Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4
El número total de palabras es 4057
El número total de palabras únicas es 2166
31.3 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
46.3 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
54.1 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Sonunda Belediye Başkanı, çok duraksayarak, adliyeye haber vereceğini ve buyrultu isteyeceğini söyleyerek Hauchecorne'u bıraktı.
Haber yayılmıştı. Yaşlı adam, Belediye'den çıkarken ciddi veya şakacı, fakat içine hiç nefret karışmayan bir merakla çevrildi, sorguya çekildi. O da sicim öyküsünü anlatmaya koyuldu. Kimse inanmadı. Hep gülüyorlardı.
Adamcağız herkes tarafından durdurularak, bütün tanıdıklarını kendisi durdurarak, öyküsüne ve savunmasına hep yeniden başlayarak, bir çöp almadığını kanıtlamak için tersine çevrilmiş ceplerini göstererek yürüyordu.
Ona: - Yaşlı kurt, sen de! diyorlardı.
O da kızıyor, öfkeleniyor, inanılmamaktan bitkin, hatta ne yapacağını bilemeyerek durmadan öyküsünü anlatıyordu.
Akşam oldu. Gitmek gerekiyordu. Birlikte yola çıktığı üç komşuya ip parçasını bulduğu yeri gösterdi. Yolda da hep başına gelenden söz etti..
Bunu herkese söylemek için de gece Bréauté köyünü dolaştı. Bir inanana raslamadı.
Bütün gece hasta oldu.
Ertesi gün Ymauville çiftliklerinden Baba Breton'un çiftlik uşağı Marius Paumelle, öğleden sonra bire doğru, cüzdanla içindekileri Manneville'den Baba Houlbreque'e geri veriyordu.
Gerçekten, bu adam cüzdanı yolda bulduğunu ileri sürüyordu. Okuma bilmediği için onu eve götürmüş, efendisine vermişti.
Haber çevreye yayıldı. Baba Hauchecorne'a da ulaştı. O da hemen dolaşmaya çıktı ve öyküsünü, sonuyla birlikte anlatmaya başladı. Kazanmıştı.
- Bana ağır gelen şey, diyordu; sorunun hiç de kendisi değildi; anlıyor musunuz? Yalnızca yalancılıktı. İnsan için yalan yüzünden nefrete uğramaktan daha zararlı bir şey olamaz.
Bütün gün başından geçeni anlattı. Onu yollarda gelene geçene anlatıyor, meyhanede içenlere anlatıyor, ertesi pazar, kiliseden çıkarken anlatıyordu. Anlatmak için tanımadığı kimseleri bile durduruyordu. Artık rahattı. Bununla birlikte ne olduğunu doğru dürüst bilmediği bir şey, onu üzüyordu. Kendisini dinlerken sanki eğleniyorlardı. Kimse inanmışa benzemiyordu. Ona arkasından söyleniyorlar gibi geliyordu.
Ertesi salı, sırf durumunu anlatmak gereksinimiyle Goderville pazarına gitti.
Kapısının önünde duran Malandain, onun geçtiğini görünce gülmeye başladı. Niçin?
Criquetotlu bir çiftlik sahibine yaklaştı. Adam, bitirmesini bile beklemeden, onun göbeğine bir fiske vurarak yüzüne karşı: "Ah, koca kurt!" diye söylendi. Sonra çekildi gitti.
Baba Hauchecorne şaşırmış kalmıştı. Gittikçe de meraklandı. Kendisine neden "koca kurt" diyorlardı?
Jourdain'in hanında sofraya oturduğu vakit yine işi anlatmaya başladı. Montivilliersli bir cambaz kendisine:
- Haydi, haydi, eski hava, diye seslendi; senin sicim masalını biliyoruz!
Hauchecorne kekeledi:
- Bulundu ya şu cüzdan!
Fakat öteki:
- Kes, babam, dedi; bir bulan var, bir de getiren. Ne görülmüş, ne bilinmiş; karışmış işte.
Köylü soluksuz kaldı. Sonunda anlıyordu. Ona cüzdanı bir yardakçıya, bir ortağa götürmüş olma suçunu bulaştırıyorlardı.
Kabul etmemek istedi. Bütün masa gülmeye başladı.
Yemeğini bitiremedi ve alaylar arasında çıkıp gitti.
Evine utanmış ve küskün, öfke ve utançtan soluğu tıkanmış bir durumda döndü. Kendisini bir o kadar daha üzen şey de üzerine atılan suçu bir Normandiyalı kurnazlığıyla pekâlâ işleyebilecek, hatta çok iyi bir oyun oynamış gibi bir de bununla övünebilecek bir yapıda oluşuydu. Şeytanlığını herkes bildiği için suçsuzluğunu kanıtlamak, ona aşağı yukarı olanaksız gibi görünüyor ve beslenen kuşkunun haksızlığı karşısında da yüreğinden vurgun olduğunu duyuyordu.
O vakit sorunu her gün biraz daha uzatarak kafası hep sicim öyküsüyle dolu olduğu için, her defasında, yalnızken düşünüp hazırladığı yeni nedenler, daha canlı savunmalar katarak, daha ayrıntılı antlar içerek yeniden anlatmaya başladı. Savunması ne kadar karmaşıklaşır, kanıtları ne kadar incelirse adama inanış o kadar azalıyordu. Arkasından:
- Bunlar hep yalancı ağzı, diyorlardı.
O bunu duyumsuyor, içi kan ağlıyor, boşu boşuna güç tüketiyordu.
Adam göz göre göre eriyordu.
Alaycılar artık ona, ateşe girmiş bir ere savaşı anlattırır gibi, "Sicim"i söyletiyorlardı. Adamın temelinden sarsılan beyni, gittikçe sulanıyordu.
Zavallı, aralık ayının sonlarında yatağa düştü.
Ocak ayının ilk günlerinde de öldü. Can çekişirken sayıklıyor, suçsuzluğunu tekrar tekrar belirtiyordu:
- Küçük bir sicim... İşte bakın, Bay Başkan... Küçük bir sicim.
DELİ
Yüksek bir mahkemenin başkanıyken ölmüştü. Pürüzsüz yaşamı bütün Fransa adliyesince sevgiyle anılan çok iyi bir başkandı. Avukatlar, genç üyeler, yargıçlar onun iki parlak ve derin gözle aydınlanan iri, beyaz ve zayıf yüzünü yerlere kadar eğilerek büyük bir saygıyla selamlarlardı.
Ömrünü, haksızlığı kovalamak ve zayıfları korumakla geçirmişti. Hırsızlarla katillerin ondan amansız düşmanı yoktu. Çünkü ta ruhlarının içinde onların en gizli düşüncelerini adeta okur, kötü niyetlerinin bütün karanlığını bir bakışta açığa vururdu.
İşte tüm halkı arkasından acındırarak seksen iki yaşında onuruyla ölmüştü. Kırmızı pantolonlu askerler onu mezarına kadar törenle götürmüşler, beyaz kravatlı insanlar tabutunun başında acıklı sözler söyleyerek hemen hemen gerçek gözyaşları dökmüşlerdi.
Fakat bakın noter, onun büyük canilerle ilgili dosyaları kilitlediği çekmecede ne acayip bir kâğıt buldu ve donakaldı:
Niçin?
20 Haziran 1851 - Mahkemeden çıkıyorum. Blondel'i ölüme mahkum ettim! Bu adam nasıl olmuştu da beş çocuğunu ortadan kaldırmıştı? Bu işi niçin yapmıştı?.. Çok kez böyle yaşam söndürmekten büyük bir zevk alan insanlara raslanır. Evet, evet, bu, kesinlikle bir zevk olmalıdır. Hem de bütün öbürlerine üstün bir zevk. Çünkü öldürmek, galiba yaratmaya en çok benzeyen şey. Yapmak ve yıkmak! Bu iki sözcüğün içinde tüm dünyaların tarihi var. Her şey, her şey onların içinde. Öldürmek acaba neden bu kadar kavrayıcı?
25 Haziran - Şurada yaşayan, yürüyen, koşan bir yaratık düşünmek... Bir yaratık? Sanki o da ne? Kendisinde bir devinim düzeneği ve bu devinimi yoluna koyar bir istenç bulunan canlı şey! Bu şeyin hiç önemi yok. Ayakları kesinlikle yere bağlı değil. Yalnızca toprakta kımıldıyan bir yaşam tanesi. Ve bu bilmem nereden gelme yaşam tanesini insan istediği gibi ezebilir. Ötesi yok işte. Hiçlik! Çürümek ve silinmek!
26 Haziran - Öldürmek neden cinayet olsun? Evet, neden? Tersine bu, doğa yasasıdır. Her yaratığın bir öldürme işi var. Yaşamak için öldürüyor, öldürmek için öldürüyor. Öldürmek, bizim yapılışımızda. Öldürmeliyiz! Hayvan boyuna, bütün gün, varlığının her dakikasında öldürüyor. İnsan da doyunmak için durmadan öldürüyor. Fakat keyif için de öldürmeye gereksinme duyduğundan tuttu, avı yarattı. Çocuk, bulduğu böcekleri, yavru kuşları, eline düşen bütün hayvancıkları öldürüyor. Yalnızca bu, bizdeki dayanılmaz tepeleme gereksinmesini dindirecek gibi değildir. Yalnızca hayvan öldürmek, hiç de bizi kandıramaz. Adam öldürmeye de gereksinmemiz var. Eskiden bu gereksinmeyi insan kurban etmekle giderirlerdi. Şimdi toplum olarak yaşama zorunluluğu cana kıymayı cinayet yaptı. Katili mahkum ediyor, cezalandırıyorlar. Fakat bu doğal ve sürükleyici öldürme içgüdüsüne hiç uymadan da olamayacağımız için arada sırada bütün bir ulusun öbürünü boğazladığı savaşlarla oyalanıyoruz. O vakit bir kan düşkünlüğüdür gidiyor. Orduların kendisini yitirdiği ve akşamları lambalarının altında, göklere çıkarılmış boğazlaşma öykülerini okuyan kentsoylularla kadın ve çocukların kendinden geçtiği bir tür zevk düşkünlüğü.
