Pierre ve Jean - 4
Il numero totale di parole è 3996
Il numero totale di parole univoche è 2226
32.5 delle parole sono tra le 2000 parole più comuni
46.9 delle parole sono tra le 5000 parole più comuni
53.9 delle parole sono tra le 8000 parole più comuni
- Bak hele, bana söylememiştiniz! Bilseydim, geçen hafta hastalığımda size muayene olurdum. Ne içersiniz?
- Bir duble bira, sen?
- Madem ısmarlıyorsun, ben de bir duble içerim.
Kız bu ikramdan yüz bularak onunla senli benli konuşmayı sürdürdü. Karşılıklı geçip çene çaldılar. Okşayışlarını bile parayla satan kızların pişkinliğiyle onun ara sıra elini avucuna alıyor, süzgün gözlerle bakıp:
- Cicim sana bayılıyorum, niçin daha sık uğramıyorsun? diyordu.
Fakat Pierre, daha şimdiden ondan tiksinmişti... Onu aptal, bayağı, aşağılık buluyordu; kendi kendine: Kadınlar bize bir düşlem ya da bir lüks aylası içinde görünmelidir... Ancak o zaman bayağılıkları şiirleşir.
Kız:
- Geçen sabah buradan geçerken yanında güzel, sarışın, kocaman sakallı biri vardı, kimdi o? Kardeşin mi? diye sordu.
- Evet.
- Çok yakışıklı bir delikanlı.
- Öyle mi?
- Tabii, sonra çok neşeli görünüyor.
Jean'ın miras konusunu bu birahane hizmetçisine anlatmak gereksinimi bilmem böyle birdenbire nasıl doğdu? Yalnız kaldığı zaman ruhunu sıkma korkusuyla içinden atmaya çalıştığı bu düşünce neden dudaklarının ucuna gelmişti. Sıkıntıdan bunalan içini yine dökmek için neden bunları ağzından kaçırmıştı?
Bacak bacak üstüne atarak:
- Kardeşimin yaman talihi var, yirmi bin frank gelir getiren bir mirasa kondu.
Kız, para canlısı mavi gözlerini faltaşı gibi açarak:
- Vay! Bu mirası ona böyle kim bıraktı? Büyükanne, hala falan mı?
- Hayır, eski bir aile dostu.
- Yalnızca bir dost mu? Olamaz! Sana da bir şey bıraktı mı?
- Yok, ben onu pek tanımazdım.
Biraz düşündükten sonra acayip, hafif bir gülüşle:
- O! Kardeşin şanslıymış ki bu tür dostlar edinmiş - sana bu kadar az benzeyişine şaşmamalı doğrusu!
Nedenini bilmiyordu ama, içinden onu tokatlamak geliyordu, dişlerini sıkarak:
- Bununla ne demek istiyorsun?
Kız aptal, saf bir tavır takınarak:
- Ben mi? Hiç. Demek istiyorum ki senden talihliymiş.
Masanın üzerine bir frank fırlattı ve çıktı.
Kendi kendine yineliyordu: ''Sana bu kadar az benzeyişine şaşmamalı doğrusu!'' Ne düşünmüştü; bu sözcüklerin altında ne gizliydi. Altında bir kötülük, hınzırlık, alçaklık olduğu belliydi; kız, Jean'ın Maréchal'dan olduğuna inanmıştı.
Herkeste annesine karşı uyanan bu kuşku aklına gelince öyle kötüleşti, heyecanlandı ki, durdu, çevresine bakındı, oturmak için yer aradı.
Karşıda başka bir kahve vardı, girdi, bir sandalye çekti, garson karşısına dikilince: ''Bir bardak bira! dedi.
Yüreğinin çarptığını duyuyor, tüyleri diken diken oluyordu. Birdenbire Marowsko'nun bir gün önce söylediklerini anımsadı: ''Bu iyi bir etki yaratmayacak!'' O da mı bu tuhaf kız gibi aynı şeyi düşünmüş, kuşkulanmıştı?
Bardağının üzerine eğilmiş, beyaz köpüklerin çıtırdayarak eriyişlerini seyrediyordu; kendi kendine: ''İnanılmayacak şey mi hiç?'' diyordu.
Kafalarda bu çirkin kuşkuyu uyandıran nedenler şimdi ona apaçık olarak birer birer görünüyor, sinirlendiriyordu. Varissiz, bekâr bir yaşlı adam, malını dostlarından birinin iki çocuğuna bıraksın, bundan daha basit, daha doğal bir şey olamaz; ama bütün malını çocuklardan yalnızca birine versin, elbette o zaman, buna herkes şaşar, dedikodu yapar, bıyık altında güler. Nasıl olmuştu da bunu önceden sezemememişti? Nasıl olmuştu da babası duyumsayamamış, annesi anlayamamıştı? Bu beklenmedik paradan o kadar mutlu olmuşlardı ki, böyle bir şey akıllarından bile geçmemişti; sonra bu namuslu insanlar nasıl böyle alçakça bir iftiradan kuşkulanabilirlerdi?
Fakat çevre, konu komşu, bakkal çakkal, bütün tanıdıklar bu iğrenç şeyi ağızlarında dolaştırıp durmayacak mıydı? Alay edip eğlenmeyecekler miydi? Babasına gülüp annesini kötülemeyecekler miydi?
Birahane kızının dediği gibi, iki kardeşin, yüzce, tavırca, hareketçe, kafaca birbirlerine hiç benzemeyişleri, birinin sarışın ötekinin esmer oluşu, bütün bunlar şimdi herkesin gözüne batacak, çevreyi kuşkulandıracaktı. Roland'ın oğullarından söz edilince: ''Acaba hangisi öz oğlu?'' denecekti.
Kardeşine haber vermek, annelerinin namusunu kirleten bu korkunç tehlikeye karşı koyma kararıyla kalktı. Ama Jean buna ne yapabilirdi? Kuşkusuz en sade yol şuydu; haliyle yoksullara kalacak olan mirası geri çevirmek; bu işten haberdar olan eşe dosta da yalnızca, kabul edilemez koşullarla, engellerle dolu vasiyetnamenin Jean'ı mirasçı tanıması şöyle dursun, üstelik bir de borçlu çıkardığını yaymak...
Eve girerken kardeşiyle baş başa kalmayı düşünmüştü; ötekilerin yanında böyle bir şeyden söz edemezdi.
Daha kapıdan içeri girerken, salonda bir sürü ses, kahkaha işitti. Tam içeri girerken, Roland'ın bu uğurlu haberi kutlamak için birlikte getirdiği, yemeğe de alıkoyduğu Madam Rosémilly ile Kaptan Beausire'in sesini duydu.
İştah açsın diye vermutla apsent ikram edilmiş, önceden şöyle bir neşe yaratılmıştı.
Kaptan Beausire denizlerde yuvarlana yuvarlana küçücük, tostoparlak bir adama dönmüştü, düşünceleri de kıyılardaki çakıllar gibi dolgun görünürdü; gırtlaktan kahkahalar savurur, yaşamın hep iyi yanını görürdü. Jean, kadınlara iki dolu bardak daha ikram ederken, o da Roland'la kadeh tokuşturuyordu. Madam Rosémilly, bardağı geri çevirince ölmüş kocasını tanıyan kaptan atıldı:
- Hadi, hadi Madam, halk dilinde şöyle bir söz vardır: ''Bis repetita placent'', yani ''iki vermut asla bir şey yapmaz.'' Benden ibret alın! Denize çıkmamamdan bu yana her gün yemekten önce kendimi şöyle bir yalpalandırırım, yemek üstüne bir yalpa daha yaptım mı, artık bütün gece sallan dur! Ama işi fırtınaya kadar vardırmam, bindirmekten korkarım doğrusu.
Bu eski kurt, Roland'ın denize karşı olan düşkünlüğünü ateşlemişti, Roland içkinin etkisiyle daha şimdiden yüzü kıpkırmızı kesilmiş, gözleri süzgünleşmiş, katıla katıla gülüyordu. Kocaman bir göbeği vardı. O kadar kocamandı ki, sanki bütün vücudu oraya sığınmıştı, hep oturan adamlara özgü yumuşak kocaman bir göbekten başka bir şey görünmüyordu. Ortada ne kalça ne göğüs ne kol ne de boyun kalmıştı, yalnızca göbek kesilmişti.
Beausire, tersine, kısa boylu şişman olduğu halde yine de bir yumurta gibi dolgundu, topuz gibiydi.
Madam Roland, daha birinci kadehini bile bitirmemişti, mutluluktan yüzü pembeleşmiş, gözleri pırıl pırıl yanıyor, hayranlıkla oğlu Jean'ı seyrediyordu.
Jean'ın sevincine diyecek yoktu. İşler olup bitmiş, imzalar atılmış, yirmi bin franklık bir gelire konmuştu. Gülüşünde, şen şakrak konuşuşunda, insanlara bakışında pervasız,güvenli duruşlarında paranın verdiği güven seziliyordu.
Yemeğe buyurun denildi. Roland tam kolunu Madam Rosémilly'ye uzatırken, karısı: ''Yo, olmaz Baba, bugün her şey Jean'a aittir!'' dedi.
Masada alışılmamış bir süs ve zenginlik göze çarpıyordu. Babasının yerine geçen Jean'ın tabağının önünde ipek kordelelerle bağlı bir buket çiçek tıpkı bir kubbe gibi yükseliyordu; gerçek bir tören buketiydi; dört yanı, çukur tabaklarla çevrilmiş, birinde tepeleme nefis şeftaliler, ikincisinde çırpma kremayla gömülü döğülmüş şekerden yapılmış küçücük çanlarla örtülü çok büyük bir pasta, sanki bisküviden bir katedral; üçüncüsünde berrak bir şurupta yüzen ananas dilimleri, dördüncüsünde de görülmemiş bir lüks, sıcak ülkelerden gelme kara üzüm.
