🕙 22-minuto de lectura

Küçük Ağa - 18

El número total de palabras es 2877
El número total de palabras únicas es 1623
33.1 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
45.9 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
52.6 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.
  bulunamıyordu. Çünkü bir seviyeye ulaşan kafalar can'a kurtuluş dönemecini yasak ediyor, dönüş yolunu
  da dinamitle uçuruyordu. Halbuki ölüm kazandırdığından çok fazlasını kaybettirmekteydi. Yığınla cinayet
  dâvasına bakan Reis bey bunu iyi biliyordu, öldürülenlerden hiç biri sırf öldürülüş sebebinden ibaret
  olmuyordu ki... Ama bu çok açık, çok basit gerçeği anlamakla iş bitmezdi ve insanlar çoğu zaman
  öldürdükleri düşmanlarının iyi taraflarını, faydalı taraflarını kurtaramamanın acısını düşünmeye imkân
  bulamıyorlardı.
  Tetiğe basılıyor ve bir haksızlık, bir ihanet, bir suçlu veya kötü bir huyla birlikte ömürlük sevme gücü, fazilet
  tohumları, yararlık, iyilik gücü de yok oluyordu.
  Bir tek kurşun Akşehir'le dolaylarını Kuvâ-yı Milliye hesabına Hoca'dan elbette kurtarabilirdi. Ama Hoca'yla
  birlikte gidecek yalnız o yanı değildi ki...
  Reis bey yüzbaşının duyduğu tedirginlik ve kaygmlığın yerine, böyle bir düşünce ile yalnız hüzün duyuyordu,
  sonsuz bir hüzün. Aklı akıl a, vicdanı vicdanla kandırmanın, doğru yolu paylaşmanın bu kadar güç oluşu ona
  çok acı geliyordu. Ve Hoca efendi konuşuyordu, cemaat de yüzbaşı ile Reis beyden ve arkadaşlarından ibaret
  değildi. Büyük çoğunluk çerden çöpten peşin hüküm ve duygularla dinliyordu. Bazılarında bu bile yoktu da,
  yalnız öğrenmek, nasıl davranıla-cağını, ne düşünüleceğini, bilmek için dinliyorlardı. Hoca da onları, alçalıp
  yükselen, yavaşlayıp hızlanan sesiyle bir balmumu yoğurur gibi istediği şekle sokuyordu.
  Konuşmanın üç yönü vardı. Üçü de sonunda Kuvâyı Milliyeyi aşındırmak, çökertmek kastında birleşiyorlardı.
  284/Küçük Ağa
  Hoca efendi söze memleketin ve mil etin kısa, fakat çarpıcı bir panoramasını çizmekle başladı. Balkan Harbi,
  Cihan Harbi iki korkunç bozgun art arda gelmişti. Memleket harap olmuş, millet işe yarayacak, belini
  doğrultacak bilek ve kafaları toprağa vermişti. Yalnız Çanakkale'de onbinlerce ihtiyat zabiti yatıyordu.
  Osmanlı Devletinin tek ve aynı zamanda hem akla yatkın hem de hayatıyla ilgili ümidi geri kalan bilek ve
  kafalardı. Yorgun ve bitkin ülke onlara su gibi, hava gibi muhtaçtı. Yaşamanın tek ümidini çılgın ve başıboş
  hayaller uğruna harcamak bu ırka, bu dine yapılabilecek ihanetlerin en gaddar-cası olurdu. Savaş bayraktar
  ve borazancılarının niyetleri belki de çok iyi idi. Ama bu, korkunç yanlışın getireceği kesin çöküntüyü
  önleyemezdi. Asıl düşünülecek şey de bir savaşın yersizliği, anlamsızlığı, sebepsizliği idi. Savaş için sebep
  yoktu. îl e bir sebep aramak gerekirse varılacak sonuç bazı macera düşkünlerinin devlet ihtira-, sından başka
  bir şey olamazdı.
  Hoca efendi âdil bir barış anlaşmasının bunu elde edeceğine inanıyordu, işgaller geçici idi. Hele daha ileri
  noktalara varması olmayacak şeydi, çünkü geçici anlaşma vardı. Onu biz bozmaz, barışı beklersek medeni
  düşmanlarımız hiç bozmazdı. Bu arada yapılacak tek ve en faydalı şey, işe yarayacak bileklerle kafaları
  işlerinden güçlerinden ayırmamaktı. Yıllarca bacası tütmeyen evlerin, başıboş kalmış tarlaların bağların ve
  işyerlerinin büsbütün çöküp gitmemesi için bu şarttı. Bu olmazsa Türkiye artık olmayacaktı.
