🕙 28-minuto de lectura

Angelique'in Hülyası - 12

El número total de palabras es 3600
El número total de palabras únicas es 2016
31.3 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
45.0 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
51.4 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.
  Halsizliği o dereceyi buluyordu ki atelyeye inemiyordu. Hemen başı dönüyor, ayaklan dolaşıyordu. Önce eşyalara tutuna tutuna dolaştı, balkona kadar gitti. Sonra yatağından koltuğa kadar gitmekle yetinmemekte kaldı. Yol uzundu, ancak bitik bir halde, bu işi bir sabah, hâlâ çalışıyor, fazla çetin olan hafif kabarık işlemeyi bırakıyor, elvanla çiçek işliyordu; bunları kokusuz bir demet çiçeğe baka baka işliyor, bu ortancaların ve hatmi güllerinin kokusunun duymadığı için sakin kalıyordu. Demet bir vazoda duruyordu.
  Angelique, bazen, onu izleyerek uzun uzun dinleniyordu; çünkü, ipek, ne kadar hafif olursa olsun, parmaklarına ağır geliyordu. İki günde, ancak bir atlasın üzerinde pırıl pırıl, taptaze, bir tane gülü yapabilmişti; fakat bu onun hayatı idi, son nefesini verinceye kadar iğneyi elden bırakmıyacaktı. Istıraptan erimiş, daha incelmiş, saf ve çok güzel bir alevden oluşuyordu.
  Felicien, madem ki onu sevmiyordu, daha fazla didişmeye ne gerek vardı. Artık, bu inançla ölüyordu: Felicien onu sevmiyordu, belki de asla sevmemişti. Direnci oldukça kendisini, gidip onu bulmaya zorlayan kalbiyle, gençliğiyle çarpışmıştı. Oraya mıhlanıp kalalı, herşeyi kaderebırakmıştı. Artık herşey bitmişti.
  Bir sabah, Hubert, onu koltuğa yerleştirip, ufacık, cansız ayaklarını bir yastığa koyduğu sırada, Angelique, gülümseyerek:
  — Eh! dedi, artık uslu uslu. oturacağıma, kaçmayacağıma, iyiden iyiye eminim.
  Hubert, tıkanır gibi oldu, hüngür hüngür ağlıyacağından kor-karak, çabucak aşağı indi.
  XII
  Angelique o gece uyuyamadı. İçinde bulunduğu halsizlik ortasında, uykusuzluktan, gözkapakları yanıyordu. Hubert'ler yattığı için, vakit de, neredeyse gece yarısına yaklaştığı için, yatakta daha fazla kalırsa öleceğinden korkarak, harcamak zorunda kaldığı çok büyük çabaya karşın yataktan kalkmayı tercih etti.
  Boğuluyordu, sırtına bir sabahlık geçirdi, pencereye kadar sürünerek gitti, onu ardına kadar açtı. Yağmurlu, rutubetli ve yumuşak bir kış gecesi idi. Bütün gece yanık bırakılan, önündeki küçük masanın üstüne konulmuş lâmbanın fitilini açıktan 'sonra, kendini koltuğuna bıraktı. Orada, "Leğende doree" cildinin yanında, kopye etmekte olduğu gül hatmi ye ortanca demeti duruyordu. Hayata yeniden koyulmak için, bir çalışma hevesine kapıldı, tezgâhını yanına çekti, titrek elleriyle bir iki iğne kaktı. Bir gülün kırmızı ipeği, beyaz parmaklan arasında kanıyor, âdeta, son kalan kanı, damla damla akıyordu.
  Fakat, iki saatten beri, kızgın çarşaflarının arasında boşu boşuna dönüp duran Angelique'i, âdeta oturur oturmaz, uyku bastırdı. Başı geriye devrilip koltuğun arkalığına yaslandı, bir parça sağ omuzuna yattı; ipek, hareketsiz ellerinin arasında kaldığı için, hâlâ çalışıyor sanılırdı. Bembeyaz, oldukça sakin, bir mezar kadar çeşitli ve beyazlık dolu odada uyuyordu. Işık, rengi atmış pembe İran kumaşı örtülü, şahane karyolayı solduruyordu. Yalnız eski meşe ağacından sandık, elbise dolabı, sandalyeler, keskin çizgilerle gözü-küyorlar, duvarlara yas rengiyle yansıyordu. Dakikalar geçti, Ange-lique, bembeyaz, oldukça sakin, uyuyordu.
  Bir gürültü oldu. Felicien, titriyerek, onun gibi zayıflamış, balkonda gözüktü. Yüzü karmakarışıktı, odaya atılacağı sırada, Angeli-que'i, böyle acınacak bir halde ve çok güzel, koltuğa yığılmış gördü.