Olasılıkla bu insan kasaplığını iş edinenlerin aşağı görüleceği sanılır. Ne gezer! Onları onura boğmaktayız; sırmalara, parlak kumaşlara bürümekteyiz. Hepsinin başında sorguç, göğsünde işleme vardır. Kendilerine boyuna madalya, ödül ve her türlüsünden rütbe verilir. Kurumludurlar, sayılırlar, kadınlardan sevgi görürler, halkça alkışlanırlar; çünkü biricik görevleri insan kanı dökmektir! Öldürme araçlarını sokaklarda sürüklerler ve bunlar kara giysilerle geçenlerin gözlerini çeler. Çünkü öldürmek, doğanın yaratık yüreğine ektiği büyük yasadır! Öldürmekten daha güzel ve daha onurlu hiçbir şey yoktur!
30 Haziran - Öldürmek yasadır; çünkü doğa sonsuz gençliği sever. O her, ama her devinimiyle: "Çabuk! Çabuk! Çabuk!" der gibidir. Ve ne kadar yıkarsa o kadar yenileşir.
2 Temmuz - Yaratık! Nedir bu yaratık? Hep ve hiç! Düşüncesiyle o her şeyi yansıtıyor. Belleği ve bilimiyle de, tarihini yaşattığı dünyanın küçük bir özetidir. Eşyanın aynası, olayların aynası... Böylece her insan evrenin içinde küçük bir evren oluyor!
Fakat bir de gezin. Ulusların karınca gibi kaynaşmasına bakın. Artık insan bir şey değildir! Hatta hiçbir şey değildir! Kayığa binin ve halkın kapladığı kıyıdan uzaklaşın; kıyı çizgisinden başka bir şey göremezsiniz. Zaten göze çarpmayan yaratık büsbütün yok olan, o kadar küçük ve önemsizdir. Hızlı bir trenle Avrupa'nın ortasından geçin ve vagonun kapısından bakın. İnsanlar, insanlar, tarlalarda kaynaşan, sokaklarda kaynaşan sayısız, bilinmeyen insan, yalnızca toprağı altüst etmeyi bilen ahmak köylüler, yalnızca erkeğine çorba ve çocuk yapmasını bilen çirkin kadınlar. Hindistan'a gidin, Çin'e gidin; hep doğan, yaşayan ve yolda ezilmiş bir karıncadan fazla iz bırakmadan ölen milyarlarca yaratığın didindiğini göreceksiniz. Çamurdan kulübelere sokulmuş zencilerin ülkesine, rüzgârla dalgalanan esmer bir örtünün altına sığınmış beyaz Arapların yurduna uğrayın; tek sürüden ayrı adamın hiçbir şey, ama hiçbir şey olmadığını anlayacaksınız. Her şey olan, soydur. Birey, çölde göçebe bir oymağın herhangi bir bireyi nedir sanki? Cidden bilge olan bu çöl insanları ölüme hiç önem vermezler. Onlarda adamın adı bile okunmaz. Herkes düşmanını tepeler. Buna savaş derler. Vaktiyle çiftlikten çiftliğe, ilçeden ilçeye hep böyle davranılırdı.
Evet, bütün dünyayı dolaşın ve sayısız bilinmeyen insanın kaynaşmasına bakın. Bilinmeyen mi dedim? Hah, işte davanın anahtarı! Öldürmek cinayettir; çünkü insanları numaralıyoruz! Doğar doğmaz onlar deftere geçiriliyor, adlandırılıyor, vaftiz ediliyorlar. Yasa, kendilerini teslim alıyor. İşte bu! Yazılmayan yaratık hesapta yoktur. Onu ister kırda, ister çölde öldür; ister dağda, ister ovada tepele; bir şey yapmış olmazsın! Doğa ölümü sever; ona kalsa ceza vermez o!
Dokunulmaz olan şey, şu sözüm ona, yurttaşlık durumudur. O kadar! İnsanı koruyan odur. Kişiye el kaldırılamaz; çünkü kütüğe geçmiştir. Nüfus yönetimini, bu yasa Tanrısı'nı sayacağız. Başka laf yok!
Devlet öldürebilir; çünkü onun kütüğe kayıt düşürme hakkı vardır. Bir savaşta iki yüz bin adamı boğazlattığı zaman onları yazmanlarının eliyle defterlerinden çizer, çıkarır. İş de biter. Fakat nüfus dairelerinin kayıtlarını hiçbir vakit değiştiremeyen biz, yaşama saygı göstermek zorundayız. Ey hükümet konağı tapınaklarında saltanat süren kütük! Seni selamlarım, sen doğadan da güçlüsün. Ah! Ah!
3 Temmuz - Öldürmek garip ve sarıcı bir zevk olmalı. Şurada, önünde canlı, düşünen birini bulmak; sonra onda küçük bir delik, yalnızca küçücük bir delik açmak ve oradan kan dediğimiz, yaşamı yapan kırmızı şeyin aktığını görmek; sonunda da soğuk, cansız ve düşüncesi boşalmış, yumuşak bir et yığınının karşısında kalmak!
5 Ağustos - Ben ki ömrümü yargı vererek, mahkum ederek, söylediğim iki sözle öldürerek, bıçakla öldürmüş olanları giyotinle öldürterek geçirdim; ya ben, ben de bütün çarptığım katiller gibi yapsaydım, evet ben, ben de onlar gibi davransaydım kim ne bilecekti?
10 Ağustos - Bunu dünyada sezecek var mıydı? Hele yok edilmesinde hiç çıkarım olmayan birini seçtikten sonra, benden, benim gibi bir adamdan kuşku duyulur muydu?
15 Ağustos - Şeytan! Şeytan, sürünen bir kurt gibi, içime girdi. Sürünüyor, yürüyor, bütün vücudumda geziniyor. Yalnızca şunu, öldürmeyi düşünen kafamda; kana bakmak, ölüm görmek gereksiniminde olan gözlerimde; içlerinde boyuna bilinmeyen, korkunç, iç parçalayıcı ve akıl oynatıcı bir şey, bir yaratığın son çığlığı gibi bir şey geçen kulaklarımda; gitmek, işin olacağı yere gitmek isteğiyle pirelenen bacaklarımda ve öldürsünler diye tir tir titreyen ellerimde dolaşıp duruyor. Bu ne hoş, benzeri az ve özgür, herkesten yüksek, istencine sahip bir adama, süzme heyecanlar ayıran bir insana layık şey olacak!
22 Ağustos - Artık karşı koyamıyordum. Denemek, başlamış olmak için küçük bir yaratık öldürdüm.
Uşağım Jean'ın, kiler penceresinde asılı bir kafeste bir sakası vardı. Kendisini bir işe gönderdim ve küçük kuşu elime, içinde yüreğinin çarpıntısını duyduğum avucuma aldım. Sıcacıktı. Odama çıktım. Ara sıra onu fazla sıkıyordum, yüreği daha hızlı vuruyordu. Bunda yabanıl bir tat vardı. Kuşcağızın boğulmasına bıçak sırtı kalmıştı. Fakat kan göremeyecektim.
O vakit makası, küçük tırnak makasını aldım ve üç vuruşta onun boğazını yavaşça kestim. Gagasını açıyor, elimden kaçmaya çabalıyordu. Ama ben tutuyordum, evet tutuyordum! Koca bir kuduz köpeği de tutardım! Ve kanın aktığını gördüm. Şu kan ne de güzel, kırmızı, parlak ve duru! İçmek için içim titriyordu. Dilimin ucunu değdirdim! Hoş şey. Fakat şu zavallı küçük kuşun pek az kanı vardı! Karşımdaki görünümden istediğim gibi zevk alamadım. Bir boğadan kan aktığını görmek, herhalde çok büyük bir zevk olacak.
Ve sonra katiller gibi, çekirdekten yetişme katiller gibi yaptım. Makası, ellerimi yıkadım; bol su döktüm ve kuşu, kuşun ölüsünü, gömmek için bahçeye götürdüm. Onu bir çileğin köküne tıktım. Kimse yerini bulamaz. Ben her gün bu kökten bir çilek yiyeceğim. Yolu bilindiği zaman, yaşamla nasıl da oynanıyor!
Uşağım ağladı. O kuşunu uçmuş sanıyor. Hiç benden kuşkulanabilir mi? Hah! Hah!
25 Ağustos - Benim bir insan öldürmem gerekli! Evet, gerekli.
30 Ağustos - O iş oldu. Ne de önemsiz şeymiş!
Vernes Ormanı'na gezmeye gitmiştim. Bir şey, ama hiçbir şey düşündüğüm yoktu. İşte yolda bir çocuk, tereyağlı ekmek dilimini yiyen küçük bir çocuk.
Geçişime bakmak için duruyor ve: "Günaydın, Bay Başkan" diyor.
Benim de kafama: "Şunu öldürsem?" düşüncesi giriyor.
Yanıt veriyorum: - Yalnız mısın oğlum?
- Evet efendim.
- Böyle, ormanda, yapayalnız?
- Evet efendim.
Onu öldürmek isteği, alkol gibi başımı döndürüyordu. Kaçacağını umarak, yavaşça yaklaştım. Ve işte boğazından yakaladım... Sıkıyor, bütün gücümle sıkıyorum! Çocuk korkunç gözlerle bana baktı! Ne gözler; yusyuvarlak, derin, saf, ürpertici gözler!.. Heyecanın bu kadar hayvancasını hiç duymamıştım. Hem de bu kadar kısasını! Yumruklarımı küçücük elleriyle tutuyor ve vücudu, ateşe düşmüş bir tüy gibi bükülüyordu. Sonra kımıldamaz oldu.
Yüreğim çarpıyordu. Ah, o kuşun yüreği! Cesedi hendeğe attım. Üstüne de otları.
Döndüm, güzelce yemek yedim. Bu iş ne kadar basitmiş! Akşam gayet şen, hafiftim ve gencelmiştim. Belediye başkanlarına gittim. Beni nüktedan buldular.
Fakat kan görmemiştim! Dinginim.