  Cemaatin içinde bu sözlere canı gönülden "Yanlış" diyecek kaç kişi çıkardı? Yüzbaşı da,Reis bey de, doktor
  da, onlarla birlikte Ali emmiler ve Küçük Hacılar da pek iyi biliyorlardı ki, işte şurada bulunanlar ya cephede
  bir delikanlı bırakmış, ya da cephenin sızılı yorgunluğunu dinlendirememiş olanlardır.
  Fakat Hoca'nın asıl vurucu ve Kuvvâlılan şaşkına çeviren sözleri bundan sonra geldi. Hoca Akşehirlilerin ilk
  defa işittikleri bir kelimeden bahsediyordu:
  «— Bolşevik diye bir lâf işittin mi sen? Bolşevik... Bolşevik? ha?.. Dur ben anlatayım!»
  Başta Ali emmi ile Küçük Hacı olmak üzere bütün arkadaşları dizleri üzerine dikilip sırf kulak kesilirken Reis
  bey ile Yüzbaşı ve doktoru ateş basıverdi.
  Reis bey, Hoca efendinin Kızılca Mescidinde, anlamlı anlamlı "Konuşacağım, konuşacağım, hem de öyle bir
  konuşacağım ki birtakım insanlar sokağa çıkamaz hâle gelecek" deyişini hatırladı. Demek bunu ta o
  zamandan tasarlamış!..
  Hoca yayını pek güzel germiş, oku da meselenin tâ canevine yapıştırmıştı. Bu adamları hasta yatağından
  kaldırıp cepheye götürebilirlerdi, üç oğlu şehit düşmüş anadan onaltı yaşına yeni basan son oğlunu da
  isteyebilirlerdi, bütün bunlar da gönül rızasıyla olur, hele paranın pulun lâfı edilmezdi. Fakat iş bu meseleye
  gelince hatta Gönülsüzlerin Rıza ile karısı Hatça abanın biricik oğulları ve sonsuz gururları doktor Haydar" a
  bile düşman olmaları işten değildi.
  Hoca efendi bu konuda çok şey biliyordu. Bolşeviklerin nasıl bir din, iman, mal mülk ve ırz namus düşmanı
  olduklarını, insanı nasıl insanlıktan çıkarıp koyun sürüsünden beter hale soktuklarını, hem de Rusya'da olup
  bitenlerden örnekler vere vere bir bir anlattı. Kafaların içinde Çakırsaraylı'lara, Ti hurlenk ve Hülâgû
  ordularına bin kerre rahmet okutturacak, Haçlılara taş çıkartacak bir korkunçluk taşıyan canavar sürülerinin
  fantastik saldırışları canlanmıştı.
  Hoca efendi bu işi pek güzel bir şekilde yaptıktan sonra, keskin bir girişle, tam bir tiyatro vuruşu halinde:
  «— Senin Kuvvan işte bu Bolşevik Rus'la dostluk kurdu» deyiverdi.
  Şimdi tıpkı söze başlarken yaptığı gibi, gözleriyle safları tek tek tarıyor, baktığının ruhunu didik didik
  ediyordu. Reis beyin üzerinde çok daha fazla durdu. Bu sırada gülümsüyordu, gülümseyişinde de içten gelen
  bir acıma vardı.
  Sessizlik uzun sürdü. Hoca efendi meseleyi herkesin kafasına da yüreğine de sindirmesini istiyordu. Bu da
  istediğinden fazlasıyle oldu.
  Sonra yeniden konuşmaya başladı. Sesi artık alabildiğine yumuşak, karşı durulamayacak kadar tatlı ve
  dosttu.
  «— İbadette kusur etmiyorsun, imanın tamam, yaptığın herşey Allah'ın ve Muhammed'in yap dedikleri.