  Kalbi sonsuz bir acı ile burkuldu, diz çöktü, elemli bir telaşa daldı. Angelique artık yok mu olmuştu, hastalık onu bitirmişmiydi ki, hiç ağırlığı kalmamış, rüzgarın alıp götüreceği bir tüy gibi oraya uzanmış görünüyordu?
  Hafif uykusunda, ıstırabı da, tevekkülü de belli oluyordu. Felicien, onu, ancak o zambak zarifliğinden, düşük omuzlan üzerindeki narin boynunun tenasübünden, göğe çekilen bir bakire yüzü ifadesi almış uzun yüzünden tanıyabiliyordu. Saçlar, bir aydınlıktan ibaret kalmıştı, lekesiz ruhu, şeffaf ipek cildinin altından fışkı-rıyordu. Tenlerinden kurtulmuş ermiş kızlar gibi güzeldi. Felicien, ellerini bitiştirmiş, bir hayret içinde, hareketsiz kalmış, bu güzelliğin karşısında gözleri kamaşıyor ve yeise düşünüyordu. Kız uyanmıyor, Felicien, hâlâ ona bakıyordu.
  Felicien'in dudaklarından çıkan hafif bir soluk, Angelique'in yüzünde dolaşmış olacak ki, kız, birdenbire gözlerini alabildiğine açtı. Kımıldamıyor, rüyada gibi, gülümseyerek, o da ona bakıyordu. Bu Felicien'di, değişmiş olmasına karşın, onu tanıyordu. Fakat hâlâ kendisini uykuda sanıyordu, çünkü, uyurken, onu böyle gördüğü olurdu, uyanınca da, bu yüzden, kederi artardı.
  Felicien, ellerini uzatmıştı, konuştu.
  — Sevgili can, sizi-seviyorum... Çok hasta olduğunuzu bana söylediler, koşup geldim... İşte yanınızdayım, sizi seviyorum.
  Angelique ürperiyor, bilinçsiz bir hareketle, ellerini gözkapak-larında gezdiriyordu.
  — Artık şüphe etmeyin... Ayaklarınızın dibindeyim ve sizi seviyorum. Sizi hâlâ seviyorum.
  O zaman, genç kız haykırdı:
  — A! Siz misiniz?.. Sizi artık beklemiyordum, halbuki geldiniz. Araştıran elleriyle, onun ellerini tutmuştu, Felicien'in, rüyasında
  dolaşan bir hayal olup olmadığını anlamak istiyordu.
  — Beni hâlâ seviyorsunuz, ben de sizi seviyorum, ah! sevebileceğimi tahmin ettiğimden de fazla seviyorum!
  Bu, mutluluğun verdiği bir baş dönmesi, mutlak sevinçle dolu bir ilk dakika idi; her şeyi unutuyorlar, hâlâ seviştiklerine ve bunu birbirlerine söylediklerine emin olmanın hazzına, kendilerini tamamiyle veriyorlardı. Dünün ıstırapları, yarının engelleri ortadan kalkmıştı; nasıl olup da orada bulunduklarını bilmiyorlardı; ama, orada idiler. Tatlı göz yaşlarını biribirilerine karıştırıyorlar, Felicien, merhametten şaşkın, Angelique, onun kolları arasında bir soluktan oluşacak kadar, kederden erimiş, saf bir kucaklaşma ile sarılıyorlardı. Angelique, hayretinin .füsunu içinde, kötürümleşmiş gibi duruyor, oturduğu koltukta, sendeliyor, vücudu kendinde değilmiş gibi, sevinç sarhoşluğunun etkisi altında, yarı doğrulup tekrar düşüyordu.
  — Ah! Aziz senyörüm, biricik emelim yerine geldi: Ölmeden önce sizi görmek varmış.
  Felicien, başını kaldırdı, ıstıraplı bir hareket yaptı.
  — Ölmek mi!... Ama, ben bunu istemem! Buradayım, sizi seviyorum.
  Angelique, gülümsedi.
  — Oo! Mademki beni seviyorsunuz, ölebilirim. Artık, ölümden korkmuyorum, omuzunuzda böyle uyuyacağım... Beni sevdiğinizi bir daha söyleyin.
  — Sizi seviyorum, dün nasıl seviyordumsa, yarın nasıl se-veceksem... Bundan hiç şüphe etmeyin, sonsuzdur, bu.
  — Evet, sonsuzdur, sevişiyoruz.
  Angelique, vecd içinde, odanın beyazlığı ortasında, önüne bakıyordu. Fakat yavaş yavaş uyandı, ciddileşti. Sersemlediği bu büyük mutluluk işinde düşünüyordu; olan biten işlere şaşıyordu.
  — Beni seviyorsanız, niçin gelmediniz?
  — Ananız babanız, bana karşı aşkınız kalmadığını söylediler. Bu yüzden, ben de az kaldı ölüyordum, îşte o zaman hastalığınızı öğrendim, bana kapısını kapadıkları bu evden kovulmayı göze alarak kararımı verdim, geldim.
