🕙 29 分の読み取り時間

27 Mayıs'tan 12 Mart'a - 3

合計単語数は 3732 です
一意の単語の合計数は 2165 です
26.1 の単語が最も一般的な 2000 単語に含まれています
37.5 の単語が最も一般的な 5000 語に含まれています
44.4 の単語が最も一般的な 8000 単語に含まれています
各行は、最も一般的な単語 1000 個あたりの単語の割合を表します。
    Batıda millet yararına bir devrim hareketi başarılırsa, milleti seven bütün aydınlar, her şeyden önce o devrimin başarısı uğruna gayret harcarlar. Bir süre parti çatışmaları bir yana bırakılır, bütün enerjiler bir araya toplanır ve bir an önce normal bir rejime varılmak istenir. Bu yolda birbiriyle en bağdaşmaz partiler bile işbirliğinden sakınmazlar. Normal rejime varıldıktan sonra da düşünceler ve prensipler basılı kâğıtlara sıralanıp halka ve gazetelere dağıtılmakla yetinilmez. Parti sözcüleri, her ağız açtıkları toplantıda, iktidara gelirlerse ne yapacaklarını ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarının ne olacağını bıkmadan, usanmadan tekrar ederler. Hükümete karşı yöneltilen tenkidler de hep bu açıdan ele alınır. Kişisel tartışmalar daima ikinci, üçüncü, beşinci plâna atılır, doğru olmadığı söylenen bir tutumun nasıl ve ne yolla düzeltilmesi gerektiği mutlaka belirtilir.
    Bizim gecekondu partiler bu çok basit gerçekleri bir türlü öğrenemiyorlar. Öğrenemedikleri için de hemen her on, on beş yılda bir kafalarını taştan taşa çarpıyorlar. Aynı zamanda millete de yazık etmeseler ''oh olsun!'' der, hallerine bakıp güler, geçerdik.
    Fakat bunu yapamıyoruz ve yapamayız. Onların hatası yüzünden dağdan yuvarlanan kayayı bir (Sisyphus) sabrı ile tekrar yerine koymaya çalışmak da bizim değişmez kaderimiz.
    25.6.1961
   
