🕙 29-minuto de lectura

Angelique'in Hülyası - 11

El número total de palabras es 3792
El número total de palabras únicas es 2160
30.8 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
44.6 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
52.1 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.
  — Kendimi sizin ellerinize bırakıyorum, Monsenyör. Merhamet edin, hayatım hakkında kararınızı verin.
  Monsenyör hâlâ konuşmuyor, sanki karşısında, korkunç bir görkemle daha büyümüş gibi, ona dehşet veriyordu. Issız katedral, artık kararan yan cepheleriyle, içinde gün ışığının sönmekte olduğu yüksek kubbeleriyle, beklemenin ıstırabını daha çoğaltıyordu. Mihrapta, mezar taşları bile seçilemiyordu, yalnız, siyah cübbesiyle, ışığı yalnız o korumuş etmiş gibi beyaz, uzun yüzüyle, Monsenyör'den başka bir şey yoktu. Angelique, onun gözlerinin parıldadığını, gitgide artan bir parlaklıkla kendi üzerinde takılıp kaldığını görüyordu. O gözleri böyle ışıldatan öfke miydi?
  - Monsenyör, eğer gelmemiş olsaydım, cesaretsizliğim yüzünden, ikimizi de, mutsuz ettiğim için, sonsuza dek mutsuz olacaktım... Söyleyin, yalvarırım size, söyleyin, gelişimle iyi ettiğimi, razı olduğunuzu söyleyin.
  Bu çocukla tartışmak neye yarardı? Red yanıtınız oğluna söylemişti, yeterdi. Bir şey söylememesi, söyleyecek bir şeyi olmadığını sanmasındandı.
  Angelique, bunu herhalde anladı, ayaklarının ucuna basarak yükselmek, Monsenyörün ellerini öpmek istedi. Fakat o, ellerini şiddetle geri çekti; Angelique, onun solgun yüzünün, birdenbire, kan dalgası hücumuyla kızardığım görünce, korktu. — Monsenyör... Monsenyör... Sonunda, Monsenyör, dudaklarını araladı, ona, bir tek kelime
  söyledi.
  — Asla!
  O gün, duasını bile etmeden, çekildi, gitti. Vakur adımları, mihrap dairesinin sütunları arkasında kayboldu.
  Angelique, döşeme taşlan üzerine düştü, kilisenin boş, ulu ses- J sizliği ortasında, derin hıçkırıklarla uzun uzun ağladı.
  XI
  Hemen o akşam, mutfakta, sofradan kalktıktan sonra, Angelique, Hubert'lere itirafta bulundu, piskoposa yaptığı başvuruyu, ondan aldığı olumsuz yanıtı, anlattı. Yüzü sapsarı, fakat kendisi oldukça sakindi.
  Hubert çok etkilendi. Nasıl! Sevgili yavrusu, ıstırap çekmeye mi başlamıştı? O da mı kalbinden vurulmuştu? Hubert'in, onunla aynı ihtiras ortaklığı içinde, en küçük solukta, ikisini de, kolayca heyecanlandıran o mavera humması içinde, gözleri dolu dolu oluyordu.
  — Ah! Zavallı yavrucuğum, bana niçin danışmadın? Seninle beraber giderdim, belki de Monsenyörü yumuşatırdım.
  Hubertine, bir bakışla onu susturdu. Sahiden saçmalıyordu. Bu olanaksız evlenmeyi unutmak için, bu fırsattan yararlanmak daha iyi değil miydi? Genç kızı kolları arasına aldı, şefkatle alnından öptü.
  — Eh, artık bitti mi cicim, gerçekten bitti mi?
  Angelique, önce anlamamış gibi göründü. Sonra, kelimeler uzaktan aklına geldi. Boşluğu araştırır gibi, önüne baktı, yanıt verdi.
  — Elbette, anne.
  Gerçekten, ertesi gün, tezgâhının başına oturdu, doğal haliyle, nakısını işledi. İlk zamanlardaki hayatı tekrar başlıyordu, genç kız,
  ıstırap çekmiyor gibi görünüyordu. Zaten, hiçbir imalı söz söylemiyor, pencereye bir göz bile atmıyordu, renginin solgunluğundan belli belirsiz bir iz kalmıştı. Fedakârlığı yapmış, tamamlamış görünüyordu.
  Hubert bile buna inandı, Hubertine'in akıllı hareketine hak verdi; Felicien'i uzaklaştırmaya çalıştı; delikanlı, babasına isyana henüz cesaret edemiyor, Angelique'i görmeye uğraşmamakla beraber, bek-liyeceğine ilişkin verdiği sözü tutmayacak derece ateşleniyordu. Genç kıza mektup yazdı, mektupları alıp sakladılar. Bir sabah eve geldi, karşılıyan Hubert oldu. İşlemeci, kızının, derdini avutucu bir sessizlikle içinde bulunduğunu söyleyerek, dürüst davranmasını, onu, geçen ayki korkunç heyecana sürüklememek üzere ortadan kaybolmasını rica ettiği zaman, delikanlı, sıkıntısını o kadar belli etti ki, konuşmaları ikisini de aynı derecede etkiledi. Felicien, tekrar sabretmeye karar verdi; fakat, genç kıza verdiği sözü geri almaktan şiddetle kaçındı, yalnız açıktan açığa bir isyanı önlemek amacıyla haftada iki kez evlerine akşam yemeğine gittiği Voincout'larla olan işi, kendi haline bırakacaktı. Giderken, kendisini görmemek azabına niçin katlandığını Angelique'e anlatmasını Hubert'den rica etti. Yalnız onu düşünüyordu, bütün yaptığı hareketlerin onu kazanmaktan başka hedefi yoktu.