31 Ağustos - Ceset bulundu. Katili arıyorlar. Hah! Hah!
1 Eylül - İki serseri yakalandı. Ama kanıt yok.
2 Eylül - Çocuğun anası, babası bana geldiler. Ağladılar! Hah! Hah!
6 Ekim - Bir şey bulunamadı. İşi buralardan geçen bir ipsiz yapmış olacak! Hah! Hah! Eğer kan aktığını görseydim, içime öyle geliyor ki, şimdi rahatlık duyacaktım!
18 Ekim - İliklerimde öldürmek isteği koşuşuyor. Bu, pekâlå sizi yirmi yaşında kıvrandıran aşk kuduzluğuyla yan yana getirilebilir.
20 Ekim - Bir tane daha. Kahvaltıdan sonra su boyunca yürüyordum. Bir söğüdün altında uyuyan bir balıkçı gördüm. Vakit öğleydi. Bitişik patates tarlasında bir bel, özellikle yere dikilmiş gibiydi.
Gidip onu aldım; topuz gibi kaldırdım ve keskin yanının tek bir inişiyle balıkçının kafasını yardım. Oh! Bundan, bu seferkinden kan aktı! Pembe, beyin dolu bir kan! Bu, yavaş yavaş suya karışıyordu. Ciddi adımlarla yola düzüldüm. Ya görülseydim! Ah! Ah! Yaman bir katil olalcakmışım.
25 Ekim - Balıkçı olayı büyük bir dedikodu uyandırmakta. Onunla birlikte balık tutan yeğeni suçlu görülüyor.
26 Ekim - Sorgu yargıcı yeğenin suçlu olduğuna karar verdi. Kentte herkes bu düşüncede. Hah! Hah!
27 Ekim - Yeğen kendisini çok kötü savunuyor. Söylediğine göre peynir ekmek almak için köye gitmiş. Amcasının bu arada öldürüldüğüne ant içmekte. Fakat inanan kim?
28 Ekim - Yeğen az kalsın itiraf ediyordu. O kadar bunaltıldı! Ah adalet, ah!
15 Kasım - Amcasının mirasına konacak olan yeğene karşı akar suları durduran kanıtlar var. Mahkemeye ben başkanlık edeceğim.
25 Ocak - İdam! İdam! İdam! Onu idama mahkum ettim! Hah! Hah! Savcı bir melek gibi konuştu! Hah! Hah! Bir tane daha! Onun kafasının kesildiğini görmeye gideceğim!
18 Mart - Oldu, bitti. O, bu sabah giyotine çıktı. Çok güzel öldü! Çok güzel! Hoşuma gitti. Bir adamın kafasının koptuğunu görmek ne zevkli şey! Kan bir dalga gibi, bir su gibi fışkırdı; oh! Olabilseydi bu kanda yıkanmak isterdim! Onun altına yatmak, akışına saçlarımı, yüzümü tutmak ve sonra kıpkırmızı, baştan başa kırmızı kalkmak bana ne tatlı bir sarhoşluk verecekti! Ah! Bilseler!
Artık bekleyeceğim, bekleyebilirim. Yakayı ele vermeye o kadar küçük bir şey yetecekti ki!
.................
Yazının yeni bir cinayetten söz etmeyen daha bir yığın sayfası vardı.
Onları gören akıl doktorları, dünyada, bu canavar bunak kadar usta ve korkunç daha birçok bilinmeyen deli olduğunu söylediler.
BABA BELHOMME'DAKİ HAYVAN
Le Havre postası Criqueto'dan kalmak üzereydi. Bütün yolcular, Malandinoğlunun işlettiği Ticaret Oteli'nin avlusunda adlarıyla çağrılmalarını bekliyorlardı.
Bu, çamurlana çamurlana boyaları bozulup şimdi aşağı yukarı kül rengine girmiş tekerlekleri olan sarı bir arabaydı. Öndeki tekerlekler küçücüktü. Arkadakiler, yüksek ve cılız; arabanın biçimsiz, hem de bir hayvan karnı gibi şişkin gövdesini yüklenmişlerdi. Biri öne, ikisi onun arkasına koşulmuş, ilk bakışta koca kafalarıyla iri ve yuvarlak dizleri göze çarpan üç beyaz ve hantal beygir, yapısında ve gidişinde bir uğursuzluk olan bu araba belasını çekecekti. Hayvanlar, acayip taşıtlarının önünde daha şimdiden uyumuş görünüyorlardı.
Arabacı Césaire Horlaville, göbekli, bununla birlikte boyuna tekerleklere basarak arabanın üstüne çıkma alışkanlığıyla, kıvrak kırların havasıyla, yağmurlar, kasırgalar ve kadehçiklerle yüzü kızarmış, rüzgâr ve dolu çarpmalarından gözleri kıpış kıpış olmuş ufak tefek bir adam, elinin tersiyle ağzını silerek, otelin kapısında göründü. Şaşkın kümes kuşlarıyla dolu geniş ve yuvarlak sepetler, yerlerinden kıpırdamayan köylü karılarının önünde duruyordu. Césaire Horlaville bunları birer birer alarak arabasanın tepesine koydu. Sonra oraya daha küçük bir dikkatle yumurta sepetlerini yerleştirdi. Sonunda aşağıdan bir iki ufak tahıl torbası; mendillere, bez parçalarına, kâğıtlara sarılmış küçük paketler de attı. Daha sonra cebinden bir liste çıkararak arabanın arka kapısını açtı ve okuyup seslenmeye başladı:
- Bay papaz! Gorgeville papazı!
Papaz ilerledi. Uzun, iri yapılı, geniş, güçlü kuvvetli, hemen hemen mor yüzlü, güzelce bir adamdı. Adımını atmak için cüppesinin eteğini, kadınların etekliklerini tutmaları gibi tuttu ve arabaya tırmandı.
- Rollebosc-les-Grintes öğretmeni!
Uzun boylu, utangaç, dizlerine kadar redingotlu bir adam çabuk çabuk geldi ve o da açık kapının içinde gözden yitti.
- Baba Poiret, iki yer!
Poiret, uzun ve eğri büğrü, sapandan kamburlaşmış, perhizden zayıflamış, kemikli, su yüzü görmemekten derisi kurumuş bir adam, çıkageldi. Karısı, küçük ve cılız, yorgun bir keçiyi andırarak ve iki eliyle kocaman bir yeşil şemsiye taşıyarak ardından yürüyordu.
- Baba Rabot, iki yer!
Rabot, kararsız, durakladı. "Beni mi çağırıyorsun?" diye sordu. Kendisine "açıkgöz" adı takılan arabacı, güzel bir yanıt verecekti ama Rabot, bir şarap fıçısı gibi büyük ve yuvarlak karınlı, kürek gibi yayvan elli, uzun boylu ve geniş omuzlu, şakacı bir kadın olan karısının itmesiyle ileri fırlayarak kafasını kapıya soktu ve deliğine giren bir fare gibi arabanın içine daldı.
- Baba Caniveau!
Bu kez öküzden daha ağır, iri bir köylü, yayları çökerterek sarı araba kasasının boşluğuna battı.
- Baba Belhomme!
Belhomme, koca bir sıska, eğri boynu, yakınan yüzü ve ağır bir diş ağrısı çekiyormuş gibi üzerine mendil kapatılmış kulağıyla yaklaştı.
Hepsi de siyah veya yeşilimtrak çuhadan eski ve acayip ceketlerinin, Le Havre sokaklarında ortaya çıkaracakları yabanlık giysilerinin üzerine birer mavi gömlek geçirmişlerdi. Başlarında da Normandiya köylerinde en büyük süs sayılan, kale kadar yüksek, ipekli şapkalar vardı. Césaire Horlaville daracık arabasının kapısını kapadı, sonra yerine çıkarak kamçısını şaklattı.
Hayvanların üçü de uyanır gibi oldular ve boyunlarını sallayarak karışık bir çıngırak sesi çıkardılar.
O vakit arabacı, avazı çıktığı kadar "Hüe!" diye gürledi ve kolunu adamakıllı açarak hayvanları kırbaçladı. Onlar da kımıldadılar, kendilerini zorladılar, ağır ve aksak bir tırısa kalktılar. Arkalarında araba, gevşek camlarını ve yaylarının bütün demirlerini zıngırdatarak garip bir teneke ve cam gürültüsü çıkarıyor, sarsılmalarla sallanıp çalkanan her yolcu sırasında da bütün hoplayış kaymalarından sonra bir dalga çekilişi oluyordu.
Önce rahatlamaya engel gibi görülen papazı sayarak herkes sustu. Konuşkan ve sokulgan yapısı dolayısıyla ilk sözü papaz açtı!
- Söyleyin bakalım, Baba Caniveau, işleriniz yolunda mı?
Papazla aralarında bir boy, gerdan ve göbek yakınlığı olan koca köylü sırıtarak yanıt verdi:
- Yolunda, Bay Papaz, yolunda; ya sizinkiler?
- Oo! Benimkiler hep yolundadır. Sizin işler nasıl Baba Poiret?
- Benimkiler mi? Bu yıl verimsiz kalan kolzalar olmasa iyiydi ya. Zararı onlarla kapatıyorduk işte.
- Ne yaparsınız? Havalar çok soğuk.
Baba Rabot'nun iri karısı bir jandarma sesiyle:
- Evet, pek soğuk; diye onayladı.
Kadın, komşu bir köyden olduğu için papaz onu yalnızca adıyla tanıyordu.
- Blondel siz misiniz? dedi.
- Evet, Rabot'ya varan benim.
Rabot, nazik, çekingen ve hoşnut, gülümseyerek; hem de: "Yok, Blondel'e varan Rabot benim" der gibi başını göğsüne kadar eğerek selam verdi.
Bu sırada, mendilini hep kulağının üstünde tutan Baba Belhomme ansızın acınacak bir biçimde inlemeye başladı. Korkunç bir ağrıyla tepinerek "İyyı... iyy... iyy..." diye sesler çıkarıyordu. Papaz:
- Demek dişleriniz çok ağrıyor? dedi.
Köylü yanıt vermek için bir saniye inlemeyi bıraktı:
- Yok... Bay papaz... Diş değil... Kulak, kulağımın içi.
- Ne var kulağınızda? Şiş filan mı?
- Şişi bilmem, fakat oraya bir hayvan, koca bir hayvan girdiğini iyice biliyorum. Çünkü ambarda, otların üzerinde uyuyordum.
