Küçük Ağa - 13
Sanojen kokonaismäärä on 2968
Yksilöllisten sanojen kokonaismäärä on 1715
32.9 sanoista on 2000 yleisimmän sanan joukossa
48.3 sanoista on 5 000 yleisimmän sanan joukossa
57.0 sanoista on 8 000 yleisimmän sanan joukossa
— Iııh, kuşa atmam, dedi arkasını döndü.
— Niye?..
— Hiç işte., anam döver...
Güldüler. Salih:
— Yaprak dikelim, dedi.
"Asma yaprağı küçük, kabak yaprağı büyük, orası pek uzak, buradan çocuk da vurur" çekişmesi epey sürdü.
Nihayet birbirine denk üç fasulye yaprağı Hayri'nin adımlarıyle onbeş adım öteye sıralandı. Doktor, Salih'e:
— De buyur bakalım onbaşı, dedi. Salih tatlı tatlı itiraz etti:
— Buyurmak kim, biz kim doktor bey, had-dimizi biliriz biz. Siz buyurun.
Doktor işin ciddiyetini anlamıştı. Mahcup olmak da istemiyor, duyduğu çekingenliği yenemi-yordu:
— Haydi bakalım Hayri, sen başla.
Hayri de itiraza hazırlanırken "Güm" diye bir tabanca patladı. Sol baştaki yaprağın bir kenarı uçmuştu.
Yüzbaşı tabancasının namlusunu üf lerken:
— Amma da nazlandınız ha! dedi.
Aynı sözü daha önce Salih de aklından geçirmişti.' Ne var ki en son atıp, en iyi neticeyi almak ve tek kol u
kahraman sayılmak hevesini bir türlü yenemiyordu. Derken Hayri ateş etti. O yüzbaşıdan daha iyi vurmuştu.
Mermi yaprağı aşağı yukarı tam ortadan deldi. Doktorun aldığı netice de ona yakındı.
Salih:
— Yüzbaşım müsaade eden mi, ben de senin yaprağa ateş edecem, dedi.
Üçü de namluyu doğrultup nişanlayarak ateş etmişlerdi. Salih toplusunu çekti. Arkası hedefe dönük,
yüzbaşıdan cevap bekliyordu. Yüzbaşı kısık gözlerle ona baktı ve :
miş gibiydi. Yüzbaşı çatık yüzünde belli belirsiz bir gülümseyişle:
— Aferin ulan çolak, dedi.
Doktor da sırtını tapaladı. Salih'e gelince o şimdi ciddileşmiş, vakurlaşmıştı. Avluya dönerken doktorun
kulağına fısıldadı:
— Ah bir parabellum olsa., mavzer gibi atar mübarek.
Doktor:
— Buluruz be Salih, dedi ve yüzbaşıya söyledi. O da-.
— Buluruz elbette, diye söz verdi. Salih'in içi içine sığmıyordu.
Yalnız içerdeki konuşmalarda keyfi yeniden kaçtı. Zira onun, aralarına katılmak için duyduğu istek ne kadar
kuvvetli ise, berikilerin de Salih'in Akşehir'de kalırsa daha çok faydalı olacağına inanışları o kadar kafi idi.
Israrı, hatta utanmayı bırakıp yalvarması para etmedi. İkindiye doğru Ali emminin eşeğine atlayıp da yola
koyulurken, doktor omuzunu okşaya okşaya gönlünü almaya çalıştı:
— Salih, oğlum, çocuk olma. Kimsenin gördüğü iş ötekinin berikinin gördüğünden aşağı sayılmaz. Bi bakıma
Ali emmi hepimizden faydalı, hepimizden büyük iş yapıyor. Anladın mı? Sonra
du. Ancak sen Ali emmiye selâm gönaereceK. uu başkasını bulsan iyi edersin. Koca herif beni gördü mü
domuz görmüş gibi oluyor. Bi de şu "Yavaş yavaş" lâfını kaldırın ortadan.
Karakaçan... "Tıpırtıpır tıpırtıpır" yürüyüşle, bir karış toz bağlamış yolu makineli ateşine tutulmuş gibi
tozutarak gidiyordu.
Doktor olduğu yerde, el eri külot pantolonunun ceplerinde, dalgın bakışlarla uzun müddet bu gidişi seyretti.
"Yavaş yavaş lâfını kaldırın ortadan..."
Salih'i iyi anlıyordu.
"Yavaş yavaş.."
Bu lâf doktoru da ne kadar sinirlendirir, nasıl çileden çıkarırdı!..
Bir tarafta Yunan İzmir'i aldı, öbür tarafta "Yavaş yavaş!"
Bir tarafta Fransızlar Ermenileri silâhlandırıp o canım Antep'e, o cömert Çukurova'ya saldırır, öbür tarafta
"Yavaş yavaş!"
Bir taraftan efeler beşiği gider, bir tarafta Osmanlı pınarı gider, bir tarafta Rum çeteleri, bir tarafta Ermeni
çeteleri kan, kan, kan, boyuna kan döker, köy basar, kent basar; öbür tarafta hepsine karşı ve daima
"Yavaş, yavaş!"
Bu yavaş yavaşları duydukça bir yıldırım.
dehaya yakın bir uyanıklık işiydi.
Yavaş yavaş!.. Amma dakikaları bile boş geçirmeden.
Yavaş yavaş!.. Amma en hurda imkânları, en küçük fırsatları bile değerlendirerek.
Yavaş yavaş!.. Amma imanı ve azmi zerre kadar yıpratmadan, zedelemeden.
Yavaş yavaş!.. Amma gönül birliğini gevşetmeden.
Yavaş yavaş!.. Amma bir süngü iken, bir tek mavzer iken, bir mitralyöz bir top olabilirim hırsına kapılmadan
ve sadece en üstün süngü, en verimli mavzer olmaya bakarak.
Evet, ve ne çare, yavaş yavaşdı. Çünkü bu iş efsanevi bir sabır, bir iman.bir uyanıklık, bir azim ve muhteşem
bütüne alçak gönüllülükle uyma işiydi.
Başlangıçta doktor da Salih gibiydi. Fakat artık o en büyük düşmanın "sabırsızlık" olduğunu öğrenmişti,
çünkü heyecanlanıvermeleri, kıymaları, suçlandırmaları ve arzu kaynamaları ile kendisinin, doktor Haydar'ın
bir hiç olduğunu öğrenmiş, dâvanın üç boyutunu-, vatan, millet ve tarih boyutlarını idrâke başlamıştı.
Toz rengi ova güney ve kuzey arasında sınırsız uzayıp gidiyor, ufukta eriyordu. Doğuda Emir Dağları bakır
rengi ve donup kalmış bir dalga kabarığı gibiydi. Batıda Sultan Dağlan yemyeşil vadileri ile dünyanın ötesine
açılan kapıya benziyordu. Güneş, artık gözleri yormayan tekin bu iş, Salih'e böyle genyoruu. dünyanın
merkeziydi. Her şey ne olacaksa orada olup bitecekti: Gâvur mahallesi, Çerkeş Reşit, İstanbul'lu Hoca, Ali
emmi, bilemedin bir de Kuvvaya yardım. Bunlar bir hâle yola kondu mu mesele tamamdı. Bunun için de
"yavaş yavaş" lâfından boş, bu lâftan daha kızdırıcı ne olabilirdi? Çünkü bunları hâle yola koyacak arzu
gönülde çırpınıp duruyor, hüküm ve kanaatler ise bütün kafayı kaplıyordu. Böyle olunca durup beklemenin
ne âlemi vardı?
