Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5
Jumlah total kata adalah 3965
Jumlah total kata unik adalah 2258
29.4 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum
44.0 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum
51.4 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Hayır, bütün; yeri, yolun sonuna kadar tuttun.
- Çekişme başladı ve hemen şiddetli bir kavgaya döndü. Belhomme bir franktan çok vermeyeceğine ant içiyor, Césaire Horlaville de iki franktan aşağı almayacağını söylüyordu.
Ve burun buruna, göz göze bağırıp çağırıyorlardı.
Caniveau yere indi:
- Bir kez iki frank papaza borçlusun, anladın mı? Sonra hepimize birer kadeh; eder iki frank yetmiş beş santim; sonra da bir frank Césaire'e verirsin. Nasıl, işine geliyor mu, açıkgöz?
Belhomme'un üç frank yetmiş beş santim ödeyeceğini görmekten hoşlanan arabacı:
- Ben razıyım! dedi.
- Haydi, say bakalım.
- Hiç de saymam. Bir kez papaz, doktor değil.
- Saymazsan ben de seni Césaire'in arabasına tıkar, ta Le Havre'a kadar götürürüm.
Ve koca herif, Belhomme'u kalçalarından kavrayıp bir çocuk gibi kaldırdı.
Adam çare olmadığını görerek kesesini çıkardı ve borcunu ödedi.
Sonra araba yeniden Le Havre yolunu tuttu. Belhomme da Criquetot'ya döndü. Artık suspus olmuş yolcular, beyaz yolun üzerinde köylünün, uzun bacaklarının üstünde sallanan mavi gömleğine bakıyorlardı.
TÜYLER ÜRPERTİCİ
Ilık bir gece, yavaş yavaş her yeri sarıyordu.
Kadınlar, köşkün salonunda kalmışlardı. Bahçe sandalyelerinde, doğru veya ata biner gibi oturan erkekler, kapının önünde, fincan ve küçük kadehlerle dolu, yuvarlak bir masanın çevresinde halka olmuşlar, sigara içiyorlardı.
Sigaraları, dakikadan dakikaya koyulaşan karanlığın içinde göz gibi parlıyordu. Bir gün önceki korkunç bir kazadan söz etmişlerdi. Karşıda, ırmakta, iki adamla üç kadın, çağrılıların gözü önünde boğulmuştu.
General de G... dedi ki:
- Evet, böyle şeyler yürek oynatıcıdır; fakat tüyler ürpertici değildir. Tüyler ürpertici, bu eski deyim, korkunçtan çok daha fazla bir şey anlatır. Dünkü gibi korkunç bir kaza yürek oynatır, şaşırtır, dengeyi yitirtir; ama adamın aklını durdurmaz. Tüylerinin ürperdiğini duyması için insana yüreğinin hoplamasından, korkunç bir ölünün görünüşünden daha çoğu gerekir; gizemli bir titreme veya işitilmedik, doğa dışı bir ürkü duygusu gerekir. Ölen bir adam, en acıklı koşulların içinde de bulunsa, tüyleri ürpertmez. Bir savaş alanı tüyler ürpertici değildir. Kan, tüyler ürpertici değildir. En kıyasıya cinayetler bile binde bir tüyler ürpertici olur.
Bakın size, tüyler ürperticilikten ne anlaşılabileceğini bana iş başında öğreten iki örnek vereyim.
1870 savaşındaydı. Rouen'ı geçtikten sonra Pont-Audemer'e doğru çekiliyorduk. Ordu, şöyle böyle yirmi bin kişi, bozguna uğramış, dağılmış, cesareti kırılmış, bitmiş yirmi bin kişi, Havre'da yeniden düzene girecekti.
Yer karla örtülüydü. Gece oluyordu. Yirmi dört saatten beri bir şey yenmemişti. Prusyalılar uzakta olmadıkları için asker hızla kaçıyordu.
Bütün Normandiya Ovası, çiftlikleri çeviren ağaçların gölgeleriyle beneklenmiş esmerliğini kara, ağır ve uğursuz bir göğün altına sermekteydi.
Henüz geceye dönmemiş akşamın donuk aydınlığında, yürüyen sürünün boğuk, cansız, bununla birlikte bitmez tükenmez gürültüsünden, belli belirsiz bir karavana veya kılıç şıkırtısıyla karışık alabildiğine bir ayak tıpırtısından başka bir şey işitilmiyordu. İnsanlar, kamburları çıkmış, iki büklüm olmuş, pis ve hatta çoğunun giysisi lime lime, yerden kalkmayan adımlarla karın içinde sürükleniyor, seğirtiyorlardı.
O gece korkunç bir don vardı. Avuçların derisi, dipçiklerin çeliğine yapışıyordu. Çok kez bir askerciğin, artık kunduraya dayanamadığı için yalınayak yürümek üzere postallarını çıkardığını görüyordum. Adamcağız her bastığı yerde bir kan izi bırakıyordu, bir süre sonra da iki üç dakika dinlenmek için bir tarlaya oturuyor ve artık kalkmıyordu. Her oturan insan, ölmüş bir insandı.
Gerilmiş bacaklarını biraz dinlendirir dinlendirmez yine yürümeyi tasarlayan bu zavallı erlerden ne kadarını arkamızda bıraktık. Kımıldanmaktan, hemen hemen durmuş kanlarını buz kesen etleri içinde dolaştırmaktan kalır kalmaz onları yenilmez bir uyuşukluk yere yapıştırıyor, çiviliyor, uyutuyor, bu bitkin insan makinesine derhal bir inme indiriyordu. Umarsızlar, alınları dizlerinde, biraz daha tükeniyorlar, bununla birlikte büsbütün düşmüyorlardı. Çünkü kalçaları ve diğer organları kımıldayamaz bir duruma geliyor, kütükleşiyor, bükülmek veya doğrulmak gücünü yitiriyordu.
Ve biz, geri kalanlar, daha güçlüler, iliklerimize kadar donmuş, üzüntüden, bozgundan, umutsuzluktan bitmiş, özellikle o uğursuz kendini bırakma, sonuna gelme, ölme, yok olma kaygısıyla ezilmiş, bu gecenin, bu karın, bu soğuk ve öldürücü karın ortasında, başlanmış bir devinimin gücüyle ilerleyerek boyuna gidiyorduk.
Tuhaf, yaşlı, sakalsız ve kılığı gerçekten şaşırtıcı, ufak tefek bir adamı kolundan tutmuş iki jandarma gördüm.
Bir casus yakaladıklarını sanarak bir subay arıyorlardı.
Casus sözcüğü, döküntü erler arasında hemen yayıldı ve adamcağızın çevresinde bir halka çevrildi. Bir ses: "Kurşuna dizmeli" diye haykırdı. Bitkinlikten düşen, ancak tüfeklerine dayanarak ayakta durabilen bütün bu erler, ansızın, yığınları önüne geleni öldürmeye sürükleyen o kuduz ve hayvanca öfke nöbetine tutuldular.
Söz söylemek istedim: O zaman tabur komutanıydım. Fakat artık komutan tanıyan yoktu. Beni de kurşuna dizebilirlerdi.
Jandarmalardan biri bana:
- Üç günden beridir peşimizde, dedi; herkesten topçuları soruyor. Kendisiyle konuşmaya davrandım:
- Ne yaparsınız? Ne istiyorsunuz? Neden orduyla birlikte geliyorsunuz? Anlaşılmaz bir şiveyle ağzında birkaç sözcük yuvarladı.
Bu, dar omuzlu, hileci gözlü, gerçekten garip bir adamdı. Karşımda o kadar şaşırmış duruyordu ki casus olduğundan artık ben de kuşku duymuyordum. Çok yaşlı ve bitkin görünüyordu. Beni saygılı, aptal ve hileci bir tavırla gizliden gizliye incelemekteydi.
Adamlar çevremizde haykırıyorlardı:
- Karşıya; karşıya.
Jandarmalara sordum:
- Tutuklu hakkındaki kanınız?
Sözümü bitirmeme zaman kalmadan korkunç bir itiş beni devirdi. Bir saniye içinde adamın, gözü dönmüş erler tarafından yakalandığını, yere yıkıldığını, tartaklandığını, yolun kıyısına sürüklenip bir ağacın önüne atıldığını gördüm. Karın üstüne, daha o anda ölmüş gibi yığıldı.
Arkasından da tüfekler ateşlendi. Erler, bir hayvan azgınlığıyla ateş ediyorlar, silahlarını yeniden doldurup yeniden patlatıyorlardı. Sıraya girmek için itişiyorlar, tıpkı okunmuş su serpmek için bir tabutun önünden geçer gibi, boyuna kurşun sıkarak ölünün önünden geçiyorlardı.
Ansızın bir haykırışmadır koptu:
- Prusyalılar; Prusyalılar.
Koşmakta olan çılgın ordunun sonsuz gürültüsünü, dört yandan işittim.
Şu serseriye atılan kurşunların yarattığı bozgun, kurşun atanları da çılgına döndürmüştü. Korkunun kendi düşlemlerinden çıktığını anlamadan onlar da kaçtılar ve karanlıkta yittiler.
Görevleri gereği, yanımda duran iki jandarmayla ölünün karşısında yalnız kaldım.
Onlar bu kanlı, pörsük ve hurdahaş eti kaldırdılar.
- Üstünü aramak gerek, dedim ve cebimden bir kutu mumlu kibrit çıkarıp uzattım. Erlerin biri ötekine ışık tutuyordu. Ben, ikisinin arasında, ayakta duruyordum.
Ölüyü yoklayan jandarma haber verdi:
- Üzerinde mavi bir bluz, beyaz bir gömlek, bir pantalon ve bir çift kundura var. İlk kibrit söndü. İkincisi yakıldı. Adam, cepleri tersine çevirerek yine başladı:
- Boynuz saplı bir bıçak, kareli bir mendil, bir enfiye kutusu, bir tutam sicim, bir parça ekmek.