- Bir hayvan ha? Emin misiniz?
- Emin miyim ne demek Bay Papaz? İnancım kadar eminim. Kulağımın içini oyup duruyor. Başımı yediği kesin! Başımı yiyor işte! Ah! iyy... iyy.. iyy... Ve yeniden tepinmeye başladı.
Arabadakilerde büyük bir ilgi uyanmıştı. Herkes görüşünü söylüyordu. Boiret'ye göre bu bir örümcek, öğretmene göre de bir tırtıldı. Öğretmen daha önce Orna'da, altı yıl kaldığı Campemuret'de bunu bir kez görmüştü. Hatta tırtıl kafaya kadar girmiş ve burundan çıkmıştı. Fakat o adamın, zarı delinmiş olduğu için, o kulağı sağır kalmıştı.
Papaz: - Bu herhalde küçük bir kurt olmalı; dedi.
Baba Belhomme, en sonra bindiği için, başı yanda ve kapıya dayalı, boyuna inliyordu:
- Oh! İyy... İyy... İyy... Bu kesinlikle bir karınca, koca bir karıncadır. Öyle ısırıyor ki!.. Bakın, Bay Papaz, koşuyor... Dört nala koşuyor... Ah, iyy... iyy... iyy... Ne bela!..
Caniveau - Doktora gitmedin mi? diye sordu.
- Elbette gitmedim.
- Neden elbette?
Doktor korkusu sanki Belhomme'u iyileştirmişti. Mendilini bırakmadan doğruldu:
- Neden mi elbette? Senin bu madrabazlara yedirecek paran var galiba. Bir kez git, iki kez, üç kez, dört kez, beş kez git! Bu, koskoca iki beyaz gümüş eder: Sağlam iki beyaz gümüş... Yapacağı da ne? Söyle bakalım, ne yapacak? Biliyor musun?
Caniveau gülüyordu: - Yok, bilmiyorum. Şimdi nereye gidiyorsun ya?
- Le Havre'a, Chambrelan'ı görmeye.
- Kim bu Chambrelan?
- Üfürükçü işte.
- Nasıl üfürükçü?
- Babamı iyi eden üfürükçü.
- Babanı mı?
- Evet, babamı; eskiden.
- Nesi vardı babanın?
- Sırtına yel girmişti; ne ayağını oynatabiliyordu, ne de bacağını.
- Senin Chambrelan ne yaptı ona?
- Hamur tutar gibi, sırtını iki eliyle yoğurdu işte! İki saatte bir şeyciği kalmadı!
Belhomme pekâlâ Chambrelan'ın bazı şeyler de okuduğunu aklından geçiriyordu ama bunu papazın karşısında söylemeye cesaret edemiyordu.
Caniveu gülerek yine: - Sakın, dedi, kulağındaki bir tavşan olmasın? Bu deliği çalılı, dikenli görünce yuvası sanmıştır. Dur, kaçırayım.
Caniveau, elleriyle bir boru yaparak, av peşinde koşan köpeklerin havlamasını yansılamaya başladı. Haykırıyor, uluyor, ağlaşıyor, havlıyordu. Arabada herkes gülmeye başladı. Hatta hiç gülmeyen öğretmen bile.
Belhomme, kendisiyle eğlenilmesinden üzgün göründüğü için papaz sözü değiştirerek Rabot'nun iri karısına döndü:
- Aileniz kalabalık, değil mi?
- Evet, Bay Papaz, öyle... Yetiştirmek güç!
Rabot: "Ya! Yetiştirmek güç işte" der gibi başıyla doğruluyordu.
- Kaç çocuk?
Kadın güçlü ve emin bir sesle, güvene güvene açıkladı:
- On altı, bay papaz! On beşi kocamdan!
Rabot da başıyla selamlayarak daha açıktan gülümsemeye başladı. Kendisi, Rabot, yalnız başına on beş çocuk babası olmuştu! Bunu karısı söylüyordu. Demek, hiç kuşku yoktu. Böbürlenirdi elbet!
Ya on altıncısı kimdi? Kadın orasını söylemedi. O, kesinlikle ilk çocuktu. Belki de herkes biliyordu. Çünkü kimse şaşmadı. Caniveau bile tınmadı.
Fakat Belhomme inlemeye başladı!
- Ah! İyy... İy... İyy... Oyuyor içerisini... Ooo! Bitiyorum!
Araba Polyte Kahvesi'ne gelip durdu. Papaz:
- Kulağınıza biraz su akıtsak belki de onu çıkartırız, dedi; bir deneyelim mi?
- Hayhay! Ben hazırım.
Ameliyatta bulunmak için herkes indi.
Papaz bir tabak, bir havlu ve bir bardak su istedi. Sonra öğretmeni hastanın başını iyice yatık tutmakla, kulağın içine su girer girmez de onu birden aşağı çevirmekle görevlendirdi.
Fakat hayvanı gözle görebilir miyim diye Belhomme'un kulağına herkesten önce bakan Caniveau:
- Tu Allah layığını versin! diye haykırdı; bu ne marmelat! Kulağı önce açmak gerek, Baba! Senin tavşan dünyada bu reçelden çıkamaz. Oraya dört ayağıyla yapışır kalır.
Kulağın deliğini papaz da inceledi ve hayvanın çıkarılmasına kalkışılmayacak kadar dar ve bulaşık buldu. Burayı bir kibrit çöpü ve bir parça bezle açan, öğretmen oldu. O vakit, herkesin üzüntüsü ortasında papaz, temizlenmiş yola, Belhomme'un yüzüne, saçlarına ve boynuna da yayılan yarım bardak su akıttı. Sonra öğretmen, adamın başını, vidasını sökecekmiş gibi, hızla tabağın üstünde döndürdü. Birkaç damla, beyaz tabağa düştü. Yolcular hep atıldılar. Hiçbir hayvan çıkmamıştı.
Bununla birlikte Belhomme: "Artık bir şey duymuyorum" deyince papaz başarmış bir sesle: "Herhalde boğulmuştur!" diye haykırdı. Herkes hoşnuttu. Yine arabaya binildi.
Fakat araba yola düzülür düzülmez Belhomme korkunç çığlıklar kopardı. Hayvan uyanmış ve kuduza dönmüştü. Hatta adam, onun şimdi kafasına girdiğini ve beynini kemirdiğini, ileri sürüyordu. Zavallı öylesine kıvranarak uluyordu ki Poiret'nin karısı kendisini cin tutmuş sanarak haç çıkara çıkara ağlamaya başladı. Sonra, ağrı biraz durunca, hasta hayvanın kulağında dolaştığını söyledi. Parmağıyla hayvanın devinimlerini yansılıyor, onu görür, gözleriyle kollar gibi oluyor ve "İşte bakın, diyordu; işte çıkıyor... iyy... iyy... Ne kötü!"
Caniveau sabırsızlanıyordu. "Bu hayvanı kudurtan, sudur, diyordu; herhalde şaraba alışıktı."
Yine gülmeye başladılar. Caniveau sürdürdü: "Bourbeux Kahvesi'ne geldiğimiz zaman sen ona fıçının musluğunu aç; vallahi bir daha kıpırdamaz."
Fakat Belhomme artık acıdan duramıyordu. Yüreği koparılıyormuş gibi haykırmaya başladı. Papaz adamın başını desteklemek zorunda kaldı. Césaire Horlaville'den, ilk raslayacağı evde durmasını rica ettiler.
Burası, yola kadar ulaşan bir çiftlikti. Belhomme içeriye taşındı. Sonra da ameliyata yeniden başlanmak üzere, mutfağın masasına yatırıldı. Caniveau, hayvanı uyuşturup uyutmak, belki de öldürmek için, boyuna, suya rakı karıştırılmasını salık veriyordu. Fakat papaz sirkeyi daha uygun gördü.
Bu kez sirkeli su, ta içeriye kadar gitsin diye, damla damla akıtıldı ve içine hayvan kaçan kulakta birkaç dakika bırakıldı.
Yine bir tabak getirtilerek, papazla Caniveau, bu iki pehlivan tarafından Belhomme bir tutuşta çevrildi. Öğretmen de sağlam kulağa, öteki iyice boşalsın diye, parmaklarıyla pat pat vurdu.
Césaire Horlaville bile, kamçısı elinde, görmek için gelmişti.
Birden tabağın dibinde, sonunda bir soğan tohumu büyüklüğünde, siyahımsı bir nokta farkedildi. Nokta, kıpırdamıyordu da. Bu, bir pireydi! Önce şaşma haykırışları, arkasından gürültülü kahkahalar koptu. Pire, ha? Olur şey değil! Olur şey değil! Caniveau dizine vuruyor, Césaire Horlaville kamçısını şaklatıyordu. Papaz, tıpkı anıran eşekler gibi başını kaldırmış, katılıyor, öğretmen aksırır gibi gülüyor, iki kadın da tavukların gıdaklamasına benzer, kısa neşe sesleri çıkarıyordu.
Belhomme masanın üstüne oturmuştu. Tabağı dizlerine koyarak su damlasının içinde dönen tutsak hayvancığa, gözlerinde ciddi bir dikkat ve keyifli bir öfkeyle bakıp duruyordu.
- İşte yakalandın, pis yaratık! diye homurdandı ve üstüne tükürdü.
Arabacı, deli gibi keyiflenmiş, habire yineliyordu: "Bir pire! Bir pire! Ele geçtin işte! Uğursuz pire, uğursuz pire, uğursuz pire seni!"
Sonra biraz kendini toplayarak haykırdı: Haydi, yola! Epey vakit yitirdik zaten.
Yolcular da, hep gülerek, arabaya doğru yürüdüler.
Bununla birlikte, en sonra gelen Belhomme: Ben, dedi; Criquetot'ya dönüyorum. Artık Le Havre'da işim yok.
Arabacı yanıt verdi: - Öyle olsun, çık parayı!
- Yolun yarısından öteye geçmedim; borcum da yarım.
Haber yayılmıştı. Yaşlı adam, Belediye'den çıkarken ciddi veya şakacı, fakat içine hiç nefret karışmayan bir merakla çevrildi, sorguya çekildi. O da sicim öyküsünü anlatmaya koyuldu. Kimse inanmadı. Hep gülüyorlardı.