  — Annem, sizin de beni sevmediğinizi bana söylüyordu, ben de anneme inandım... Size o matmazelle birlikte rasgelmiştim, Mon-senyörün sözünü dinlediniz sanıyordum.
  — Hayır, bekliyordum. Fakat, korkaklık ettim, onun karşısında titredim.
  Bir suskunluk oldu. Angelique doğrulmuştu. Yüzü sertleşiyordu, alnında bir öfke karışığı vardı.
  — Demek ki, ikimizi de aldattılar, birbirimizden ayırmak için bize yalan söylediler... Sevişiyorduk, bizi sıkıntıya soktular, az daha ikimizi de öldürüyorlardı... Ama, bu kötü bir şey, bizi yeminlerimizden kurtarıyor, serbestiz.
  Öfkeli bir hoş görüyle ayağa kalkmıştı. Artık, hastalığını duymuyor, aşkının ve gururunun bu uyanışı karşısında., gücünü yeniden buluyordu. Hülyasının öldüğünü sanmıştı, halbuki, onu, birdenbire, canlı ve parlak buluyordu! Aşklarına lâyık olmaktan kalmadıklarını, asıl ötekiler olduğunu birbirlerine söyleyebiliyorlardı! Kendisini böyle büyümüş görmek, sonucunda gerçekleşen bu üstünlük, onu coşturuyor, son derece büyük bir isyana sürüklüyordu.
  Yalnızca;
  — Haydi, gidelim, dedi.
  Bütün direnci ve iradesiyle, dipdiri, odada dolaşıyordu. Sırtına giymek için bir manto seçip almıştı bile. Başına bir dantela baş örtüsü örtse, yeterdi.
  Felicien, sevinçle haykırmıştı, çünkü, arzusunu, genç kız, kendisinden önce söylemişti. O, yalnız bu kaçmayı düşünüyor, fakat Angelique'e teklif cesaretini bulamıyordu. Ooh! Birlikte gitseler, göz-
  den kaybolsalar, bütün üzüntülere, bütün engellere son verseler! Hem bunu, düşünmek zahmetine bile katlanmadan yapsalar!
  — Evet, hemen gidelim, sevgili can. Sizi almaya gelmiştim, nereden araba bakacağımızı biliyorum. Gün doğmadan biz uzaklara gitmiş oluruz, öyle uzaklara ki, hiç kimse, asla bize kadar ulaşamaz.
  Angelique, gitgide artan bir coşkunluk içinde, çekmeceleri çekiyor, hiçbir şey almadan, tekrar, şiddetle kapatıyordu. Nasıl! Haftalardan beri azap çekiyordu, onu aklından çıkarmaya uğraşmıştı, hattâ bunu başarabildiğini sanıyordu da, yine hiçbir şey olamamıştı, üstelik, bu korkunç işi, yeni baştan yapmak gerekliydi, öyle mi? Yok! Bu gücü asla bulamayacaktı. Mademki sevişiyorlardı, oldukça net idi: evlenirlerdi, hiçbir güç onları birbirinden ayıramazdı.
  — Durun bakalım, yanıma ne almak gerek?.. Ah! Çocukça kuruntularım ne .budalaca şeylermiş. Yalan söyleyecek kadar aşağı-laştıklarım düşünüyorum da! Evet, ben ölsem de sizi çağırmazlardı... Çamaşır, elbise almak gerekir mi söyleyin? İşte, bir sürü düşünce, bir sürü korku soktulardı. İyilik varmış, kötülük varmış, ne yapmalı imiş, ne yapmamalı imiş? İnsanı aptal edecek kadar karışık şeyler. Hep yalan söylüyorlar, söyledikleri doğru değil: dünyada, yaşamak mutluluğundan, sizi seveni sevmek mutluluğundan başka bir şey yok... Siz, servetiniz, güzelliksiniz, gençliksiniz, aziz senyörüm, ben de kendimi size veriyorum, sonsuza kadar, biricik zevkim sizsiniz, ne isterseniz yaparım.
  Ölmüş sanılan, bütün Irsî ateşlerininin bir tutuşması içinde, se-vinçten coşuyordu; şahane gidişlerini, bu prens oğlunun kendisini kaçırışını, uzak bir ülkenin kraliçesi yapışını gözünün önüne getiriyordu; müzik sesleri duyuyor, mest oluyordu; Felicien'in boynuna sarılıyor, göğsü üzerine yatıyor, onu izliyor, öyle gafil bir ihtiras ürpertisi içinde kalıyordu ki, bütün vücudu, sevinçten, kendinden geçiyordu. İkisi yapayalnız kalsalar, atların dört nala gidişine ken-
  dilerini bıraksalar, bir kucaklaşma içinde kalsalar, ortadan kay-bolsalar!
