Kara Kitap - 35
Le nombre total de mots est de 2908
Le nombre total de mots uniques est de 1543
30.2 des mots font partie des 2000 mots les plus courants
43.1 des mots font partie des 5 000 mots les plus courants
50.4 des mots font partie des 8 000 mots les plus courants
duran odayı, o odanın öteki ucunda elinde telefon, yıpranmış bir koltukta oturan gözü yaşlı
tıknefes bir kadını hayâl etmeye çalıştı, ama gözlerinin önünde Babaanneyle Dedenin bir
zamanlar oturup sigara içtikleri iki kat aşağıdaki o oda canlandı: Rüya ile orada 'ben
görmedim'oynarlardi. Bir sessizlikten sonra,
"Adreslerin..." diye söze başlamıştı ki Galip, kadın bütün gücüyle bağırdı:
"Hayır, hayır söyleme! O da dinliyor. O da burada. Zorla konuşturuyor beni. Celâl, canım
söyleme adresini, seni bulup öldürecek. Ah, oh, ah!"
Son inlemelerle birlikte kulağına iyice bastırdığı ahizeden Galip, tuhaf, 'korkunç, madeni
gürültüler işitti, anlaşılmaz tıkırtılar; bir itiş kakış hayâl etti. Derken, büyük bir patırtı duyuldu:
Ya bir tabanca patlamış ya da çekiştirilen ahize yere düşmüştü. Hemen sonra bir sessizlik
başladı, ama tam bir sessizlik de değildi; Galip uzakta hâlâ çalan radyoda Behiye Aksoy'un
'çapkın, çapkın, seni çapkın'larını ve radyo kadar uzak bir köşede ağlayan kadının hıçkırıklarını
işitti. Şimdi kimin eline geçmişse ahize, yakından onun soluk alışverişleri duyuluyordu, ama bir
şey söylemiyordu o kişi. Bu ses düzeni çok uzun sürdü. Radyoda yeni bir şarkı başladı, nefes
alış verişler, kadının tekdüzeleşen hıçkırışları hiç değişmiyordu.
"Alo!" dedi Galip sinirleri iyice bozulunca. "Alo! alo?"
"Benim, ben," dedi en sonunda bir erkek sesi; günlerdir dinlediği sesti, her zamanki ses.
Olgunlukla, soğukkanlılıkla, neredeyse Galip'i yatıştırır, tatsız bir konuyu kapatır gibi
konuşmuştu. "Emine dün bana her şeyi itiraf etli. Onu bulup eve getirdim. Celâl Efendi,
iğreniyorum senden, senin canına okuyacağım!" Uzun çok uzun zamandır, süren bir oyunun hiç
kimseyi hoşnut etmeyen tatsız sonucunu açıklayan bir hakem gibi, tarafsız bir sesle ekledi:
"Seni öldüreceğim!"
Bir sessizlik oldu.
"Bir de beni dinlesen," dedi Galip meslek alışkanlığıyla. "Yazı yanlışlıkla yayımlandı. Eski bir
yazımdı."
"Bırak bunları, bırak," dedi Mehmet. Soyadı neydi? "Demin
de dinledim, çok da dinledim bu hikâyeleri. Bunun için öldürmeyeceğim seni; bunun için ayrıca
ölümü hak etsen de. Seni ne için öldüreceğim biliyor musun?" Ama Celâl'den -ya da Galip'ten -
bir cevap almak için sormuyordu, cevabı çoktan'hazırlamış olmalıydı. Galip alışkanlıkla dinledi:
"Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekâta ihanet ettiğin için değil, senin yüzünden rezil
olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert
insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarınla kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta
girerken ve saygı ve hayranlıkla sana kapılarını ve darbe plânlarını açarlarken sen oturduğun
koltukta rezil ve sinsi hayâllere daldığın için, hatta güvenlerini kazanarak evlerine girdiğin bu
alçakgönüllü yurtsever insanların arasında hayâllerini sinsice uygulayabildiğin için de değil, -
kısa keseceğim - hepimizin bir ihtilâl -heyecanına kapıldığı o günlerde bir bunalım geçiren
zavallı karımı kandırdığın için de değil, hayır; hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için, rezil
hayâllerini, saçmasapan kuruntularını, pervasız yalanlarını sevimli şaklabanlıklar, dokunaklı
incelikler ve oturaklı sözler kılığına sokup he-. pimize, bütün bir millete ve en başta da yıllarca
ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim seni. Benim gözlerim açıldı artık. Başkalarının
da gözleri açılsın artık. Hikâyesini alayla dinlediğin o attar var ya, senin bir gülüşle unutacağın
bu adamın-da intikamım alacağım. Senin izine rastlamak için bütün şehri karış karış gezdiğim
bu bir haftada yapılması gereken tek şeyin bu olduğunu anladım. Bu milletin de, benim de
bütün öğrendiklerimizi unutmamız gerekiyor çünkü. Bütün yazarlarımızı cenazelerini izleyen ilk
sonbahardan sonra unutuşun dipsiz kuyusundaki sonsuz uykularına terkettiğimiz de sen
yazmıştın."
"Hepsine bütün kalbimle katılıyorum," dedi Galip. "İyice boşalan hafızamda kalmış son
kırıntılardan da kurtulmak için yazdığım şu son birkaç yazıdan sonra bu yazı işinden elimi
eteğimi bütün bütün çekeceğimi de sana söylemiş miydim? Bu vesileyle, bugünkü yazımı nasıl
bulduğunu sorsam?"
"Namussuz herif, sorumluluk nedir bilir misin sen, bağlılık nedir, dürüstlük nedir, fedakârlık
nedir bilir misin? Okuyucularınla alay etmek ya da kandırılmış bir zavallıya eğlenceli bir işaret
vermekten başka bir şey hatırlatıyor mu bu kelimeler sana? Kar-
deşlik nedir bilir misin sen?"
CelâPi savunmaktan çok, bu son soruyu sevdiği için "bilirim!" diyecekti Galip, ama telefonun
ucundaki Mehmet -hangi Mehmet'ti bu Muhammed- kendini gayretkeşlikle yoğun ve içler acısı
bir sövgü sağanağına vermişti şimdi.
"Sus, yeter artık!" dedi, daha sonra, küfürleri tükendiğinde. Bunu, odanın bir köşesinde hâlâ
ağlayan karısına söylediğini Galip sonraki sessizlikte anladı. Kadının bir şey açıklayan sesini ve
radyonun kapatıldığını işitti.
"Onun amcamın kızı olduğunu bildiğin için aile içi aşkları küçümseyen ukala yazılar yazdın,"
diye devam etti Mehmet olduğunu söyleyen ses. "Bu ülkenin evlatlarının yarısının teyzelerinin
oğullarıyla, öbür yarısının da amcalarının kızlarıyla evlendiklerini bildiğin halde, akraba
evlilikleriyle pervasızca alay eden rezil yazılar kaleme aldın. Hayır, Celâl Efendi, ben hayatta
başka bir kız tanıma fırsatı bulamadığım için değil, akrabalarım dışında bütün kadınlardan
korktuğum için değil, annemin, teyzelerim ve halalarımın ve onların kızları dışında başka
herhangi bir kadının beni içtenlikle sevebileceğine, hatta bana sabırla tahammül edebileceğine
inanamadığım için değil, onu sevdiğim için evlendim bu kadınla. Sen çocukluğundan beri
birlikte oynadığın bir kızı sevmek nedir, hiç düşünebilir misin? Sen, yalnızca bir kadını, hayatın
boyunca tek bir kadını sevmek nedir, düşünebilir misin? Şimdi senin için ağlayan bu kadını ben
elli yıl sevdim. Onu çocukluğumdan beri seviyorum, anlıyor musun, hâlâ seviyorum. Sen hiç
sevmek nedir bilir misin? Kendi gövdeni rüyanda görür gibi, seni tamamlayan birine özlemle
bakmak nedir, bilir misin? Aşk nedir, bilir misin sen? Bu kelimeler, masallarına kanmaya
çoktan hazır o geri zekâlı okuyucuların için yapılacak el çabukluğu marifet rezil bir yazı
numarası için malzeme olmaktan başka bir şey olabildi mi senin için hiç? Sana acıyorum, seni
küçümsüyorum, senin için üzülüyorum. Bütün hayatın boyunca lâflarla oynamaktan, kelimeleri
evirip çevirmekten başka bir şey yapabildin mi? Cevap ver!" "Sevgili dostum," dedi Galip, "bu
benim mesleğimdi." "Mesleğiymiş!" diye bağırdı telefonun öbür ucundaki ses. "Aldattın,
kandırdın, alçaktın hepimizi! O kadar inanırdım ki sana, bütün hayatımın bir sefaletler resmi
geçidi, bir budalalıklar ve al-
danışlar dizisi, bir kâbuslar cehennemi ve zavallılıklar^ küçüklükler ve bayağılıklarla kurulmuş
bir sıradanlıklar şaheseri olduğunu bana acımasızca kanıtlayan tantanalı bir yazını okuduktan
sonra da hak verirdim sana. Üstelik alçaldığımı, küçümsendiğimi düşüneceğime, böyle yüce
düşüncelere ve keskin kaleme sahip birisiyle tanışmış, görüşmüş, hatta bir zamanlar aynı
askeri darbenin deni-. ze indirildiği anda batan gemisinde birlikte bulunmuş olmaktan gurur da
duyardım. Namussuz herif, o kadar hayrandım ki sana, hayatımdaki bütün sefaletin sorurrilusu
olarak korkaklığımı, yalnız benim değil, bütün milletin korkaklığını gösterdiğinde, neden korkak
olduğumu ne için, hangi yanlışımdan dolayı korkaklığa alıştığımı acıyla düşünür, bugün benden
çok daha korkak olduğunu bildiğim seni ise, bir cesaret anıtı olarak görürdüm. Öyle tapardım
ki sana, artık bizlerle hiç mi hiç ilgilenmediğin için herkesinkinden hiçbir farkı olmayan sıradan
gençlik anılarını, ya da çocukluğunun bir kısmını geçirdiğin eski bir apartmanın kavrulmuş
soğan kokan karanlık merdivenlerini, hatta hayâletli ve cadılı rüyalarım ve saç-masapan
metafizik tecrübelerini anlattığın yazılarını, içindeki gizli saklı kerametleri keşfetmek için
yüzlerce kere okur, karıma okutur, akşam onunla bu yazı üzerinde saatlerce konuştuktan
^sonra, inanılacak tek şeyin, orada işaret edilen gizli anlam olduğunu düşünür ve hiçbir anlamı
olmayan o gizli anlamı da anladığıma inandırırdım kendimi."
"Hiçbir zaman bu tür hayranlıklara fırsat vermek istemedim," diye söze girmişti Galip.
"Yalan! Bütün yazı hayalın boyunca benim gibilerini avlamaya çalıştın. Onlara cevaplar yazdın,
fotoğraflarını istedin, el yazılarım inceledin, sırlar, cümleler, sihirli kelimeler verir gibi yaptın..."
"Hepsi ihtilâl işi içindi. Kıyamet günü için, Mehdi'nin gelişi, kurtuluş saati için hepsi..."
"Ya sonra? Ya bu işten vazgeçtikten sonra?"
"Eh bu sayede o okurlar da bir şeye inanabiliyorlardı en sonunda."
"Sana inanıyorlardı ve sen de buna pek bayılıyordun... Dinle, o kadar hayrandım ki ben de
sana, parlak bir yazını okuduğumda oturduğum koltukta tepinirdim, gözlerimden yaşlar
fışkırırdı, yerimde duramaz, odada, sokaklarda aşağı yukarı yürür, seni düşler-
dim. Bu da bir şey değil, o kadar çok hayâlini kurar, o kadar çok düşünürdüm ki seni, bir
noktadan sonra, sanki ikimiz arasındaki kişilik çizgisi hayâllerimin sisleri ye dumanları arasında
kaybolurdu. Hayır, hiçbir zaman o yazıları kendimin yazdığını sanacak kadar kendimden
geçmezdim. Unutma ki bir akıl hastası değil, yalnızca sadık bir okurunum ben. Ama, senin
yazdığın o parlak cümlelerin, o ince buluşların ve düşüncelerin yaratılmasında, tuhaf bir
şekilde, ilk anda kanitlanamayacak kadar karmaşık bir yolla, sanki benim de bir payım varmış
gibi gelirdi bana. Sanki ben olmasaydım, sen o harikaları yumurtlayamavacaktın. Hayır, yanlış
anlama; yıllarca benden yürüttüğün, bir kere olsun iznimi alma gereğini bile duymadan
aşırdığın o düşüncelerimden sözetmiyorum. Hurufiliğin bana ilham ettiklerinden de,
yayımlayabilmek için ne sıkıntılar çektiğim kitabımın son kısmındaki keşiflerimden de
sözetmiyorum hiç. Onlar zaten senindi. Anlatmak istediğim, yalnızca aynı şeyi birlikte
düşünmüş olmak duygusudur; senin başarında sanki benim bir payım olduğu duygusu. Anlıyor
musun?"
"Anlıyorum," dedi Galip, "buna benzer bir şey yazmıştım da.."
"Evet, hem de aksi bir rastlantıyla yeniden yayımlanan o malûm yazında, ama anlamıyorsun;
anlasaydın çünkü hemen bana katılırdın. Bunun için öldüreceğim seni, işte bunun için! Hiçbir
zaman anlamadığın halde, anlamış gibi gözüktüğün için, hiçbir zaman hiçbirimizin yanında
olmadığın halde, gece rüyalarımıza girecek kadar ruhlarımıza küstahça sokulmayı başardığın
için. O parlak yazılarda bir payım olduğunu kendime inandırabilmek için, yıllar boyunca her
yazını yutar gibi okuduktan sonra, anlattığına benzer bir düşünceyi seninle dostluk ettiğimiz o
mutlu yıllarda birlikte düşünmüş ya da konuşmuş olduğumuzu, olabileceğimizi hatırlamaya
çalışırdım. O kadar çok düşünürdüm ki bunu, o kadar çok hayâl ederdim ki seni, bir hayranınla
tanıştığımda senin hakkında söylenen inanılmaz övgüler sanki benim için söyleniyormuş gibi
gelirdi bana; sanki ben de senin kadar ünlüydüm. Senin esrarengiz ve gizli hayatın hakkında
çıkarılan dedikodular, sanki benim de sıradan biri olmadığımı, en azından sendeki o tanrısal
sihrin bir kısmının bana da bulaştığını kanıtlardı; sanki ben de senin kadar bir efsane idim.
Heyecana kapılırdım; başka biri olurdum se-
İı
nin yüzünden. İlk yıllarda, Şehir Hatları vapurunda, ellerinde gazete iki vatandaşın senden söz
ettiklerini işittiğimde, "Ben Celâl Salik'i tanıyorum, hatta çok yakından!" diye bütün gücümle
bağırmak, onların şaşkınlık ve hayranlıklarından zevk almak, seninle ortak sırlarımızdan
sözetmek gelirdi içimden. Daha sonraki yıllarda, bu istek daha da şiddetlendi, iki kişinin bir
yerde senden sözettik-lerini, seni okuduklarını görmeyeyim, hemen, "Beyler, Celâl Sa-lik'e çok
yakınsınız, hatta hatta ben Celâl Salik'im!" demek isterdim. Bu düşünce bana o kadar
başdöndürücü, o kadar sarsıcı gelirdi ki, söyleyeceğimi her düşünüşümde kalbim küt küt
atmaya başlar, alnımda ter damlacıkları birikir, o şaşkınların yüzünde göreceğim hayranlığı
düşündükçe zevkten bayılır gibi olurdum. Bu cümleyi bağıra bağıra, zafer ve mutlulukla hiçbir
zaman söylemememin nedeni, onu saçma ya da abartılı bulmam değil, aklımdan geçirmemin
bana yetmesiydi. Anlıyor musun?" •
"Anlıyorum."
"Yazılarını, kendimi senin gibi zeki hissederek zaferle okurdum. Yalnızca seni değil, beni de
alkışlıyorlardı, emindim bundan. Biz ikimiz birlikteydik çünkü, biz, o kalabalıklardan çok daha
başka bir yerdeydik. Seni çok iyi anlıyordum. Ben de senin gibi sinemalara, futbol maçlarına,
fuarlara, panayırlara giden o kalabalıklardan artık nefret ediyordum. Hiçbir zaman adam
olmayacaklarını, her zaman aynı budalalıkları edeceklerini, aynı masallara kanacaklarını,, en
masum gözüktükleri o içler acısı, göz yaşartıcı fukaralık ve zavallılık anlarında bile yalnızca
kurban değil, aynı zamanda suçlu ya da en azından suç ortağı olduklarını
düşünüyordun/Kurtarıcı diye bekledikleri sahtekârlarından da, en son başbakanlarının en son
budalalıklarından da, askeri darbelerinden de, demokrasilerinden de, işkencelerinden de,
sinemalarından da bıkmıştın artık. Bunun için' seviyordum seni. Yıllarca, her yazından sonra
heyecanla düşündüğüm gibi, "İşte bunun için Celâl Salik'i seviyorum," diyordum ve her
seferinde yepyeni bir heyecana kapılarak, gözlerimden yaşlar akarak seviyordum. Dün bülbül
gibi şa-kıyarak eski yazılarını nasıl bir bir hatırladığımı sana kanıtladığımda, böyle bir okurun
olabileceğini tahmin edebiliyor muydun?"
"Belki, biraz..."
"Dinle o zaman... Kendi acıklı hayatımın ücra bir noktasında,
bu rezil dünyamızın yavan ve sıradan anlarının birinde, parmağım yontulmamış bir hayvanın
kapadığı dolmuş kapısına sıkıştığı zaman, emekli maaşıma küçük bir ek sağlamak için gerekli
kâğıtları hazırlarken beş para etmez bir herifin ukalâlıklarına sabretmek zorunda kaldığımda,
yani sefaletimin tam orta yerinde, birden, bir cankurtaran simitine sarılır gibi şu düşünceye
sarılırdım hemen: "Celâl Salik ne yapardı bu durumda? O ne derdi? Onun gibi davranıyor
muyum acaba?" Son yirmi yılda bu son soru bende bir hastalık oldu. Bir akraba düğününde,
havayı bozmamak için herkesle birlikte halay çekerken ya da vakit öldürmek için gittiğim
mahalle kahvesinde kâğıt oyununda altmışaltıda kazanıp neşeli kahkahalar atarken, birden
gene düşünürdüm: "Hiç Celâl Salik böyle yapar mıydı?" Bütün akşamımı rezil etmeye yeterdi
bu, bütün hayatımı. Bütün hayatımı, Celâl Salik şimdi ne yapardı, Celâl Salik şimdi ne
yapıyordur, Celâl Salik şimdi ne düşünüyordur, diye sormakla geçirdim. Ama yalnızca böyle
olmakla kalsaydı gene iyiydi. Fazladan, kafama bir de şu soru takılırdı: "Celâl Salik benim
hakkımda ne düşünüyordur acaba?" Yıllar yılı, senin bir kere olsun beni hatırlamayacağına,
düşünmeyeceğine, aklından bile geçirmeyeceğine karar verecek kadar mantığımı işlettiğimde
soru şu şekle dönerdi: "Celâl Salik beni bu halimde görse benim hakkımda ne düşünürdü
acaba?" Sabah kahvaltısından sonra, üzerimde hâlâ pijamalar, sigara içişime tanık olsaydı
Celâl Salik ne derdi? Vapurda yanındaki kısa etekli ve evli bayanı rahatsız eden serseriye nasıl
çıkıştığımı işitseydi Celâl Salik ne düşünürdü? Bütün yazılarını kesip ONKA marka klasörlerde
sakladığımı bilseydi acaba Celâl Salik ne hissederdi? Onun hakkındaki düşüncelerimi, hayat
hakkındaki bütün düşüncelerimi öğrenseydi acaba Celâl Salik ne derdi?"
"Aziz okuyucum ve dostum," dedi Galip, "söyle bana, niye yıllar yılı bir kere olsun beni
aramadın?"
"Hiç düşünmedim mi sanıyorsun? Korkuyordum. Yanlış anlama, yanında küçülmekten, böyle
durumlarda olacağı gibi kendimi tutamayıp dalkavukluk etmekten, en sıradan sözlerini bile
büyük kerametler gibi hayranlıkla karşılamaktan ya da öyle yapmamı isteyeceğini sanarak,
senin hiç de istemediğin yanlış bir yerde kahkahalar atmaktan korkmuyorum. Tek tek binlerce
defa hayâl ettiğim bu sahnelerin ötesindeydim ben."
"O sahnelerin akla getireceğinden de zekisin," dedi Galip, şefkatle.
"Seninle karşılaştıktan, şimdi söylediğim cinsten hayranlık ve dalkavukluk sözlerini bütün
içtenliğimle söyledikten sonra, senin de benim de başka söyleyecek, anlatacak hiçbir şey
bulamayacağımızdan korkuyordum."
"Ama gördüğün gibi, hiç de öyle olmadı," dedi Galip. "Tatlı tatlı ne güzel kaynatıyoruz, bak."
Bir sessizlik oldu.
"Seni öldüreceğim," dedi ses. "Seni öldüreceğim! Senin yüzünden hiçbir zaman kendim
olamadım."
"Hiçbir zaman kendisi olamaz insan."
"Çok yazmıştın bunu, ama benim gibi hissedemezsin sen bunu, bu gerçeği benim kadar
anlamış olamazsın... 'Esrar' dediğin şey, bunu anlamadan anlamandı, anlamadan bu gerçeği
yazman. Çünkü insan bu gerçeği kendi olamadan keşfedemez. Keşfederse de kendisi olamamış
demektir. İkisi aynı anda doğru olamaz. Paradoksu anlıyor musun?"
"Ben hem kendimim, hem de bir başkası," dedi Galip.
"Hayır, bütün yüreğinle inanarak söylemiyorsun," dedi telefonun öbür ucundaki adam. "Bu
yüzden öleceksin işte. Yazılarında yaptığın gibi, inandırıyorsun, ama kendin inanmıyorsun ve
kendin inanmadığın için inandırmayı başarıyorsun. Ama inandırabildikle-rin, senin inanmadan
inandırabildiğini anlayınca korkuya kapıhyor-lar."
"Korku?"
"Esrar dediğin o şeyden, anlamıyor musun, o belirsizlikten, yazı denen sahtekarlığın
oyunundan, harflerin karanlık yüzlerinden korkuyorum. Yıllarca, yazılarını okurken, hem orada,
okuduğum yerde, koltuğumda ya da masamın başında, hem de bambaşka bir yerde, hikâyeleri
anlatan yazarın yanında bir yerde olduğumu duyardım. İnanmayanlarca inandırıldığını sezmek
nedir biliyor musun sen? Seni inandıranların aslında inanamadıklarım bilmek? Senin yüzünden
kendim olamadığım için şikâyet etmiyorum. Fakir ve acıklı hayatım zenginleşti, kendi bıktırıcı
yavanlığımın karanlığından çıkıp sen oldum böylece, ama 'sen' dediğim sihirli şeyden de emin
değildim hiç. Bilmiyorum, ama bilmeden biliyordum. Bil-
mek denebilir mi buna? Otuz yıllık karım yemek masasına kısacık bir mektup bırakıp hiçbir şey
açıklamadan kayıplara karıştığında nereye gittiğini biliyormuşum; ama bunu bildiğimi
bilmiyormu-şum. Bilmediğim için, şehir kazan ben kepçe gezerken, seni değil onu arıyordum.
Ama onu ararken, gene farkında olmadan seni de arıyordum, çünkü sokak sokak İstanbul'un
esrarını çözmeye çalışırken, daha ilk günden aklımda şu korkunç düşünce de vardı: "A-caba
durup dururken karımın beni terk ettiğini öğrenseydi Celâl Salik ne derdi bu işe?" Bu durumun
'tam Celâl Salik'lik bir durum' olduğuna karar vermiştim. Her şeyi sana anlatmak istiyor-, dum.
Bu konunun yıllardır arayıp da bulamadığım, tam seninle konuşulacak konu olduğunu
düşünüyordum. Bu heyecana o kadar kapıldım ki, yıllardır ilk defa seni aramaya cesaret ettim,
ama bulamıyordum, yoktun, hiçbir yerde yoktun. Biliyordum, ama bilmiyordum. Yıllar
boyunca, belki bir gün ararım diye edindiğim telefon numaraların vardı. Onları aradım, yoktun.
Akrabalarını aradım, seni pek seven halanı, sana tutkuyla bağlı üvey anneni, -sana olan ilgisini
ğemleyemeyen babanı, amcanı, hepsi pek ilgililer seninle, ama sen yoktun. Milliyet Gazetesine
gittim, orada da yoktun. Gazetede seni arayan başkaları da vardı, seni İngiliz televizyoncularla
görüştürmek isteyen amcanın oğlu, kızkardeşinin kocası Cîalip. Bir içgüdüyle onun peşine
takıldım. Bu hülyalı çocuk, bu uykudagezer Celâl'in yerini bilir diye düşünüyordum. O
biliyordur, üstelik bildiğini de biliyordur diyordum kendime. İstanbul'un içinde bir gölge gibi
onu takip ettim. O önde, ben biraz uzakta, arkasında, sokaklardan geçtik, taş hanlara, eski
dükkânlara, camdan pasajlara, kirli sinemalara girdik, Kapalıçarşı'yı karış karış gezdik,
kaldırımsız kenar mahallelere gittik, köprülerden geçtik, karanlık köşelere, İstanbul'un
bilinmeyen mahallelerine daldık, tozun, çamurun, pisliğin içine girdik. Hiçbir yere
varmıyorduk>e gene gidiyorduk. Bütün İstanbul'u tanıyormuş gibi yürüyorduk ve hiçbir yeri
tanımıyorduk. Onu kaybettim, yeniden buldum, gene kaybettim; gene buldum, sonra gene
kaybettim, sonunda o beni salaş bir pavyonda buldu. Orada, bir masanın çevresinde oturan
kalabalık, hepimiz bir hikâye anlattık. Hikâye anlatmayı severim ben, ama dinleyici bulamam.
Bu sefer dinliyorlardı. Anlattığım hikâyenin ortasında, dinleyicilerimin meraklı, sabırsız
bakışları, yüzümden hi-
kâyenin sonunu okumaya çalışırken, böyle durumlarda hep olduğu gibi, hikâyemin sonunun
yüzümden anlaşılmasından ben korkarken ve hikâye ile bu düşüncelerin arasında gidip gelirken
karımın sana kaçtığını anladım. "Celâl'e kaçtığını biliyormuşum," diye düşündüm.
Biliyormuşum, ama bildiğimi bilmiyormuşum. Aradığım şey bu ruh durumu olmalıydı. Kendi
ruhuma açılan bir kapıdan içeri, yeni bir âleme en sonunda girmeyi başarmıştım. Yıllar sonra,
ilk defa istediğim gibi hem bir başkası hem de kendim olmayı başarabilmiştim. Bir yandan, "Bu
hikâyeyi bir köşe yazarında okumuştum," diye bir yalan atmak geliyordu içimden, bir yandan
da, yıllardır peşinden koştuğum bir huzura en sonunda gömü-lebildiğimi hissediyordum.
İstanbul'u sokak sokak gezerken, karmakarışık kaldırımlarda, çamurlu dükkân önlerinde
yürürken, vatandaş yüzlerindeki kederi seyrederken, seni nerede bulabilirim diye eski yazılarını
okurken, dehşetle sezdiğin bir duyguya benziyordu bu lanet olası huzur. Ama hikâyemi bitirmiş
ve karımın nereye gittiğini anlamıştım artık. Daha önce,.hikâye anlatan garsonun,
fotoğrafçının, uzun boylu yazarın hikâyesini dinlerken de az önce anladığım şeyin korkunç
sonucunu görmüştüm. Bütün hayatım boyunca aldatılmıştım, bütün hayatım boyunca
kandırılmıştım! Alla-hım, Allahım! Bu kelimeler sana bir şey ifade ediyor mu?" "Ediyor."
, "Dinle o zaman. Yıllardır 'esrar' diye bizleri peşinden koşturduğun gerçeğin şu olduğuna karar
vardim; senin de bilmeden bil- J diğin, anlamadan yazdığın gibi: Kimse kendisi olamaz bu
ülkede! Yenikler ve ezikler ülkesinde varolmak bir başkası olmaktır. Bir başkasıyım, o halde
varım! Peki, yerinde olmak için can attığım o bir başkası da sakın bir başkası olmasın?
tıknefes bir kadını hayâl etmeye çalıştı, ama gözlerinin önünde Babaanneyle Dedenin bir
zamanlar oturup sigara içtikleri iki kat aşağıdaki o oda canlandı: Rüya ile orada 'ben
görmedim'oynarlardi. Bir sessizlikten sonra,
"Adreslerin..." diye söze başlamıştı ki Galip, kadın bütün gücüyle bağırdı:
"Hayır, hayır söyleme! O da dinliyor. O da burada. Zorla konuşturuyor beni. Celâl, canım
söyleme adresini, seni bulup öldürecek. Ah, oh, ah!"
Son inlemelerle birlikte kulağına iyice bastırdığı ahizeden Galip, tuhaf, 'korkunç, madeni
gürültüler işitti, anlaşılmaz tıkırtılar; bir itiş kakış hayâl etti. Derken, büyük bir patırtı duyuldu:
Ya bir tabanca patlamış ya da çekiştirilen ahize yere düşmüştü. Hemen sonra bir sessizlik
başladı, ama tam bir sessizlik de değildi; Galip uzakta hâlâ çalan radyoda Behiye Aksoy'un
'çapkın, çapkın, seni çapkın'larını ve radyo kadar uzak bir köşede ağlayan kadının hıçkırıklarını
işitti. Şimdi kimin eline geçmişse ahize, yakından onun soluk alışverişleri duyuluyordu, ama bir
şey söylemiyordu o kişi. Bu ses düzeni çok uzun sürdü. Radyoda yeni bir şarkı başladı, nefes
alış verişler, kadının tekdüzeleşen hıçkırışları hiç değişmiyordu.
"Alo!" dedi Galip sinirleri iyice bozulunca. "Alo! alo?"
"Benim, ben," dedi en sonunda bir erkek sesi; günlerdir dinlediği sesti, her zamanki ses.
Olgunlukla, soğukkanlılıkla, neredeyse Galip'i yatıştırır, tatsız bir konuyu kapatır gibi
konuşmuştu. "Emine dün bana her şeyi itiraf etli. Onu bulup eve getirdim. Celâl Efendi,
iğreniyorum senden, senin canına okuyacağım!" Uzun çok uzun zamandır, süren bir oyunun hiç
kimseyi hoşnut etmeyen tatsız sonucunu açıklayan bir hakem gibi, tarafsız bir sesle ekledi:
"Seni öldüreceğim!"
Bir sessizlik oldu.
"Bir de beni dinlesen," dedi Galip meslek alışkanlığıyla. "Yazı yanlışlıkla yayımlandı. Eski bir
yazımdı."
"Bırak bunları, bırak," dedi Mehmet. Soyadı neydi? "Demin
de dinledim, çok da dinledim bu hikâyeleri. Bunun için öldürmeyeceğim seni; bunun için ayrıca
ölümü hak etsen de. Seni ne için öldüreceğim biliyor musun?" Ama Celâl'den -ya da Galip'ten -
bir cevap almak için sormuyordu, cevabı çoktan'hazırlamış olmalıydı. Galip alışkanlıkla dinledi:
"Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekâta ihanet ettiğin için değil, senin yüzünden rezil
olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert
insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarınla kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta
girerken ve saygı ve hayranlıkla sana kapılarını ve darbe plânlarını açarlarken sen oturduğun
koltukta rezil ve sinsi hayâllere daldığın için, hatta güvenlerini kazanarak evlerine girdiğin bu
alçakgönüllü yurtsever insanların arasında hayâllerini sinsice uygulayabildiğin için de değil, -
kısa keseceğim - hepimizin bir ihtilâl -heyecanına kapıldığı o günlerde bir bunalım geçiren
zavallı karımı kandırdığın için de değil, hayır; hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için, rezil
hayâllerini, saçmasapan kuruntularını, pervasız yalanlarını sevimli şaklabanlıklar, dokunaklı
incelikler ve oturaklı sözler kılığına sokup he-. pimize, bütün bir millete ve en başta da yıllarca
ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim seni. Benim gözlerim açıldı artık. Başkalarının
da gözleri açılsın artık. Hikâyesini alayla dinlediğin o attar var ya, senin bir gülüşle unutacağın
bu adamın-da intikamım alacağım. Senin izine rastlamak için bütün şehri karış karış gezdiğim
bu bir haftada yapılması gereken tek şeyin bu olduğunu anladım. Bu milletin de, benim de
bütün öğrendiklerimizi unutmamız gerekiyor çünkü. Bütün yazarlarımızı cenazelerini izleyen ilk
sonbahardan sonra unutuşun dipsiz kuyusundaki sonsuz uykularına terkettiğimiz de sen
yazmıştın."
"Hepsine bütün kalbimle katılıyorum," dedi Galip. "İyice boşalan hafızamda kalmış son
kırıntılardan da kurtulmak için yazdığım şu son birkaç yazıdan sonra bu yazı işinden elimi
eteğimi bütün bütün çekeceğimi de sana söylemiş miydim? Bu vesileyle, bugünkü yazımı nasıl
bulduğunu sorsam?"
"Namussuz herif, sorumluluk nedir bilir misin sen, bağlılık nedir, dürüstlük nedir, fedakârlık
nedir bilir misin? Okuyucularınla alay etmek ya da kandırılmış bir zavallıya eğlenceli bir işaret
vermekten başka bir şey hatırlatıyor mu bu kelimeler sana? Kar-
deşlik nedir bilir misin sen?"
CelâPi savunmaktan çok, bu son soruyu sevdiği için "bilirim!" diyecekti Galip, ama telefonun
ucundaki Mehmet -hangi Mehmet'ti bu Muhammed- kendini gayretkeşlikle yoğun ve içler acısı
bir sövgü sağanağına vermişti şimdi.
"Sus, yeter artık!" dedi, daha sonra, küfürleri tükendiğinde. Bunu, odanın bir köşesinde hâlâ
ağlayan karısına söylediğini Galip sonraki sessizlikte anladı. Kadının bir şey açıklayan sesini ve
radyonun kapatıldığını işitti.
"Onun amcamın kızı olduğunu bildiğin için aile içi aşkları küçümseyen ukala yazılar yazdın,"
diye devam etti Mehmet olduğunu söyleyen ses. "Bu ülkenin evlatlarının yarısının teyzelerinin
oğullarıyla, öbür yarısının da amcalarının kızlarıyla evlendiklerini bildiğin halde, akraba
evlilikleriyle pervasızca alay eden rezil yazılar kaleme aldın. Hayır, Celâl Efendi, ben hayatta
başka bir kız tanıma fırsatı bulamadığım için değil, akrabalarım dışında bütün kadınlardan
korktuğum için değil, annemin, teyzelerim ve halalarımın ve onların kızları dışında başka
herhangi bir kadının beni içtenlikle sevebileceğine, hatta bana sabırla tahammül edebileceğine
inanamadığım için değil, onu sevdiğim için evlendim bu kadınla. Sen çocukluğundan beri
birlikte oynadığın bir kızı sevmek nedir, hiç düşünebilir misin? Sen, yalnızca bir kadını, hayatın
boyunca tek bir kadını sevmek nedir, düşünebilir misin? Şimdi senin için ağlayan bu kadını ben
elli yıl sevdim. Onu çocukluğumdan beri seviyorum, anlıyor musun, hâlâ seviyorum. Sen hiç
sevmek nedir bilir misin? Kendi gövdeni rüyanda görür gibi, seni tamamlayan birine özlemle
bakmak nedir, bilir misin? Aşk nedir, bilir misin sen? Bu kelimeler, masallarına kanmaya
çoktan hazır o geri zekâlı okuyucuların için yapılacak el çabukluğu marifet rezil bir yazı
numarası için malzeme olmaktan başka bir şey olabildi mi senin için hiç? Sana acıyorum, seni
küçümsüyorum, senin için üzülüyorum. Bütün hayatın boyunca lâflarla oynamaktan, kelimeleri
evirip çevirmekten başka bir şey yapabildin mi? Cevap ver!" "Sevgili dostum," dedi Galip, "bu
benim mesleğimdi." "Mesleğiymiş!" diye bağırdı telefonun öbür ucundaki ses. "Aldattın,
kandırdın, alçaktın hepimizi! O kadar inanırdım ki sana, bütün hayatımın bir sefaletler resmi
geçidi, bir budalalıklar ve al-
danışlar dizisi, bir kâbuslar cehennemi ve zavallılıklar^ küçüklükler ve bayağılıklarla kurulmuş
bir sıradanlıklar şaheseri olduğunu bana acımasızca kanıtlayan tantanalı bir yazını okuduktan
sonra da hak verirdim sana. Üstelik alçaldığımı, küçümsendiğimi düşüneceğime, böyle yüce
düşüncelere ve keskin kaleme sahip birisiyle tanışmış, görüşmüş, hatta bir zamanlar aynı
askeri darbenin deni-. ze indirildiği anda batan gemisinde birlikte bulunmuş olmaktan gurur da
duyardım. Namussuz herif, o kadar hayrandım ki sana, hayatımdaki bütün sefaletin sorurrilusu
olarak korkaklığımı, yalnız benim değil, bütün milletin korkaklığını gösterdiğinde, neden korkak
olduğumu ne için, hangi yanlışımdan dolayı korkaklığa alıştığımı acıyla düşünür, bugün benden
çok daha korkak olduğunu bildiğim seni ise, bir cesaret anıtı olarak görürdüm. Öyle tapardım
ki sana, artık bizlerle hiç mi hiç ilgilenmediğin için herkesinkinden hiçbir farkı olmayan sıradan
gençlik anılarını, ya da çocukluğunun bir kısmını geçirdiğin eski bir apartmanın kavrulmuş
soğan kokan karanlık merdivenlerini, hatta hayâletli ve cadılı rüyalarım ve saç-masapan
metafizik tecrübelerini anlattığın yazılarını, içindeki gizli saklı kerametleri keşfetmek için
yüzlerce kere okur, karıma okutur, akşam onunla bu yazı üzerinde saatlerce konuştuktan
^sonra, inanılacak tek şeyin, orada işaret edilen gizli anlam olduğunu düşünür ve hiçbir anlamı
olmayan o gizli anlamı da anladığıma inandırırdım kendimi."
"Hiçbir zaman bu tür hayranlıklara fırsat vermek istemedim," diye söze girmişti Galip.
"Yalan! Bütün yazı hayalın boyunca benim gibilerini avlamaya çalıştın. Onlara cevaplar yazdın,
fotoğraflarını istedin, el yazılarım inceledin, sırlar, cümleler, sihirli kelimeler verir gibi yaptın..."
"Hepsi ihtilâl işi içindi. Kıyamet günü için, Mehdi'nin gelişi, kurtuluş saati için hepsi..."
"Ya sonra? Ya bu işten vazgeçtikten sonra?"
"Eh bu sayede o okurlar da bir şeye inanabiliyorlardı en sonunda."
"Sana inanıyorlardı ve sen de buna pek bayılıyordun... Dinle, o kadar hayrandım ki ben de
sana, parlak bir yazını okuduğumda oturduğum koltukta tepinirdim, gözlerimden yaşlar
fışkırırdı, yerimde duramaz, odada, sokaklarda aşağı yukarı yürür, seni düşler-
dim. Bu da bir şey değil, o kadar çok hayâlini kurar, o kadar çok düşünürdüm ki seni, bir
noktadan sonra, sanki ikimiz arasındaki kişilik çizgisi hayâllerimin sisleri ye dumanları arasında
kaybolurdu. Hayır, hiçbir zaman o yazıları kendimin yazdığını sanacak kadar kendimden
geçmezdim. Unutma ki bir akıl hastası değil, yalnızca sadık bir okurunum ben. Ama, senin
yazdığın o parlak cümlelerin, o ince buluşların ve düşüncelerin yaratılmasında, tuhaf bir
şekilde, ilk anda kanitlanamayacak kadar karmaşık bir yolla, sanki benim de bir payım varmış
gibi gelirdi bana. Sanki ben olmasaydım, sen o harikaları yumurtlayamavacaktın. Hayır, yanlış
anlama; yıllarca benden yürüttüğün, bir kere olsun iznimi alma gereğini bile duymadan
aşırdığın o düşüncelerimden sözetmiyorum. Hurufiliğin bana ilham ettiklerinden de,
yayımlayabilmek için ne sıkıntılar çektiğim kitabımın son kısmındaki keşiflerimden de
sözetmiyorum hiç. Onlar zaten senindi. Anlatmak istediğim, yalnızca aynı şeyi birlikte
düşünmüş olmak duygusudur; senin başarında sanki benim bir payım olduğu duygusu. Anlıyor
musun?"
"Anlıyorum," dedi Galip, "buna benzer bir şey yazmıştım da.."
"Evet, hem de aksi bir rastlantıyla yeniden yayımlanan o malûm yazında, ama anlamıyorsun;
anlasaydın çünkü hemen bana katılırdın. Bunun için öldüreceğim seni, işte bunun için! Hiçbir
zaman anlamadığın halde, anlamış gibi gözüktüğün için, hiçbir zaman hiçbirimizin yanında
olmadığın halde, gece rüyalarımıza girecek kadar ruhlarımıza küstahça sokulmayı başardığın
için. O parlak yazılarda bir payım olduğunu kendime inandırabilmek için, yıllar boyunca her
yazını yutar gibi okuduktan sonra, anlattığına benzer bir düşünceyi seninle dostluk ettiğimiz o
mutlu yıllarda birlikte düşünmüş ya da konuşmuş olduğumuzu, olabileceğimizi hatırlamaya
çalışırdım. O kadar çok düşünürdüm ki bunu, o kadar çok hayâl ederdim ki seni, bir hayranınla
tanıştığımda senin hakkında söylenen inanılmaz övgüler sanki benim için söyleniyormuş gibi
gelirdi bana; sanki ben de senin kadar ünlüydüm. Senin esrarengiz ve gizli hayatın hakkında
çıkarılan dedikodular, sanki benim de sıradan biri olmadığımı, en azından sendeki o tanrısal
sihrin bir kısmının bana da bulaştığını kanıtlardı; sanki ben de senin kadar bir efsane idim.
Heyecana kapılırdım; başka biri olurdum se-
İı
nin yüzünden. İlk yıllarda, Şehir Hatları vapurunda, ellerinde gazete iki vatandaşın senden söz
ettiklerini işittiğimde, "Ben Celâl Salik'i tanıyorum, hatta çok yakından!" diye bütün gücümle
bağırmak, onların şaşkınlık ve hayranlıklarından zevk almak, seninle ortak sırlarımızdan
sözetmek gelirdi içimden. Daha sonraki yıllarda, bu istek daha da şiddetlendi, iki kişinin bir
yerde senden sözettik-lerini, seni okuduklarını görmeyeyim, hemen, "Beyler, Celâl Sa-lik'e çok
yakınsınız, hatta hatta ben Celâl Salik'im!" demek isterdim. Bu düşünce bana o kadar
başdöndürücü, o kadar sarsıcı gelirdi ki, söyleyeceğimi her düşünüşümde kalbim küt küt
atmaya başlar, alnımda ter damlacıkları birikir, o şaşkınların yüzünde göreceğim hayranlığı
düşündükçe zevkten bayılır gibi olurdum. Bu cümleyi bağıra bağıra, zafer ve mutlulukla hiçbir
zaman söylemememin nedeni, onu saçma ya da abartılı bulmam değil, aklımdan geçirmemin
bana yetmesiydi. Anlıyor musun?" •
"Anlıyorum."
"Yazılarını, kendimi senin gibi zeki hissederek zaferle okurdum. Yalnızca seni değil, beni de
alkışlıyorlardı, emindim bundan. Biz ikimiz birlikteydik çünkü, biz, o kalabalıklardan çok daha
başka bir yerdeydik. Seni çok iyi anlıyordum. Ben de senin gibi sinemalara, futbol maçlarına,
fuarlara, panayırlara giden o kalabalıklardan artık nefret ediyordum. Hiçbir zaman adam
olmayacaklarını, her zaman aynı budalalıkları edeceklerini, aynı masallara kanacaklarını,, en
masum gözüktükleri o içler acısı, göz yaşartıcı fukaralık ve zavallılık anlarında bile yalnızca
kurban değil, aynı zamanda suçlu ya da en azından suç ortağı olduklarını
düşünüyordun/Kurtarıcı diye bekledikleri sahtekârlarından da, en son başbakanlarının en son
budalalıklarından da, askeri darbelerinden de, demokrasilerinden de, işkencelerinden de,
sinemalarından da bıkmıştın artık. Bunun için' seviyordum seni. Yıllarca, her yazından sonra
heyecanla düşündüğüm gibi, "İşte bunun için Celâl Salik'i seviyorum," diyordum ve her
seferinde yepyeni bir heyecana kapılarak, gözlerimden yaşlar akarak seviyordum. Dün bülbül
gibi şa-kıyarak eski yazılarını nasıl bir bir hatırladığımı sana kanıtladığımda, böyle bir okurun
olabileceğini tahmin edebiliyor muydun?"
"Belki, biraz..."
"Dinle o zaman... Kendi acıklı hayatımın ücra bir noktasında,
bu rezil dünyamızın yavan ve sıradan anlarının birinde, parmağım yontulmamış bir hayvanın
kapadığı dolmuş kapısına sıkıştığı zaman, emekli maaşıma küçük bir ek sağlamak için gerekli
kâğıtları hazırlarken beş para etmez bir herifin ukalâlıklarına sabretmek zorunda kaldığımda,
yani sefaletimin tam orta yerinde, birden, bir cankurtaran simitine sarılır gibi şu düşünceye
sarılırdım hemen: "Celâl Salik ne yapardı bu durumda? O ne derdi? Onun gibi davranıyor
muyum acaba?" Son yirmi yılda bu son soru bende bir hastalık oldu. Bir akraba düğününde,
havayı bozmamak için herkesle birlikte halay çekerken ya da vakit öldürmek için gittiğim
mahalle kahvesinde kâğıt oyununda altmışaltıda kazanıp neşeli kahkahalar atarken, birden
gene düşünürdüm: "Hiç Celâl Salik böyle yapar mıydı?" Bütün akşamımı rezil etmeye yeterdi
bu, bütün hayatımı. Bütün hayatımı, Celâl Salik şimdi ne yapardı, Celâl Salik şimdi ne
yapıyordur, Celâl Salik şimdi ne düşünüyordur, diye sormakla geçirdim. Ama yalnızca böyle
olmakla kalsaydı gene iyiydi. Fazladan, kafama bir de şu soru takılırdı: "Celâl Salik benim
hakkımda ne düşünüyordur acaba?" Yıllar yılı, senin bir kere olsun beni hatırlamayacağına,
düşünmeyeceğine, aklından bile geçirmeyeceğine karar verecek kadar mantığımı işlettiğimde
soru şu şekle dönerdi: "Celâl Salik beni bu halimde görse benim hakkımda ne düşünürdü
acaba?" Sabah kahvaltısından sonra, üzerimde hâlâ pijamalar, sigara içişime tanık olsaydı
Celâl Salik ne derdi? Vapurda yanındaki kısa etekli ve evli bayanı rahatsız eden serseriye nasıl
çıkıştığımı işitseydi Celâl Salik ne düşünürdü? Bütün yazılarını kesip ONKA marka klasörlerde
sakladığımı bilseydi acaba Celâl Salik ne hissederdi? Onun hakkındaki düşüncelerimi, hayat
hakkındaki bütün düşüncelerimi öğrenseydi acaba Celâl Salik ne derdi?"
"Aziz okuyucum ve dostum," dedi Galip, "söyle bana, niye yıllar yılı bir kere olsun beni
aramadın?"
"Hiç düşünmedim mi sanıyorsun? Korkuyordum. Yanlış anlama, yanında küçülmekten, böyle
durumlarda olacağı gibi kendimi tutamayıp dalkavukluk etmekten, en sıradan sözlerini bile
büyük kerametler gibi hayranlıkla karşılamaktan ya da öyle yapmamı isteyeceğini sanarak,
senin hiç de istemediğin yanlış bir yerde kahkahalar atmaktan korkmuyorum. Tek tek binlerce
defa hayâl ettiğim bu sahnelerin ötesindeydim ben."
"O sahnelerin akla getireceğinden de zekisin," dedi Galip, şefkatle.
"Seninle karşılaştıktan, şimdi söylediğim cinsten hayranlık ve dalkavukluk sözlerini bütün
içtenliğimle söyledikten sonra, senin de benim de başka söyleyecek, anlatacak hiçbir şey
bulamayacağımızdan korkuyordum."
"Ama gördüğün gibi, hiç de öyle olmadı," dedi Galip. "Tatlı tatlı ne güzel kaynatıyoruz, bak."
Bir sessizlik oldu.
"Seni öldüreceğim," dedi ses. "Seni öldüreceğim! Senin yüzünden hiçbir zaman kendim
olamadım."
"Hiçbir zaman kendisi olamaz insan."
"Çok yazmıştın bunu, ama benim gibi hissedemezsin sen bunu, bu gerçeği benim kadar
anlamış olamazsın... 'Esrar' dediğin şey, bunu anlamadan anlamandı, anlamadan bu gerçeği
yazman. Çünkü insan bu gerçeği kendi olamadan keşfedemez. Keşfederse de kendisi olamamış
demektir. İkisi aynı anda doğru olamaz. Paradoksu anlıyor musun?"
"Ben hem kendimim, hem de bir başkası," dedi Galip.
"Hayır, bütün yüreğinle inanarak söylemiyorsun," dedi telefonun öbür ucundaki adam. "Bu
yüzden öleceksin işte. Yazılarında yaptığın gibi, inandırıyorsun, ama kendin inanmıyorsun ve
kendin inanmadığın için inandırmayı başarıyorsun. Ama inandırabildikle-rin, senin inanmadan
inandırabildiğini anlayınca korkuya kapıhyor-lar."
"Korku?"