  Kocası bu konuşmayı kendisine aktardığı vakit, Hubertine ciddî bir tavır takındı. Bir an sustuktan sonra:
  — Onun söylediği şeyi çocuğa söyleyecek misin?
  — Söylemem gerekir.
  Hubertine, dikkatle onun yüzüne baktı, sonra:
  — Vicdanın nasıl emrediyorsa öyle yap... Dedi. Yalnız, Felicien, kendini aldatıyor, sonunda, babasının iradesine boyun eğecek, ne olursa bizim sevgili kızımıza olacak, o ölecek.
  Bunun üzerine, Hubert, çok endişelenerek, hiçbir şey söylememeye razı oldu. Zaten, karısı, Angeli'que'in sakin hali onun dikkatini
  çektikçe, her gün, bir parça daha içi rahat ediyordu.
  — Görüyorsun ya, yara kapanıyor... Kız unutuyor.
  Unutmuyordu; o da, yalnızca bekliyordu. Her türlü insanca ümidi ölmüştü, yine mucize düşünmeye başlamıştı. Eğer Tanrı, onun mutlu olmasını istiyorsa, kesinlikle bir mucize olacaktı. Kendini Tanrının ellerine sıralaması yeterdi; Monsenyörü taciz etmek suretiyle Allah'ın iradesini zorlamaya yeltendiği için, bu yeni sınavla cezalandığını sanıyordu. Gufran olmazsa, yaratık, zayıf, zaferden âciz kalırdı. Angelique'in gufran gereksinimi, onu tekrar alçak gönüllü, yalnız görünmez âlemden yârdım ummaya sevkediyor, genç kız, artık bir hareket yapmıyor, etrafına yayılan esrarlı gözleri hareketlerinde serbest bırakıyordu. Her akşam, lâmbanın ışığında La Leğende Doree'nin o antika nüshasını tekrar okumaya başladı; safdil çocukluk çağındaki gibi, bundan hayranlık duyuyor; bilinmez âlemin, saf ruhların zaferinde sınırsız bir kudrete sahip, olduğuna emin bulunduğu için, hiçbir mucizeden şüphe etmiyordu.
  Tesadüf, katedralin yorgancısı, Monsenyörün piskoposluk tahtı için, Hubert'lere çok süslü dokuma bir pano ısmarlamaya gelmişti. Bir buçuk metre eninde, üç metre boyunda olan bu pano, dipteki kaplamaya gömülecekti, bir çelenk tutan, iki meleği betimliyordu, çe-lengin altına da, Hautecoeur'lerin arması vardı. Çok hünere ve büyük bir beden gülüne ihtiyaç gösteren, hafif kabartma bir nakışla işlenmesi gerekiyordu. Hubrt'ler, Angelique'i yormak korkusuyla hele, haftalarca, iplik iplik, bu armaları işlediği kadar, anılarını yaşıyarak kederlenmesi korkusuyla, önce, geri çevirmişlerdi. Fakat; o öfkelenmiş, siparişi kabul etmişti, her sabah, olağanüstü bir enerji ile işe koyuluyordu. Sanki, kendini yormakla mutlu oluyor, sakin olmak istediği için, vücudunu yıpratmak gereksinimi duyuyordu.
  Bu eski zaman atelyesinde, hayat, hep aynı şekilde ve düzenli devam ediyordu; sanki, orada yürekler bir aralık daha hızlı atmamıştı.
  Hubert tezgâhlarla uğraşırken, resim çizer, nakışları gerer ve çö-zerken, Hubertine, Angelique'e yardım ediyordu, akşam olunca, ikisinin de parmaklan bitkin bir halde kalıyordu. Melek betimlemeleri süsleri için, her örneği birçok parçalara ayırmak gerekmişti, her parçayı ayrı ayrı işliyorlardı. Angelique, büyük çıkıntıları belli etmek için, bir şişle, kalın iplik salıyor, sonra, ters yönde, Britanya ipliği ile kaplıyordu; sonra, nevrekânı oyma makası gibi kullanarak, bu iplikleri düzeltiyor, meleklerin kaftanlarını indiriyor, süslerin ayrıntılarını belli ediyordu. Bu, tam anlamıyla bir heykeltraş işi idi. Sonra, şekil ortaya çıkınca, Hubertine'le ikisi, sırma telleri atıyorlar, süpürge çöpü ile dikiyorlardı. Eşsiz bir güzellik ve parlaklık taşıyan, is karalı atelyenin ortasında güneş gibi pırıldayan, baştanbaşa sırma, bir hafif kabartma idi, bu; zımbalar, keskiler, tokmaklar, çekiçler, bütün eski aletler, yüzyıllık düzenleriyle sıralanıyorlardı; tezgâhların üstünde, çıkrıkla kırıntı sepeti, yüksüklerle iğneler dolaşıyorlardı; öreke, el çıkrığı, gözü kasnağı, paslanıp durdukları köşede, açık pencerelerden giren engin sessizliğin ortasında uyukluyor gibi idiler.