Adamcağız herkes tarafından durdurularak, bütün tanıdıklarını kendisi durdurarak, öyküsüne ve savunmasına hep yeniden başlayarak, bir çöp almadığını kanıtlamak için tersine çevrilmiş ceplerini göstererek yürüyordu.
Ona: - Yaşlı kurt, sen de! diyorlardı.
O da kızıyor, öfkeleniyor, inanılmamaktan bitkin, hatta ne yapacağını bilemeyerek durmadan öyküsünü anlatıyordu.
Akşam oldu. Gitmek gerekiyordu. Birlikte yola çıktığı üç komşuya ip parçasını bulduğu yeri gösterdi. Yolda da hep başına gelenden söz etti..
Bunu herkese söylemek için de gece Bréauté köyünü dolaştı. Bir inanana raslamadı.
Bütün gece hasta oldu.
Ertesi gün Ymauville çiftliklerinden Baba Breton'un çiftlik uşağı Marius Paumelle, öğleden sonra bire doğru, cüzdanla içindekileri Manneville'den Baba Houlbreque'e geri veriyordu.
Gerçekten, bu adam cüzdanı yolda bulduğunu ileri sürüyordu. Okuma bilmediği için onu eve götürmüş, efendisine vermişti.
Haber çevreye yayıldı. Baba Hauchecorne'a da ulaştı. O da hemen dolaşmaya çıktı ve öyküsünü, sonuyla birlikte anlatmaya başladı. Kazanmıştı.
- Bana ağır gelen şey, diyordu; sorunun hiç de kendisi değildi; anlıyor musunuz? Yalnızca yalancılıktı. İnsan için yalan yüzünden nefrete uğramaktan daha zararlı bir şey olamaz.
Bütün gün başından geçeni anlattı. Onu yollarda gelene geçene anlatıyor, meyhanede içenlere anlatıyor, ertesi pazar, kiliseden çıkarken anlatıyordu. Anlatmak için tanımadığı kimseleri bile durduruyordu. Artık rahattı. Bununla birlikte ne olduğunu doğru dürüst bilmediği bir şey, onu üzüyordu. Kendisini dinlerken sanki eğleniyorlardı. Kimse inanmışa benzemiyordu. Ona arkasından söyleniyorlar gibi geliyordu.
Ertesi salı, sırf durumunu anlatmak gereksinimiyle Goderville pazarına gitti.
Kapısının önünde duran Malandain, onun geçtiğini görünce gülmeye başladı. Niçin?
Criquetotlu bir çiftlik sahibine yaklaştı. Adam, bitirmesini bile beklemeden, onun göbeğine bir fiske vurarak yüzüne karşı: "Ah, koca kurt!" diye söylendi. Sonra çekildi gitti.
Baba Hauchecorne şaşırmış kalmıştı. Gittikçe de meraklandı. Kendisine neden "koca kurt" diyorlardı?
Jourdain'in hanında sofraya oturduğu vakit yine işi anlatmaya başladı. Montivilliersli bir cambaz kendisine:
- Haydi, haydi, eski hava, diye seslendi; senin sicim masalını biliyoruz!
Hauchecorne kekeledi:
- Bulundu ya şu cüzdan!
Fakat öteki:
- Kes, babam, dedi; bir bulan var, bir de getiren. Ne görülmüş, ne bilinmiş; karışmış işte.
Köylü soluksuz kaldı. Sonunda anlıyordu. Ona cüzdanı bir yardakçıya, bir ortağa götürmüş olma suçunu bulaştırıyorlardı.
Kabul etmemek istedi. Bütün masa gülmeye başladı.
Yemeğini bitiremedi ve alaylar arasında çıkıp gitti.
Evine utanmış ve küskün, öfke ve utançtan soluğu tıkanmış bir durumda döndü. Kendisini bir o kadar daha üzen şey de üzerine atılan suçu bir Normandiyalı kurnazlığıyla pekâlâ işleyebilecek, hatta çok iyi bir oyun oynamış gibi bir de bununla övünebilecek bir yapıda oluşuydu. Şeytanlığını herkes bildiği için suçsuzluğunu kanıtlamak, ona aşağı yukarı olanaksız gibi görünüyor ve beslenen kuşkunun haksızlığı karşısında da yüreğinden vurgun olduğunu duyuyordu.
O vakit sorunu her gün biraz daha uzatarak kafası hep sicim öyküsüyle dolu olduğu için, her defasında, yalnızken düşünüp hazırladığı yeni nedenler, daha canlı savunmalar katarak, daha ayrıntılı antlar içerek yeniden anlatmaya başladı. Savunması ne kadar karmaşıklaşır, kanıtları ne kadar incelirse adama inanış o kadar azalıyordu. Arkasından:
- Bunlar hep yalancı ağzı, diyorlardı.
O bunu duyumsuyor, içi kan ağlıyor, boşu boşuna güç tüketiyordu.
Adam göz göre göre eriyordu.
Alaycılar artık ona, ateşe girmiş bir ere savaşı anlattırır gibi, "Sicim"i söyletiyorlardı. Adamın temelinden sarsılan beyni, gittikçe sulanıyordu.
Zavallı, aralık ayının sonlarında yatağa düştü.
Ocak ayının ilk günlerinde de öldü. Can çekişirken sayıklıyor, suçsuzluğunu tekrar tekrar belirtiyordu:
- Küçük bir sicim... İşte bakın, Bay Başkan... Küçük bir sicim.
DELİ
Yüksek bir mahkemenin başkanıyken ölmüştü. Pürüzsüz yaşamı bütün Fransa adliyesince sevgiyle anılan çok iyi bir başkandı. Avukatlar, genç üyeler, yargıçlar onun iki parlak ve derin gözle aydınlanan iri, beyaz ve zayıf yüzünü yerlere kadar eğilerek büyük bir saygıyla selamlarlardı.
Ömrünü, haksızlığı kovalamak ve zayıfları korumakla geçirmişti. Hırsızlarla katillerin ondan amansız düşmanı yoktu. Çünkü ta ruhlarının içinde onların en gizli düşüncelerini adeta okur, kötü niyetlerinin bütün karanlığını bir bakışta açığa vururdu.
İşte tüm halkı arkasından acındırarak seksen iki yaşında onuruyla ölmüştü. Kırmızı pantolonlu askerler onu mezarına kadar törenle götürmüşler, beyaz kravatlı insanlar tabutunun başında acıklı sözler söyleyerek hemen hemen gerçek gözyaşları dökmüşlerdi.
Fakat bakın noter, onun büyük canilerle ilgili dosyaları kilitlediği çekmecede ne acayip bir kâğıt buldu ve donakaldı:
Niçin?
20 Haziran 1851 - Mahkemeden çıkıyorum. Blondel'i ölüme mahkum ettim! Bu adam nasıl olmuştu da beş çocuğunu ortadan kaldırmıştı? Bu işi niçin yapmıştı?.. Çok kez böyle yaşam söndürmekten büyük bir zevk alan insanlara raslanır. Evet, evet, bu, kesinlikle bir zevk olmalıdır. Hem de bütün öbürlerine üstün bir zevk. Çünkü öldürmek, galiba yaratmaya en çok benzeyen şey. Yapmak ve yıkmak! Bu iki sözcüğün içinde tüm dünyaların tarihi var. Her şey, her şey onların içinde. Öldürmek acaba neden bu kadar kavrayıcı?
25 Haziran - Şurada yaşayan, yürüyen, koşan bir yaratık düşünmek... Bir yaratık? Sanki o da ne? Kendisinde bir devinim düzeneği ve bu devinimi yoluna koyar bir istenç bulunan canlı şey! Bu şeyin hiç önemi yok. Ayakları kesinlikle yere bağlı değil. Yalnızca toprakta kımıldıyan bir yaşam tanesi. Ve bu bilmem nereden gelme yaşam tanesini insan istediği gibi ezebilir. Ötesi yok işte. Hiçlik! Çürümek ve silinmek!
26 Haziran - Öldürmek neden cinayet olsun? Evet, neden? Tersine bu, doğa yasasıdır. Her yaratığın bir öldürme işi var. Yaşamak için öldürüyor, öldürmek için öldürüyor. Öldürmek, bizim yapılışımızda. Öldürmeliyiz! Hayvan boyuna, bütün gün, varlığının her dakikasında öldürüyor. İnsan da doyunmak için durmadan öldürüyor. Fakat keyif için de öldürmeye gereksinme duyduğundan tuttu, avı yarattı. Çocuk, bulduğu böcekleri, yavru kuşları, eline düşen bütün hayvancıkları öldürüyor. Yalnızca bu, bizdeki dayanılmaz tepeleme gereksinmesini dindirecek gibi değildir. Yalnızca hayvan öldürmek, hiç de bizi kandıramaz. Adam öldürmeye de gereksinmemiz var. Eskiden bu gereksinmeyi insan kurban etmekle giderirlerdi. Şimdi toplum olarak yaşama zorunluluğu cana kıymayı cinayet yaptı. Katili mahkum ediyor, cezalandırıyorlar. Fakat bu doğal ve sürükleyici öldürme içgüdüsüne hiç uymadan da olamayacağımız için arada sırada bütün bir ulusun öbürünü boğazladığı savaşlarla oyalanıyoruz. O vakit bir kan düşkünlüğüdür gidiyor. Orduların kendisini yitirdiği ve akşamları lambalarının altında, göklere çıkarılmış boğazlaşma öykülerini okuyan kentsoylularla kadın ve çocukların kendinden geçtiği bir tür zevk düşkünlüğü.
Olasılıkla bu insan kasaplığını iş edinenlerin aşağı görüleceği sanılır. Ne gezer! Onları onura boğmaktayız; sırmalara, parlak kumaşlara bürümekteyiz. Hepsinin başında sorguç, göğsünde işleme vardır. Kendilerine boyuna madalya, ödül ve her türlüsünden rütbe verilir. Kurumludurlar, sayılırlar, kadınlardan sevgi görürler, halkça alkışlanırlar; çünkü biricik görevleri insan kanı dökmektir! Öldürme araçlarını sokaklarda sürüklerler ve bunlar kara giysilerle geçenlerin gözlerini çeler. Çünkü öldürmek, doğanın yaratık yüreğine ektiği büyük yasadır! Öldürmekten daha güzel ve daha onurlu hiçbir şey yoktur!
