Pierre ve Jean - 9
Le nombre total de mots est de 2808
Le nombre total de mots uniques est de 1594
38.0 des mots font partie des 2000 mots les plus courants
51.8 des mots font partie des 5 000 mots les plus courants
59.9 des mots font partie des 8 000 mots les plus courants
Kocaman geminin derinliklerinden gelen, bitip tükenmeyen bir telaş, bir kargaşa işitiliyordu; ambarlara yığılan malların gürültüleriyle ayak sesleri, çığlıklar, sandıkları yükleyen makine gürültüleri, işçi başlarının düdük sesleri, kocaman gemiyi bir hayli sarsan buharın kısık soluğu, yerlerde sürüklenen ya da bucurgatlara sarılan zincirlerin gürültüleri hep birbirine karışıyordu.
Pierre, arkadaşından ayrılıp sokağa çıkınca içine yeniden bir hüzün çöktü, bu hüzün denizleri aşarak dünyanın öbür ucundan gelen uzak ve çorak bölgelerde esen vebalı rüzgârlar gibi pis, gizemli bir şey taşıyan ve elden kayıp giden yoğun bir sis gibi içini sardı.
Bu derece bayağı bir bataklığa düştüğünü en acı zamanlarında bile duyumsamamıştı. Bağlar kopmuş, en son yara da açılmıştı; tutacak yeri kalmamıştı. Bütün sevgilerinin köklerini yüreğinden söküp atarken bile şimdi birdenbire içinde beliren bu ortada kalmış köpek üzüncünü daha önce hiç yaşamamıştı.
Bu artık üzüntü veren ruhsal bir acı değildi de, yağmur, rüzgâr, fırtına gibi dünyadaki bütün haşin güçlerin saldırısına uğramış, afallamış, yersiz yurtsuz, serseri bir yaratığın maddi bir acısıydı sanki.
Hep sakin bir yatakta uyumaya alışık bu insan vücudu, vapura ayak basıp da dalgalar üzerinde sallanan bu küçücük odaya girince, daha o anda gelecekteki günlerin güvensizliğine başkaldırmıştı.
Şimdiye kadar bu vücut toprağa gömülü sağlam duvarlar arasında barınmış, rüzgârları kesen dam altında her zaman aynı yerde dinlenmeye alışmıştı. Sıcacık evinin içinde bugüne kadar aldırmadan gördüğü birçok iş bundan sonra onun için artık bir tehlike, hep bir acı olacaktı.
Artık ayaklarının altında toprak yoktu, gürleyen, akan, her şeyi yutan deniz vardı. Gezip koşmak, sokaklara dalmak için çevrede yer yok, birçok tutuklu içinde, tıpkı bir tutuklu gibi dolaşacağı, birkaç metrelik döşeme vardı. Ne ağaç ne bahçe, ne sokak, ne de ev, yalnızca su ve bulut. Durmadan ayaklarının altında bu geminin devinimini duyumsayacak, fırtınalı günlerde, bölmelere dayanmak, kapılara asılmak, yere yuvarlanmamak için daracık yatakların kıyılarına tutunmak gerekecekti. Dingin günlerde de çarkın gürültülerle sarsılışını işitecek, onu taşıyan bu geminin insanı çılgına çeviren sürekli bir yürüyüşle durmaksızın ilerlediğini duyacaktı.
Salt annesinin bir herifle sevişip oynaşması, onu bir suçlu gibi bu serseri yaşama yargılamıştı. Yurdundan ayrılan insanların duyduğu üzüntülü karaduygu içinde, bitkin bir durumda şimdi dosdoğru gidiyordu. Çevreden gelen geçen yabancıları artık aşağı görmüyordu, küçümseme dolu bir kin de beslemiyordu; yalnızca onlarla konuşmak, onlara Fransa'dan ayrılacağını söylemek, avutulmak, onlara derdini dinletmek istiyordu. İçindeki bu gereksinim, utanarak avuç açan bir yoksulun gereksinimiydi sanki; gidişine birinin üzülmesini istiyor, bu duygu güçlü ve ürkek bir gereksinim olarak içinde yaşıyordu.
Aklına Marowsko geldi. Ona içi yana yana ancak bu adam acıyabilirdi. Polonyalı bu yaşlı adamdan başka da onu bu derece seven yoktu. Gidip onu görmeye karar verdi.
Dükkâna girer girmez, mermer bir havanda birtakım tozlar döven eczacı, işini bırakarak yerinden fırladı.
- Artık sizi göremiyoruz, dedi.
Genç adam nedenini açıklamadan birçok girişimde bulunduğunu anlattı ve:
- Söyle bakalım işler yolunda mı, diyerek bir yere çöktü.
İşler yolunda değildi. Hastası az ve yoksul olan bu işçi mahallesinde rekabet korkunçtu. Ucuz ilaçlardan başka bir şey satılmıyor, doktorlar da yüzde beş yüz kâr getiren ender ve karışık ilaçları reçetelerine yazmıyorlardı. Adamcağız:
- Üç ay daha böyle giderse dükkânı kapatmak gerekecek. Doktorcuğum, sana güvenmeseydim, çoktan onun bunun eline bakacaktım, dedi.
Pierre'in içi parçalandı, ama yine de her şeyi söylemeye karar verdi:
- Ah! Bana mı, bana mı? Ben artık size hiçbir yardımda bulunamayacağım, gelecek ay başında Havre'dan ayrılıyorum.
Marowsko o kadar heyecanlandı ki, gözlüğünü çıkararak:
- Siz... siz mi... ne dediniz bakayım?
- Gidiyorum, dedim sevgili dostum.
Yaşlı adam, son umudunun da böyle boşa çıktığını görünce altüst oldu, donakaldı, canı gibi sevdiği, peşinden gittiği, o kadar güvendiği, şimdi de onu böyle yüzüstü bırakan bu adama karşı birdenbire başkaldırdı.
- Siz de mi beni aldatacaksınız, siz de mi, diye söylendi.
Pierre o kadar üzülmüştü ki içinden boynuna sarılacağı geliyordu ve:
- Sizi aldatmıyorum dostum, burada iş bulamadım, transatlantik vapurlarından birinin hekimliğini aldım, gidiyorum.
- Ah Mösyö Pierre ah! Geçinmem için bana yardım edeceğinize ne kadar söz vermiştiniz!
- Ne yapalım ben de geçinmek zorundayım, beş param yok.
Marowsko durmadan:
- Kötü yaptınız, kötü, artık açlıktan ölürüm, başka çarem yok. Bu yaşta artık her şey bitti demektir, kötü yaptınız, kötü. Peşiniz sıra gelen bu zavallı yaşlı adamı bırakıp gidiyorsunuz, günah değil mi, diyordu.
Pierre açıklamak, haksız olduğunu anlatmak, neden göstermek, başka türlü yapamayacağına onu inandırmak istiyordu. Bu kaçışa başkaldıran Polonyalı onu dinlemiyordu bile, en sonunda da siyasi olayları ima ederek:
- Siz Fransızlar sözlerinizi tutmuyorsunuz, dedi.