  Günler geçti; balmumlaşmış kalın iplikler arasından sırma geçirme o kadar zordu ki, Angelique, sabahtan akşama kadar iğne kırıyordu. Bedeni ve aklı, artık düşünemeyecek derecede baştan başa bu çetin işe gömülmüş gibi idi. Saat dokuz olur olmaz yorgunluktan yıkılıyor, yatıyor, kurşun gibi ağır bir uykuya dalıyordu. İşten, bir dakika boş kalır kalmaz, Felicien'i göremediğine şaşıyordu. Onunla buluşmak için bir girişimde bulunmamakla beraber, kendi yanında bulunması için onun her şeyi çiğneyip geçmesi gerektiğini düşünüyordu. Fakat, onun bu kadar uslu davranmasını doğru buluyordu; eğer işleri aceleye getirmek isterse, onu paylıyacaktı. Herhalde o da mucizeyi bekliyordu. Şimdi, Angelique, bu biricik şeyi bekleyerek yaşıyor, her akşam, ertesi gün mucizenin olacağını umuyordu. O ana kadar, isyan etmemişti. Ama bazan başını kaldırıp bakıyordu; ne o, hâlâ bir şey yokmuydu? Sonra, iğnesini güçle batırıyor, ufacık elleri
  kanıyordu. İğne, çatlayıp bir cam gibi, sert bir sesle kırıldığı zaman, Angelique, bir sabırsızlık hareketi bile yapmıyordu. Hubertine, onun bu kadar ısrarla çalıştığını görünce endişelendi, çamaşır zamanı da geldiği için, panonun nakısını bırakıp, bol güneş altında, bol faaliyet içinde, dört gün vakit geçirmeye onu zorladı. Sızılarından bir parça nefes alan Gabet ana, sabunlama ve çalkalama işine yardım edebilirdi. Clos-Marie'de âdeta bayram vardı; o yıl, -ağustos sonu, parlak gökyüzüyle, koyu gölgelerle, görkemliydi; söğütlerin gölgesiyle akar suyu buz kesilen Chevrotte deresinden, hoş bir serinlik yükseliyordu. Angelique ilk günü, çamaşırları tokmaklayıp suya bastırarak, ırmağın, karaağaçların, yıkıntı halindeki değirmenin, otların, anılarla dolu bütün o dost şeylerin zevkini çıkararak, çok neşeli geçirdi. Felicien'i önce, ay ışığında gizemli, sonra suyun alıp götürdüğü entariyi kurtardığı sabah çok cana yakın bir acemilikle, orada tanımış değil miydi? Her çamaşırı suda çırptıktan sonra, piskoposluk konağının vaktiyle kapalı duran demir parmaklığına bir göz atmaktan kendimi alamıyordu. Bir akşam, Felicien'in kolunda, o parmaklığı aşmışlardı, belki de, gelip onu almak ve babasının dizlerine kapanmaya götürmek için, orayı birdenbire açacaktı. Bu ümit, etrafa saçılan köpükler ortasında, yaptığı büyük işe neşe katıyordu.
  Fakat, ertesi sabah, Gabet ana, bir el arabası dolusu son çamaşırı da getirip Angelique'le beraber serdiği sırada, bitmez tükenmez gevezeliğine son verip, ciddî bir eda ile:
  — Haberiniz var mı? Monsenyör oğlunu evlendiriyor, dedi.
  Bir çarşaf sermekle uğraşan genç kız, sarsıntının etkisi altında yüreği burkularak, otların üzerine diz çöktü.
  — Ya, evrenin ağzında... Monseriyörün oğlu, son baharda matmazel de Voincourt'la evlenecek... Önceki gün, her iş yoluna ko-nulmuşmuş.
  Angelique, dizüstü oturmuş, kalmış kafasının içinde, şüpheli bir
  sürü fikir uğulduyordu. Habere şaşmıyordu, onun doğru olduğunu seziyordu. Annesi onu uyarmıştı, bunu beklemesi gerekti. Fakat, o ilk anda, böyle dizlerinin bağını çözen şey, Felicien'in, babasının karşısında titriyerek, günün birinde, bezip, ötekiyle evlenebileceği olasılığı idi. O zaman, taptığı Angelique için, kaybolmuş olacaktı. Angelique, bu olası gerçeği hiç aklına getirmemişti. Felicien'i, görev altında boyun eğmiş, baba sözü. dinleme uğrunda, ikisinin de felâketine neden olmuş görüyordu. Hâlâ yerinden kımıldamadan, gözleri demir parmaklığa gitmişti, sonunda, içinden bir isyan yükseliyordu. Gidip parmaklıkları sarsmak, orayı tırnaklarıyla açmak, Felicien'in yanına koşmak, boyun eğmemesi için, kendi cesaretiyle ona gayret vermek gereksinimi duyuyordu.