30 Haziran - Öldürmek yasadır; çünkü doğa sonsuz gençliği sever. O her, ama her devinimiyle: "Çabuk! Çabuk! Çabuk!" der gibidir. Ve ne kadar yıkarsa o kadar yenileşir.
2 Temmuz - Yaratık! Nedir bu yaratık? Hep ve hiç! Düşüncesiyle o her şeyi yansıtıyor. Belleği ve bilimiyle de, tarihini yaşattığı dünyanın küçük bir özetidir. Eşyanın aynası, olayların aynası... Böylece her insan evrenin içinde küçük bir evren oluyor!
Fakat bir de gezin. Ulusların karınca gibi kaynaşmasına bakın. Artık insan bir şey değildir! Hatta hiçbir şey değildir! Kayığa binin ve halkın kapladığı kıyıdan uzaklaşın; kıyı çizgisinden başka bir şey göremezsiniz. Zaten göze çarpmayan yaratık büsbütün yok olan, o kadar küçük ve önemsizdir. Hızlı bir trenle Avrupa'nın ortasından geçin ve vagonun kapısından bakın. İnsanlar, insanlar, tarlalarda kaynaşan, sokaklarda kaynaşan sayısız, bilinmeyen insan, yalnızca toprağı altüst etmeyi bilen ahmak köylüler, yalnızca erkeğine çorba ve çocuk yapmasını bilen çirkin kadınlar. Hindistan'a gidin, Çin'e gidin; hep doğan, yaşayan ve yolda ezilmiş bir karıncadan fazla iz bırakmadan ölen milyarlarca yaratığın didindiğini göreceksiniz. Çamurdan kulübelere sokulmuş zencilerin ülkesine, rüzgârla dalgalanan esmer bir örtünün altına sığınmış beyaz Arapların yurduna uğrayın; tek sürüden ayrı adamın hiçbir şey, ama hiçbir şey olmadığını anlayacaksınız. Her şey olan, soydur. Birey, çölde göçebe bir oymağın herhangi bir bireyi nedir sanki? Cidden bilge olan bu çöl insanları ölüme hiç önem vermezler. Onlarda adamın adı bile okunmaz. Herkes düşmanını tepeler. Buna savaş derler. Vaktiyle çiftlikten çiftliğe, ilçeden ilçeye hep böyle davranılırdı.
Evet, bütün dünyayı dolaşın ve sayısız bilinmeyen insanın kaynaşmasına bakın. Bilinmeyen mi dedim? Hah, işte davanın anahtarı! Öldürmek cinayettir; çünkü insanları numaralıyoruz! Doğar doğmaz onlar deftere geçiriliyor, adlandırılıyor, vaftiz ediliyorlar. Yasa, kendilerini teslim alıyor. İşte bu! Yazılmayan yaratık hesapta yoktur. Onu ister kırda, ister çölde öldür; ister dağda, ister ovada tepele; bir şey yapmış olmazsın! Doğa ölümü sever; ona kalsa ceza vermez o!
Dokunulmaz olan şey, şu sözüm ona, yurttaşlık durumudur. O kadar! İnsanı koruyan odur. Kişiye el kaldırılamaz; çünkü kütüğe geçmiştir. Nüfus yönetimini, bu yasa Tanrısı'nı sayacağız. Başka laf yok!
Devlet öldürebilir; çünkü onun kütüğe kayıt düşürme hakkı vardır. Bir savaşta iki yüz bin adamı boğazlattığı zaman onları yazmanlarının eliyle defterlerinden çizer, çıkarır. İş de biter. Fakat nüfus dairelerinin kayıtlarını hiçbir vakit değiştiremeyen biz, yaşama saygı göstermek zorundayız. Ey hükümet konağı tapınaklarında saltanat süren kütük! Seni selamlarım, sen doğadan da güçlüsün. Ah! Ah!
3 Temmuz - Öldürmek garip ve sarıcı bir zevk olmalı. Şurada, önünde canlı, düşünen birini bulmak; sonra onda küçük bir delik, yalnızca küçücük bir delik açmak ve oradan kan dediğimiz, yaşamı yapan kırmızı şeyin aktığını görmek; sonunda da soğuk, cansız ve düşüncesi boşalmış, yumuşak bir et yığınının karşısında kalmak!
5 Ağustos - Ben ki ömrümü yargı vererek, mahkum ederek, söylediğim iki sözle öldürerek, bıçakla öldürmüş olanları giyotinle öldürterek geçirdim; ya ben, ben de bütün çarptığım katiller gibi yapsaydım, evet ben, ben de onlar gibi davransaydım kim ne bilecekti?
10 Ağustos - Bunu dünyada sezecek var mıydı? Hele yok edilmesinde hiç çıkarım olmayan birini seçtikten sonra, benden, benim gibi bir adamdan kuşku duyulur muydu?
15 Ağustos - Şeytan! Şeytan, sürünen bir kurt gibi, içime girdi. Sürünüyor, yürüyor, bütün vücudumda geziniyor. Yalnızca şunu, öldürmeyi düşünen kafamda; kana bakmak, ölüm görmek gereksiniminde olan gözlerimde; içlerinde boyuna bilinmeyen, korkunç, iç parçalayıcı ve akıl oynatıcı bir şey, bir yaratığın son çığlığı gibi bir şey geçen kulaklarımda; gitmek, işin olacağı yere gitmek isteğiyle pirelenen bacaklarımda ve öldürsünler diye tir tir titreyen ellerimde dolaşıp duruyor. Bu ne hoş, benzeri az ve özgür, herkesten yüksek, istencine sahip bir adama, süzme heyecanlar ayıran bir insana layık şey olacak!
22 Ağustos - Artık karşı koyamıyordum. Denemek, başlamış olmak için küçük bir yaratık öldürdüm.
Uşağım Jean'ın, kiler penceresinde asılı bir kafeste bir sakası vardı. Kendisini bir işe gönderdim ve küçük kuşu elime, içinde yüreğinin çarpıntısını duyduğum avucuma aldım. Sıcacıktı. Odama çıktım. Ara sıra onu fazla sıkıyordum, yüreği daha hızlı vuruyordu. Bunda yabanıl bir tat vardı. Kuşcağızın boğulmasına bıçak sırtı kalmıştı. Fakat kan göremeyecektim.
O vakit makası, küçük tırnak makasını aldım ve üç vuruşta onun boğazını yavaşça kestim. Gagasını açıyor, elimden kaçmaya çabalıyordu. Ama ben tutuyordum, evet tutuyordum! Koca bir kuduz köpeği de tutardım! Ve kanın aktığını gördüm. Şu kan ne de güzel, kırmızı, parlak ve duru! İçmek için içim titriyordu. Dilimin ucunu değdirdim! Hoş şey. Fakat şu zavallı küçük kuşun pek az kanı vardı! Karşımdaki görünümden istediğim gibi zevk alamadım. Bir boğadan kan aktığını görmek, herhalde çok büyük bir zevk olacak.
Ve sonra katiller gibi, çekirdekten yetişme katiller gibi yaptım. Makası, ellerimi yıkadım; bol su döktüm ve kuşu, kuşun ölüsünü, gömmek için bahçeye götürdüm. Onu bir çileğin köküne tıktım. Kimse yerini bulamaz. Ben her gün bu kökten bir çilek yiyeceğim. Yolu bilindiği zaman, yaşamla nasıl da oynanıyor!
Uşağım ağladı. O kuşunu uçmuş sanıyor. Hiç benden kuşkulanabilir mi? Hah! Hah!
25 Ağustos - Benim bir insan öldürmem gerekli! Evet, gerekli.
30 Ağustos - O iş oldu. Ne de önemsiz şeymiş!
Vernes Ormanı'na gezmeye gitmiştim. Bir şey, ama hiçbir şey düşündüğüm yoktu. İşte yolda bir çocuk, tereyağlı ekmek dilimini yiyen küçük bir çocuk.
Geçişime bakmak için duruyor ve: "Günaydın, Bay Başkan" diyor.
Benim de kafama: "Şunu öldürsem?" düşüncesi giriyor.
Yanıt veriyorum: - Yalnız mısın oğlum?
- Evet efendim.
- Böyle, ormanda, yapayalnız?
- Evet efendim.
Onu öldürmek isteği, alkol gibi başımı döndürüyordu. Kaçacağını umarak, yavaşça yaklaştım. Ve işte boğazından yakaladım... Sıkıyor, bütün gücümle sıkıyorum! Çocuk korkunç gözlerle bana baktı! Ne gözler; yusyuvarlak, derin, saf, ürpertici gözler!.. Heyecanın bu kadar hayvancasını hiç duymamıştım. Hem de bu kadar kısasını! Yumruklarımı küçücük elleriyle tutuyor ve vücudu, ateşe düşmüş bir tüy gibi bükülüyordu. Sonra kımıldamaz oldu.
Yüreğim çarpıyordu. Ah, o kuşun yüreği! Cesedi hendeğe attım. Üstüne de otları.
Döndüm, güzelce yemek yedim. Bu iş ne kadar basitmiş! Akşam gayet şen, hafiftim ve gencelmiştim. Belediye başkanlarına gittim. Beni nüktedan buldular.
Fakat kan görmemiştim! Dinginim.
31 Ağustos - Ceset bulundu. Katili arıyorlar. Hah! Hah!
1 Eylül - İki serseri yakalandı. Ama kanıt yok.
2 Eylül - Çocuğun anası, babası bana geldiler. Ağladılar! Hah! Hah!
6 Ekim - Bir şey bulunamadı. İşi buralardan geçen bir ipsiz yapmış olacak! Hah! Hah! Eğer kan aktığını görseydim, içime öyle geliyor ki, şimdi rahatlık duyacaktım!
18 Ekim - İliklerimde öldürmek isteği koşuşuyor. Bu, pekâlå sizi yirmi yaşında kıvrandıran aşk kuduzluğuyla yan yana getirilebilir.