    KANUNLARIN RUHU
   
    Yüksek Adalet Divanı önünde tanıklık ederken, bilimsel rütbesinden aldığı cesaretle kendi kendisine bir hakem, bir bilirkişi, bir yüksek otorite sıfatını yakıştıran Ali Fuat Başgil, düşük iktidar tarafından kurulan Tahkikat Komisyonu ile bu komisyona verilen yetkilerin 1924 Anayasasına aykırı bulunmadığını söyledi. Fetvasında yalnız başına kalmamak kaygusu ile de İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar'ın ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün eskiden aynı tezi savunmuş olduklarını sözlerine ekledi.
    Bilimsel rütbe bakımından üstün yerlere ulaşmış sayılı hukuk profesörlerimiz, o arada rektör Onar, dünkü gazetelerde çıkan demeçleriyle Ali Fuat Başgil'i yalanlamışlar, düşük iktidar tarafından alınan son tedbirlerin Anasayı açıkça ihlâl ettiğini belirtmişlerdir.
    Yassıada davaları sona ermediği sürece, hangi şekilde olursa olsun bu davalara dair burada fikir yürütmemeye dikkat ediyorum. Fakat 27 Mayıs devriminin meşruluğuna inanmış bir yazar olarak, o meşruluğu gölgeye düşürebilecek bir davranış karşısında susmayı doğru bulmadım. Aslına bakarsanız, Başgil'in sözleri kendi ruh ve kafa yapısını olduğu gibi yansıtan samimî sözlerdi. Hukuku hayattan ayırmaz da bu sözleri içinde bulunduğumuz şartlar açısından değerlendirirsek gerçek durumu daha iyi kavramış oluruz.
    Başgil'i devrimlerden hoşlanmayan, gerici bir adam olarak biliriz. O, yazılarıyla ve çalışmalarıyla öteden beri yurdumuzdaki ileri hamlelere karşı koyan, demokrasi parolası altında gericiliğin propagandasını yapan ve bunu daha ziyade şekle ait bir hukuk düzeni içinde başarmak isteyen biridir. Çoğunluk dört karı mı istiyor? Çoğunluk Arap harflerinden yana mı? Çoğunluk şeriat hükümlerini mi yeğliyor? Çoğunluk hilâfeti mi özlemiş? Çaresiz boyun eğeceksiniz. Üstadın demokrasi anlayışı işte kısaca budur. Daha doğrusu bu demokrasi anlayışını yurdumuzda hâkim kılmakla üstad özlediği rejime kavuşmak hevesindedir.
    Başgil'in mantığı ile düşünecek olursak, mademki DP iktidarı Anayasayı ihlâl etmemiştir, o halde onu haksız yere düşüren bugünkü idare de gayrimeşru sayılmalıdır. Bu örtülü yargıya varırken Başgil'in en kuvvetli dayanağı 1924 Anayasası oluyor. O Anayasaya göre, Büyük Millet Meclisi kararlarıyla bu milletin giyimi, kuşamı değiştirilmiş, yaşayışına, diline ve geleneklerine değin her şeyine dokunulmamış mı idi? Bir başka Büyük Millet Meclisi, aynı Anayasaya dayanarak bütün bunları ters yönden değiştirirse, bu son derece hukukî ve meşru bir davranış olmaz mı idi?
    Mantığın sakatlığı asıl burada düğümlenmeye başlıyor. Şimdi soralım: Peki, 1924 Anayasası'nı kimler ve hangi şartlar altında yaratmışlardı? Bu Anayasa bir devrimden doğmuştu. Öyle bir devrim ki, baş sorumluların zamanın meşru idaresi ''gıyaben'' idama mahkûm emiş, buların katli vacip olduğuna dair Şeyhülislâmdan fetva çıkartmış, ''tenkil'' edilmeleri için üzerlerine silahlı kuvvetler göndermişti. 1924 Anayasası, o ''isyancı''ların, o devrimcilerin eseridir. Bunlar Hilâfeti kaldırdılar, Saltanat Hükümetini devirdiler, devletin altı yüz yıllık hanedanını yurt dışına kovdular ve yeni bir Türkiyenin temellerini attılar. Bunu yaparken aynı zamanda bir yüksek adalet divanı kursalardı da orada kendisini tanık olarak dinlemek isteselerdi Başgil acaba ne derdi? Yukarıdan beri izlediğimiz mantığına göre, bu adam, geçen gün Yassıada'da yaptığı gibi düşük Saltanat rejimini savunmak ve başta Vahidettin ile vezirleri olmak üzere, yüzelliliklere varıncaya dek tüm suçluları masum, devrimcileri ise ''gayrimeşru'' göstermek zorunda değilmi idi?
    O halde gayrimeşru saydığı bir kurulun yaptığı 1924 Anayasasına sığınarak bugünkü sanıkları ne hakla savunabiliyor?
    Başgil'in sözde kurnazlığı şurada: Bir devrim eseri olan 1924 Anayasasının ancak devrim hizmetinde kullanılması gereken esenliği var ya, gerektiği zaman ondan kendi çıkarına yararlanmak, fırsatını buldu mu her türlü gericiliğe dilediği tavizleri vermek. O Anayasa ile ''kadını erkek, erkeği kadın yapmaktan gayri her şeyin başarılabileceğini'' tekrarlayıp durması bundandır.
    Fakat, yağma yok üstat! Atatürk çocukları devrim ilkelerinin çiğnenmesine, lâf hokkabazlıkları arasında millî iradenin uyuşturulmasına fırsat vermeyecekler, görevini kötüye kullanan iktidarları, gerekirse, işte böyle yakasından tutup atacaklardır.
   
