Küçük Ağa - 19

Sanojen kokonaismäärä on 2991
Yksilöllisten sanojen kokonaismäärä on 1671
33.5 sanoista on 2000 yleisimmän sanan joukossa
47.6 sanoista on 5 000 yleisimmän sanan joukossa
55.1 sanoista on 8 000 yleisimmän sanan joukossa
Jokainen rivi edustaa sanojen prosenttiosuutta 1000 yleisintä sanaa kohti.
Geri kalanlar ise şöyle düşünüyorlardı. Rıza Paşa ister istemez işgal kuvvetlerinin boyunduruğu altında idi.
Onların zorunu kıramazdı. Kıramayacağı da tuttuğu savsaklama yolundan anlaşılıyordu. Halbuki kurtuluş için
düşmanın çıkarlarını hesaba katmak dâvayı güçleştirmek, hatta çıkmaza sokmak demekti. Mil etin hakkı olan
kurtuluş bir siyaset oyunu yapılamazdı. Buna engel olan veya bunu geciktirmek isteyen her-şey sırtı yere
getirilmesi gereken düşmanın tâ kendisi idi; başka türlü düşünülemezdi. Bu engel ve oyalamalar Yunandan
gelmemiş de, tngiliz-den veya Rıza Paşa kabinesi ile onu tutanlardan gelmiş, fark etmezdi.
Heyet-i Temsiliye barış konuşmalarında Istanbul'u tek bırakmaya hiç bir zaman razı olmayacaktı. İstanbul
işgal kuvvetlerinin, yani düşmanın eli altında idi. Buna karşılık Heyet-i Temsiliye hürdü, bir kuvvetti, bu
kuvvet de her gün biraz daha artıyor, biraz daha düzene giriyordu. "Hayır" diyenlere karşı direnebilecek, ileri
sürdüğü "Hayır"ları savunabilecekti. Çetelerin bir crdu olmak yoluna girdiğini artık halk da görüyordu ve
doğmakta olan ordu Türk ordusu idi.
Okur yazarların bu ikinci kısmı, yeni Dahiliye Nazın Damad Şerif Paşa'nın tamimini işgal kuvvetlerine tam bir
boyun eğiş olarak ve bacanağı Ferid Paşa'nın devamı şeklinde görüyorlardı. Çünkü o da "Memleketin
mukadderatını ancak İstanbul Hükümetinin tayin edeceğini" söylüyor, o da "Düvel-i muazzamanm hakka
uygun duygularının ve Avrupa ile Amerika'nın itidal ve insafının emniyet ve ümit verici" bulunduğunu iddia
ediyordu.
Damad Şerif Paşa'nın Avrupa ve Amerika'ya yakıştırdığı bu güzel tutumun lâftan ibaret olduğunu görmemek
için çok aptal olmak lâzımdı. Genişleyen, boyuna genişleyen işgale ve işgalle birlikte vahşileşen zulümlere
"Hak, hukuk, adalet, itidal, insaf" gibi sıfatlar pek aykırı düşüyor, akıl ile alay gibi bir şey oluyordu.
Birinci düşünce sahiplerinin içe kapanık tutumlarına karşı bu ikinci anlayışın bir eylem gücü taşıması Kuvayı
Mil iye'nin ve onun bir çeşit siyasi kurulu, hatta hükümeti olan Heyet-i Temsiliye'nin hızla gelişmesini
sağlamıştı. Artık işgal altındaki bölgelerde bile Kuvayı Milliye grupları kuruluyordu.
Fakat hedefe varmak, olması gerektiği kadar kolay olmuyor, ortaya yeni yeni zorluklar ve engel er çıkıyordu.
Bu arada Reddi İlhak ve Karakol gibi cemiyetler başına buyruk kalmış, Heyet-i Temsiliye'den ayrı birer kuvvet
olmak yolunda ısrar etmişlerdi. Bu da hem bölücü oluyor, hem de -daha kötüsü- milli dayanışı bir devlet
kavgası, bir harisler hareketi diye göstermeye çalışanların ekmeğine yağ sürüyordu.
Bu arada İngiliz ve Fransız altınları da cirit atmaya başlamış, Anadolu'da ava çıkmışlardı. Sağda solda milli
harekete karşı teşkilâtlanmalar vardı ve altın kac"ar, bilgisizlikle şaşkınlık da kötü iş görüyordu. Bu çabanın
avucuna en kolay düşenler de haydut çeteleri idi.
Bu panoramanın günlük hayattaki belirtileri yer yer ümit kırıcı, hatta dehşet verici ve bozgun tohumlan
serpici oluyor, bu yüzden de Kuva-yı Milliye öncülerinin sabırlı davranmaya hakları kalmıyordu. Hoşgörürlük
ve akıl çelmek için harcanacak zaman artık baltalama ile suç ortaklığı halini almıştı. Bunun için Kuvayı
Milliyenin piyade ve süvarileri de, sözcüleri de, arabulucuları kadar çalışmaya başladı.
Eşkiya çetelerine karşı başlangıçtan beri gücün yettiği kadar amansız davranılmıştı. Şimdi sıra aykırı düşünce
ve inançlann her çeşit kımıldanışında idi. Bu bastırma ve sindirmeler için de her zaman Kuvva çeteleri
kullanılıyordu. Çok seyrek de olsa çete reislerinin bu işi "Vur emri" çıkmadan, kendi görüşlerine, kendi haber
kaynaklarına dayanarak yaptıkları da oldu. Zararsız olmayan, fakat önlemenin de yolu bulunmayan bu durum
Heyet-i Temsiliye için bir başka dertti. Bu arada çok büyük haksızlıklar, Türkçesi cinayetler olmuyor idiyse bu
ancak Fuat Paşa'nın uyanıklığından, dürüstlüğünden ve bitip tükenmez
çabasındandı.
Ama Kuvâyı Milliye'nin ruhu olan ve Fu-ad Paşa'da temsilcilerinden birini bulan bu iyi niyet, bu kardeşlik
birçoklarında görülmüyor veya görülmek istenmiyor, bastırma ve sindirmeler düpedüz eşkıyalık diye
propaganda ediliyordu. Kimi inanarak, kimi tuttuğu yola yarar diye, milli çetelerle Çakırsaraylı'yı veya
Sarıca'yı bile sayanlar ve saydırmaya çalışanlar vardı.
Ve havayı bir an önce düzeltmek zorunda bulunan Heyet-i Temsiliye seyrek de olsa yamlan-larla yanıltmaya
ve ayartmaya çalışanları birbirine karıştırıyor, böylece de yalnız haksızlık yapmakla kalmıyor, gönül
kırgınlıkları da doğuruyordu.
* * *
Fuad Paşa'dan İstanbullu Hoca üzerine "Vur emri" geldiği zaman bu panoramayı ve bunun doğurduğu bu
çalkantıları dertli dertli konuştular.
Ova köylerinden Sazh'nın köy odasında idiler. Dışarıda puslu, barut rengi, soğuk bir teşrin ikindisi vardı.
Ocakta tezek yanıyordu. Beyaz badanalı duvarlar çırılçıplaktı. Yere kilim serilmiş duvar diplerine üzerleri
koyun postu ile örtülü şilteler konmuştu. Dört kişi idiler. Konuşma bitince doktor camide düşündüklerini
aklından bir kere daha geçirdi. Tetiğe basılacak ve İstanbul'du Hoca yok olacaktı. Yalnız kötü tarafları ve
yanılgısı değil, evliliği, babalığı, dostlukları, bilgileri, yalnız ona mahsus ve gelişmeye elverişli kabiliyetleri ile
birlikte bütün bir insan yol; olacaktı.
O güne kadar dava için gözünü kırpmadan kendini bile öldürmeye hazır bHdikleri Yüzbaşı Nazım birdenbire:
— Bu iş bana çok güç gelecek, deyiverdi. Yüzbaşı Hamdi mırıldandı:
— Al benden de o kadar!
Doktor susuyordu. Mülâzim Niyazi:
— Emredersiniz, diye söze başladı, fakat sustu. ,
— Tütün yok mu?
Bunu soran Yüzbaşı Nazım'dı ve dünden be ri kimsede bir tutam kalmadığını pek iyi biliyordu. Doktor:
— Muhtar bulacaktı, dedi.
Bu söz hiç değilse on kere söylenmişti Ydz-başı Nazım yuvarlak yuvarlak korlaşan tezekla-re bakıyordu. Sanki
bunlar ateş değil de nar rengi ve cam işi acaip tekerleklerdi. Bazı eylül cece-leri ayın ondördü öyle doğardı.
Sinirlenmiş gibi konuştu-.
— Ne diyorsun Al ahaşkma sen? Bu iş sana ait bir emir işi mi? Bu adam vurulacak, bunu da biz yapacağız,
hem de "lbret-i müessire" olacak şekilde. Lâf olsun diye mızmızlanıyoruz işte.
Sustular, Konuşan yine o oldu, her cümleyi geniş aralıklarla söylüyordu.
— Pek genç be Hamdi. Bugün varın bir de çocuğu olacakmış. Tu Al ah müstahakını -ersin! Ne vardı domuz
gibi inat edecek sanki? Çenesini tutsa kıyamet mi kopar?
Elini cebine attı, tabakasına dokununca boş olduğunu hatırladı ve büsbütün sinirlendi:
— Sana söylüyorum, doktor, söylesene!..
Doktora filan söylediği yoktu, öteki mahzun mahzun gülümseyerek baktı. Yüzbaşı Hamdi lâfı değiştirmek
istedi:
— Paşa, iş bittikten sonra gel diyor ha sana?
— Öyle. Bildiğin mesele. Talim terbiye hazırlanıyor. Çeteciliğe elveda. O da bekledi, bekledi de bu işi bir
mükâfatmış gibi yaptı, önce Hoca'-yı vuracağız da sonra yeniden yüzbaşı olacağız. İşe bak. Bizi sahiden
çeteci sanıyorlar.
Gene tabakasına sarıldı.
— Ha... Muhtar paşa bulacak ya. Hani şeytan ne diyor bilir misin Doktor? Al yanına beş on kişi, git bas bir
istasyon al İngilizlerden beşyüz paket âlâ sigara, Muhtar da mı bunu düşünür dersin?..
Sinirli sinirli güldü:
— Tetiğe belki de on bin kere bastım ama böylesi hiç gelmedi başıma. Sonra şu ibret-i müessire de ne
demek Allahını seversen Hamdi?
— Müessir ibret demek Yüzbaşım.
— Oldu. Seni yüzbaşı yapanı... Sen Kel Ha-san'a yamak olacakmışsın.
— Yalan da değil. Hey gözünü sevdiğimin Direklerarası! Görecek miyiz dersin?
— Sen görürsün oğlum. Dokuz canlısın sen. Biz düşünelim onu. îbret-i müessire!
Bu son sözü kâinatın formülünü aslına akıl erdiremeden, ezbere söyler gibi tekrarlamıştı. Doktor ayağa
fırladı:
— Bak ben sana anlatayım ibret-i müessire-yi. Cuma günü Akşehir'e varacağız. Hoca sadırvanda öğle için
abdest alırken... Boşu boşuna bakıp durma öyle. ötesi yok bunun Yüzbaşı. Bu iş olacak. Tamam mı Hamdi?
Tamam mı Niyazi? Sustular. Doktor:
— İşte bu kadar, dedi ve hiç bir şey düşünmeden bir adımda yanaşıp kapıyı açtı, açınca da muhtarla burun
buruna geldi:
— Ohoo... Muhtar paşa teşrif etmişler. Adam soğuktan kıpkırmızı olmuş suratı ile sırıtıyordu:
— Bi okka tütün! Yüzbaşı Nazım fırladı:
— Tütün mü?.. Hay yaşayasın! Ver.
— Kaça aldın? ' Muhtar hep sırıtıyordu:
— O kolay. Amma kâğıt yok.
Kâğıt yoksa kâğıdın önemi de yoktu. Fakat Yüzbaşı Hamdi:
— Na, dedi, bizim pul mecmuasının koleksiyonu da erimek üzere. Sıra galiba Doktorun o kıymetli Teşrih
atlasına geliyor.
Bunlar ince kâğıda basılmış şeylerdi. Sigaraları çabucak sarıldı. Keyifler yerine geldi. Muhtar fazla kalmamıştı.
Dalgın görünen şimdi yalnız Mülâzım Niyazi idi. Nihayet:
— Muhtarın gelişini duyan oldu mu? diye sordu.
Kimse aldırmadı.
— Herif dinliyordu azizim kapının ardlndan "bizi.
Yüzbaşı Hamdi o giderilmez şakacılığı ile:
— Başka ne olsun? dedi, gelip burada dinleyecek değil a! Saygılı adam, haddini biliyor, din-leyecekse
dışardan dinliyor. Hem sen onu bırak da çocukları bir dolaş bakalım. Keyifleri yerinde mi?
Mülâzim çıktı.
— Şu işi bir konuşalım.
— öyle işte, dedi, Doktorun dediği gibi yapacağız.
— İyi ama nasıl yapacağız?
— Nasıl, nasıl yapacağız?
— Kim kim gidecek... Ve kim...
Sustu. Hava tuhaf bir şekilde ağırlaşmıştı. Birbirlerine kızıyor gibiydiler. Doktor bunu sezdi ve kendini iyice
zorlayarak, biçimsizliğini bile bile şakayı denedi:
— Bu da sorulur mu yüzbaşım; sen, ben, bir de bizim oğlan ve elbette sen!
— Nasıl ben?
Doktor sol gözünü kapadı ve sağ elinin işaret parmağını kıvırarak, tetiğe basar gibi geri çekti:
— Bu yani...
Yüzbaşı Hamdi'ye şaka maka vızgeliyordu, gözlerini kısarak:
— Emredersiniz kumandanım, dedi. Ama Doktor, caymadı:
— Yaşa be Hamdi, sayende terfi ettik, öbürü başa çıkamayacağını anladı ve homurdanmayı tercih etti.
Nazım:
— Gevezelikten iş çıkmaz. Bu işi birimiz yapacağız işte. Çocuklara bırakamayız. Hiç biri de "hoca"
vurmak istemez.
Doktor, belki de sinirden gülüyordu:
— Ve hiç biri nutuk çekmesini bilmez.
— Ne nutku be Doktor? Kes Al ahaşkına!.. Kesmedi:
— Ne nutku olacakmış? tbret-i müessireyi tamam etmek için bir de nutuk lâzım.
Hamdi, baktı olacak gibi değil:
— Surda bir güreş tutalım da hırsımız geçsin, dedi.
Nazım sigarasını tazeliyordu-.
— Yüzbaşı, hey, tütünü bulduk diye kâğıdı har vurup, harman savurma. Dur yahu aklıma bir şey geldi. Çöp
çekelim, çöp. İki uzun bir kısa çöp tutarız, hangimiz kısayı çekerse o yapar bu
işi.
— îş de ne iş ya! Ama hakkın var galiba.
En iyisi bu. Ne dersin ha, Doktor?.. Doktor artık hep gülüyordu:
— Fikir doğru. Yalnız niçin üç çöp oluyor?
— Üç kişiyiz de ondan.
— Beni niye katıyorsunuz anlamıyorum?
— Niye katmayacak mışız?
— Ben muharip sınıftan değilim ki... Yüzbaşı Nazım da güldü bu lâfa:
— Bırak yılışıklığı Allahaşkına Doktor... Hadi Hamdi hazırla çöpleri. Kısayı inşal ah sen çekersin Doktor,
çünkü sen ikimizden de güm-bürtülü konuşursun.
Çöpler hazırdı. Sanki kim vuracak diye değil de vurulacak olanı seçmek için çekiyorlardı. Çöplerin birini
Yüzbaşı Nazım, birini de Doktor tuttu. Yüzbaşı Hamdi elini açtığı zaman kısa çöp onda kalmıştı.
— Nasıl olacağını karaflaştınn, dedi ve başka bir şey demeden dışarı çıktı. Doktor ardından-.
— Hey, Hamdi, ceketini al sırtına, diye ses-
lendiyse de aldırış etmedi.
Doktorla Nazım epeyce sustular. Yüzbaşı, başı ocağa çevrik suçunu söylermiş gibi-.
— Doktor be, dedi, şu Allanın belâsı Hoca'-ya bir kere daha rica etsek... Hatta diz çöksek... Yalvarsak
domuza... Ha, ne dersin?
Doktor da ona bakamıyordu:
— îyi olur... Ama... bir., emri çiğnemiş oluruz; elimize bir şey geçmez, iki... Bana kalırsa bu iş bitti.
Yüzbaşı bir kere daha:
— îş de ne iş ya!., dedi ve birdenbire Doktora dönerek tok tok konuşmaya başladı.
— Bugün Salı. İki günümüz daha var. Çok tedbirli olmalıyız. Hoca'nın seveni ziyade; bir-şeyler olabilir. Ne
elimizi kana bulayalım, ne de arkadaş kaybedelim, önce bir şaşkınlık yaratmalı, olup bitince de dakika
geçirmeden uzaklaşmalıyız. Hoca'yi tutanların bizim arkamızdan bir halt karıştırmaları pek muhtemeldir.
Kalkar Kuvvacı bilinenleri katledebilirler. Bunu nasıl önleyeceğiz? Ben diyorum ki, o gün iki bölük oluruz.
Birincinin başında Hamdi ile ben giderim. Sen de Niyazi ile birlikte ikinci bölüğün başına, geçersin. Siz daha
kalabalık olursunuz. Asıl iş size düşecek; bana öyle geliyor. Bir kere çok uyanık olmalısınız. Biz işi bitirip
camiden uzaklaşırken siz bir başka yoldan şehre girmiş bulunmalısınız. Dört nalla. Beş on el de sıkıverirsiniz
havaya. Yanın saatlik duraklama, şaşkınlık yeter. Sen kimleri koruyacağını iyi bilirsin. İş çatal aşırsa insaf
merhamet yok Doktor. Hepsini unut, amma bunu unutma, gayr-i muharip herif. Tamam mı?
Doktor, başı önüne eğik:
— Tamam kumandanım, dedi. Acı acı gülümsüyordu. Belli belirsiz mırıldandı:
— Hey AUahım! Kim kime karşı, hem de ne
için?..
Yüzbaşı da ayağa kalkarken söyleniyordu:
— Al ah kahretsin şu akıl dedikleri naneyi! Yalan da değil Hamdi'nin dediği. Acaba Direk-lerarası'nı görecek
miyiz bir daha?.. Şöyle kimse kimseye yan bakmadan, rahat gönül e, herkesi yine kardeş bilerek, burası
hepimizin diyerek?..
Kader «Olan»dır
Sazlı'dakiler bu iki günü kapana düşmüş ars-lanlar gibi geçirdiler. Kimse yerinde duramıyor, yerli yersiz
herkes homurdanıyor. En çok söylendikleri de İstanbullu Hoca idi. Ama bunu hepsi de için için yapıyordu.
Yoksa artık onun adını açıktan açığa anacak babayiğit kalmamıştı aralarında. Kendilerini ne kadar zorlasalar
da bu işi cinayete benzetmekten kurtulamıyorlardı. Aralarında en zor durumda olan da Yüzbaşı
Hamdi idi. Hamdi hatta Perşembeyi Cuma'ya bağlayan gece yani son gece; "Haber alsa da kaçıp gitse ne
olur" diye dua etmekten alamadı kendini. Tam aort yıl ölümle burun buruna yaşayan, içli dışly, senli benli
olan, buna da çocuk denecek yaşta başlayan Yüzbaşı, İstanbul u Hoca'yı yere serilmiş düşündükçe zıvanadan
çıkacak gibi
oluyordu.
Dinç mi dinç, genç mi genç bir beden, eşine çok az rastlanır bir kafa... Evleneli yıl olmamış, bugün yarın
çocuk bekleyen bir adam! Türkse Türk, hem de en katıksızından, müslümansa müslüman, hem de en
inanmış ve en bileninden! Doğru'yu bulmak, doğruyu üste çıkarmak, doğru'da buluşmak ille trajediler mi
isteyecekti? Dogru'nun bu yeryüzü cennetinin, doğru'da anlaşmak denilen cennetin yolu neden böyle çetindi?
Yere serilen yalnız yirmi, yirmibeş yıllık bir ömürle, bir ömrün elde ettikleri olsaydı dert bu kadar yakıcı
olmazdı, istanbul u Hoca'nın hakkı olan gelecek yirmi yıl ara yürek nasıl kor gibi yanmazdı? O geleGek yılları,
üstelik yalnız Hoca, yalnız karısı, yalnız çocuğu kaybetmiyordu ki... O yılların üzerinde tanıdık, tanımadık
daha binlerce ve binlerce insanın hakkı vardı. Hoca belki de gün gelecek gönül aydınlatan, kafa sağlığını
getiren, insan kurtaran cümleler bulacaktı, bu çerçeve belki de çok, çok, çok daha geniş olacaktı. Ve kurşun,
yirmi, yirmibeş yıllık ömürle birlikte bunları da yok edecek, ebediyen yok edecekti.
O gün akşam Doktor durup dururken, herkes gibi kendisi de somurtup susarken bir Yunus Emre mısraı
kaçınvermişti ağzından: "Gök ekini biçer gibi..." Yüzbaşı Hamdi yatağında dönüp dururken bunu
hatırlayıverdi: "Gök ekini biçer gibi..." Başaklar daha dolmadan! Koca Yunus'un o tekrarlanamaz şiirinden
bir başka mısra daha hatırlıyordu Yüzbaşı:
"Yanar içim, köynür özüm..." Yüzbaşının içi yanıyordu. Çanakkale'de, bir sıhhiye çadırına delik deşik taşındığı
gece nasılsa öyle, bu yangının içinde dalıp gitti. O baygınlığa benzeyen uykusu topu topu ikibuçuk, bilemedin
üç saatti.
* * *
Sazlı köyü ayaklandığı zaman gökyüzü daha esmerdi ve ayaz insanın yüzünü ısınyordu. Kırmızı biberli,
kıymalı bulamaç efradı ısıtmış ve neşelendirmişti. Fakat dört zabit ne ısındıklarını, ne de üşüdüklerini fark
ediyorlardı. Bulaşıklar karargâh nöbetçilerine bırakıldı ve bütün birlik yola koyuldu. Gruplar Kerpiçliğin orada
ayrılacaktı. Kimlerin hangi grupla gideceği yolda söylendi. Zabitler sık sık saate bakıyor ve birbirlerine
soruyorlardı: Kaç?
Yürüyüş hızını yolu çok iyi bilen Doktor ayarlıyordu. Ne erken gitmeli, ne de geç kalmalıydılar. Karardan Reis
bey ile Ali emmi dahil kimseye haber vermemişlerdi. Yüzbaşı Nazım bir ara: "Acaba kötü mü yaptık?" diye
düşündü. Fakat böylesi daha iyiydi. Yerin kulağı var derler. Ne olur, ne olmaz, duyulabilir, bu yüzden de hem
iş güçleşir, hem de sarpa sarabilirdi.
Doktor, Yüzbaşı Hamdi ile at başı gidiyor ve ona aşırı bir yakınlık gösteriyordu. Bu da sonunda Yüzbaşının
canını sıktı:
— Anladık be Doktor! Bebek avutur gibi ne oluyor yani?
Doktor üzerine varmadı.
Adsız köyün başında güneye sapıp demiryolunu istasyonun üç kilometre kadar ötesinden geçtiler. Kerpiçliğe
yaklaşırken Yüzbaşı Hamdi birliğini ayırdı. Sıhhiyeci Ali Çavuşla Topbaşların Küçük Halis bir manga ile şehre
Hıdırlık'tan girip Kızılca'dan Hoca'nın evine ineceklerdi. Bu, hesap ters çıkabilir diye yapılıyordu. Bir manga da
Hoca'nın en yakın dostu Kel Hacı'nın sokağını tutacaktı. Hoca camiye gelmese veya kurtulsa da ellerine
düşecekti. Hamdi kısa kısa cümlelerle yapılacak şeyleri anlatırken Yüzbaşı Nazım da Doktorla konuşuyordu:
— On dakikayı geçirmeyin, dört nalla karakolun üstündeki sokaktan gelin. Çoğu bizden. Ama ne olur, ne
olmaz; silâha davranan çıktı mı duraklamak yok, tepelersiniz. Sıkı tembih et çocuklara. Hamdi'nin işi bitti
galiba; hadi eyval ah. Hani sen bir defa demiştin. Şimdi biz yokuz diye. Yine öyle, şimdi biz yokuz.
Atını mahmuzladı. Bu sırada Yüzbaşı Hamdi Doktorla Mülâzıma el sal ıyordu. Doktor:
— Al ah beraber olsun, diye mırıldandı ve düşündü. Evet, şimdi onlar yoktu, şimdi dev gibi bir makine işliyor,
onlar da çarklar veya çarkların dişlileri gibi bu dev dönüşe uyuyorlardı:
"Benim tabancam!"
"'Ben iyi nişan alırım!"
"Tetiğe bir dokundum..."
"Baktım ki..." ve bunların benzeri daha bin-, lerce ben'li lâf. Ben, benim, bana, benden... Ama bir de bakarsın
tabanca senin, nişan alan sen, tetiğe basan yine sensin de ortada sen yoksun, her şeyin bir "Emir", bir
"Kumanda" oluverdiği an gelmiştir ve sen artık elindeki tabancadan farksızsın.
Şimdi de öyle idi, var olan .yalnız emirdi, kumanda idi, dünya şimdi Istanbul'lu Hoca'nın ölümü için
dönüyordu. Fakat emir'den, kumanda'dan başka bir de kader vardı, alın yazısı vardı.
Gemleri birden ve kuvvetle kasılan atlar önce şaha kalkıp sonra durdular. Üç beş saniye önce nal sesleriyle
ortalığı bir kıyamet gürültüsü sarmıştı. Şimdi bir kıyamet sonu sessizliği vardı.
Caminin avlusunda kimi şadırvanın musluklarında abdest alan, kimi kol arını yeni sıvamış veya sıvadığı
kollarını indirmekte olan veya yolda camiye doğru yürüyen yüze yakın insan donmuş gibi duruyordu. Bütün
hareketler son noktasında mıhlanıp kalmıştı.
Yüzbaşı Hamdi atından bir anda atladı. Belindeki tabancanın kılıfı açıktı ve kapağı arkaya kıstırümıştı.
Şnayder'in namlusunda kurşun vardı, emniyeti de açıktı. Yüzbaşı, kol arı hafifçe kıvrık ve alabildiğine gergin
yürürken dinamit gibi patladı .
— Hoca nerde?..
Sessizlik de donup kalmış gibiydi. Yüzbaşının sesi çın çın ötüyor ve tekrarlanıp duruyordu sanki:
— Tez söyle, Hoca nerde?..
Bir at kişnedi, üç beşi malta taşlarına sinirli sinirli tırnak vurdu. Fakat sessizlik yine de olduğu gibi duruyordu.
Sanki kişneme ve eşinmeler sağır duvarın ötesindeydi.
Yüzbaşı geniş ve çabuk adımlarla caminin iç kapısına doğru yürüdü. Nalçalı ve kabarık çizmelerinin "Tok tok"
diye bastığı yerin altında, geniş, bomboş bir mahzen var gibiydi. On kadar kuvvacı daha atlarından atlayıp
ardından yürüdüler.
Boşalan atlar derhal yedeğe alınıyordu. Tam bu sırada keskin bir ıslık işitildi, bunun üzerine bir o kadar
kuvvacı da caminin arka kapısına yürüdü.
Bütün bunlar için bir zaman söylemek gerekirse dakika ile konuşulamazdı. Her şey, otuz. kırk saniyenin
içinde olmuştu. Yüzbaşı sert bir el hareketi ile kapıdaki meşin perdeyi kaldırırken bir koşma oldu ve bir ses
fısıldar gibi:
— Yüzbaşım, dedi, Hoca yok.
Baktı, çocukla delikanlı arası biri. Güç tanıdı. Bu marangoz Rıza idi.
— Nerde?
Sorduğu Rıza değil de sanki bir düşmandı.
— Bilmem... Emme dünden beri yok. Yüzbaşı sinir gerginliğinden kurtulur gibi
olmuştu. Rıza bir parça daha yardım etti:
— Reis beyler Ali emmilerde. Yüzbaşının yürüyüşü şimdi daha hızlıydı.
Geri döndü ve atma atladı, ötekiler de onun gibi yaptılar. Yüzbaşı Nazım ona bakıyordu.
— Kaçmış galiba.
tki yüzbaşının da kafası makine gibi işliyordu. Hamdi:
— Bizimkiler Ali emmide imiş, dedi. Gidelim Hasan çavuş!..
Hasan çavuş at yanaştırdı.
— Beş kişi al, Kızılca'ya git, Niyazi adamları Hıdırlık'ta tutsun. Doktorla Halis, Ali emminin evine gelsin,
yallah, ötekisini sen söyle Nazım.
— Ben karakolu basacağım. Bu kadar yol boşuna tepilmez. Biraz cephane üç beş de adam alalım.
— Ben Ali emmide beklerim.
Aradan topu topu iki dakika geçmişti, şimdi namaza hazırlananlar harıl harıl konuşuyor. Yüzbaşı Hamdi, Ali
emminin evinde, oturduğu minderde soluya soluya palaskasını gevşetiyor ve çarşıdan silâh sesleri geliyordu.
Her şey bittiği zaman Akşehir başlangıç ânından yarım saat uzakta idi. Karakolun basılışı havaya sıkılan
kurşunlarla başarılmış, hiçbir direnme olmamıştı. Yalnız o sırada hükümet konağından gelmekte olan Çerkeş
Reşit bağırıp çağırmış, zaptiyelere sövmüş fakat Yüzbaşı Nazım ayaklarının arasına iki kurşun sıkıve-rince de
soluğu Pandelinin meyhanesinde almıştı.
Olet lukenut 1 tekstiä osoitteesta Turkki kirjallisuutta.