  — Yanıma bir şey almayacağım, değil mi?.. Neye yarayacak?
  Felicien de, onun tutuştuğu ateşle yanıyordu; kapının önüne varmıştı bile.
  — Hayır, hiçbir şey... Çabuk gidelim.
  — Evet, gidelim, doğru.
  Felicien'in yanına gitmişti. Fakat, geri dönüp, odaya son bir göz atmak istedi. Lâmba, aynı donuk, tatlı ışıkla yanıyordu, ortanca ve gül hatmi demeti hep orada duruyordu, yarı kalmış, fakat canlı bir gül, tezgâhın ortasında, onu bekliyor gibiydi. Hele, oda ona hiç bu kadar beyaz görünmemişti, duvarlar beyaz, yatak beyaz, hava beyazdı, beyaz bir nefesle dolu gibi idi.
  İçinde bir şey sendelenir gibi oldu-, Angelique, bir sandalyenin arkalığına dayanmak zorunda kaldı.
  Felicien, endişeyle sordu:
  — Neyiniz var?
  Yanıt vermedi, güçlükle nefes alıyordu. Tekrar bir ürpertiye yakalanmış, bacaklarına bir kesiklik gelmişti, oturmak zorunda kaldı.
  — Merak etmeyin, bir şey değil... Bir dakikacık dinleneyim, gideceğiz.
  Sustular. Angelique, odanın içine bakıyordu, orada sanki, sorsalar söyleyemeyeceği değerli bir şey unutmuştu. Önce hafifken, sonra, gitgide büyüyen, azar azar göğsünü tıkayan bir düşmanlık duyuyordu. Artık hiçbir şey hatırlamıyordu. Onu, orada, öylece tutan, acaba bütün bu beyazlık mı idi? Beyazı, öteden beri severdi, gizlice, izleyip zevk almak için, beyaz ipek kırıntılarını çalacak derecede severdi.
  — Bir dakika, bir dakika daha, sonra gideceğiz, aziz senyörüm.
  Fakat, ayağa kalkmak için bir çaba bile harcamıyordu. Felicien, endişe ile, onun önünde tekrar diz çökmüştü.
  — Rahatsız mısınız, rahatsızlığınızı gidermek için bir şey yapamaz mıyım? Üşüyorsanız, ufacık ayaklarınızı ellerimin arasına alırım, koşmak için canlanacakları zamana kadar, onları ısıtırım.
  Angelique, başını salladı.
  — Hayır, hayır, üşümüyorum, yürüyebilirim... Bir dakika bekleyin, bir dakikacık.
  Gözle görülmez bağların, onun elini ayağını sardığını, oraya bağladığını görüyordu, o kadar sıkı bağlanıyordu ki, belki bir saniye sonra, Angelique'i o bağlardan kurtarmak olanaksızdı. Onu hemen alıp götürmemesi, ertesi gün babasıyla yapacağı o mücadeleyi, haftalardan beri kaçındığı o acı şeyi düşünmesindendi. O zaman, ateşli bir yalvarışla ısrara başladı.
  — Gelin, bu saatte yollar, karanlıktır, araba bizi karanlıklar ortasında alıp götürecek; hep, biribirimizin kollarında uyuyarak gecenin serinliğinden korkmadan, kuş tüyüne gömülmüş gibi, boyuna, sallana sallana gideceğiz; gün ağarınca, güneş ortasında yolumuza devam edeceğiz, hep uzağa, daha uzağa gideceğiz ta, insanların mutlu oldukları yere ulaşıncaya kadar... Bizi hiç kimse tanımayacak, büyük bir bahçenin bir köşesinde herkesten uzak yaşayacağız, her yeni gün, daha fazla sevişmekten başka işimiz olmayacak. Orada, ağaç kadar büyük çiçekler, baldan daha tatlı yemişler bulunacak. Biz, bu sonsuz baharın ortasında, hiçbir şey yemeden yaşayacağız, öpücüklerle yaşayacağız, sevgili can.
  Angelique, Felicien'in, yüzünü ısıtan bu yakıcı aşk sözleri karşısında ürperdi. Müjdelenen zevklerin bu sürtünüp geçişi ile, bütün varlığı eriyordu.
  — Ooh! Bir saniye, birazdan!