Pierre masaya otururken:
- Vay canına! Bugün Zengin Jean'ın tahta çıkma törenini kutluyoruz!
Çorbadan sonra ''madere'' şarabı ikram edildi; daha şimdiden bir curcunadır gidiyordu. Beausire ''Saint-Dominique''te zenci bir generalin sofrasındaki bir akşam yemeğini anlatıyordu; Roland Baba dinliyor, bir yandan da arkadaşlarından biri tarafından ''Meudon''da verilen ve çağrılıları on beş gün hasta yatıran bir şölenin öyküsünü sıkıştırmaya çalışıyordu. Madam Rosémilly ile Jean ve annesi, ''Saint-Jouin''de yapacakları bir gezintinin ve öğle yemeğinin programını hazırlıyorlardı, şimdiden bu onlara sonsuz bir zevk söz veriyordu; Pierre de bütün bu gürültülerden, gülüşüp oynaşmalardan, onu sinirlendiren bu taşkınlıklardan uzak olmak için deniz kıyısındaki küçük lokantada niçin yalnız başına oturup karnını doyurmadığına canı sıkılıyordu.
Jean'ın kabul ettiği, şimdiden tadını çıkarrmaya başladığı, sarhoşluğunu duyduğu bu serveti geri çevirmesini, şimdi kardeşine nasıl önerecekti? Endişelerini ona nasıl anlatacaktı? Bu acı olacaktı, ama ne çare, yapmak gerekiyordu, duraksayamazdı, ortada annesinin namusu vardı.
Ortaya kocaman bir levrek balığının gelişi Roland'a balıkçı öykülerini anımsattı. Beausire Gabon'da, Saint-Marie'de, Madagaskar'da, özellikle de Çin ve Japonya kıyılarında insanlar gibi balıkların da acayip yüzler taşıdıklarını anlattı. Renklerini, kocaman sarı gözlerini, kırmızı yeşil karınlarını, yelpazeye benzeyen acayip yüzgeçlerini, ay biçimi kuyruklarını anlatıyor, yüzüyle öykünmelerini öyle hoş bir biçimde yapıyordu ki, dinlerken herkes katılıyor, gözlerinden yaşlar geliyordu.
Yalnızca Pierre, bu işe inanmıyor görünüyordu, yavaşca:
- Normandiyalılara, kuzeyin Gaskonyalılar'dır diyenlerin hakkı varmış.
Balıktan sonra tavuk kızartması, taze fasulye, bir de ''pate d'alouette de Pithivier'' geldi. Madam Rosémilly'nin hizmetçisi sofraya yardım ediyordu. Birinci şampanya şişesinin mantarı patlar patlamaz, Roland Baba coştu, ağzıyla gürültüyü yineledi ve:
- Bunu tabanca fişeğine değişmem, dedi.
İyiden iyiye sinirlenen Pierre alaylı bir gülüşle:
- Bu senin için belki fişekten daha tehlikeli!
Tam çekeceği sırada, Roland, dolu bardağını masaya bırakarak sordu:
- Neden?
Babası çok zamandır sağlığından, bitkinliğinden, baş dönmesinden, nereden geldiği bilinmeyen ağrılardan yakınıp duruyordu.
Doktor:
- Tabancanın kurşunu yanı başından geçebilir ama, şarap doğru midene iner.
- Sonra?
- Sonrası mideni yakar, sinir sistemini bozar, kan dolaşımını ağırlaştırır, en sonunda da inme iner. Senin yapında olan insanları hep böyle bir son bekler.
Eski kuyumcunun artan neşesi rüzgârla dağılan bir duman gibi birdenbire kayboluverdi. Gözlerini dikmiş, endişeyle oğlunun alay edip etmediğini anlamaya çalışıyordu.
Beausire:
- Ah bu mübarek doktorlar! Hepsi de birbirine benzer: Yemeyin, içmeyin, sevişmeyin, çalıp oynamayın derler; ama bütün bunlar hastalıklı insanlara göre; ben bunların hepsini dünyanın her köşesinde, her yerinde alabildiğine yaptım ama yine de sağlığım yerinde, buna ne buyrulur sayın bay?
Pierre haşince:
- Kaptan, önce siz babamdan daha güçlüsünüz; sonra bütün zevk düşkünleri son güne kadar hep böyle konuşur ve ertesi günü de doktorlara gelip ''hakkınız varmış!'' demeye vakti kalmaz. Babamın böyle zararlı, tehlikeli şeyler yaptığını görünce pek tabii uyarırım, zaten başka türlü yapsam, kötü bir oğul sayılırım.
Madam Roland üzülerek araya girdi:
- Pierre, canım, sana ne oluyor böyle? Bir kerecikle bir şey olmaz. Bugünün bizim için ne büyük bir bayram olduğunu unutuyorsun. Onun keyfini kaçıracak, hepimizi de üzecek ne var; iyi yapmıyorsun!
Omuzlarını silkerek:
- İstediğini yapsın! Benden söylemesi.
Roland Baba içmiyor, dibindeki hafif gazları küçük balonlar halinde hızlı hızlı yukarı uçuşan şarapla dolu bardağına bakıyordu.
Tıpkı cansız bir tavuk bulunca, avını koklayan bir tilki güvensizliğiyle onu seyrediyordu.
Duraksayarak sordu:
- Çok mu dokunur dersin?
Pierre acı duydu, surat ederek başkalarını üzdüğü için kendi kendine kızdı.
- Yok, hadi bir kez olmak üzere içebilirsin; ama fazla kaçırma ve alışma.
Roland Baba kadehini havaya kaldırdı, ağzına götürmeye daha karar vermemişti. Onu korku ve iştahla içi yana yana seyrediyordu, önce kokladı, tattı, yüreği üzüntü, zayıflıkla dolu olarak oburlukla yudum yudum, tadını çıkara çıkara içti, son damlasından sonra pişman olmuştu.
O sırada Pierre birdenbire Madam Rosémilly ile göz göze geldi. Bu bakışların açıkça ne demek istediğini sezdi, basit dikkafalı bu küçük kadının öfkeli düşüncesini duyumsadı, gözlerinden okudu; bu bakış ona: ''Kıskanıyorsun, bu yaptığın ayıptır!'' der gibiydi.
Yemeyi sürdürerek başının öne eğdi. Acıkmamıştı, her şeyi kötü görüyordu. Gitme, artık bu insanlar arasında bulunmama, konuşmalarını, alaylarını, gülüşmelerini artık bir daha duymama isteği içini kemiriyordu.
Şarabın etkisiyle kendinden geçmeye başlayan Roland Baba oğlunun öğütlerini daha şimdiden unutmuştu; gözlerini tabağın yanındaki dolu şampanya şişesine dikmiş, tatlı tatlı seyrediyordu. Yeni bir azarlanmadan korkarak açıkça dokunamıyor ama Pierre'e sezdirmeden şeytanlıkla, el çabukluğuyla şişeyi yakalamanın çaresini araştırıyordu. Aklına çok basit bir kurnazlık geldi:
Önem vermiyormuş gibi davranarak şişeyi dibinden yakaladı, masanın üstünden uzatarak doktorun boş bardağına boşalttı. Öteki bardaklara da gezdirdikten sonra sıra kendisininkine gelince, bir yandan bardağını doldurmaya, bir yandan da yüksek sesle konuşmaya başladı, böylece eğer görülürse, aklı sıra herkes dalgınlıkla yaptığı sonucuna varacaktı. Oysa kimse işin farkında bile olmadı.
Pierre durmadan alabildiğine içiyordu. Kabarcıklar fışkıran duru canlı sıvıyla dolu uzun kristal bardağını sinirli sinirli, canı sıkılmış bir halde, bilinçsiz bir devinimle her dakika ağzına götürüyordu. Uçan gazın dil üzerindeki tatlı iğneleyici etkisini duymak için içkiyi ağzına ağır ağır akıtıyordu.
Gitgide vücudunu tatlı bir sıcaklık kapladı. Karnından başladı, göğsünü kollarını, bacaklarını sardı, neşe, yaşam veren ılık bir dalga halinde her yanına yayıldı. Şimdi kendini daha iyi duyumsuyor, daha sabırlı, daha az kötümser buluyordu; hatta bu akşam kardeşiyle konuşma kararı bile suya düşer gibi oluyordu, vazgeçmiş değildi, yalnızca duyumsadığı erinci böyle çabucak kaçırmak istemiyordu.
Beausire onura içmek için ayağa kalktı, kadehiyle çevreyi selamladıktan sonra:
- Peki zarif bayanlar, baylar! Dostlarımızdan birinin başına gelen mutlu bir olayı kutlamak için burada toplanmış bulunuyoruz. Eskiden şansın gözü kördür derlerdi; bu doğru değil, bence şans yalnızca miyop ya da muziptir; şu sırada çok iyi bir çift denizci dürbünü satın almış olacak ki, Havre limanındaki "Perle"in kaptanı mert dostumuz Roland'ın oğlunu seçti.
Yaşa sesleri, arkasından da alkışlar yükseldi; Roland Baba yanıt vermek için doğruldu; sesini çatallaşmış, dilini ağırlaşmış duyumsuyordu, öksürdükten sonra:
- Teşekkür ederim kaptan, oğlum için de, benim için de sana sonsuz teşekkürler... bu davranışınızı asla unutamayacağım, onuruna içiyorum. Yüzü gözü yaş içindeydi, söyleyecek başka bir şey bulamayarak yeniden oturdu.
O sırada gülen Jean dedi ki:
- Bugün bana karşı olan sevgilerini büyük bir incelikle gösteren bu sadık benzersiz (Madam Rosémilly'ye bakıyordu) dostlarıma asıl ben teşekkür etmeliyim. Şükranlarım yalnızca lafta kalmayacak, bunu onlara yaşamımın her anında, yarın, daha sonra, her zaman kanıtlayacağım, zira dostluğumuz geçici dostluklardan değildir.