İkinci kibrit de söndü. Üçüncüsü yakıldı. Jandarma ölüyü uzun uzun evirip çevirdikten sonra:
- O kadar, dedi. Ben:
- Soyun, dedim; belki koynunda bir şey buluruz.
İki er birden çalışabilsinlir diye de kendim ışık tutmaya başladım. Kibritin hemen doğan ve çabuk sönen aydınlığında onların birer birer giysileri çıkardıklarını, bu kanlı, cansız ve henüz sıcak et yığınını çıplak bıraktıklarını görüyordum.
Bir tanesi ansızın kekeledi:
- Hay Tanrı layığını versin; bu kadınmış komutanım.
İçimin ne acayip ve sızlatıcı bir sıkıntı duygusuyla alt üst olduğunu size anlatamam. İnanamıyordum, karın içine çömeldim ve bu biçimini yitirmiş pelteye baktım; evet, kadındı.
İki jandarma, şaşkın ve bitkin, bir şey söyleyeyim diye bekliyordu. Fakat ben ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum.
O vakit onbaşı ağır ağır:
- Herhalde topçu eri olan ve haberi gelmeyen oğulcağızını arıyordu; dedi.
Öbürü de yanıt verdi:
- Evet, herhalde öyledir.
Çok korkunç şeyler görmüş olmama karşın ağlamaya başladım ve ölünün karşısında, bu dondurucu gecenin içinde, bu kapkara ovanın ortasında, bu gizin, bu öldürülmüş adsızın önünde "tüyler ürpertici" deyiminin anlamını duydum.
Aynı duyguyu bir kez de geçen yıl, Flatters (2) takımından sağ kalan birini, Cezayirli bir nişancıyı sorguya çekerken duydum.
Bu yürekler acısı dram üzerinde epey bilginiz vardır. Ama sanırım benim söyleyeceklerimi henüz bilmiyorsunuzdur.
Albay, çölden Sudan'a gidiyor ve Atlantik'ten Mısır'a, Sudan'dan Cezayir'e kadar uzanan bu kum denizinde, eskiden denizleri alan talan edenlere benzer bir tür korsanların, Touareglerin uçsuz bucaksız ülkesinden geçiyordu.
Kola yol gösteren kılavuzlar, Ouargla Vahası'ndaki Chambaa oymağındandı.
Bir gün çöl ortasında kamp kuruldu. Araplar kuyu henüz uzak olduğu için, bütün develerle suya gideceklerini söylediler. Bir tek adam albaya hıyanete uğradığını haber verdi. Flatters inanmadı ve mühendisleri, doktorları, hemen bütün subayları yanına alarak kafileye katıldı. Fakat hepsi de kuyunun başında öldürüldü ve bütün develeri zaptedildi.
Kampta kalmış olan Ouargla Arap Postası yüzbaşısı, kurtulan sipanilerle nişancıların komutasını ele aldı. Taşıyacak deve bulunmadığı için, eşyayla yiyecekler bırakılarak dönüşe başlandı. Adamlar, bu gölgesiz ve sonsuz ıssızlıkta, kendilerini sabahtan akşama kadar kavuran canavar bir güneşin altında yola koyuldular. Bir oymak gelip hizmette bulunmak istedi ve hurma getirdi. Bunlar zehirliydi. Hemen bütün Fransızlar öldü. Son subay da birlikte.
Artık birkaç sipahiden ve aralarında süvari başçavuşu Pobeguin'den başka kimse kalmamıştı. Chambaa oymağından olan yerli nişancılar da yoktu.
İki deve, henüz elde bulunuyordu. Bir gece onlar da iki Arapla birlikte kayboldu.
O vakit, geriye kalanlar, sıranın birbirlerini yemeye gelmek üzere olduğunu anladılar ve iki adamın iki hayvanla kaçtığı ortaya çıkar çıkmaz ayrılarak yumuşak kumda, göğün kavuran alevi altında, birbirlerine bir tüfek atımından fazla uzak yürümeye başladılar. Böylece, düz ve kavrulmuş genişlikte yer yer, çölde ilerleyenleri ta uzaktan belli eden o küçük toz sütunlarını kaldırarak, bütün gün gidiyorlardı.
Fakat bir sabah yolculardan biri ansızın dümen kırarak yanındakine yaklaştı. Herkes, bakmak için durdu.
Aç askerin, üstüne yürüdüğü adam kaçmadı; yere yattı ve gelene nişan aldı. Onun gerektiği kadar yaklaştığına karar verince de tetiği çekti. Öteki, kurşun dokunmadan, ilerlemesini sürdürdü. Sonra o da tüfeğini omzuna dayadı ve arkadaşını öldürdü.
O zaman öbürleri, ufuktan kopup gelerek, paylarını almaya koştular. Öldüren adam, öleni parçalayarak dağıttı. Sonra bu uzlaşmaları olanaksız bağdaşıklar, gelecek öldürmeyle yakınlaşıncaya kadar, yine birbirlerinden uzaklaştılar. Bölüşülen insan etiyle iki gün yaşandı. Arkasından açlık yeniden baş gösterince ilk öldüren bir daha öldürdü. Bir kasap gibi yeniden ölüyü kesti ve yalnızca kendi payına düşeni alıkoyarak üst tarafını arkadaşlarına ikram etti.
Yamyamların dönüşü böylece sürdü.
Son Fransız, Pobeguin, yardımcıların yetişmesinden bir gün önce, bir kuyunun başında öldürüldü.
Şimdi "tüyler ürpertici"den ne anladığımı öğrendiniz ya? İşte general de G...nin geçen akşam bize anlattığı şeyler.
KÜÇÜK ASKER
Her pazar özgür kalır kalmaz iki küçük asker yola düzülürdü.
Kışladan çıkınca sağa dönerler, bir askerlik gezintisi yapıyorlarmış gibi sıkı adımlarla Courbevoie'yı geçerler, sonra evlerden ayrıldıkları vakit daha rahat bir yürüyüşle Bezons'a giden tozlu ve çıplak yolu tuttururlardı.
Yenleri ellerini örten çok geniş, çok uzun kaputlarının içinde yitmiş, hızlı gitmek için onlara bacaklarını ayırtan çok bol kırmızı pantolonlarından sıkılmış, cılız, ufak tefek kimselerdi. Katı ve yüksek başlıklarının altında da güya birer yüz, durgun ve yumuşak mavi gözleriyle hemen hemen hayvanca birer saflığı olan iki zavallı küçük Brötanyalı yüzü görünürdü.
Yolda hiç konuşmazlar, habire yürürlerdi. İkisinin de kafasında birbirinin aynı olan tek bir düşünce, gidecekleri yerin düşüncesi vardı ve bu konuşma yerine geçerdi. Çünkü küçük Champioux Ormanı'nın ağzında, kendilerine memleketlerini hatırlatan bir köşe bulmuşlardı. Ancak orada erince kavuşurlardı.
Colombes ve Chatou yollarının çatında, ağaçlığa varınca, kafalarını ezen başlıklarını çıkarırlar ve alınlarını silerlerdi.
Bezons Köprüsü'nün üstünde Seine'e bakmak için her zaman biraz dururlardı. Orada korkuluğa abanıp iki kat olarak iki üç dakika kalırlardı. Yahut da içinde gezinti sandallarının beyaz ve yana yatık yelkenleri koşuşan ve kendilerine belki de Brötanya denizini, komşusu bulundukları Vannes limanını ve Morbihan Körfezi'nden açık denize doğrulmuş balıkçı gemilerini anımsatan büyük Argenteuil Koyağı'nı seyrederlerdi.
Seine'i aşar aşmaz semtin kasabasından, ekmekçisinden ve şarapçısından yiyeceklerini satın alırlardı. Mendillerine koydukları azık bir parça sucuktan, yirmi santimlik ekmekten ve bir litre kötü şaraptan ibaretti. Köyden çıkar çıkmaz da artık ağır aksak yürümeye ve konuşmaya başlarlardı.
Önlerinde ötesine berisine ağaç öbekleri serpilmiş yoksul bir ova, sonunda bir ormana, onların Kermarivan Ormanı'na benzettikleri küçük bir ormana ulaşırdı. Buğdaylarla yulaflar, ürünlerin taze yeşilliği içinde yiten dar yol boyunca uzanırdı ve Jean Kerderen her seferinde Luc Le Ganidec'e:
- Burası tıpkı Plounivon dolayı gibi, derdi.
- Evet, tıpkı orası.
Sonra yan yana, kafaları belli belirsiz memleket anılarının uyandırdığı düşlemlerle, beş santimlik eski taş basması resimlerdeki gibi saf düşlemlerle dolu, yürür geçerlerdi. Arkasından yine gözleri bir tarla köşesine, bir çite, bir kıraç yere, bir dörtyol ağzına, bir granit haça ilişirdi.
Yine her sefer, salt Locneuven'deki dolmeni andırdığı için, bir toprağa sınır olan bir taşın yanında dururlardı.
İlk ağaç öbeğine gelince Luc le Ganidec her pazar bir değnek, bir fındık dalı keser ve memleketindeki insanları düşünerek yavaş yavaş dalın kabuğunu soymaya başlardı.
Jean Kerderen azığı taşırdı.
Vakit vakit Luc, birkaç sözcükle onları uzun zaman düşündüren bir çocukluk olayını anımsatır, bir ad söylerdi. Ve memleket, uzaklardaki güzel memleket yavaş yavaş onları sarar, kaplar, ta öteden onlara biçimlerini, gürültülerini, hep bilinen ufuklarını, kokularını, içinde deniz rüzgârının koştuğu yeşil, fakat kısır kırın kokusunu gönderirdi.