  Yapmadıklarını Al ah ve Muham-med yapma dediği için yapmıyorsun. Seni severim ve sana acırım. Acırım,
  sen kalbimi parça parça ediyorsun. Çünkü yapacağın çok şey daha var, ama sen bilmiyorsun. Yapmayacağın
  çok şey daha var, ama sen bunları da bilmiyorsun. Ve bilgisizliğin sana değil ırkına, ümmetine belâ oluyor,
  öğren, oku öğren, danış öğren, bilenle düş kalk, senden az bilen sana gelsin, sen ona değil senden çok
  bilene git. Hırsı gönül erini yakanlara yoldaş olma, onların kendileri de ateşliktir. Onlar yalan söylerler, yüze
  güler, amma yalnız senden faydalanmayı umarlar, seni batılda bırakıp yollarını kolaylamak isterler. Sor,
  sormasını öğren, aslını bilmediğin söze mutlaka "neden?" de. Bunu unutma, sor...»
  — Başüstüne Hoca efendi hazretleri!»
  Camiyi kaplayan sessizlik daha başka bir havada daha da derinleşti. Bütün başlar bu çın çın öten, fakat yine
  de saygıdan başka hiç bir duygu taşımayan, hele alaya, hele hele kızgınlığa ka-tiyyen bulaşmayan sesin
  geldiği yana çevrildi. Reis Bey çocuksu bir utangaçlıkla gülümsüyordu, ilâve etti:
  «— Müsaade buyurursanız sorayım. Bendeniz de bunu çok arzu ediyordum.»
  Reis beyin tam aksine, duyduğu kuvvet ve inanç Hoca efendiyi küçümsemeye, alaya çekiyordu. Başını hafifçe
  kaldırdı ve kısık gözlerle bakarak:
  «— Hay hay Reis beyefendi, dedi. Yalnız temenni ederdim ki, bana soracaklarınızı ilk önce kendi kendinize
  sormuş olasınız...»
  «— Merak buyurmayınız Hoca efendi hazretleri, bu işi bana yakıştıramayacağınız kadar büyük bir titizlikle
  yaptım ve kanaat getirdim ki, benim nâçiz kafamı karartan muammaların anahtarı olsa olsa sizdedir.»
  Hoca iğnenin acısını duymuştu. Fakat üstüne varmadı:
  «— İltifat buyuruyorsunuz!»
  Reis bey işe kastını perçinledi:
  •— Hüsn-i tefsirinize teşekkür ederim. Bendeniz sadece o muammaların sizin kavli müeerretinizde hâsıl
  olduğunu hakikatle alâkasız bu lunduğunu anlatmak istemiştim.»
  Doktor ile Yüzbaşı, sözleşmişler gibi, yanla-nndakilere belli edecek şekilde gülümsediler. Ali emmi, Küçük
  Hacı ve ötekiler de onlara uydular. Hepsinin de gönlü biraz ferahlar gibi olmuştu. Reis bey bu işi becerecekti.
  Onlara öyle geliyordu. Hoca efendi alaycı gülümseyişini genişletti. Halbuki bunu istemiyordu. Reis beyi
  tanımış, onun kolay kolay yılmayan, hele küçümsenmelere hiç gelmeyen bir savaşçı olduğuna anlamıştı.
  Fakat kendini tutamıyordu, o da sonucu sürüncemede bırakacak mizaçta değildi.
  «— Demek öyle zannediyorsunuz... O halde buyurun, sorun. Fakat korkarım, öğrenmek için değil de ille
  nakzetmek için konuşmak isteyeceksiniz.»
  «— Neyi nakzetmek için Hoca efendi hazretleri?..»
  «— Hakikatleri Reis beyefendi...»
  «— Ne için Hoca efendi hazretleri?..»
  Hoca efendi güldü:
  «— Şimdi inandım. Hakkınız varmış; işte bol bol soruyorsunuz; gördüm.»
  «— Nüktedansınız Hoca efendi hazretleri!»
  «— öyle mi? Teşekkür ederim. Fakat yoksa bu da mı iltifat değildi?»
  Reis bey onun usta bir nükteci olduğunu gönülden tasdik ediyor ve yavaş yavaş kızmaya başlıyordu. Ama
  kendisine. Ne lüzumu vardı bu konak konuşmasının? Birdenbire dikleşiverdi:
  «— iltifattı, iltifattı Hoca efendi hazretleri. Belki haddim olmayarak, fakat canı gönülden. Şimdi müsaade
  buyururlarsa sadede geleyim. Bunun için de deminki sualimde ısrar etmek gerekiyor. Hakikatleri neden
  nakzetmek isteyeyim?»
  Hoca efendi gülmekle yetindi. Reis bey de bu gülüşteki anlamın üstüne üstüne gitti.