Annesi heyecanla:
- Aferin oğlum, diyordu.
Beausire yüksek sesle:
- Haydi Madam Rosémilly! Güzel cinsiniz adına birkaç söz söyleyin...
Kadın bardağını kaldırdı, hüzünle karışık sevimli bir sesle:
- Ben, dedi Mösyö Maréchal'ın sevgili anısına içiyorum.
Her duadan sonra olduğu gibi birkaç dakika sessizlik ve dalgınlık içinde geçti, övmesini pek kolay beceren Beausire hemen:
- Böyle incelikleri yalnızca hanımlar bulur işte! dedi. Sonra Roland Baba'ya dönerek:
- Sahi bu Maréchal da kimdi? Onunla herhalde çok yakındınız?
Yaşlı adam içkinin etkisiyle, ağlamaya başlamıştı; anlaşılmaz bir sesle acele acele:
- Biliyor musun, o kardeş gibi bir dosttu, eşi benzeri bulunamayacaklardan biri... birbirimizden hiç ayrılmazdık, her akşam bizde yerdi... ara sıra bizi tiyatroya götürürdü... kısaca size şu kadarını söyleyeyim ki... bir dost, gerçek bir dosttu, uzun lafın kısası... değil mi Louise?
Karısı yalnızca:
- Evet, sadık bir dosttu, dedi.
Pierre, annesiyle babasını izliyordu; ancak başka şeylerden söz açılınca yeniden içmeye koyuldu.
Bu gece eğlentisinin sonuyla ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. Kahveler, likörler içilmiş, gülüp söylenmiş, alay edilmişti. Gece yarısına doğru altüst olmuş, başı şişmiş bir durumda yattı. Ertesi gün saat dokuza kadar leş gibi uyudu kaldı.
IV
Şampanya ve şartrözle tütsülenen bu uyku onu herhalde yumuşatmış, dinginleştirmiş olacak ki, uyandığı zaman her şeye karşı iyimser bir ruh taşıyordu. Bir yandan giyiniyor, bir yandan da bir gün önceki heyecanlarının gerçek, gizli ve kişisel nedenleriyle dış nedenlerini açıkça bulmaya çalışarak onları şöyle kısaca göz önüne getiriyor, ölçüp biçiyordu.
Bu birahane kızı, Roland'ın oğullarından yalnızca birinin bilinmeyen birinin mirasına konduğunu işitince aklına böyle kötü, orospuca bir düşünce getirebilir; ama bu tür yaratıklar, ortada en ufak bir neden yokken, namuslu kadınlar hakkından hep böyle kuşkuya düşmezler mi?
Ne zaman bu iffetli kadınlardan söz edilse, sövüp saydıklarını, iftira edip onları lekelediklerini işitmiyor muyuz? Birinin namusundan söz edildi mi, aşağılanmış gibi, sinirlenerek: "Senin evli dediğin kadınların ne mal olduklarını biliriz! Onların âşıkları bizden çoktur ama gizlerler, ikiyüzlüdürler, ah ne maldır onlar!..." demezler mi?
Bu kıskançlık kurdu içini kemirmeseydi, bu kadar iyi, kendi halinde, namuslu, zavallı anneciğine söylenen bu tür imalı sözleri anlamak şöyle dursun, aklından bile geçirmezdi. Belki de onun kızgın ruhu, kızın aklından bile geçirmediği birçok çirkin şeyi elinde olmayarak ona yüklemiş, kardeşine zarar getirecek hiçbir fırsatı kaçırmamış olabilirdi. Olabilir ki dizginleyip durduramadığı, elinden sürekli kaçıp kurtulan içindeki o kuruntu, başını alarak kurnazlıkla özgür, cüretli, serüvensever, sonsuz tasarılar dünyasına kaçıyor, oradan da tıpkı çalınan eşyalar gibi, ayıp, açığa vurulmaz şeyler getiriyor ve bunları ta içinde, ruhunun erişilmez kıvrımlarında gizliyordu. Olur a, bu korkunç kuşkuyu yaratan, yoktan var eden yalnızca onun kuruntusuydu.
Yüreğinin de elbette kendine göre gizleri olacaktı; incinen bu yürek, kardeşini kıskanarak, onu mirastan yoksun bırakmak için, bu iğrenç kuşkuyu kullanmak istememiş miydi acaba? Vicdanlarını sorguya çeken dindarlar gibi, o da şimdi içinin bütün gizlerini yoklayarak kendinden kuşku duyuyordu.
Madan Rosémilly'nin zekâsı sınırlıydı, ama yine de kadınlara özgü bir sağduyusu, sezgisi, ince bir duygusu vardı. Büyük bir saflıkla, "Maréchal'ın kutlu anısı için kadeh kaldırıp içtiğine, böyle bir şey aklına gelmemiş olacak, azıcık kuşkusu olsaydı böyle davranmazdı. Kuşkusu artık silinmişti, içindeki o kuruntunun büyümesine, kardeşinin miras konusuyla annesine duyduğu taparcasına sevgi neden olmuştu; bu kuruntular, tapan adama yakışan, saygıya değer şeylerdi, ama abartılıydı.
Bu sonuca vardıktan sonra iyi bir iş başarmış gibi sevindi. Herkese karşı nazik davranmaya karar verdi. Bu işe önce bağımlılıkları, bön düşünceleri, bayağı görüşleri, göze batan basitlikleriyle onu durmadan sinirlendiren babasından başlayacaktı.
Bu kez eve yemeğe zamanında geldi. Nükteler yaptı, güleryüz gösterdi, herkesi eğlendirdi.
Annesi hayran hayran:
- Pierreciğim, canın isterse herkesi eğlendirmeyi öyle bir bilirsin ki... o kadar cana yakın olursun ki... demekten kendini alamıyordu.
Konuşuyor, lakırdı buluyor, eş dostun çok güzel taklitlerini yaparak herkesi güldürüyordu. Beausire'in taklidi başta geliyordu; Madam Rosémilly'ninkini kapalı geçiyor, öyle hınzırca yapmıyordu; kardeşine bakarak da, içinden: "Hadi ne duruyorsun budala! Onu savunsana! Ne kadar zengin olursan ol, canım isterse seni gölgede bırakırım..." diyordu.
Kahveler içilirken babasına:
- "Perle"i bugün kullanacak mısın?
- Hayır oğlum.
- "Jean Bart"la birlikte onu kullanabilir miyim?
- Tabii... istediğin kadar...
Rasladığı ilk tütüncüden bir puro satın aldı, neşeli neşeli limana doğru yürüdü.
Duru, aydınlık, mavimtırak, meltem rüzgârlarıyla yıkanmış, tazelenmiş, gökyüzünü seyrediyordu. Jean Bart diye çağırılan gemici Papagris, sandalın içinde uyukluyordu; sabahları balığa çıkılmazsa, öğleden sonra onu hazır bulundurmak zorundaydı.
Pierre:
-Bugün ikimiziz, reis!... diye bağırdı.İskelenin demir merdivenlerinden inerek kayığa atladı.
- Ne rüzgârı esiyor? diye sordu.
- Hep akıntı tarafından esiyor, Mösyö Pierre, açıklarda iyi bir meltem yakalarız... dedi.
- Öyleyse haydi sefere baba!..
Prova direğini hisa edip demiri aldılar, sandal özgürce, limanın dingin suları üzerinde ağır ağır mendireğe doğru süzülmeye başladı, sokak aralarından gelen hafif bir rüzgâr yelkene o kadar yavaş dokunuyordu ki, hiçbir şey duyumsanmıyordu. "Perle" sanki içinde saklı gizemli bir güçle itiliyor, sanki sandallara özgü bir canlılıkla ilerliyordu. Pierre, ağzında puro, dümenin başına geçmiş, bacaklarını uzatmış, güneşin göz kamaştıran ışıkları altında gözlerini kırparak mendireğin katrana bulanmış kocaman direklerinin yanı başından geçişini seyrediyordu.
Mendireğin kuzeyi kapatan burnunu geçip de açık denize çıktıkları zaman, daha taze esen meltem rüzgârı serin bir okşayışla doktorun yüzünü, ellerini yalayarak ciğerlerine doldu; "Perle"in pupalaşan koyu renk yelkenini de şişirerek onu çevikleştiriyor, yana yatırıyordu.
Jean Bart, birdenbire üç köşesi rüzgârla şişen kanada benzer floku hisa etti, iki adımda kıça geçerek direğe bağlı bocurum yelkenini de çözünce, birdenbire yana yatan ve şimdi bütün hızıyla süzülen kayığın yan tarafında kaynaşan, kayıp giden tatlı ve canlı bir su fışırtısı işitildi.
Kayığın burnu, tıpkı bir saban demiri gibi, delice denizi yarıyor, kabaran dalgalar, köpükten bembeyaz olmuş, yumuşak bir biçimde, tıpkı sürülen tarlaların koyu renk okkalı toprakları gibi kubbeleşiyor, yeniden çöküyordu.
Dalgalar kayığa çarptıkça -bunlar kısa ve sıktı- "Perle"i, flokundan Pierre'in elinde titreyen dümenine kadar sarsıyordu; rüzgâr biraz fazla esti mi dalgalar kayığı batıracakmış gibi kenarına kadar yükselerek yalıyordu. Liverpool'dan gelen bir kömür gemisi demir atmış, suların yükselmesini bekliyordu. Arkasından dolaşarak limandaki gemileri sırayla gözden geçirdiler, sonra da kıyının yayılışını uzaktan seyretmek için biraz daha açıldılar.