Artık kent dışı toprakları besleyen Paris gübrelerinin buğusunu değil, tuzlu açık deniz melteminin toplayıp getirdiği kara çalı çiçeklerinin kokusunu koklarlardı. Sandal sahiplerinin, ırmak kıyılarının yukarısında görülen yelkenleri onlara kendi köylerinden ta deniz kıyısına kadar giden uzun ovanın ötesinde görülmüş gemi yelkenleri gibi gelirdi.
Luc le Ganidec'le Jean Kerderen hoşnut ve üzüntülü... Tatlı bir üzüntü, kafese konmuş, anıları olan bir hayvanın ağır ve işleyici üzüntüsüyle baş başa.. yavaş yavaş yürürlerdi.
Luc ince değneğin kabuğunu soymayı bitirdiği vakit her pazar yemek yedikleri orman köşesine varmış olurlardı.
Orada bir çalının içine sakladıkları iki tuğlayı bulurlar, bıçaklarının ucunda sucuklarını kızartmak için dallardan küçük bir ateş yakarlardı.
Yemek yedikten, ekmeklerini son kırıntısına, şaraplarını son damlasına kadar bitirdikten sonra da otların üzerinde yan yana, gözleri uzaklarda, göz kapakları ağırlaşmış, parmakları duada olduğu gibi birbirine geçmiş, kırmızı bacakları kırdaki gelinciklerin arasına uzatılmış, konuşmadan otururlardı. Başlıklarının meşiniyle düğmelerinin bakırı kızgın güneşin altında parıldar, başlarının üzerinde süzülerek öten tarla kuşlarını durdururdu.
Öğleye doğru gözlerini arada sırada Bezons yönüne çevirmeye başlarlardı. Çünkü inekçi kızın gelmesi yakınlaşmış olurdu.
Kız ineğin, memleketin ilerde, ormanın kıyısında dar bir çayırda otlayan, kıra çıkarılmış tek ineğini sağmaya, başka yere çekmeye giderken her pazar önlerinden geçiyordu.
Onlar hizmetçi kızı, kırdan geçen tek insanı hemen görüyorlar ve teneke kovanın güneşin ışığı altında pırıl pırıl yanışından hoşnutluk duyuyorlardı. Ondan hiç söz etmezlerdi. Onu görmekten, niçin olduğunu bilmeksizin, yalnızca hoşnuttular.
Bu, güneşli günlerin sıcağıyla yanmış, kırmızımsı saçlı, dinç ve iri bir kız, Paris köylerinin iri ve gözü pek bir kızıydı.
Bir defasında, hep aynı yerde oturduklarını görerek onlara:
- Günaydın! dedi; demek hep buraya geliyorsunuz!
Luc le Ganidec, daha cesaretli, kekeledi:
- Evet, dinlenmeye geliyoruz.
O kadarla kaldı. Fakat ertesi pazar kız onları görünce güldü, onların çekingenliğini sezen uyanık bir kadının iyilikçi benimserliğiyle güldü ve sordu:
- Böyle ne yapıyorsunuz? Otların nasıl bittiğine mi bakıyorsunuz?
Keyiflenen Luc de sırıttı:
- Öyle görünüyor.
O yine:
- Ha! Bu o kadar çabuk olmaz, dedi.
Luc de hep gülerek:
- Yok canım, yanıtını verdi.
Kız geçti. Fakat süt dolu kovasıyla dönerken yine onların önünde durarak:
- Birer yudum içer misiniz, dedi; size memleketi anımsatır.
Aynı soydan olmak, olasılıkla kendi de evinden uzak bulunmak içgüdüsüyle işi sezmiş ve tam üstüne basmıştı.
İkisi de heyecanlandılar. O vakit kız, onların şarap getirdikleri bir litrelik şişenin ağzına, epey çalışarak, biraz süt akıttı. Luc, kendi payını geçip geçmediğine bakmak için hep durarak küçük yudumlarla önden içti. Sonra şişeyi Jean'a verdi.
Kız, onları sevindirmekten hoşnut, elleri kalçalarında, kovası ayaklarının dibinde, karşılarında, ayakta duruyordu.
Sonra:
- Haydi hoşça kalın. Pazara yine görüşürüz, diye bağırarak gitti.
Askerler, görebildikleri sürece onun uzaklaşan, küçülen ve toprakların yeşilliğine batar gibi olan boylu poslu biçiminden gözlerini ayırmadılar.
Ertesi hafta kışladan çıktıkları zaman Jean,
- Ona uygun bir şey almayalım mı? dedi.
İnekçi kıza tatlı bir şey seçmek sorunu karşısında büyük bir sıkıntıya düştüler.
Luc bir parça domuz sucuğu alma düşüncesindeydi, fakat Jean tatlı şeyleri sevdiği için şekerlemeyi yeğliyordu. Onun düşüncesi üstün geldi ve bir bakkaldan on santimlik beyazlı kırmızılı şekerleme aldılar.
Bekleme heyecanıyla her zamankinden daha çabuk yemek yediler.
Onu ilkin Jean gördü ve: "İşte geliyor" dedi. Luc de: "Evet, geliyor" diye yanıt verdi.
Kız onları uzaktan görerek gülüyordu. Seslendi:
- Nasıl, işler istediğiniz gibi mi?
Birlikte yanıt verdiler:
- Ya sizinkiler?
O vakit kız lafa başladı. Onları ilgilendiren basit şeylerden, havadan, üründen, efendilerinden söz etti.
Askerler Jean'ın cebinde yavaş yavaş eriyen şekerlemelerini sunmaya bir türlü cesaret edemiyorlardı.
Sonunda Luc davrandı ve:
- Size bir şey getirdik, diye mırıldandı.
Öteki sordu:
- Ne getirdiniz bakalım?
Bunun üzerine Jean kulaklarına kadar kızararak ince kâğıt külahı çıkardı ve ona uzattı.
Kız bir avurdundan öbürüne yuvarlarken yanaklarını şişiren küçük şeker parçalarını yemeye başladı. İki asker karşısına oturmuşlar, ona heyecan içinde, hayran hayran bakıyorlardı.
Sonra kız ineğini sağmaya gitti ve dönüşünde yine onlara süt verdi.
Askerler bütün hafta onu düşündüler ve sık sık ondan konuştular. Ertesi pazar kız daha fazla laf atmak için onların yanına oturdu. Öteden inek hizmetçinin yolda durduğunu görerek ıslak burunlu ağır başını ona doğru uzatır ve onu çağırmak için uzun uzun böğürürken, üçü de yan yana, gözleri uzaklara dalmış, dizleri kenetledikleri ellerinin arasında, doğdukları köylerin ötesini berisini, ufak tefek olaylarını anlattılar.
Kız onlarla bir parça bir şey yemeyi ve bir kadehçik şarap içmeyi de hemen kabul etti. Onlara çok kez cebinde erik getiriyordu. Çünkü erik mevsimi gelmişti. Onun birlikteliği Brötanyalı iki küçük askerin gönüllerini açıyor, onları kuşlar gibi gevezeleştiriyordu.
Bu durumda bir salı günü Luc Le Ganidec, hiç yapmadığı bir şey yaptı, izin aldı ve ta gecenin onunda döndü.
Meraklanan Jean kendi kendine arkadaşının neden böyle çıkmış olabileceğini düşünüyordu.
Cuma günü Luc, yatak komşusundan elli santim borç alarak bir izin daha istedi ve yine birkaç saat ayrıldı.
Pazar gezintisi için Jean'la birlikte yola koyulduğu vakit de pek acayip, pek heyecanlı, pek değişik bir tavrı vardı. Kerderen pek anlamıyor ama ne olabileceğini kestiremeden şöyle böyle bir şey sezinliyordu.
Hep aynı tarafına otura otura otlarını ezdikleri her zamanki yerlerine kadar tek sözcük bile etmediler. Yemeklerini ağır ağır yediler. Ne biri, ne de öteki acıkmıştı.
Çok geçmeden kız göründü. Her pazar yaptıkları gibi onun gelişine bakıyorlardı.. İyice yaklaştığı zaman Luc kalktı ve iki adım attı. Kız kovasını yere bırakarak onu kucakladı. Jean'a aldırış etmeden, onun orada olduğunu düşünmeden, onu görmeden Luc'ü, kollarını boynuna dolayarak ateşli ateşli öptü.
Zavallı Jean orada şaşkın, hiçbir şey anlamayacak kadar şaşkın, içi alt üst, yüreği delik deşik, bir türlü kavrayamadan duruyordu.
Sonra kız Luc'ün yanına oturdu ve gezeveliğe başladılar.
Jean onlara bakmıyor, artık arkadaşının neden hafta içinde iki kez çıkmış olduğunu anlıyor ve içinde yakıcı bir üzüntü, aşağı yukarı bir yara duyumsuyor, hıyanetlerin açtığı o yarayı buluyordu.
Luc'le kız, ineğin yerini değiştirmeye birlikte gitmek için kalktılar.
Jean arkalarından baktı. Onların yanyana uzaklaştıklarını gördü. Arkadaşının kırmızı pantolonu yolda parlak bir leke oluşturuyordu. Tahta tokmağı yerden alıp hayvanın bağlandığı kazığa vuran Luc oldu.
O gelişi güzel bir elle ineğin keskin bel kemiğini okşarken kız sağmak için çömeldi. Sonra kovayı çimenlikte bıraktılar ve ormana daldılar.
Artık Jean onların girdiği yerde yaprak duvarından başka bir şey görmüyordu. Kendini o kadar perişan buluyordu ki, kalkmaya çalışsa kesinlikle yere düşerdi.
Şaşkınlık ve acıdan, saf ve derin bir acıdan alıklaşmış, öyle duruyordu. Ağlamak, kaçmak, saklanmak, bundan böyle sonuna kadar kimseyi görmemek istiyordu.