  Şaşkınlığını gizlemek için, yalnızca içgüdü, Gabet anaya şu yanıtı verişine kendi de şaştı.
  — Ya! Matmazel Claire'le evleniyor, demek... Çok güzel, çok iyi bir kız olduğunu söylüyorlar...
  Yaşlı kadın gider gitmez, Angelique, kesinlikle Felicien'i bulacaktı. Beklediği yeterdi, onu görmemek için ettiği yemini, ilişkisiz bir engeli kırarcasına, bozacaktı. Onları, ne hakla böyle ayırıyorlardı? Aralarında seviştikleri katedral, serin sular, yaşlı karaağaçlar, her şey ona aşklarını haykırıyordu. Madem ki, sevgileri orada büyümüştü, Angelique, boynuna sarılıp çok uzaklara, artık bir daha kimsenin onları asla bulamayacağı kadar uzaklara kaçmak için, Felicien'i orada geri almak istiyordu.
  Son peşkirleri bir çalıya asmış olan Gabet ana, sonunda: — Tamam dedi. İki saate kadar kurur... Hoşçakalın, matmazel, artık bana gerek kalmadı.
  Şimdi, Angelique, yeşil otlar üzerinde serili bu kar gibi beyaz çamaşırlar arasında, ayakta duruyor, bol rüzgârda, çarşaflarla örtülerin çırpıntısı ortasında, kalplerini derin bir saflıkla birbirlerine verdikleri
  o geçmiş günü düşünüyordu. Felicien, niçin onu görmeye gelmez olmuştu? Bu randevuda, çamaşırın bu neşesi arasında niçin yoktu? Ama, birazdan, Angelique, onu kollan arasında tutarken, yalnız kendisinin olacağını iyi biliyordu. Felicien, gösterdiği zaaftan dolayı ona sitem etmesine bile gerek kalmayacağını, mutluluklarını istemesi için gözükmesi yeteceğini biliyordu. Felicien her şeyi göze alacaktı, yeter ki, kendisi bir an sonra onunla buluşsun.
  Bir saat geçti, Angelique, hâlâ, çamaşırların arasında, kendisi de güneşin göz kamaştırıcı yansımasıyla bembeyaz, dolaşıyor, varlığında belirsiz bir ses yükseliyor, büyüyor, onu oraya, parmaklığa gitmekten alıkoyuyordu. Angelique, bu başlayan savaş karşısında ür-küyordu. Ne idi bu? İçinde, kendi isteğinden başka bir şey mi vardı? Oraya hiç şüphesiz dışarıdan eklenmiş olan başka bir şey, kendisine engel oluyor; ihtirasın güzel durukluğunu altüst ediyordu. İnsanın, sevdiğine koşması ne kadar hoş bir şeydi; halbuki Angelique, bunu yapamıyordu bile, şüphenin azabı, elini ayağını bağlıyordu; yemin etmişti, hem, sonra belki de kötü bir şey yapmış olacaktı. Akşam üstü, çamaşır kuruyup da Hubertine, toplamak için yardıma geldiği zaman, Angelique hâlâ kararını verememişti, düşünmeyi geceye bıraktı. Kollarından taşan kar gibi beyaz mis kokulu çamaşırları götürürken, artık akşam karanlığına gömülmeye başlıyan Clos-Marie'ye ortak olmak istemeyen dost bir doğa köşesine bakar gibi, endişeli bir göz attı.
  Angelique, ertesi gün, heyecan içinde uyandı. Daha başka geceler, onu hiçbir karara götürmedi, geçip gitti. Genç kız, ancak, sevildiğine emin oldukça sessizlik buluyordu. Bu düşünce sarsılmamıştı, Angelique o düşüncenin içinde, Tanrısal her şeye tahammül ederdi. Yeniden, merhamet nöbetleri geçiriyordu. En küçük ıstırap karşısında acı çekiyor, gözleri, hep taşmaya hazır gözyaşlarıyla doluyordu. Mascart baba, tütün isteyip alıyor, Chouteau'lar, ondan, re-
  yok olmuştu, bir çocuk ümitsizliğine düşüyordu. Sonra, ıstıraplı çırpınma başladı.