Bir vakitler, üç aşağı beş yukarı, doktor da aynı durumdaydı. Sonra sonra işin rengi değişti. İstanbul'lu Hoca
gibi zıt kutuplar bir yana, babasının mektep medrese ve mahal e arkadaşlarının bile, sırasına göre bambaşka
şeyler düşündüğünü görmüştü.
İşin acı kördüğümü de burada başlıyordu; zira onların düşünme, hüküm verme ve vardıkları hükme göre
davranma hakları da en az ken-dininki kadar meşru idi. En sonunda konuşulacak olan şey kimin yanıldığını,
kimin haklı olduğunu araştırmaktan öte gidemezdi.
Bir ordunun derlenip toparlanması, hattâ yeniden kurulması, evet, yavaş yavaş olacaktı. Fakat asıl sabır
isteyen, asıl yavaş yavaş dedirten, dedirtmesi gereken iş bu idi; yanılanı yanıldığına inandırmaktı, onu yoktan
yere bir başka düşman yapacak yerde, hakkı olan cepheye, asıl cephesine kazandırmaktı.
tpi koparmak kolay, bir İstanbul u Hoca'yı tepeleyivermek ondan da kolaydı. Ama bu kazanç değil, kayıp
olacak, meseleyi hal etmeye-cekti. Çünkü karşıdaki tek bir varlık değil, bir inanış, bir düşünüş düzeni idi ve
doğumu, besle-nişi, gelişimi, tutunuşu, yayılışı bu topraklarla bu mil et böyle olduğu için böyle olmuştu.
Kendini kendine yarı yarıya düşman etmek gibi korkunç bir ihtimal varken "yavaş yavaş" dememenin çaresi
ne idi?
Yavaş yavaş ve anlayışla, iyiniyetle, sevgi ile.
Bunu anlamak lâzımdı. Bunu anlamak şarttı. Yoksa doğru yol, yoksa hakikat işe yaramaz, hatta çirkinleşirdi.
Zafer bunu anlayanların hakkıydı, şerefli hakkıydı.
Salih ve karakaçan sınırsız düzlüğün içinde eriyip gitmişti. Güneş artık görünmüyordu. Gökyüzü hâlâ
sarışındı, batıda portakal rengi bulutlar belirmişti, ovadaki aydınlığa ise gitgide lâcivert ve gri renkler
siniyordu. Köyün kıyısındaki kuyuya önce koyun, sonra da inek sürüleri geldi. Ortaköy ebedi gecelerinden
birine daha hazırlanıyordu. Az sonra aynı gece dağsal köylere, vadi köylerine, çadırlı ordugâhlara ve binbir
çeşit başın binbir yastığa düşeceği kasaba ve şehirlere de inecekti.
Bu asırlar ve asırlardan beri böyle olagelmişti. Asırlar ve asırlarca da böyle sürüp gidecekti. Acaba bu geceyi
paylaşmanın, bu geceden herkese bir pay düştüğünü bilmenin yolu ne idi?
Acaba İstanbul u Hoca Ali emmi ile, Ali emmi Sivas'taki Hacı Ömer ile, Hacı Ömer, onbinlerce tepeden bir
tepedeki çadırda yatan Mehmet Çavuşla aynı geceyi paylaştığını, kendine düşen uyku ve rüya payında, aua
de, dileklerde, ümitlerde ortakları olduğunu düşünecek miydi?
Doktor, hâlâ elleri pantolon ceplerinde ve kafası dalgın çiftliğe döndü. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Fakat
kapıda kendisini karşılayan Yüzbaşı Hamdi:
— Haberin var mı? Konya'da isyan çıkmış, emir geldi, biz de oraya gidiyoruz... deyince bütün psikolojisi
değişiverdi:
— Ne zaman? Yüzbaşı güldü:
— Ne zamanı var mı bunun doktor? Yatsıdan sonra. Hadi çık eşyalarını topla.
Aşağıda, ahırların yanındaki odaya daha yeni yerleşen acemiler de, başlarında Hayri, bir telâş, bir gürültü
hazırlanıyorlardı. Doktor:
— Bunlar da gelecek mi? dedi. Yüzbaşı yine güldü:
— Kime emanet bırakırız be doktor?
Tüfeği ellerine dün alan çocuklar bugün kavgaya katılacaktı. Yüzbaşı doktorun ne düşündüğünü anladı:
— Üzülme, üzülme. Korktuğun gibi değil. Onlar kurşunu, bozulur da tabanları kaldırır, üstelik iyi
kaçamazsak görürler. O zaman da ha evlerinde analarının dizi dibinde, ha bizimle olmuşlar, fark etmez, öyle
değil mi?
Son cümleleri güle güle ve yüksek sesle söylemişti; çünkü doktor koşa koşa merdivenleri çıkıyordu :
Odaları çoktan karanlık basmıştı. Doktor, yatağının başucundaki rahlede duran mumu yaktı. Oda arkadaşları,
yüzbaşı ile mülâzım denkleri-
nkanuş'tan kalma bir beylik, mini mini bir meK-tup paketi, üç beş kitap ve iki üç takım çamaşır... Vur sırtına,
git Hicaz'a bana mısın demezsin. Kendi dengi de bunlardan farklı olmamıştı, şimdi de olmayacaktı. Fazladan
beş on meslek kitabı vardı. Bu yüzden de her konak değiştirişte yüzbaşı onun dengini şöyle bir sal ar ve
takılırdı:
— Ooo... Bu doktorun dengi... İlim ağırlığı var! Şimdi anladım doktor, sen neden bu kadar ağır başlısın.
Gülmek ve gülmek için sebepler icat etmek lâzımdı., takılmak, şakalaşmak için hiç bir fırsatı kaçırmamalıydı.
Fırsat mı yok? Bunu da icat etmek lâzımdı. Neşe de dua kadar destekliyordu insanı.
Doktor bu cephe insanlarındaki aşırı, hatta zaman zaman taşkınlık haline gelen neşenin üzerinde çok
durmuştu. Hayat cephede eşi benzeri olmayan bir grafik çizer, iman ile taşkınlık arasında testere dişleri gibi
iner çıkardı. Neden?
Bu keskin çelişme sadece görünüşte idi. Yoksa tiua ile kahkaha aynı kaynaktan gelmekteydi, neşe imanın
koruyucusu, siperi oluyordu. Neşe, normal işleyen aklı, ümitsizliğin zehirli dumanları içinde bozguna
uğratacak, ruhu kahredecek çıkmaz durumlara karşı bir Köroğlu isyanı idi.
Düşünmek insanın içinde kendine karşı bir düşman daha peydahlaması oluyordu. Şartlar o kadar berbattı
işte. Üzerlerine çöreklensen, didik didik etsen eline iç çöküntüsünden başka ne geçecekti? At kahkahayı
"Alaman Bombası" gibi bu berbat durumun alnı kabağına, paramparça et namussuzu,Bak ondan sonra dua
nasılyiğit duası oluyor.
Doktorun eli çok ağır işliyordu ve bu ilk defa olarak işte bu akşam böyle idi.İlk defa olarak yüzbaşının
neşesinde şakadan başka bir şey, kaderin insanı isyan ettiren gaddarlığını buluyordu. Ana kucağını daha dün
bırakan gök ekin gibi delikanlılar dinsiz, imansız, beyinsiz kurşunlara karşı sürülecekti ha!..
Kim öle, kim kala?..
Ve her şehidin ardında Şekspir'ini, Korney'ini bulamayacak bir facia, yürekler paralayıcı bir facia yatacaktı.