  «— Şuradaki cemaatin zihinlerini teşviş için mi?»
  Hoca efendi pek rahattı:
  «— Böyle bir maksat olabilir, değil mi Reis beyefendi?»
  Reis bey istediği cevabı almış gibi başını salladı:
  «— Tamam. Siz benim hakkımda hüküm vermişsiniz. Buna göre ben din ve kan kardeşlerini doğru yoldan
  koparmak isteyen, evet isteyen, bunu kasıtla yapan biriyim...»
  Hoca bu pervasız çıkış karşısında epey bocaladı, cemaatin arasından Reis beyi tanıyan tanımayan yirmi otuz
  kişi "Hâşâ" diye mırıldanınca da, ister istemez:
  «—Estağfurullah!..» dedi.
  «—• Yok, yok... Apaçık konuşalım ki nezaketin bir anlamı olsun. Ben açık konuşacağım ve affınızı, sonunda,
  ancak yenildiğim ortaya çılanca istirham edeceğim. Evvelâ şunu arz edeyim; öyle menfur bir kastım yok.
  Al ah sanidinidir. Fakat bunun aksine, zihinleri sizin karıştırdığınıza, ama bunu kasden, hiç değilse kötü bir
  kasıtla yapmadığınıza, ama yaptığınıza inanıyorum. Buna eminim.»
  O çocuksu, o utangaç alçak gönüllülüğünden eser kalmamıştı. Haşindi, alnı yukarda, Hoca efendinin
  gözlerine baka baka ve dimdik, oyun-suz, tonsuz bir sesle konuşuyordu. Bile bile yapmamış, fakat susuşu
  Hoca efendinin şaşkınlığına
  denk geldiği içi bir üstünlük sağlamıştı. Daha da güvenle devam etti:
  «— Bendeniz nükteye tevessül etmeyecek, imâyı kâfi görmeyeceğim. Müsaade buyurursanız, cür'etimin
  esbabını arzetmek isterim. "Ayı derisinden post, Moskof tan dost olmaz" deriz. Hele Bolşevik Moskof'tan?..
  Neuzibillâh!.. Bunu hepimiz biliyoruz. Bizde bir söz daha vardır. "Denize düşen yılana sarılır." Fakat temas
  buyurduğunuz mesele bu da değildir. Zira ve lehülhamd bu millet denize düşmemiştir, bahis buyurduğunuz
  münasebet dahi dostluk değildir. Karşılıklı menfaatlerin zaruri ve meşru kıldığı bir yardımlaşmadır. Bunu
  reddetmek akıl kârı olamaz. Kabul ise Bolşevikleşmeyi tazammun etmez. Nitekim Devlet-i Âliyye-i
  Osmaniye'nin Almanlarla ittifakı hıristiyanlaşacağımıza karine sayılmamıştır, çünkü sayılamazdı, çünkü
  sayılsa abesten de fazla olurdu. Ve Hoca efendi, âciz bendelerinden çok daha iyi bilirler ki, böyle geçici
  anlaşmaları Peygamberimiz efendimiz hazretleri yalnız tasvib ve tavsiye ile kalmamış, tatbik de
  buyurmuşlardır. Şimdi zât-i âlilerine iki sualim olacak. Cevap tenezzülünde bulunursanız teşevvüşe cidden
  mütemayil bir hal alan zihinleri ve bu arada bizimkileri de vuzuha kavuşturmuş olursunuz.»
  Hoca efendi Reis beyin soracaklarını beklerken doktor ve bilhassa yüzbaşı ferahlık kadar takdir de
  duyuyorlardı. Hoca'nın hiç bir otorite gösterisine kalkışmaması, konuşmayı eşit şartlarla benimsemesi
  gerçekten de övünülecek bir şeydi. Yüzbaşı onu öldürmenin çok acı bir mecburiyet olacağını bir defa daha,
  fakat bu sefer daha kuvvetle düşündü. Reis bey aldığı izin üzerine konuşmaya devam etti:
  «— Yüzünüz saldıran bir düşmana dönükken cephenizin arkasını emniyete almak iyi ve âkılâne bir iş midir?»
  «— Elbette!..»
  «— Güzel. İkinci sualim şudur.- Kuvâyi Milli-yenin bu âkılâne tedbiri temin ederken hâlen, hatta müstakbelde
  Bolşevikliği taahhüt ettiğine dair bir deliliniz mevcut mudur?»