  Angelique, önce, gururuna başvurdu: Felicien, artık kendisini sevmiyorsa, daha iyi idi! Çünkü, Angelique, onu hâlâ sevmeyecek kadar gururluydu. Kendi kendine yalan söylüyor, kurtulmuş gibi yapıyor, üzerinde çalışmaya koyulduğu Hautecoeur'ler armasını işlerken, sözde tasasızlıktan şarkılar mırıldanıyordu. Fakat, kalbi, çat-lıyacak gibi şişiyordu, Felicien'i hâlâ sevecek kadar, daha, daha fazla sevecek kadar düşük olduğunu kendi kendine itiraf etmek utancını duyuyordu. Bir hafta süreyle, arma, parmaklarının altında, birer birer doğdukça, onu müthiş bir kedere gömdü. Arma, parçalı çeşittendi, birinci ve dördündü parçaları Jerusalem, ikinci ve üçüncü parçalan Ha-utecceur haneleriydi, Jerusalem hanelerinde gümüş zemin üzerine kollan altın bir salip, serpiştirilmiş yine altın dört küçük haç vardı; Hautecoeur hanelerinde de, mavi zemin üzerine altın bir kale, ortada gümüşü zemin üzerine kumlu bir levha arması, ikisi üstte biri altta üç tane zambak vardı. Mineler, kaytandan; madenler, altın ve gümüş sırmadan yapılmıştı. Elinin titrediğini hissetmek, bu armaların parıltısından yaşlarla bulanan gözlerini saklamak için başını eğmek, ne acıklı haldi. Angelique, yalnız Felicien'i düşünüyordu, ona, efsanevi asaletinin parlaklığı içinde tapıyordu. "Tanrı isterse, ben de isterim", remzini, gümüş sırmadan bir bandrol üzerine siyah iplikle işlerken, Felicien'in cariyesi olduğunu, bir daha asla kendine sahip olamayacağını anladı. Gözyaşları, görmesine engel oluyor, bir yandan da, bilinçsizce, iğnesini kakmağa devam ediyordu.
  Ondan sonra, durum acıklı oldu, Angelique, yeis içinde sevdi, öl-düremediği bu ümitsiz aşk içinde çırpındı, durdu. Hep, Felicien'e koşmak, boynuna sarılarak onu tekrar elde etmek istiyordu; her defasında da mücadele yeniden başlıyordu. Bazen, üstün geldiğini sanıyor, içinde büyük bir sessizlik oluyor, kendisini, isteğinden vazgeçen alçak gönüllülüğü ile, itaatli bir kız gibi diz çökmüş, ufacık, oldukça sakin, bir yabancıyı görür gibi gördüğünü sanıyordu. Bu, kendisi değildi, ol-
  maya başladı, çevrenin ve terbiyenin yetiştirdiği uslu kızdı. Sonra, bir kan dalgası yükseliyor, onu sersemletiyordu; sağlığı, ateşli gençliği, gemi azıya almış küheylanlar gibi dört nala gidiyor; Angelique, gururu ve ihtirasıyla, aslının o haşin bilinmezine tekrar gömülüyordu. Niçin itaat edecekti? Görev diye bir şey yoktu, serbest istekten başka bir. yoktu. Kaçma hazırlığına başlıyor. Piskopos konağı bahçesinin demir parmaklığını zorlamak için uygun saati hesaplıyordu. Fakat, peşi sıra da, endişe, sinsi bir huzursuluk şüphenin azabı, yine geliyordu. Eğer kendini kötülüğe kaptırsa, sonsuza dek vicdan azabı duyacaktı. Bu hangi yolu tutacağını bilememek kararsızlığı içmek onu, boyuna, aşkının isyanından suçun dehşetine fırlatan bu fırtına altında, saatler, günler geçiyor; Angelique, kalbini her yendikçe, biraz daha güçsüzleşiyordu.
  Bir akşam, Felicien'i bulmak için evden ayrılacağı sırada ihtirasına dayanma kudretini bulamamak tasasıyla, birdenbire, o yardım gören kimsesiz çocuk kimliği aklına geldi. Kimliği dolaptan aldı, yapraklarını çevirdi, ateşli, susamış halde, her yaprakta aşağılandığından dolayı, kendini tokatladı. Ana baba belli değildi. Adı yoktu, yalnız bir tarih, bir de numara vardı, yol kenarında süren yabani ot kadar terk edilmişti! Sonra, anılar, yığın yığın yükseliyor, Nievre'in bereketli çayırları, orada çobanlık ettiği hayvanlar, yalınayak üzerinde yürüdüğü, dümdüz Soulanges yolu, elma çaldığı zaman kendisini tokatlayan Nini anne, hep, gözünün önüne geliyordu. Hele bazı yapraklar her üç ayda bir, müfettişle doktorun ziyaretlerini gösteren imzalarla dolu, bazen evraklarla yazılı olanlar, onda bir takım anıları uyandırıyordu. Bir hastalık geçirmiş, ölmesine ramak kalmıştı, süt ninesi, ateşe düşüp yanan ayakkabılarının yerine ayakkabı istemişti. Başa çıkmak olanağı olmayan huysuzluğundan dolayı kötü notlar verilmişti. Zavallılığının anı defteriydi, bu. Fakat, bir yaprak, altı yaşına kadar boynunda taşıdığı kolyenin koptuğuna ilişkin olan zabıt tutanağı, onu hüngür hüngür ağlatmıştı. Angelique, bir ipek kaytana dizili kemik tanelerden yapılmış, içinde, giriş tarihiyle numarası bu-
  lunan gümüş bir madalyonla tutturulmuş bu kolyeye karşı içgüdüsel bir nefret duyduğunu anımsıyordu. Onun bir cariye tasması olduğunu seziyordu, sonunda çıkacak şeylerden dehşet duymasa, onu, ufacık elleriyle koparacaktı. Sonra, yaşı ilerledikçe, kolyenin, boğazını sıktığından şikâyet etmişti. Onu, bir yıl daha boynunda bırak-mışlardı. Onun için, müfettiş yardımcısı, bucak belediye başkanın huzurunda kaytanı kesip de bu kimlik yerine, menekşe rengi gözle-rinin, altın sarısı ince saçlarının yazılı bulunduğu, yere usulü dairesinde eşkâlini koyduğu zaman ne kadar sevinmişti! Buna karşın, belli olsun diye üzerine marka vurulan bu evcil hayvan tasmasını, hâlâ boynunda hissediyordu. O kolye, tenine gömülmüştü, onu boğuyordu. O gün, o yaprağı okurken, önemsiz olduğunu tekrar duydu, odasına döndü, hıçkıra hıçkıra ağladı, sevilmeğe lâyık değildi. Ondan sonra da iki kez daha, o kimliği onu kurtardı. Önce, o da, Angelique'in isyanları karşısında etkisiz kaldı.