Pierre bu tahta ve bez yığınını, parmağının ucunda fırfır çevirerek, istediği gibi oynatarak, tam üç saat, keyifli keyifli rahatça, kaynaşan denizin üzerinde dolaştı durdu. Tıpkı at üzerinde ya da gemi güvertesinde düşlemlere dalar gibi, o da güzel geçecek olan geleceğini, akıllıca yaşamanın vereceği keyfi düşünerek hulyalara daldı. Yarından tezi yok, gidip kardeşinden üç ay için bin beş yüz lira borç alacak, sonra da hemen I. François Bulvarı'ndaki o güzel apartmana yerleşecekti.
Gemici birdenbire:
- Sis basıyor Mösyö Pierre, dönelim, dedi.
Pierre gözlerini kaldırdı; gökyüzünü saran, denizi kaplayan, tepelerden inip bulut gibi onlara doğru koşan, kuzeye doğru hafif ama derinliklere kadar uzanan kurşuni bir gölge gördü. Yandan alabanda etti, rüzgâr kayığı arkadan iterek mendireğe doğru götürüyor, hızla ilerleyen sis de arkadan onları kovalıyordu. Sis, "Perle"e yetişip de olanca ağırlığıyla onu bürüdüğü zaman Pierre'i bir ürpermedir aldı; Pierre deniz sislerinin dumanla küf karışık bu acayip kokusunu, bu buz gibi rutubetli bulutu, içine çekmemek için ağzını kapadı. Sandal limandaki yerini aldığı zaman kent baştan aşağı sanki yağmur yağmış gibi ıslanmış, evlerin, sokakların üzerinden sel gibi akıp giden bu incecik buhar tabakasıyla örtülmüştü.
Pierre'in eli ayağı donmuştu, hemen eve koştu, akşam yemeğine kadar şöyle bir kestirmek için kendini yatağa attı. Akşamleyin yemek odasına girdiği zaman annesi Jean'a:
- Göreceksin, galeri ne kadar güzel olacak. Çiçeklerle süsleyeceğiz, onlara ben bakacağım, onları ben yetiştireceğim. Şölen verdiğin zaman peri masallarındaki yerlere dönecek.
Doktor:
- Neden söz ediyorsunuz Tanrı aşkına? diye sordu.
- Kardeşine çok güzel bir apartman tuttum, bulunur şey değil doğrusu... İki sokağa bakan güzel bir asma kat. İki salonu, camekânlı bir koridoru, bekâr bir erkek için pek şık, yuvarlak, küçücük bir yemek odası var.
Pierre sarardı, öfkeden boğuluyordu.
- Nerede bu? dedi.
- I. François Bulvarı'nda.
Artık kuşkusu kalmamıştı, içinden: "Eh! artık... bu kadarı da fazla!.. dünyada yalnız o mu var?" diye bağırmak geldi.
Annesi neşe içinde durmadan konuşuyordu:
- Düşün bir kez, bunu iki bin sekiz yüz franka tuttum. Üç bin istiyorlardı ama, üç, altı ve dokuz yıllık bir sözleşme yapacağımı söyleyerek iki yüz frank indirttim. Kardeşin rahat edecek... bir avukatın şık bir yazıhanesi oldu mu yükünü tuttu gitti... bu gösteriş müşteri çeker, göz boyar, insanı bağlar, saygıya zorlar; kısacası müşteri böyle bir yerde oturan adamın sözlerini pahalıya satacağını anlar.
Biraz durduktan sonra sürdürerek:
- Sana da buna yakın bir şey bulmak lazım. Senin paran yok, tabii daha orta halli bir şey olacak, ama yine de sevimsiz olmayacak; emin ol ki çok işine yarayacak...
Pierre büyüklenen bir tavırla:
- Hıh! Ben, çabamla, bilgimle bunlara erişeceğim...
Annesi ısrarla:
- Anlıyorum ama, güzel bir muayenehane de çok işine yarar.
Pierre, yemeğin ortasına doğru birdenbire sordu:
- Bu Maréchal denen kişiyi nasıl tanıdınız?
Roland Baba başını kaldırdı, anılarını karıştırarak:
- Dur, pek anımsamıyorum. Aradan o kadar zaman geçti ki... ha... evet, buldum. Onunla dükkânda ilkin annen tanışmıştı, değil mi Louise? Bir şeyler ısmarlamaya gelmişti, sonra artık sık sık gelip gitti... Önce müşterimiz, sonra da dostumuz olmuştu.
Börülceleri şişe dizer gibi birer birer çatalının ucuna geçirerek yiyen Pierre yeniden sordu:
- Bu tanışma hangi tarihteydi?
Roland yine düşündü, hiçbir şey anımsamayınca karısının belleğine başvurdu:
- Louise, senin belleğin güçlüdür, unutmamışsındır, söyle bakalım, ne zamandı? Eli beşte miydi.. elli altıda mıydı?... Düşünsene canım, sen benden iyi bilirsin.
Biraz düşündükten sonra annesi güvenli, dingin bir sesle:
- Elli sekizdeydi dostum, Pierre o zaman henüz üç yaşındaydı. Yanılmadığıma eminim; çünkü çocuk o yıl kızıla tutulmuştu, daha henüz tanıştığımız "Maréchal" da yardımımıza koşmuştu.
Roland:
- Sahi, sahi, ne kadar takdir edilse yeridir. Annen çok yorulmuştu, bitkindi, bir şey yapamıyordu, ben de dükkândan ayrılamadığım için senin ilaçlarını eczaneden o getiriyordu. Gerçekten çok vefalıydı. İyileştiğin zaman ne kadar sevindi bilemezsin, seni ne kadar sevip öptü. O günden sonra artık iyice dost olmuştuk.
Pierre birdenbire: "Madem ilkin beni tanıdı, benim için o kadar özveride bulundu, beni sever öperdi, ailemle olan dostluğunun tek nedeni bendim, niye bütün malını kardeşime bıraktı da bana bir şey vermedi?" diye düşündü, bu düşünce, yüreğini delip parçalayan bir kurşun gibi içine işledi.
Başka soru sormadı, yeni bir kötülüğün gizli tohumunu, henüz aydınlanmamış bir endişeyi içinde gizleyerek üzgünleşti, düşünceli olmaktan çok üzerinde kendinden geçmiş bir hal vardı.
Erkenden çıktı, sokaklarda avare avare dolaştı. Çevreyi saran sis havayı ağırlaştırmış, donuklaştırmıştı, insana bulantı veriyordu. Bu, yeryüzüne çökmüş bulaşıcı bir dumandı sanki. Havagazı fenerlerinin üzerinden geçerek onları ara sıra söndürüyor gibi oluyordu. Kaldırımlar don varmış gibi kayıyor, mahzen, kuyu, pis mutfak kokusu gibi bütün bu kötü kokular, bu serseri sisin iğrenç kokularıyla karışmak için sanki evlerin içinden fışkırıyordu.
Pierre, bu ayazda dışarda dolaşmak istemedi; elleri cebinde, soğuktan büzülmüş bir halde, doğru Marowsko'ya gitti.
Yaşlı eczacı, yalnızca kendisi için yanan havagazı lambasının altında, her zamanki gibi yine uyukluyordu. Sadık bir köpek sevgisiyle bağlandığı Pierre'i görünce silkindi. Frenk üzümü likörünü ve kadehleri getirmeye gitti.
Doktor:
- E... likör ne âlemde bakalım? diye sordu.
Polonyalı, kentin belli başlı kahvelerinden dört tanesinin, likörü piyasaya sürmeye nasıl razı olacaklarını, "Phare de côte"la "Sémaphore havrais" gazetesi yazarlarının ellerine birkaç şişe sıkıştırılmasına karşılık nasıl reklam yapacaklarını anlattı.
Uzun bir sessizlikten sonra Marowsko, Jean'ın sonunda servete sahip olup olmadığını sordu, sonra aynı konu üzerinde yine iki üç kuşkulu soru sordu. Pierre'i çok sevdiği için, bu haksızlığa başkaldırıyordu. Pierre, onun ne düşündüğünü âdeta işitiyor, kestiriyor, anlıyordu; pek sakıngan, utangaç ve kurnaz olan Marowsko'nun dilinin ucuna gelenleri hiçbir zaman söyleyemeyeceğini kestiriyordu; ama bütün bunları gözlerinden okuyordu, çekingen konuşmasından anlıyordu.
Artık kuşkusu kalmamıştı, yaşlı adam kesinlikle şöyle düşünüyordu: "Annenize laf getirecek olan bu mirası ona kabul ettirmemeliydiniz." Hatta belki de Jean'ın "Maréchal"dan olduğuna inanıyordu. Elbette öyle sanırdı, bu o kadar olabilir, olası, açık görünüyordu ki nasıl inanmazdı? Hatta kendisi, öz oğlu olacak Pierre bile, üç günden bu yana canla başla, var gücüyle aklına gelenleri yenmeye çalışmıyor muydu? Bu korkunç kuşkuya karşı savaşmıyor muydu?
Bu sorunu yalnız başına düşünme, tek başına tartışma, bu olası ve çirkin şeyi, zayıflığa, kuruntuya kapılmadan cesurca, mertçe inceleme isteği içini o kadar güçlü bir biçimde sardı ki, frenk üzümü likörünü bile içmeden kalktı, afallayan eczacının elini sıkıp yine sisli sokağa daldı.
Kendi kendine: "Bu Maréchal denen kişi ne diye bütün malını Jean'a bıraktı?" diyordu. Şimdi onu bu sorunu kurcalamaya iten neden, ne kışkançlıktı, ne de üç günden bu yana savaşarak gizleyebildiği içten gelen bayağı hasetti. Asıl neden müthiş bir şeyin korkusuydu: Kardeşi Jean'ın bu adamın oğlu olduğuna kendisinin de inanmış olması korkusuydu.
Hayır, buna inanamazdı. Bu canice soruyu soramazdı bile... Fakat bu pek münasebetsiz, aslı astarı olmayan kuşkunun bir daha uyanmamak üzere büsbütün aklından silinmesi de gerekiyordu. Gerçeği bilmesi, kuşkudan kurtulması, tam bir güvence içinde bulunması gerekliydi: Çünkü dünyada annesinden başka kimseyi sevmiyordu.