20 Ekim - Bir tane daha. Kahvaltıdan sonra su boyunca yürüyordum. Bir söğüdün altında uyuyan bir balıkçı gördüm. Vakit öğleydi. Bitişik patates tarlasında bir bel, özellikle yere dikilmiş gibiydi.
Gidip onu aldım; topuz gibi kaldırdım ve keskin yanının tek bir inişiyle balıkçının kafasını yardım. Oh! Bundan, bu seferkinden kan aktı! Pembe, beyin dolu bir kan! Bu, yavaş yavaş suya karışıyordu. Ciddi adımlarla yola düzüldüm. Ya görülseydim! Ah! Ah! Yaman bir katil olalcakmışım.
25 Ekim - Balıkçı olayı büyük bir dedikodu uyandırmakta. Onunla birlikte balık tutan yeğeni suçlu görülüyor.
26 Ekim - Sorgu yargıcı yeğenin suçlu olduğuna karar verdi. Kentte herkes bu düşüncede. Hah! Hah!
27 Ekim - Yeğen kendisini çok kötü savunuyor. Söylediğine göre peynir ekmek almak için köye gitmiş. Amcasının bu arada öldürüldüğüne ant içmekte. Fakat inanan kim?
28 Ekim - Yeğen az kalsın itiraf ediyordu. O kadar bunaltıldı! Ah adalet, ah!
15 Kasım - Amcasının mirasına konacak olan yeğene karşı akar suları durduran kanıtlar var. Mahkemeye ben başkanlık edeceğim.
25 Ocak - İdam! İdam! İdam! Onu idama mahkum ettim! Hah! Hah! Savcı bir melek gibi konuştu! Hah! Hah! Bir tane daha! Onun kafasının kesildiğini görmeye gideceğim!
18 Mart - Oldu, bitti. O, bu sabah giyotine çıktı. Çok güzel öldü! Çok güzel! Hoşuma gitti. Bir adamın kafasının koptuğunu görmek ne zevkli şey! Kan bir dalga gibi, bir su gibi fışkırdı; oh! Olabilseydi bu kanda yıkanmak isterdim! Onun altına yatmak, akışına saçlarımı, yüzümü tutmak ve sonra kıpkırmızı, baştan başa kırmızı kalkmak bana ne tatlı bir sarhoşluk verecekti! Ah! Bilseler!
Artık bekleyeceğim, bekleyebilirim. Yakayı ele vermeye o kadar küçük bir şey yetecekti ki!
.................
Yazının yeni bir cinayetten söz etmeyen daha bir yığın sayfası vardı.
Onları gören akıl doktorları, dünyada, bu canavar bunak kadar usta ve korkunç daha birçok bilinmeyen deli olduğunu söylediler.
BABA BELHOMME'DAKİ HAYVAN
Le Havre postası Criqueto'dan kalmak üzereydi. Bütün yolcular, Malandinoğlunun işlettiği Ticaret Oteli'nin avlusunda adlarıyla çağrılmalarını bekliyorlardı.
Bu, çamurlana çamurlana boyaları bozulup şimdi aşağı yukarı kül rengine girmiş tekerlekleri olan sarı bir arabaydı. Öndeki tekerlekler küçücüktü. Arkadakiler, yüksek ve cılız; arabanın biçimsiz, hem de bir hayvan karnı gibi şişkin gövdesini yüklenmişlerdi. Biri öne, ikisi onun arkasına koşulmuş, ilk bakışta koca kafalarıyla iri ve yuvarlak dizleri göze çarpan üç beyaz ve hantal beygir, yapısında ve gidişinde bir uğursuzluk olan bu araba belasını çekecekti. Hayvanlar, acayip taşıtlarının önünde daha şimdiden uyumuş görünüyorlardı.
Arabacı Césaire Horlaville, göbekli, bununla birlikte boyuna tekerleklere basarak arabanın üstüne çıkma alışkanlığıyla, kıvrak kırların havasıyla, yağmurlar, kasırgalar ve kadehçiklerle yüzü kızarmış, rüzgâr ve dolu çarpmalarından gözleri kıpış kıpış olmuş ufak tefek bir adam, elinin tersiyle ağzını silerek, otelin kapısında göründü. Şaşkın kümes kuşlarıyla dolu geniş ve yuvarlak sepetler, yerlerinden kıpırdamayan köylü karılarının önünde duruyordu. Césaire Horlaville bunları birer birer alarak arabasanın tepesine koydu. Sonra oraya daha küçük bir dikkatle yumurta sepetlerini yerleştirdi. Sonunda aşağıdan bir iki ufak tahıl torbası; mendillere, bez parçalarına, kâğıtlara sarılmış küçük paketler de attı. Daha sonra cebinden bir liste çıkararak arabanın arka kapısını açtı ve okuyup seslenmeye başladı:
- Bay papaz! Gorgeville papazı!
Papaz ilerledi. Uzun, iri yapılı, geniş, güçlü kuvvetli, hemen hemen mor yüzlü, güzelce bir adamdı. Adımını atmak için cüppesinin eteğini, kadınların etekliklerini tutmaları gibi tuttu ve arabaya tırmandı.
- Rollebosc-les-Grintes öğretmeni!
Uzun boylu, utangaç, dizlerine kadar redingotlu bir adam çabuk çabuk geldi ve o da açık kapının içinde gözden yitti.
- Baba Poiret, iki yer!
Poiret, uzun ve eğri büğrü, sapandan kamburlaşmış, perhizden zayıflamış, kemikli, su yüzü görmemekten derisi kurumuş bir adam, çıkageldi. Karısı, küçük ve cılız, yorgun bir keçiyi andırarak ve iki eliyle kocaman bir yeşil şemsiye taşıyarak ardından yürüyordu.
- Baba Rabot, iki yer!
Rabot, kararsız, durakladı. "Beni mi çağırıyorsun?" diye sordu. Kendisine "açıkgöz" adı takılan arabacı, güzel bir yanıt verecekti ama Rabot, bir şarap fıçısı gibi büyük ve yuvarlak karınlı, kürek gibi yayvan elli, uzun boylu ve geniş omuzlu, şakacı bir kadın olan karısının itmesiyle ileri fırlayarak kafasını kapıya soktu ve deliğine giren bir fare gibi arabanın içine daldı.
- Baba Caniveau!
Bu kez öküzden daha ağır, iri bir köylü, yayları çökerterek sarı araba kasasının boşluğuna battı.
- Baba Belhomme!
Belhomme, koca bir sıska, eğri boynu, yakınan yüzü ve ağır bir diş ağrısı çekiyormuş gibi üzerine mendil kapatılmış kulağıyla yaklaştı.
Hepsi de siyah veya yeşilimtrak çuhadan eski ve acayip ceketlerinin, Le Havre sokaklarında ortaya çıkaracakları yabanlık giysilerinin üzerine birer mavi gömlek geçirmişlerdi. Başlarında da Normandiya köylerinde en büyük süs sayılan, kale kadar yüksek, ipekli şapkalar vardı. Césaire Horlaville daracık arabasının kapısını kapadı, sonra yerine çıkarak kamçısını şaklattı.
Hayvanların üçü de uyanır gibi oldular ve boyunlarını sallayarak karışık bir çıngırak sesi çıkardılar.
O vakit arabacı, avazı çıktığı kadar "Hüe!" diye gürledi ve kolunu adamakıllı açarak hayvanları kırbaçladı. Onlar da kımıldadılar, kendilerini zorladılar, ağır ve aksak bir tırısa kalktılar. Arkalarında araba, gevşek camlarını ve yaylarının bütün demirlerini zıngırdatarak garip bir teneke ve cam gürültüsü çıkarıyor, sarsılmalarla sallanıp çalkanan her yolcu sırasında da bütün hoplayış kaymalarından sonra bir dalga çekilişi oluyordu.
Önce rahatlamaya engel gibi görülen papazı sayarak herkes sustu. Konuşkan ve sokulgan yapısı dolayısıyla ilk sözü papaz açtı!
- Söyleyin bakalım, Baba Caniveau, işleriniz yolunda mı?
Papazla aralarında bir boy, gerdan ve göbek yakınlığı olan koca köylü sırıtarak yanıt verdi:
- Yolunda, Bay Papaz, yolunda; ya sizinkiler?
- Oo! Benimkiler hep yolundadır. Sizin işler nasıl Baba Poiret?
- Benimkiler mi? Bu yıl verimsiz kalan kolzalar olmasa iyiydi ya. Zararı onlarla kapatıyorduk işte.
- Ne yaparsınız? Havalar çok soğuk.
Baba Rabot'nun iri karısı bir jandarma sesiyle:
- Evet, pek soğuk; diye onayladı.
Kadın, komşu bir köyden olduğu için papaz onu yalnızca adıyla tanıyordu.
- Blondel siz misiniz? dedi.
- Evet, Rabot'ya varan benim.
Rabot, nazik, çekingen ve hoşnut, gülümseyerek; hem de: "Yok, Blondel'e varan Rabot benim" der gibi başını göğsüne kadar eğerek selam verdi.
Bu sırada, mendilini hep kulağının üstünde tutan Baba Belhomme ansızın acınacak bir biçimde inlemeye başladı. Korkunç bir ağrıyla tepinerek "İyyı... iyy... iyy..." diye sesler çıkarıyordu. Papaz:
- Demek dişleriniz çok ağrıyor? dedi.
Köylü yanıt vermek için bir saniye inlemeyi bıraktı:
- Yok... Bay papaz... Diş değil... Kulak, kulağımın içi.
- Ne var kulağınızda? Şiş filan mı?
- Şişi bilmem, fakat oraya bir hayvan, koca bir hayvan girdiğini iyice biliyorum. Çünkü ambarda, otların üzerinde uyuyordum.
- Bir hayvan ha? Emin misiniz?
- Emin miyim ne demek Bay Papaz? İnancım kadar eminim. Kulağımın içini oyup duruyor. Başımı yediği kesin! Başımı yiyor işte! Ah! iyy... iyy.. iyy... Ve yeniden tepinmeye başladı.