    29.6.1961
   
    SÖZ VE EYLEM
   
    Devrimden sonra kurulan partilerin tutumunu incelerken geçen gün burada ''Gecekondu partileri'' diye bir deyim kullanmıştım. Bu söz 'Öncü'' gazetesi yazarlarından Emil Galip Sandalcı'yı sinirlendirmiş. ''Türk basınının temsilcilerinden biri olmakla geçindiğimi'' iddia ederek, daha ziyade bir tabancaya benzeyen elindeki kalemi alnıma dayıyor. Kendi köşesinin duvarı dibinde bana sorduğu şu:
    - Biz prensipsiz, programsız bir parti miyiz? Hangi ölçülerle YTP'nin bu sıfatlara hak kazandığını açıklayabilir misin?
    Sayın Sandalcı'ya cevap vermeden önce ilkin, Türk basınının temsilcilerinden biri olarak ''geçindiğim'' iddiasını yalanlamak isterim. Ben sadece kendi kafamın temsilcisiyim. Kafam Türk basınını temsil eder mi, etmez mi, ederse ne dereceye kadar eder? Bu, yazılarımın doğurduğu tepkilerle bir okurdan öbürüne, hatta bugünden yarına değişen kanılara bağlıdır. Sayın Sandalcı bende hiç bir temsilciler sıfatı görmeyebilir, fakat böyle ''geçindiğim'' iddiasını ortaya atamaz. Atarsa meslek ahlâkı yönünden doğru sayılmayan bir davranış olur bu..
    Şimdi gelelim cevaba:
    Siyasal partiler hakkında varacağımız yargılar, o partilerin yurt düzeyindeki genel davranışlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Kâğıt üzerinde her partinin bir programı, bir tüzüğü ve bir takım ilkeleri yazılıdır. Çok kere bunlar güzel şeylerdir. DP'nin de göz kamaştırıcı, pırıl pırıl bir programı, insana güven duygusu aşılayan ilkeleri vardı. İktidara gelmeden önce DP kendi propagandasını bunlara dayanarak yürütüyordu. Sonradan her şeyin nasıl rafa kaldırıldığını Sayın Sandalcı'ya şimdi burada hatırlatmak herhalde gereksiz olmalıdır.
    YTP'nin de kâğıt üzerinde iyi bir programı, hoşa gidecek ilkeleri olabilir. Ne yazık ki genel davranışı ile bu parti sırf DP'den arta kaldığı sanılan oyları toplamak amacına bağlı görünüyor. Parti sözcülerinin sözlerini dinliyoruz, parti yazarlarının yazılarını okuyoruz: Edindiğimiz hep aynı izlenim oluyor. Teşkilât basamaklarında görev alan kimseler arasında düşük yönetime son dakikaya değin hizmet etmiş kuyruklar bulunduğunu öğreniyoruz. Bundan ötürü olacak ''kuyruk'' deyimi YTP sorumlularını fena halde sinirlendiriyor. ''Vatandaşları ikiye bölüyorsunuz!'' parolası altında bu deyimi kullananlara ateş püskürtüyorlar. Oysa, bizim ''kuyruk''tan kastımız elbette DP'nin adaklarına kapılıp vaktiyle bu partiye oy veren masum vatandaşlar değil, fakat çıkarı uğruna DP saflarında iş görmeyi meslek edinen profesyonel küçük politikacılardır. Sayıları belki elli altmış bini zor bulan bu takımı kendi sıfatı ile anmak 30 milyonluk Türk milletini nasıl ikiye bölmek sayılabilir? Ama o küçük politikacıları kazanmak uğruna türlü yollara başvurmak, bir bakıma düşük devrin zihniyetini hortlatmaya çalışmak anlamına gelebilir.
    Yarayı biraz daha deşelim: YTP kurucularından Sayın Alican ilk devrim hükümetinde görev kabul etmiştir. Şu halde kendisi DP iktidarının gayrimeşru bir hale geldiğine inanmış olmalıdır. İnanıyor da ne yapıyor Alican? Ağzını açıp da son yılların kötülüklerini bir defacık halka anlattığı var mı? Din ve vicdan sömürücülüğü ile bu memlekette gerçek demokrasiye varılamayacağını, oy avcılığı uğruna her şeyin mübah sayılamayacağını söylüyor mu. Geziye çıkan parti arkadaşları arasında cuma günü en kalabalık camileri seçip mabih sayılamayacağını söylüyor mu? Geziye çıkan parti arkadaşları arasında cuma günü en kalabalık camileri seçip gösteri namazına gidenlere ''yapmayınız bunu?'' diyor mu? Belki özel konuşmaları sırasında, yalnız Sayın Sandalcı'nın duyabileceği bir sesle bu konulara dokunduğu oluyordur. Ama vatandaş olarak biz ne Alican'dan, ne de öteki YTP ileri gelenlerinden beklediğimiz düşüncelerin açıklandığını duymuyoruz.
    YTP'ce güdülen politika, tarihten son on yıllık ibret devrini silmiş, atmış gibidir. Bütün saldırılar, tıpkı vaktiyle DP'lilerin yaptığı gibi 27 yıllık CHP yönetimine çevrilidir. Emil Galip Sandalcı bile -ki düşüklerden çok çekmiştir- yazılarında son devir yönetimine hiç dokunmamaya dikkat ediyor.
    Bu gibi açık belirtilere bakarak kullandığımız ''Gecekondu partileri'' deyimi kimseyi sinirlendirmemelidir. Deyimden hoşlanmayanlar bize kızacak yerde partilerine bir çeki düzen vermeye çalışsalar daha iyi ederler.
   
    2.7.1961
   
    KİM İNANIR SANA?
   