- Bir duble bira, sen?
- Madem ısmarlıyorsun, ben de bir duble içerim.
Kız bu ikramdan yüz bularak onunla senli benli konuşmayı sürdürdü. Karşılıklı geçip çene çaldılar. Okşayışlarını bile parayla satan kızların pişkinliğiyle onun ara sıra elini avucuna alıyor, süzgün gözlerle bakıp:
- Cicim sana bayılıyorum, niçin daha sık uğramıyorsun? diyordu.
Fakat Pierre, daha şimdiden ondan tiksinmişti... Onu aptal, bayağı, aşağılık buluyordu; kendi kendine: Kadınlar bize bir düşlem ya da bir lüks aylası içinde görünmelidir... Ancak o zaman bayağılıkları şiirleşir.
Kız:
- Geçen sabah buradan geçerken yanında güzel, sarışın, kocaman sakallı biri vardı, kimdi o? Kardeşin mi? diye sordu.
- Evet.
- Çok yakışıklı bir delikanlı.
- Öyle mi?
- Tabii, sonra çok neşeli görünüyor.
Jean'ın miras konusunu bu birahane hizmetçisine anlatmak gereksinimi bilmem böyle birdenbire nasıl doğdu? Yalnız kaldığı zaman ruhunu sıkma korkusuyla içinden atmaya çalıştığı bu düşünce neden dudaklarının ucuna gelmişti. Sıkıntıdan bunalan içini yine dökmek için neden bunları ağzından kaçırmıştı?
Bacak bacak üstüne atarak:
- Kardeşimin yaman talihi var, yirmi bin frank gelir getiren bir mirasa kondu.
Kız, para canlısı mavi gözlerini faltaşı gibi açarak:
- Vay! Bu mirası ona böyle kim bıraktı? Büyükanne, hala falan mı?
- Hayır, eski bir aile dostu.
- Yalnızca bir dost mu? Olamaz! Sana da bir şey bıraktı mı?
- Yok, ben onu pek tanımazdım.
Biraz düşündükten sonra acayip, hafif bir gülüşle:
- O! Kardeşin şanslıymış ki bu tür dostlar edinmiş - sana bu kadar az benzeyişine şaşmamalı doğrusu!
Nedenini bilmiyordu ama, içinden onu tokatlamak geliyordu, dişlerini sıkarak:
- Bununla ne demek istiyorsun?
Kız aptal, saf bir tavır takınarak:
- Ben mi? Hiç. Demek istiyorum ki senden talihliymiş.
Masanın üzerine bir frank fırlattı ve çıktı.
Kendi kendine yineliyordu: ''Sana bu kadar az benzeyişine şaşmamalı doğrusu!'' Ne düşünmüştü; bu sözcüklerin altında ne gizliydi. Altında bir kötülük, hınzırlık, alçaklık olduğu belliydi; kız, Jean'ın Maréchal'dan olduğuna inanmıştı.
Herkeste annesine karşı uyanan bu kuşku aklına gelince öyle kötüleşti, heyecanlandı ki, durdu, çevresine bakındı, oturmak için yer aradı.
Karşıda başka bir kahve vardı, girdi, bir sandalye çekti, garson karşısına dikilince: ''Bir bardak bira! dedi.
Yüreğinin çarptığını duyuyor, tüyleri diken diken oluyordu. Birdenbire Marowsko'nun bir gün önce söylediklerini anımsadı: ''Bu iyi bir etki yaratmayacak!'' O da mı bu tuhaf kız gibi aynı şeyi düşünmüş, kuşkulanmıştı?
Bardağının üzerine eğilmiş, beyaz köpüklerin çıtırdayarak eriyişlerini seyrediyordu; kendi kendine: ''İnanılmayacak şey mi hiç?'' diyordu.
Kafalarda bu çirkin kuşkuyu uyandıran nedenler şimdi ona apaçık olarak birer birer görünüyor, sinirlendiriyordu. Varissiz, bekâr bir yaşlı adam, malını dostlarından birinin iki çocuğuna bıraksın, bundan daha basit, daha doğal bir şey olamaz; ama bütün malını çocuklardan yalnızca birine versin, elbette o zaman, buna herkes şaşar, dedikodu yapar, bıyık altında güler. Nasıl olmuştu da bunu önceden sezemememişti? Nasıl olmuştu da babası duyumsayamamış, annesi anlayamamıştı? Bu beklenmedik paradan o kadar mutlu olmuşlardı ki, böyle bir şey akıllarından bile geçmemişti; sonra bu namuslu insanlar nasıl böyle alçakça bir iftiradan kuşkulanabilirlerdi?
Fakat çevre, konu komşu, bakkal çakkal, bütün tanıdıklar bu iğrenç şeyi ağızlarında dolaştırıp durmayacak mıydı? Alay edip eğlenmeyecekler miydi? Babasına gülüp annesini kötülemeyecekler miydi?
Birahane kızının dediği gibi, iki kardeşin, yüzce, tavırca, hareketçe, kafaca birbirlerine hiç benzemeyişleri, birinin sarışın ötekinin esmer oluşu, bütün bunlar şimdi herkesin gözüne batacak, çevreyi kuşkulandıracaktı. Roland'ın oğullarından söz edilince: ''Acaba hangisi öz oğlu?'' denecekti.
Kardeşine haber vermek, annelerinin namusunu kirleten bu korkunç tehlikeye karşı koyma kararıyla kalktı. Ama Jean buna ne yapabilirdi? Kuşkusuz en sade yol şuydu; haliyle yoksullara kalacak olan mirası geri çevirmek; bu işten haberdar olan eşe dosta da yalnızca, kabul edilemez koşullarla, engellerle dolu vasiyetnamenin Jean'ı mirasçı tanıması şöyle dursun, üstelik bir de borçlu çıkardığını yaymak...
Eve girerken kardeşiyle baş başa kalmayı düşünmüştü; ötekilerin yanında böyle bir şeyden söz edemezdi.
Daha kapıdan içeri girerken, salonda bir sürü ses, kahkaha işitti. Tam içeri girerken, Roland'ın bu uğurlu haberi kutlamak için birlikte getirdiği, yemeğe de alıkoyduğu Madam Rosémilly ile Kaptan Beausire'in sesini duydu.
İştah açsın diye vermutla apsent ikram edilmiş, önceden şöyle bir neşe yaratılmıştı.
Kaptan Beausire denizlerde yuvarlana yuvarlana küçücük, tostoparlak bir adama dönmüştü, düşünceleri de kıyılardaki çakıllar gibi dolgun görünürdü; gırtlaktan kahkahalar savurur, yaşamın hep iyi yanını görürdü. Jean, kadınlara iki dolu bardak daha ikram ederken, o da Roland'la kadeh tokuşturuyordu. Madam Rosémilly, bardağı geri çevirince ölmüş kocasını tanıyan kaptan atıldı:
- Hadi, hadi Madam, halk dilinde şöyle bir söz vardır: ''Bis repetita placent'', yani ''iki vermut asla bir şey yapmaz.'' Benden ibret alın! Denize çıkmamamdan bu yana her gün yemekten önce kendimi şöyle bir yalpalandırırım, yemek üstüne bir yalpa daha yaptım mı, artık bütün gece sallan dur! Ama işi fırtınaya kadar vardırmam, bindirmekten korkarım doğrusu.
Bu eski kurt, Roland'ın denize karşı olan düşkünlüğünü ateşlemişti, Roland içkinin etkisiyle daha şimdiden yüzü kıpkırmızı kesilmiş, gözleri süzgünleşmiş, katıla katıla gülüyordu. Kocaman bir göbeği vardı. O kadar kocamandı ki, sanki bütün vücudu oraya sığınmıştı, hep oturan adamlara özgü yumuşak kocaman bir göbekten başka bir şey görünmüyordu. Ortada ne kalça ne göğüs ne kol ne de boyun kalmıştı, yalnızca göbek kesilmişti.
Beausire, tersine, kısa boylu şişman olduğu halde yine de bir yumurta gibi dolgundu, topuz gibiydi.
Madam Roland, daha birinci kadehini bile bitirmemişti, mutluluktan yüzü pembeleşmiş, gözleri pırıl pırıl yanıyor, hayranlıkla oğlu Jean'ı seyrediyordu.
Jean'ın sevincine diyecek yoktu. İşler olup bitmiş, imzalar atılmış, yirmi bin franklık bir gelire konmuştu. Gülüşünde, şen şakrak konuşuşunda, insanlara bakışında pervasız,güvenli duruşlarında paranın verdiği güven seziliyordu.
Yemeğe buyurun denildi. Roland tam kolunu Madam Rosémilly'ye uzatırken, karısı: ''Yo, olmaz Baba, bugün her şey Jean'a aittir!'' dedi.
Masada alışılmamış bir süs ve zenginlik göze çarpıyordu. Babasının yerine geçen Jean'ın tabağının önünde ipek kordelelerle bağlı bir buket çiçek tıpkı bir kubbe gibi yükseliyordu; gerçek bir tören buketiydi; dört yanı, çukur tabaklarla çevrilmiş, birinde tepeleme nefis şeftaliler, ikincisinde çırpma kremayla gömülü döğülmüş şekerden yapılmış küçücük çanlarla örtülü çok büyük bir pasta, sanki bisküviden bir katedral; üçüncüsünde berrak bir şurupta yüzen ananas dilimleri, dördüncüsünde de görülmemiş bir lüks, sıcak ülkelerden gelme kara üzüm.
Pierre masaya otururken:
- Vay canına! Bugün Zengin Jean'ın tahta çıkma törenini kutluyoruz!