  -- Sonra, yolculuklar bizi yorarsa, buraya döneriz, Hautecceur,
  şatosunun duvarlarını yaptırırız, ömrümüzün sonuna kadar orada otururuz. Benim hülyam, bu... Gerekirse, bütün servetimizi, avuç avuç, oraya dökeriz. Kalenin burcu, yeniden, iki vadiye hâkim olur. Biz David, kulesiyle Cherlemagne kulesi arasındaki saltanat dairesinde otururuz. Koca bina, perde hatlarıyla, binalarıyla, küçük kilisesiyle, eski zamanın barbar lüksü içinde, kudretli devirlerindeki gibi, baştan başa, onardır. Orada, eski zamanlardaki gibi hayat geçirmemizi istiyorum, siz prenses, ben prens olarak, silahşörlerden ve nedimlerden bir maiyet ortasında. On beş ayak kalınlığındaki duvarlarımız bizi dışardan ayırsın, efsane içinde yaşıyalım... Güneş, yamaçların ötesinde batarken, biz, beyaz, koca beygirlerin sırtında, diz çökmüş köylülerin saygısı arasından geçerek, avdan dönelim. Boru çalınsın, açılır kapanır köprü insin. Akşam yemeğinde, soframızda krallar bulunsun. Geceleri, yatağımız, bir taht gibi, sed üstünde, tepesi sayvanlı bir yatak olsun. Biz, erguvan ve sarmalar içinde, birbirimizin kolları arasında uyurken, uzaktan, oldukça tatlı müzik sesleri gelsin.
  Angelique, şimdi, ürpererek, gururlu bir zevkle gülümsüyor, yeniden baştayan bir ıstırapla yenilerek, gamlı dudaklarındaki gülümsemesi siliniyordu. Bilinçsiz bir el hareketiyle, bu baştan çıkarıcı hayalleri uzaklaştırında, Felicien, daha ateşlendi, onu yakalamak, telaşlı kolları arasına alıp, ona sahip olmak istedi.
  — Ooh! Gelin, benim olun... Kaçalım, mutluluğumuzun içinde her şeyi unutalım.
  Angelique, insiyaklı ve isyanlı, birdenbire sıyrıldı; sonra, ayakta, ağzından şu kelimeler fırladı:
  — Hayır, hayır, yapamam, yapamayacağım!
  Bununla beraber, hala mücadele ile bitkin kuşkulu kekeleyerek, sızlanıyordu:
  — Rica ederim, acıyın beni zorlamayın, bekleyin.... Sizi sevdiğimi kanıtlamak için sözünüzü dinlemeyi, kolunuzda, uzağa, güzel memleketlere gitmeyi, hayalinizdeki şatoda, sizinle beraber, krallar
  gibi yaşamayı ne kadar isterdim. Bu bana ne kadar kolay geliyordu, kaçışımızın planının birçok kez görünüyor; Sanki, birdenbire, kapı örtülmüş de dışarı çıkamıyormuşum gibi.
  Felicien, onu, yeniden sersemletmek istedi, Angelique, bir el hareketiyle, susturdu.
  — Hayır, hana bir şey söylemeyin artık... Ne ilginç şey! Bana, bu çok güzel şeyleri, bu çak tatlı şeyleri söyledikçe korkuya kapılıyorum, bir soğuk vücudumuz buz gibi donduruyor... Aman Tanrım! Neyim var acaba? Sözleriniz beni sizden ayırıyor. Eğer de-vam edecek olursanız, artık sözlerinizi dinleyemez olacağım, çıkıp gitmeniz gerekecek... Durun, biraz durun.
  Odanın içinde, ağır ağır dolaşıyor, kendini toplamaya çalışıyor, Felicien de, kımıldamadan duruyor, kötü hislere kapılıyordu.
  — Artık sizi sevmediğimi sanmıştım, ama kesin hayal idi bu, çünkü, demin, şurada sizi ayaklarımın dibinde görünce, yüreğim hopladı, ilk yaptığım hamle, cariye gibi peşinizden gelmek oldu... Peki, sizi seviyorsam; beni niçin korkutuyorsunuz? Sanki, gözle görülemez eller vücudumu kavrıyormuş, saçımın her telinden yakalıyormuş
  gibi, bu odadan ayrılmama kim engel oluyor?
  Yatağın yanında durmuştu, elbise dolabına doğru geldi, böylece, öteki eşyanın yanlarına da gitti Kesinlikle gizli bağlar, onları kendisine bağlıyordu. Hele, beyaz duvarlar, beşik örtüsü tavanın engin beyazlığı, onu, ancak göz yaşları akıtarak sırtından çıkarabileceği, bir saflık libası ile kuşatıyordu. Artık, bütün bunlar, onun varlığından bir parça idi, çevre benliğine girmişti. Masanın yanında, lambanın ışığı altında kalmış olan tezgahın karşısına gelince, bunu daha iyi anladı. Böyle suçlu gibi gidecek olursa, asla bitiremeyeceği, başlanmış gülü görünce, kalbine bir ezginlik doldu. Çalışma yıllan, o çok uslu, çok mutlu geçen yıllar, bir suç işlemek düşüncesinin isyana sevk ettiği o çok uzun huzur ve namusluluk alışkanlığı, hafızasında
  uyanıyordu. İlemecilerin serin küçük evi, orada geçirdiği hamaratlı ve temiz, dünyadan ayrı hayat her gün, damarlarındaki kana bir şeyler katmıştı.
  Fakat, Felicien, -eşyanın, onu tekrar böyle avucu içine aldığını görünce, hareketi aceleye getirmek gereğindeydi.
  — Gelin, vakit geçiyor, biraz sonra, artık iş işten geçmiş olacak. O zaman, Angelique'nin zihninde, daha parlak bir ışık çaktı.
  — Zaten iş işten geçti, diye haykırdı... Görüyorsunuz ki, sizin peşinizden gelmiyorum. Eskiden, bende, sevdalı, mağrur bir kız vardı ki, kendisini alıp götüresiniz diye, kollarını boyunnuza dolardı. Ama, beni değiştirdiler, kendi kendimi tanımıyorum... İşitmiyor musunuz, bu odada her şey bana, kal, diye bağırıyor? bende boyun eğmekten zevk duyar oldum.
  Felicien, hiçbir şey söylemeden tartışmadan serrkeş bir çocuk götürür gibi, onu götürmeye uğraşıyordu. Angelique, sıyrıldı, pencereye doğru kaçtı.
  — Olmaz, yalvarırım size! Biraz önce olsaydı, arkanızdan gelecektim. Ama, o, son isyandı. Azar azar, ben farkına varmadan, içimde biriktirilen isteksizliği orada bitirmek gerekmiş. Onun için, as-hmdaki günahın her şahlanışında savaş daha az çetin oluyordu, kendi kendimi daha kolaylıkla yeniyorum. Artık bitti nefsimi yendim... Ah! Senyörüm, sizi ne kadar seviyorum! Mutluluğumuza aykırı hiçbir şey yapmayalım. Mutlu olmak için boyun eğmek gerekir.
  Felicien, bir adım daha ilerleyince, Angelique, bakona doğru, ardına kadar açık duran pencere önüne gelmiş bulundu.
  — Beni, şuradan aşağı atılmaya zorlamayın... Dinleyin, anlayın, etrafımda ne varsa benimle beraberdir. Eşya, benimle çoktan beri konuşuyor, sesler işitiyorum, hem, hiçbir zaman onların bana bu kadar yüksek seslendiklerini işitmemiştim... Bakın! Babanızın iste-ğine aykırı olarak kendimi size vermekle, kendi hayatımı da sizin hayatınızı
  da harcamamaya beni bütün Clos- Marie teşvik ediyor. Şu işittiğiniz latif ses, Chevrotte'un sesidir, o kadar olgun, o kadar taze ki, kendi billur saflığında adeta bana da vermiş gibi. Şu yumuşak ve derin, kalabalıklar sesi, bütün kırlardır, ağaçlar, otlardır, benim kendi hayatımın huzurunu sağlamaya çalışan, bu kutsal köşenin bütün sakin hayatıdır. Daha uzaklardan, piskoposluk konağının karaağaçlarından, en küçüğü bile benim zaferimle ilgili şu dallarla örülü ufuktan da sesler geliyor... Sonra, bakın! Şu engin, şahane ses, geceleri ezelli uyanıklık içinde, bana ders veren eski dostum katedral'in sesi. Onun her taşı, pencerelerinin sütuncukları, payandalarının küçük çanları, mihrap dairesinin istinat duvarları, benim seçebildiğim bir sesle mırıldanıyorlar, benim anladığım bir dille konuşuyorlar. Bakın ne diyorlar, ölümde bile ümit sonsuz kalır diyorlar. İnsan, alçakgönüllülük gösterirse, aşk sonsuz kalır ve zafere ulaşır.. Bakın! hava bile, ruhların fısıltısı ile dolu, işte, arkadaşlarım olan ermiş kızlar, gözle görülmeden geliyorlar. Dinleyin, dinleyin!
  Gülümseyerek, derin bir dikkat hareketiyle, elini kaldırmıştı. Bütün varlığı etrafta dağınık soluklara kapılıp gitmişti. Bunlar, Legende'daki bakirelerdi, hayali, çocukluğunda olduğu gibi, şimdi onları yine anıyor, bu bakirelerin mistik uçuşları, masanın üstünde duran, safdil resimlerle süslü eki kitaptan yükseliyordu. Önce Agnes, saçlarıyla örtülü, parmağında, rahip Poul'ün nişan yüzüğü ile gözüküyordu. Sonra, bütün ötekiler, Barbe ve kulesi, Genevieve ve kuzuları, Cecile ve viyolası, Agathe ve koparılan memeleri dağ yollarında dilenen Elisabeth, alimleri yenin Catheririe, görünüyorlardı. Bir mucize, Luce'ü o kadar ağırlaştırıyordu ki, bin kişi ile beş çift öküz, onu çekip kötü bir yere götüremiyorlardı. Anastasie'yi öpmek isteyen vali kör oluyordu. Hepsi parlak gecenin ortasında bembeyaz, boğazları hala demir işkence aletlerinin yaralarıyla apaçık, kan yerine dereler gibi süt akıtarak, uçuyorlardı, hava, onların saflığı ile saftı, karanlıklar, bir yıldız yağmuru dökülür gibi aydınlanıyordu. Ah!
  onlar gibi, aşktan ölse, kocanın ilk öpücüğüyle göz kamaştıracak kadar beyaz, bakire olarak ölse! Felicien yaklaşmıştı.
  — Ben var olan vücudum, Angelique; halbuki, beni hayaller uğrunda reddediyorsunuz...
  Angelique:
  — Hayaller-û diye mırıldandı.
  — Öyle ya, sizin etrafınızı bu hayallerin kuşatması, onları kendinizi yaratmanızdan.. Gelin, eşyaya kendinizden hiçbir şey katmayın, susacaklardır.
  Angelique, bir coşkunluk hareketi yaptı.
  — Yoo! Hayır, konuşsunlar, daha yüksek sesle konuşsunlar! Onlar benim gücüm size karşı koymak gayretini onlar bana veriyorlar... Gufrandır bu, hem beni, asla bu kadar güçlü kaplamamıştı. Eğer hülya ise etrafımı kendim kuşatığım, bana geri gelen hülya ise, olsun, ne çıkar! Beni kurtarıyor, görünüşler ortasında, beni, lekesiz alıp götürüyor... Ooh! Vazgeçin, benim gibi, siz de itaat edin. Arkanızdan gelmek istemiyorum.
  Zaafına, rağmen kararlı yenilmez, bir halde doğrulmuştu. Felicien, devam etti:
  — Ama, sizi aldatmışlar. Bizi birbirimizden ayırmak için, yalana kadar başvurmuşlar!
  — Başkalarının suçu, bizim suçumuzu örtmez ki!
  — Ya! Kalbiniz benden uzaklaştı, beni sevmiyorsunuz, artık.
  — Sizi seviyorum, sizinle mücadele edişim, yanlız aşkımız ve mutluluğumuz için. Babanızı razı edin, arkanızdan gelirim.
  — Babamı siz tanımazsınız. Onu yalnız Tanrı kandırabilir... O halde söyleyin, her şey bitti mi? Babam, bana, Claire de Voincourt'la evlenmemi emrederse, ona itaat etmem mi gerek?
  Angelique, bu son darbe üzerine sarsıldı. Şu iniltiyi durduramadı.
  — Bu kadarı fazla... Yalvarırım size, çıkın gidin, zalim olmayın... Niçin geldiniz? Boyun eğmiştim sizin beni sevmemeniz felaketine alışıyordum. Halbuki işte beni seviyorsunuz, bütün işkence tekrar başlıyor!.. Artık, bundan sonra ben nasıl yaşarım?
  Felicien, bunu bir zayıflık sandı, tekrar:
  — Babam, Claire de Voincurt'la evlenmemi isterse... dedi. Angelique, ıstırabına karşı ayak diriyordu; yüreği parçalanırken,
  yine de ayakta duruyordu; sonra, ona yol açmak ister gibi, masaya doğru, sürüne sürüne gitti:
  — Onunla evlenin, itaat etmek gerek, dedi. Felicien de, Angelique kendisini kovduğu için, gitmeye hazır, pencerenin yanında duruyordu.
  — Ama, bu sizi öldürür, diye haykırdı! Angelique sakinleşmişti, gülümseyerek, mırıldandı:
  — Ooh! Yarı ölüyüm, zâten.
  Felicien, ona bir daha baktı, bembeyaz, çok ufalmış, bir solukla uçan bir tüy kadar hafiflemişti; sonra, öfkeli ve kararlı bir hareket yaptı, gecenin karanlığında gözden kayboldu.
  O gidince, Angelique, koltuğun arkalığına dayandı, ellerini ye-. isle, karanlıklara doğru uzattı. Derin hıçkırıklar vücudunu sarsıyor, yüzünü bir can çekişme teri kaplıyordu. Eyvah! artık bitmişti, onu bir daha göremeyecekti. Bütün derdi deşilmişti, dermanı kesilen bacakları bükülüyordu. Yatağına bin güçlükle gidebildi, soluğu kesilmiş, nefsini yenmiş bir halde oraya serildi. Ertesi gün, onu, odada, can çekişir bir halde buldular. Lamba, şafak sökerken odanın parlak beyazlığı ortasında, kendiliğinden sönmüştü.
  XIII
  Angelique ölecekti, Saat ondu, parlak bir kış sonu sabahı idi, hava çok soğuktu, gök bembeyaz, güneşle pırıl pırıldı. Pembe bir eski İran kumaşıyla örtülü şahane büyük karyolada, genç kız bir gün önceden beri kendini bilmeden, hiç kımıldamadan yatıyordu, sırt üstü uzanmış fildişi rengindeki ellerini yorganının üstüne bırakmış, gözlerini hiç açmamıştı; ince profili, saçlarının altın halesi ortasında daha incelmişti; dudaklarından pek hafif bir soluk çıkmasa, ölmüş sanılırdı.
  Bir gün önce, Angelique, kendisini çok kötü hissettiği için günah çıkartmış ve komünyonuna yapmıştı. Rahip Cornille, saat üçe doğru, kendisine kutsal şaraplı ekmeği getirmişti. Sonra gece, ölüm, vücudunu yavaş yavaş dondurmaya başladığı için, Angelique kutsal yağla takdis edilmek isteği gösterilmişti; bu, ruhun ve vücudun tedavisi için konulmuş tanrısal ilaçtı. Kendini kaybetmeden evvel, Hu-bertine'in dinlediği, ancak bir mırıltı halindeki son sözü bu kutsal yağ isteğini kekelemesi olmuştu. Vakit geçmeden bunu istiyordu. Fakat gece ilerliyordu, sabah olmasını beklemişlerdi, kendisine haber gönderilen rahip sonunda gelecekti.
  Her şey hazırdı, Hubert'ler, odaya çeki düzen veriyorlardı. Sabahın bu saatinde camlara vuran parlak güneşin altında, onda, geniş, beyaz duvarlarının çıplaklığıyla bir şafak kadar ak'dı. Hubert'ler masanın üstüne beyaz bir örtü örtmüşlerdi. Bir salebin sağında ve solunda, salondan yukarı çıkardıkları gümüş şamdanlarda, okunmuş su ile bir gülabdan bir leğen ibrikle bir peşkir, bir tanesi ilaçlı pamuk dolu beyaz porselenden iki de tabak vardı. Aşağı şehrin bütün limonluklarını dolaşmışlar, gülden başka çiçek bulamamışlardı, koca demet'er halindeki bu iri beyaz güller, masanın üstünde, titreşen beyaz dantelalar gibi duruyordu. ,Bu artan beyazlık ortasında, can çekişen
  Angelique, eözkapakları örtülü, hala o hafif soluğuyla nefes alıyordu.
  Doktor, sabah vizitesinde, kızın o günü geçiremeyeceğini söylemişti. Belki de, kendine bile gelmeden her an ölebilirdi. Hubert'ler bekliyorlardı. Göz yaşlarına karşın bu işin böyle olması gerekliydi. Ölmüş çocuğu asi çocuğa tercih ederek bu ölümü istemeleri, onu kendileriyle beraber Tanrının da istemesinden ileri geliyordu. Şimdi, artık bu onların elinde değildi, ancak boyun eğebilirdi. Hiçbir şeye hayıflanmıyorlardı, fakat varlıkları ıstıraptan eritiyordu. Angelique, orada can çekişerek yatalı beri, her türlü yabancı yardımı reddetmişler, ona kendileri bakmışlardı. Bu son demde, yine orada yalnızdılar, bekliyorlardı.
  Hubert, bilinçsizce bir inilti gibi gürüldeyen çini sobanın kapağım açtı. sessizlik başladı, tatlı bir sıcaklık gülleri solduruyordu. Bir süreden beri, Hubertine, duvarın arkasından gelen, katedralin gürültülerini dinliyordu. Birçan uğultusu, eski taşlara bir ürperti vermekteydi; herhalde rahip Cornille, kutsal yağları almış, kiliseden çıkıyordu; Hubertine, onu evin kapısı önünde karşılamak için aşağıya indi. Aradan iki dakika geçti, dar merdiveni büyük bir uğultu doldurdu. Sonra, ılık odada, Hubert, hayretler içinde, titremeye başladı; bir yandan da, dini bir korku, aynı zamanda bir ümit, onu diz üstü çökertmişti.
  Beklenen yaşlı rahibin yerine, içeri Monsenyör girmişti; Mon-senyör, arkasında dantela cübbesi, boynunda mor omuzluk, elinde gümüş kap taşıyordu, kabın içinde, mübarek perşemde günü bizzat takdis ettiği, hastalar özgü yağ vardı. Kartal bakışlı gözleri sabitti, beyaz saçlarının gür büklümleri altında, solgun güzel yüzü, görkemliydi. Peşinden de, bayağı bir çömez gibi, rahip Cornille geliyor, elinde bir kavanoz öteki kolunun altında dua kitabı taşıyordu.
  Piskopos, kapının önünde bir an ayakta durdu, kalın bir sesle:
  — Pax lıuic domni, dedi.
  Rahip daha pes karşılık verdi:
  — Et omnibus habitantibus in ea.
  Onlar içeri girince, hayretten kendiside tir tir titreyerek arkalarından gelen Hubertine, kocasının yanma diz çöktü. İkisi de, rükua varmışlar, elleri bitişik, bütün ruhlarıyla dua ettiler.
  
Has leído el texto 1 de Turco literatura.