  Şimdi ayartıcı nöbetlerin azabını geceleri çekiyordu. Yatağa yatmadan önce, uykusunda saf kalmak üzere, Efsaneyi okumak için nefsine emrediyordu. Fakat, başı ellerinin arasında, harcadığı çabaya karşın okuduğunu anlamıyordu. Mucizeler onu hayrette bırakıyordu, rengi solmuş kabusların kaçışından başka bir şey seçemiyordu. Geniş yatağına giriyor, kurşun gibi ağır bir uyuşukluktan sonra, ani bir heyecanla karanlıklar ortasında sıçrıyarak uyanıyordu. Telâşla doğruluyor, şakakları terli, vücudu bir ürperti ile sarsılarak, fırlattığı çarşafların ortasında diz çöküyordu; ellerini bitiştiriyor, "aman Tanrım, benden niçin geçtin?" diye kekeliyordu. Çünkü, asıl sıkıntı duyduğu şey, böyle zamanlarda, karanlıkta, kendisini yalnız his-setmesiydi. Rüyada Felicien'i görmüştü, orada kendisini durduracak, kimse yokken giyinip onunla buluşmaya gitmekten korkuyordu. Gufran, kendisinden uzaklaşıyordu. Tanrı onun" etrafında dolaşmıyor, çevre onu terkediyordu. Ümitsizce, çevre çağırıyor, görünmez âleme kulak kabartıyordu. Ama, hava bomboştu, fısıldaşan sesler kal-
  mamıştı, esrarlı sürtünüşler kalmamıştı. Her şey Clos-Marie, Chev-rotte deresi, söğütler, otlar, Piskopos konağının karaağaçları, katralin kendisi her şey ölmüş gibiydi. Angelique'in orada kurduğu hülyalardan hiç eser kalmamıştı, bakirelerin beyaz kanatlan silinip kayboluyor, orada, eşyanın yalnız mezarını bırakıyordu. Angelique, doğaüstü gücün yardımı kesilir kesilmez ırsî günahın yere vurduğu ilk devir Hıristiyanı gibi, yenik bitkin oluyordu. Bu koruyucu köşenin gamlı sesi içinde, o kötülük ırsiyetinin, alınan terbiyeyi yenerek, doğuşunu ve uluyuşunu dinliyordu. Eğer, bilinmez güçlerden iki dakika daha hiçbir yardım gelmeyecek olursa, eğer gizli şeyler uyanmaz ve ona yardım etmezse, kesinlikle yenilecek, kendi mahvına yürüyecekti. "Tanrım, benden niçin geçtin?" Gitmiş, yatağının ortasında diz çökmüş, ufacık, narin vücuduyla, ölüm halleri geçiriyordu.
  Sonra da, şimdiye kadar, sıkıntısının o son derecesine vardığı anlar, her defasında, bir serinlik duyup ferahlıyordu. Bu, merhamete gelen, varlığına girip ona hülyasını geri veren bir olaydı. Angelique, yalın ayak, döşeme tahtası üstüne zıplıyor, büyük bir hamleyle pencereye koşuyordu; orada, sesleri tekrar işitiyor, gözle görünmez kanatlar saçlarına sürtünüyor, efsanedeki kalabalık, ağaçlardan ve taşlardan fırlıyor, onun etrafını alıyordu. Saflığı, iyiliği, eşyada kendisinden ne varsa hepsi ona geri geliyor, onu kurtarıyordu. Sonra, artık korkmuyor, koruma altında bulunduğunu biliyordu. Agnes, bakirelerle birlikte dönüp gelmişti; hep beraber ürperen hava içinde, şefkatle, dolaşıyorlardı. Bu, uzaktan gelen, çaba verici bir şeydi, gece rüzgârına karışıp, ona kadar ulaşan, uzun bir zafer ezgisiydi. Son derece kederli, yeminini bozmaktansa bu yüzden ölmek direncinde bir saat bu dinlendirici havayı kokluyordu. Sonunda, bitkin, tekrar yatıyor, her seferinde böyle bitkin düşerse, sonunda yenileceği düşüncesiyle, hep azap içinde, ertesi gün gelecek nöbetin korkusuyla, yeniden uykuya dalıyordu.