  Hoca efendi bir müddet sustu. Reis beyin de o cevap vermeden konuşmaya niyeti yoktu. Bunu anlayınca:
  •— Hayır, dedi, delil, vesika gibi şeyle olamaz da. Fakat...»
  Yine sustu. Bunun üzerine Reis bey puylayan bir gülümseyiş ve sesle bu "Fakaf'ı tamamladı:
  «— Fakat çok emin saydığınız membalarm rivayetleri ve pek makbul muhakemenizin tefsirleri var değil mi
  Hoca efendi hazretleri...»
  Ve nefes almadan bütün huşuneti ile sayı-verdi:
  •— Olmaz Hoca efendi, olmaz. Teşviş işte budur, iğfal işte budur. Böyle zamanlarda rivayet ve tefsirden
  mebzul bir şey yoktur. Nitekim sizin hakkınızda da yığınla rivayet dolaşıyor; bunlar da çeşit çeşit tefsirlere
  tâbi tutuluyor. Meselâ deniyor ki geçenlerde kasabamıza gelen yirmi atlının başında bir İngiliz yüzbaşısı vardı
  ve bu birliğin vazifesi uğradıkları her yerde hesapsız para sarfı ile, makam vaadi ile tngiliz amaline
  yardımcılar bulmaktı. Üstelik biz bu birliğin hâlen menhus meşgalesine devam ettiğini, başlarında, filhakika
  bir tngiliz yüzbaşısının bulunduğunu biliyoruz. Fakat rivayet ve tefsirler hakikatin hudutları içinde duramıyor
  ve deniliyor ki, bu birliğin gelişinde elebaşıları sizinle de konuştular ve size de yüzlerce altın..önce sararan,
  sonra da kıpkırmızı olup titremeye başlayan Hoca efendi daha fazla tahammül edemedi.
  «— Denaettir bu!..» diye bağırdı. Davudi sesinin daha son hecesi yankılanırken, Reis bey yüksek, fakat aynı
  zamanda Hoca efendiyi büsbütün çileden çıkaran sakin bir sesle araya girdi.
  «— Şenaettir!..»
  — O halde?..»
  «— Sinirlenmeyiniz Hoca efendi sinirlenmeyiniz.»
  «— Nasıl 'sinirlenmem efendi?..»
  Reis bey bu hitaba aldırış etmeden cevap verdi:
  «— Şöyle düşünerek: Şahsınız ne kadar temiz olsa da nihayetül nihaye sizinle mahduttur. Beride Kuvâyi
  Mil iye binlerce, onbinlerce pak alnı sinesinde cem eylemiştir. Kaldı ki, İngiliz yüzbaşısının para dağıta dağıta
  iğfale devam ettiği sabittir, hatta sizce de sabittir-, fakat şu şen'i Bolşeviklik isnadı kuru bir tefsirden ibarettir.
  Asıl denaet ve şenaet de işte budur. Nasıl olur da sizin gibi akıl, ilim .ve irfan sahibi bir zat bu iftiraya nasıl
  kapılır? Nasıl olur da hem kapılır, hem de ümmet-i Muhammedi buna inandırmaya çalışır?»
  Hoca efendi hayatında ilk defa olarak bir sinir nöbeti geçiriyor ve düşünce sırasını düzenleyebildiği:
  «— Ben?.. Ben para alacağım ha?.. Ben?..» diye kekelemekten öte gidemiyor; Reis bey de buna hep aynı
  soğukkanlılıkla:
  «Hâşâ... Hâşâ, buna inanan kim?..» diye karşılık veriyordu.
  Ve cemaat arasında önce fısıltı halinde başlayan ikili, üçlü konuşmalar artık grup tartışmaları olup çıkmıştı. Bu
  arada Kuvvacılar pek güzel çalışıyordu:
  Onlara göre: "Reis bey sen para aldın" dememişti ki. Reis bey "İngiliz zabiti payitaht adına para dağıtıyor"
  demişti. Hoca efendi, işte buna "Yalan" diyebiliyor muydu? Diyememişti.Hoca efendi bu başıboş
  konuşmaların farkına varınca bir zorlayışla kendini topladı.
  «— Dinle, Reis bey haklıdır. Ben kendimi fazla mühimsedim ve fazla alındım. Sen, ben... Biz gelip geçiciyiz.