O zaman Pierre gücenerek ayağa kalktı, yüksek perdeden:
- Haklısınız, Marowsko Baba. Böyle bir şeye karar verebilmem için önemli nedenler olmalı, bunu anlamanız gerekirdi, hoşça kalın, bir dahaki sefere sizi umarım daha anlayışlı bulurum dedi ve çıktı.
Kendi kendine:
- Hadi canım, kimse bana candan acımaz, diye düşündü.
Yeni, eski bütün tanıdıklarını şöyle bir aklından geçirerek araştırdı, anıları arasında geçit töreni yapan bütün yüzler içinden sonunda annesine karşı onu kuşkuya düşüren birahanedeki kızı seçti.
Önce durakladı, ona karşı içten gelme bir kin beslemişti, sonra birdenbire karar vererek: ''Hakkı da vardı'' diye düşündü, sokağına doğru yollandı.
Aksi gibi birahane kalabalık ve duman içersindeydi. Bayram günlerinden biri olduğu için işçiler ve orta halli müşteriler gülüp konuşuyor, bağırıp çağırıyorlardı; dükkân sahibi de masadan masaya koşarak boş bardakları toplayıp köpüklülerini getiriyor, bizzat hizmet ediyordu.
Pierre kasaya yakın bir yer bulup oturdu; hizmetçi kızın kendisini görüp tanıyacağını umdu, bekledi.
Kız sık adımlarla, sevimli bir biçimde, kırıtarak önünden gelip geçiyordu ama başını bile çevirmiyordu.
Pierre sonunda dayanamadı, puronun ucuyla masaya vurdu, kız koştu:
- Ne buyurdunuz beyefendi, diye sordu.
Kafası, içilen içkilerin hesaplarıyla karmakarışıktı, yüzüne bile bakmıyordu.
Pierre:
- Eee... dostlarla insan böyle mi selamlaşır, dedi.
Kız gözlerini ona dikti ve acele acele:
- A! Siz misiniz, nasılsınız? Bugün hiç vaktim yok, bir bardak bira istiyorsunuz, değil mi?
- Evet, bir bardak bira.
Bira gelince Pierre yine:
- Sana Allahaısmarladık demeye geldim. Gidiyorum.
Kız ilgisizce:
- Amma da yaptınız! Nereye gidiyorsunuz?
- Amerika'ya.
- Söylediklerine göre güzel bir yermiş.
Başka hiçbir şey söylemedi. Kızla konuşmak için bugünü seçmek doğrusu akılsızlıktı. Kahve müşteriyle doluydu!
Pierre denize doğru yürüdü. Rıhtıma gelince, babasıyla Kaptan Beausire'i taşıyan "Perle"i gördü. Kürekleri gemici Papagris çekiyordu. İkisi de arkaya geçmiş, ağızlarında pipo, keyif çatıyorlardı. Yanından geçerlerken doktor içinden: ''Basit ruhlulara ne mutlu'' dedi.
Kendisi de hayvansı bir uykuyla uyuşabilmek için mendirekteki sıralardan birine oturdu.
Akşamleyin eve dönünce annesi yüzüne bakmaya bile cesaret edemeden ona:
- Yolculuk için sana birçok şey gerek; ama hepsini kestiremiyorum. Az önce iç çamaşırlarını ısmarladım, giysilerin için de terziye uğradım; bilmediğim daha başka şeylere de belki gereksinmen vardır.
Az kalsın: ''Hayır, hiçbir şeye'' diyecekti; ama o sırada giyimine bir çekidüzen vermek gerektiğini düşündü ve gayet yumuşak bir sesle:
- Daha ben de bilmiyorum, kumpanyadan öğreneceğim, dedi.
Gitti sordu, gereken şeylerin listesini aldı. Annesi listeyi elinden alırkan kaç zamandır ilk kez yüzüne bakıyordu. Gözlerinde, lütuf dilenen, dövülmüş zavallı köpeklerin düşkün, yumuşak, hüzünlü, yalvaran anlatımı vardı.
Ekim ayının ilk günü Saint-Nazaire'den gelen Lorraine vapuru, aynı ayın yedisinde New York'a hareket etmek üzere Havre Limanı'na girdi ve Pierre Roland'ın bundan sonra yaşamını bağlayacağı, su üstünde yüzen o küçücük kamarasını teslim alması gerekmekteydi.
Ertesi gün tam dışarı çıkacağı sırada, merdivenlerde kendisini bekleyen annesine rasladı, annesi anlaşılmayacak kadar hafif bir sesle:
- Seni kamarana yerleştireyim mi? Yardım edeyim mi? diye sordu.
- Hayır, teşekkür ederim; hepsi oldu.
O yine hafifçe:
- Odacığını görmeyi ne kadar isterdim! dedi.
- Değmez, çok kötü ve küçük.
Annesi perişandı, yüzü sapsarıydı. Pierre onu duvara dayalı bir durumda bıraktı, gitti.
Hemen o gün Lorraine'i gezen Roland, sofrada yalnızca bu benzersiz vapurdan söz etti, oğullarını götürecek olan bu vapuru gezmek için hiçbir istek göstermeyen karısına da pek şaştı.
Bundan sonraki günlerde de Pierre hemen hemen hiç ailesinin yanında oturmadı. Sinirliydi, her şeye kızıyordu, kabalaşmıştı, sözleriyle herkesi iğneliyordu. Gitmeden bir gece önce birdenbire değişiverdi, yumuşadı. İlk kez gemide yatmaya gidiyordu, çıkarken onları öptü ve:
- Yarın gemiye beni geçirmeye geleceksiniz, değil mi? diye sordu.
Roland:
- Tabii, tabii, elbette! Değil mi Louise?
O yavaşça:
- Kuşkusuz, dedi.
Pierre sözünü sürdürdü:
- Saat tam on birde kalkıyoruz. En geç saat dokuz buçukta orada bulunmak gerek.
Babası:
- Bak! Bir düşüncem var, dedi. Senden ayrılır ayrılmaz koşup "Perle"e atlarız, mendireğin dışında seni bekleriz, böylece seni bir daha görmüş oluruz, olmaz mı Louise?
- Olur, tabii.
Roland yine:
- Transatlantikler kalktığı zaman rıhtımı dolduran kalabalık içinde böylece bizi karıştırmış olmazsın. İnsan o kalabalıkta kendine gelenleri tanıyamıyor, ne dersin, uygun mu?
- Tabii, uygun. Karar.