Çorbadan sonra ''madere'' şarabı ikram edildi; daha şimdiden bir curcunadır gidiyordu. Beausire ''Saint-Dominique''te zenci bir generalin sofrasındaki bir akşam yemeğini anlatıyordu; Roland Baba dinliyor, bir yandan da arkadaşlarından biri tarafından ''Meudon''da verilen ve çağrılıları on beş gün hasta yatıran bir şölenin öyküsünü sıkıştırmaya çalışıyordu. Madam Rosémilly ile Jean ve annesi, ''Saint-Jouin''de yapacakları bir gezintinin ve öğle yemeğinin programını hazırlıyorlardı, şimdiden bu onlara sonsuz bir zevk söz veriyordu; Pierre de bütün bu gürültülerden, gülüşüp oynaşmalardan, onu sinirlendiren bu taşkınlıklardan uzak olmak için deniz kıyısındaki küçük lokantada niçin yalnız başına oturup karnını doyurmadığına canı sıkılıyordu.
Jean'ın kabul ettiği, şimdiden tadını çıkarrmaya başladığı, sarhoşluğunu duyduğu bu serveti geri çevirmesini, şimdi kardeşine nasıl önerecekti? Endişelerini ona nasıl anlatacaktı? Bu acı olacaktı, ama ne çare, yapmak gerekiyordu, duraksayamazdı, ortada annesinin namusu vardı.
Ortaya kocaman bir levrek balığının gelişi Roland'a balıkçı öykülerini anımsattı. Beausire Gabon'da, Saint-Marie'de, Madagaskar'da, özellikle de Çin ve Japonya kıyılarında insanlar gibi balıkların da acayip yüzler taşıdıklarını anlattı. Renklerini, kocaman sarı gözlerini, kırmızı yeşil karınlarını, yelpazeye benzeyen acayip yüzgeçlerini, ay biçimi kuyruklarını anlatıyor, yüzüyle öykünmelerini öyle hoş bir biçimde yapıyordu ki, dinlerken herkes katılıyor, gözlerinden yaşlar geliyordu.
Yalnızca Pierre, bu işe inanmıyor görünüyordu, yavaşca:
- Normandiyalılara, kuzeyin Gaskonyalılar'dır diyenlerin hakkı varmış.
Balıktan sonra tavuk kızartması, taze fasulye, bir de ''pate d'alouette de Pithivier'' geldi. Madam Rosémilly'nin hizmetçisi sofraya yardım ediyordu. Birinci şampanya şişesinin mantarı patlar patlamaz, Roland Baba coştu, ağzıyla gürültüyü yineledi ve:
- Bunu tabanca fişeğine değişmem, dedi.
İyiden iyiye sinirlenen Pierre alaylı bir gülüşle:
- Bu senin için belki fişekten daha tehlikeli!
Tam çekeceği sırada, Roland, dolu bardağını masaya bırakarak sordu:
- Neden?
Babası çok zamandır sağlığından, bitkinliğinden, baş dönmesinden, nereden geldiği bilinmeyen ağrılardan yakınıp duruyordu.
Doktor:
- Tabancanın kurşunu yanı başından geçebilir ama, şarap doğru midene iner.
- Sonra?
- Sonrası mideni yakar, sinir sistemini bozar, kan dolaşımını ağırlaştırır, en sonunda da inme iner. Senin yapında olan insanları hep böyle bir son bekler.
Eski kuyumcunun artan neşesi rüzgârla dağılan bir duman gibi birdenbire kayboluverdi. Gözlerini dikmiş, endişeyle oğlunun alay edip etmediğini anlamaya çalışıyordu.
Beausire:
- Ah bu mübarek doktorlar! Hepsi de birbirine benzer: Yemeyin, içmeyin, sevişmeyin, çalıp oynamayın derler; ama bütün bunlar hastalıklı insanlara göre; ben bunların hepsini dünyanın her köşesinde, her yerinde alabildiğine yaptım ama yine de sağlığım yerinde, buna ne buyrulur sayın bay?
Pierre haşince:
- Kaptan, önce siz babamdan daha güçlüsünüz; sonra bütün zevk düşkünleri son güne kadar hep böyle konuşur ve ertesi günü de doktorlara gelip ''hakkınız varmış!'' demeye vakti kalmaz. Babamın böyle zararlı, tehlikeli şeyler yaptığını görünce pek tabii uyarırım, zaten başka türlü yapsam, kötü bir oğul sayılırım.
Madam Roland üzülerek araya girdi:
- Pierre, canım, sana ne oluyor böyle? Bir kerecikle bir şey olmaz. Bugünün bizim için ne büyük bir bayram olduğunu unutuyorsun. Onun keyfini kaçıracak, hepimizi de üzecek ne var; iyi yapmıyorsun!
Omuzlarını silkerek:
- İstediğini yapsın! Benden söylemesi.
Roland Baba içmiyor, dibindeki hafif gazları küçük balonlar halinde hızlı hızlı yukarı uçuşan şarapla dolu bardağına bakıyordu.
Tıpkı cansız bir tavuk bulunca, avını koklayan bir tilki güvensizliğiyle onu seyrediyordu.
Duraksayarak sordu:
- Çok mu dokunur dersin?
Pierre acı duydu, surat ederek başkalarını üzdüğü için kendi kendine kızdı.
- Yok, hadi bir kez olmak üzere içebilirsin; ama fazla kaçırma ve alışma.
Roland Baba kadehini havaya kaldırdı, ağzına götürmeye daha karar vermemişti. Onu korku ve iştahla içi yana yana seyrediyordu, önce kokladı, tattı, yüreği üzüntü, zayıflıkla dolu olarak oburlukla yudum yudum, tadını çıkara çıkara içti, son damlasından sonra pişman olmuştu.
O sırada Pierre birdenbire Madam Rosémilly ile göz göze geldi. Bu bakışların açıkça ne demek istediğini sezdi, basit dikkafalı bu küçük kadının öfkeli düşüncesini duyumsadı, gözlerinden okudu; bu bakış ona: ''Kıskanıyorsun, bu yaptığın ayıptır!'' der gibiydi.
Yemeyi sürdürerek başının öne eğdi. Acıkmamıştı, her şeyi kötü görüyordu. Gitme, artık bu insanlar arasında bulunmama, konuşmalarını, alaylarını, gülüşmelerini artık bir daha duymama isteği içini kemiriyordu.
Şarabın etkisiyle kendinden geçmeye başlayan Roland Baba oğlunun öğütlerini daha şimdiden unutmuştu; gözlerini tabağın yanındaki dolu şampanya şişesine dikmiş, tatlı tatlı seyrediyordu. Yeni bir azarlanmadan korkarak açıkça dokunamıyor ama Pierre'e sezdirmeden şeytanlıkla, el çabukluğuyla şişeyi yakalamanın çaresini araştırıyordu. Aklına çok basit bir kurnazlık geldi:
Önem vermiyormuş gibi davranarak şişeyi dibinden yakaladı, masanın üstünden uzatarak doktorun boş bardağına boşalttı. Öteki bardaklara da gezdirdikten sonra sıra kendisininkine gelince, bir yandan bardağını doldurmaya, bir yandan da yüksek sesle konuşmaya başladı, böylece eğer görülürse, aklı sıra herkes dalgınlıkla yaptığı sonucuna varacaktı. Oysa kimse işin farkında bile olmadı.
Pierre durmadan alabildiğine içiyordu. Kabarcıklar fışkıran duru canlı sıvıyla dolu uzun kristal bardağını sinirli sinirli, canı sıkılmış bir halde, bilinçsiz bir devinimle her dakika ağzına götürüyordu. Uçan gazın dil üzerindeki tatlı iğneleyici etkisini duymak için içkiyi ağzına ağır ağır akıtıyordu.
Gitgide vücudunu tatlı bir sıcaklık kapladı. Karnından başladı, göğsünü kollarını, bacaklarını sardı, neşe, yaşam veren ılık bir dalga halinde her yanına yayıldı. Şimdi kendini daha iyi duyumsuyor, daha sabırlı, daha az kötümser buluyordu; hatta bu akşam kardeşiyle konuşma kararı bile suya düşer gibi oluyordu, vazgeçmiş değildi, yalnızca duyumsadığı erinci böyle çabucak kaçırmak istemiyordu.
Beausire onura içmek için ayağa kalktı, kadehiyle çevreyi selamladıktan sonra:
- Peki zarif bayanlar, baylar! Dostlarımızdan birinin başına gelen mutlu bir olayı kutlamak için burada toplanmış bulunuyoruz. Eskiden şansın gözü kördür derlerdi; bu doğru değil, bence şans yalnızca miyop ya da muziptir; şu sırada çok iyi bir çift denizci dürbünü satın almış olacak ki, Havre limanındaki "Perle"in kaptanı mert dostumuz Roland'ın oğlunu seçti.
Yaşa sesleri, arkasından da alkışlar yükseldi; Roland Baba yanıt vermek için doğruldu; sesini çatallaşmış, dilini ağırlaşmış duyumsuyordu, öksürdükten sonra:
- Teşekkür ederim kaptan, oğlum için de, benim için de sana sonsuz teşekkürler... bu davranışınızı asla unutamayacağım, onuruna içiyorum. Yüzü gözü yaş içindeydi, söyleyecek başka bir şey bulamayarak yeniden oturdu.
O sırada gülen Jean dedi ki:
- Bugün bana karşı olan sevgilerini büyük bir incelikle gösteren bu sadık benzersiz (Madam Rosémilly'ye bakıyordu) dostlarıma asıl ben teşekkür etmeliyim. Şükranlarım yalnızca lafta kalmayacak, bunu onlara yaşamımın her anında, yarın, daha sonra, her zaman kanıtlayacağım, zira dostluğumuz geçici dostluklardan değildir.
Annesi heyecanla:
- Aferin oğlum, diyordu.
Beausire yüksek sesle:
- Haydi Madam Rosémilly! Güzel cinsiniz adına birkaç söz söyleyin...
Kadın bardağını kaldırdı, hüzünle karışık sevimli bir sesle:
- Ben, dedi Mösyö Maréchal'ın sevgili anısına içiyorum.
Her duadan sonra olduğu gibi birkaç dakika sessizlik ve dalgınlık içinde geçti, övmesini pek kolay beceren Beausire hemen:
- Böyle incelikleri yalnızca hanımlar bulur işte! dedi. Sonra Roland Baba'ya dönerek:
- Sahi bu Maréchal da kimdi? Onunla herhalde çok yakındınız?
Yaşlı adam içkinin etkisiyle, ağlamaya başlamıştı; anlaşılmaz bir sesle acele acele:
- Biliyor musun, o kardeş gibi bir dosttu, eşi benzeri bulunamayacaklardan biri... birbirimizden hiç ayrılmazdık, her akşam bizde yerdi... ara sıra bizi tiyatroya götürürdü... kısaca size şu kadarını söyleyeyim ki... bir dost, gerçek bir dosttu, uzun lafın kısası... değil mi Louise?
Karısı yalnızca:
- Evet, sadık bir dosttu, dedi.
Pierre, annesiyle babasını izliyordu; ancak başka şeylerden söz açılınca yeniden içmeye koyuldu.
Bu gece eğlentisinin sonuyla ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. Kahveler, likörler içilmiş, gülüp söylenmiş, alay edilmişti. Gece yarısına doğru altüst olmuş, başı şişmiş bir durumda yattı. Ertesi gün saat dokuza kadar leş gibi uyudu kaldı.
IV
Şampanya ve şartrözle tütsülenen bu uyku onu herhalde yumuşatmış, dinginleştirmiş olacak ki, uyandığı zaman her şeye karşı iyimser bir ruh taşıyordu. Bir yandan giyiniyor, bir yandan da bir gün önceki heyecanlarının gerçek, gizli ve kişisel nedenleriyle dış nedenlerini açıkça bulmaya çalışarak onları şöyle kısaca göz önüne getiriyor, ölçüp biçiyordu.
Bu birahane kızı, Roland'ın oğullarından yalnızca birinin bilinmeyen birinin mirasına konduğunu işitince aklına böyle kötü, orospuca bir düşünce getirebilir; ama bu tür yaratıklar, ortada en ufak bir neden yokken, namuslu kadınlar hakkından hep böyle kuşkuya düşmezler mi?
Ne zaman bu iffetli kadınlardan söz edilse, sövüp saydıklarını, iftira edip onları lekelediklerini işitmiyor muyuz? Birinin namusundan söz edildi mi, aşağılanmış gibi, sinirlenerek: "Senin evli dediğin kadınların ne mal olduklarını biliriz! Onların âşıkları bizden çoktur ama gizlerler, ikiyüzlüdürler, ah ne maldır onlar!..." demezler mi?
Bu kıskançlık kurdu içini kemirmeseydi, bu kadar iyi, kendi halinde, namuslu, zavallı anneciğine söylenen bu tür imalı sözleri anlamak şöyle dursun, aklından bile geçirmezdi. Belki de onun kızgın ruhu, kızın aklından bile geçirmediği birçok çirkin şeyi elinde olmayarak ona yüklemiş, kardeşine zarar getirecek hiçbir fırsatı kaçırmamış olabilirdi. Olabilir ki dizginleyip durduramadığı, elinden sürekli kaçıp kurtulan içindeki o kuruntu, başını alarak kurnazlıkla özgür, cüretli, serüvensever, sonsuz tasarılar dünyasına kaçıyor, oradan da tıpkı çalınan eşyalar gibi, ayıp, açığa vurulmaz şeyler getiriyor ve bunları ta içinde, ruhunun erişilmez kıvrımlarında gizliyordu. Olur a, bu korkunç kuşkuyu yaratan, yoktan var eden yalnızca onun kuruntusuydu.
Yüreğinin de elbette kendine göre gizleri olacaktı; incinen bu yürek, kardeşini kıskanarak, onu mirastan yoksun bırakmak için, bu iğrenç kuşkuyu kullanmak istememiş miydi acaba? Vicdanlarını sorguya çeken dindarlar gibi, o da şimdi içinin bütün gizlerini yoklayarak kendinden kuşku duyuyordu.
Madan Rosémilly'nin zekâsı sınırlıydı, ama yine de kadınlara özgü bir sağduyusu, sezgisi, ince bir duygusu vardı. Büyük bir saflıkla, "Maréchal'ın kutlu anısı için kadeh kaldırıp içtiğine, böyle bir şey aklına gelmemiş olacak, azıcık kuşkusu olsaydı böyle davranmazdı. Kuşkusu artık silinmişti, içindeki o kuruntunun büyümesine, kardeşinin miras konusuyla annesine duyduğu taparcasına sevgi neden olmuştu; bu kuruntular, tapan adama yakışan, saygıya değer şeylerdi, ama abartılıydı.
Bu sonuca vardıktan sonra iyi bir iş başarmış gibi sevindi. Herkese karşı nazik davranmaya karar verdi. Bu işe önce bağımlılıkları, bön düşünceleri, bayağı görüşleri, göze batan basitlikleriyle onu durmadan sinirlendiren babasından başlayacaktı.
Bu kez eve yemeğe zamanında geldi. Nükteler yaptı, güleryüz gösterdi, herkesi eğlendirdi.
Annesi hayran hayran:
- Pierreciğim, canın isterse herkesi eğlendirmeyi öyle bir bilirsin ki... o kadar cana yakın olursun ki... demekten kendini alamıyordu.
Konuşuyor, lakırdı buluyor, eş dostun çok güzel taklitlerini yaparak herkesi güldürüyordu. Beausire'in taklidi başta geliyordu; Madam Rosémilly'ninkini kapalı geçiyor, öyle hınzırca yapmıyordu; kardeşine bakarak da, içinden: "Hadi ne duruyorsun budala! Onu savunsana! Ne kadar zengin olursan ol, canım isterse seni gölgede bırakırım..." diyordu.
Kahveler içilirken babasına:
- "Perle"i bugün kullanacak mısın?
- Hayır oğlum.
- "Jean Bart"la birlikte onu kullanabilir miyim?
- Tabii... istediğin kadar...
Rasladığı ilk tütüncüden bir puro satın aldı, neşeli neşeli limana doğru yürüdü.
Duru, aydınlık, mavimtırak, meltem rüzgârlarıyla yıkanmış, tazelenmiş, gökyüzünü seyrediyordu. Jean Bart diye çağırılan gemici Papagris, sandalın içinde uyukluyordu; sabahları balığa çıkılmazsa, öğleden sonra onu hazır bulundurmak zorundaydı.
Pierre:
-Bugün ikimiziz, reis!... diye bağırdı.İskelenin demir merdivenlerinden inerek kayığa atladı.
- Ne rüzgârı esiyor? diye sordu.
- Hep akıntı tarafından esiyor, Mösyö Pierre, açıklarda iyi bir meltem yakalarız... dedi.
- Öyleyse haydi sefere baba!..
Prova direğini hisa edip demiri aldılar, sandal özgürce, limanın dingin suları üzerinde ağır ağır mendireğe doğru süzülmeye başladı, sokak aralarından gelen hafif bir rüzgâr yelkene o kadar yavaş dokunuyordu ki, hiçbir şey duyumsanmıyordu. "Perle" sanki içinde saklı gizemli bir güçle itiliyor, sanki sandallara özgü bir canlılıkla ilerliyordu. Pierre, ağzında puro, dümenin başına geçmiş, bacaklarını uzatmış, güneşin göz kamaştıran ışıkları altında gözlerini kırparak mendireğin katrana bulanmış kocaman direklerinin yanı başından geçişini seyrediyordu.
Mendireğin kuzeyi kapatan burnunu geçip de açık denize çıktıkları zaman, daha taze esen meltem rüzgârı serin bir okşayışla doktorun yüzünü, ellerini yalayarak ciğerlerine doldu; "Perle"in pupalaşan koyu renk yelkenini de şişirerek onu çevikleştiriyor, yana yatırıyordu.
Jean Bart, birdenbire üç köşesi rüzgârla şişen kanada benzer floku hisa etti, iki adımda kıça geçerek direğe bağlı bocurum yelkenini de çözünce, birdenbire yana yatan ve şimdi bütün hızıyla süzülen kayığın yan tarafında kaynaşan, kayıp giden tatlı ve canlı bir su fışırtısı işitildi.
Kayığın burnu, tıpkı bir saban demiri gibi, delice denizi yarıyor, kabaran dalgalar, köpükten bembeyaz olmuş, yumuşak bir biçimde, tıpkı sürülen tarlaların koyu renk okkalı toprakları gibi kubbeleşiyor, yeniden çöküyordu.
Dalgalar kayığa çarptıkça -bunlar kısa ve sıktı- "Perle"i, flokundan Pierre'in elinde titreyen dümenine kadar sarsıyordu; rüzgâr biraz fazla esti mi dalgalar kayığı batıracakmış gibi kenarına kadar yükselerek yalıyordu. Liverpool'dan gelen bir kömür gemisi demir atmış, suların yükselmesini bekliyordu. Arkasından dolaşarak limandaki gemileri sırayla gözden geçirdiler, sonra da kıyının yayılışını uzaktan seyretmek için biraz daha açıldılar.
Pierre bu tahta ve bez yığınını, parmağının ucunda fırfır çevirerek, istediği gibi oynatarak, tam üç saat, keyifli keyifli rahatça, kaynaşan denizin üzerinde dolaştı durdu. Tıpkı at üzerinde ya da gemi güvertesinde düşlemlere dalar gibi, o da güzel geçecek olan geleceğini, akıllıca yaşamanın vereceği keyfi düşünerek hulyalara daldı. Yarından tezi yok, gidip kardeşinden üç ay için bin beş yüz lira borç alacak, sonra da hemen I. François Bulvarı'ndaki o güzel apartmana yerleşecekti.