  Gerçek, Felicien'in, kendisini artık sevmediğini sanmaya başlayalı, Angelique, bir halsizlikle bitkin oluyordu. Bağrı yaralıydı, ses
  çıkaramadan, hiç şikâyet etmeden, her an bir parça ölüyordu. Önce, bu hal, yorgunluklarla kendini göstermişti. Nefes nefese kalıyor, sırmayı elinden bırakmak zorunda kalıyor, gözleri bulanıyor, boşluğa dalıyor, birkaç dakika öyle duruyordu. Sonra, yemek yememeye başlamıştı, birkaç yudum süt ancak içiyordu. Anası ve babasını meraka düşürmemek için, ekmeğini saklıyor, komşuların tavuklarına veriyordu. Çağrılan bir doktor, hiçbir hastalık görememiş, suçu fazla kapalı yaşamasında buluyor, vücut hareketleri öneriyordu. Ange-lique'in bütün varlığı kendinden geçiyor, yavaş yavaş yok oluyordu. Vücudu, iki büyük kanadın sallanışıyla yüzer gibi oluyor, ruhunun tutuşup yandığı sararıp solan yüzünden, sanki bir aydınlık fışk-ırıyordu. Angelique, odasından aşağıya, ancak, iki eliyle merdivenin duvarlarına tutunarak, sendeliye sendeliye inebiliyordu. Fakat ina-dediyor, kendisine baktıklarını hisseder hissetmez metin davranıyor, Monsenyörün psikoposluk tahtı için o çetin işlemeli panoyu ne olursa olsun, bitirmek istiyordu. Ufak, uzun ellerinde artık güç kalmamıştı. Bir iğne kırdığı zaman, onu, cımbızla çekip çıkaramıyordu.
  Hubert'le Hubertine, sokağa çıkmak zorunda kaldıkları için, onu, işinin başında yalnız bıraktıkları bir sabah, eve karısından önce dönen işlemeci, kızı iskemlesinden kaymış, baygın, tezgâhın önünde yere serilmiş bir halde buldu. İş başında kendinden geçmişti. Sırma işlemeli melekelerden biri yarı kalmıştı. Hubert şaşaladı, onu kolları arasına aldı, yatağa kaldırmağa uğraştı. Fakat, Angelique tekrar düşüyor uyanmıyordu.
  — Cicim, cicim... Yanıt ver bana, rica ederim....
  Angelique, sonunda gözlerini açtı, yeisle, ona baktı. Kendisini niçin diri görmek istiyordu? Ölü iken ne kadar mutluydu!
  — Nen var cicim? yoksa bizi aldattın mı, onu hâlâ mı seviyorsun?
  Angelique yanıt vermiyor, ölçüsüz kederli haliyle ona bakıyordu. O zaman, ümitsiz bir kucaklayışla, Hubert, onu kaldırdı, odasına çı-
  kardı: bembeyaz yüzü ile, çok zayıf vücuduyla yatağa uzanınca, sevdiğini ondan uzaklaştırmak suretiyle, istemeden yaptığı zalimce işe
  ağladı.
  — Onu ben sana verirdim! Niçin bana bir şey söylemedin? Fakat Angelique konuşmadı, göz kapakları kapandı, tekrar uyur gibi oldu. Hubert, gözleri onun narin zambak yüzünde, yüreği merhametle kanayarak, ayakta kalmıştı. Sonra, kız hafif hafif nefes almaya başlayınca, o sırada karısının geldiğini duyarak aşağı indi.
  Aşağıda, atelyede konuşuldu. Hubertine, şapkasını henüz çıkarmıştı, Hubert, onu görür görmez, çocuğu orada bulduğunu, şimdi yatağında, ölüm halinde uyuduğunu anlattı.
  — Aldanmışız, dedi. Hâlâ o çocuğu düşünüyor, onun yüzünden ölüyor... Ah, bilsen bunun bana ne kadar dokunduğunu, işi anladığımdan beri, onu, o çok acıklı halinde yukarı çıkardığımdan beri vicdanımı sızlatan azabı bir bilsen! Suç bizde, yalan söyleyerek onları birbirinden ayırdık... Ne? Onu böyle ıstırap içinde mi bırakacaksın, kurtarmak için bir şey söylemeyecek misin?
  Hubertine de Angelique gibi susuyor, acımaktan sapsarı, akıllı uslu edasıyla, Hübert'e bakıyordu. Hubert'de, bu ıstıraplı sevda karşısında her zamanki uysallığından ayrılan sevdalı adam, sa-kinleşmiyor, titreyen ellerini sallıyordu.