Bir saat sonra kamarasındaki tabut gibi dar uzun gemici yatağına uzanmış bulunuyordu. İki aydan bu yana olup bitenleri ve özellikle de ruhunda geçen şeyleri düşünerek uzun süre gözünü yummadı. İçindeki o saldırgan, kin dolu üzünç; hem kendini, hem de başkalarını üze üze artık körlenmiş bir bıçak gibi yıpranmıştı. Ne olursa olsun, artık kimseden öç almaya cesareti yoktu, başkaldırma duygularını da, tıpkı yaşamı gibi, suyun akıntısına bırakıyordu. Boğuşmaktan, vurup kırmaktan, nefret etmekten, her şeyden öylesine bezmişti ki, artık bir şey yapamıyor, tıpkı uykuya dalar gibi yüreğini uyuşturmaya, her şeyi unutmaya çabalıyordu. Çevresinde onun için yeni olan vapurun gürültülerini, limanın bu sessiz gecesinde ancak seçilebilen bu hafif gürültüleri duyuyordu; şimdiye kadar sızlayan o yaranın şimdi yerini bile duyumsamıyordu.
Tayfaların gidip gelmeleriyle uyandığı zaman, iyi bir uyku çekmiş bulunuyordu. Gün ağarmıştı, Paris'ten gelen tren iskeleye yanaşıyordu.
Pierre, yolculuğun şaşkınlığı içinde birbirine seslenen, şunu bunu soran, telaşlı telaşlı kamaralarını arayan bu insan kalabalığı arasında, gemide dolaştı durdu. Kaptana selam verip arkadaşı gemi komiserinin elini sıktıktan sonra salona girdi, daha şimdiden birkaç İngiliz salonun köşesinde uyukluyordu. Altın zırhlarla çevrili beyaz mermer duvarlı salonun nar çiçeği rengindeki iki sıra kadifeden döner sandalyelerle çevrili uzun masaları aynada uçsuz bucaksız yankılar yapıyordu. Her yandan gelen zenginlerin bir arada yemek yedikleri kozmopolit geniş hol işte burasıydı. Buranın zenginlik içinde yüzen lüksü de, milyonerlerin gözünü boyayan büyük otellerin, tiyatroların, kamuya açık yerlerin gösterişli lüksü türündendi. Doktor tam ikinci mevkiye gideceği sırada, bir gece önce, akşamüstü kocaman bir göçmen kafilesinin vapura bindirildiğini anımsadı, ambara indi. İçeri girer girmez yoksul, pis, kirli insanların mide bulandırıcı kokularıyla karşılaştı, bu çıplak insanların et kokusu, hayvan tüylerinden ve postlarından çok daha iğrençti. Pierre, tıpkı maden kuyularına benzeyen karanlık, basık, yerin dibinde, tahta yığınları üzerine serilmiş yatan, yerlerde küme küme kaynaşan yüzlerce kadın, erkek, çoluk çocuk gördü. Yüzlerini seçemiyordu ama, param parça olmuş paçavralar içindeki bu iğrenç kitleyi, yaşamın gazabına uğramış, yoksulluk içinde yüzen bu bir yığın insanı uzaktan görüyordu; yanlarında sıska kadınlar, güçsüz çocuklarla bilmedikleri ülkelere giden, yaşamın haksızlığına uğramış bu bitkin ve bezgin umarsızlar oralarda belki de açlıktan kurtulabileceklerini umuyorlardı.
Bu iğrenç, yoksul yaşama yeniden nerede başlayacaklarını bilmeyen, geçmiş, boşa gitmiş emeklerini, o kısır çabalarını, her gün, boşu boşuna yinelenen o azgın boğuşmalarını düşününce, doktorun içinden onlara: ''Yahu ne duruyorsunuz! Karılarınızla, çoluk çocuğunuzla kendinizi denize atsanıza!'' diye bağırmak geldi. İçi öyle parçalandı ki, onları görmeye dayanamadı, bırakıp gitti.
Babası, annesi, kardeşi ve Madam Rosémilly çoktan kamarasına gelmişler, onu bekliyorlardı.
- Ne kadar erken geldiniz, dedi.
Madam Roland, titrek bir sesle:
- Evet, dedi, seni görmek için biraz zaman kazanmak istedik de...
Pierre ona baktı. Yastaymış gibi karalar giymişti, bir ay önce henüz kırlaşan saçlarının şimdi birdenbire apak kesildiğini gördü.
Küçücük odasında dört kişiye yer bulmak için epey zorluk çekti, kendisi de yatağının üzerine sıçradı. Açık kalan kapıdan, bayram gününde sokakları dolduran halka benzeyen bir kalabalık görünüyordu. Yolcuların dostlarıyla, yalnızca seyir için gelen bir sürü halk kocaman vapuru doldurmuştu. Koridorlarda, salonlarda, her yerde dolaşıyorlar, başlar odaya kadar uzanıyor ve: ''Bu doktorun dairesi'' diye hafifçe fısıldaşıyorlardı.
Pierre kapıyı itti; ancak kendini onlarla bir yerde kapalı duyumsayınca, içinden kapıyı yeniden açmak geldi; çünkü dışardaki kaynaşma içerdeki sessizliğin, soğukluğun önüne geçiyordu.
Madam Rosémilly sonunda laf açtı:
- Bu küçücük pencereden pek az hava geliyor, dedi.
Pierre:
- Bu bir lombozdur, diye yanıtladı.
En şiddetli çarpmalara direnen camın kalınlığını gösterdi, sonra uzun uzadıya nasıl kapandığını anlattı.
Roland:
- Burada eczanen de mi var? diye sordu.
Doktor bir dolap açtı, bir sürü şişe gösterdi. Üzerlerine yapıştırılan dört köşe kâğıtlarda Latince adlar yazılıydı.
İçindeki maddenin özelliklerini sayıp dökmek için bir tanesini aldı, sonra bir ikincisini, bir üçüncüsünü alarak büyük bir dikkatle dinliyor gibi görünen Roland'a gerçek bir ecza dersi verdi.
Roland, başını sallayarak, sürekli:
- Çok ilginç! diyordu.
Kapı hafifçe vuruldu.
Pierre:
- Girin! diye seslendi.
Kaptan Beausire göründü:
Elini uzatarak:
- Baş başa kalabilmeniz için özellikle geç geldim, dedi.
O da yatağın üzerine oturmak zorunda kaldı, yine sessizlik başladı.
Kaptan birden kulak kabarttı, dışardan kumanda sesleri geliyordu. Bunun üzerine:
- Eğer "Perle"e binmek, açık denizde yolcunuzu yeniden görüp uğurlamak istiyorsanız, tam zamanıdır, dedi.
Roland Baba, kesinlikle Lornaine'nin yolcularına gösteriş yapmak için bu işin üzerine düşüyordu, aceleyle kalkarak:
- Hadi Allaha ısmarladık, oğlum, diyerek Pierre'i yanaklarından öptü, kapıyı açtı.
Madam Roland kıpırdamıyordu, sapsarı kesilmişti, önüne bakıyordu.
Kocası koluna dokunarak:
- Hadi canım, çabuk olalım, yitirecek bir dakika vaktimiz yok, dedi.