  El nasıl tanırsa tanısın. Sonunda hesabımız Allahla. Vebalimizi çekeceğiz. Gururum beni cezalandırdı. Cezayı
  hak ettim. Ne yapayım ki, böyle bir meselede en küçük bir zan, zerre kadar bir ima bile insanı çileden
  çıkarıyor. Fakat...»
  Ve Hoca efendi, kendini iyice bulan sesiyle Kuvâyi Milliye için söylediklerinin çok kısa bir özetini yaptı;
  böylece de düşüncelerini aynı kesinlikle bir kere daha söylemiş oldu.
  Bolşeviklik konusunda da direniyordu. Çünkü bu Reis beyin dediği gibi "Kuru bir tefsir" işi değildi. Reis bey
  Almanya ittifakından söz etmişti, îki koca devletin yaptığı anlaşma ile iki çetenin elbirliği hiç bir olur muydu?
  Hoca efendi konuşmasını bitirirken, bir de Reis beye dokundurdu ve bir devlet memurunun maaşını aldığı
  devlete karşı böyle davranmasını "Yakışıksız" diye adlandırdı.
  Reis bey buna:
  — İstifamı vermiş bulunuyorum Hoca efendi...» diye sürpriz bir cevap verdiyse de, ne o, ne de arkadaşları
  başkaca bir şey söylemeye fırsat bulamadılar. Çünkü Hoca efendi:
  «— Eu öyle büyük bir davadır ki, yanüanlar yalnız hatalarını çok ağır bir şekilde ödemekle kalmayacak
  etraflarına da büyük zararlar vereceklerdir. Al ah ümmet-i Muhammedi korusun» diyerek kapıya yürümüştü.
  Yüzbaşı dalgındı, "Ne kayıp, ne de kazanç" diye düşündü. Hoca efendiyi hesaba katmak zorunda olmasa
  buna adamakıllı sevinecekti. Çünkü Kuvâyi Milliyeyi tutanların nasıl içten içe sarsıldıklarını, şu "Bolşevik"
  bombasıyla nasıl birdenbire başlangıç noktasına düşüverdiklerini açıkça sezmişti. Reis beyin başarısı
  büyüktü,- sonuç sevinmeye gerçekten de değerdi. Fakat Hoca efendi ne olacaktı?
  Yüzbaşı buraya gelince "Vur emrini kendi eliyle yazdı" diye düşünmeden yapamıyor... Ve üzülüyordu... Tetiğe
  acaba kendisi mi basacaktı?
  Cemaat birdenbire dağılmadı. Şimdi içerde onar onbeşer kişilik çemberler çevrilmiş, yüksek sesli konuşmalar
  oluyordu. Yer değiştirmek de çok güçtü. Buna rağmen Küçük Hacı o dev gibi yapısıyle, omuzlardan,
  dizlerden atlaya atlaya Reis beyin yanına vardı. Gözleri kül rengi aydınlıkta parıldıyordu. Saygıysa saygı,
  minnetse minnet bu kadar olurdu. Reis bey, ötekiler gibi onu da bir gönül yıkıntısından, havada sallanıp
  kalmaktan kurtarmıştı. Fakat hiç bir şey söylemedi. Reis beyin kendisini anladığına inanıyordu. Bu da ona
  yeterdi.
  «— Bir yolunu bulsak da çıksak» dedi.
  «— İyi olur ya...
  Doktor bey de geldi:
  «— Demek istifa ettiniz?»
  «— öyle. Artık dâva vekiliyiz...»
  Küçük Hacı:
  «— Hayırlı olsun, Reis bey» dedi.
  Reis bey gülümsedi. "Reis bey" lâfı epeyce giderdi daha. Dâva vekil iğini de hiç sevmezdi.
  Uğultunun perdesi gittikçe yükseliyor, bu arada da cepheler iyiden iyiye bel i olmaya başlıyordu. Seslerin
  perdesi değişmişti; şimdi artık kinayelerin, sitemlerin yerine çatmalar, hatta suçlamalar vardı. Bir şeyler
  olabilirdi. Bunu anlayıp gitmek isteyenlerin çoğunu da yağmur tutuyordu: "Gidelim gayri" diyenlerin aldığı
  cevap "Hele bi rahmet dinsin" idi. Yağmurun ise dineceği yoktu; öyle diyenler de bunu biliyorlardı.