Yavuklular, sözlüler, saçı bitmedik yavrular, ak sakallar, apak saçlar... ve gözyaşları... kırık gönüller...
Elinde bir Evliya Çelebi cildi vardı. Doktor onu görmeden, hangi sayfasına baktığını fark etmeden öyle
dakikalarca tuttu. Evliya Çelebi onun için bir tek cümleden ibaretti:
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!.."
Yalnız Evliya Çelebi değil, fakat doktor için bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti işte bu cümleden ibaretti ve
Evliya Çelebi'de her hadiseyi noktalayan bu söz, tarih yaratan ruhun formülü, o ruhun tâ kendisiydi.
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!.."
İnanç ve düşünce için yaşayan, yaşamaya, ancak ve ancak inanç ile düşüncenin yaşama dedirteceğini bilen,
kısacası insanı anlayan insanların bundan daha olgun bir söz bulabileceklerini doktor sanmıyordu.
ölmek bir şey değildi. Bu ölümlerde gururdan şerefe kadar insanı saran bir mükâfat vardı. Fakat insan önce
ölmesini bilmeliydi, ölmek kurban edilmek, kurban olmak değildi. Hele kurban etmek hiç olmamalıydı. İşte
bunlar günahtı. Doktor, ateşe götürülürken Zer-Taç'ın söylediği şiiri düşünüyordu. Ona-, tövbe et Şah seni
affedecek demişler, genç ve güzel kadın da buna şöyle cevap vermişti:
"Ben ne ateşin çektiği pervane, ne de kurbanlık koyunum. Ben düşünen baş, inanan gönülüm!"
Ama Zer-Taç dövüşmesini öğrenmiş, ondan sonra dövüşmüştü. Ya bu gök ekine benzeyen çocuklar?..
Onlar daha dövüşmesini bilmiyorlar ki...
Peki çare?.. Çaresizlik doktorun içini mıncıklıyor, didik didik ediyor, derişiz, cılk etlerine tırnak geçiriyordu.
Kitabı mumun ışığına tuttu ve cümleyi gördü ?.
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!..»
Evliya Çelebi sanki bu defa, vahşi yaylaların dev delikanlısının ağzından, bütün bir milletin adına, Al aha
sesleniyordu.
* *
Sonbahar Anadolu'yu kurşun yüklü bulutlar ve ürpertici rüzgârlarla tarıyordu. Mahsul zararsızdı; çünkü
tarlaların yüzü erkek bileği ve tabanı görmüş, yağış görmüştü. Ama gene de bütün Anadolu'nun üstünden o
bulutlardan başka
bulutlar geçiyor, o rüzgarlardan başka rüzgârların sürüklediği bulutlar geçiyordu.
Şimdi düşman endişesine, vatanı, istiklali ve yaşama hakkını kaybetme endişesine bir de tedirginlik
eklenmişti. Uzun tırnakları uzun saçlarından pis, derisi de saçları gibi yağlı bir adam olan Damat Ferit Paşa,
kaynağı meçhul bir hırsla Kuvvâyi Mil iyeye karşı çalışıyor, milleti millete karşı seferberliğe kışkırtıyordu. Para
veriyor, makam ve unvan veriyor; haydutları, eşkıya çetelerini tahrik ediyor, kurtuluş hareketlerini felce
uğratmak, memleketin kaderini işgal kuvvetlerinin hesaplarına teslim etmek için yapabileceği her şeyi
yapıyordu.
Dünya ona göre içinde bulunduğu durumdan ibaretti. O üstün ve karşı durulamaz kuvvetlerin elinde idi ya,
bütün memleket de öyledir sanıyordu. O, kımıldamamaya mahkûmdu ya, o hayır demeye kalkıştığı zaman
nasıl yakapaça götürülecekti ya, bütün memleketi de tıpkı kendisi gibi evet demeye, her şeyi kabul etmeye
mecbur sayıyor ve memleketin "hayır", "asla" deyişinde kendi mahvını görüyordu. Kendi mahvını milletin ve
memleketin kurtuluşundan ayırabilecek yaratılışta değildi.
Gerçi Osmanlı Hükümeti mil etlerarası bir varlık olmaktan çıkmıştı. Ama bu etiket, Müslüman Osmanlılar
arasında hâlâ bir mâna ifade etmekte idi. Bu yüzden de Damat Ferit Paşanın faaliyetleri hâlâ tesir sahaları
bulabiliyordu. Asıl mühim olan da bu faaliyetlerin arkasında sancak-ı şerifin ve payitahtta kalan bazı
ulemâ'nın bulunuşu idi. Anadolu'ya fetva üzerine fetva üzerine fetva yağdırıyor,Ayrıca imparatorluğu
mahveden fırkacılığın kalıntıları da tahrik ediliyordu.
Halkın büyük denilebilecek bir kısmı kararını vermişti. Fakat beride sal antılı yığınlar vardı, aldatılanlar,
Kuvvâyı Milliyeye karşı bir ikinci cephe açabilecek olanlar vardı. Ve bu korkunç ikinci cephenin unsurları yer
yer kapı komşu olarak yaşıyor, hatta bazen kırk yıllık çatıların altında bile biraraya gelebiliyordu. Babanın
İstanbul'a oğulun veya torunun Kuvvaya taraftar olduğu evler vardı.
öyle köyler, öyle kasabalar da vardı ki, güney dağlarını Damat Ferit'in kışkırttığı haydutlar yatak yapmış,
kuzey tepelerinde ise Kuvvâyı Mil iye birlikleri karargâh kurmuştu. Her iki taraf da halka, elde mavzer, "Bize"
ve "Bizim için" diyordu.
Büyük tedirginliğin ruhları sarsması için mavzere de lüzum yok, hatta bir namazdan sonra biri, bir
namazdan sonra öteki konuşan ve birbirinin söylediklerinin tamamen zıddını söyleyen vaizlere de lüzum
yoktu. Zira insanlar o tedirginliği yaratan havanın içinde yaşıyorlardı. Zira rüzgârlar barut kokuları, kan
kokuları ve top-tüfek sesleri ile yüklüydü.
Zira bu barut kokularının kimi Yunan, kimi Kuvva, kimi eşkiya tüfeklerinden geliyor, zira bu kanları aynı
milletin çoluk çocuğu döküyordu.
Karar vermenin bu kadar şart olduğu, bu şartın herkes için aynı kesinliği taşıdığı bir devir daha görülmemişti.
Yatalaklarla en kurnaz kaçaklar dahil herkes, ama herkes bir karar vermek, cephesini seçmek
zorundaydı.Hareket şart değildi.Şart olan bu karardı; çünkü artık bir cümle, bir soru, bir cevap, hatta bir
susuş veya sadece bir bakış bile mavzere davranmaktan, tetiğe parmak atmaktan farksızdı.
Evlerine çekilmek, darda kalmadıkça çarşıya pazara çıkmamak isteyenler vardı, bunun aksine evde
duramayan, tek başına kalınca içi içine sığamayanlar vardı. Ve evlerine kapanmak isteyenler ilk hedefin
kapıları çekilmiş evler olacağını pek iyi seziyorlardı, evlerini dar bulanlar ise ortalıkta dört dönüp de "karar"ı,
doğruyu arayanlardı, öyle veya böyle, büyük bir çoğunluk hayatın artık ne kadar başka, sana geldiklerinden
ne kadar ayrı bir şey olduğunu anlamıştı. Bunu onlara ne Balkan, ne 93, ne de Cihan Harbi anlatabilmişti.