Birdenbire onların ağaçlıktan çıktıklarını gördü. Köylerde nişanlıların yaptığı gibi el ele, ağır ağır döndüler. Kovayı taşıyan Luc'tü.
Ayrılmadan bir daha öpüştüler ve kız Jean'a dostça bir "İyi akşamlar" dedikten ve anlamlıca gülümsedikten sonra çekip gitti. O gün ona süt sunmayı hiç de düşünmedi.
İki küçük asker, her zamanki gibi kımıltısız, dingin ve sessiz, yüzlerinin durgunluğu yüreklerini buran şeyden hiçbir belirti vermeden, yan yana kaldılar. Güneş üzerlerine vuruyordu. İnek uzaktan onlara bakarak vakit vakit böğürüyordu.
Saati gelince dönmek üzere kalktılar.
Luc bir değneğin kabuklarını soyuyordu. Jean boş şişeyi taşıyordu. Onu Bezons'daki şarapçıya bıraktı. Sonra köprüye ayak bastılar ve her pazarki gibi birkaç saniye suyun akışına bakmak için orta yerde durdular.
Jean akıntıda kendisini çeken bir şey görmüş gibi eğiliyor, demir korkuluktan gittikçe daha fazla sarkıyordu. Luc ona: "Yani birazını içmek mi istiyorsun" diyecek oldu. Tam son sözcüğü söylerken Jean'ın başı kalan tarafını çekti, kalkan bacaklar havada bir daire çizdi ve kırmızılı mavili küçük asker bir külçe gibi düştü, suya girip gözden yitti.
Luc, heyecandan boğazı tıkanmış, boşuna haykırmaya çalışıyordu. İleride bir şeyin kımıldadığını gördü. Sonra arkadaşının başı ırmağın yüzüne çıktı ve hemen yine battı.
Biraz daha ilerde yeniden bir el, ırmaktan fırlayıp yine dalan bir tek el fark etti. Hepsi bu oldu.
Koşuşan gemiciler o gün ölüyü bulamadılar.
Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir burnunu silerek olayı anlattı: "Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu... ve... ve... düşe... düşekoydu işte..."
Daha fazla söyleyemedi. Heyecandan boğuluyordu... Eğer bilmiş olsaydı...
SAUVAGE NİNE
Georges Pouchet'ye
I
Virelogne'a on beş yıldır uğramamıştım. Prusyalıların yıkmış oldukları şatosunu sonunda yeniden yaptıran dostum Servat ile birlikte avlanmak üzere oraya güzde gittim.
Bu yöreyi son derece seviyordum, güzel dünyanın, gözü okşayan, gıcıklayan köşelerindendi. Böyle yerler maddi bir aşkla sevilir. Biz, toprağın büyülediği kimseler, çok görülmüş ve içimizi tıpkı mutlu olayların yaptığı gibi gevşetmiş bazı kaynaklardan, bazı korulardan, bazı göllerden, bazı tepelerden tatlı anılar saklarız. Hatta bazen kafamız; keyifli bir günde bir defacık görülmüş ve bir ilkyaz sabahı sokakta açık ve saydam bir giysiyle raslanıp da ruhumuzda ve bedenimizde dindirilmez, unutulmaz bir istek, yanından sürtünerek geçilmiş bir mutluluk duygusu bırakan kadın düşlemleri gibi içimizde yer etmiş bir orman köşesine, bir kıyı parçasına yahut da çiçeklerin pudraladığı bir meyve bahçesine yeniden döner.
Virelogne'da küçük küçük koruların süslediği, yerde toprağa kan yetiştiren damarlar gibi koşan derelerin dolaştığı bütün kırı seviyordum. Bu derelerde istakozlar, alabalıklar ve yılan balıkları tutuluyordu! Ne bulunmaz mutluluk! Yer yer yıkanılabiliyor ve bu ince su yataklarının kıyılarında biten yüksek otlar arasında çok kez su çulluklarına raslanıyordu.
İki köpeğimin önümde şurayı burayı yoklamalarına bakarken bir keçi kadar hafiftim. Serval, yüz metre sağımda bir yonca tarlasını araştırıyordu. Saudreslerin korusuna sınır çeken çalıları döndüm ve yıkık bir kulübe gördüm.
Birden onu 1869'da son kez gördüğüm biçimde, tertemiz, asmalara sarılı, kapısının önünde tavuklarıyla anımsadım. Ayakta duran kırık dökük, uğursuz iskeletiyle ölü bir evden daha üzücü ne olabilir?
Çok yorulduğum bir gün bu evde bir kadıncağızın bana bir bardak şarap içirdiğini ve Serval'in ev sahiplerinin öyküsünü anlattığını da anımsadım. Hep tezkeresiz avcılık eden baba, jandarmalar tarafından öldürülmüştü. Daha önce görmüş olduğum oğul, iri ve kuru bir delikanlıydı ve o da korkunç bir av düşmanı sayılıyordu. Bunlara Sauvagelar deniyordu.
Bu bir ad mı, yoksa anlamlı bir lakap mıydı? (3)
Serval'e seslendim. Uzun leylek adımlarıyla geldi.
- Burada oturanlar ne oldu? diye sordum.
Bana aşağıdaki olayı anlattı.
II
Savaş başlayınca otuz üç yaşında olan Sauvage oğul, anayı evde yalnız bırakarak askere gitti. Parası olduğunu bildikleri için yaşlı kadına pek acıyan yoktu.
Onun için o, köyden o kadar uzakta, ormanın kıyısındaki bu ıssız evde tek başına kaldı. Erkekleriyle aynı soydan, uzun ve zayıf, çok gülmez, hiç şakaya gelmez, sert bir kocakarı olduğu için korkmuyordu da. Zaten köy kadınları hiç gülmezler. Gülmek erkeklere özgü bir şeydir. Donuk ve ışıksız bir ömür sürdükleri için kadınların dar ve üzüntülü bir ruhları olur. Köylü meyhanede gürültülü neşeyi biraz öğrenirse de karısı boyuna asık bir suratla ciddi kalır. Onların yüz kasları asla gülme alıştırması yapmamıştır.
Sauvage Nine de hemen karla örtülmüş kulübesinde her zamanki yaşamını sürdürdü. Her hafta köye ekmekle biraz et almaya gidiyor, sonra damına dönüyordu. Kurtlardan söz edildiği için sırtında tüfekle, oğlunun kavrana kavrana dipçiği aşınmış paslı tüfeğiyle dışarı çıkardı. Biraz kamburlaşmış olan iriyarı Sauvage Nine'nin, silahının namlusu, başını sıkan ve kimsenin görmediği ak saçlarını sımsıkı kapayan siyah başlığından da yukarda, ağır adımlarla karda gidişi görülecek şeydi.
Bir gün Prusyalılar geldi. Onları, herkesin parasına ve olanaklarına göre yerlilere dağıttılar. Zengin tanınan yaşlı kadına dört kişi düştü.
Bunlar sarışın derili, sarışın sakallı, mavi gözlü, o zamana kadar çektikleri yorgunluğa karşın tombul kalmış dört iriyarı delikanlıydı. Zaptedilmiş bir ülkede bulundukları halde iyi çocuklardı. Bu yaşlı kadının yanında yalnız kalınca ona çok yakınlık gösterdiler, yorulmasına ve para harcamasına olabildiği kadar yer bırakmadılar. Sabahları dördünün de kuyunun çevresinde gömlekle tuvaletlerini yaptıkları, Sauvage Nine gidip gelerek çorbayı hazırlarken onların, karların çiğ ışığında, kuzey insanlarına özgü beyaz ve pembe ellerini bol suyla yıkadıkları görülüyordu. Sonra da mutfağı temizliyorlar, cam siliyorlar, odun kırıyorlar, patates ayıklıyorlar, çamaşır yıkıyorlar, tıpkı annelerinin çevresinde dört iyi oğulmuşlar gibi evin bütün işlerini yapıyorlardı.
Fakat yaşlı kadın boyuna kendininkini, kanca burunlu, kestane gözlü ve dudağının üstüne kara kıllardan bir şerit çekilmişçesine gür bıyıklı koca sıskasını düşünüyordu. Ocağında yerleşen askerlerin her birine her gün soruyordu:
- Fransız alayının, yirmi üçüncü piyadenin nereye gittiğini biliyor musunuz? Benim oğlum orada işte.
Onlar yanıt veriyorlardı: "Hayır, bilmiyoruz, hiç bilmiyoruz." Ve ötede kendilerinin de birer annesi olan bu adamlar, acısını ve endişelerini anlayarak ona bin türlü özen gösteriyorlardı. Zaten o, dört düşmanını seviyordu da. Çünkü köylülerin hiç yurtseverlik kinleri yoktur. Bu, yalnızca yüksek sınıflara özgüdür. Aşağıdakiler, yoksul oldukları ve her yeni vergi üzerlerine yıkıldığı için en çok verenler, sayı tuttukları için yığın yığın öldürülenler ve asıl topun ağzına gelenler ve sonunda en zayıfları ve en karşı koyamazları oluşturdukları için savaşın amansız yoksulluklarını en çok ezilerek çekenler, her iki ulusu, hem yenen, hem de yenileni altı ayda tüketen o dövüşken çabalardan, o ayaklandırıcı onur kaygısından ve o uydurma siyasal düzenlerden hiç anlamazlar.
Çevrede, Sauvage Nine'nin Almanlarından söz edilirken:
- İşte onlardan tam yerlerini bulan dördü, diyorlardı.
- Çekişme başladı ve hemen şiddetli bir kavgaya döndü. Belhomme bir franktan çok vermeyeceğine ant içiyor, Césaire Horlaville de iki franktan aşağı almayacağını söylüyordu.
Ve burun buruna, göz göze bağırıp çağırıyorlardı.
