene dişini sıkabilir de halini belli etmezse, krizi dört senede bir tutan hastalığa da has-
talık denmez. Ama kriz geçtikten sonra rahatlamak şart. Benim size anlatacağım bir köylüdür. Krizi
her gün tazelenen, tazelendirilen zavallı bir köylü.
Doğduğum şehrin bazı köyleri kasabaya pek yakındır. Hemen bir tarla aşıldıktan sonra kocaman köye,
yani bizim kasabaya girilir. Bu yakın köylerin insanları kasabalı ile temas etmeyi büyük bir şeref sayar-
lar. Hele mesela tahrirat kâtibi, nüfus memuru, belediye reisi, telgraf müdürü ile tanışmışlarsa iş ta-
mamdır. Artık köylülükten kurtulmuşlardır. Hiç köyde oturmazlar. Vakitleri halleri biraz da iyice ise
kasaba kahvelerine, bazı akşamlan memurların kerahet vakti çöktükleri lokantalara düşerler. Buralar-
da bir de ortaokul Fransızca öğretmeni ile iki bardak bira içmişlerse köye döndükleri zaman Paris'ten
bile söz açabilirler.
Rahmet Hoca bu köylerin birindendi. Okur yazardı. Şiir söylerdi. Saz çalardı. Namaz kıldırır, aşır
okurdu. Zeki, sevimli, canlı bir gençti bundan otuz yedi, otuz sekiz sene önce. Okumuş yazmış bir köylü
gencinin harmanlardan sonra kasaba bu kadar yakınken köyde pineklemesini kimse doğru bulmaz. İn-
sanın babası bile. O da kasaba kahvelerine, kasaba çarşılarına gün ağarırken düşer, öğleüstü pideli ke-
bap yer. Öğle namazını "Orta Cami"de kılar, ikindiüstü eşraftan Hacı Hasan Bey'in yazıhanesinde lafa
karışır, hararetlenir, kudretten pembe yüzünde fırıl fırıl dönen yuvarlak kahverengi gözleriyle ateş gibi
bir köylü delikanlısı olurdu. Saf saf konuşurdu ama doğru konuşurdu.
Onun hastalığının başlangıcına ben rastlamadım. Pek küçükmüşüm. Benim yetiştiğim zamanlar Birin-
ci Dünya Harbi patlamıştı. Harbin içinde idik. Onu belediye gazinosunda bir memurlar topluluğunun
ortasında, ayağında poturu, sırtında "İstanbulin"i, yakasında, sırtında olup olmadığı meçhul kaskatı
kolalı gömleği, lastikli siyah boyunbağı ile boynunun damarları şişmiş, kahverengi gözleri kan içinde,
ayağa kalkmış vaziyette görür gibiyim. Neler söylerdi? Hayal meyal hatırlarım. Biz, mektep çocukları,
belediye otelinin bahçesinin parmaklıklarına dizilirdik. Düyunu Umumiye müdürü onu havuz başın-
dan çağırırdı.
— Buyurun Rahmet Bey, şöyle buyurun.
Yerinden öyle kalkar. El pençe divan bir sandalyeye otururdu.
— Kahveci! Mebus beye bir kahve; okkalı olsun. Tahrirat kâtibi:
— Olur mu beyefendi? Bir mebus namzedine kahve ısmarlamak ne haddimize? O bize ısmarlayacak.
— Mebus olduktan sonra bol bol telafi ederiz, efendim, derdi. Halihazırda bendenizin sekiz dönüm tar-
lasından başka bir ineği ile iki öküzü âşar yüzünden haciz altındadır. Binaena-lâzalik sizlere kahve ıs-
marlayacak vaz'ü halde değilim.
Yalandı. Rahmet Hoca hasisti. Köyünün zengini sayılırdı. Öteden nüfus müdürü kaymakama seslenir-
di:
— Dersiâm Rahmet Hoca hazretlerinden muhtasar müfit bir hitabe rica etsek delâlet buyurmaz mısı-
nız?
Rahmet Hoca en çok nüfus müdürüne içerlerdi.
— Mebus olup intihap dairemin köylülerinin derd ü âlâmını, müzayaka ve iptidailiğini gidermek için
bir dersiâm olmaya sanırım hiç lüzum yoktur. Rüşdiye mezunu olmak kâfi ve vafidir.