Gemici birdenbire:
- Sis basıyor Mösyö Pierre, dönelim, dedi.
Pierre gözlerini kaldırdı; gökyüzünü saran, denizi kaplayan, tepelerden inip bulut gibi onlara doğru koşan, kuzeye doğru hafif ama derinliklere kadar uzanan kurşuni bir gölge gördü. Yandan alabanda etti, rüzgâr kayığı arkadan iterek mendireğe doğru götürüyor, hızla ilerleyen sis de arkadan onları kovalıyordu. Sis, "Perle"e yetişip de olanca ağırlığıyla onu bürüdüğü zaman Pierre'i bir ürpermedir aldı; Pierre deniz sislerinin dumanla küf karışık bu acayip kokusunu, bu buz gibi rutubetli bulutu, içine çekmemek için ağzını kapadı. Sandal limandaki yerini aldığı zaman kent baştan aşağı sanki yağmur yağmış gibi ıslanmış, evlerin, sokakların üzerinden sel gibi akıp giden bu incecik buhar tabakasıyla örtülmüştü.
Pierre'in eli ayağı donmuştu, hemen eve koştu, akşam yemeğine kadar şöyle bir kestirmek için kendini yatağa attı. Akşamleyin yemek odasına girdiği zaman annesi Jean'a:
- Göreceksin, galeri ne kadar güzel olacak. Çiçeklerle süsleyeceğiz, onlara ben bakacağım, onları ben yetiştireceğim. Şölen verdiğin zaman peri masallarındaki yerlere dönecek.
Doktor:
- Neden söz ediyorsunuz Tanrı aşkına? diye sordu.
- Kardeşine çok güzel bir apartman tuttum, bulunur şey değil doğrusu... İki sokağa bakan güzel bir asma kat. İki salonu, camekânlı bir koridoru, bekâr bir erkek için pek şık, yuvarlak, küçücük bir yemek odası var.
Pierre sarardı, öfkeden boğuluyordu.
- Nerede bu? dedi.
- I. François Bulvarı'nda.
Artık kuşkusu kalmamıştı, içinden: "Eh! artık... bu kadarı da fazla!.. dünyada yalnız o mu var?" diye bağırmak geldi.
Annesi neşe içinde durmadan konuşuyordu:
- Düşün bir kez, bunu iki bin sekiz yüz franka tuttum. Üç bin istiyorlardı ama, üç, altı ve dokuz yıllık bir sözleşme yapacağımı söyleyerek iki yüz frank indirttim. Kardeşin rahat edecek... bir avukatın şık bir yazıhanesi oldu mu yükünü tuttu gitti... bu gösteriş müşteri çeker, göz boyar, insanı bağlar, saygıya zorlar; kısacası müşteri böyle bir yerde oturan adamın sözlerini pahalıya satacağını anlar.
Biraz durduktan sonra sürdürerek:
- Sana da buna yakın bir şey bulmak lazım. Senin paran yok, tabii daha orta halli bir şey olacak, ama yine de sevimsiz olmayacak; emin ol ki çok işine yarayacak...
Pierre büyüklenen bir tavırla:
- Hıh! Ben, çabamla, bilgimle bunlara erişeceğim...
Annesi ısrarla:
- Anlıyorum ama, güzel bir muayenehane de çok işine yarar.
Pierre, yemeğin ortasına doğru birdenbire sordu:
- Bu Maréchal denen kişiyi nasıl tanıdınız?
Roland Baba başını kaldırdı, anılarını karıştırarak:
- Dur, pek anımsamıyorum. Aradan o kadar zaman geçti ki... ha... evet, buldum. Onunla dükkânda ilkin annen tanışmıştı, değil mi Louise? Bir şeyler ısmarlamaya gelmişti, sonra artık sık sık gelip gitti... Önce müşterimiz, sonra da dostumuz olmuştu.
Börülceleri şişe dizer gibi birer birer çatalının ucuna geçirerek yiyen Pierre yeniden sordu:
- Bu tanışma hangi tarihteydi?
Roland yine düşündü, hiçbir şey anımsamayınca karısının belleğine başvurdu:
- Louise, senin belleğin güçlüdür, unutmamışsındır, söyle bakalım, ne zamandı? Eli beşte miydi.. elli altıda mıydı?... Düşünsene canım, sen benden iyi bilirsin.
Biraz düşündükten sonra annesi güvenli, dingin bir sesle:
- Elli sekizdeydi dostum, Pierre o zaman henüz üç yaşındaydı. Yanılmadığıma eminim; çünkü çocuk o yıl kızıla tutulmuştu, daha henüz tanıştığımız "Maréchal" da yardımımıza koşmuştu.
Roland:
- Sahi, sahi, ne kadar takdir edilse yeridir. Annen çok yorulmuştu, bitkindi, bir şey yapamıyordu, ben de dükkândan ayrılamadığım için senin ilaçlarını eczaneden o getiriyordu. Gerçekten çok vefalıydı. İyileştiğin zaman ne kadar sevindi bilemezsin, seni ne kadar sevip öptü. O günden sonra artık iyice dost olmuştuk.
Pierre birdenbire: "Madem ilkin beni tanıdı, benim için o kadar özveride bulundu, beni sever öperdi, ailemle olan dostluğunun tek nedeni bendim, niye bütün malını kardeşime bıraktı da bana bir şey vermedi?" diye düşündü, bu düşünce, yüreğini delip parçalayan bir kurşun gibi içine işledi.
Başka soru sormadı, yeni bir kötülüğün gizli tohumunu, henüz aydınlanmamış bir endişeyi içinde gizleyerek üzgünleşti, düşünceli olmaktan çok üzerinde kendinden geçmiş bir hal vardı.
Erkenden çıktı, sokaklarda avare avare dolaştı. Çevreyi saran sis havayı ağırlaştırmış, donuklaştırmıştı, insana bulantı veriyordu. Bu, yeryüzüne çökmüş bulaşıcı bir dumandı sanki. Havagazı fenerlerinin üzerinden geçerek onları ara sıra söndürüyor gibi oluyordu. Kaldırımlar don varmış gibi kayıyor, mahzen, kuyu, pis mutfak kokusu gibi bütün bu kötü kokular, bu serseri sisin iğrenç kokularıyla karışmak için sanki evlerin içinden fışkırıyordu.
Pierre, bu ayazda dışarda dolaşmak istemedi; elleri cebinde, soğuktan büzülmüş bir halde, doğru Marowsko'ya gitti.
Yaşlı eczacı, yalnızca kendisi için yanan havagazı lambasının altında, her zamanki gibi yine uyukluyordu. Sadık bir köpek sevgisiyle bağlandığı Pierre'i görünce silkindi. Frenk üzümü likörünü ve kadehleri getirmeye gitti.
Doktor:
- E... likör ne âlemde bakalım? diye sordu.
Polonyalı, kentin belli başlı kahvelerinden dört tanesinin, likörü piyasaya sürmeye nasıl razı olacaklarını, "Phare de côte"la "Sémaphore havrais" gazetesi yazarlarının ellerine birkaç şişe sıkıştırılmasına karşılık nasıl reklam yapacaklarını anlattı.
Uzun bir sessizlikten sonra Marowsko, Jean'ın sonunda servete sahip olup olmadığını sordu, sonra aynı konu üzerinde yine iki üç kuşkulu soru sordu. Pierre'i çok sevdiği için, bu haksızlığa başkaldırıyordu. Pierre, onun ne düşündüğünü âdeta işitiyor, kestiriyor, anlıyordu; pek sakıngan, utangaç ve kurnaz olan Marowsko'nun dilinin ucuna gelenleri hiçbir zaman söyleyemeyeceğini kestiriyordu; ama bütün bunları gözlerinden okuyordu, çekingen konuşmasından anlıyordu.
Artık kuşkusu kalmamıştı, yaşlı adam kesinlikle şöyle düşünüyordu: "Annenize laf getirecek olan bu mirası ona kabul ettirmemeliydiniz." Hatta belki de Jean'ın "Maréchal"dan olduğuna inanıyordu. Elbette öyle sanırdı, bu o kadar olabilir, olası, açık görünüyordu ki nasıl inanmazdı? Hatta kendisi, öz oğlu olacak Pierre bile, üç günden bu yana canla başla, var gücüyle aklına gelenleri yenmeye çalışmıyor muydu? Bu korkunç kuşkuya karşı savaşmıyor muydu?
Bu sorunu yalnız başına düşünme, tek başına tartışma, bu olası ve çirkin şeyi, zayıflığa, kuruntuya kapılmadan cesurca, mertçe inceleme isteği içini o kadar güçlü bir biçimde sardı ki, frenk üzümü likörünü bile içmeden kalktı, afallayan eczacının elini sıkıp yine sisli sokağa daldı.
Kendi kendine: "Bu Maréchal denen kişi ne diye bütün malını Jean'a bıraktı?" diyordu. Şimdi onu bu sorunu kurcalamaya iten neden, ne kışkançlıktı, ne de üç günden bu yana savaşarak gizleyebildiği içten gelen bayağı hasetti. Asıl neden müthiş bir şeyin korkusuydu: Kardeşi Jean'ın bu adamın oğlu olduğuna kendisinin de inanmış olması korkusuydu.
Hayır, buna inanamazdı. Bu canice soruyu soramazdı bile... Fakat bu pek münasebetsiz, aslı astarı olmayan kuşkunun bir daha uyanmamak üzere büsbütün aklından silinmesi de gerekiyordu. Gerçeği bilmesi, kuşkudan kurtulması, tam bir güvence içinde bulunması gerekliydi: Çünkü dünyada annesinden başka kimseyi sevmiyordu.
Hai letto il testo 1 da Turco letteratura.