Canlarında kendilerinden başka bir şeyin de payı bulunduğunu büyük payın bu olduğunu ancak şimdi
anlıyorlardı.
Ordunun yenilişi, bir harbin kaybedilişi başka, artık nefes aldıkları havaya sinen bu durum başka idi. Yepyeni,
yüzyıl ar ve yüzyılların yarattığı kan'a, ruh'a ve kafa'ya yabancı, zamana, tarihe yabancı bir durumdu bu.
Sanki üzerinde yaşadıkları parça dünyadan kopmuş, bambaşka bir güneşin etrafında, ayrı bir hızla dönmeye
başlamış, geceler, günler değişmiş, iklim değişmiş, toprak değişmişti. Ve yaşamak, hem de yüzyıllardan beri
uydukları örfleri, gelenekleri, bilgileri hiçe indiren bu düzene uyarak yaşamak gerekti. Bunun için ne yapmalı,
nasıl davranmalı, hangi yola gitmeliydi?
Kurşun yüklü bulutlar, ürperten rüzgârların önünde ve kuzeyden güneye doğru bütün Anadolu'yu
tarıyor,fakat bu mesele bütün çatıların üzerinde bir görülmemiş, acaip bulut gibi asılı duruyordu.
Sinirler gerilmiş, gerilmiş, gerilmişti. Yoktan yere kavgalar, sövüşmeler çıkıyor, fiskoslar, haklı haksız
çekişmeler hemen hemen herkeste bir ikinci mizaç haline geliyordu. Bütün bunların çoğu, insanların kendi
kendileri ile yaptıkları kavgaların sonucu idi. insanlar önce odalarında, yataklarında kendi nefisleri ile kavgaya
tutuşmuştu. Kavganın evlerden, kırk yıllık karı - kocalardan sokaklara taşması daha sonra idi.
Bir gün Salim'in kahvesinde Hacı Yusuf a: «— Hayrola Hacı bey, canın pek sıkkın?..» demişlerdi. Gerçekten
de adamın suratından düşen bin parça olacak gibiydi. Puflaya puflaya:
«— Sorman heç.. bizim köroğlunun kalbini fena kırdım. Ortada da fol yok yumurta yoktu yahu!..» demişti.
Hacı beyin helâline karşı şefkati ve muhabbeti pek meşhurdu. Kadıncağız da yumuşak başlılığı, fakir fukara
sevgisi ile tanınırdı. Adamın üzüntüsünü kimse yadırgamadı; onu avundurmak isteği de evlerin halini ortaya
döküverdi. İlk olarak seksenlik Dabak Hacı Hafız-.
— Sorma Hacı bey, öteygün o haltı ben de işledim. Dilim yetmedi, üstelik bi de konsolun üstündeki karpuzlu
lambalardan birini kaptığım gibi yere çalıvermişim!..» dedi. Sonra da arkası geldi. Böyle şeyler aşağı yukarı
her evde oluyordu.
Sebebi, Hacı bey gibi kimse bilmiyordu. Fakat herkes biliyordu ki, artık bir karar vermek verilen bir kararın
arkasında peşine düşmek şarttı.Bütün Anadolu gibi Akşehir’de de esen hava artık bu hava idi.
İlk çalkanttlar
Ortaköy'deki Kuvvâcıların sayısını kimse bilmiyordu. Fakat orada birlik vardı. İşte bunu duymayan kalmamıştı.
Kimine göre yüz, kimine göre toplu, mitralyözlü bin kişi.
O kadar veya bu kadar... Birliğin orada bulunuşu kafaların işleyişinde iş görüyordu. Nitekim "Kuvvacılar
gitmiş" haberi de düşüncelerin, tutumların yönünü bir iyice değiştirdi. Değişmenin en önemlisi de Kör
Hüseyin'de oldu. Mumcu'-lardaki toplantı için "Burada kalacak" diye söz vermişlerdi. Fakat Kör Hüseyin, ard
arda üç gece yatağında sabahı ettikten sonra kalktı, İstanbul u Hoca'ya gitti:
Niyeti isim vermeden anlatmaktı. Fakat olmadı. Hoca'nın tesirine dayanamadı, kim vardı, kim yoktu, kim ne
dedi... hepsini bir bir saydı döktü. Gizli, yeminli toplantıyı baştan sona anlattı.
Ne var ki Salih'in kopuk arkadaşları bu ziyareti tespit etmiş, haberi derhal uçurmuşlar, gözlerini abarta
abarta:
«— Herif bi saat kaldı len...» demişlerdi. Salih de vakit geçirmeden Ali Emmiye yetiştirdi. Öğleye varmadan
Ağır Ceza Reisi dahil, haberi artık herkes biliyordu. Reis bey, odasında, Küçük Hacı'va:
-Hacı Bey siz bir sorun bakalım ne konuşmuş ? dedi.Hem de düpedüz ve kısaca.
Hacı bey bu tavsiyeyi Ali emmiye anlattı, o da:
— Doğru ya, dedi. Sor bakalım. Namazdan sonra da bu iş oldu.
— Merhaba Hüseyin ağa!..
— Merhaba Hacı bey...
— Görünmez oldun be?
— İş güç Hacı bey..
— Hoca efendiye gitmek için vakit buluyon amma... Sahi ne konuştun onunla?..
— Hiç be Hacı bey... Hacı bey güldü.
— Bi saat de hiç olur muymuş hay Hüseyin. De bakalım da biz de faydalanalım.
Gülüşü de, söyleyişi de emirdi ve bal gibi tehdit eden bir hali vardı. Küçük Hacı'yi iyi bi-ürdi; hiç nazlanmadı:
— Valla Hacı bey... Beynim günlerdir karıncalanıp durur. Ben neyim ki, aklım ersin? Gittim Hoca efendiye
danıştım.
— Şuna konuştuklarımızı anlattım desene mübarek!..
Kör Hüseyin susuyordu. Küçük Hacı tam bir tükürüşle:
— Tu sana... Söz verdik len, burda kalacak diye değil mi? Sana bi şey deyem mi? Anlatmışın, anlatmamışın,
bi şey çıkmaz bundan. Yeminini bozuşuna yanarım. Hadi git... Git hadi. Selâmın sabahın eksik olsun. Herkese
de deyecem bunu.
Ve dedi de tabii. Kör Hüseyin Akşehir'in tek kalan ilk insanı olmuştu.
Arkasından bir de Çakırsaraylı Akşehiri basacakmış haberi çıkınca Hüseyine karşı duyulan tiksintiye kızgınlık
da karıştı. Çünkü Çakırsaraylı çetesini Istanbul'lu Hocanın çağırdığı söyleniyordu.
Bu doğru değildi. Fakat haber ısrarla yayılıyor, mektubu götürüp getirenlerden bahsediliyordu. Kasabada bir
telâş, bir korkudur başlamıştı. Çakırsaraylı'nın yapıp ettiği zulümler, asıp kesmeleri dilden düşmez olmuştu.
ölüm ilk defa yaşlıların ve hastaların endişesi olmaktan çıkıyor, Çobankaya gibi bütün kasabanın üstüne
— Niye?..
— Hiç işte., anam döver...
Güldüler. Salih:
— Yaprak dikelim, dedi.
"Asma yaprağı küçük, kabak yaprağı büyük, orası pek uzak, buradan çocuk da vurur" çekişmesi epey sürdü.
Nihayet birbirine denk üç fasulye yaprağı Hayri'nin adımlarıyle onbeş adım öteye sıralandı. Doktor, Salih'e:
— De buyur bakalım onbaşı, dedi. Salih tatlı tatlı itiraz etti:
— Buyurmak kim, biz kim doktor bey, had-dimizi biliriz biz. Siz buyurun.