Arabadakilerde büyük bir ilgi uyanmıştı. Herkes görüşünü söylüyordu. Boiret'ye göre bu bir örümcek, öğretmene göre de bir tırtıldı. Öğretmen daha önce Orna'da, altı yıl kaldığı Campemuret'de bunu bir kez görmüştü. Hatta tırtıl kafaya kadar girmiş ve burundan çıkmıştı. Fakat o adamın, zarı delinmiş olduğu için, o kulağı sağır kalmıştı.
Papaz: - Bu herhalde küçük bir kurt olmalı; dedi.
Baba Belhomme, en sonra bindiği için, başı yanda ve kapıya dayalı, boyuna inliyordu:
- Oh! İyy... İyy... İyy... Bu kesinlikle bir karınca, koca bir karıncadır. Öyle ısırıyor ki!.. Bakın, Bay Papaz, koşuyor... Dört nala koşuyor... Ah, iyy... iyy... iyy... Ne bela!..
Caniveau - Doktora gitmedin mi? diye sordu.
- Elbette gitmedim.
- Neden elbette?
Doktor korkusu sanki Belhomme'u iyileştirmişti. Mendilini bırakmadan doğruldu:
- Neden mi elbette? Senin bu madrabazlara yedirecek paran var galiba. Bir kez git, iki kez, üç kez, dört kez, beş kez git! Bu, koskoca iki beyaz gümüş eder: Sağlam iki beyaz gümüş... Yapacağı da ne? Söyle bakalım, ne yapacak? Biliyor musun?
Caniveau gülüyordu: - Yok, bilmiyorum. Şimdi nereye gidiyorsun ya?
- Le Havre'a, Chambrelan'ı görmeye.
- Kim bu Chambrelan?
- Üfürükçü işte.
- Nasıl üfürükçü?
- Babamı iyi eden üfürükçü.
- Babanı mı?
- Evet, babamı; eskiden.
- Nesi vardı babanın?
- Sırtına yel girmişti; ne ayağını oynatabiliyordu, ne de bacağını.
- Senin Chambrelan ne yaptı ona?
- Hamur tutar gibi, sırtını iki eliyle yoğurdu işte! İki saatte bir şeyciği kalmadı!
Belhomme pekâlâ Chambrelan'ın bazı şeyler de okuduğunu aklından geçiriyordu ama bunu papazın karşısında söylemeye cesaret edemiyordu.
Caniveu gülerek yine: - Sakın, dedi, kulağındaki bir tavşan olmasın? Bu deliği çalılı, dikenli görünce yuvası sanmıştır. Dur, kaçırayım.
Caniveau, elleriyle bir boru yaparak, av peşinde koşan köpeklerin havlamasını yansılamaya başladı. Haykırıyor, uluyor, ağlaşıyor, havlıyordu. Arabada herkes gülmeye başladı. Hatta hiç gülmeyen öğretmen bile.
Belhomme, kendisiyle eğlenilmesinden üzgün göründüğü için papaz sözü değiştirerek Rabot'nun iri karısına döndü:
- Aileniz kalabalık, değil mi?
- Evet, Bay Papaz, öyle... Yetiştirmek güç!
Rabot: "Ya! Yetiştirmek güç işte" der gibi başıyla doğruluyordu.
- Kaç çocuk?
Kadın güçlü ve emin bir sesle, güvene güvene açıkladı:
- On altı, bay papaz! On beşi kocamdan!
Rabot da başıyla selamlayarak daha açıktan gülümsemeye başladı. Kendisi, Rabot, yalnız başına on beş çocuk babası olmuştu! Bunu karısı söylüyordu. Demek, hiç kuşku yoktu. Böbürlenirdi elbet!
Ya on altıncısı kimdi? Kadın orasını söylemedi. O, kesinlikle ilk çocuktu. Belki de herkes biliyordu. Çünkü kimse şaşmadı. Caniveau bile tınmadı.
Fakat Belhomme inlemeye başladı!
- Ah! İyy... İy... İyy... Oyuyor içerisini... Ooo! Bitiyorum!
Araba Polyte Kahvesi'ne gelip durdu. Papaz:
- Kulağınıza biraz su akıtsak belki de onu çıkartırız, dedi; bir deneyelim mi?
- Hayhay! Ben hazırım.
Ameliyatta bulunmak için herkes indi.
Papaz bir tabak, bir havlu ve bir bardak su istedi. Sonra öğretmeni hastanın başını iyice yatık tutmakla, kulağın içine su girer girmez de onu birden aşağı çevirmekle görevlendirdi.
Fakat hayvanı gözle görebilir miyim diye Belhomme'un kulağına herkesten önce bakan Caniveau:
- Tu Allah layığını versin! diye haykırdı; bu ne marmelat! Kulağı önce açmak gerek, Baba! Senin tavşan dünyada bu reçelden çıkamaz. Oraya dört ayağıyla yapışır kalır.
Kulağın deliğini papaz da inceledi ve hayvanın çıkarılmasına kalkışılmayacak kadar dar ve bulaşık buldu. Burayı bir kibrit çöpü ve bir parça bezle açan, öğretmen oldu. O vakit, herkesin üzüntüsü ortasında papaz, temizlenmiş yola, Belhomme'un yüzüne, saçlarına ve boynuna da yayılan yarım bardak su akıttı. Sonra öğretmen, adamın başını, vidasını sökecekmiş gibi, hızla tabağın üstünde döndürdü. Birkaç damla, beyaz tabağa düştü. Yolcular hep atıldılar. Hiçbir hayvan çıkmamıştı.
Bununla birlikte Belhomme: "Artık bir şey duymuyorum" deyince papaz başarmış bir sesle: "Herhalde boğulmuştur!" diye haykırdı. Herkes hoşnuttu. Yine arabaya binildi.
Fakat araba yola düzülür düzülmez Belhomme korkunç çığlıklar kopardı. Hayvan uyanmış ve kuduza dönmüştü. Hatta adam, onun şimdi kafasına girdiğini ve beynini kemirdiğini, ileri sürüyordu. Zavallı öylesine kıvranarak uluyordu ki Poiret'nin karısı kendisini cin tutmuş sanarak haç çıkara çıkara ağlamaya başladı. Sonra, ağrı biraz durunca, hasta hayvanın kulağında dolaştığını söyledi. Parmağıyla hayvanın devinimlerini yansılıyor, onu görür, gözleriyle kollar gibi oluyor ve "İşte bakın, diyordu; işte çıkıyor... iyy... iyy... Ne kötü!"
Caniveau sabırsızlanıyordu. "Bu hayvanı kudurtan, sudur, diyordu; herhalde şaraba alışıktı."
Yine gülmeye başladılar. Caniveau sürdürdü: "Bourbeux Kahvesi'ne geldiğimiz zaman sen ona fıçının musluğunu aç; vallahi bir daha kıpırdamaz."
Fakat Belhomme artık acıdan duramıyordu. Yüreği koparılıyormuş gibi haykırmaya başladı. Papaz adamın başını desteklemek zorunda kaldı. Césaire Horlaville'den, ilk raslayacağı evde durmasını rica ettiler.
Burası, yola kadar ulaşan bir çiftlikti. Belhomme içeriye taşındı. Sonra da ameliyata yeniden başlanmak üzere, mutfağın masasına yatırıldı. Caniveau, hayvanı uyuşturup uyutmak, belki de öldürmek için, boyuna, suya rakı karıştırılmasını salık veriyordu. Fakat papaz sirkeyi daha uygun gördü.
Bu kez sirkeli su, ta içeriye kadar gitsin diye, damla damla akıtıldı ve içine hayvan kaçan kulakta birkaç dakika bırakıldı.
Yine bir tabak getirtilerek, papazla Caniveau, bu iki pehlivan tarafından Belhomme bir tutuşta çevrildi. Öğretmen de sağlam kulağa, öteki iyice boşalsın diye, parmaklarıyla pat pat vurdu.
Césaire Horlaville bile, kamçısı elinde, görmek için gelmişti.
Birden tabağın dibinde, sonunda bir soğan tohumu büyüklüğünde, siyahımsı bir nokta farkedildi. Nokta, kıpırdamıyordu da. Bu, bir pireydi! Önce şaşma haykırışları, arkasından gürültülü kahkahalar koptu. Pire, ha? Olur şey değil! Olur şey değil! Caniveau dizine vuruyor, Césaire Horlaville kamçısını şaklatıyordu. Papaz, tıpkı anıran eşekler gibi başını kaldırmış, katılıyor, öğretmen aksırır gibi gülüyor, iki kadın da tavukların gıdaklamasına benzer, kısa neşe sesleri çıkarıyordu.
Belhomme masanın üstüne oturmuştu. Tabağı dizlerine koyarak su damlasının içinde dönen tutsak hayvancığa, gözlerinde ciddi bir dikkat ve keyifli bir öfkeyle bakıp duruyordu.
- İşte yakalandın, pis yaratık! diye homurdandı ve üstüne tükürdü.
Arabacı, deli gibi keyiflenmiş, habire yineliyordu: "Bir pire! Bir pire! Ele geçtin işte! Uğursuz pire, uğursuz pire, uğursuz pire seni!"
Sonra biraz kendini toplayarak haykırdı: Haydi, yola! Epey vakit yitirdik zaten.
Yolcular da, hep gülerek, arabaya doğru yürüdüler.
Bununla birlikte, en sonra gelen Belhomme: Ben, dedi; Criquetot'ya dönüyorum. Artık Le Havre'da işim yok.
Arabacı yanıt verdi: - Öyle olsun, çık parayı!
- Yolun yarısından öteye geçmedim; borcum da yarım.
Has leído el texto 1 de Turco literatura.
Siguiente - Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5
- Piezas
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 1Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 4047El número total de palabras únicas es 214232.2 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes46.4 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes53.6 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 2Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 4094El número total de palabras únicas es 213632.6 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes46.0 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes53.0 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 3Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 4022El número total de palabras únicas es 224633.5 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes47.0 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes54.3 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 4Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 4057El número total de palabras únicas es 216631.3 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes46.3 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes54.1 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 5Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 3965El número total de palabras únicas es 225829.4 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes44.0 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes51.4 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 6Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 4036El número total de palabras únicas es 226632.5 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes47.1 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes54.3 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
- Jules Amcam Seçme Hikayeler - 7Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.El número total de palabras es 3821El número total de palabras únicas es 198434.6 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes48.9 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes56.6 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes