🕙 29-minuto de lectura
Angelique'in Hülyası - 13
El número total de palabras es 3709
El número total de palabras únicas es 2119
30.2 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
45.1 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
52.5 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Felicien'in Angelique'i ziyaret ettiğinin ertesi günü, onunla babası arasında müthiş bir tartışma olmuştu. O gün, Felicien, ta sabahtan, kapılan zorlamış, piskoposun, dirilen geçmişle korkunç mücadeleler geçirdiği gecelerin birinden sonra, hala dua ile meşgul bulunduğu yerde kendisini kabul ettirmişti. O zamana kadar korkudan iki büklüm duran bu saygılı gençte çoktan beri susturduğu isyan, taşıyordu; çabuk öfkeye kapılan, aynı kandan bu iki erkek çetin bir şekilde çatıştılar. Yaşlı adam, dua rahlesinden kalkmış, yanakları hemen kıpkırmızı kesilmiş, mağrur bir inat içinde, sessiz, dinliyordu. Delikanlı, yüzü onun gibi kıpkırmızı yüreğini boşaltıyor, gitgite yükselen, gü-rüldeyen bir sesle konuşuyordu. Angelique'in hasta olduğunu, can çekiştiğini söylüyor, kendisinin onunla birlikte nasıl dehşet dolu bir sevgi nöbeti içinde kaçmayı tasarladığını, genç kızın bir ermiş feragati ve iffeti göstererek, onu izlemek istemediğini anlatıyordu. Kendisine ancak babasının rızasıyla varmak isteyen bu itaatli çocuğun ölümüne göz yummak bir cinayet olamayacak mıydı? Kendisine, unvanına, servetine, sonuçta sahip olabilecek duruma geldiği halde, Angelique, hayır diye bağırmış, çırpınmış kendi nefsini yenmişti; Felicien de onu ölesiye seviyor, onunla birlikte, aynı son nefesi vererek - sönüp gitmek için yanında bulunamadığından dolayı kendini ezik görüyordu! İkisinin de inatla ısrara, bütün bunlar, yalnızca iki insanı mutlu etmek gibi bir iş için hesaba katılır şeyler miydi? Felicien, kendinden geçmiş bir halde titrek ellerinin bitiştiriyor, ovuşturuyor, hala yalvararak, fakat tehdide başlayarak, babasının razı olmasını is-tiyordu. Fakat piskopos, dudaklarını, ancak mutlak kudretini gösteren • şu kelime ile karşılık vermek için araladı:
— Asla!
O zaman Felicien, isyanı amacında her türlü ihtiyatı unutmuş hezeyan etmişti. Annesinden sözetti. Aşkın haklarını istemek için kendi varlığında dirilen oydu. Babası onu sevmemiş, ölümüne memnun mu olmuştu da sevişenlere ve yaşamak isteyenlere karşı bu kadar sert davranıyordu? Fakat ibadetin feragatleri içinde ne kadar donuklaşmış olursa olsun, annesi gelip onu musallat olacak azap verecekti, çünkü evliliklerinden olan çocuğuna işkence ediyordu. Annesi hala vardı, kendi çocuğunun çocuklarında da ebediyen var olmak istiyordu babası, oğluna, seçtiği nişanlıyı, soyunu devam ettirecek olan kadını vermek istemediği için, annesini bir kez daha öldürüyordu. İnsan kadınla evlendikten sonra, kilise ile evlenmezdi. Felicien korkunç bir sessizlik içinde daha büyüyen, kımıldamadan duran babasının karşısında, yeminini bozan adam, katil sözlerini fırlattı. Sonra dehşet içinde, sendeleyerek kaçtı.
Monsenyör, yalnız kalınca, ta göğsünden bıçak yemiş gibi, olduğu yerde döndü, ve iki dizi üstüne dua rahlesine yığıldı. Boğazından korkunç bir hırıltı çıkıyordu. Ah! kalbin zavallılıkları tenin yenilmez zayıflıkları! o kadına, hep dirilen o ölü kadına, onun beyaz ayaklarını öptüğü ilk akşamki gibi tapıyordu; oğluna da, ondan bir parça gibi tapıyordu; oğluna da, ondan bir parça gibi, onun, kendisine bıraktığı hayatından bir nebze gibi tapıyordu; o genç kıza, uzaklaştırdığı o küçük işçi kıza da, oğlunun tapışı gibi tapıyordu. Şimdi, her üçü de gecelerini yasa gömüyorlardı. Küçük işlemeci kız, altın sarısı saçlarıyla, körpe boynu ile, mis gibi gençlik kokusu içinde, oldukça sade, onun rikkatine dokunmuştu, fakat bunu kendi kendine bile itiraf etmiyordu. Angelique gözünün önüne geliyor, narin, saf dayanılmaz alçakgönüllü bir şekilde geçip gidiyordu. Bir vicdan azabı bile, yüreğine, bundan daha emin bir yürüyüşle, daha kavrayıcı bir şekilde sokulamazdı. Kızı, yüzüne karşı, reddedebilirdi, ama, artık iğneden delik deşik, naçiz elleriyle kalbini kavramış olduğunu biliyordu, Felicien ona şiddetle yalvarırken Monsenyör, çocuğun sarışın başının gerisinde delice sevilen o iki kadını, kendinin ağladığı
kadınla, çocuğunun uğrunda ölen kadını görmüştü. Harap, hıçkırarak, aradığını nerede bulacağını bilemeyerek, kalbi artık Tanrıya bağışlanmış bulunduğuna göre, o kalbi söküp atmak çabasını vermesini Tanrıdan diliyordu.
Monsenyör akşama kadar dua etti. Tekrar ortaya çıktığı zaman balmumu sanlığında, yüreği yaralı, fakat kararlı idi. kendi elinden hiçbir şey gelmezdi, aynı müthiş kelimeyi tekrar etti: Asla! Onu sözünden döndürmek hakkı ancak Tanrıya özeldi; habuki, yalvardığı Tanrı susuyordu, ıstırap çekmek gerekti.
Aradan iki gün geçti, Felicien, kederden çılgına dönmüş bir halde, küçük evin etrafında fırıl fırıl dolaşıyor, haberler kolluyordu. Evden bir kimse çıktıkça korkudan baygınlıklar geçiriyordu. Hu-bertine'in kutsal yağları istemek için kiliseye koştuğu sabah, Angelique'in o günü geçiremeyeceğini böylece öğrendi. Rahip Cor-nille orada değildi, onu bulmak için Felicien bütün şehri dolaştı, ilahi bir yardım için son ümüdini ona. bağladı. Sonra, rahibi bulup getirirken, ümidi kayboldu, bir şüphe ve öfke nöbetine yakalandı. Ne yapsaydı? Tanrıyı müdahaleye nasıl zorunlu kılsaydı? Fırladı, piskoposluk konağının kapıların tekrar zorladı; piskopos, onun birbirini tutamayan sözleri karşısında bir an korktu Sonra, anladı: Angelique can çekişiyordu, son takdisi bekliyordu, onun yalnız Tanrı kurtarabilirdi. Delikanlı, sadece, ıstırabını haykırmak bu kötü baba ile ilişkisini kesmek, cinayetini yüzüne karşı söylemek için gelmişti. Fakat, Monsenyör, sanki bir ses ona bir şey söylemiş gibi, gözleri birdenbire bir ışıkla aydınlanarak, öfkelenmeden onu dinliyordu. Oğluna önden yürümesini işaret etti:
Tanrı isterse, ben de isterim, diyerek peşinden yürüdü.
Felicien büyük bir ürperti geçirdi. Babası, isteğini atmış, mucizenin isteğine boyun eğmiş, razı oluyordu. Artık kendileri yoktu, ne yaparsa Tanrı yapacaktı. Monsenyör camegahta, rahip Cornille'in elinden kutsal yağlan alırken Felicien'in gözleri yaşlara bulandı. Şaşkın
bir halde, onlarla beraber gitti, odaya girmeye cesaret edemedi, ardına kadar açık kapının önüne, sahanlığa diz üstü düştü.
Monsenyör, beyaz masanın üstüne, iki iri mumun arasına, kutsal yağları koymuş, gümüş kapla, havada bir istavroz çıkarmıştı. Sonra, rahibin elinden haçı aldı, onu öptürmek için hasta kıza yaklaştı. Fakat Angelique hala kendinde değildi; gözkapakları örtülü, elleri katılmış mezarların üstüne uzatılan taştan, ince ve katı imgelere benziyordu. Monsenyör, bir ara ona baktı, hafif nefesini duyunca henüz ölmediğini anladı, salebi dudaklarına dokundurdu. Bekliyordu, yüzü din reisinin ihtişamını koruyordu, ne kızın zarif yüzünde, ne aydınlık saçlarında hiçbir ürperti dolaşmadığını görünce, bu yüzle tek insansal heyecan belirmedi. Ama, Angelique yaşıyordu, suçların ödenmesine bu kadarı yeterdi.
O zaman Monsenyör, rahibin elinden okunmuş su kabıyla gülabdanı aldı, rahip kendisine, açık tutuğu dua kitabını uzatırken, o da, can çekişen kızın üzerine okunmuş su serperek latince sözler söyledi.
Su damlaları fışkırıyor, büyük yatak, bir şebnem yağar gibi bu sularla baştan başa serinliyordu. Angelique'in parmaklarına, yanaklarına sular damladı; fakat, bu damlalar, birer birer, bir mermer üzerinden tekerlenir gibi yuvarlanıyordu. Piskopos sonra, hazır bulunanlara döndü, onlara da okunmuş su serpti. Hubert'le Hubertine, ateşli iman ihtiyaçların ortasında yan yana diz çökmüşler, bu takdis yağmuru altında başlarının eğmişlerdi. Piskopos, odayı eşyayı, beyaz duvarları, bütün bu çıplak beyazlığı takdis ediyordu, o sırada, kapının önünden geçerken, eşiğe yığılmış, ateş gibi yanan ellerini yüzüne örtüp hıçkıra hıçkıra ağlayan oğlu ile karşılaştı. Ağır bir el hareketiyle gülabdanı üç kez yukarı kaldırdı, Felicien'i hafif bir serpinti ile takdis etti. Böylece etrafa serpilen bu okunmuş su, önce, milyarlarca uçuşan, gözle görülmez habis ruhları dağıtmak içindi. O sırada, soluk bir kış güneşi huzmesi, karyolaya kadar süzülmüştü; yığın yığın atomlar, çevik toz zerreleri uçuşuyor, sanki ılık ka-labalıklarıyla, can çekişen kızın soğuk ellerini ısıtmak ister gibi, pen-
cerenin bir ucundan inmiş, orada sayısız, yaşıyorlardı. Monsenyör,, tekrar masanın başına geldi:
— Exaudu nos... duasını okudu.
Hiç acele etmiyordu. Ölüm, orada, eski İran kumaşı perdelerin arasında idi; fakat, onun aceleci olmadığını hissediyordu, sabrede-cekti. Hasta çocuk bütün varlığının bu eriyişi içinde, onun sesini işi-tememekle beraber, piskopos, yine ona yönelerek sordu.
— Vicdanınızda, sizi rahatsız eden hiçbir şey yok mu? Üzüntülerinizi itiraf edin, ferahlayın, kızım.
Angelique uzanmış yatıyor, susuyordu. Piskopus, yanıt verecek kadar ona boşu boşuna bir zaman bıraktıktan sonra, sözlerinden hiç birinin, kızın kulağına ulaşmadığını bilir gibi görünmeden, aynı tok ses yineledi.
— Kendinizi dinleyin, kalbinizden, Tanrıya yalvarın, af isteyin. Takdis sizi saf kılacak ve size yeni yeni güçler verecektir. Gözleriniz parlayacak, kulaklarınız hafif olacak, burun delikleriniz körpeleşecek, ağzınız mübarek, elleriniz masum olacak...
Gözlerini ona dikilmiş, söylenmesi gereken ne varsa hepsini, sonuna kadar söylemişti; Angelique, belli belirsiz nefes alıyor, örtülü göz kapaklarının tek kirpiği bile kımıldamıyordu: Piskopos:
— Gredo'yu okuyun, emrini verdi. Bekledi, sonra, kendisi okudu:
— Gredo in unum deum... Rahip Cornille karşılık verdi.
— Amen.
Felicien'in, sahanlıkta, ümidin uyandırdığı sinirlilik içinde, derin hıçkırıklarla hala ağladığı işitiliyordu. Huber'le Hubertine, bilinmez büyük kudretlerin inişini hissetmişler gibi, geniş ve çekingen aynı jestle dua ediyorladı. Bir durma olmuş, bir dua kekelenmişti. Şimdi,
dua kitabından okunan ilahiler söyleniyor, ermiş kadınlar ve erkekler anlıyor, bütün ahiret çaresiz insanlığın yardımına, Kyrie eleison nidalarıyla çağırılıyordu.
Sonra, birdenbire, sesler yavaşladı, derin bir susma oldu. Monsenyör, rahibin ibrikten döktüğü birkaç damla su ile parmaklarını yıkıyordu. Sonunda kutsal yağ kabını aldı, kapağını açtı, geldi, yatağın önünde durdu. Bu, takdis'in törenle yaklaşması idi, bu son takdisin etkisi affedilmeyen, öteki takdislerden sonra ruhta kalan, bütün büyük günahlarla küçük günahları siliyordu. Unutulmuş günahlardan artakalanlar bilmeden işlenen günahlar, Tanrım gufranına sağlam şekilde erilmesine olanak bırakmayan, ihmal yüzünden günahlar, hep si-liniyordu. Fakat, bu günahlar neredeydi? Bir bakirenin ölümü ile bembeyaz ve soğuk duran bu şahane yatağa varıncaya kadar hayat tohumlan getirir gibi görünen, uçuşun toz zerreleriyle dolu şu güneş ışığı ile beraber, dışarıdan mı geliyordu?
Monsenyör, gözleri Angelique'de, hafif soluğun hala kesilmediğine güven getirerek, murakabeye vermişti. Onu, melek kadar güzel, çok incelmiş, şimdiden maddiliği kalmamış gördükçe, her türlü insanca teessürden kendini sakınıyordu. Baş parmağını, yavaşça kutsal yağlara daldırıp da, hislerin bulunduğu, vücudun beş noktasını kötülüğünü ruha girdiği beş açık pencereyi ovmaya başladığı zaman, titremedi.
Önce, gözleri sağ gözü ve sol gözü, kapalı göz kapaklan üzerinden ovdu; baş parmak, hafifçe, istavroz çıkarıyordu.
Gözle işlenen günahlar, şehvetli bakışlar namusa aykırı tecessüsler, temaşalardan duyulan boş zevkler, kötü yazılar, günahkar kederler için dökülen yaşlar, giderilmiş oluyordu. Halbuki, Angeli-que, Legende'dan başka bir şey okumamıştı, dünyanın bütün öteki taraflarını örtüp ona göstermeyen katedralin mihrap kısmından başka ufuk tanımıyordu, ancak, itaatiyle ihtiras arasındaki mücadelesi sırasında ağlamıştı. . . -
Rahip Cornille, pamuk yumaklarından birini aldı, kızın göz kapaklarının ikisini de kuruladı, sonra, pamuğu, beyaz kağıttan külahların birine koydu.
Sonra, Monsenyör, sedef parlaklığındaki kulakları ovdu, sağ kulağı da sol kulağı da, istavroz işaretiyle, belli belirsiz ıslattı.
Kulaklardan giren bütün müzikler iftiralar, küfürler, istekle dinlenen açık saçık sözler, görevin unutulmasına yardım eden aşk yalanlan, teni coşturan günahkar şarkılar, avizeler altında şehvetle ağlayan orkestra kemanları, affedilmiş bulunuyordu. Halbuki, dört duvar arasında kapalı oturan bu kız, yalnızlığı içinde komşuların, bildikleri gibi yaptıkları gevezelikleri bile, atlarını kamçılayan bir yük arabacısının küfürlerini bile asla işitmemişti. Kulaklarında ilahilerden erganunların uğultularından dua mırıltılarından eski kilisenin duvarına bitişik küçük serin evi tepeden tırnağa sarsan bu seslerden başka müzik yoktu.
Rahip, kulakları bir pamuk parçasıyla sildikten sonra, pamuğu beyaz kağıt külahlardan birine koydu.
Sonra, Monsenyör, beyaz birer gül yaprağına benzeyen burun deliklerine geçti, sağını solunu, baş parmağıyla, istavroz çıkararak saf-laştırdı.
Koku alma duyusu, her türlü kirden yalnız güzel kokuların şehevi hicabından, kokusu fazla hoş çiçeklerin baştan çıkarma-sından, havanın, ruhu uyutan dağınık kokularından değil, başkasına gösterilen kötü örnekler, rezaletin sarı vebası gibi, iç koku alma suçlarından da yıkanarak, ilk masumluk haline dönüyordu. Angelique, dürüst, saf, zambaklar arasında bir zambak, kokusu zayıflara güç, güçlülere neşe veren bir büyük zambak olmuştu. Halbuki, o, o kadar saf ve nazikti ki, keskin kokulu hercai menekşelere, mis kokulu leylaklara, hummalı sümbüllere hiçbir zaman tahammül edememiş, yalnız hafif kokulu çiçekler arasında, korulardaki menekşelerle çuha çiçekleri arasında rahat edebilmişti.
Rahip, burun deliklerini sildi, pamuğu, beyaz kağıt külahların başka bir tanesine yerleştirdi.
Sonra, Monsenyör, hafif solukla belli belirsiz aralanan, kapalı ağıza indi, alt dudağın üzerinde bir istavroz çıkardı.
Angelique'in ağzı, baştan başa bir masumluktan çünkü, bu sefer, zevklerin bayağıca tatmini, oburluk, şarap ve bal tadından zevk alışı affedilmişti, hele, her günahın faili olan tahrikçi, zehirleyici dille, kavgaları, savaşları çıkaran, hataları yapan, gökyüzünün bile kararmasına sebep yanlış sözleri söyleyen dilin işlediği cürümler affedilmişti. Halbuki, oburluk, hiçbir zaman, Angelique'in bir ayıbı olmamıştı, genç kız, sonunda Elisabeth gibi, yiyecek ayırdetmeden karın doyurur olmuştu. Hata içinde yaşaması da, hülyasının, onu bu hataya sürüklemesinden, mavera ümidinden, görünmez alemin tesellisini beklemesinden cahilliğin yarattığı, ve onu bir ermiş kız haline getiren bütün o füsunlu alemden ileri geliyordu.
Rahip ağzı sildikten sonra, pamuğu beyaz kağıttan dördüncü külaha yerleştirdi.
Nihayet, Monsenyör, çarşafın üzerinde, avuçları dışarıda, serili duran, fildişi rengi elleri ovdu sağ eldeki sol eldeki günahları da, istavroz işaretiyle sildi.
Bütün vücut aklanmış, son lekelerinden, en kirletici olan elle dokunmanın lekelerinden, hırsızlıklardan dayak atmalardan, adam öldürmelerden, yarıca unutulan öteki kısımların, göğsün, böğürlerin ve ayakların günahlarından yıkanmıştı; bu ovma, o günahları da, tende tutuşan ve uluyan ne varsa, öfkelerimizi, isteklerimizi, düzensiz ihtiraslarımızı, çan attığımız bu gayyaları, bu zevkleri de ödüyordu. Halbuki, Angelique, galebesi yüzünden orada can çekişeli beri isteklerini, gururunu ve ihtirasım yenmişti, sanki, nefsaniyet şerrini, yalnızca yenmek için beraberinde getirmişti. Hatta, istekler duyup duymadığını, tenini aşkla inlediğini, geceleri geçirdiği büyük ürpertinin günahkar bir ürperti olabileceğini dahi bilmiyordu, cahillik bir
zırh gibi, onu o kadar kaplamıştı, ruhu beyaz, bembeyazdı.
Rahip elleri sildi, pamuğu, beyaz kağıttan külahların sonuncusu içinde gözden kaybetti, külahların beşini de sobada yaktı.
Tören sona ermişti, Monsenyör, son duayı okumadan önce parmaklarını yıkıyordu. İblisleri kovmak ve hastanın vaftiz masumluğunu kazandığını göstermek üzere, elini sembolik mumu vererek, onu bir kere daha gayrete getirmesi kalmıştı. Fakat, Angelique, gözleri kapalı, kaskatı, ölü gibi duruyordu. Kutsal yağlar, vücudunu saflaştırmıştı, istavroz işaretleri, ruhun beş penceresinde izlerini bırakmışlardı, halbuki kızın yanaklarına bir hayat dalgası yükseltmemişti. Yalvarmalara, umutlara karşın mucize kendini göstermişti. Hubert'le Hubertine, hep yanyana diz çökmüş olarak duruyorlar, artık dua etmiyorlar, sabit gözleriyle öyle ateşli bakıyorlardı ki, ikisi de, bir eski renkli kilise camından, öldükten sonraki dirilmeği bekleyen resimler gibi, sonsuza dek taş kesilmişe benziyordu. Felicien, dizlerinin üstünde sürüne sürüne gelmiş, şimdi, ta kapının önünde duruyor, artık hıçkırmıyor, Tanrının sağırlığı karşısında öfke ne olacağını görmek için, o da başı dimdik, bekliyordu.
Monsenyör, son bir kere daha yatağa yaklaştı, hastanın eline verilecek olan mumu yanık olarak tutan rahip Cornille de onun arkasından geliyordu. Piskopos, töreni sonuna kadar götürmek inadiyle, Tanrıya kudretini gösterecek zaman, bırakmak için, dua etti:
Rahip, karşılık verdi:
— Amen.
Fakat, Angelique'in elini açmaya ve mumu kavratmaya uğraştıkları zaman el, cansız olarak göğsün üzerine düştü.
O zaman, Monsenyörü büyük bir titreme aldı. Uzun zaman tutmaya çalıştığı heyecan taşıyor, rahipliğin son haşinliğini alıp götürüyordu. Bu çocuğu dizlerine kapanıp hıçkırdığı günden beri seviyordu. O anda, mezar solgunluğu ile, o "kadar acıklı halde, öyle
ıstıraplı bir güzellikte idi ki, Monsenyör, gözlerini yatağa çevirdikçe, kalbi, gizli gizli kederle dolmaktan kendini alamıyordu. Kendini tutamaz oldu, iki iri damla, gözkapaklarını şişirdi, yanaklarından aşağı yuvarlandı. Çocuk bu şekilde ölemezdi, Monsenyör, onun, ölüm halindeki cazibesiyle yenilmişti.
O zaman, Monsenyör, sülalesinin mucizelerini, Allahın, hastaları iyi etmek üzere onlara verdiği kuvveti hatırladı. Tanrım herhalde kendi baba muaafakatini beklediğini düşündü. Tanrı katından olanların hepsinin karşısında ibadetleriniyaptıkları Sainte- Agnes'i andı, ve vebalıların başı ucunda dua edip onları öpen V. Jean d'Hautecoeur gibi, o da dua etti, Angelique'i ağzından öptü.
—Tanrı isterse, ben de isterim.
Angelique, gözlerini açtı. Uzun baygınlığından uyanmış, ona hayret etmeden bakıyordu; öpücüğün ılıklığını koruyan dudakları, gülümsüyordu. Bunlar gerçekleşmesi gereken şeylerdi, belki de onları bir kez daha rüyasında görmüştü, Monsenyörün, orada oğlu ile kendisini nişanlamak için bulunmasını gayet sade buluyordu, çünkü artık zaman gelmişti. Büyük yatağın ortasında, kendiliğinden doğrularak oturdu.
Piskopos, gözlerinde mucizenin nuru, aynı duayı tekrarladı: Rarip karşılık verdi: — Amen.
Angelique, yanık mumu almıştı, metin bir elle, dümdüz tutuyordu. Hayat geri gelmişti, alev çok parlak yanıyordu, gecenin hapis ruhlarını kovuyordu.
Odanın içinde parlak büyük bir çığlık dolaştı. Felicien, mucizenin rüzgarlarıyla doğrulmuş gibi, ayaktaydı; Hubert'ler, aynı solukla sarsılmışlar, gördükleri manzara karşısında, gözleri apaçık, yüzleri hayran, dizüstü oturup kalmışlardı. Yatak, onlara, parlak bir ışıkla kuşatılmış gibi görünüyordu, güneş huzmesi içinde, beyaz
tüyler gibi. beyazlıklar yükseliyordu: beyaz duvarlar, bütün beyaz oda, bir kar parlaklığı içinde idi Ortada, tekrar dirilen ve sapı üzerinde doğrulan bir zambak gibi, Angelique, bu aydınlığı yansıtıyordu. Has altın rengi saçları, yüzünü bir hale ile kuşatıyor, menekşe rengi gözleri bir nurla parıldıyor, saf yüzünden, bütün bir hayat nuru fışkırıyordu. Felicien, onun şifa bulduğunu görünce, Tanrının kendilerine bu ihsan karşısında şaşalamıştı. yaklaştı, yatağın yanında diz çöktü.
—Ah! Sevgilim, bizi tanıyorsunuz, yaşıyorsunuz.... Ben sizinim, babam razı oldu, çünkü Tanrı böyle istedi.
Angelique başını eğdi neşeyle güldü.
— Oo! biliyordum, bekliyordum... Ne gördümse hepsi olacak.
Monsenyör, sakin halini tekrar ele almıştı, istavrozu, yine onun dudaklarına değdirdi. Bu sefer, Angelique, itaatli bir cariye gibi, onu öptü. Sonra, Monsenyör, geniş bir el hareketiyle, istavrozu, bütün odada, bütün başların üzerinde gezdirdi, son takdisi yaptı; Hubert'lerle rahip Cornille'e ağlıyorlardı.
Felicien, Angelique'in elini tutuyordu. Kızın öteki elinde, masumluk mumu, yüksek bir alevle yanıyordu.
XIV
Nikah için mart ayının ilk günleri kararlaştırılmıştı. Fakat, Angelique bütün varlığından yükselen sevince karşın hala çok halsizdi'. Önce bitkinliğinin hemen ilk haftasında başlayarak tekrar atel-yeye inmek istemiş Monsenyörün tahtı için yaptığı hafif kabartma işlemeli panoyu bitirmekte ısrar etmişti. Neşeyle, bu işin, işçi hayatının son eseri olduğunu söylüyordu, sipariş, böyle yarı yolda bırakılamazdı. Sonra, bu harcadığı çabayla gücü tükenmiş yine odasına kapanmak zorunda kalmıştı. Eski tam sağlığını bulamadan, kutsal
yağların altında hala bembeyaz ve maddiliğinden ayrılmış gibi, gülümseyerek orada vakit geçiriyor, hayal gibi kısa adımlarla aşağı yukarı dolaşıyor, masasından penceresine kadar uzun bir yol yürüdüğü için saatlerce düşünceye dalıyor, dinleniyordu. Nikahı geciktirdiler, kızın iyi bakılarak yakında tamamiyle şifa bulmasını beklemeye karar verdiler.
Felicien her gün öğleden sonra onu görmeye geliyordu. Hubert'le Hubertine yanlarında bulunuyorlardı. Birlikte güzel saatler geçiriyorlar, boyuna aynı projeleri kuruyorlardı Angelique, oturduğu yerde çok canlı ve neşeli gözüküyor, gelecekti hayatlarını çok dolu günlerinden önce o söz açıyor, seyahatleri, Hautecoeur şatosunun onarımını görüp tanıyacakları bütün mutlulukları anlatıyordu. O zaman, açık pencereden, her gün biraz daha ılık, içeri giren mevsimsiz il-kabaharın ortasında onu görenler, vücutça toplandığını, kefeni yırtığını sanırlardı. Angelique, ancak yalnız olduğu zamanlar, görülmek korkusu olmadıkça ciddi düşüncelerine dalıyordu. Geceleyin ku-. lağınının dibinden sesler geçmişti; sonra, etrafında, toprağın bir daveti dolaşmıştı; içinde, bir aydınlık açılıyordu, mucizenin yalnız hülyasının gerçekleştirmek için devam ettiğini anlıyordu. Çoktan ölmüş değil mi idi, görünüşler ortasında, olayların verdiği bir ara sayesinde bulunmuyor muydu? Bu, yalnızlık saatlerinde, onu sonsuz heyecanını avutuyor, bu neşeli deminde hayattan çekilip gitmekte olduğuna üzülmüyor hala sonuna kadar ereceğine emin bulunuyordu. Hastalık, beklerdi. Büyük sevinci, bu düşünceyle yalnızca ciddi bir ifade alıyor Angelique, cansız bir halde kendini bırakıyor, vücudunu yok gibi hissediyor, saf bazlara doğru kanat açıyordu; ancak, Hubert'lerin kapıyı açmaları, yahut Felicien'in kendisini görmek için içeri girmesi üzerine doğruluyor sağlığı yerine gelmiş gibi yapıyor, gelecekten çok uzaktaki evlilik yıllarından gülerek söz ediyordu.
Martın sonuna doğru, Angelique daha neşelenir gibi oldu. Yapayalnızken iki defa baygınlıklar geçirmişti. Bir sabah, Hubert, ona
bir fincan sütlü kahve getirdiği sırada yatağın ayak ucuna yere düşmüştü; onu aldatmak için, yerde işi şakaya bozdu, kaybettiği bir iğneyi aradığını söyledi. Sonra ertesi gün çok şen gözüktü, nikahı çabuk yapmak Nisanın ortasında nikahlanmak sözü etti. Hepsi itiraz ettiler: Daha çok zayıftı, niçin beklemiyeceklerdi? Hiçbir aceleleri yoktu. Fakat heyecanlandı, nikahın hemen yapılmasını istiyordu. Hubertine, hayret etti, bu acele karşısında şüpheye düştü onu vücuduna dokunan en hafif soğuk rüzgarla solar halinde bir an izledi. Sevgili hasta, kendisini ölüme mahkum bildiği halde, başkalarını aldatmak için duyduğu şefkatli ihtiyaç içinde, sakinleşmeye başlamıştı bile. Hubert'le Felicien, sürekli bir tapınış ortasında hiçbir şey görmemişler, hiçbir şey sezmemişlerdi. Angelique, bir irade gayretiyle - ayağa kalkarak, eskisi gibi çevik adımlarla aşağı yukarı dolaşıyordu, çok güzeldi, mutlu olacağı için nikah töreninin kendisini büsbütün iyi edeceğini söylüyordu. Hoş, kararı verecek olan Monsenyör'dü. O günün akşamı, Piskopos oraya geldiği zaman Angelique gözlerini onun gözleri içinde, bakışlarını ondan ayırmadan isteğini anlattı; sesi o kadar heyecanlıydı ki, söylediği kelimelerin altında, söylemediği şeylerin ateşli yalvarışları vardı. Monsenyör biliyordu, bildiği için anladı, nikahı Nisan ortasına denk geldi.
Bunun üzerine, bir hayhuy içinde yaşadılar, büyük hazırlıklar yapıldı. Hubert, yarı resmi vasiliğine karşın Angelique rüştünü ispat etmemiş olduğu için hala aile meclisini temsil eden sosyal yardım direktörünün iznini almak zorunda kaldı; işin zahmetli tarafından Felicien'i de genç kızı da kurtarmak için, bu ayrıntıyı sulh hakimi mösyö Grandsire üzerine almıştı. Fakat Angelique, etrafındakilerin gizli davrandıklarını görünce, bir gün hürriyet cüzdanını yukarıya getirtti, onu kendi eliyle nişanlısına vermek istedi. Artık tam bir tevazu hali içindeydi, Felicien'in kendisini, kendi efsanevi adının şerefine ve büyük servetine yükseltmek için nasıl aşağı bir durumdan çekip aldığım bilmesini istiyodu. Bu resmi kağıt, üzerinde bir tarihle bir numaradan başka bir şey bulunmayan bu kimlik onun evrakıydı, kim-
Hain sayfalarını bir kere daha karıştırdı, sonra, bir hiç olmaktan ve Felicien'in kendisini herşey haline getirmesinden sevinç duyarak, cüzdanı utançsız, ona verdi. Felicien, bu hareketten son derece duygulandı, diz çöktü, gözyaşları içinde onun ellerini öptü, sanki biricik hediyeyi kalbinin şahane hediyesini kendisine veren Angelique'di.
Hazırlıklar iki hafta, Beaumont'u oyaladı yukarı şehirle aşağı şehrin altını üstüne getirdi. Yirmi işçinin, gece gündüz çeyiz hazırlamak için çalıştıkları söyleniyordu. Sadece gelin elbisesine üç işçi uğraşıyordu; bir milyonluk bir sepet, yığın .yığın dantelalar, kadifeler, atlas ve ipek, mücevherler, kraliçelere yaraşır elmaslar yağmur gibi dökülecekti. Fakat asıl herkesi heyecana sürükleyen şey son derece büyük tutarı olan sadakalardı; gelin, kendisine ne kadar ve-riliyorsu fakirlere de bir o kadar verilmesini istemişti; Çevreye bir milyon daha, bir altın yağmuru halinde serpilecekti. Angelique sonunda hülyasında cömertliklerinde duyduğu o eski acıma ihtiyacını tatmin ediyor, avuçları apaçık, yoksulların üzerine, sel gibi servet, taşkın bir refah akıtıyordu. Beyaz ve çıplak küçük odada, içine mıhlanıp kaldığı köhne koltukta oturuyor, rahip Cornille dağıtılan paraların listesini kendisine getirdiği zaman hazzından gülüyordu. Daha versinlerdi, daha versinlerdi! Dağıtılanlar hiç de yeterli değildi. Mas-cart babanın prenslere layık ziyafet sofralarında yemek yemesini, Chouteau'ların bir saray muhteşemi içinde yaşamalarını, Gabet ananın, para gücüyle iyileştiğini, yeniden gençleştiğini görmek istiyordu; Lemballeuse'leri, ana ile üç kızım tuvaletlere ve mücevherlere gömmek istiyordu. Altın yağmuru, peri masallarında olduğu gibi, hatta günlük ihtiyaçları da aşarak, güzellik ve neşe yaratmak için, şehrin üzerine gitgide artarak dökülüyor, altının görkemi sokağa düşüyor, merhametin bol güneşi altında parıldıyordu.
Sonunda o güzel günden bir gün önce, her şey hazır oldu. Felicien, piskoposluk konağının arkasında, Magloire sokağında eski bir konak satın almıştı, orayı muhteşem bir şekilde döşemekle uğraşıyorlardı. Koca odalar, nefis perdelerle süsleniyor, en değerli mo-
bilya ile dolduruluyordu; antika halılarla süslü bir salon, fecir seması kadar latif bir mavi buduar, hele bir yatak odası vardı ki, beyaz ipekle ve beyaz dantelle yapılmış bir yuvaya benziyordu, içinde beyazdan, hafif, uçarcasına hafif beyazdan ışığın ta kendi ürpertisinden başka bir şey yoktu. Fakat Angelique, bir araba ile götürmek istedikleri halde, bu harika şeyleri gidip görmeyi hiç istememişti. Anlatırlarken masum bir gülümsemeyle dinliyor, hiçbir emir vermiyor, çeki düzen işiyle hiç uğraşmak istemiyordu. Hayır hayır, bu işler çok uzakta, hala bilmediği, dünyanın o bilinmez taraflarında olup bitiyordu. Mademki kendisini sevenler bu mutluluğu büyük bir sevgiyle onun için hazırlıyorladı, hayal diyarlarından gelip içinde saltanat süreceği gerçeklik ülkesine ayak basan bir prenses gibi oraya girmek istiyordu sepeti görmek de istemiyordu; sepet, işlemelerle süslü gala tuvaletlerinin, zarif kuyumculuk harikalarından yığın yığın pırlantalardan modern mücevherlerin oluştuğu hepsi kendi markasıyla işlenmiş çeyizle dolu o sepet de oradaydı. Bu servetin, hayatın yakın gerçekliği içinde parıltılar saçarak, kendi evinde onu beklemesi, hülyasının zaferine yetiyordu. Düğün sabahı, yalnız gelinliğini getirdiler.
O sabah, büyük karyolasının içinde, herkesten önce uyuyan Angelique, ayakta duramayacağı için korkup paniğe kapılarak bir halsizlik geçirdi. Yataktan kalkmaya savaşıyor, bacaklarının büküldüğünü hissediyordu; haftalardan beri gösterdiği çabayı ve sakinliği yalan çıkaran korkunç bir ıstırap, son bir ıstırap, bütün varlığında feryat etti. Sonra, Hubertine'in neşeyle içeri girdiğini görür görmez, kendisi de yürüdü, buna şaştı; çünkü, artık onu yürüten şey, kendi gücü değildi, herhalde, görünmez alemden ona bir yardım geliyor, dost eller onu taşıyordu. Angelique'i giydirdiler, artık vücudunda hiç ağırlık kalmamıştı, o kadar hafifti ki Annesi, takılarak, hayret ediyor, daha fazla kımıldamamasını, yoksa havaya uçacağını söylüyordu, Tuvalet devam ettiği kadar katedralin böğründe yaşayan Hubert'lerin küçük serin evi, devbinanın muazzam soluğuyla ürperdi; orada tören hazırlığının uğultsu, rahipler heyetinin hummalı faaliyeti, hele çanların
sesi, bir neşe şamatası, köhne taşları ürperiyordü:
— Asla!
O zaman Felicien, isyanı amacında her türlü ihtiyatı unutmuş hezeyan etmişti. Annesinden sözetti. Aşkın haklarını istemek için kendi varlığında dirilen oydu. Babası onu sevmemiş, ölümüne memnun mu olmuştu da sevişenlere ve yaşamak isteyenlere karşı bu kadar sert davranıyordu? Fakat ibadetin feragatleri içinde ne kadar donuklaşmış olursa olsun, annesi gelip onu musallat olacak azap verecekti, çünkü evliliklerinden olan çocuğuna işkence ediyordu. Annesi hala vardı, kendi çocuğunun çocuklarında da ebediyen var olmak istiyordu babası, oğluna, seçtiği nişanlıyı, soyunu devam ettirecek olan kadını vermek istemediği için, annesini bir kez daha öldürüyordu. İnsan kadınla evlendikten sonra, kilise ile evlenmezdi. Felicien korkunç bir sessizlik içinde daha büyüyen, kımıldamadan duran babasının karşısında, yeminini bozan adam, katil sözlerini fırlattı. Sonra dehşet içinde, sendeleyerek kaçtı.
Monsenyör, yalnız kalınca, ta göğsünden bıçak yemiş gibi, olduğu yerde döndü, ve iki dizi üstüne dua rahlesine yığıldı. Boğazından korkunç bir hırıltı çıkıyordu. Ah! kalbin zavallılıkları tenin yenilmez zayıflıkları! o kadına, hep dirilen o ölü kadına, onun beyaz ayaklarını öptüğü ilk akşamki gibi tapıyordu; oğluna da, ondan bir parça gibi tapıyordu; oğluna da, ondan bir parça gibi, onun, kendisine bıraktığı hayatından bir nebze gibi tapıyordu; o genç kıza, uzaklaştırdığı o küçük işçi kıza da, oğlunun tapışı gibi tapıyordu. Şimdi, her üçü de gecelerini yasa gömüyorlardı. Küçük işlemeci kız, altın sarısı saçlarıyla, körpe boynu ile, mis gibi gençlik kokusu içinde, oldukça sade, onun rikkatine dokunmuştu, fakat bunu kendi kendine bile itiraf etmiyordu. Angelique gözünün önüne geliyor, narin, saf dayanılmaz alçakgönüllü bir şekilde geçip gidiyordu. Bir vicdan azabı bile, yüreğine, bundan daha emin bir yürüyüşle, daha kavrayıcı bir şekilde sokulamazdı. Kızı, yüzüne karşı, reddedebilirdi, ama, artık iğneden delik deşik, naçiz elleriyle kalbini kavramış olduğunu biliyordu, Felicien ona şiddetle yalvarırken Monsenyör, çocuğun sarışın başının gerisinde delice sevilen o iki kadını, kendinin ağladığı
kadınla, çocuğunun uğrunda ölen kadını görmüştü. Harap, hıçkırarak, aradığını nerede bulacağını bilemeyerek, kalbi artık Tanrıya bağışlanmış bulunduğuna göre, o kalbi söküp atmak çabasını vermesini Tanrıdan diliyordu.
Monsenyör akşama kadar dua etti. Tekrar ortaya çıktığı zaman balmumu sanlığında, yüreği yaralı, fakat kararlı idi. kendi elinden hiçbir şey gelmezdi, aynı müthiş kelimeyi tekrar etti: Asla! Onu sözünden döndürmek hakkı ancak Tanrıya özeldi; habuki, yalvardığı Tanrı susuyordu, ıstırap çekmek gerekti.
Aradan iki gün geçti, Felicien, kederden çılgına dönmüş bir halde, küçük evin etrafında fırıl fırıl dolaşıyor, haberler kolluyordu. Evden bir kimse çıktıkça korkudan baygınlıklar geçiriyordu. Hu-bertine'in kutsal yağları istemek için kiliseye koştuğu sabah, Angelique'in o günü geçiremeyeceğini böylece öğrendi. Rahip Cor-nille orada değildi, onu bulmak için Felicien bütün şehri dolaştı, ilahi bir yardım için son ümüdini ona. bağladı. Sonra, rahibi bulup getirirken, ümidi kayboldu, bir şüphe ve öfke nöbetine yakalandı. Ne yapsaydı? Tanrıyı müdahaleye nasıl zorunlu kılsaydı? Fırladı, piskoposluk konağının kapıların tekrar zorladı; piskopos, onun birbirini tutamayan sözleri karşısında bir an korktu Sonra, anladı: Angelique can çekişiyordu, son takdisi bekliyordu, onun yalnız Tanrı kurtarabilirdi. Delikanlı, sadece, ıstırabını haykırmak bu kötü baba ile ilişkisini kesmek, cinayetini yüzüne karşı söylemek için gelmişti. Fakat, Monsenyör, sanki bir ses ona bir şey söylemiş gibi, gözleri birdenbire bir ışıkla aydınlanarak, öfkelenmeden onu dinliyordu. Oğluna önden yürümesini işaret etti:
Tanrı isterse, ben de isterim, diyerek peşinden yürüdü.
Felicien büyük bir ürperti geçirdi. Babası, isteğini atmış, mucizenin isteğine boyun eğmiş, razı oluyordu. Artık kendileri yoktu, ne yaparsa Tanrı yapacaktı. Monsenyör camegahta, rahip Cornille'in elinden kutsal yağlan alırken Felicien'in gözleri yaşlara bulandı. Şaşkın
bir halde, onlarla beraber gitti, odaya girmeye cesaret edemedi, ardına kadar açık kapının önüne, sahanlığa diz üstü düştü.
Monsenyör, beyaz masanın üstüne, iki iri mumun arasına, kutsal yağları koymuş, gümüş kapla, havada bir istavroz çıkarmıştı. Sonra, rahibin elinden haçı aldı, onu öptürmek için hasta kıza yaklaştı. Fakat Angelique hala kendinde değildi; gözkapakları örtülü, elleri katılmış mezarların üstüne uzatılan taştan, ince ve katı imgelere benziyordu. Monsenyör, bir ara ona baktı, hafif nefesini duyunca henüz ölmediğini anladı, salebi dudaklarına dokundurdu. Bekliyordu, yüzü din reisinin ihtişamını koruyordu, ne kızın zarif yüzünde, ne aydınlık saçlarında hiçbir ürperti dolaşmadığını görünce, bu yüzle tek insansal heyecan belirmedi. Ama, Angelique yaşıyordu, suçların ödenmesine bu kadarı yeterdi.
O zaman Monsenyör, rahibin elinden okunmuş su kabıyla gülabdanı aldı, rahip kendisine, açık tutuğu dua kitabını uzatırken, o da, can çekişen kızın üzerine okunmuş su serperek latince sözler söyledi.
Su damlaları fışkırıyor, büyük yatak, bir şebnem yağar gibi bu sularla baştan başa serinliyordu. Angelique'in parmaklarına, yanaklarına sular damladı; fakat, bu damlalar, birer birer, bir mermer üzerinden tekerlenir gibi yuvarlanıyordu. Piskopos sonra, hazır bulunanlara döndü, onlara da okunmuş su serpti. Hubert'le Hubertine, ateşli iman ihtiyaçların ortasında yan yana diz çökmüşler, bu takdis yağmuru altında başlarının eğmişlerdi. Piskopos, odayı eşyayı, beyaz duvarları, bütün bu çıplak beyazlığı takdis ediyordu, o sırada, kapının önünden geçerken, eşiğe yığılmış, ateş gibi yanan ellerini yüzüne örtüp hıçkıra hıçkıra ağlayan oğlu ile karşılaştı. Ağır bir el hareketiyle gülabdanı üç kez yukarı kaldırdı, Felicien'i hafif bir serpinti ile takdis etti. Böylece etrafa serpilen bu okunmuş su, önce, milyarlarca uçuşan, gözle görülmez habis ruhları dağıtmak içindi. O sırada, soluk bir kış güneşi huzmesi, karyolaya kadar süzülmüştü; yığın yığın atomlar, çevik toz zerreleri uçuşuyor, sanki ılık ka-labalıklarıyla, can çekişen kızın soğuk ellerini ısıtmak ister gibi, pen-
cerenin bir ucundan inmiş, orada sayısız, yaşıyorlardı. Monsenyör,, tekrar masanın başına geldi:
— Exaudu nos... duasını okudu.
Hiç acele etmiyordu. Ölüm, orada, eski İran kumaşı perdelerin arasında idi; fakat, onun aceleci olmadığını hissediyordu, sabrede-cekti. Hasta çocuk bütün varlığının bu eriyişi içinde, onun sesini işi-tememekle beraber, piskopos, yine ona yönelerek sordu.
— Vicdanınızda, sizi rahatsız eden hiçbir şey yok mu? Üzüntülerinizi itiraf edin, ferahlayın, kızım.
Angelique uzanmış yatıyor, susuyordu. Piskopus, yanıt verecek kadar ona boşu boşuna bir zaman bıraktıktan sonra, sözlerinden hiç birinin, kızın kulağına ulaşmadığını bilir gibi görünmeden, aynı tok ses yineledi.
— Kendinizi dinleyin, kalbinizden, Tanrıya yalvarın, af isteyin. Takdis sizi saf kılacak ve size yeni yeni güçler verecektir. Gözleriniz parlayacak, kulaklarınız hafif olacak, burun delikleriniz körpeleşecek, ağzınız mübarek, elleriniz masum olacak...
Gözlerini ona dikilmiş, söylenmesi gereken ne varsa hepsini, sonuna kadar söylemişti; Angelique, belli belirsiz nefes alıyor, örtülü göz kapaklarının tek kirpiği bile kımıldamıyordu: Piskopos:
— Gredo'yu okuyun, emrini verdi. Bekledi, sonra, kendisi okudu:
— Gredo in unum deum... Rahip Cornille karşılık verdi.
— Amen.
Felicien'in, sahanlıkta, ümidin uyandırdığı sinirlilik içinde, derin hıçkırıklarla hala ağladığı işitiliyordu. Huber'le Hubertine, bilinmez büyük kudretlerin inişini hissetmişler gibi, geniş ve çekingen aynı jestle dua ediyorladı. Bir durma olmuş, bir dua kekelenmişti. Şimdi,
dua kitabından okunan ilahiler söyleniyor, ermiş kadınlar ve erkekler anlıyor, bütün ahiret çaresiz insanlığın yardımına, Kyrie eleison nidalarıyla çağırılıyordu.
Sonra, birdenbire, sesler yavaşladı, derin bir susma oldu. Monsenyör, rahibin ibrikten döktüğü birkaç damla su ile parmaklarını yıkıyordu. Sonunda kutsal yağ kabını aldı, kapağını açtı, geldi, yatağın önünde durdu. Bu, takdis'in törenle yaklaşması idi, bu son takdisin etkisi affedilmeyen, öteki takdislerden sonra ruhta kalan, bütün büyük günahlarla küçük günahları siliyordu. Unutulmuş günahlardan artakalanlar bilmeden işlenen günahlar, Tanrım gufranına sağlam şekilde erilmesine olanak bırakmayan, ihmal yüzünden günahlar, hep si-liniyordu. Fakat, bu günahlar neredeydi? Bir bakirenin ölümü ile bembeyaz ve soğuk duran bu şahane yatağa varıncaya kadar hayat tohumlan getirir gibi görünen, uçuşun toz zerreleriyle dolu şu güneş ışığı ile beraber, dışarıdan mı geliyordu?
Monsenyör, gözleri Angelique'de, hafif soluğun hala kesilmediğine güven getirerek, murakabeye vermişti. Onu, melek kadar güzel, çok incelmiş, şimdiden maddiliği kalmamış gördükçe, her türlü insanca teessürden kendini sakınıyordu. Baş parmağını, yavaşça kutsal yağlara daldırıp da, hislerin bulunduğu, vücudun beş noktasını kötülüğünü ruha girdiği beş açık pencereyi ovmaya başladığı zaman, titremedi.
Önce, gözleri sağ gözü ve sol gözü, kapalı göz kapaklan üzerinden ovdu; baş parmak, hafifçe, istavroz çıkarıyordu.
Gözle işlenen günahlar, şehvetli bakışlar namusa aykırı tecessüsler, temaşalardan duyulan boş zevkler, kötü yazılar, günahkar kederler için dökülen yaşlar, giderilmiş oluyordu. Halbuki, Angeli-que, Legende'dan başka bir şey okumamıştı, dünyanın bütün öteki taraflarını örtüp ona göstermeyen katedralin mihrap kısmından başka ufuk tanımıyordu, ancak, itaatiyle ihtiras arasındaki mücadelesi sırasında ağlamıştı. . . -
Rahip Cornille, pamuk yumaklarından birini aldı, kızın göz kapaklarının ikisini de kuruladı, sonra, pamuğu, beyaz kağıttan külahların birine koydu.
Sonra, Monsenyör, sedef parlaklığındaki kulakları ovdu, sağ kulağı da sol kulağı da, istavroz işaretiyle, belli belirsiz ıslattı.
Kulaklardan giren bütün müzikler iftiralar, küfürler, istekle dinlenen açık saçık sözler, görevin unutulmasına yardım eden aşk yalanlan, teni coşturan günahkar şarkılar, avizeler altında şehvetle ağlayan orkestra kemanları, affedilmiş bulunuyordu. Halbuki, dört duvar arasında kapalı oturan bu kız, yalnızlığı içinde komşuların, bildikleri gibi yaptıkları gevezelikleri bile, atlarını kamçılayan bir yük arabacısının küfürlerini bile asla işitmemişti. Kulaklarında ilahilerden erganunların uğultularından dua mırıltılarından eski kilisenin duvarına bitişik küçük serin evi tepeden tırnağa sarsan bu seslerden başka müzik yoktu.
Rahip, kulakları bir pamuk parçasıyla sildikten sonra, pamuğu beyaz kağıt külahlardan birine koydu.
Sonra, Monsenyör, beyaz birer gül yaprağına benzeyen burun deliklerine geçti, sağını solunu, baş parmağıyla, istavroz çıkararak saf-laştırdı.
Koku alma duyusu, her türlü kirden yalnız güzel kokuların şehevi hicabından, kokusu fazla hoş çiçeklerin baştan çıkarma-sından, havanın, ruhu uyutan dağınık kokularından değil, başkasına gösterilen kötü örnekler, rezaletin sarı vebası gibi, iç koku alma suçlarından da yıkanarak, ilk masumluk haline dönüyordu. Angelique, dürüst, saf, zambaklar arasında bir zambak, kokusu zayıflara güç, güçlülere neşe veren bir büyük zambak olmuştu. Halbuki, o, o kadar saf ve nazikti ki, keskin kokulu hercai menekşelere, mis kokulu leylaklara, hummalı sümbüllere hiçbir zaman tahammül edememiş, yalnız hafif kokulu çiçekler arasında, korulardaki menekşelerle çuha çiçekleri arasında rahat edebilmişti.
Rahip, burun deliklerini sildi, pamuğu, beyaz kağıt külahların başka bir tanesine yerleştirdi.
Sonra, Monsenyör, hafif solukla belli belirsiz aralanan, kapalı ağıza indi, alt dudağın üzerinde bir istavroz çıkardı.
Angelique'in ağzı, baştan başa bir masumluktan çünkü, bu sefer, zevklerin bayağıca tatmini, oburluk, şarap ve bal tadından zevk alışı affedilmişti, hele, her günahın faili olan tahrikçi, zehirleyici dille, kavgaları, savaşları çıkaran, hataları yapan, gökyüzünün bile kararmasına sebep yanlış sözleri söyleyen dilin işlediği cürümler affedilmişti. Halbuki, oburluk, hiçbir zaman, Angelique'in bir ayıbı olmamıştı, genç kız, sonunda Elisabeth gibi, yiyecek ayırdetmeden karın doyurur olmuştu. Hata içinde yaşaması da, hülyasının, onu bu hataya sürüklemesinden, mavera ümidinden, görünmez alemin tesellisini beklemesinden cahilliğin yarattığı, ve onu bir ermiş kız haline getiren bütün o füsunlu alemden ileri geliyordu.
Rahip ağzı sildikten sonra, pamuğu beyaz kağıttan dördüncü külaha yerleştirdi.
Nihayet, Monsenyör, çarşafın üzerinde, avuçları dışarıda, serili duran, fildişi rengi elleri ovdu sağ eldeki sol eldeki günahları da, istavroz işaretiyle sildi.
Bütün vücut aklanmış, son lekelerinden, en kirletici olan elle dokunmanın lekelerinden, hırsızlıklardan dayak atmalardan, adam öldürmelerden, yarıca unutulan öteki kısımların, göğsün, böğürlerin ve ayakların günahlarından yıkanmıştı; bu ovma, o günahları da, tende tutuşan ve uluyan ne varsa, öfkelerimizi, isteklerimizi, düzensiz ihtiraslarımızı, çan attığımız bu gayyaları, bu zevkleri de ödüyordu. Halbuki, Angelique, galebesi yüzünden orada can çekişeli beri isteklerini, gururunu ve ihtirasım yenmişti, sanki, nefsaniyet şerrini, yalnızca yenmek için beraberinde getirmişti. Hatta, istekler duyup duymadığını, tenini aşkla inlediğini, geceleri geçirdiği büyük ürpertinin günahkar bir ürperti olabileceğini dahi bilmiyordu, cahillik bir
zırh gibi, onu o kadar kaplamıştı, ruhu beyaz, bembeyazdı.
Rahip elleri sildi, pamuğu, beyaz kağıttan külahların sonuncusu içinde gözden kaybetti, külahların beşini de sobada yaktı.
Tören sona ermişti, Monsenyör, son duayı okumadan önce parmaklarını yıkıyordu. İblisleri kovmak ve hastanın vaftiz masumluğunu kazandığını göstermek üzere, elini sembolik mumu vererek, onu bir kere daha gayrete getirmesi kalmıştı. Fakat, Angelique, gözleri kapalı, kaskatı, ölü gibi duruyordu. Kutsal yağlar, vücudunu saflaştırmıştı, istavroz işaretleri, ruhun beş penceresinde izlerini bırakmışlardı, halbuki kızın yanaklarına bir hayat dalgası yükseltmemişti. Yalvarmalara, umutlara karşın mucize kendini göstermişti. Hubert'le Hubertine, hep yanyana diz çökmüş olarak duruyorlar, artık dua etmiyorlar, sabit gözleriyle öyle ateşli bakıyorlardı ki, ikisi de, bir eski renkli kilise camından, öldükten sonraki dirilmeği bekleyen resimler gibi, sonsuza dek taş kesilmişe benziyordu. Felicien, dizlerinin üstünde sürüne sürüne gelmiş, şimdi, ta kapının önünde duruyor, artık hıçkırmıyor, Tanrının sağırlığı karşısında öfke ne olacağını görmek için, o da başı dimdik, bekliyordu.
Monsenyör, son bir kere daha yatağa yaklaştı, hastanın eline verilecek olan mumu yanık olarak tutan rahip Cornille de onun arkasından geliyordu. Piskopos, töreni sonuna kadar götürmek inadiyle, Tanrıya kudretini gösterecek zaman, bırakmak için, dua etti:
Rahip, karşılık verdi:
— Amen.
Fakat, Angelique'in elini açmaya ve mumu kavratmaya uğraştıkları zaman el, cansız olarak göğsün üzerine düştü.
O zaman, Monsenyörü büyük bir titreme aldı. Uzun zaman tutmaya çalıştığı heyecan taşıyor, rahipliğin son haşinliğini alıp götürüyordu. Bu çocuğu dizlerine kapanıp hıçkırdığı günden beri seviyordu. O anda, mezar solgunluğu ile, o "kadar acıklı halde, öyle
ıstıraplı bir güzellikte idi ki, Monsenyör, gözlerini yatağa çevirdikçe, kalbi, gizli gizli kederle dolmaktan kendini alamıyordu. Kendini tutamaz oldu, iki iri damla, gözkapaklarını şişirdi, yanaklarından aşağı yuvarlandı. Çocuk bu şekilde ölemezdi, Monsenyör, onun, ölüm halindeki cazibesiyle yenilmişti.
O zaman, Monsenyör, sülalesinin mucizelerini, Allahın, hastaları iyi etmek üzere onlara verdiği kuvveti hatırladı. Tanrım herhalde kendi baba muaafakatini beklediğini düşündü. Tanrı katından olanların hepsinin karşısında ibadetleriniyaptıkları Sainte- Agnes'i andı, ve vebalıların başı ucunda dua edip onları öpen V. Jean d'Hautecoeur gibi, o da dua etti, Angelique'i ağzından öptü.
—Tanrı isterse, ben de isterim.
Angelique, gözlerini açtı. Uzun baygınlığından uyanmış, ona hayret etmeden bakıyordu; öpücüğün ılıklığını koruyan dudakları, gülümsüyordu. Bunlar gerçekleşmesi gereken şeylerdi, belki de onları bir kez daha rüyasında görmüştü, Monsenyörün, orada oğlu ile kendisini nişanlamak için bulunmasını gayet sade buluyordu, çünkü artık zaman gelmişti. Büyük yatağın ortasında, kendiliğinden doğrularak oturdu.
Piskopos, gözlerinde mucizenin nuru, aynı duayı tekrarladı: Rarip karşılık verdi: — Amen.
Angelique, yanık mumu almıştı, metin bir elle, dümdüz tutuyordu. Hayat geri gelmişti, alev çok parlak yanıyordu, gecenin hapis ruhlarını kovuyordu.
Odanın içinde parlak büyük bir çığlık dolaştı. Felicien, mucizenin rüzgarlarıyla doğrulmuş gibi, ayaktaydı; Hubert'ler, aynı solukla sarsılmışlar, gördükleri manzara karşısında, gözleri apaçık, yüzleri hayran, dizüstü oturup kalmışlardı. Yatak, onlara, parlak bir ışıkla kuşatılmış gibi görünüyordu, güneş huzmesi içinde, beyaz
tüyler gibi. beyazlıklar yükseliyordu: beyaz duvarlar, bütün beyaz oda, bir kar parlaklığı içinde idi Ortada, tekrar dirilen ve sapı üzerinde doğrulan bir zambak gibi, Angelique, bu aydınlığı yansıtıyordu. Has altın rengi saçları, yüzünü bir hale ile kuşatıyor, menekşe rengi gözleri bir nurla parıldıyor, saf yüzünden, bütün bir hayat nuru fışkırıyordu. Felicien, onun şifa bulduğunu görünce, Tanrının kendilerine bu ihsan karşısında şaşalamıştı. yaklaştı, yatağın yanında diz çöktü.
—Ah! Sevgilim, bizi tanıyorsunuz, yaşıyorsunuz.... Ben sizinim, babam razı oldu, çünkü Tanrı böyle istedi.
Angelique başını eğdi neşeyle güldü.
— Oo! biliyordum, bekliyordum... Ne gördümse hepsi olacak.
Monsenyör, sakin halini tekrar ele almıştı, istavrozu, yine onun dudaklarına değdirdi. Bu sefer, Angelique, itaatli bir cariye gibi, onu öptü. Sonra, Monsenyör, geniş bir el hareketiyle, istavrozu, bütün odada, bütün başların üzerinde gezdirdi, son takdisi yaptı; Hubert'lerle rahip Cornille'e ağlıyorlardı.
Felicien, Angelique'in elini tutuyordu. Kızın öteki elinde, masumluk mumu, yüksek bir alevle yanıyordu.
XIV
Nikah için mart ayının ilk günleri kararlaştırılmıştı. Fakat, Angelique bütün varlığından yükselen sevince karşın hala çok halsizdi'. Önce bitkinliğinin hemen ilk haftasında başlayarak tekrar atel-yeye inmek istemiş Monsenyörün tahtı için yaptığı hafif kabartma işlemeli panoyu bitirmekte ısrar etmişti. Neşeyle, bu işin, işçi hayatının son eseri olduğunu söylüyordu, sipariş, böyle yarı yolda bırakılamazdı. Sonra, bu harcadığı çabayla gücü tükenmiş yine odasına kapanmak zorunda kalmıştı. Eski tam sağlığını bulamadan, kutsal
yağların altında hala bembeyaz ve maddiliğinden ayrılmış gibi, gülümseyerek orada vakit geçiriyor, hayal gibi kısa adımlarla aşağı yukarı dolaşıyor, masasından penceresine kadar uzun bir yol yürüdüğü için saatlerce düşünceye dalıyor, dinleniyordu. Nikahı geciktirdiler, kızın iyi bakılarak yakında tamamiyle şifa bulmasını beklemeye karar verdiler.
Felicien her gün öğleden sonra onu görmeye geliyordu. Hubert'le Hubertine yanlarında bulunuyorlardı. Birlikte güzel saatler geçiriyorlar, boyuna aynı projeleri kuruyorlardı Angelique, oturduğu yerde çok canlı ve neşeli gözüküyor, gelecekti hayatlarını çok dolu günlerinden önce o söz açıyor, seyahatleri, Hautecoeur şatosunun onarımını görüp tanıyacakları bütün mutlulukları anlatıyordu. O zaman, açık pencereden, her gün biraz daha ılık, içeri giren mevsimsiz il-kabaharın ortasında onu görenler, vücutça toplandığını, kefeni yırtığını sanırlardı. Angelique, ancak yalnız olduğu zamanlar, görülmek korkusu olmadıkça ciddi düşüncelerine dalıyordu. Geceleyin ku-. lağınının dibinden sesler geçmişti; sonra, etrafında, toprağın bir daveti dolaşmıştı; içinde, bir aydınlık açılıyordu, mucizenin yalnız hülyasının gerçekleştirmek için devam ettiğini anlıyordu. Çoktan ölmüş değil mi idi, görünüşler ortasında, olayların verdiği bir ara sayesinde bulunmuyor muydu? Bu, yalnızlık saatlerinde, onu sonsuz heyecanını avutuyor, bu neşeli deminde hayattan çekilip gitmekte olduğuna üzülmüyor hala sonuna kadar ereceğine emin bulunuyordu. Hastalık, beklerdi. Büyük sevinci, bu düşünceyle yalnızca ciddi bir ifade alıyor Angelique, cansız bir halde kendini bırakıyor, vücudunu yok gibi hissediyor, saf bazlara doğru kanat açıyordu; ancak, Hubert'lerin kapıyı açmaları, yahut Felicien'in kendisini görmek için içeri girmesi üzerine doğruluyor sağlığı yerine gelmiş gibi yapıyor, gelecekten çok uzaktaki evlilik yıllarından gülerek söz ediyordu.