    Şu mantığa bakınız: Gelecek pazar günü yeni Anayasa tasarısı halk oyunu sunulacak ya, madem ki son söz vatandaşa düşüyor, tasarıya ''evet'' demek kadar ''hayır'' demek de onun hakkı olduğuna göre, bu işe dışarıdan karışmak ve ''hayır''cılara karşı cephe tutmak anti-demokratik bir davranış sayılırmış. Millî irade yeni Anayasa tasarısını geri çevirirse ne yapılacağı kanunda yazılı değil mi imiş? Millet bir Kurucu Meclis seçer, yeni Anayasayı ona hazırlatırmış. Biz ne demeye hayırcılığı kötülemeye çalışıyor muşuz? Beğeniyorsak Anayasayı övmekle yetinmeli, fakat beğenmeyenlere de ses çıkarmamalı imişiz.
    Rejimin bir an önce normalleşmesi uğruna çırpınan ve yurttaş oyuna saygıdan başka bir duygu beslemeyen insanları millet gözünde ''baskıcılar'' gibi göstermek gayretindeki bu mantık tüm yakıştırma ve uydurma temellere dayandığı için her yanı ile çürüktür. Bir düşünceyi savunurken karşı düşünceyi kınamak suç olsa idi, yeryüzünde hiç bir siyasal tartışma yapmaya imkân bulunmamak gerekirdi. Millî iradenin belli bir yönde belirmesini bekleyenler ve özleyenler vatandaşı uyarmak için elbette gayret harcayacaklardır, onu ters yöne sürüklemek isteyenlere karşı savaşacaklardır. Gelecek pazar günü millet kendi kaderini kendi eliyle çizecek, Anayasa hakkındaki düşüncesini serbestçe açıklayacaktır. Uzun emekler sonunda tasarıyı hazırlayan bugünkü geçici devrim rejimi, onu halk oyuna sunmakla, hem halka karşı, beslediğimiz saygı duygusunu, hem de toplumca yüreğimizde taşıdığımız hukuk devleti özlemini açığa vurmuş oluyor. Bu davranışı ile devrim idaresi şüphesiz ezici vatandaş çoğunluğunun isteklerini gerçekleştirmektedir.
    En uzak yurt köşelerine kadar giderek yeni anayasaya niçin ''evet'' denmesi gerektiğini anlatan sözcülerin asıl amacı, parti ayırımı gözetmeksizin bütün vatandaşları karanlık ve gizli yeraltı kımıldanmamalarına karşı uyarmaktır. Çünkü anayasanan halkça onaylanmasına engel olmaya çalışanlar bunun nedenini açıkça söylemekten çekiniyorlar. Açık konuşsalar ve meselâ ''Bu anayasa hürriyetleri teminata bağlayamadı'', ''Bu anayasa serbest teşebbüse imkân bırakmıyor'' gibi konular üzerinde dursalar da ''Şundan, şundan ötürü bu kanuna menfi oy kullanınız!'' deseler kendileriyle tartışmaya girişmek, bu tartışmayı da propaganda yasağı gününe değin yürütmek mümkün olabilirdi.
    Fakat ''hayırcılar''ın tuttuğu yol bu değil. Onlar gazetelerinde kem küm ediyorlar. Radyoda imâlı konuşuyorlar, açık toplantılarda her mânaya gelebilecek lâstikli lâflar ediyorlar. El altından ve gizliden gizliye yaptıkları ise mümkün olduğu kadar fazla sayıda vatandaşı kandırarak gelecek pazar günü halk oyunu aksatmaya çalışmak.
    Ümitleri de şu: anayasa tasarısı reddedilirse yeni bir Kurucu Meclis seçilecek, geçici yönetim en az bir yıl daha sürecek, yurdumuzun ekonomik ve siyasal gidişi en az bir yıl daha istikrara kavuşamayacak. O arada kimbilir, karşı ihtilâl mi olur, hükümete sızma mı olur, bir punduna getirip belki devlet yönetimini ele geçirirler, bildiklerini okurlar.
    Bunu açıktan açığa söyleyemeyecekleri için de âsapları bozuluyor, dişlerini gıcırdatarak ''evet''cilere saldırıyorlar. Kullandıkları mantık sisteminin çürüklüğü bundan olsa gerektir.
   