  Reis bey mümkün olduğu kadar cümle kap^ maya çalışıyordu. Anlayabildiği sonunda şu oldu: İstanbul'u
  tutanlar hem daha çok, hem de çok daha rahattılar. Çünkü onların sözleri hazırdı. Hoca efendi bu sözleri
  onlara bol bol vermişti. Kuvvacılara gelince... Reis bey, "nefes almadan çalışmak ve fırsat buldukça
  konuşmak, hiç bir fırsatı kaçırmadan, fırsat yaratarak konuşmak lâzım" diye düşündü. Asıl iş de kolay, açık,
  halkın, ruh yapısına uygun beş, on cümle bulmakta, bunları bıkmadan usanmadan tekrarlamakta idi.
  «— Daldın Reis bey?..»
  Küçük Hacı bir baba yakınlığı ile soruyordu.
  «— Ne düşünün?..»
  Gülümsedi:
  — Şu iş hayırlısıyle bir bitse de cübbemi yeniden giysem diye düşünüyorum Hacı bey.»
  îşin başında bile sayılamayacaklarını pek iyi biliyordu. Gözlerinin önünde bir an için «Doktor Haydar» tabelâsı
  beliren doktor da çocuk gibi güldü.
  Ne diyordu bu Hoca efendi Allah aşkına? Kuvvacılann da yorgunlukları yok muydu? Onların da gönüllerinde
  ne zaman geleceği bilinmeyen barış günleri için ümitler, hayaller yok muydu? Ve barışa kimin kalıp, kimin
  kalamayacağını yalnız Allahın bileceğini onlar da bilmiyorlar mıydı sanki?..
  IV
  Irmakların döküldüğü yer
  ERZURUM KONGRESİ, Sivas Kongresi, Ku-vâyı Milliye'nin Ferid Paşa kabinesini düşürmek için yaptığı uzun
  mücadele ve nihayet başarı; Da-mad Paşa'nın istifası, bunun arkasından da yeni Sadrazam Ali Rıza Paşa ile
  bitip tükenmeyen pazarlıklar...
  Bütün bunlar günlerce süren bütün yönleriyle kafaları ve gönülleri bir o yana, bir bu yana dalgalandırıp
  duruyordu. İstanbul'dan esen bir söz üzerine dün "Deraliye haklı" diyen adam, bugün Sivas'tan gelen bir
  söylentiyi duyunca "Heyet-i Temsüiye"yi tutuveriyordu. Kısacası Türkiye bayrağım ve hedefini aramakta idi.
  Bu arada çırılçıplak bir isim, Mustafa Kemal, doğuyordu. Kuvâyı Milliyeciler bütün güçleri ile bu çıplak isimden
  bir efsane kişiliği yaratmaya çalışıyorlardı. Onların bu işi başarmaları da güç olmayacağa benziyordu. Bir
  yandan Mustafa Kemal'in ruh ve kafa yapısı ile çıkarıp attığı terfilerini süsleyen başarılan, öte yandan da
  halkın bir kahramana ihtiyacı ve Kuvâyı Milliye ön ekibinin her çeşit üstünlüğü sonucu sağlama alacak gibi
  görünüyordu.
  Olup bitenlerle yakından ilgi kurabilenler de, sırf düşünce ve hesap yoluyla da olsa, Kuvayı Milliye'ye
  yanaşmak zorunu duymaya başlamışlardı. Bunların halka tesiri de küçümsenemezdi. Bu okur-yazarlar Rıza
  Paşa kabinesinin de dikiş tutturamayacağını, Heyet-i Temsiliye'nin onu da tez vakitte aşındırıp, çökerttiğini,
  hatta nazırlardan çoğunun Anadolu'yu tuttuğunu anlamışlardı. Tek sal antılı nokta işte burada idi. Aklı
  erenlerin bir kısmı, elde edilen mil i başarıların bir kincilik, intikamcılık sanılmak tehlikesine düşebileceğini
  söylüyor, bunu önlemek için de Heyet-i Temsiliye'nin, seçime gideceği kesin olan Rıza Paşa'yı çok
  sıkıştırmamasını, soğukkanlı ve göz-yumucu davranmasını uygun buluyorlardı. Yoksa mil et; "Bunlar vatanın
  kurtulmasını değil, devleti ele geçirmeyi istiyorlar" diyebilirdi.
  
Has leído el texto 1 de Turco literatura.