Rahmet Hoca "Süpürgeci Mektebi" namıyla maruf rüşdiye mektebini birincilikle bitirmişti. Kaymakam
* Bu hikâyenin daha kısa olan ilk biçimi Edebiyat Dünyası, (51), 15 Mayıs 1948'de "Mikropsuz Hastalıklardan" adıyla yayımlan-
mıştır. (Yay. N.)
Bey:
— Gördünüz mü? derdi, yine kızdırdınız Rahmet beyefendiyi. Oldu mu ya? Siz hiç kederlenmeyin
Rahmet Bey! Bu kerre bütün kuvvetimle sizi destekleyeceğim. Artık siz de Meclis'te himmetinizi bizden
diriğ etmezsiniz.
Rahmet Hoca:
— Elemrü fevkaledeb3, der, kendi elini öperdi. Kaymakam Bey:
— Estağfurullah, estağfurullah! der ayağa kalkar, yine otururdu. Şimdi bir hitabecik bizlere. Bakın
bendeniz rica ediyorum.
— Başüstüne efendim.
Rahmet Hoca sandalyenin üstüne çıkardı:
— Muhterem vatandaşlar! Bu güzel vatanımızın her köyünü bir cennet haline ifrağ için büyük büyük
işlere lüzum yoktur. Onun köylülerinden birkaçını mebus olarak intihap buyurursanız mesele kendili-
ğinden halledilir. Fakat köylerimizin hali malum: Fena vaziyetteyiz. Bunu hepiniz bilirsiniz. Köylünün
derdini köylüden başka kim anlayabilir? Beni mebus olarak seçtiğiniz gün bütün kuvvetimle şunları
yapmaya çalışacağım. İlk iş olarak aşarı kaldıracağım.
— Yaşa, var ol!.. sesleri...
Rahmet Hoca boyun kırar, devam ederdi:
— Ormanları beyhude yere kesilmekten, tahripten kurtaracağım.
— Bravo! Yaşa!...
— Kel tepeleri ağaçlarla süsleyeceğim.
— Yaşasın mebusumuz!
— Sakarya taşarsa tarlalarımızı basmasın diye setler yaptıracağım.
— Eyvallah!
— Boş araziyi köylüye taksim edeceğim.
— Ambarlar yaptıracağım. Alkış olmasa bile eğilirdi.
— Dutluklar, böceklikler, müzeler, hafriyatlar, yaptıracağım.
— Yaşa Rahmet Hoca!
Kaymakam Bey işi ileriye vardırdığını, mektep talebelerinin yanına bakkal çıraklarının, berberlerin,
kasapların da dizildiğini ve alkışlara iştirak ettiğini görünce hemen bir jandarma koşturur, bizleri dağı-
tırdı.
Uzaktan bizim gördüğümüz köpükler saçan, kıpkırmızı, sandalye üstünde bir adamdı. İşittiklerimiz de:
— Hürriyet, müsavat, adalet... Setler, bentler, çorak tarlalar, âşar, öküz, övendire, tarhana çorbası,
cennet, muhabbet, ezcümle, bu suretle, sırası gelmişken, çiftlik sahipleri falan gibi cümle parçalan idi.
Rahmet Hoca ile beraber memurlar şehrin biricik lokantasına giderler, Rahmet Hocanın ziyafetinde
yerler içerler. Lokantada da nutuklar çekilir. Saat de gece yarısını bulurdu. Rahmet Hoca atına atlar,
nutuktan sarhoş bir halde köy yolunu tutardı.
Nutuk verdiğinin ertesi sabahı benzi uçmuş şehir kahvesine döndüğü zaman onu tekrar nutuk vermeye
zorlamak istemezdi bile.
Önüne gelen:
— Vay mebus beyefendi!
Diye selamladıkça utancından kızarırdı. Normalleşirdi. Bir korkudur alırdı kendisini.
— Bir halttır ettik dün akşam. Acaba çok mu uluorta konuştum? Dilin kemiği yok ki birader. Hem biz
kim, mebusluk kim? Bir şaka yapalım dedik...
