🕙 22-minuto de lectura

Küçük Ağa - 07

El número total de palabras es 2859
El número total de palabras únicas es 1705
33.1 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
47.7 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
55.9 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.
  şöyle gücümün yettiği kadar, padişahım çok yaşa diye, ardından da bi gülsem, bi gülü versem. Hıhıhı!»
  içti, kalan kavurmayı sildi süpürdü, şapur şupur yedi. Keyiflenmişti.
  Hocaya kızıyordu: Haklı haksız diye değil. Haklı mı haksız mı olduğunu anlanuyordu ki. O'nu kızdıran şey
  Hoca'run şudur, budur, şunun için, bunun için demeden herşeye, herkese saldırması, padişah, halife, Devlet-
  i Osmaniye dedin mi idi de akan suları durdurup yine aynı şekilde övmesiydi.
  Aslını pek arılamıyordu ama, hayatın akıp gittiğini, bu akışın birşeyler götürüp birşeyler getirdiğini ve
  gidenlerin daima iyi, daima lüzumlu, gelenlerin de hep kötü, zararlı, istenmeyen şeyler olduğunu sağlam
  biliyordu. Hoca söyleyecekse, çetelerin, Kuvâyı Milliyenin, padişahın, halifenin bununla ilgisini veya bunun
  yaptığı yapacağı tesiri söylemeliydi.
  Pis, zındık, mendebur bir mahlûk olup çıktığını herkesten önce kendi kabul etmiş, öylece de kalmıştı. Fakat
  yüreğinde bir sır gibi yatan bazı sevgi ve saygıları da vardı. Onlar olduğu gibi, hatta daha da kuvvetlenmiş
  olarak duruyorlardı. Bunu da bir Al ah, bir de kendi bilirdi. Bunlara, meselâ dinine, imanına, memleket
  sevgisine lâyık olduğuna bir aklı yatsa, aklı bunu kendisinden bir isteyenin bulunduğuna bir yatı-verse...
  Alimallah ortalığı dümdüz ederdi. Ama lâyık sayamıyordu ki kendini.
  Hem mesele o değildi. Hoca'nın söylediklerine âmenna ve ve saddakna... iyi ya bu sözler bir kapı
  aralamadıktan sonra neye yarardı?
  «— Bağır bakalım, padişahım çok yaşa! diye de kimin karnı doyuyor, kimin ağrısı, sızısı diniyor, görelim!.. »
  «— Doktor beylerden bi iş çıkacak mı ki?..»
  Rakıyı tazeledi:
  .«— Ne çıkacakmış... laf... gâvur, kuduz köpek sürüsü gibi saldırır... senin askerin yok, asker bulsan topun
  yok, tüfeğin yok... ekmeğin yok...»
  Gâvur deyince hatırladı.
  — Niko da bi tuhaflaştı bugünlerde, ötekiler daha beter. Bi iş var bunda ya, Al ah bilir. Ülen kardeş gibi
  büyüdüydük... Herkes birbiriyle alışveriş eder, selâmlaşır, güler oynardı. Ne kahpe dinliymiş namussuzlar.
  Senin kolun koptu ya, onların da mayası çıktı ortaya!»
  Ali emminin "Koca Devlet-i Osmaniye senden beter oldu" deyişini hatırlamıştı:
  «— Gidip elini öpsem yüzüme tükürür mü ki?»
  Baya hüzünlüydü, fakat tez geçti:
  — Valla yaşına başına bakmaz bi söver, bi de tekme yapıştırır kabama...»
  Mum çatırdamaya başlamıştı. Bitmek üzereydi. Kalan rakıyı bir dikişte bitirdi, ağzına bir lokma peynirle bir
  soğan parçası attı ve toparlandı. "Afti i nihta meni"yi mırıldanıyordu. Bardağı yıkadı, şişeyi, kalan yiyecek
  kırıntılarını kaldırdı, masayı sildi ve hafiften yalpalayarak sokağa çıktı.
  Hava ılık, gökyüzü yıldız doluydu. İplik Camiinin ye Şadırvanlı hanın arkasındaki yoldan Yoğurt Pazarına çıktı.
  Niyet etmediği, düşünmediği halde, Niko'larıh meyhanesinin bu pazara açılan tek kanatlı, bahçe kapısına
  doğru yürüdü.