Kalktı, oğluna doğru bir adım attı, balmumu kesilen yanaklarını birbiri arkasından uzattı, Pierre bir sözcük bile söylemeden öptü. Sonra Madam Rosémilly'nin elini sıktı, kardeşininkini sıkarken de:
- Düğünün ne zaman? diye sordu.
- Daha iyice bilmiyorum. Yolculuk dönüşlerinden birine raslatırız, dedi.
Sonunda hepsi odadan çıktı; denizcilerle, hamallarla, halkla dolu güverteye gittiler.
Vapur sanki sabırsızlıktan çatlıyor, homurdanıp duruyordu.
Roland, yine aceleyle:
- Allahaısmarladık, dedi.
- Lorraine'i iskeleye bağlayan küçük tahta köprünün bir başında duran Pierre:
- Güle güle, diye yanıtladı.
Yeniden herkesin elini sıktı, uzaklaştılar.
Baba:
- Çabuk, çabuk, haydi arabaya! diye bağırıyordu.
Onları bekleyen bir araba hepsini ön limana götürdü, kayıkları "Perle" de oradaydı, içinde gemici Papagris açılmaya hazır durumda onları bekliyordu.
Hiç rüzgâr yoktu; dümdüz denizin çelik gibi sert ve soğuk göründüğü güzün dingin ve kuru günlerinden biriydi.
Küreklerden birine Jean, ötekine de gemici geçti, çekmeye başladılar. Uğuldaşan, kaynaşan binlerce halk mendireğin, dalgakırandaki taş setlerin üzerine kadar birikmiş, Lorraine'in kalkmasını bekliyordu.
"Perle", iki yanda kaynaşan bu insan kalabalığının arasından geçti, biraz sonra da mendireği aştı.
Kaptan Beausire, iki kadının arasına geçmiş, direğe yapışmıştı ve:
- Göreceksiniz, bakın nasıl tam önüne çıkacağız, oraya işte tam önüne, diyordu.
En çok yolu alabilmek için kürekçilerin ikisi de bütün güçleriyle küreklere yapışmışlardı. Birdenbire Roland:
- İşte! Direğiyle bacalarını gördüm, havuzdan çıkıyor; diye bağırdı.
Beausire durmadan:
- Gayret çocuklar! diye bağırıyordu.
Madam Roland mendilini çıkardı, gözlerine götürdü.
Roland ayakta, serene sarılmış:
- Şu anda işte ön limanda manevra yapmakta... durdu... yeniden harekete geçti... Römorkörünü takmak zorunda kalıyor... yürüyor... Bravo! Mendireğe girdi! Yaşa! diye bağıran halkı işitiyor musunuz? Çeken Neptune römorkörü... baş tarafını görüyorum... İşte, işte... vay canına, ne gemi be! Vay canına! Baksanıza!
Madam Rosémilly ile Beausire dönüp baktılar, kürekçilerin ikisi de kürekleri bıraktı, yalnızca Madam Roland kıpırdamadı.
Tırtıl böceğine benzeyen güçlü bir römorkörün çektiği dev vapur, görkemli bir biçimde, ağır ağır limandan çıkıyordu. Kıyıya, mendireğe, pencerelere biriken Havre halkı da, birdenbire kendini; ulusal duyguya kaptırarak: ''Yaşasın Lorraine!'' diye bağırmaya başladı, denize en güzel kızını salan bu büyük kıyı kenti, bu gidişi, bu doğumu alkışlar içinde kutluyordu. Oysa gemi, iki yanı taş duvarla çevrili bu geçidi geçip de kendini özgür bulur bulmaz, römorkörünü bıraktı, sular üzerinde koşan bir ejderha gibi yalnız başına yol aldı.
Roland durmadan:
- İşte... işte! Üstümüze doğru geliyor! diye haykırıyordu.
Beausire artık hoşnut, neşeli:
- Nasıl size dememiş miydim? Yolunu biliyor muyum, bilmiyor muyum? diye yineliyordu.
Jean hafifçe annesine:
- Bak anne, yaklaşıyor, dedi.
Madam Roland, yaşla dolu gözlerinden mendili çekti.
Bu güzel, dingin, duru havada, limandan çıkar çıkmaz bütün hızını alan Lorraine, onlara doğru geliyordu. Beausire dürbünü dikmiş:
- Dikkat, Mösyö Pierre arkada, yalnız başına adamakıllı görünüyor, dikkat! diye haber verdi.
Dağ gibi kocaman gemi, şimdi kuş gibi uçarak, adeta "Perle"e dokunacak kadar yakından geçiyordu. Çılgına dönen Madam Roland şaşkın bir halde kollarını ona doğru uzattı, iki eliyle ayrılış öpücükleri gönderen oğlunu, oğlu Pierre'i, sırmalı kasketli oğlunu gördü. Ancak daha şimdiden kocaman gemide bir nokta kadar ufacık silik kalmış, gidiyor, kaçıyor, gözden yitiyordu. Onu yeniden görmeye çalıştı ama seçemedi.
Jean elini yakalamış:
- Gördün mü? diye sordu.
O:
- Evet, gördüm. Ne iyi yürekli! dedi.
Kente doğru döndüler.
Roland heyecanla:
- Allah Allah! Ne de çabuk gidiyor, diyordu.
Gerçekten de gemi sanki okyanusta eriyormuş gibi, her an biraz daha küçülüyordu. Madam Roland ona dönmüş, gidişini, dünyanın öbür ucundaki bilinmedik bir kıyıya doğru ilerleyerek ufukta kayboluşunu seyrediyordu. Hiçbir şeyin durduramayacağı bu vapurda, biraz sonra artık fark edemeyeceği bu vapurun içinde oğlu, zavallı oğlu bulunuyordu. Yüreğinin ikiye bölünüp yarısının onunla gittiğini duyumsuyor; yaşamının bittiğine, artık oğlunu bir daha asla göremeyeceğine inanıyordu.
Kocası:
- Bir aya kalmadan dönecek, niye ağlıyorsun? dedi.
O:
- Bilmiyorum, kötü oldum, ağlıyorum, diye mırıldandı.
Kıyıya çıkınca Beausire bir arkadaşına yemeğe gitmek için hemen onlardan ayrıldı. Jean, Madam Rosémilly ile önden yürüdü, Roland karısına:
- Bizim şu Jean da pek yakışıklı, canım, dedi.
Anne:
- Evet, diye yanıtladı.
O kadar altüst olmuştu ki ne söylediğini bilmiyordu.
- Madam Rosémilly ile evleneceğine öyle sevindim ki, diye ekledi.
Adamcağız şaşırdı:
- A, a! Nasıl? Madam Rosémilly ile evlenecek mi?
- Tabii, hatta bugün sana danışacaktık.
Roland karısına:
- Bak! Bak! Bu iş ne zamandır? Çok oluyor mu?
- Yok canım, birkaç günlük bir konu. Jean kadının kesin onayını almadan sana sormak istemedi.