Bir ufak memur tavla başından:
— Ne şakası, birader? Kaymakam Bey vilayete bu sabah gözümün önünde yazdı. Bu devre seni mebus
çıkarmazlarsa hocam, istifayı basacak. Kıymetlidir bizim kaymakam, ha! Ayıptır, rezalettir, diyor, bu
kıbalde, bu düşünüşte bir adamın kaç devredir mebus olmamasının günahını boynumda taşıyamaya-
cağım, diyor da başka bir şey demiyor.
— Sahi mi Abdullah Bey Allah aşkınıza?
— Nimet çarpsın ki!...
Küçük, muhtasar bir nutuk! Hadi lokanta! Hadi ziyafet!
Rahmet Hoca babasından kalma bir altın tenekesini böylece bitirdikten sonra bir zaman şehre inmedi.
Birinci Dünya Harbi bitti. İstiklal Harbi'nde sırtında fişeklerle bir ara gözüktü. Gözükmesiyle kaybol-
ması da bir oldu. Cumhuriyet ilan edilince galiba üçüncü devrede tekrar kasabada gözüktü. Sakalı bıyı-
ğı kesmişti. Nereden bulmuşsa bulmuş bir smokin pantolonunu ayağına, bir frak ceketini sırtına ge-
çirmişti. Elinde silindir bir şapka taşıyordu. Ustura ile tıraşlı kafasına pek bol geldiği için bu şapkayı
hiç giymezdi. Bir eteği topuklarına sarkan frakının yakasına bir gül takardı.
Günün birinde bir belediye reisinin kendisini merasimle mebus seçtiğini belediye çavuşlarından biri
lokantada müjdelediği zaman ziyafet bedelini cebindeki kuruşlarla zor bela ödeyebildi. Şakadan onu
3 Emir edepten üstündür.
Ankara trenine kadar götürdüler. Trene atlarken tuttular. Hususi tren hazırlanmış, şimdi gelecek,
onunla gideceksin, dediler ve sıvıştılar. Rahmet Hoca istasyonda yirmi dört saat bekledi. Nihayet gele-
bilen bir trene atladı. Mebus kompartımanına kuruldu. Epey bir yol gittiğini biliyorum. Hangi istas-
yonda işin farkına varıldığı, hangi istasyonda indirildiği malum değil.
Onun uzun zaman o istasyondan bu istasyona, bu istasyondan o istasyona mebus kompartımanlarına
kurularak dolaştığını söylediler. Bir türlü Ankara'ya varamadı. Nihayet frakının eteklerinden uzunu
koparılmış, boyunbağı kesilmiş, bembeyaz kolalı gömleği simsiyah halde, ayağının birinde rugan ayak-
kabı, ötekinde bir yemeni ile şehre dönmüş gördük. Köyüne götürdüler. Ama ilk fırsatta köyden şehre
iner, istasyona koşar, Ankara trenini beklerdi. Mebus kompartımanında kimse yoksa, istasyon müdü-
rünün de keyfi yerinde ise, üç beş dakika kompartımanda oturmasına müsaade edilirdi. Sonra Anka-
ra'ya varılmış gibi kemali hürmet ve azametle trenden indirilir, bir jandarma refakatinde köyüne gön-
derilirdi.
Varlık, (405) 1 Nisan 1954
Yılan Uykusu
İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var,
saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Ya-
ramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayaklan. Kim bu? İnsa-
noğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.
İşte gözlerinde yaş, işte gülüyor. İşte ekmeği ısırıyor. Bak patates salatasını attı ağzına. İşte çatalında
uskumru. İşte şarap bardağı dudağında. İnsanoğlu, tıpkı senin gibi apayrı. Üstelik seviyorsun da onu.
Dudağının kıvrımını seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç kırışı-
ğını.
İşte senin gibi apayrı. Canına sokacağın geliyor. İşte gazete okuyor. İşte cıgara paketine imzalar atıyor.
İşte portakal yiyor. İşte türkü söylüyor. Bilmediğin dilden bir türkü söylüyor. Arada bildiğin, kanında
dolaşan şu Türkçe dilinden "karabuberim buberim buberim!" diyor. Sonra "Asepiya piluti Keton İbra-
him!" İşte karşı karşıyasm. Haydi bakalım bil onu. Anla bakalım. Kendini anlat bakalım. İşte sıkılıyor.