Doktor işin ciddiyetini anlamıştı. Mahcup olmak da istemiyor, duyduğu çekingenliği yenemi-yordu:
— Haydi bakalım Hayri, sen başla.
Hayri de itiraza hazırlanırken "Güm" diye bir tabanca patladı. Sol baştaki yaprağın bir kenarı uçmuştu.
Yüzbaşı tabancasının namlusunu üf lerken:
— Amma da nazlandınız ha! dedi.
Aynı sözü daha önce Salih de aklından geçirmişti.' Ne var ki en son atıp, en iyi neticeyi almak ve tek kol u
kahraman sayılmak hevesini bir türlü yenemiyordu. Derken Hayri ateş etti. O yüzbaşıdan daha iyi vurmuştu.
Mermi yaprağı aşağı yukarı tam ortadan deldi. Doktorun aldığı netice de ona yakındı.
Salih:
— Yüzbaşım müsaade eden mi, ben de senin yaprağa ateş edecem, dedi.
Üçü de namluyu doğrultup nişanlayarak ateş etmişlerdi. Salih toplusunu çekti. Arkası hedefe dönük,
yüzbaşıdan cevap bekliyordu. Yüzbaşı kısık gözlerle ona baktı ve :
miş gibiydi. Yüzbaşı çatık yüzünde belli belirsiz bir gülümseyişle:
— Aferin ulan çolak, dedi.
Doktor da sırtını tapaladı. Salih'e gelince o şimdi ciddileşmiş, vakurlaşmıştı. Avluya dönerken doktorun
kulağına fısıldadı:
— Ah bir parabellum olsa., mavzer gibi atar mübarek.
Doktor:
— Buluruz be Salih, dedi ve yüzbaşıya söyledi. O da-.
— Buluruz elbette, diye söz verdi. Salih'in içi içine sığmıyordu.
Yalnız içerdeki konuşmalarda keyfi yeniden kaçtı. Zira onun, aralarına katılmak için duyduğu istek ne kadar
kuvvetli ise, berikilerin de Salih'in Akşehir'de kalırsa daha çok faydalı olacağına inanışları o kadar kafi idi.
Israrı, hatta utanmayı bırakıp yalvarması para etmedi. İkindiye doğru Ali emminin eşeğine atlayıp da yola
koyulurken, doktor omuzunu okşaya okşaya gönlünü almaya çalıştı:
— Salih, oğlum, çocuk olma. Kimsenin gördüğü iş ötekinin berikinin gördüğünden aşağı sayılmaz. Bi bakıma
Ali emmi hepimizden faydalı, hepimizden büyük iş yapıyor. Anladın mı? Sonra
du. Ancak sen Ali emmiye selâm gönaereceK. uu başkasını bulsan iyi edersin. Koca herif beni gördü mü
domuz görmüş gibi oluyor. Bi de şu "Yavaş yavaş" lâfını kaldırın ortadan.
Karakaçan... "Tıpırtıpır tıpırtıpır" yürüyüşle, bir karış toz bağlamış yolu makineli ateşine tutulmuş gibi
tozutarak gidiyordu.
Doktor olduğu yerde, el eri külot pantolonunun ceplerinde, dalgın bakışlarla uzun müddet bu gidişi seyretti.
"Yavaş yavaş lâfını kaldırın ortadan..."
Salih'i iyi anlıyordu.
"Yavaş yavaş.."
Bu lâf doktoru da ne kadar sinirlendirir, nasıl çileden çıkarırdı!..
Bir tarafta Yunan İzmir'i aldı, öbür tarafta "Yavaş yavaş!"
Bir tarafta Fransızlar Ermenileri silâhlandırıp o canım Antep'e, o cömert Çukurova'ya saldırır, öbür tarafta
"Yavaş yavaş!"
Bir taraftan efeler beşiği gider, bir tarafta Osmanlı pınarı gider, bir tarafta Rum çeteleri, bir tarafta Ermeni
çeteleri kan, kan, kan, boyuna kan döker, köy basar, kent basar; öbür tarafta hepsine karşı ve daima
"Yavaş, yavaş!"
Bu yavaş yavaşları duydukça bir yıldırım.
dehaya yakın bir uyanıklık işiydi.
Yavaş yavaş!.. Amma dakikaları bile boş geçirmeden.
Yavaş yavaş!.. Amma en hurda imkânları, en küçük fırsatları bile değerlendirerek.
Yavaş yavaş!.. Amma imanı ve azmi zerre kadar yıpratmadan, zedelemeden.
Yavaş yavaş!.. Amma gönül birliğini gevşetmeden.
Yavaş yavaş!.. Amma bir süngü iken, bir tek mavzer iken, bir mitralyöz bir top olabilirim hırsına kapılmadan
ve sadece en üstün süngü, en verimli mavzer olmaya bakarak.
Evet, ve ne çare, yavaş yavaşdı. Çünkü bu iş efsanevi bir sabır, bir iman.bir uyanıklık, bir azim ve muhteşem
bütüne alçak gönüllülükle uyma işiydi.
Başlangıçta doktor da Salih gibiydi. Fakat artık o en büyük düşmanın "sabırsızlık" olduğunu öğrenmişti,
çünkü heyecanlanıvermeleri, kıymaları, suçlandırmaları ve arzu kaynamaları ile kendisinin, doktor Haydar'ın
bir hiç olduğunu öğrenmiş, dâvanın üç boyutunu-, vatan, millet ve tarih boyutlarını idrâke başlamıştı.
Toz rengi ova güney ve kuzey arasında sınırsız uzayıp gidiyor, ufukta eriyordu. Doğuda Emir Dağları bakır
rengi ve donup kalmış bir dalga kabarığı gibiydi. Batıda Sultan Dağlan yemyeşil vadileri ile dünyanın ötesine
açılan kapıya benziyordu. Güneş, artık gözleri yormayan tekin bu iş, Salih'e böyle genyoruu. dünyanın
merkeziydi. Her şey ne olacaksa orada olup bitecekti: Gâvur mahallesi, Çerkeş Reşit, İstanbul'lu Hoca, Ali
emmi, bilemedin bir de Kuvvaya yardım. Bunlar bir hâle yola kondu mu mesele tamamdı. Bunun için de
"yavaş yavaş" lâfından boş, bu lâftan daha kızdırıcı ne olabilirdi? Çünkü bunları hâle yola koyacak arzu
gönülde çırpınıp duruyor, hüküm ve kanaatler ise bütün kafayı kaplıyordu. Böyle olunca durup beklemenin
ne âlemi vardı?
Bir vakitler, üç aşağı beş yukarı, doktor da aynı durumdaydı. Sonra sonra işin rengi değişti. İstanbul'lu Hoca
gibi zıt kutuplar bir yana, babasının mektep medrese ve mahal e arkadaşlarının bile, sırasına göre bambaşka
şeyler düşündüğünü görmüştü.
İşin acı kördüğümü de burada başlıyordu; zira onların düşünme, hüküm verme ve vardıkları hükme göre
davranma hakları da en az ken-dininki kadar meşru idi. En sonunda konuşulacak olan şey kimin yanıldığını,
kimin haklı olduğunu araştırmaktan öte gidemezdi.
Bir ordunun derlenip toparlanması, hattâ yeniden kurulması, evet, yavaş yavaş olacaktı. Fakat asıl sabır
isteyen, asıl yavaş yavaş dedirten, dedirtmesi gereken iş bu idi; yanılanı yanıldığına inandırmaktı, onu yoktan
yere bir başka düşman yapacak yerde, hakkı olan cepheye, asıl cephesine kazandırmaktı.
tpi koparmak kolay, bir İstanbul u Hoca'yı tepeleyivermek ondan da kolaydı. Ama bu kazanç değil, kayıp
olacak, meseleyi hal etmeye-cekti. Çünkü karşıdaki tek bir varlık değil, bir inanış, bir düşünüş düzeni idi ve
doğumu, besle-nişi, gelişimi, tutunuşu, yayılışı bu topraklarla bu mil et böyle olduğu için böyle olmuştu.
Kendini kendine yarı yarıya düşman etmek gibi korkunç bir ihtimal varken "yavaş yavaş" dememenin çaresi
ne idi?
Yavaş yavaş ve anlayışla, iyiniyetle, sevgi ile.
Bunu anlamak lâzımdı. Bunu anlamak şarttı. Yoksa doğru yol, yoksa hakikat işe yaramaz, hatta çirkinleşirdi.
Zafer bunu anlayanların hakkıydı, şerefli hakkıydı.
Salih ve karakaçan sınırsız düzlüğün içinde eriyip gitmişti. Güneş artık görünmüyordu. Gökyüzü hâlâ
sarışındı, batıda portakal rengi bulutlar belirmişti, ovadaki aydınlığa ise gitgide lâcivert ve gri renkler
siniyordu. Köyün kıyısındaki kuyuya önce koyun, sonra da inek sürüleri geldi. Ortaköy ebedi gecelerinden
birine daha hazırlanıyordu. Az sonra aynı gece dağsal köylere, vadi köylerine, çadırlı ordugâhlara ve binbir
çeşit başın binbir yastığa düşeceği kasaba ve şehirlere de inecekti.
Bu asırlar ve asırlardan beri böyle olagelmişti. Asırlar ve asırlarca da böyle sürüp gidecekti. Acaba bu geceyi
paylaşmanın, bu geceden herkese bir pay düştüğünü bilmenin yolu ne idi?
Acaba İstanbul u Hoca Ali emmi ile, Ali emmi Sivas'taki Hacı Ömer ile, Hacı Ömer, onbinlerce tepeden bir
tepedeki çadırda yatan Mehmet Çavuşla aynı geceyi paylaştığını, kendine düşen uyku ve rüya payında, aua
de, dileklerde, ümitlerde ortakları olduğunu düşünecek miydi?
Doktor, hâlâ elleri pantolon ceplerinde ve kafası dalgın çiftliğe döndü. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Fakat
kapıda kendisini karşılayan Yüzbaşı Hamdi:
— Haberin var mı? Konya'da isyan çıkmış, emir geldi, biz de oraya gidiyoruz... deyince bütün psikolojisi
değişiverdi:
— Ne zaman? Yüzbaşı güldü:
— Ne zamanı var mı bunun doktor? Yatsıdan sonra. Hadi çık eşyalarını topla.
Aşağıda, ahırların yanındaki odaya daha yeni yerleşen acemiler de, başlarında Hayri, bir telâş, bir gürültü
hazırlanıyorlardı. Doktor:
— Bunlar da gelecek mi? dedi. Yüzbaşı yine güldü:
— Kime emanet bırakırız be doktor?
Tüfeği ellerine dün alan çocuklar bugün kavgaya katılacaktı. Yüzbaşı doktorun ne düşündüğünü anladı:
— Üzülme, üzülme. Korktuğun gibi değil. Onlar kurşunu, bozulur da tabanları kaldırır, üstelik iyi
kaçamazsak görürler. O zaman da ha evlerinde analarının dizi dibinde, ha bizimle olmuşlar, fark etmez, öyle
değil mi?
Son cümleleri güle güle ve yüksek sesle söylemişti; çünkü doktor koşa koşa merdivenleri çıkıyordu :
Odaları çoktan karanlık basmıştı. Doktor, yatağının başucundaki rahlede duran mumu yaktı. Oda arkadaşları,
yüzbaşı ile mülâzım denkleri-
nkanuş'tan kalma bir beylik, mini mini bir meK-tup paketi, üç beş kitap ve iki üç takım çamaşır... Vur sırtına,
git Hicaz'a bana mısın demezsin. Kendi dengi de bunlardan farklı olmamıştı, şimdi de olmayacaktı. Fazladan
beş on meslek kitabı vardı. Bu yüzden de her konak değiştirişte yüzbaşı onun dengini şöyle bir sal ar ve
takılırdı:
— Ooo... Bu doktorun dengi... İlim ağırlığı var! Şimdi anladım doktor, sen neden bu kadar ağır başlısın.
Gülmek ve gülmek için sebepler icat etmek lâzımdı., takılmak, şakalaşmak için hiç bir fırsatı kaçırmamalıydı.
Fırsat mı yok? Bunu da icat etmek lâzımdı. Neşe de dua kadar destekliyordu insanı.
Doktor bu cephe insanlarındaki aşırı, hatta zaman zaman taşkınlık haline gelen neşenin üzerinde çok
durmuştu. Hayat cephede eşi benzeri olmayan bir grafik çizer, iman ile taşkınlık arasında testere dişleri gibi
iner çıkardı. Neden?
Bu keskin çelişme sadece görünüşte idi. Yoksa tiua ile kahkaha aynı kaynaktan gelmekteydi, neşe imanın
koruyucusu, siperi oluyordu. Neşe, normal işleyen aklı, ümitsizliğin zehirli dumanları içinde bozguna
uğratacak, ruhu kahredecek çıkmaz durumlara karşı bir Köroğlu isyanı idi.
Düşünmek insanın içinde kendine karşı bir düşman daha peydahlaması oluyordu. Şartlar o kadar berbattı
işte. Üzerlerine çöreklensen, didik didik etsen eline iç çöküntüsünden başka ne geçecekti? At kahkahayı
"Alaman Bombası" gibi bu berbat durumun alnı kabağına, paramparça et namussuzu,Bak ondan sonra dua
nasılyiğit duası oluyor.
Doktorun eli çok ağır işliyordu ve bu ilk defa olarak işte bu akşam böyle idi.İlk defa olarak yüzbaşının
neşesinde şakadan başka bir şey, kaderin insanı isyan ettiren gaddarlığını buluyordu. Ana kucağını daha dün
bırakan gök ekin gibi delikanlılar dinsiz, imansız, beyinsiz kurşunlara karşı sürülecekti ha!..
Kim öle, kim kala?..
Ve her şehidin ardında Şekspir'ini, Korney'ini bulamayacak bir facia, yürekler paralayıcı bir facia yatacaktı.
Yavuklular, sözlüler, saçı bitmedik yavrular, ak sakallar, apak saçlar... ve gözyaşları... kırık gönüller...
Elinde bir Evliya Çelebi cildi vardı. Doktor onu görmeden, hangi sayfasına baktığını fark etmeden öyle
dakikalarca tuttu. Evliya Çelebi onun için bir tek cümleden ibaretti:
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!.."
Yalnız Evliya Çelebi değil, fakat doktor için bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti işte bu cümleden ibaretti ve
Evliya Çelebi'de her hadiseyi noktalayan bu söz, tarih yaratan ruhun formülü, o ruhun tâ kendisiydi.
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!.."
İnanç ve düşünce için yaşayan, yaşamaya, ancak ve ancak inanç ile düşüncenin yaşama dedirteceğini bilen,
kısacası insanı anlayan insanların bundan daha olgun bir söz bulabileceklerini doktor sanmıyordu.
ölmek bir şey değildi. Bu ölümlerde gururdan şerefe kadar insanı saran bir mükâfat vardı. Fakat insan önce
ölmesini bilmeliydi, ölmek kurban edilmek, kurban olmak değildi. Hele kurban etmek hiç olmamalıydı. İşte
bunlar günahtı. Doktor, ateşe götürülürken Zer-Taç'ın söylediği şiiri düşünüyordu. Ona-, tövbe et Şah seni
affedecek demişler, genç ve güzel kadın da buna şöyle cevap vermişti:
"Ben ne ateşin çektiği pervane, ne de kurbanlık koyunum. Ben düşünen baş, inanan gönülüm!"
Ama Zer-Taç dövüşmesini öğrenmiş, ondan sonra dövüşmüştü. Ya bu gök ekine benzeyen çocuklar?..
Onlar daha dövüşmesini bilmiyorlar ki...
Peki çare?.. Çaresizlik doktorun içini mıncıklıyor, didik didik ediyor, derişiz, cılk etlerine tırnak geçiriyordu.
Kitabı mumun ışığına tuttu ve cümleyi gördü ?.
"Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz!..»
Evliya Çelebi sanki bu defa, vahşi yaylaların dev delikanlısının ağzından, bütün bir milletin adına, Al aha
sesleniyordu.
* *
Sonbahar Anadolu'yu kurşun yüklü bulutlar ve ürpertici rüzgârlarla tarıyordu. Mahsul zararsızdı; çünkü
tarlaların yüzü erkek bileği ve tabanı görmüş, yağış görmüştü. Ama gene de bütün Anadolu'nun üstünden o
bulutlardan başka
bulutlar geçiyor, o rüzgarlardan başka rüzgârların sürüklediği bulutlar geçiyordu.
Şimdi düşman endişesine, vatanı, istiklali ve yaşama hakkını kaybetme endişesine bir de tedirginlik
eklenmişti. Uzun tırnakları uzun saçlarından pis, derisi de saçları gibi yağlı bir adam olan Damat Ferit Paşa,
kaynağı meçhul bir hırsla Kuvvâyi Mil iyeye karşı çalışıyor, milleti millete karşı seferberliğe kışkırtıyordu. Para
veriyor, makam ve unvan veriyor; haydutları, eşkıya çetelerini tahrik ediyor, kurtuluş hareketlerini felce
uğratmak, memleketin kaderini işgal kuvvetlerinin hesaplarına teslim etmek için yapabileceği her şeyi
yapıyordu.
Dünya ona göre içinde bulunduğu durumdan ibaretti. O üstün ve karşı durulamaz kuvvetlerin elinde idi ya,
bütün memleket de öyledir sanıyordu. O, kımıldamamaya mahkûmdu ya, o hayır demeye kalkıştığı zaman
nasıl yakapaça götürülecekti ya, bütün memleketi de tıpkı kendisi gibi evet demeye, her şeyi kabul etmeye
mecbur sayıyor ve memleketin "hayır", "asla" deyişinde kendi mahvını görüyordu. Kendi mahvını milletin ve
memleketin kurtuluşundan ayırabilecek yaratılışta değildi.
Gerçi Osmanlı Hükümeti mil etlerarası bir varlık olmaktan çıkmıştı. Ama bu etiket, Müslüman Osmanlılar
arasında hâlâ bir mâna ifade etmekte idi. Bu yüzden de Damat Ferit Paşanın faaliyetleri hâlâ tesir sahaları
bulabiliyordu. Asıl mühim olan da bu faaliyetlerin arkasında sancak-ı şerifin ve payitahtta kalan bazı
ulemâ'nın bulunuşu idi. Anadolu'ya fetva üzerine fetva üzerine fetva yağdırıyor,Ayrıca imparatorluğu
mahveden fırkacılığın kalıntıları da tahrik ediliyordu.
Halkın büyük denilebilecek bir kısmı kararını vermişti. Fakat beride sal antılı yığınlar vardı, aldatılanlar,
Kuvvâyı Milliyeye karşı bir ikinci cephe açabilecek olanlar vardı. Ve bu korkunç ikinci cephenin unsurları yer
yer kapı komşu olarak yaşıyor, hatta bazen kırk yıllık çatıların altında bile biraraya gelebiliyordu. Babanın
İstanbul'a oğulun veya torunun Kuvvaya taraftar olduğu evler vardı.
öyle köyler, öyle kasabalar da vardı ki, güney dağlarını Damat Ferit'in kışkırttığı haydutlar yatak yapmış,
kuzey tepelerinde ise Kuvvâyı Mil iye birlikleri karargâh kurmuştu. Her iki taraf da halka, elde mavzer, "Bize"
ve "Bizim için" diyordu.
Büyük tedirginliğin ruhları sarsması için mavzere de lüzum yok, hatta bir namazdan sonra biri, bir
namazdan sonra öteki konuşan ve birbirinin söylediklerinin tamamen zıddını söyleyen vaizlere de lüzum
yoktu. Zira insanlar o tedirginliği yaratan havanın içinde yaşıyorlardı. Zira rüzgârlar barut kokuları, kan
kokuları ve top-tüfek sesleri ile yüklüydü.
Zira bu barut kokularının kimi Yunan, kimi Kuvva, kimi eşkiya tüfeklerinden geliyor, zira bu kanları aynı
milletin çoluk çocuğu döküyordu.
Karar vermenin bu kadar şart olduğu, bu şartın herkes için aynı kesinliği taşıdığı bir devir daha görülmemişti.
Yatalaklarla en kurnaz kaçaklar dahil herkes, ama herkes bir karar vermek, cephesini seçmek
zorundaydı.Hareket şart değildi.Şart olan bu karardı; çünkü artık bir cümle, bir soru, bir cevap, hatta bir
susuş veya sadece bir bakış bile mavzere davranmaktan, tetiğe parmak atmaktan farksızdı.
Evlerine çekilmek, darda kalmadıkça çarşıya pazara çıkmamak isteyenler vardı, bunun aksine evde
duramayan, tek başına kalınca içi içine sığamayanlar vardı. Ve evlerine kapanmak isteyenler ilk hedefin
kapıları çekilmiş evler olacağını pek iyi seziyorlardı, evlerini dar bulanlar ise ortalıkta dört dönüp de "karar"ı,
doğruyu arayanlardı, öyle veya böyle, büyük bir çoğunluk hayatın artık ne kadar başka, sana geldiklerinden
ne kadar ayrı bir şey olduğunu anlamıştı. Bunu onlara ne Balkan, ne 93, ne de Cihan Harbi anlatabilmişti.
Canlarında kendilerinden başka bir şeyin de payı bulunduğunu büyük payın bu olduğunu ancak şimdi
anlıyorlardı.
Ordunun yenilişi, bir harbin kaybedilişi başka, artık nefes aldıkları havaya sinen bu durum başka idi. Yepyeni,
yüzyıl ar ve yüzyılların yarattığı kan'a, ruh'a ve kafa'ya yabancı, zamana, tarihe yabancı bir durumdu bu.
Sanki üzerinde yaşadıkları parça dünyadan kopmuş, bambaşka bir güneşin etrafında, ayrı bir hızla dönmeye
başlamış, geceler, günler değişmiş, iklim değişmiş, toprak değişmişti. Ve yaşamak, hem de yüzyıllardan beri
uydukları örfleri, gelenekleri, bilgileri hiçe indiren bu düzene uyarak yaşamak gerekti. Bunun için ne yapmalı,
nasıl davranmalı, hangi yola gitmeliydi?