Roland ellerini uğuşturarak:
- Pekâlâ, pekâlâ. Mükemmel. Bence çok uygun.
Tam iskeleyi dönüp I. François Bulvarı'na sapacakları sırada, karısı denize son kez bakmak için bir kez daha döndü; küçücük mavi bir dumandan başka bir şey göremedi. O kadar hafif ve uzaktaydı ki, ufacık bir sisi andırıyordu.
Pierre, arkadaşından ayrılıp sokağa çıkınca içine yeniden bir hüzün çöktü, bu hüzün denizleri aşarak dünyanın öbür ucundan gelen uzak ve çorak bölgelerde esen vebalı rüzgârlar gibi pis, gizemli bir şey taşıyan ve elden kayıp giden yoğun bir sis gibi içini sardı.
Bu derece bayağı bir bataklığa düştüğünü en acı zamanlarında bile duyumsamamıştı. Bağlar kopmuş, en son yara da açılmıştı; tutacak yeri kalmamıştı. Bütün sevgilerinin köklerini yüreğinden söküp atarken bile şimdi birdenbire içinde beliren bu ortada kalmış köpek üzüncünü daha önce hiç yaşamamıştı.
Bu artık üzüntü veren ruhsal bir acı değildi de, yağmur, rüzgâr, fırtına gibi dünyadaki bütün haşin güçlerin saldırısına uğramış, afallamış, yersiz yurtsuz, serseri bir yaratığın maddi bir acısıydı sanki.
Hep sakin bir yatakta uyumaya alışık bu insan vücudu, vapura ayak basıp da dalgalar üzerinde sallanan bu küçücük odaya girince, daha o anda gelecekteki günlerin güvensizliğine başkaldırmıştı.
Şimdiye kadar bu vücut toprağa gömülü sağlam duvarlar arasında barınmış, rüzgârları kesen dam altında her zaman aynı yerde dinlenmeye alışmıştı. Sıcacık evinin içinde bugüne kadar aldırmadan gördüğü birçok iş bundan sonra onun için artık bir tehlike, hep bir acı olacaktı.
Artık ayaklarının altında toprak yoktu, gürleyen, akan, her şeyi yutan deniz vardı. Gezip koşmak, sokaklara dalmak için çevrede yer yok, birçok tutuklu içinde, tıpkı bir tutuklu gibi dolaşacağı, birkaç metrelik döşeme vardı. Ne ağaç ne bahçe, ne sokak, ne de ev, yalnızca su ve bulut. Durmadan ayaklarının altında bu geminin devinimini duyumsayacak, fırtınalı günlerde, bölmelere dayanmak, kapılara asılmak, yere yuvarlanmamak için daracık yatakların kıyılarına tutunmak gerekecekti. Dingin günlerde de çarkın gürültülerle sarsılışını işitecek, onu taşıyan bu geminin insanı çılgına çeviren sürekli bir yürüyüşle durmaksızın ilerlediğini duyacaktı.
Salt annesinin bir herifle sevişip oynaşması, onu bir suçlu gibi bu serseri yaşama yargılamıştı. Yurdundan ayrılan insanların duyduğu üzüntülü karaduygu içinde, bitkin bir durumda şimdi dosdoğru gidiyordu. Çevreden gelen geçen yabancıları artık aşağı görmüyordu, küçümseme dolu bir kin de beslemiyordu; yalnızca onlarla konuşmak, onlara Fransa'dan ayrılacağını söylemek, avutulmak, onlara derdini dinletmek istiyordu. İçindeki bu gereksinim, utanarak avuç açan bir yoksulun gereksinimiydi sanki; gidişine birinin üzülmesini istiyor, bu duygu güçlü ve ürkek bir gereksinim olarak içinde yaşıyordu.
Aklına Marowsko geldi. Ona içi yana yana ancak bu adam acıyabilirdi. Polonyalı bu yaşlı adamdan başka da onu bu derece seven yoktu. Gidip onu görmeye karar verdi.
Dükkâna girer girmez, mermer bir havanda birtakım tozlar döven eczacı, işini bırakarak yerinden fırladı.
- Artık sizi göremiyoruz, dedi.
Genç adam nedenini açıklamadan birçok girişimde bulunduğunu anlattı ve:
- Söyle bakalım işler yolunda mı, diyerek bir yere çöktü.
İşler yolunda değildi. Hastası az ve yoksul olan bu işçi mahallesinde rekabet korkunçtu. Ucuz ilaçlardan başka bir şey satılmıyor, doktorlar da yüzde beş yüz kâr getiren ender ve karışık ilaçları reçetelerine yazmıyorlardı. Adamcağız:
- Üç ay daha böyle giderse dükkânı kapatmak gerekecek. Doktorcuğum, sana güvenmeseydim, çoktan onun bunun eline bakacaktım, dedi.
Pierre'in içi parçalandı, ama yine de her şeyi söylemeye karar verdi:
- Ah! Bana mı, bana mı? Ben artık size hiçbir yardımda bulunamayacağım, gelecek ay başında Havre'dan ayrılıyorum.
Marowsko o kadar heyecanlandı ki, gözlüğünü çıkararak:
- Siz... siz mi... ne dediniz bakayım?
- Gidiyorum, dedim sevgili dostum.
Yaşlı adam, son umudunun da böyle boşa çıktığını görünce altüst oldu, donakaldı, canı gibi sevdiği, peşinden gittiği, o kadar güvendiği, şimdi de onu böyle yüzüstü bırakan bu adama karşı birdenbire başkaldırdı.
- Siz de mi beni aldatacaksınız, siz de mi, diye söylendi.
Pierre o kadar üzülmüştü ki içinden boynuna sarılacağı geliyordu ve:
- Sizi aldatmıyorum dostum, burada iş bulamadım, transatlantik vapurlarından birinin hekimliğini aldım, gidiyorum.
- Ah Mösyö Pierre ah! Geçinmem için bana yardım edeceğinize ne kadar söz vermiştiniz!
- Ne yapalım ben de geçinmek zorundayım, beş param yok.
Marowsko durmadan:
- Kötü yaptınız, kötü, artık açlıktan ölürüm, başka çarem yok. Bu yaşta artık her şey bitti demektir, kötü yaptınız, kötü. Peşiniz sıra gelen bu zavallı yaşlı adamı bırakıp gidiyorsunuz, günah değil mi, diyordu.
Pierre açıklamak, haksız olduğunu anlatmak, neden göstermek, başka türlü yapamayacağına onu inandırmak istiyordu. Bu kaçışa başkaldıran Polonyalı onu dinlemiyordu bile, en sonunda da siyasi olayları ima ederek:
- Siz Fransızlar sözlerinizi tutmuyorsunuz, dedi.
O zaman Pierre gücenerek ayağa kalktı, yüksek perdeden:
- Haklısınız, Marowsko Baba. Böyle bir şeye karar verebilmem için önemli nedenler olmalı, bunu anlamanız gerekirdi, hoşça kalın, bir dahaki sefere sizi umarım daha anlayışlı bulurum dedi ve çıktı.