Martın sonuna doğru, Angelique daha neşelenir gibi oldu. Yapayalnızken iki defa baygınlıklar geçirmişti. Bir sabah, Hubert, ona
bir fincan sütlü kahve getirdiği sırada yatağın ayak ucuna yere düşmüştü; onu aldatmak için, yerde işi şakaya bozdu, kaybettiği bir iğneyi aradığını söyledi. Sonra ertesi gün çok şen gözüktü, nikahı çabuk yapmak Nisanın ortasında nikahlanmak sözü etti. Hepsi itiraz ettiler: Daha çok zayıftı, niçin beklemiyeceklerdi? Hiçbir aceleleri yoktu. Fakat heyecanlandı, nikahın hemen yapılmasını istiyordu. Hubertine, hayret etti, bu acele karşısında şüpheye düştü onu vücuduna dokunan en hafif soğuk rüzgarla solar halinde bir an izledi. Sevgili hasta, kendisini ölüme mahkum bildiği halde, başkalarını aldatmak için duyduğu şefkatli ihtiyaç içinde, sakinleşmeye başlamıştı bile. Hubert'le Felicien, sürekli bir tapınış ortasında hiçbir şey görmemişler, hiçbir şey sezmemişlerdi. Angelique, bir irade gayretiyle - ayağa kalkarak, eskisi gibi çevik adımlarla aşağı yukarı dolaşıyordu, çok güzeldi, mutlu olacağı için nikah töreninin kendisini büsbütün iyi edeceğini söylüyordu. Hoş, kararı verecek olan Monsenyör'dü. O günün akşamı, Piskopos oraya geldiği zaman Angelique gözlerini onun gözleri içinde, bakışlarını ondan ayırmadan isteğini anlattı; sesi o kadar heyecanlıydı ki, söylediği kelimelerin altında, söylemediği şeylerin ateşli yalvarışları vardı. Monsenyör biliyordu, bildiği için anladı, nikahı Nisan ortasına denk geldi.
Bunun üzerine, bir hayhuy içinde yaşadılar, büyük hazırlıklar yapıldı. Hubert, yarı resmi vasiliğine karşın Angelique rüştünü ispat etmemiş olduğu için hala aile meclisini temsil eden sosyal yardım direktörünün iznini almak zorunda kaldı; işin zahmetli tarafından Felicien'i de genç kızı da kurtarmak için, bu ayrıntıyı sulh hakimi mösyö Grandsire üzerine almıştı. Fakat Angelique, etrafındakilerin gizli davrandıklarını görünce, bir gün hürriyet cüzdanını yukarıya getirtti, onu kendi eliyle nişanlısına vermek istedi. Artık tam bir tevazu hali içindeydi, Felicien'in kendisini, kendi efsanevi adının şerefine ve büyük servetine yükseltmek için nasıl aşağı bir durumdan çekip aldığım bilmesini istiyodu. Bu resmi kağıt, üzerinde bir tarihle bir numaradan başka bir şey bulunmayan bu kimlik onun evrakıydı, kim-
Hain sayfalarını bir kere daha karıştırdı, sonra, bir hiç olmaktan ve Felicien'in kendisini herşey haline getirmesinden sevinç duyarak, cüzdanı utançsız, ona verdi. Felicien, bu hareketten son derece duygulandı, diz çöktü, gözyaşları içinde onun ellerini öptü, sanki biricik hediyeyi kalbinin şahane hediyesini kendisine veren Angelique'di.
Hazırlıklar iki hafta, Beaumont'u oyaladı yukarı şehirle aşağı şehrin altını üstüne getirdi. Yirmi işçinin, gece gündüz çeyiz hazırlamak için çalıştıkları söyleniyordu. Sadece gelin elbisesine üç işçi uğraşıyordu; bir milyonluk bir sepet, yığın .yığın dantelalar, kadifeler, atlas ve ipek, mücevherler, kraliçelere yaraşır elmaslar yağmur gibi dökülecekti. Fakat asıl herkesi heyecana sürükleyen şey son derece büyük tutarı olan sadakalardı; gelin, kendisine ne kadar ve-riliyorsu fakirlere de bir o kadar verilmesini istemişti; Çevreye bir milyon daha, bir altın yağmuru halinde serpilecekti. Angelique sonunda hülyasında cömertliklerinde duyduğu o eski acıma ihtiyacını tatmin ediyor, avuçları apaçık, yoksulların üzerine, sel gibi servet, taşkın bir refah akıtıyordu. Beyaz ve çıplak küçük odada, içine mıhlanıp kaldığı köhne koltukta oturuyor, rahip Cornille dağıtılan paraların listesini kendisine getirdiği zaman hazzından gülüyordu. Daha versinlerdi, daha versinlerdi! Dağıtılanlar hiç de yeterli değildi. Mas-cart babanın prenslere layık ziyafet sofralarında yemek yemesini, Chouteau'ların bir saray muhteşemi içinde yaşamalarını, Gabet ananın, para gücüyle iyileştiğini, yeniden gençleştiğini görmek istiyordu; Lemballeuse'leri, ana ile üç kızım tuvaletlere ve mücevherlere gömmek istiyordu. Altın yağmuru, peri masallarında olduğu gibi, hatta günlük ihtiyaçları da aşarak, güzellik ve neşe yaratmak için, şehrin üzerine gitgide artarak dökülüyor, altının görkemi sokağa düşüyor, merhametin bol güneşi altında parıldıyordu.
Sonunda o güzel günden bir gün önce, her şey hazır oldu. Felicien, piskoposluk konağının arkasında, Magloire sokağında eski bir konak satın almıştı, orayı muhteşem bir şekilde döşemekle uğraşıyorlardı. Koca odalar, nefis perdelerle süsleniyor, en değerli mo-
bilya ile dolduruluyordu; antika halılarla süslü bir salon, fecir seması kadar latif bir mavi buduar, hele bir yatak odası vardı ki, beyaz ipekle ve beyaz dantelle yapılmış bir yuvaya benziyordu, içinde beyazdan, hafif, uçarcasına hafif beyazdan ışığın ta kendi ürpertisinden başka bir şey yoktu. Fakat Angelique, bir araba ile götürmek istedikleri halde, bu harika şeyleri gidip görmeyi hiç istememişti. Anlatırlarken masum bir gülümsemeyle dinliyor, hiçbir emir vermiyor, çeki düzen işiyle hiç uğraşmak istemiyordu. Hayır hayır, bu işler çok uzakta, hala bilmediği, dünyanın o bilinmez taraflarında olup bitiyordu. Mademki kendisini sevenler bu mutluluğu büyük bir sevgiyle onun için hazırlıyorladı, hayal diyarlarından gelip içinde saltanat süreceği gerçeklik ülkesine ayak basan bir prenses gibi oraya girmek istiyordu sepeti görmek de istemiyordu; sepet, işlemelerle süslü gala tuvaletlerinin, zarif kuyumculuk harikalarından yığın yığın pırlantalardan modern mücevherlerin oluştuğu hepsi kendi markasıyla işlenmiş çeyizle dolu o sepet de oradaydı. Bu servetin, hayatın yakın gerçekliği içinde parıltılar saçarak, kendi evinde onu beklemesi, hülyasının zaferine yetiyordu. Düğün sabahı, yalnız gelinliğini getirdiler.
O sabah, büyük karyolasının içinde, herkesten önce uyuyan Angelique, ayakta duramayacağı için korkup paniğe kapılarak bir halsizlik geçirdi. Yataktan kalkmaya savaşıyor, bacaklarının büküldüğünü hissediyordu; haftalardan beri gösterdiği çabayı ve sakinliği yalan çıkaran korkunç bir ıstırap, son bir ıstırap, bütün varlığında feryat etti. Sonra, Hubertine'in neşeyle içeri girdiğini görür görmez, kendisi de yürüdü, buna şaştı; çünkü, artık onu yürüten şey, kendi gücü değildi, herhalde, görünmez alemden ona bir yardım geliyor, dost eller onu taşıyordu. Angelique'i giydirdiler, artık vücudunda hiç ağırlık kalmamıştı, o kadar hafifti ki Annesi, takılarak, hayret ediyor, daha fazla kımıldamamasını, yoksa havaya uçacağını söylüyordu, Tuvalet devam ettiği kadar katedralin böğründe yaşayan Hubert'lerin küçük serin evi, devbinanın muazzam soluğuyla ürperdi; orada tören hazırlığının uğultsu, rahipler heyetinin hummalı faaliyeti, hele çanların
sesi, bir neşe şamatası, köhne taşları ürperiyordü:
Has leído el texto 1 de Turco literatura.
Siguiente - Angelique'in Hülyası - 14
- Piezas
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14