  İtti. Açılmadı. Hafifçe yüklendi, bu sefer tek kanatlı kapı sürgüden kurtulmuştu. Eşikte durdu. Bahçede kimse
  yok. Halbuki tam mevsimi. Baktı, salonun perdeleri sımsıkı kapalı. «— Allah Al ah...» dedi... Şimdi artık
  merak sürüklüyordu ayaklarını. Penceredeki aralıklardan hiçbir şey görünmüyordu. İşitebildiği sesler de
  meyhanenin her zamanki sesleri değildi. Bir defa daha:
  "Allah Allah... dedi. Bi iş var, dedim ya bu gâvur dinlilerde!.."
  Mutfağın bahçeye açılan kapısına gitti. Artık usul usul ve dikkat ederek yürüyordu... Kapı kapalıydı. İyice
  dinledi. Mutfakta çıt
  yok.
  Mandala dokundu, kapı hafiften gıcırdayarak aralandı ve bir ses atladı.
  «— Yasu!..»
  İrkildi. Fakat kendine değildi... içerde biri bağırmıştı... Sonra sesler birbirine karıştı. Rumca konuşuyorlardı.
  Biri:
  "— Tek, tek konuşun" dedi. Emreden biri idi bu. Salih kafasını şöyle bir zorladı ve sesin sahibini tanıdı:
  "Papaz len bu!.."
  Söylenilenleri yarım yamalak anlayabiliyordu, fakat içerde neler döndüğünü belli etmeye bu kadarı da yetti.
  Papaza İstanbul'dan ve Trabzon'dan mektuplar gelmişti.
  Kumların asırlardan beri kalplerinin derinliklerinde yatan bir ümit güneş gibi doğmak, Ka-.radeniz'in cennet
  kıyılarında Pontus Hükümeti kurulmak üzere idi.
  İngiliz haritalarında sınır çizilmişti bile. Trabzon metropolidi Hrisantos, Paris Sulh Konferansına mükemmel bir
  muhtıra göndermişti.
  Bunun etkisi pek olumlu idi. Fakat işi yalnız muhterem Hrisantos gibi kimselerin gayretlerine terk etmemek,
  yalnız siyasi faaliyetlere bel bağlamamak gerekti.
  Nitekim bizzat muhterem Hrisantos dahi bunu böylece emrediyordu. Trabzon ve havalisinde teşkil ve teşvik
  ettiği çete hareketlerinin bütün Rumlar tarafından her şekilde desteklenmesini istiyordu.
  Bu fedakâr ve kahraman ırkdaşları yalnız bırakmamalıydı. Tanrı ve asil Rum cemaati adına her çeşit yardım
  için kolları sıvamanın zamanı gelmişti.
  Tarih, Rum neslinin ikbalini vaad eden bir dönüm noktasındaydı. Bu noktada gafil er ve menfaat düşkünleri
  büyük bir cehennemlik hainler olarak cemaat ve kilise tarafından tel'in edilecekti. Bereket versin böyleleri
  çıkmıyor, Trabzon'a ve İstanbul'daki cemiyete para yardımı yağıyordu. Irkdaşlann uyanıklığı ve gayreti bu
  kadarla da bitmiyordu; Rum gençleri, yalnız gençleri değil, eli silah tutanların çoğu akın akın Pontus ruhunu
  gerçekleştirmek için Trabzon'a koşuyordu.
  Bu mukaddes yarışmada Akşehir Rumları utanılacak bir duruma düşmemeliydi.
  Papaz uzun konuşmasını:
  «— Lâf zamanı bitti. Şimdi kendinizi göstereceğiniz gün geldi. Derhal işbaşına...- diye bitirdi.
  Meyhaneyi yeni bir heyecan dalgası sardı.
  Şimdi yine hepsi birden konuşuyordu. Bir avuç, masaya «Pat pat» diye vurdu. Sesler önce mırıltı halini aldı,
  sonra tamamen kesildi. Papaz :
  «— Kirye Vasili söz istiyor» dedi.
  Tereddütlü, zorlama ve ürkek bir iki öksürükten sonra, ancak işitilebilen bir ses kelimeleri bulmak için
  çabalaya çabalaya konuştu.
  «•— Benim, dinimize ve cemaatimize ne kadar bağlı olduğumu bilirsiniz, muhterem peder. Siz de bilirsiniz...
  bilirsiniz değil mi?»
  Cevap bekliyordu: «Biliriz, biliriz» mırıltıları arasında adam devam etti:
  «— Fakat ben, evet işte böyle, ben bu işi doğru bulmuyorum. Böyle işte...»
  Papazın sesi gürlemekte acele etti:
  «—• Hangi işi?»
  Aynı soru hemen papazın arkasından, beş altı kişi tarafından da soruldu. En hızla çıkan ses Niko'nunki idi.
  Tiz, yırtıcı ve kızgın.
  Adam bir parça cesaretlenmiş olmalıydı, öfkenin doğurduğu öfke.
  Yüksek perdeden ve kararlı cevap verdi.
  «— Bu Pontus işini!»
  Papaz, gürültü ve taşkınlığı kolayca bastırdıktan sonra, deminkinin tamamen aksine, yumuşak bir sesle
  sordu:
  «— Neden? Lütfen izah edin Kirye Vasili?..»
  Vasili artık kendini bulmuştu:
  «— Çünkü bu doğru değildir. Biz Osmanlıyız.»
  Bir gürültü, bir patırtı. Papaz güç bastırdı bu defa:
  «— Susunuz, susunuz. Lütfen oturunuz... Niko... Siz de oturunuz Lef ter ve Eftim... oturunuz diyorum size.
  Dinleyiniz. Dinleyiniz ki bir gaafili, bir yanılmışı kurtarmanın imkânını kaybetmiş olmayalım!.. Konuşunuz
  Vasilaki!..»
  «— Yanıldığımı sanmıyorum muhterem peder. Evet biz Osmanlıyız. Babalarımız ve dedelerimiz asırlardan beri
  bu toprakta Türklerle birlikte, onların haklarına sahip olarak yaşadı. Bir zulüm, bir hakaret görmedik. Aldık,
  verdik, hak hukuk geçti aramızda... Devlet galip gelince bir kötülük görmedik, üstelik makamlar, unvanlar
  aldık. Fakat yenilince biz kötülüğe kalkıştık. Ne için? Yakışır mı bu? îşte işitiyoruz. Bizim dediğimiz Atina
  ordusu girdiği yerde bize köpek gibi bakıyormuş. Halbuki siz bayram yaptınız geliyorlar diye...»
  Bu defa papaz kesti:
  «— Fakat dikkat ediniz Kirye Vasili. Pontus
  ile Atina'nın alâkası yoktur!»
  «— Olsun. Ben böyle düşünüyorum.» Niko'nun sesi daha tiz, daha yırtıcı ve daha kızgın bir ıslık gibi öttü.
  «— Böyle düşünen defolsun buradan!..» Bir patırtı işitildi. Papaz acele acele: «— Bırakınız onu Niko... Size
  diyorum, bırakınız.»
  Bir sessizlik oldu. Niko soluyan bir sesle: «— Fakat muhterem peder bu alçağı gebertmek lâzım. Şimdi gider
  herşeyi anlatır...» dedi. Papaz alaycı bir şekilde-. «— Hayır, dedi. Vasilaki aptal değildir; bugün kimin kuvvetli
  olduğunu, kimden tehlike geleceğini iyi bilir Güle güle Vasilâtu... Tanrı sizi affetsin. Fakat ben henüz ümidimi
  kesmedim sizden. İyi düşünün-, bize döneceğinizden eminim.»
  Bir ayak sesi geldi ve Niko hırçnı hırçın bağırdı:
  «— Oradan değil, bahçeden defolacaksın...»
  Salih irküdi. Fakat kımıldayamadı. Vasili'nin metin yürüyüşü bir anda mutfak kapısına gelivermişti. Adam bir
  an tereddüt etti. Sonra, tabiatıyle, bahçe kapısı kapalı, mutfağınkiler açık olduğu için doğru oraya girdi ve
  ocağın yanındaki lamba ile aydınlanan köşede sinmiş, hat-da donmuş bir halde duran Salih'i gördü. Şöyle bir
  baktı ve.
  «— Pis...» dedikten sonra bahçeye çıkıp hızla yürüdü. Salih hakaretin bu kadar canlı ifadesini Ali emmide
  filan görmemişti. Gönlü perişan oldu. Kafasının işlemesine zaten imkân yoktu.
  İçerisi şimdi uğulduyordu âdeta ve Salih artık hiçbir şey anlamıyordu. Yalnız bu uğultunun bir iki dakikada
  anlam değiştirdiğini, bir zafer törenine döndüğünü hissetti. Bu arada iki cümle kafasına çakılıp kalmıştı.
  Bunları unutmadı ve asla unutmayacaktı.
  Niko büsbütün vahşileşen sesiyle: «— Ben öbür gün Trabzon'a gidiyorum, gelen gelir!» diye bağırmış, buna
  çeşitli sesler: «Ben de... Ben de...» diye cevap verirken papaz:
  «— Niko'nun temsil ettiği ruh ve müstakbel ve aziz Pontus için içeceğiz şimdi» demişti.
  Salih perişan ve sersem bir halde kaçtı; artık hayal meyal hatırladığı harp yıllarında, bir gün bir çemberden
  tesadüfen kurtulan bölüğü
  ne halde idiyse tıpkı öyleydi. O gün bölük alaya kavuşmayı nasıl şuursuz bir hırsla istemiş idiyse Salih de
  şimdi biriyle konuşmayı tıpkı öyle istiyordu.
  Biri ile konuşmalı, mutlaka konuşmalı idi. Kendisini tokatlayacak, yüzüne tükürecek, sövecek, fakat daha
  önce dinleyip, bütün şu olanların ve herşeyden önemlisi— kendisinin neden böyle olduğunu anlatacak biriyle.
  Mumcu?.. Olmaz! Akağa? Olmaz! Salim de öyle.. Ali emmi?.. O hiç olmaz! Hayır, tanıdıkları olmaz, olamazdı.
  Ona, kendi hakkında değiştirilemez hükmü vermemiş birisi lâzımdı. Fakat kendini saklamak için istemiyordu
  bunu. Tam tersine, Salih, onların bildiklerinden de kötü, çok daha iğrenç buluyordu kendini ve bunun neden
  böyle olduğunu anlatmak istiyordu, öyle birisini bulsaydı, önce bunu anlatacak, içini bir çöp tenekesi gibi
  ortaya dökecekti. Bir çöp tenekesi gibi, evet. Ama bu tenekeye gaflet, anlayışsızlık, sevgi yokluğu ve insanın
  yüreğini parça parça edecek kuruntular yüzünden çok çok güzel, değerli şeyler de atılmıştı. Salih, bunları da
  anlatmak isterdi ve bunları kurtarmanın yolu var mıdır, yok mudur? Varsa nedir? Bunu öğrenmek isterdi.
  Fakat kiminle konuşmalıydı?
  Soluya soluya, hızlı hızlı yürüyor, fakat gittiği yönü bilmiyordu. îdadi'nin önünden geçti, sonra iki yoldan
  Çay'a çıkan yolun kavuştuğu küçük meydanda bir parça durakladı ve Kızılca mahallesine doğru yürüdü.
  Köprüyü geçti, iki dakika sonra tstanbul'lu Hoca'nın evine varmıştı. Orada kendine geldi.
  Az ilerisinde, Mescidin kapısında yanan bir
  fener Salih'i ancak bir gölge gibi belirtebiliyordu. Fakat zifir gibi karanlık yol ardan sonra, bu fersiz aydınlık
  ona aşırı bir şekilde etki ediyordu. Kendini keskin çöl güneşinin altında, sonsuz düzlükte, yüzlerce namlunun
  karşısında barınak-sız kalmış sandı.
  Demek istanbul u Hoca'yı seçmişti.
  Fakat niçin?
  Hoca'nın o kadar övülüşünden mi, yoksa tanımadığı, hiç konuşmadığı için mi?
  Kapının önünde sal andı durdu; eli tokmağa bir türlü varmıyordu. Sonunda aynı hızla ve yine soluya soluya
  yukarı doğru yürüdü. Topyeri'-nin yamacından dolanan küçük yola saptı. Çatır-patır köprüsünden Taşoluğa
  geçti. Yolda bir defa söylendi:
  «— Leş gibi rakı kokarken...»
  Az sonra evdeydi. Kunduralarını kapının ardında bırakmış, merdivenleri çoraplı ayaklarıyla gıcırdatmamaya
  çalışarak çıkıyordu. Fakat anasını, selâmlığın içinde kımıldamayan bir gölge gibi oturur buldu:
  «— Ana!..»
  <— Sen misin Salih?»
  «— Benim» dedi ve koşarak yanına gitti, başını dizlerine koyup hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Dakikalarca
  ağladı.
  «— Neye ağlan Salih'im? Ağlama koçum...»
  Saçlarını hafif hafif okşuyordu. Koç ha? Salih koç ha?.. Fakat ne olursa olsun bir şeyler yapabilirdi. Her
  insanın ölünceye kadar yapabileceği bir şeyler vardı. Her insan da, kör topal bunu yapıyordu. Mesele iyiyi
  kötüden ayırabilmek.
  Bir kelime söylemeden kalktı, odasına girip yattı. Artık Salih ne yapacağını biliyordu.
  Beklenen Cuma
  Akşehir, Cuma günü pırıl pıril, mavisi sarışın ebrulu, serin bir yayla sabahına ve alışılmış, en büyük değer
  sayıla gelmiş temkinin sınırlarında zorla tutulabilen bir heyecana uyandı.
  Akşehir artık üç beş büyüğün hazırladığı veya kabul endiği cümlelere göre yaşıyor, üstelik bunun böyle
  olduğunu da pekâlâ biliyordu. Akşehir'de artık başkaldırmaya meyil i tereddütler, patlayıverecek, "Yok
  ülen"ler, körpe dudakların bile ucuna kadar gelen alışılmamış cümleler vardı. Akşehir hâlâ oturuyordu, hâlâ
  oturmayı tabi görür gibiydi, ama Akşehir, artık oturmama-nın gerektiğini de seziyordu. Sanki kırk yıllık ata
  yurdundan göç gerekiyor, ama kendisine "Göç olmasa da olur" diyecek birini arıyordu.
  Bu Cuma o Cuma idi. Bütün bu sal antıları yatıştıracak cümlenin beklendiği ve söyleneceği Cuma! Bilgi ve
  düşünce yetersizliğinin sığındığı Cuma!
  Akşehir, İstanbullu Hocaya güveniyordu. Çünkü güvenecek birine ihtiyacı vardı:
  istanbullu Hoca bilirdi. İstanbul u Hoca akıllı idi ve İstanbullu Hoca namuslu idi. Çünkü İstanbul u Hoca
  onların bilgi, akıl ve karakterinin idi.
  Bozgun, istilâ, istiklâl, varlık, darlık, can korkusu, küçümsenme, hiçe sayılma, köleleşmek... Akşehir bütün
  bunları biliyor, değerlendiriyordu. Ama bunların; çete, Dersaadet, Padişah, Halife, Kuvayi Milliye, Mustafa
  Kemal Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Gönülsüzlerin Haydar Bey, Mütâreke, Mütârekenin ihlâli, ihlâle karşı
  duruş, din, milliyet gibi şeylerle ve hepsinin de birbiriyle ilgisini, ilişiğini bilemiyordu.
  Ve Akşehir, adamın başını fır fır döndüren bu keşmekeşin içindeki yerini, tutumunun ne olması gerektiğini
  öğrenmek, herşeyden önce bunu öğrenmek istiyordu:
  Herkes daha ölçülü, herkes daha az konuşuyordu:
  «— Selâmünaleyküm...» ve:
  «— Aleykümselâmlar»ın bile tonu değişmişti.
  Herkes belki de en sağlam gününü yaşıyordu. Ama baş ağrısından, halsizlikten söz açanlar pek çoktu.
  "Üzerine afiyet" lâfı belki kırk defa edildi.
  Buna karşılık İstanbullu Hoca'yı ve va'zı ağzına alan yoktu. Yalnız çift kapaklı Serkisoflar sık sık kuşak
  arasından veya yelek ceplerinden çıkarılıyor, ikide bir:
  «— Saat kaç?..» diye soruluyordu.
  İstanbullu Hoca da hemen hemen aynı haldeydi. Sabah namazını evinin karşısındaki mescitte kılmış, oradan
  da doğru Ulu Camie inmişti.
  Nihayet Kulaksız Hafız o yanık sesiyle Selâ vermeye başladı. Şimdi bütün Akşehir Ulu Camiye akıyor gibiydi.
  Yaşlara, başlara göre kurulmuş üçer beşer kişilik gruplar, ağırlık noktası sabırsızlık olan ve endişe ile ümit
  arasında sallanıp duran, duygularını şaşılacak bir şekilde gizleyerek, en ufak bir özelliği olmayan bir günün
  öğle esneyişini yaşarmış gibi, şundan bundan konuşarak, aşağıdan, yukarıdan, ara sokaklardan geliyor,
  camide toplanıyorlardı.
  Ali emmi ile Köyceğizli Fırıncı Yaşar, kahvede başladıkları bahsi, imamlığı yapan müftü "Al ahu Ekber" diyene
  kadar fısıltı ve ciddi bir sesle sürdürdüler. Konu Helvacı İsmail'in yavrusu üçüncü defa da ters gelen kısrağı
  idi.
  Saflar omuz omuza kurulmuştu. Secdeye vardıkları zaman aralarında iki üç parmak ya kalıyor, ya kalmıyordu.
  Cemaat taşmış, avluyu da doldurmuştu. Arkalardaki bir sütunun dibine sığınan Salih, selâm verirken iki sağ
  önde, kalpak giymiş doktor Haydar beyi gördü ve dudaklarını aralayıp dilini oynattı: «— Hayırlısı...»
  Şaşırmış, biraz da sevinmişti. Farkına vardı ve yine ağzının içinde mırıldandı: «— Sevinecek ne var ki
  bunda?..» Ama bu soru türkü söyler gibi neşeliydi. Ve îstanbul'lu Hoca'nın birdenbire gürleyen sesiyle irkildi:
  «— Ey cemaat-i müslimin!..» Vücutlar dizlerin üzerinde şöyle bir dikeldi, başlarda bir dalgalanma oldu. On
  saniye kadar sessizliğin içinde sanki Osmanlı Devletinin nabzı atıyordu.Alnı kırışık,belibükülmüş,fersiz kalan
  bütün gücünü çılgın bir hırsla ümide bağlamış bir sessizlikti bu.
  Hoca'nın öksürüğü kubbede yankılandı. Bu gırtlağını temizlemek için değildi. Hoca sesinin perdesini
  ayarlıyordu. Ne kadar hafif konuşursa konuşsun rahatça işitilip anlaşılacağına güven getirdi. Artık sesle
  istediği gibi oynayabilirdi :
  •— Ahvâl-i âlem bildiğinden de vahimdir...»
  Salih, bir başbaşa konuşmanın perdesini ve hüzünle karışık samimiyetini taşıyan bu ses doğrudan doğruya
  kendisine hitap ediyor sandı; doktoru bırakarak derlenip toparlandı.
  «—? Vahimdir. Ammaaa... Ses şimdi gürlü-yordu. Senin bilmediğin kadar da ümit doludur. Çünkü
  görmediğin, gaflet ve dalâletinle inkâra meylettiğin imkânlarla doludur.»
  Ümit... İmkân!..
  Dikkatler daha da kesinleşti. Dünyada yalnız, gelecek cümlelerin beklenişi vardı, bu cümleleri emmek ister
  gibi kapanan gözler, yere eğilen başlar, kısılan nefesler vardı.
  «— Sen kendini yenilmiş, açık düşmüş bir pehlivan sayıyorsun. Sen kendini -ses kızgındı-tek sanıyorsun. Yola
  tek çıkmaya kalkıyorsun. Tek olan yenildi mi biter. O ne ateşlik gaflettir ki seni cemaatinden koparmış, seni
  imanından, emirinden ayırmış, seni sırf kendi başının davasıyla, gönlünün kavgasıyla başbaşa bırakmış. Şimdi
  sen -ses, hüzün tüllerine bürünmüştü- ağılında aç kurtla karşı karşıya kalmış bir kuzu gibisin. Şeriatten,
  ümmetten kopan, kendini her şey sanan aklın seni parçalamaya hazırlanıyor. Sarıldığın tek dal aklın mı? Tek
  misin artık? Uçurum seni yutacak. Kurtulamazsın. Uçurumun dibi tek kalanların, ümit gücünü surf aklına
  bağlayanların leşleriyle doludur. Kurtulamazsın!..
  Artık İstanbul'lu Hoca yoktu. Üstlerinden kubbe kalkmış, siyaha yakın, kopkoyu lâcivert renkli ve sınırsız
  gökyüzünden, kâh uyandırmak için öfkeyle sarsan, kâh "Gel, hakka gel, hakikate gel kardeşim" diye rica
  eden cümleler yağıyordu. Artık bütün gözler yumuk, bütün başlar eğikti, nefesler tutulmuştu.
  «— İslâmın kara günleridir bugünler. Bildiğinden de kara günler yaşıyorsun. Gafletin ebedi nuru da örtmüş,
  sen tek başına, çulsuz çuvalsız aklının peşine düşmüş, yol bilmez, yordam bilmez, iz görmez, başını alıp
  gidiyorsun, sırtını o ebedi nura dönmüş de, kendini kurtuluşa gider sanıyorsun. Uçurum seni yutacak,
  kurtulamazsın!..»
  Doktor kendisini buraya getiren inattaki direnişin içten içe erir gibi olduğunu duyuyordu, istanbul'lu Hoca'yı
  gören, İstanbul'lu Hoca'ya bakan hatta muayene eder gibi bakan bir o idi. Görecek, anlayacak, hüküm
  verecekti. Bu iş kendisine bir görev olarak verilmişti. Sonunda Ho-ca'yla. vardığı hükme göre konuşacaktı.
  Rica veya tehdit... Hangisi uygunsa o yoldan Kuvâyi Mil iye adına yardımını isteyecekti. Ama şimdi
  karşısındaki adamın yalnız kuvvetini anlıyor, onun söylendiğinden de kuvvetli olduğunu duyuyor, daha açık
  olarak da hakkında hüküm vermenin güçlüğünü kabul ediyordu.
  Hocayı bütün dikkatiyle dinliyor, fakat aynı zamanda düşünebiliyordu. İlk adımı yanlış attığını anladı. Buraya
  peşin ve kesin inançlarla gelmiş, asıl yanıltıcısı Hoca^yı hocalardan bir hoca, kontrol şansını yitirmiş veya
  inkâr etmiş, tuttuğu tarafa kör taassupla ve katı bir görev alışkanlığı ile bağlanmış bir adam diye düşünmüş,
  bellemişti.
  Halbuki daha ilk cümleleri onun en az kendisi kadar samimi, kendisi gibi ölçüp biçen, kısacası inancında
  yaşayan bir mücadeleci olduğunu gösteriyordu.
  Üstelik, bu "Tek akü", sarsıcı, hiç değilse insanı üzerinde durmaya, düşünmeye zorlayıcı bir mesele idi.
  Herkes bir yol tutturursa, hedef aynı da olsa, herkes birbirine düşecek demek değil miydi?
  Hoca'nm sesi birdenbire apatikleşti. Bir insan ancak bu kadar hissiz, tarafsız olabilirdi:
  «— Tanrı ve onun sevgili kulu Hazret-i Muhammed.. -O, uyur sanılan, kendinden geçmiş görünen cemaat
  Hoca ile birlikte tekrarladı- Sal-lallahü aleyhi ve sellem sana felketin devasızı diye nifak'ı öğretmedi mi? Nifak
  mahvın ta kendisidir. Ve sen nifakın eşiğindesin. Kendini mahvolmuş sanıyor, tek bıraktığın aklının peşine
  düşerek, bir bozgun içinde, mahvına gidiyorsun. Koşuyorsun.»
  Doktora, camide, hatta bütün dünyada yalnız Hoca ile kendisi varmış gibi gelmeye başlamıştı. Aklı, vicdanı,
  bilgileri ve görgüleri topyekün bir seferberliğe girmişti. Hoca'nın her cümlesi üzerinde bir otopsi yapar gibiydi.
  «— Düşmanın bir mi? Sen ona bir daha ekle. Üç mü, beş mi? Sen ona bir de kendini ekle ve üçse dört,beşse
  altı de,ve sen sana en çetini oldun, bunu böyle bel e!..»
  Bu alışamadığı, bu bir benzerini görmediği ses ve bu önceden kestirilmesi güç düşünüş tarzı, bu kuvvet, bu
  dinç samimiyetle birleşince doktoru yeniden karar verme zorunda bırakıyordu.
  Salih'e gelince, Salih şimdi sanki on oniki yaşlarında ve Harmanyeri'nde akranları arasında tertiplenen bir
  güreş turnuvasında, bir yarışmada idi. Heyecanlı, neşeli, kabına sığamayacak kadar sabırsız ve kuvvetli
  buluyordu kendini. Pek bir şey anladığı yoktu. Fakat arada sırada üç evvelki cümle ile son kelimeler arasında
  bir bağ kuruveriyor, sesin yardımı da buna eklenince en hoşuna giden anlamları çıkarıyordu. Bununla
  beraber ilk olarak duyduğu ve sonuna kadar da sürdürdüğü şey gururdu. Biraz garipsenecek bir gurur.
  
Has leído el texto 1 de Turco literatura.