Kendi kendine:
- Hadi canım, kimse bana candan acımaz, diye düşündü.
Yeni, eski bütün tanıdıklarını şöyle bir aklından geçirerek araştırdı, anıları arasında geçit töreni yapan bütün yüzler içinden sonunda annesine karşı onu kuşkuya düşüren birahanedeki kızı seçti.
Önce durakladı, ona karşı içten gelme bir kin beslemişti, sonra birdenbire karar vererek: ''Hakkı da vardı'' diye düşündü, sokağına doğru yollandı.
Aksi gibi birahane kalabalık ve duman içersindeydi. Bayram günlerinden biri olduğu için işçiler ve orta halli müşteriler gülüp konuşuyor, bağırıp çağırıyorlardı; dükkân sahibi de masadan masaya koşarak boş bardakları toplayıp köpüklülerini getiriyor, bizzat hizmet ediyordu.
Pierre kasaya yakın bir yer bulup oturdu; hizmetçi kızın kendisini görüp tanıyacağını umdu, bekledi.
Kız sık adımlarla, sevimli bir biçimde, kırıtarak önünden gelip geçiyordu ama başını bile çevirmiyordu.
Pierre sonunda dayanamadı, puronun ucuyla masaya vurdu, kız koştu:
- Ne buyurdunuz beyefendi, diye sordu.
Kafası, içilen içkilerin hesaplarıyla karmakarışıktı, yüzüne bile bakmıyordu.
Pierre:
- Eee... dostlarla insan böyle mi selamlaşır, dedi.
Kız gözlerini ona dikti ve acele acele:
- A! Siz misiniz, nasılsınız? Bugün hiç vaktim yok, bir bardak bira istiyorsunuz, değil mi?
- Evet, bir bardak bira.
Bira gelince Pierre yine:
- Sana Allahaısmarladık demeye geldim. Gidiyorum.
Kız ilgisizce:
- Amma da yaptınız! Nereye gidiyorsunuz?
- Amerika'ya.
- Söylediklerine göre güzel bir yermiş.
Başka hiçbir şey söylemedi. Kızla konuşmak için bugünü seçmek doğrusu akılsızlıktı. Kahve müşteriyle doluydu!
Pierre denize doğru yürüdü. Rıhtıma gelince, babasıyla Kaptan Beausire'i taşıyan "Perle"i gördü. Kürekleri gemici Papagris çekiyordu. İkisi de arkaya geçmiş, ağızlarında pipo, keyif çatıyorlardı. Yanından geçerlerken doktor içinden: ''Basit ruhlulara ne mutlu'' dedi.
Kendisi de hayvansı bir uykuyla uyuşabilmek için mendirekteki sıralardan birine oturdu.
Akşamleyin eve dönünce annesi yüzüne bakmaya bile cesaret edemeden ona:
- Yolculuk için sana birçok şey gerek; ama hepsini kestiremiyorum. Az önce iç çamaşırlarını ısmarladım, giysilerin için de terziye uğradım; bilmediğim daha başka şeylere de belki gereksinmen vardır.
Az kalsın: ''Hayır, hiçbir şeye'' diyecekti; ama o sırada giyimine bir çekidüzen vermek gerektiğini düşündü ve gayet yumuşak bir sesle:
- Daha ben de bilmiyorum, kumpanyadan öğreneceğim, dedi.
Gitti sordu, gereken şeylerin listesini aldı. Annesi listeyi elinden alırkan kaç zamandır ilk kez yüzüne bakıyordu. Gözlerinde, lütuf dilenen, dövülmüş zavallı köpeklerin düşkün, yumuşak, hüzünlü, yalvaran anlatımı vardı.
Ekim ayının ilk günü Saint-Nazaire'den gelen Lorraine vapuru, aynı ayın yedisinde New York'a hareket etmek üzere Havre Limanı'na girdi ve Pierre Roland'ın bundan sonra yaşamını bağlayacağı, su üstünde yüzen o küçücük kamarasını teslim alması gerekmekteydi.
Ertesi gün tam dışarı çıkacağı sırada, merdivenlerde kendisini bekleyen annesine rasladı, annesi anlaşılmayacak kadar hafif bir sesle:
- Seni kamarana yerleştireyim mi? Yardım edeyim mi? diye sordu.
- Hayır, teşekkür ederim; hepsi oldu.
O yine hafifçe:
- Odacığını görmeyi ne kadar isterdim! dedi.
- Değmez, çok kötü ve küçük.
Annesi perişandı, yüzü sapsarıydı. Pierre onu duvara dayalı bir durumda bıraktı, gitti.
Hemen o gün Lorraine'i gezen Roland, sofrada yalnızca bu benzersiz vapurdan söz etti, oğullarını götürecek olan bu vapuru gezmek için hiçbir istek göstermeyen karısına da pek şaştı.
Bundan sonraki günlerde de Pierre hemen hemen hiç ailesinin yanında oturmadı. Sinirliydi, her şeye kızıyordu, kabalaşmıştı, sözleriyle herkesi iğneliyordu. Gitmeden bir gece önce birdenbire değişiverdi, yumuşadı. İlk kez gemide yatmaya gidiyordu, çıkarken onları öptü ve:
- Yarın gemiye beni geçirmeye geleceksiniz, değil mi? diye sordu.
Roland:
- Tabii, tabii, elbette! Değil mi Louise?
O yavaşça:
- Kuşkusuz, dedi.
Pierre sözünü sürdürdü:
- Saat tam on birde kalkıyoruz. En geç saat dokuz buçukta orada bulunmak gerek.
Babası:
- Bak! Bir düşüncem var, dedi. Senden ayrılır ayrılmaz koşup "Perle"e atlarız, mendireğin dışında seni bekleriz, böylece seni bir daha görmüş oluruz, olmaz mı Louise?
- Olur, tabii.
Roland yine:
- Transatlantikler kalktığı zaman rıhtımı dolduran kalabalık içinde böylece bizi karıştırmış olmazsın. İnsan o kalabalıkta kendine gelenleri tanıyamıyor, ne dersin, uygun mu?
- Tabii, uygun. Karar.
Bir saat sonra kamarasındaki tabut gibi dar uzun gemici yatağına uzanmış bulunuyordu. İki aydan bu yana olup bitenleri ve özellikle de ruhunda geçen şeyleri düşünerek uzun süre gözünü yummadı. İçindeki o saldırgan, kin dolu üzünç; hem kendini, hem de başkalarını üze üze artık körlenmiş bir bıçak gibi yıpranmıştı. Ne olursa olsun, artık kimseden öç almaya cesareti yoktu, başkaldırma duygularını da, tıpkı yaşamı gibi, suyun akıntısına bırakıyordu. Boğuşmaktan, vurup kırmaktan, nefret etmekten, her şeyden öylesine bezmişti ki, artık bir şey yapamıyor, tıpkı uykuya dalar gibi yüreğini uyuşturmaya, her şeyi unutmaya çabalıyordu. Çevresinde onun için yeni olan vapurun gürültülerini, limanın bu sessiz gecesinde ancak seçilebilen bu hafif gürültüleri duyuyordu; şimdiye kadar sızlayan o yaranın şimdi yerini bile duyumsamıyordu.