Geniş geniş nefes alıyor. İşte cıgara paketine sevdiğin parmaklar uzandı. İşte sevdiğin dudağın kıvrıntı-
sından duman çıkıyor. Haydi bakalım. Bil onu bakalım. Kimdir? Senin hakkında ne düşünür? Şu saatte
nerede olmayı ister? Senin sevgin umurunda mı?
Haydi bil bakalım. "Karabiberim, karabiberim, biberim nasıl edelim, nasıl edelim, candarmalar geli-
yor, cızlam edelim."
İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de.
Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.
İşte karşı karşıyasın. Birdenbire kalkar, dudaklarından öpebilirsin. Gözlerini kapar. Ne güzel gözlerini
kapar. Belki de seni görmemek içindir. Sen de kaparsın gözlerini. Belki de onu görmemek içindir. Ne
sen onu, ne o seni anlıyor. Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor. "Tanı, tanı, kendini tanı". İşe başla
bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.
Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi. İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını
dökmüş bir ağaç girdi. Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir
bulut girdi.
Sonra... Sonra kar yağmaya başladı. Kütüphanenin camı buz tutmaya başladı. Ampulün ışığı buza girip
çıktı. Üşüyerek yine tavandaki şişesine girdi. Elbiselerimin cepleri buzdan kaskatı kesilmişti. Elimi ce-
bime de sokamıyordum. Soba harıl harıl yanıyordu. Sobanın üstünde buzlar eriyordu. Demin yanımda
olan şimdi yandaki odaya geçmişti. İki odayı birbirinden ayıran kapıyı açmış, bana bakıyordu. Kuş
ağaca tünemiş, kabarmış oturuyordu. O kuşa ıslık çaldı. Kuş cevap vermedi. Bana döndü. "Buz kestin
orda, dedi, bu odaya gelsene!" "O oda sıcak mı?" diye sormuşum gibi "sıcak ya, dedi, bu oda ısındı"
"senden mi?" diye sormuşum gibi "benden ya, dedi". Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. Herhalde
sobada bir bozukluk olacak diye boruya elimi sürmemle çekmem bir oldu.
O içeriki odadan sanki beni görüyormuş gibi: "Sobada iş yok!" dedi.
İçeriki odaya geçtim. Yatak hazırdı. O ta köşeye büzülmüştü. Yanına sokuldum. Sıcacıktı. Hamam gibi
idi. "Dondum sobalı odada yapayalnız," dedim, "burası ne iyi imiş!..." "Kuş ne oldu?" dedi. "Ağaçta,"
dedim. "Donacak zavallı," dedi, "buraya al onu da." "Bırak şimdi kuşu," dedim. İçime bir şeyler doğ-
muştu. Birdenbire yine garipsemiştim her şeyi. Onun yanı sıcacıktı. İçeriki sobalı odada soba harıl ha-
rıl yanıyordu. Ama kütüphanenin camı buz tutmuştu. Sonra içeride kuru dallarına kar birikmiş bir
ağaç vardı. Ağacın üstünde kuş. Kuş soğuktan kabarmıştı. Sabaha ya çıkar ya çıkmazdı. Yine "Kuşu bu-
raya al! Kuşu buraya al!" dedi. İstemeye istemeye kalktım. Sobalı odaya girdim. Kuşu aldım ağaçtan.
Kütüphanenin camındaki buzu tırnağımla kazıdım. Sobaya baktım, sönmek üzere idi. Bir iki odun at-
tım. Döndüm geldim ki, yatak bomboş. Yatağın kenarındaki komodinin üzerine bir kâğıt bırakmıştı.
Aldım. İkiye katlamıştı. Açtım; bomboş. Kuşu komodinin üzerine bıraktım. Ötmeye başladı. Bu oda hâ-
lâ sıcacıktı. Hâlâ dudağının kıvrımı, hâlâ kaşının yaramaz çocukluğundan kalma tüysüz yara çizgisi
odanın içinde çocukların mütalaa saatlerinde yapıp attıkları kâğıttan uçaklar gibi başıma düşüyorlardı.
Yatağımın üstüne oturdum. Bir cıgara yaktım. İçeriki odadaki ağaç buzlu cama pat pat vuruyordu. So-
banın sesini duyuyordum. Bulunduğum odanın kapısı vuruldu. "Girin!" diye haykırdım. Üstünde yeşil
renkli bir yağmurlukla bir adam girdi.
"Buyurun," dedim. "Kimi istiyorsunuz?" Adam dikkatle yüzüme baktı. Sonra etrafına bakındı. "Nerede
o?" dedi. "Kim?" dedim. "Demin burada sizinle beraber bulunan," dedi. "Bilmem kalktı gitti," dedim.
Yorganı açtı. Yüzüme baktı. "Neye yalan söylüyorsunuz?" dedi. Dönüp baktım. Demin büzüldüğü yerde
uyuyordu. Mışıl mışıl uyuyordu. Alnı terli idi. Komodinin üstünden kuş kalkıp saçlarına kondu. Bir
kuytu ormanda bülbül gibi şakıdı.
Biz adamla yandaki odaya geçtik. Şimdi odaya lapa lapa kar yağıyor. Onun yeşil muşambasına, benim
pijamama birikiyordu. Ama ben üşümüyordum. O ellerini hohluyor, uğuşturuyordu.
"Bırak uyusun, biz konuşalım," dedi. "Konuşacak bir şey yok," dedim. "Hem burası soğuk. Gidip ben de
yatmalıyım. Yarın erken kalkacağım."
Yüzünü hiddet bürümüştü. Elleri titriyordu.
"Durun hiddetlenmeyin, isterseniz konuşalım ama üstüme bir şey alayım," dedim. Dışarı çıktım. Pal-
tomu giyip geldim. Oda birdenbire değişivermiş, her zamanki odamın halini almıştı. Adam kanepede
rahatça oturuyor, cıgara içiyordu. Beni görünce "Anlaştık, anlaştık." dedi.
"Kiminle anlaştınız?" dedim. "Sizinle" dedi. "Ne zaman?" dedim. Güldü. "Kuş bana anlattı," dedi. Fe-
rahlayıverdim. Kuş anlattı ise herhalde iyi şeyler anlatmıştır. Kuşlar kötü şey anlatır mı?
"Kuşlar anlatır mı?" dedim. "Tabii anlatır!' dedi, "çocukken annem sen bugün mektepte hocaya dilini
çıkarmışsın! Ayıp değil mi sana? derdi. Yalan vallahi anne, derdim, sana kim söyledi. Bana bir kuş söy-
ledi, derdi. Bu kuş işte o kuş," dedi. "Her şeyi anlattı mı?" dedim. "Anlattı" dedi.
Rahat ettim. Kuşlar kötü şey söylerler mi hiç? Küçük dedikoduların zararı yok. "Öyle ise" dedim, "me-
sele yok." "Yok, yok, dedi, şu cıgaramı içeyim gideceğim". Kütüphanenin camı yine buz tutmaya başla-
dı. Kapı açıldı. Ağaç girdi. Ağacın arkasından kuş girecek diye bekledim; girmedi. Ama bulut girdi.
Oda yine değişmiş, yine soğumuştu. Bu sefer kitapların kenarından da buzlar sarkıyordu. Olur şey de-
ğil, diye söylendim kendi kendime. Ya adam da değişirse: Kanepede büzülmüş, ellerini hohluyor, kafa-
sını sallıyordu. Burnu soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Ama bana bakarken gülüyordu. Değişmemişti.
Deminki gibi idi. "Eh bana müsaade artık," dedi. Hayırlı geceler!" "Hayırlı geceler!" dedim.
İçeriki odaya girmek canım istemiyordu. Herhalde o da kalkıp çoktan gitmiş olacaktı. Kuşla beraber
pencereden çıkmış olacaklardı. Ama o oda herhalde hâlâ sıcaktı. Ağacı yerinden söküp balkon kapısın-
dan fırlattım. Dumanla bulut da onun arkasından kendi kendilerine gittiler.
Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu. Anahtarı biraz kıstım. İçeriki odaya geçtim. Yorganı
açtım. Köşeye büzülmüş mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, be-
nim kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini, onun mışıl mışıl
uykusunu duydum.
İstanbul, (5), Mart 1954
-BİTTİ-
トルコ語文献の1テキストを読みました。