  — Ya! ben söyleyeyim öyleyse, Felicien'in, kendisini sevdiğini, onu da aldatarak buraya gelmesine engel olmak insafsızlığını bizim gösterdiğimizi söyleyeceğim... Artık, onun • gözyaşının her damlası benim kalbimi yakar. Bu cinayette kendimi ortak sanırım... Onun mutlu olmasını istiyorum, evet, ne olursa olsun, bütün çarelere baş vurup onun mutlu olmasını istiyorum.
  Karısına yaklaşmıştı, isyan eden şefkatini haykırmak cesaretim
  buluyor, Hubertine, kader içinde sustukça, o daha fazla öfkeleniyordu.
  — Madem ki sevişiyorlar, onların bilecekleri iştir bu. İnsan, severse
  ve sevilirse, artık ötesi yoktur bunun... Evet! her çareye başvurarak mutlu olsunlar, mutluluk doğaldır.
  Hubertine, sonunda, ayakta, kımıldamadan, ağır ağır konuştu.
  — Onu bizim elimizden alsın, bize inat, babasına inat, onunla evlensin, değil mi?.. Onlara bunu öneriyorsun. Sonra mutlu olacaklarım, aşkın mutlu olmaya yeteceğini sanıyorsun...
  Sonra hiç ilgisi yokken, sözden söze geçerek, aynı acıklı sesle devam etti.
  —. Dönüşte, mezarlıktan geçtim, bir ümitle yine içeri girdim... Dizlerimizle aşınan aynı yere bir kez daha diz çöktüm, uzun uzun dua ettim.
  Hubert sararmıştı, büyük bir üşüme, hararetini alıp götürüyordu. O inatçı ananın mezarını elbette tanıyordu, ölü kadını, yerin dibinde kendilerini affetsin diye, itaatsizliklerinden dolayı kendilerine suç yükleyerek kaç kez orada dua etmişler, boyun eğmişlerdi. Eğer af kendilerine bağışlanırsa, eserini kendilerinde hissedeceklerine emin, orada saatlerce kalıyorlardı. İstedikleri, bekledikleri, yine bir çocuktu, affın çocuğu idi, sonuçta af edildiklerini ancak o biricik işaretten anlayacaklardı. Fakat hiçbir şey olmamıştı, ana, soğuk ve.sağır, onları o amansız cezaya, alıp götürdüğü, geri vermek istemediği ilk çocuklarının ölümü cezasına çarpılmış bırakıyordu. Hubertine, tekrar:
  — Uzun uzun dua ettim, dedi, hiçbir ürperti var mı diye dinliyordum...
  Hubert, heyecan içinde, bakışlarıyla ona soru soruyordu.
  — Hiçbir şey olmadı, hayır! topraktan hiçbir şey yükselmedi. İçimde hiçbir şey ürpermedi. Ah! bitti artık. İş işten geçti, kendi felâketimizi kendimiz istedik.
  O zaman Hubert titredi, sordu. • •
  — Suçu bana mı yüklüyorsun?
  — Evet, suçlu sensin, sana uyup ben de suç işledim... İtaatsizlik ettik, bütün hayatımız, bu yüzden berbat oldu.
  — Mutlu değil misin?
  — Hayır mutlu değilim... Çocuğu olmayan kadın mutlu değildir... Sevmek hiçtir, aşkın takdis edilmesi gereklidir.
  Hubert, bitkin, gözleri yaşla dolu, bir iskemleye yığılmıştı. Karısı, hayatlarının cılk yarasını, asla onun yüzüne vurmamıştı; istemeyerek, bu ima ile onu gücendirecek olsa, çabucak pişman olan ve onu teselli eden bu kadın bu sefer hep öyle ayakta, hiçbir hareket yapmadan, ona doğru bir adım bile atmadan, onun ıstırap çekmesini istiyordu.
  Hubert, ağladı, göz yaşlan arasında haykırdı:
  — Ah! yukarıda yatan sevgili çocuğu mahkûm ediyorsun... Ben-seni aldığım gibi, Felicien'in de onu almasını, senin çektiğin ıstırabı, onun da çekmesini istemiyorsun.
  Hubertine, kalbinin bütün gücüyle yalnız, bir baş işareti yaparak yanıt verdi.
  — Evet ama, sen kendin söylüyordun, yavrucak bu yüzden ölecek... Onun ölümünü mü istiyorsun?
  — Evet, kötü bir hayat yaşayacağına, ölsün.
  Hubert, ürpererek doğrulmuştu, karısının kolları arasına sığındı, ikisi birlikte, hıçkırarak ağladılar. Uzun süre, sarmaş dolaş kaldılar. Hubert, boyun eğiyordu; şimdi, karısı, gerektiği kadar direnci bulabilmek için, onun omuzuna dayanmak zorunda kaliyordu. Sonra, acıklı ve istekli, uzun ve acıklı bir sessizliğe gömüldüler, bu susmanın sonunda, eğer Tanrı isterse, çocuğun ölümüne razı olmuş bulunuyorlardı.
  O günden sonra, Angelique, odasında kapanmak zorunda kaldı.
  
Has leído el texto 1 de Turco literatura.