Kurşun yüklü bulutlar, ürperten rüzgârların önünde ve kuzeyden güneye doğru bütün Anadolu'yu
tarıyor,fakat bu mesele bütün çatıların üzerinde bir görülmemiş, acaip bulut gibi asılı duruyordu.
Sinirler gerilmiş, gerilmiş, gerilmişti. Yoktan yere kavgalar, sövüşmeler çıkıyor, fiskoslar, haklı haksız
çekişmeler hemen hemen herkeste bir ikinci mizaç haline geliyordu. Bütün bunların çoğu, insanların kendi
kendileri ile yaptıkları kavgaların sonucu idi. insanlar önce odalarında, yataklarında kendi nefisleri ile kavgaya
tutuşmuştu. Kavganın evlerden, kırk yıllık karı - kocalardan sokaklara taşması daha sonra idi.
Bir gün Salim'in kahvesinde Hacı Yusuf a: «— Hayrola Hacı bey, canın pek sıkkın?..» demişlerdi. Gerçekten
de adamın suratından düşen bin parça olacak gibiydi. Puflaya puflaya:
«— Sorman heç.. bizim köroğlunun kalbini fena kırdım. Ortada da fol yok yumurta yoktu yahu!..» demişti.
Hacı beyin helâline karşı şefkati ve muhabbeti pek meşhurdu. Kadıncağız da yumuşak başlılığı, fakir fukara
sevgisi ile tanınırdı. Adamın üzüntüsünü kimse yadırgamadı; onu avundurmak isteği de evlerin halini ortaya
döküverdi. İlk olarak seksenlik Dabak Hacı Hafız-.
— Sorma Hacı bey, öteygün o haltı ben de işledim. Dilim yetmedi, üstelik bi de konsolun üstündeki karpuzlu
lambalardan birini kaptığım gibi yere çalıvermişim!..» dedi. Sonra da arkası geldi. Böyle şeyler aşağı yukarı
her evde oluyordu.
Sebebi, Hacı bey gibi kimse bilmiyordu. Fakat herkes biliyordu ki, artık bir karar vermek verilen bir kararın
arkasında peşine düşmek şarttı.Bütün Anadolu gibi Akşehir’de de esen hava artık bu hava idi.
İlk çalkanttlar
Ortaköy'deki Kuvvâcıların sayısını kimse bilmiyordu. Fakat orada birlik vardı. İşte bunu duymayan kalmamıştı.
Kimine göre yüz, kimine göre toplu, mitralyözlü bin kişi.
O kadar veya bu kadar... Birliğin orada bulunuşu kafaların işleyişinde iş görüyordu. Nitekim "Kuvvacılar
gitmiş" haberi de düşüncelerin, tutumların yönünü bir iyice değiştirdi. Değişmenin en önemlisi de Kör
Hüseyin'de oldu. Mumcu'-lardaki toplantı için "Burada kalacak" diye söz vermişlerdi. Fakat Kör Hüseyin, ard
arda üç gece yatağında sabahı ettikten sonra kalktı, İstanbul u Hoca'ya gitti:
Niyeti isim vermeden anlatmaktı. Fakat olmadı. Hoca'nın tesirine dayanamadı, kim vardı, kim yoktu, kim ne
dedi... hepsini bir bir saydı döktü. Gizli, yeminli toplantıyı baştan sona anlattı.
Ne var ki Salih'in kopuk arkadaşları bu ziyareti tespit etmiş, haberi derhal uçurmuşlar, gözlerini abarta
abarta:
«— Herif bi saat kaldı len...» demişlerdi. Salih de vakit geçirmeden Ali Emmiye yetiştirdi. Öğleye varmadan
Ağır Ceza Reisi dahil, haberi artık herkes biliyordu. Reis bey, odasında, Küçük Hacı'va:
-Hacı Bey siz bir sorun bakalım ne konuşmuş ? dedi.Hem de düpedüz ve kısaca.
Hacı bey bu tavsiyeyi Ali emmiye anlattı, o da:
— Doğru ya, dedi. Sor bakalım. Namazdan sonra da bu iş oldu.
— Merhaba Hüseyin ağa!..
— Merhaba Hacı bey...
— Görünmez oldun be?
— İş güç Hacı bey..
— Hoca efendiye gitmek için vakit buluyon amma... Sahi ne konuştun onunla?..
— Hiç be Hacı bey... Hacı bey güldü.
— Bi saat de hiç olur muymuş hay Hüseyin. De bakalım da biz de faydalanalım.
Gülüşü de, söyleyişi de emirdi ve bal gibi tehdit eden bir hali vardı. Küçük Hacı'yi iyi bi-ürdi; hiç nazlanmadı:
— Valla Hacı bey... Beynim günlerdir karıncalanıp durur. Ben neyim ki, aklım ersin? Gittim Hoca efendiye
danıştım.
— Şuna konuştuklarımızı anlattım desene mübarek!..
Kör Hüseyin susuyordu. Küçük Hacı tam bir tükürüşle:
— Tu sana... Söz verdik len, burda kalacak diye değil mi? Sana bi şey deyem mi? Anlatmışın, anlatmamışın,
bi şey çıkmaz bundan. Yeminini bozuşuna yanarım. Hadi git... Git hadi. Selâmın sabahın eksik olsun. Herkese
de deyecem bunu.
Ve dedi de tabii. Kör Hüseyin Akşehir'in tek kalan ilk insanı olmuştu.
Arkasından bir de Çakırsaraylı Akşehiri basacakmış haberi çıkınca Hüseyine karşı duyulan tiksintiye kızgınlık
da karıştı. Çünkü Çakırsaraylı çetesini Istanbul'lu Hocanın çağırdığı söyleniyordu.
Bu doğru değildi. Fakat haber ısrarla yayılıyor, mektubu götürüp getirenlerden bahsediliyordu. Kasabada bir
telâş, bir korkudur başlamıştı. Çakırsaraylı'nın yapıp ettiği zulümler, asıp kesmeleri dilden düşmez olmuştu.
ölüm ilk defa yaşlıların ve hastaların endişesi olmaktan çıkıyor, Çobankaya gibi bütün kasabanın üstüne
Olet lukenut 1 tekstiä osoitteesta Turkki kirjallisuutta.
Seuraava - Küçük Ağa - 14
- Osat
- Küçük Ağa - 01
- Küçük Ağa - 02
- Küçük Ağa - 03
- Küçük Ağa - 04
- Küçük Ağa - 05
- Küçük Ağa - 06
- Küçük Ağa - 07
- Küçük Ağa - 08
- Küçük Ağa - 09
- Küçük Ağa - 10
- Küçük Ağa - 11
- Küçük Ağa - 12
- Küçük Ağa - 13
- Küçük Ağa - 14
- Küçük Ağa - 15
- Küçük Ağa - 16
- Küçük Ağa - 17
- Küçük Ağa - 18
- Küçük Ağa - 19
- Küçük Ağa - 20
- Küçük Ağa - 21
- Küçük Ağa - 22
- Küçük Ağa - 23
- Küçük Ağa - 24
- Küçük Ağa - 25
- Küçük Ağa - 26
- Küçük Ağa - 27
- Küçük Ağa - 28
- Küçük Ağa - 29
- Küçük Ağa - 30
- Küçük Ağa - 31
- Küçük Ağa - 32
- Küçük Ağa - 33
- Küçük Ağa - 34
- Küçük Ağa - 35
- Küçük Ağa - 36
- Küçük Ağa - 37
- Küçük Ağa - 38
- Küçük Ağa - 39