Tayfaların gidip gelmeleriyle uyandığı zaman, iyi bir uyku çekmiş bulunuyordu. Gün ağarmıştı, Paris'ten gelen tren iskeleye yanaşıyordu.
Pierre, yolculuğun şaşkınlığı içinde birbirine seslenen, şunu bunu soran, telaşlı telaşlı kamaralarını arayan bu insan kalabalığı arasında, gemide dolaştı durdu. Kaptana selam verip arkadaşı gemi komiserinin elini sıktıktan sonra salona girdi, daha şimdiden birkaç İngiliz salonun köşesinde uyukluyordu. Altın zırhlarla çevrili beyaz mermer duvarlı salonun nar çiçeği rengindeki iki sıra kadifeden döner sandalyelerle çevrili uzun masaları aynada uçsuz bucaksız yankılar yapıyordu. Her yandan gelen zenginlerin bir arada yemek yedikleri kozmopolit geniş hol işte burasıydı. Buranın zenginlik içinde yüzen lüksü de, milyonerlerin gözünü boyayan büyük otellerin, tiyatroların, kamuya açık yerlerin gösterişli lüksü türündendi. Doktor tam ikinci mevkiye gideceği sırada, bir gece önce, akşamüstü kocaman bir göçmen kafilesinin vapura bindirildiğini anımsadı, ambara indi. İçeri girer girmez yoksul, pis, kirli insanların mide bulandırıcı kokularıyla karşılaştı, bu çıplak insanların et kokusu, hayvan tüylerinden ve postlarından çok daha iğrençti. Pierre, tıpkı maden kuyularına benzeyen karanlık, basık, yerin dibinde, tahta yığınları üzerine serilmiş yatan, yerlerde küme küme kaynaşan yüzlerce kadın, erkek, çoluk çocuk gördü. Yüzlerini seçemiyordu ama, param parça olmuş paçavralar içindeki bu iğrenç kitleyi, yaşamın gazabına uğramış, yoksulluk içinde yüzen bu bir yığın insanı uzaktan görüyordu; yanlarında sıska kadınlar, güçsüz çocuklarla bilmedikleri ülkelere giden, yaşamın haksızlığına uğramış bu bitkin ve bezgin umarsızlar oralarda belki de açlıktan kurtulabileceklerini umuyorlardı.
Bu iğrenç, yoksul yaşama yeniden nerede başlayacaklarını bilmeyen, geçmiş, boşa gitmiş emeklerini, o kısır çabalarını, her gün, boşu boşuna yinelenen o azgın boğuşmalarını düşününce, doktorun içinden onlara: ''Yahu ne duruyorsunuz! Karılarınızla, çoluk çocuğunuzla kendinizi denize atsanıza!'' diye bağırmak geldi. İçi öyle parçalandı ki, onları görmeye dayanamadı, bırakıp gitti.
Babası, annesi, kardeşi ve Madam Rosémilly çoktan kamarasına gelmişler, onu bekliyorlardı.
- Ne kadar erken geldiniz, dedi.
Madam Roland, titrek bir sesle:
- Evet, dedi, seni görmek için biraz zaman kazanmak istedik de...
Pierre ona baktı. Yastaymış gibi karalar giymişti, bir ay önce henüz kırlaşan saçlarının şimdi birdenbire apak kesildiğini gördü.
Küçücük odasında dört kişiye yer bulmak için epey zorluk çekti, kendisi de yatağının üzerine sıçradı. Açık kalan kapıdan, bayram gününde sokakları dolduran halka benzeyen bir kalabalık görünüyordu. Yolcuların dostlarıyla, yalnızca seyir için gelen bir sürü halk kocaman vapuru doldurmuştu. Koridorlarda, salonlarda, her yerde dolaşıyorlar, başlar odaya kadar uzanıyor ve: ''Bu doktorun dairesi'' diye hafifçe fısıldaşıyorlardı.
Pierre kapıyı itti; ancak kendini onlarla bir yerde kapalı duyumsayınca, içinden kapıyı yeniden açmak geldi; çünkü dışardaki kaynaşma içerdeki sessizliğin, soğukluğun önüne geçiyordu.
Madam Rosémilly sonunda laf açtı:
- Bu küçücük pencereden pek az hava geliyor, dedi.
Pierre:
- Bu bir lombozdur, diye yanıtladı.
En şiddetli çarpmalara direnen camın kalınlığını gösterdi, sonra uzun uzadıya nasıl kapandığını anlattı.
Roland:
- Burada eczanen de mi var? diye sordu.
Doktor bir dolap açtı, bir sürü şişe gösterdi. Üzerlerine yapıştırılan dört köşe kâğıtlarda Latince adlar yazılıydı.
İçindeki maddenin özelliklerini sayıp dökmek için bir tanesini aldı, sonra bir ikincisini, bir üçüncüsünü alarak büyük bir dikkatle dinliyor gibi görünen Roland'a gerçek bir ecza dersi verdi.
Roland, başını sallayarak, sürekli:
- Çok ilginç! diyordu.
Kapı hafifçe vuruldu.
Pierre:
- Girin! diye seslendi.
Kaptan Beausire göründü:
Elini uzatarak:
- Baş başa kalabilmeniz için özellikle geç geldim, dedi.
O da yatağın üzerine oturmak zorunda kaldı, yine sessizlik başladı.
Kaptan birden kulak kabarttı, dışardan kumanda sesleri geliyordu. Bunun üzerine:
- Eğer "Perle"e binmek, açık denizde yolcunuzu yeniden görüp uğurlamak istiyorsanız, tam zamanıdır, dedi.
Roland Baba, kesinlikle Lornaine'nin yolcularına gösteriş yapmak için bu işin üzerine düşüyordu, aceleyle kalkarak:
- Hadi Allaha ısmarladık, oğlum, diyerek Pierre'i yanaklarından öptü, kapıyı açtı.
Madam Roland kıpırdamıyordu, sapsarı kesilmişti, önüne bakıyordu.
Kocası koluna dokunarak:
- Hadi canım, çabuk olalım, yitirecek bir dakika vaktimiz yok, dedi.
Kalktı, oğluna doğru bir adım attı, balmumu kesilen yanaklarını birbiri arkasından uzattı, Pierre bir sözcük bile söylemeden öptü. Sonra Madam Rosémilly'nin elini sıktı, kardeşininkini sıkarken de:
- Düğünün ne zaman? diye sordu.
- Daha iyice bilmiyorum. Yolculuk dönüşlerinden birine raslatırız, dedi.
Sonunda hepsi odadan çıktı; denizcilerle, hamallarla, halkla dolu güverteye gittiler.