Caniveau yere indi:
- Bir kez iki frank papaza borçlusun, anladın mı? Sonra hepimize birer kadeh; eder iki frank yetmiş beş santim; sonra da bir frank Césaire'e verirsin. Nasıl, işine geliyor mu, açıkgöz?
Belhomme'un üç frank yetmiş beş santim ödeyeceğini görmekten hoşlanan arabacı:
- Ben razıyım! dedi.
- Haydi, say bakalım.
- Hiç de saymam. Bir kez papaz, doktor değil.
- Saymazsan ben de seni Césaire'in arabasına tıkar, ta Le Havre'a kadar götürürüm.
Ve koca herif, Belhomme'u kalçalarından kavrayıp bir çocuk gibi kaldırdı.
Adam çare olmadığını görerek kesesini çıkardı ve borcunu ödedi.
Sonra araba yeniden Le Havre yolunu tuttu. Belhomme da Criquetot'ya döndü. Artık suspus olmuş yolcular, beyaz yolun üzerinde köylünün, uzun bacaklarının üstünde sallanan mavi gömleğine bakıyorlardı.
TÜYLER ÜRPERTİCİ
Ilık bir gece, yavaş yavaş her yeri sarıyordu.
Kadınlar, köşkün salonunda kalmışlardı. Bahçe sandalyelerinde, doğru veya ata biner gibi oturan erkekler, kapının önünde, fincan ve küçük kadehlerle dolu, yuvarlak bir masanın çevresinde halka olmuşlar, sigara içiyorlardı.
Sigaraları, dakikadan dakikaya koyulaşan karanlığın içinde göz gibi parlıyordu. Bir gün önceki korkunç bir kazadan söz etmişlerdi. Karşıda, ırmakta, iki adamla üç kadın, çağrılıların gözü önünde boğulmuştu.
General de G... dedi ki:
- Evet, böyle şeyler yürek oynatıcıdır; fakat tüyler ürpertici değildir. Tüyler ürpertici, bu eski deyim, korkunçtan çok daha fazla bir şey anlatır. Dünkü gibi korkunç bir kaza yürek oynatır, şaşırtır, dengeyi yitirtir; ama adamın aklını durdurmaz. Tüylerinin ürperdiğini duyması için insana yüreğinin hoplamasından, korkunç bir ölünün görünüşünden daha çoğu gerekir; gizemli bir titreme veya işitilmedik, doğa dışı bir ürkü duygusu gerekir. Ölen bir adam, en acıklı koşulların içinde de bulunsa, tüyleri ürpertmez. Bir savaş alanı tüyler ürpertici değildir. Kan, tüyler ürpertici değildir. En kıyasıya cinayetler bile binde bir tüyler ürpertici olur.
Bakın size, tüyler ürperticilikten ne anlaşılabileceğini bana iş başında öğreten iki örnek vereyim.
1870 savaşındaydı. Rouen'ı geçtikten sonra Pont-Audemer'e doğru çekiliyorduk. Ordu, şöyle böyle yirmi bin kişi, bozguna uğramış, dağılmış, cesareti kırılmış, bitmiş yirmi bin kişi, Havre'da yeniden düzene girecekti.
Yer karla örtülüydü. Gece oluyordu. Yirmi dört saatten beri bir şey yenmemişti. Prusyalılar uzakta olmadıkları için asker hızla kaçıyordu.
Bütün Normandiya Ovası, çiftlikleri çeviren ağaçların gölgeleriyle beneklenmiş esmerliğini kara, ağır ve uğursuz bir göğün altına sermekteydi.
Henüz geceye dönmemiş akşamın donuk aydınlığında, yürüyen sürünün boğuk, cansız, bununla birlikte bitmez tükenmez gürültüsünden, belli belirsiz bir karavana veya kılıç şıkırtısıyla karışık alabildiğine bir ayak tıpırtısından başka bir şey işitilmiyordu. İnsanlar, kamburları çıkmış, iki büklüm olmuş, pis ve hatta çoğunun giysisi lime lime, yerden kalkmayan adımlarla karın içinde sürükleniyor, seğirtiyorlardı.
O gece korkunç bir don vardı. Avuçların derisi, dipçiklerin çeliğine yapışıyordu. Çok kez bir askerciğin, artık kunduraya dayanamadığı için yalınayak yürümek üzere postallarını çıkardığını görüyordum. Adamcağız her bastığı yerde bir kan izi bırakıyordu, bir süre sonra da iki üç dakika dinlenmek için bir tarlaya oturuyor ve artık kalkmıyordu. Her oturan insan, ölmüş bir insandı.
Gerilmiş bacaklarını biraz dinlendirir dinlendirmez yine yürümeyi tasarlayan bu zavallı erlerden ne kadarını arkamızda bıraktık. Kımıldanmaktan, hemen hemen durmuş kanlarını buz kesen etleri içinde dolaştırmaktan kalır kalmaz onları yenilmez bir uyuşukluk yere yapıştırıyor, çiviliyor, uyutuyor, bu bitkin insan makinesine derhal bir inme indiriyordu. Umarsızlar, alınları dizlerinde, biraz daha tükeniyorlar, bununla birlikte büsbütün düşmüyorlardı. Çünkü kalçaları ve diğer organları kımıldayamaz bir duruma geliyor, kütükleşiyor, bükülmek veya doğrulmak gücünü yitiriyordu.
Ve biz, geri kalanlar, daha güçlüler, iliklerimize kadar donmuş, üzüntüden, bozgundan, umutsuzluktan bitmiş, özellikle o uğursuz kendini bırakma, sonuna gelme, ölme, yok olma kaygısıyla ezilmiş, bu gecenin, bu karın, bu soğuk ve öldürücü karın ortasında, başlanmış bir devinimin gücüyle ilerleyerek boyuna gidiyorduk.
Tuhaf, yaşlı, sakalsız ve kılığı gerçekten şaşırtıcı, ufak tefek bir adamı kolundan tutmuş iki jandarma gördüm.
Bir casus yakaladıklarını sanarak bir subay arıyorlardı.
Casus sözcüğü, döküntü erler arasında hemen yayıldı ve adamcağızın çevresinde bir halka çevrildi. Bir ses: "Kurşuna dizmeli" diye haykırdı. Bitkinlikten düşen, ancak tüfeklerine dayanarak ayakta durabilen bütün bu erler, ansızın, yığınları önüne geleni öldürmeye sürükleyen o kuduz ve hayvanca öfke nöbetine tutuldular.
Söz söylemek istedim: O zaman tabur komutanıydım. Fakat artık komutan tanıyan yoktu. Beni de kurşuna dizebilirlerdi.
Jandarmalardan biri bana:
- Üç günden beridir peşimizde, dedi; herkesten topçuları soruyor. Kendisiyle konuşmaya davrandım:
- Ne yaparsınız? Ne istiyorsunuz? Neden orduyla birlikte geliyorsunuz? Anlaşılmaz bir şiveyle ağzında birkaç sözcük yuvarladı.
Bu, dar omuzlu, hileci gözlü, gerçekten garip bir adamdı. Karşımda o kadar şaşırmış duruyordu ki casus olduğundan artık ben de kuşku duymuyordum. Çok yaşlı ve bitkin görünüyordu. Beni saygılı, aptal ve hileci bir tavırla gizliden gizliye incelemekteydi.
Adamlar çevremizde haykırıyorlardı:
- Karşıya; karşıya.
Jandarmalara sordum:
- Tutuklu hakkındaki kanınız?
Sözümü bitirmeme zaman kalmadan korkunç bir itiş beni devirdi. Bir saniye içinde adamın, gözü dönmüş erler tarafından yakalandığını, yere yıkıldığını, tartaklandığını, yolun kıyısına sürüklenip bir ağacın önüne atıldığını gördüm. Karın üstüne, daha o anda ölmüş gibi yığıldı.
Arkasından da tüfekler ateşlendi. Erler, bir hayvan azgınlığıyla ateş ediyorlar, silahlarını yeniden doldurup yeniden patlatıyorlardı. Sıraya girmek için itişiyorlar, tıpkı okunmuş su serpmek için bir tabutun önünden geçer gibi, boyuna kurşun sıkarak ölünün önünden geçiyorlardı.
Ansızın bir haykırışmadır koptu:
- Prusyalılar; Prusyalılar.
Koşmakta olan çılgın ordunun sonsuz gürültüsünü, dört yandan işittim.
Şu serseriye atılan kurşunların yarattığı bozgun, kurşun atanları da çılgına döndürmüştü. Korkunun kendi düşlemlerinden çıktığını anlamadan onlar da kaçtılar ve karanlıkta yittiler.
Görevleri gereği, yanımda duran iki jandarmayla ölünün karşısında yalnız kaldım.
Onlar bu kanlı, pörsük ve hurdahaş eti kaldırdılar.
- Üstünü aramak gerek, dedim ve cebimden bir kutu mumlu kibrit çıkarıp uzattım. Erlerin biri ötekine ışık tutuyordu. Ben, ikisinin arasında, ayakta duruyordum.
Ölüyü yoklayan jandarma haber verdi:
- Üzerinde mavi bir bluz, beyaz bir gömlek, bir pantalon ve bir çift kundura var. İlk kibrit söndü. İkincisi yakıldı. Adam, cepleri tersine çevirerek yine başladı:
- Boynuz saplı bir bıçak, kareli bir mendil, bir enfiye kutusu, bir tutam sicim, bir parça ekmek.
İkinci kibrit de söndü. Üçüncüsü yakıldı. Jandarma ölüyü uzun uzun evirip çevirdikten sonra:
- O kadar, dedi. Ben:
- Soyun, dedim; belki koynunda bir şey buluruz.
İki er birden çalışabilsinlir diye de kendim ışık tutmaya başladım. Kibritin hemen doğan ve çabuk sönen aydınlığında onların birer birer giysileri çıkardıklarını, bu kanlı, cansız ve henüz sıcak et yığınını çıplak bıraktıklarını görüyordum.