    6.7.1961
   
    SÖZ ULUSUN OLACAK
   
    Anayasa tasarısı üç gün sonra halk oyuna sunuluyor. Dün gece yarısından başlayarak bu konu üzerinde artık herhangi bir propaganda yapılamaz. Vatandaşın kendi vicdanı ile başbaşa kalarak özgür bir yargıya varabilmesi için kanun böyle bir yasak koymuştur. İyi de etmiştir.
    Şimdi aydınlara düşen görev, pazar günü mümkün olduğu kadar fazla sayıda vatandaşın sandık başlarına giderek oylamaya katılmasını sağlamaktır. Millî egemenlik ülküsüne karşı milletçe beslediğimiz sıracak duyguiları açığa vruması bakımından bu, önemli bir noktadır.
    Gerçi referandum seçim demek değildir. Pazar günkü oylamada şu parti mi, yoksa bu parti mi iktidara gelecek diye insana heyecan veren bir yarışma söz konusu olmayacaktır. Ayrıca, hemen bütün siyasal partiler anayasa tasarısını benimsemişler, kampanya süresince tasarı hakkında olumlu bir çaba göstermişlerdir. Bu şartlar altında, anayasanın nasıl olsa büyük bir çoğunlukla onaylanacağını düşünen, sandık başına gidip oy vermeyi lüzumsuz bir zahmet sayan vatandaşlar bulunabilir.
    Bu, doğru bir düşünce sayılamaz. Oylamaya katılış oranı düşük olursa, hem Türkiye'yi sevmeyen dış düşmanlar, hem de devrim rejimine diş bileyen iç düşmanlar, derhal bu durumdan yararlanmak isteyecekler, yurdumuzda bir hukuk devleti kurulmasını daha başlangıçta sarsmaya çalışacaklardır. Bunlar, neler diyebilirler? Örneğin:
    - Türk vatandaşları, millî kaderin bu yılla çizilmesini hoş görmüyor. Halk, eski devrin özlemini çekiyor ve yeni kurulacak yönetimi benimsemiyor.
    Diyebilirler. Daha başka, daha tehlikeli sloganlar da uydurup söyleyebilirler. Onun için şehirlerde oturan vatandaşlar, bütün yurt düzeyinde güneşli ve sıcak geçeceğini tahmin ettiğimiz şu pazar günü, çoluk çocuk sayfiye yerlerine gitmeden önce millî görevlerini hatırlamalı ve ister. ''Evet'', ister ''Hayır'' inançları ne yolda ise kayıtlı bulundukları sandığa uğrayarak oylarını kullanmalıdırlar. Bu uğurda bütün okurlarımı; dostlarını, hısım ve akrakbalarını, komşularını uyarmaya çağırıyorum. Referandumun sonucu kadar, belki daha da ziyade referanduma katılış sayısı önemlidir. Bu, kendi kaderimize karşı milletçe gösterdiğimiz ilginin bir ölçüsü olacaktır.
    Köylü vatandaşların durumu üzerinde de ayrıca durulmaya değer. Temmuz ayı içindeyiz. Bir çok yurt bölgelerinde hasat mevsimi başlamıştır. Çiftçilerimiz tarlalarında günün erken saatlerinden güneş batana değin kan tere bulanarak çalışıyorlar. Bir yıllık emeklerini tam gerçekleşeceği bir sırada her dakika onlar için bir değer taşır. Bu itibarla köylü vatandaşın, şehirli gibi pazar keyfinden değil de, çalışma zamanından ayıracağı bir kaç saat elbette daha büyük bir fedakârlık sayılsa yeridir.
    Fakat aslını ararsanız, üç gün sonra bizi bekleyen büyük görev, milletimizin kaderi ile beraber, teker teker her birimizin kaderi ile de yakından ilgilidir. Pazar günü sandık başına gitmeğe üşenenler, yarın normal rejim kurulduğu zaman, vatandaşlık haklarını biraz da sadaka gibi ele geçirmiş olmak durumunda kalmayacaklar mıdır?
    Özlediğimiz hürriyetleri sağlama bağlarken bu işi alnımızın teri ile başardığımıza inanmalıyız. Bunun için de sandık başına kadar zahmet etmeye değer.
   
    22.7.1961
   
    RODAJ DEVRİNE DİKKAT
   
    Fabrikadan yeni çıkmış bir otomobili hemen bütün yeteneklerini ile kullanamazsınız. Normal hale gelinceye dek onu fazla sarsmamak, motoru yormamak gerekir. Bir kaç bin kilometrelik bu alıştırma safhasına şoförler ''rodage'' devri derler. Ancak o safha açıldıktan sonradır ki otomobil, modeline uygun ve kataloglarda belirtilen teknik vasıflarına kavuşmuş olur. Ekip halinde çalışan endüstri tesislerinde ve sanat kollarında da böyledir. Yeni bir fabrika kurulur. Tam verimi ile işleyene değin bir sürü aksamalar, sürçmeler olur. Direktörler ve teknisyenler bunları dikkatle inceler, düzeltilmesi çarelerini elbirliği ile araştırırlar. Tam randımanına kavuşmadan bir fabrikanın ''rodage''ı aylarca uzayabilir. Yeni sahneye konan bir tiyatro piyesi daha önce pek çok kere prova edildiği halde, ilk temside hemen kendini bulup yerine oturmaz. Rejisör ve oyuncuların anlayış gücüne göre, onun da az çok bir ''rodage''ı olacaktır. Bu alıştırma, mı ısındırma mı, ne derseniz deyiniz, ''rodage'' safhasının büyük önemini her halde inkâr edemezsiniz. Fabrikadan yeni çıkmış bir otomobile kurulur kurulmaz gaza basıp son süratle motora yüklenirseniz, isterse dünyanın en tanınmış markası olsun, arabayı hırpalar, gücünden düşürür belki de artık islah kabul etmez derecede zedelersiniz. Yeni işletmeye açılan bir fabrikanın çeşitli aksaklıkları üzerinde durup onları sabırla ve dikkatle gidermeye çalışacak yerde, hemen ilk günden tam randıman almaya kalkışırsanız, işi daha başlangıçta mahvedebilirsiniz. Yeni sahneye konan tiyatro piyesinin ilk temsillerinde görülebilecek pürüzlere rejisör önem vermedi mi, bu bir deha eseri de olsa, başarısızlığa uğrayıp güme gidebilir.
    Anayasanın onaylanmasından sonra yaptığı ilk basın toplantısında gelecek politika hayatımıza dair Sayın İnönü'nün söylediklerini okurken işte bu ''rodage'' örneği gözlerimin önünde canlandı. ''Teknikte, endüstride, sanatta rodage oluyor da politikada neden olmasın?'' diye düşündüm.
    Gerçi İnönü sözlerinde pek iyimser bir dil kullanıyor. Yeni anayasamızın her bakımdan ileri ve yapıcı bir eser olduğunu öne sürerek millete yararlı olacağı tezini savunuyor. Ancak, ben bu iyimserliği deneme ile belirlemiş köklü bir inançtan ziyade yarına uzanan tatlı bir umudu, bir dileğe benzettim. Çünkü Sayın İnönü de, sözleri arasında, vatandaşın huzura olan ihtiyacını dile getirmekte ve bu huzuru gerçekleştirme şartlarını anayasa hükümlerinden ziyade partiler üst kademelerine hâkim olmasını istediği karşılıklı anlayış ve hoş görürlük havasına bağlamaktadır.
    Bu şüphesiz doğru, fakat o nispette de uygulanması güç bir düşüncedir. On beş yıl boyunca gitgide soysuzlaşan demokrasi denemesi yurdumuzda pek kötü izler bırakmıştır. Bugün iktidar uğruna seçim savaşına hazırlananlar arasında pek azı özgürlük kavramını Batılı anlamı ile değerlendirmekte, pek azı ulusun gerçek çıkarını kendi partisinin çıkarından üstün tutmaktadır. Anayasada bir bir yer alarak güvenliğe kavuşturulan Atatürk ilkelerini benimsediklerine dair yeni partilerden kaçı şimdiye dek iki çift lâf etti? Çöken idarenin taşıdığı zihniyetle bu memlekete ancak kötülük edilebileceğini bunlardan hangisi yüksek sesle açıklayabildi? Yeni partili deyimi de yanlış! Buralarda rastladığımız çehrelerden şöyle hatırladıklarımız yıllar yılı politika piyasasında çeşitli etkiler altında göre göre usandığımız tipler değil mi?
    Tartışma sınırı ile düşmanlık sınırını birbirinden ayırt edecek, vatandaşlık kavramını partizanlık kavramının üstünde bileek ve bu bilginin inancı ile ulus hizmetinde çalışacak sahici yeni partiler nerede?
    Anayasamızda politikacıları doğru rotaya iletici temel hükümler gerçi yeteri kadar var. Fakat öyle anlaşılıyor ki bu anayasanın ''rodage''i oldukça uzun sürecektir. Atatürkçü aydınlar bir süre devamlı tetikte bulunmalıdırlar. Eseri daha başlangıçta zedelemekten sakınalım.
   
    24.8.1961
   
    BİRAZ DÜŞÜNSELER
   
    Devlet ve hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel geçen akşam Florya Köşkü'nde gazetecilerle konuşurken ''Demokrat Parti'nin memlekete yaptığı en büyük kötülüklerden biri orduyu ihtilâle zorlaması olmuştur'' dedi. 27 Mayıs hareketinde görev almış bir çok komutanlardan da benzer sözler dinlediğimiz için yukarıki düşünceyi ordumuzun tüm benimsediğimni göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz.
    Türk ordusu, beğenmediği bir hükümeti devirip kendi keyfine göre bir başka hükümet kurmak ereği ile ayaklanmamıştır. Türk ordusu, gericilik yarışında uçurumun tâ yanına varıldığı, yönetimde meşruluk dışına çıkıldığı ve millî irade hiç sayılarak anayasa ilkeleri temelinden çiğnendiği için son çare olarak varlığını ortaya atmış, Cumhuriyeti kurtarmak amacı ile harekete geçmiştir.
    Bugün yurdumuzu yeni diktatörlük serüvenlerine karşı koruyacak en büyük güven, Türk ordusunun ilk gündenberi politika dışı kalmak hususunda gösterdiği açık eğilimlerdir. Millî Birlik Komitesi bu maksatla kurulmuş, sivil hükümet bu maksatla işbaşına getirilmiş, Kurucu Meclis bu maksatla seçilmiş anayasa bu maksatla hazırlanıp halkoyuna sunulmuş, nihayet, 15 Ekim seçimleriyle geçici yönetimin son bulmasına bu maksatla karar verilmiştir.
    27 Mayıs devrimcileri bu asîl kararlarını şimdiye değin türlü engelleri yenerek başarı ile yürütmüşlerdir. Şimdiden sonra da aynı gayretle çalışarak Atatürk rejimini hep özlediğimiz normal gelişme düzeyine kavuşturacaklarını umuyoruz.
    Bu arada gönül isterdi ki bütün siyasal partilerimiz gerçek yardımcılar olarak devrim yönetiminin yanıbaşında yer alsınlar ve hiçbir art düşünceye kapılmayarak canla başla rejimini normalleştirme çalışmalarına katılsınlar. Bu konuda, özellikle yeni kurulan partilerin iyi bir yol tuttukları söylenemez. Tersine, devrim yönetiminin temiz niyetlerine çelme takmak isteyen en karanlık gayretlere daha ziyade bu yeni partilerin saflarında rastlanmaktadır.
    Hiçbir siyasal kurulun tüm varlığını suçlandırmak aklımızdan geçmez. İyi ve kötü niyetli insanlar her toplulukta serpiştirme bulunabilir. Yeni kurulan partilerin sorumluları arasında da memleketin yükselmesini amaç bilen temiz yürekli vatandaşlar bulunduğuna eminiz. Fakat oy kaygusu uğruna bu vatandaşların zaman zaman yanlış yollara saptıklarını, sağduyuya aykırı söz ve davranışlardan kendilerini alamadıklarını da görüp duruyoruz. Gerçi, ancak seçimle işbaşına gelinen demokratik rejimlerde oy kaygusunu bütün bütün hiçe saymaya imkân yoktur. Bu hususta gerektiği zaman derece derece bir takım tâvizlere girişildiği, tutulmayacak vaatlere kalkışıldığı da görülür.
    Yeni partilerin temmuz kadrosunu yanıltan da bu oy toplama kaygusu olmalıdır. Liderler şöyle düşünebilirler: Yurdumuzda partisiz kalmış şu kadar vatandaş var. Geleneklerine saygı göstermek, gönüllerini almak suretiyle bunların oylarını kazanıp güçlenebiliriz. Sonra, yavaş yavaş onlara kendi fikirlerimizi aşılarız.
    Ne var ki, yeni partilere sızan düşük kuyrukları da aynı taktiği liderlere karşı kullanmakta, onlara alkış tutup başlarından eksik olmamalarını dilerken, yarın ilk fırsatta onları nasıl devireceklerini hesaplamaktadırlar.
    Yeni partilerin davranışı bu bakımdan insanı düşündürüyor. Hayrete değer bulduğumuz bir nokta, iyi, ya da kötü niyetli olsun, sorumlu partilerin bu davranışlarıyla yurdumuzda kurulmasını özlediğimiz normal rejimi geciktirmekten gayrı bir sonuç elde edemeyeceklerini bir türlü anlayamamalarıdır. Farz ediniz ki kuyruklar seçmen vatandaşı kandırdılar da yarın istedikleri ekibi iktidara getirdiler. Bu takdirde ne olacaktı? Düşük devir bütün haşmetli ile antidemokratik ve gerici icraatına bıraktığı noktadan devam etmek imkânına mı kavuşacaktır? O zaman 27 Mayıs'ı yaratanlardan hesap sorulmak mı gerekecektir? Cumhuriyeti kurtarmak, onu serbest seçimler sonunda işbaşına gelecek iktidara devretmek amacı ile kelleyi koltuğa alanlar ve onların temsilcisi oldukları ordu, Cumhuriyetin bir daha boğazlanmasına seyirci kalabilirler mi? Böyle bir düşünce akla ve mantığa sığar mı?
    Kendilerini bu gibi hayallere kaptıranlara tavsiye ederiz: Biraz realist olsunlar ve 27 Mayıs'tan beri yurdumuzda olan biteni tahlil süzgecinden geçirmek zahmetine katlansınlar. O zaman milleti Atatürk'ün çizdiği yolun dışına sürüklemek isteyenlerin daima hüsrana uğrayacaklarını anlayacaklar ve belki doğru yolu bulmak imkânına kavuşacaklardır.
   