Vapur sanki sabırsızlıktan çatlıyor, homurdanıp duruyordu.
Roland, yine aceleyle:
- Allahaısmarladık, dedi.
- Lorraine'i iskeleye bağlayan küçük tahta köprünün bir başında duran Pierre:
- Güle güle, diye yanıtladı.
Yeniden herkesin elini sıktı, uzaklaştılar.
Baba:
- Çabuk, çabuk, haydi arabaya! diye bağırıyordu.
Onları bekleyen bir araba hepsini ön limana götürdü, kayıkları "Perle" de oradaydı, içinde gemici Papagris açılmaya hazır durumda onları bekliyordu.
Hiç rüzgâr yoktu; dümdüz denizin çelik gibi sert ve soğuk göründüğü güzün dingin ve kuru günlerinden biriydi.
Küreklerden birine Jean, ötekine de gemici geçti, çekmeye başladılar. Uğuldaşan, kaynaşan binlerce halk mendireğin, dalgakırandaki taş setlerin üzerine kadar birikmiş, Lorraine'in kalkmasını bekliyordu.
"Perle", iki yanda kaynaşan bu insan kalabalığının arasından geçti, biraz sonra da mendireği aştı.
Kaptan Beausire, iki kadının arasına geçmiş, direğe yapışmıştı ve:
- Göreceksiniz, bakın nasıl tam önüne çıkacağız, oraya işte tam önüne, diyordu.
En çok yolu alabilmek için kürekçilerin ikisi de bütün güçleriyle küreklere yapışmışlardı. Birdenbire Roland:
- İşte! Direğiyle bacalarını gördüm, havuzdan çıkıyor; diye bağırdı.
Beausire durmadan:
- Gayret çocuklar! diye bağırıyordu.
Madam Roland mendilini çıkardı, gözlerine götürdü.
Roland ayakta, serene sarılmış:
- Şu anda işte ön limanda manevra yapmakta... durdu... yeniden harekete geçti... Römorkörünü takmak zorunda kalıyor... yürüyor... Bravo! Mendireğe girdi! Yaşa! diye bağıran halkı işitiyor musunuz? Çeken Neptune römorkörü... baş tarafını görüyorum... İşte, işte... vay canına, ne gemi be! Vay canına! Baksanıza!
Madam Rosémilly ile Beausire dönüp baktılar, kürekçilerin ikisi de kürekleri bıraktı, yalnızca Madam Roland kıpırdamadı.
Tırtıl böceğine benzeyen güçlü bir römorkörün çektiği dev vapur, görkemli bir biçimde, ağır ağır limandan çıkıyordu. Kıyıya, mendireğe, pencerelere biriken Havre halkı da, birdenbire kendini; ulusal duyguya kaptırarak: ''Yaşasın Lorraine!'' diye bağırmaya başladı, denize en güzel kızını salan bu büyük kıyı kenti, bu gidişi, bu doğumu alkışlar içinde kutluyordu. Oysa gemi, iki yanı taş duvarla çevrili bu geçidi geçip de kendini özgür bulur bulmaz, römorkörünü bıraktı, sular üzerinde koşan bir ejderha gibi yalnız başına yol aldı.
Roland durmadan:
- İşte... işte! Üstümüze doğru geliyor! diye haykırıyordu.
Beausire artık hoşnut, neşeli:
- Nasıl size dememiş miydim? Yolunu biliyor muyum, bilmiyor muyum? diye yineliyordu.
Jean hafifçe annesine:
- Bak anne, yaklaşıyor, dedi.
Madam Roland, yaşla dolu gözlerinden mendili çekti.
Bu güzel, dingin, duru havada, limandan çıkar çıkmaz bütün hızını alan Lorraine, onlara doğru geliyordu. Beausire dürbünü dikmiş:
- Dikkat, Mösyö Pierre arkada, yalnız başına adamakıllı görünüyor, dikkat! diye haber verdi.
Dağ gibi kocaman gemi, şimdi kuş gibi uçarak, adeta "Perle"e dokunacak kadar yakından geçiyordu. Çılgına dönen Madam Roland şaşkın bir halde kollarını ona doğru uzattı, iki eliyle ayrılış öpücükleri gönderen oğlunu, oğlu Pierre'i, sırmalı kasketli oğlunu gördü. Ancak daha şimdiden kocaman gemide bir nokta kadar ufacık silik kalmış, gidiyor, kaçıyor, gözden yitiyordu. Onu yeniden görmeye çalıştı ama seçemedi.
Jean elini yakalamış:
- Gördün mü? diye sordu.
O:
- Evet, gördüm. Ne iyi yürekli! dedi.
Kente doğru döndüler.
Roland heyecanla:
- Allah Allah! Ne de çabuk gidiyor, diyordu.
Gerçekten de gemi sanki okyanusta eriyormuş gibi, her an biraz daha küçülüyordu. Madam Roland ona dönmüş, gidişini, dünyanın öbür ucundaki bilinmedik bir kıyıya doğru ilerleyerek ufukta kayboluşunu seyrediyordu. Hiçbir şeyin durduramayacağı bu vapurda, biraz sonra artık fark edemeyeceği bu vapurun içinde oğlu, zavallı oğlu bulunuyordu. Yüreğinin ikiye bölünüp yarısının onunla gittiğini duyumsuyor; yaşamının bittiğine, artık oğlunu bir daha asla göremeyeceğine inanıyordu.
Kocası:
- Bir aya kalmadan dönecek, niye ağlıyorsun? dedi.
O:
- Bilmiyorum, kötü oldum, ağlıyorum, diye mırıldandı.
Kıyıya çıkınca Beausire bir arkadaşına yemeğe gitmek için hemen onlardan ayrıldı. Jean, Madam Rosémilly ile önden yürüdü, Roland karısına:
- Bizim şu Jean da pek yakışıklı, canım, dedi.
Anne:
- Evet, diye yanıtladı.
O kadar altüst olmuştu ki ne söylediğini bilmiyordu.
- Madam Rosémilly ile evleneceğine öyle sevindim ki, diye ekledi.
Adamcağız şaşırdı:
- A, a! Nasıl? Madam Rosémilly ile evlenecek mi?
- Tabii, hatta bugün sana danışacaktık.
Roland karısına:
- Bak! Bak! Bu iş ne zamandır? Çok oluyor mu?
- Yok canım, birkaç günlük bir konu. Jean kadının kesin onayını almadan sana sormak istemedi.
Roland ellerini uğuşturarak:
- Pekâlâ, pekâlâ. Mükemmel. Bence çok uygun.
Tam iskeleyi dönüp I. François Bulvarı'na sapacakları sırada, karısı denize son kez bakmak için bir kez daha döndü; küçücük mavi bir dumandan başka bir şey göremedi. O kadar hafif ve uzaktaydı ki, ufacık bir sisi andırıyordu.
Vous avez lu le texte 1 de Turc littérature.