"Esrar dediğin o şeyden, anlamıyor musun, o belirsizlikten, yazı denen sahtekarlığın
oyunundan, harflerin karanlık yüzlerinden korkuyorum. Yıllarca, yazılarını okurken, hem orada,
okuduğum yerde, koltuğumda ya da masamın başında, hem de bambaşka bir yerde, hikâyeleri
anlatan yazarın yanında bir yerde olduğumu duyardım. İnanmayanlarca inandırıldığını sezmek
nedir biliyor musun sen? Seni inandıranların aslında inanamadıklarım bilmek? Senin yüzünden
kendim olamadığım için şikâyet etmiyorum. Fakir ve acıklı hayatım zenginleşti, kendi bıktırıcı
yavanlığımın karanlığından çıkıp sen oldum böylece, ama 'sen' dediğim sihirli şeyden de emin
değildim hiç. Bilmiyorum, ama bilmeden biliyordum. Bil-
mek denebilir mi buna? Otuz yıllık karım yemek masasına kısacık bir mektup bırakıp hiçbir şey
açıklamadan kayıplara karıştığında nereye gittiğini biliyormuşum; ama bunu bildiğimi
bilmiyormu-şum. Bilmediğim için, şehir kazan ben kepçe gezerken, seni değil onu arıyordum.
Ama onu ararken, gene farkında olmadan seni de arıyordum, çünkü sokak sokak İstanbul'un
esrarını çözmeye çalışırken, daha ilk günden aklımda şu korkunç düşünce de vardı: "A-caba
durup dururken karımın beni terk ettiğini öğrenseydi Celâl Salik ne derdi bu işe?" Bu durumun
'tam Celâl Salik'lik bir durum' olduğuna karar vermiştim. Her şeyi sana anlatmak istiyor-, dum.
Bu konunun yıllardır arayıp da bulamadığım, tam seninle konuşulacak konu olduğunu
düşünüyordum. Bu heyecana o kadar kapıldım ki, yıllardır ilk defa seni aramaya cesaret ettim,
ama bulamıyordum, yoktun, hiçbir yerde yoktun. Biliyordum, ama bilmiyordum. Yıllar
boyunca, belki bir gün ararım diye edindiğim telefon numaraların vardı. Onları aradım, yoktun.
Akrabalarını aradım, seni pek seven halanı, sana tutkuyla bağlı üvey anneni, -sana olan ilgisini
ğemleyemeyen babanı, amcanı, hepsi pek ilgililer seninle, ama sen yoktun. Milliyet Gazetesine
gittim, orada da yoktun. Gazetede seni arayan başkaları da vardı, seni İngiliz televizyoncularla
görüştürmek isteyen amcanın oğlu, kızkardeşinin kocası Cîalip. Bir içgüdüyle onun peşine
takıldım. Bu hülyalı çocuk, bu uykudagezer Celâl'in yerini bilir diye düşünüyordum. O
biliyordur, üstelik bildiğini de biliyordur diyordum kendime. İstanbul'un içinde bir gölge gibi
onu takip ettim. O önde, ben biraz uzakta, arkasında, sokaklardan geçtik, taş hanlara, eski
dükkânlara, camdan pasajlara, kirli sinemalara girdik, Kapalıçarşı'yı karış karış gezdik,
kaldırımsız kenar mahallelere gittik, köprülerden geçtik, karanlık köşelere, İstanbul'un
bilinmeyen mahallelerine daldık, tozun, çamurun, pisliğin içine girdik. Hiçbir yere
varmıyorduk>e gene gidiyorduk. Bütün İstanbul'u tanıyormuş gibi yürüyorduk ve hiçbir yeri
tanımıyorduk. Onu kaybettim, yeniden buldum, gene kaybettim; gene buldum, sonra gene
kaybettim, sonunda o beni salaş bir pavyonda buldu. Orada, bir masanın çevresinde oturan
kalabalık, hepimiz bir hikâye anlattık. Hikâye anlatmayı severim ben, ama dinleyici bulamam.
Bu sefer dinliyorlardı. Anlattığım hikâyenin ortasında, dinleyicilerimin meraklı, sabırsız
bakışları, yüzümden hi-
kâyenin sonunu okumaya çalışırken, böyle durumlarda hep olduğu gibi, hikâyemin sonunun
yüzümden anlaşılmasından ben korkarken ve hikâye ile bu düşüncelerin arasında gidip gelirken
karımın sana kaçtığını anladım. "Celâl'e kaçtığını biliyormuşum," diye düşündüm.
Biliyormuşum, ama bildiğimi bilmiyormuşum. Aradığım şey bu ruh durumu olmalıydı. Kendi
ruhuma açılan bir kapıdan içeri, yeni bir âleme en sonunda girmeyi başarmıştım. Yıllar sonra,
ilk defa istediğim gibi hem bir başkası hem de kendim olmayı başarabilmiştim. Bir yandan, "Bu
hikâyeyi bir köşe yazarında okumuştum," diye bir yalan atmak geliyordu içimden, bir yandan
da, yıllardır peşinden koştuğum bir huzura en sonunda gömü-lebildiğimi hissediyordum.
İstanbul'u sokak sokak gezerken, karmakarışık kaldırımlarda, çamurlu dükkân önlerinde
yürürken, vatandaş yüzlerindeki kederi seyrederken, seni nerede bulabilirim diye eski yazılarını
okurken, dehşetle sezdiğin bir duyguya benziyordu bu lanet olası huzur. Ama hikâyemi bitirmiş
ve karımın nereye gittiğini anlamıştım artık. Daha önce,.hikâye anlatan garsonun,
fotoğrafçının, uzun boylu yazarın hikâyesini dinlerken de az önce anladığım şeyin korkunç
sonucunu görmüştüm. Bütün hayatım boyunca aldatılmıştım, bütün hayatım boyunca
kandırılmıştım! Alla-hım, Allahım! Bu kelimeler sana bir şey ifade ediyor mu?" "Ediyor."
, "Dinle o zaman. Yıllardır 'esrar' diye bizleri peşinden koşturduğun gerçeğin şu olduğuna karar
vardim; senin de bilmeden bil- J diğin, anlamadan yazdığın gibi: Kimse kendisi olamaz bu
ülkede! Yenikler ve ezikler ülkesinde varolmak bir başkası olmaktır. Bir başkasıyım, o halde
varım! Peki, yerinde olmak için can attığım o bir başkası da sakın bir başkası olmasın?
Vous avez lu le texte 1 de Turc littérature.
Suivant - Kara Kitap - 36
- Pièces
- Kara Kitap - 01
- Kara Kitap - 02
- Kara Kitap - 03
- Kara Kitap - 04
- Kara Kitap - 05
- Kara Kitap - 06
- Kara Kitap - 07
- Kara Kitap - 08
- Kara Kitap - 09
- Kara Kitap - 10
- Kara Kitap - 11
- Kara Kitap - 12
- Kara Kitap - 13
- Kara Kitap - 14
- Kara Kitap - 15
- Kara Kitap - 16
- Kara Kitap - 17
- Kara Kitap - 18
- Kara Kitap - 19
- Kara Kitap - 20
- Kara Kitap - 21
- Kara Kitap - 22
- Kara Kitap - 23
- Kara Kitap - 24
- Kara Kitap - 25
- Kara Kitap - 26
- Kara Kitap - 27
- Kara Kitap - 28
- Kara Kitap - 29
- Kara Kitap - 30
- Kara Kitap - 31
- Kara Kitap - 32
- Kara Kitap - 33
- Kara Kitap - 34
- Kara Kitap - 35
- Kara Kitap - 36
- Kara Kitap - 37
- Kara Kitap - 38
- Kara Kitap - 39
- Kara Kitap - 40
- Kara Kitap - 41
- Kara Kitap - 42