    13.9.1961
   
    YENİ YAPI, YENİ ZİHNİYET
   
    Siyasal tarihimizin en nazik haftalarını yaşadığımızı acaba hepimiz gereği gibi fark edebiliyor muyuz? Bir yanda çöken bir yapının enkazını kaldırırken aynı zamanda yeni kurduğumuz bir başka yapıya (ilk adımlarımızı atarak) geçmek durumundayız. Temellerinden çatısına kadar bu yeni yapıyı şu bir buçuk yıl içinde biz kurduk. Eskisine kıyasla daha sağlam, daha kullanışlı, daha dayanıklı olması için elimizden geleni yaptık. Fakat itiraf edelim ki kullandığımız malzeme de o malzemeyi işleyen ustalar da, hatta yapının plânını çizen mimarlar da hep aynıdır. Yani çöken yapı gibi yenisini de bu memleketin çocukları meydana getirmiştir. Onun içinde beraberce yaşamak durumunda olanlar da yine bu memleketin çocuklarıdır.
    Şu halde yeni yapının kapısını (bismillâh) deyip açarken sadece onun sağlamlığına güvenmek bizi yeni çöküntülerden kurtarabilecek bir davranış sayılmasa gerektir. İçeri girer girmez hep beraber hora tepmeye başlar, kapıları yumruklar, camı çerçeveyi indirir, tavandaki avizelere asılır, çatı arasına çiş eder ve kibrit çakıp salondaki tül perdelerin önünde birbirimize tartışmaya kalkarsak, hiç şüphemiz olmasın, pırıl pırıl kurduğumuz yeni yapıyı kısa zamanda bir enkaz yığını haline getiriveririz.
    Rejim, devletin yönetimini düzenleyen bir çerçevedir. Onu insanlar yapar ve insanlar kullanır. Yapılış ne denli ustaca olursa olsun, kullanma zihniyeti değişmedikçe, rejimden millete fayda ummak boşunadır.
    Bu itibarla önümüzdeki haftalar boyunca sorumlu politikacılarımıza büyük ödevler düşüyor. Yuvarlak Masa Antlaşması'nı imzalamakla bunlar gerçi eski felâketlerden ders aldıkları ümidini bizde uyandırmışlardır. Fakat dediğimiz gibi, yaşadığımız anın nezaketi bir güzel jestle yetinmemize elvermemektedir... En büyüğünden en küçüğüne kadar bütün politikacılar, şu seçim öncesi ve seçim sonrası günlerinde omuzlarına binen sorum yükünün ağırlığını iyi ölçmeliler ve onu başkalarının sırtına boca etmeden taşıma fedakârlığına katlanmalıdırlar.
    Çöken yapı, bir davranış hatasına, bir iz'an kıtlığına, bir sorum şuursuzluğuna kurban gitmişti. Yeni yapıya yepyeni bir zihniyetle yerleşmek gerektiğini politikacılarımız artık anlamalı ve bugünden tezi yok, anladıklarını da millete göstermelidirler.
    Unutmayalım ki millete mal etmeye çalıştığımız bu yapı milletin olabilmek için, her şeyden önce politikacının mülkiyetinden çıkmalıdır. Bizde şimdiye değin bu düşünce hep tersine işlemiştir. Politikacı kendini rejimin de, milletin de sahibi bilmiş, halka hizmet edecek yerde daima halkı hizmetine almaya bakmıştır. Tek parti devrinde şefin gözüne girmek, vatandaşın sırtına oturup keyif çatmak için yeter bir gayret sayılırdı. Çok partili hayata geçtikten sonra buna bi de halkı kandırmak gayreti eklendi. Seçim sıralarında paçaları sıvıyacak, oy toplamak uğruna ağzına geleni söyleyecek, daldan dala atlayarak olur olmaz bir sürü vaatlerde bulunacaksın. İllâ ki seçilesin. Seçildikten sonra dört yıl artık rahatsın. Gelecek seçimde ise Allah kerim.
    Bu zihniyet mutlaka değişmelidir. Seçmen karşısında propagandaya çıkan politikacılar, kendilerinden ziyaret bir fikrin, bir ilkenin propagandasını yapmaktan sorumlu bulunduklarını iyi bilmelidirler. Dünyada halkın fedakârlığı olmaksızın kalkınan ve gelişen bir tek memleket gösterilemez. Bu itibarla seçmene bol keseden ucuzluk, bolluk, rahatlık vaat eden politikacı düpedüz yalan söylüyor demektir. Hele Türkiye gibi her bakımdan geri kalmış, çalışma temposu düşük bir ülkede vatandaş karşısına ancak sosyal adalet ilkelerine uygun bir iş programıyla çıkılmalı ve bu programın da daha ziyade vatandaş gayreti ile gerçekleşebileceğini anlatmalıdır.
    Politikacılarımız kendi öz çıkarlarını bu sefer de arka plâna atamazlarsa, yeni yapının eskisinden hiç de daha dayanıklı olmadığını göreceğizdir.
   
    15.10.1961
   
    SELAM SANA ŞANLI ORDU
   
    Bugün yapılacak seçimler sonunda hangi parti kazanırsa kazansız, bir buçuk yıldır millî kaderimizi elinde tutan devrim idaresi sona erecek, işbaşındaki geçici iktidar yerini yeni rejime devrederek, Atatürk'ün deyişi ile, sine-yi millet'e çekilecektir.
    Bunu yapacak olanlar, gerçekten milletin bağrından kopmuş, milletin nefsi kadar millete bağlı, Türk ordusunun aziz temsilcileridir. Bunları adlarıyla saymak, 27 Mayıs devrimini başaranlar ve yurdumuzda Atatürk ilkelerine uygun hürriyetçi bir halk yönetimi kurmak uğruna and içtikten sonra verdiği sözü yerine getirenler şu, şu, şu vatandaşlardır demek, herhalde yersiz bir gayretkeşlik sayılmalıdır. 27 Mayıs'ı Türk milletinin zinde kuvvetleri hazırlamış, bu kuvvetlerin en zindesi olan kahraman ordumuz da bu devrimi başarı ile yürütüp bizi bugüne ulaştırmıştır.
  
トルコ語文献の1テキストを読みました。