Bir tanesi ansızın kekeledi:
- Hay Tanrı layığını versin; bu kadınmış komutanım.
İçimin ne acayip ve sızlatıcı bir sıkıntı duygusuyla alt üst olduğunu size anlatamam. İnanamıyordum, karın içine çömeldim ve bu biçimini yitirmiş pelteye baktım; evet, kadındı.
İki jandarma, şaşkın ve bitkin, bir şey söyleyeyim diye bekliyordu. Fakat ben ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum.
O vakit onbaşı ağır ağır:
- Herhalde topçu eri olan ve haberi gelmeyen oğulcağızını arıyordu; dedi.
Öbürü de yanıt verdi:
- Evet, herhalde öyledir.
Çok korkunç şeyler görmüş olmama karşın ağlamaya başladım ve ölünün karşısında, bu dondurucu gecenin içinde, bu kapkara ovanın ortasında, bu gizin, bu öldürülmüş adsızın önünde "tüyler ürpertici" deyiminin anlamını duydum.
Aynı duyguyu bir kez de geçen yıl, Flatters (2) takımından sağ kalan birini, Cezayirli bir nişancıyı sorguya çekerken duydum.
Bu yürekler acısı dram üzerinde epey bilginiz vardır. Ama sanırım benim söyleyeceklerimi henüz bilmiyorsunuzdur.
Albay, çölden Sudan'a gidiyor ve Atlantik'ten Mısır'a, Sudan'dan Cezayir'e kadar uzanan bu kum denizinde, eskiden denizleri alan talan edenlere benzer bir tür korsanların, Touareglerin uçsuz bucaksız ülkesinden geçiyordu.
Kola yol gösteren kılavuzlar, Ouargla Vahası'ndaki Chambaa oymağındandı.
Bir gün çöl ortasında kamp kuruldu. Araplar kuyu henüz uzak olduğu için, bütün develerle suya gideceklerini söylediler. Bir tek adam albaya hıyanete uğradığını haber verdi. Flatters inanmadı ve mühendisleri, doktorları, hemen bütün subayları yanına alarak kafileye katıldı. Fakat hepsi de kuyunun başında öldürüldü ve bütün develeri zaptedildi.
Kampta kalmış olan Ouargla Arap Postası yüzbaşısı, kurtulan sipanilerle nişancıların komutasını ele aldı. Taşıyacak deve bulunmadığı için, eşyayla yiyecekler bırakılarak dönüşe başlandı. Adamlar, bu gölgesiz ve sonsuz ıssızlıkta, kendilerini sabahtan akşama kadar kavuran canavar bir güneşin altında yola koyuldular. Bir oymak gelip hizmette bulunmak istedi ve hurma getirdi. Bunlar zehirliydi. Hemen bütün Fransızlar öldü. Son subay da birlikte.
Artık birkaç sipahiden ve aralarında süvari başçavuşu Pobeguin'den başka kimse kalmamıştı. Chambaa oymağından olan yerli nişancılar da yoktu.
İki deve, henüz elde bulunuyordu. Bir gece onlar da iki Arapla birlikte kayboldu.
O vakit, geriye kalanlar, sıranın birbirlerini yemeye gelmek üzere olduğunu anladılar ve iki adamın iki hayvanla kaçtığı ortaya çıkar çıkmaz ayrılarak yumuşak kumda, göğün kavuran alevi altında, birbirlerine bir tüfek atımından fazla uzak yürümeye başladılar. Böylece, düz ve kavrulmuş genişlikte yer yer, çölde ilerleyenleri ta uzaktan belli eden o küçük toz sütunlarını kaldırarak, bütün gün gidiyorlardı.
Fakat bir sabah yolculardan biri ansızın dümen kırarak yanındakine yaklaştı. Herkes, bakmak için durdu.
Aç askerin, üstüne yürüdüğü adam kaçmadı; yere yattı ve gelene nişan aldı. Onun gerektiği kadar yaklaştığına karar verince de tetiği çekti. Öteki, kurşun dokunmadan, ilerlemesini sürdürdü. Sonra o da tüfeğini omzuna dayadı ve arkadaşını öldürdü.
O zaman öbürleri, ufuktan kopup gelerek, paylarını almaya koştular. Öldüren adam, öleni parçalayarak dağıttı. Sonra bu uzlaşmaları olanaksız bağdaşıklar, gelecek öldürmeyle yakınlaşıncaya kadar, yine birbirlerinden uzaklaştılar. Bölüşülen insan etiyle iki gün yaşandı. Arkasından açlık yeniden baş gösterince ilk öldüren bir daha öldürdü. Bir kasap gibi yeniden ölüyü kesti ve yalnızca kendi payına düşeni alıkoyarak üst tarafını arkadaşlarına ikram etti.
Yamyamların dönüşü böylece sürdü.
Son Fransız, Pobeguin, yardımcıların yetişmesinden bir gün önce, bir kuyunun başında öldürüldü.
Şimdi "tüyler ürpertici"den ne anladığımı öğrendiniz ya? İşte general de G...nin geçen akşam bize anlattığı şeyler.
KÜÇÜK ASKER
Her pazar özgür kalır kalmaz iki küçük asker yola düzülürdü.
Kışladan çıkınca sağa dönerler, bir askerlik gezintisi yapıyorlarmış gibi sıkı adımlarla Courbevoie'yı geçerler, sonra evlerden ayrıldıkları vakit daha rahat bir yürüyüşle Bezons'a giden tozlu ve çıplak yolu tuttururlardı.
Yenleri ellerini örten çok geniş, çok uzun kaputlarının içinde yitmiş, hızlı gitmek için onlara bacaklarını ayırtan çok bol kırmızı pantolonlarından sıkılmış, cılız, ufak tefek kimselerdi. Katı ve yüksek başlıklarının altında da güya birer yüz, durgun ve yumuşak mavi gözleriyle hemen hemen hayvanca birer saflığı olan iki zavallı küçük Brötanyalı yüzü görünürdü.
Yolda hiç konuşmazlar, habire yürürlerdi. İkisinin de kafasında birbirinin aynı olan tek bir düşünce, gidecekleri yerin düşüncesi vardı ve bu konuşma yerine geçerdi. Çünkü küçük Champioux Ormanı'nın ağzında, kendilerine memleketlerini hatırlatan bir köşe bulmuşlardı. Ancak orada erince kavuşurlardı.
Colombes ve Chatou yollarının çatında, ağaçlığa varınca, kafalarını ezen başlıklarını çıkarırlar ve alınlarını silerlerdi.
Bezons Köprüsü'nün üstünde Seine'e bakmak için her zaman biraz dururlardı. Orada korkuluğa abanıp iki kat olarak iki üç dakika kalırlardı. Yahut da içinde gezinti sandallarının beyaz ve yana yatık yelkenleri koşuşan ve kendilerine belki de Brötanya denizini, komşusu bulundukları Vannes limanını ve Morbihan Körfezi'nden açık denize doğrulmuş balıkçı gemilerini anımsatan büyük Argenteuil Koyağı'nı seyrederlerdi.
Seine'i aşar aşmaz semtin kasabasından, ekmekçisinden ve şarapçısından yiyeceklerini satın alırlardı. Mendillerine koydukları azık bir parça sucuktan, yirmi santimlik ekmekten ve bir litre kötü şaraptan ibaretti. Köyden çıkar çıkmaz da artık ağır aksak yürümeye ve konuşmaya başlarlardı.
Önlerinde ötesine berisine ağaç öbekleri serpilmiş yoksul bir ova, sonunda bir ormana, onların Kermarivan Ormanı'na benzettikleri küçük bir ormana ulaşırdı. Buğdaylarla yulaflar, ürünlerin taze yeşilliği içinde yiten dar yol boyunca uzanırdı ve Jean Kerderen her seferinde Luc Le Ganidec'e:
- Burası tıpkı Plounivon dolayı gibi, derdi.
- Evet, tıpkı orası.
Sonra yan yana, kafaları belli belirsiz memleket anılarının uyandırdığı düşlemlerle, beş santimlik eski taş basması resimlerdeki gibi saf düşlemlerle dolu, yürür geçerlerdi. Arkasından yine gözleri bir tarla köşesine, bir çite, bir kıraç yere, bir dörtyol ağzına, bir granit haça ilişirdi.
Yine her sefer, salt Locneuven'deki dolmeni andırdığı için, bir toprağa sınır olan bir taşın yanında dururlardı.
İlk ağaç öbeğine gelince Luc le Ganidec her pazar bir değnek, bir fındık dalı keser ve memleketindeki insanları düşünerek yavaş yavaş dalın kabuğunu soymaya başlardı.
Jean Kerderen azığı taşırdı.
Vakit vakit Luc, birkaç sözcükle onları uzun zaman düşündüren bir çocukluk olayını anımsatır, bir ad söylerdi. Ve memleket, uzaklardaki güzel memleket yavaş yavaş onları sarar, kaplar, ta öteden onlara biçimlerini, gürültülerini, hep bilinen ufuklarını, kokularını, içinde deniz rüzgârının koştuğu yeşil, fakat kısır kırın kokusunu gönderirdi.
Artık kent dışı toprakları besleyen Paris gübrelerinin buğusunu değil, tuzlu açık deniz melteminin toplayıp getirdiği kara çalı çiçeklerinin kokusunu koklarlardı. Sandal sahiplerinin, ırmak kıyılarının yukarısında görülen yelkenleri onlara kendi köylerinden ta deniz kıyısına kadar giden uzun ovanın ötesinde görülmüş gemi yelkenleri gibi gelirdi.
Luc le Ganidec'le Jean Kerderen hoşnut ve üzüntülü... Tatlı bir üzüntü, kafese konmuş, anıları olan bir hayvanın ağır ve işleyici üzüntüsüyle baş başa.. yavaş yavaş yürürlerdi.
Luc ince değneğin kabuğunu soymayı bitirdiği vakit her pazar yemek yedikleri orman köşesine varmış olurlardı.
Orada bir çalının içine sakladıkları iki tuğlayı bulurlar, bıçaklarının ucunda sucuklarını kızartmak için dallardan küçük bir ateş yakarlardı.
Yemek yedikten, ekmeklerini son kırıntısına, şaraplarını son damlasına kadar bitirdikten sonra da otların üzerinde yan yana, gözleri uzaklarda, göz kapakları ağırlaşmış, parmakları duada olduğu gibi birbirine geçmiş, kırmızı bacakları kırdaki gelinciklerin arasına uzatılmış, konuşmadan otururlardı. Başlıklarının meşiniyle düğmelerinin bakırı kızgın güneşin altında parıldar, başlarının üzerinde süzülerek öten tarla kuşlarını durdururdu.
Öğleye doğru gözlerini arada sırada Bezons yönüne çevirmeye başlarlardı. Çünkü inekçi kızın gelmesi yakınlaşmış olurdu.
Kız ineğin, memleketin ilerde, ormanın kıyısında dar bir çayırda otlayan, kıra çıkarılmış tek ineğini sağmaya, başka yere çekmeye giderken her pazar önlerinden geçiyordu.
Onlar hizmetçi kızı, kırdan geçen tek insanı hemen görüyorlar ve teneke kovanın güneşin ışığı altında pırıl pırıl yanışından hoşnutluk duyuyorlardı. Ondan hiç söz etmezlerdi. Onu görmekten, niçin olduğunu bilmeksizin, yalnızca hoşnuttular.
Bu, güneşli günlerin sıcağıyla yanmış, kırmızımsı saçlı, dinç ve iri bir kız, Paris köylerinin iri ve gözü pek bir kızıydı.
Bir defasında, hep aynı yerde oturduklarını görerek onlara:
- Günaydın! dedi; demek hep buraya geliyorsunuz!
Luc le Ganidec, daha cesaretli, kekeledi:
- Evet, dinlenmeye geliyoruz.
O kadarla kaldı. Fakat ertesi pazar kız onları görünce güldü, onların çekingenliğini sezen uyanık bir kadının iyilikçi benimserliğiyle güldü ve sordu:
- Böyle ne yapıyorsunuz? Otların nasıl bittiğine mi bakıyorsunuz?
Keyiflenen Luc de sırıttı:
- Öyle görünüyor.
O yine:
- Ha! Bu o kadar çabuk olmaz, dedi.
Luc de hep gülerek:
- Yok canım, yanıtını verdi.
Kız geçti. Fakat süt dolu kovasıyla dönerken yine onların önünde durarak:
- Birer yudum içer misiniz, dedi; size memleketi anımsatır.
Aynı soydan olmak, olasılıkla kendi de evinden uzak bulunmak içgüdüsüyle işi sezmiş ve tam üstüne basmıştı.
İkisi de heyecanlandılar. O vakit kız, onların şarap getirdikleri bir litrelik şişenin ağzına, epey çalışarak, biraz süt akıttı. Luc, kendi payını geçip geçmediğine bakmak için hep durarak küçük yudumlarla önden içti. Sonra şişeyi Jean'a verdi.
Kız, onları sevindirmekten hoşnut, elleri kalçalarında, kovası ayaklarının dibinde, karşılarında, ayakta duruyordu.
Sonra:
- Haydi hoşça kalın. Pazara yine görüşürüz, diye bağırarak gitti.
Askerler, görebildikleri sürece onun uzaklaşan, küçülen ve toprakların yeşilliğine batar gibi olan boylu poslu biçiminden gözlerini ayırmadılar.
Ertesi hafta kışladan çıktıkları zaman Jean,
- Ona uygun bir şey almayalım mı? dedi.
İnekçi kıza tatlı bir şey seçmek sorunu karşısında büyük bir sıkıntıya düştüler.
Luc bir parça domuz sucuğu alma düşüncesindeydi, fakat Jean tatlı şeyleri sevdiği için şekerlemeyi yeğliyordu. Onun düşüncesi üstün geldi ve bir bakkaldan on santimlik beyazlı kırmızılı şekerleme aldılar.
Bekleme heyecanıyla her zamankinden daha çabuk yemek yediler.
Onu ilkin Jean gördü ve: "İşte geliyor" dedi. Luc de: "Evet, geliyor" diye yanıt verdi.
Kız onları uzaktan görerek gülüyordu. Seslendi:
- Nasıl, işler istediğiniz gibi mi?
Birlikte yanıt verdiler:
- Ya sizinkiler?
O vakit kız lafa başladı. Onları ilgilendiren basit şeylerden, havadan, üründen, efendilerinden söz etti.
Askerler Jean'ın cebinde yavaş yavaş eriyen şekerlemelerini sunmaya bir türlü cesaret edemiyorlardı.
Sonunda Luc davrandı ve:
- Size bir şey getirdik, diye mırıldandı.
Öteki sordu:
- Ne getirdiniz bakalım?
Bunun üzerine Jean kulaklarına kadar kızararak ince kâğıt külahı çıkardı ve ona uzattı.
Kız bir avurdundan öbürüne yuvarlarken yanaklarını şişiren küçük şeker parçalarını yemeye başladı. İki asker karşısına oturmuşlar, ona heyecan içinde, hayran hayran bakıyorlardı.
Sonra kız ineğini sağmaya gitti ve dönüşünde yine onlara süt verdi.
Askerler bütün hafta onu düşündüler ve sık sık ondan konuştular. Ertesi pazar kız daha fazla laf atmak için onların yanına oturdu. Öteden inek hizmetçinin yolda durduğunu görerek ıslak burunlu ağır başını ona doğru uzatır ve onu çağırmak için uzun uzun böğürürken, üçü de yan yana, gözleri uzaklara dalmış, dizleri kenetledikleri ellerinin arasında, doğdukları köylerin ötesini berisini, ufak tefek olaylarını anlattılar.
Kız onlarla bir parça bir şey yemeyi ve bir kadehçik şarap içmeyi de hemen kabul etti. Onlara çok kez cebinde erik getiriyordu. Çünkü erik mevsimi gelmişti. Onun birlikteliği Brötanyalı iki küçük askerin gönüllerini açıyor, onları kuşlar gibi gevezeleştiriyordu.
Bu durumda bir salı günü Luc Le Ganidec, hiç yapmadığı bir şey yaptı, izin aldı ve ta gecenin onunda döndü.
Meraklanan Jean kendi kendine arkadaşının neden böyle çıkmış olabileceğini düşünüyordu.
Cuma günü Luc, yatak komşusundan elli santim borç alarak bir izin daha istedi ve yine birkaç saat ayrıldı.
Pazar gezintisi için Jean'la birlikte yola koyulduğu vakit de pek acayip, pek heyecanlı, pek değişik bir tavrı vardı. Kerderen pek anlamıyor ama ne olabileceğini kestiremeden şöyle böyle bir şey sezinliyordu.
Hep aynı tarafına otura otura otlarını ezdikleri her zamanki yerlerine kadar tek sözcük bile etmediler. Yemeklerini ağır ağır yediler. Ne biri, ne de öteki acıkmıştı.
Çok geçmeden kız göründü. Her pazar yaptıkları gibi onun gelişine bakıyorlardı.. İyice yaklaştığı zaman Luc kalktı ve iki adım attı. Kız kovasını yere bırakarak onu kucakladı. Jean'a aldırış etmeden, onun orada olduğunu düşünmeden, onu görmeden Luc'ü, kollarını boynuna dolayarak ateşli ateşli öptü.
Zavallı Jean orada şaşkın, hiçbir şey anlamayacak kadar şaşkın, içi alt üst, yüreği delik deşik, bir türlü kavrayamadan duruyordu.
Sonra kız Luc'ün yanına oturdu ve gezeveliğe başladılar.
Jean onlara bakmıyor, artık arkadaşının neden hafta içinde iki kez çıkmış olduğunu anlıyor ve içinde yakıcı bir üzüntü, aşağı yukarı bir yara duyumsuyor, hıyanetlerin açtığı o yarayı buluyordu.
Luc'le kız, ineğin yerini değiştirmeye birlikte gitmek için kalktılar.
Jean arkalarından baktı. Onların yanyana uzaklaştıklarını gördü. Arkadaşının kırmızı pantolonu yolda parlak bir leke oluşturuyordu. Tahta tokmağı yerden alıp hayvanın bağlandığı kazığa vuran Luc oldu.
O gelişi güzel bir elle ineğin keskin bel kemiğini okşarken kız sağmak için çömeldi. Sonra kovayı çimenlikte bıraktılar ve ormana daldılar.
Artık Jean onların girdiği yerde yaprak duvarından başka bir şey görmüyordu. Kendini o kadar perişan buluyordu ki, kalkmaya çalışsa kesinlikle yere düşerdi.
Şaşkınlık ve acıdan, saf ve derin bir acıdan alıklaşmış, öyle duruyordu. Ağlamak, kaçmak, saklanmak, bundan böyle sonuna kadar kimseyi görmemek istiyordu.
Birdenbire onların ağaçlıktan çıktıklarını gördü. Köylerde nişanlıların yaptığı gibi el ele, ağır ağır döndüler. Kovayı taşıyan Luc'tü.
Ayrılmadan bir daha öpüştüler ve kız Jean'a dostça bir "İyi akşamlar" dedikten ve anlamlıca gülümsedikten sonra çekip gitti. O gün ona süt sunmayı hiç de düşünmedi.
İki küçük asker, her zamanki gibi kımıltısız, dingin ve sessiz, yüzlerinin durgunluğu yüreklerini buran şeyden hiçbir belirti vermeden, yan yana kaldılar. Güneş üzerlerine vuruyordu. İnek uzaktan onlara bakarak vakit vakit böğürüyordu.
Saati gelince dönmek üzere kalktılar.
Luc bir değneğin kabuklarını soyuyordu. Jean boş şişeyi taşıyordu. Onu Bezons'daki şarapçıya bıraktı. Sonra köprüye ayak bastılar ve her pazarki gibi birkaç saniye suyun akışına bakmak için orta yerde durdular.
Jean akıntıda kendisini çeken bir şey görmüş gibi eğiliyor, demir korkuluktan gittikçe daha fazla sarkıyordu. Luc ona: "Yani birazını içmek mi istiyorsun" diyecek oldu. Tam son sözcüğü söylerken Jean'ın başı kalan tarafını çekti, kalkan bacaklar havada bir daire çizdi ve kırmızılı mavili küçük asker bir külçe gibi düştü, suya girip gözden yitti.
Luc, heyecandan boğazı tıkanmış, boşuna haykırmaya çalışıyordu. İleride bir şeyin kımıldadığını gördü. Sonra arkadaşının başı ırmağın yüzüne çıktı ve hemen yine battı.
Biraz daha ilerde yeniden bir el, ırmaktan fırlayıp yine dalan bir tek el fark etti. Hepsi bu oldu.
Koşuşan gemiciler o gün ölüyü bulamadılar.
Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir burnunu silerek olayı anlattı: "Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu... ve... ve... düşe... düşekoydu işte..."
Daha fazla söyleyemedi. Heyecandan boğuluyordu... Eğer bilmiş olsaydı...
SAUVAGE NİNE
Georges Pouchet'ye
I
Virelogne'a on beş yıldır uğramamıştım. Prusyalıların yıkmış oldukları şatosunu sonunda yeniden yaptıran dostum Servat ile birlikte avlanmak üzere oraya güzde gittim.
Bu yöreyi son derece seviyordum, güzel dünyanın, gözü okşayan, gıcıklayan köşelerindendi. Böyle yerler maddi bir aşkla sevilir. Biz, toprağın büyülediği kimseler, çok görülmüş ve içimizi tıpkı mutlu olayların yaptığı gibi gevşetmiş bazı kaynaklardan, bazı korulardan, bazı göllerden, bazı tepelerden tatlı anılar saklarız. Hatta bazen kafamız; keyifli bir günde bir defacık görülmüş ve bir ilkyaz sabahı sokakta açık ve saydam bir giysiyle raslanıp da ruhumuzda ve bedenimizde dindirilmez, unutulmaz bir istek, yanından sürtünerek geçilmiş bir mutluluk duygusu bırakan kadın düşlemleri gibi içimizde yer etmiş bir orman köşesine, bir kıyı parçasına yahut da çiçeklerin pudraladığı bir meyve bahçesine yeniden döner.
Virelogne'da küçük küçük koruların süslediği, yerde toprağa kan yetiştiren damarlar gibi koşan derelerin dolaştığı bütün kırı seviyordum. Bu derelerde istakozlar, alabalıklar ve yılan balıkları tutuluyordu! Ne bulunmaz mutluluk! Yer yer yıkanılabiliyor ve bu ince su yataklarının kıyılarında biten yüksek otlar arasında çok kez su çulluklarına raslanıyordu.
İki köpeğimin önümde şurayı burayı yoklamalarına bakarken bir keçi kadar hafiftim. Serval, yüz metre sağımda bir yonca tarlasını araştırıyordu. Saudreslerin korusuna sınır çeken çalıları döndüm ve yıkık bir kulübe gördüm.
Birden onu 1869'da son kez gördüğüm biçimde, tertemiz, asmalara sarılı, kapısının önünde tavuklarıyla anımsadım. Ayakta duran kırık dökük, uğursuz iskeletiyle ölü bir evden daha üzücü ne olabilir?
Çok yorulduğum bir gün bu evde bir kadıncağızın bana bir bardak şarap içirdiğini ve Serval'in ev sahiplerinin öyküsünü anlattığını da anımsadım. Hep tezkeresiz avcılık eden baba, jandarmalar tarafından öldürülmüştü. Daha önce görmüş olduğum oğul, iri ve kuru bir delikanlıydı ve o da korkunç bir av düşmanı sayılıyordu. Bunlara Sauvagelar deniyordu.
Bu bir ad mı, yoksa anlamlı bir lakap mıydı? (3)
Serval'e seslendim. Uzun leylek adımlarıyla geldi.
- Burada oturanlar ne oldu? diye sordum.
Bana aşağıdaki olayı anlattı.
II
Savaş başlayınca otuz üç yaşında olan Sauvage oğul, anayı evde yalnız bırakarak askere gitti. Parası olduğunu bildikleri için yaşlı kadına pek acıyan yoktu.
Onun için o, köyden o kadar uzakta, ormanın kıyısındaki bu ıssız evde tek başına kaldı. Erkekleriyle aynı soydan, uzun ve zayıf, çok gülmez, hiç şakaya gelmez, sert bir kocakarı olduğu için korkmuyordu da. Zaten köy kadınları hiç gülmezler. Gülmek erkeklere özgü bir şeydir. Donuk ve ışıksız bir ömür sürdükleri için kadınların dar ve üzüntülü bir ruhları olur. Köylü meyhanede gürültülü neşeyi biraz öğrenirse de karısı boyuna asık bir suratla ciddi kalır. Onların yüz kasları asla gülme alıştırması yapmamıştır.
Sauvage Nine de hemen karla örtülmüş kulübesinde her zamanki yaşamını sürdürdü. Her hafta köye ekmekle biraz et almaya gidiyor, sonra damına dönüyordu. Kurtlardan söz edildiği için sırtında tüfekle, oğlunun kavrana kavrana dipçiği aşınmış paslı tüfeğiyle dışarı çıkardı. Biraz kamburlaşmış olan iriyarı Sauvage Nine'nin, silahının namlusu, başını sıkan ve kimsenin görmediği ak saçlarını sımsıkı kapayan siyah başlığından da yukarda, ağır adımlarla karda gidişi görülecek şeydi.
Bir gün Prusyalılar geldi. Onları, herkesin parasına ve olanaklarına göre yerlilere dağıttılar. Zengin tanınan yaşlı kadına dört kişi düştü.
Bunlar sarışın derili, sarışın sakallı, mavi gözlü, o zamana kadar çektikleri yorgunluğa karşın tombul kalmış dört iriyarı delikanlıydı. Zaptedilmiş bir ülkede bulundukları halde iyi çocuklardı. Bu yaşlı kadının yanında yalnız kalınca ona çok yakınlık gösterdiler, yorulmasına ve para harcamasına olabildiği kadar yer bırakmadılar. Sabahları dördünün de kuyunun çevresinde gömlekle tuvaletlerini yaptıkları, Sauvage Nine gidip gelerek çorbayı hazırlarken onların, karların çiğ ışığında, kuzey insanlarına özgü beyaz ve pembe ellerini bol suyla yıkadıkları görülüyordu. Sonra da mutfağı temizliyorlar, cam siliyorlar, odun kırıyorlar, patates ayıklıyorlar, çamaşır yıkıyorlar, tıpkı annelerinin çevresinde dört iyi oğulmuşlar gibi evin bütün işlerini yapıyorlardı.
Fakat yaşlı kadın boyuna kendininkini, kanca burunlu, kestane gözlü ve dudağının üstüne kara kıllardan bir şerit çekilmişçesine gür bıyıklı koca sıskasını düşünüyordu. Ocağında yerleşen askerlerin her birine her gün soruyordu:
- Fransız alayının, yirmi üçüncü piyadenin nereye gittiğini biliyor musunuz? Benim oğlum orada işte.
Onlar yanıt veriyorlardı: "Hayır, bilmiyoruz, hiç bilmiyoruz." Ve ötede kendilerinin de birer annesi olan bu adamlar, acısını ve endişelerini anlayarak ona bin türlü özen gösteriyorlardı. Zaten o, dört düşmanını seviyordu da. Çünkü köylülerin hiç yurtseverlik kinleri yoktur. Bu, yalnızca yüksek sınıflara özgüdür. Aşağıdakiler, yoksul oldukları ve her yeni vergi üzerlerine yıkıldığı için en çok verenler, sayı tuttukları için yığın yığın öldürülenler ve asıl topun ağzına gelenler ve sonunda en zayıfları ve en karşı koyamazları oluşturdukları için savaşın amansız yoksulluklarını en çok ezilerek çekenler, her iki ulusu, hem yenen, hem de yenileni altı ayda tüketen o dövüşken çabalardan, o ayaklandırıcı onur kaygısından ve o uydurma siyasal düzenlerden hiç anlamazlar.
Çevrede, Sauvage Nine'nin Almanlarından söz edilirken:
- İşte onlardan tam yerlerini bulan dördü, diyorlardı.
Anda telah membaca teks 1 dari Turki literatur.
Selanjutnya - Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6
- Bagian
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 1Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 4047Jumlah total kata unik adalah 214232.2 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum46.4 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum53.6 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 2Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 4094Jumlah total kata unik adalah 213632.6 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum46.0 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum53.0 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 3Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 4022Jumlah total kata unik adalah 224633.5 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum47.0 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum54.3 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 4057Jumlah total kata unik adalah 216631.3 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum46.3 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum54.1 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 3965Jumlah total kata unik adalah 225829.4 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum44.0 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum51.4 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 4036Jumlah total kata unik adalah 226632.5 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum47.1 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum54.3 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 7Setiap baris mewakili persentase kata per 1000 kata paling umum.Jumlah total kata adalah 3821Jumlah total kata unik adalah 198434.6 kata termasuk dalam 2000 kata yang paling umum48.9 kata termasuk dalam 5000 kata yang paling umum56.6 kata termasuk dalam 8000 kata yang paling umum