🕙 29-minuto de lectura
Angelique'in Hülyası - 09
El número total de palabras es 3748
El número total de palabras únicas es 2096
31.7 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
45.4 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
52.9 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Yalan söylüyordu, saat daha altı buçuktu, alay, asla yediyi çeyrek geceden önce kiliseye dönmeyecekti. Angelique, sayvanın, o anda, Ligneul'ün aşağı liman kıyısından geçmesi gerektiğini iyi biliyordu. Fakat öyle acelesi vardı ki:
— Anne, çabuk olalım, yer bulamayacağız. Hubertine sonunda gülümsemekten kendini alamadı:
— Haydi, gel, dedi. Hubert:
— Ben kalıyorum, dedi. Nakışları çividen indireceğim, sofrayı kuracağım.
Kilise onlara boş gözüktü, çünkü, Tanrı orada değildi. Sahibinin dönmesi beklenilen alt üst bir ev gibi, bütün kapılar açık kalmıştı. İçeriye az giren vardı; yalnız roman biçiminde ciddi bir lahid olan büyük mihrap, kubbe altının dip tarafında, iri mumların ışığıyla yıldız gibi parıldıyor; geniş tapınağın,.geri kalan kısımları, yan tarafları, mihraplar, çöken akşam karanlığında loşluğa bürünüyordu.
Angelique'le Hubertine, ağır ağır, kilisenin içinde dolaştılar.. Bi-na'nın alt kısmı basıktı, yanlardaki tam kemerler, bodur sütunlara dayanıyordu. Ana kız, lahitler gibi gömülü kara renkli mihraplar boyunca ilerliyorlardı. Sonra, cümle kapısının önünden erganunların tahta boşu altından geçtikleri sırada, hantal, roman biçimi temelin yukarısına doğru atılan, kubbe altının yüksek, gotik pencerelerine doğru gözlerini kaldırınca, bir kurtuluş düşüncesi duydular. Fakat, güney taraftaki yan kısımdan geçerek yolarına devam edince boğulma tekrar başladı. İki yan cephenin ortasında haçvari noktada, dört köşede dört görkemli sütun yükseliyor, kubbeyi tutuyordu; orada da, mor bir aydınlık vardı, gün ışığı, yan cephelerin süsleri üzerinde veda ediyordu. Zakirler yerine, çıkan üç basamağı çıkmışlardı, en eski tarihte yapılmış kısım olan, mezar kadar gömük mihrap kısmının parmaklığı
etrafında döndüler. Zakirler yerini dört taraftan kapatan, çok işlenmiş eski parmaklığa dayanıp bir an durdular, ufacık alevleri kabartma çiçeklerle süslü ,çok nefis sıraların eski meşeleri üzerine yansıyan büyük mihraba baktılar. Böylece, başlarının tekrar kaldırıp, yüksek kubbe altının soluğunu duyduklarını sanarak, hareket ettikleri noktaya döndüler; gitgide artan karanlıklar geriliyor, üzerinde yaldız ve boya kalıntıları silikleşen eski duvarları genişletiyordu. Hubertine:
— Çok erken olduğunu ben biliyordum, dedi. Angelique, yanıt vermeden, mırıldandı.
— Ne kadar büyük!
Kiliseyi tanımıyormuş, ilk defa görüyormuş gibi geliyordu. Gözleri, kaskatı duran iskemle dizileri üzerinde dolaşıyor, mihrapların derinliğine sokuluyordu; orada, karaltıların artmasından yalnız mezar taşlarının varlığı seziliyordu. Fakat, Hauteccer mihrabı gözünde çarptı, sonunda onarılmış olan renkli camı, sönen gün - ışığında, bir hayale benzeyen Saint - Georges betimlemesiyle, görüp tanıdı. Bu onu çok sevindirdi.
O sırada bir uğultu, katedrali canlandırdı, büyük çan tekrar çalmağa başlamıştı.
— Hah! dedi, işte geliyorlar, Magloire sokağından yürüyorlar. Bu sefer doğruydu. Bir insan dalgası, yan cepheleri doldurdu,
alayın dakikadan dakikaya yaklaştığı hissedildi. Çanın havalanma-larıyla, dışardan gelip, ardına kadar açık cümle kapısından giren engin bir solukla, bu duygu büyüyordu. Tanrı, evine dönüyordu.
Angelique, Hubertine'in omzuna yaslanmış, ayaklarının ucuna basarak yükselmiş tekerlek biçimi, Cloitre meydanının alaca karanlığından belli olan o açık büyük kapıya bakıyordu. Önce, diyakos yardımcısı elinde haç, yanında şamdanları taşıyan iki yamağıyla gözüktü; onların arkası sıra törenci rahip Cornille, soluk soluğa, yor-
gunluktan harap bir halde, telaş bitkin geliyordu. Kilisenin kapısında her yeni gelen bir saniye keskin ve güçlü bir gölge halinde belli oluyor, sonra, içerinin karaltılarına gömülüp siliniyordu. Laikler, okullar, birlikler, cemiyetler, hep geliyorlardı, bayrakları, birer yelken gibi sallanıyor, birdenbire, karanlığa boğuluyordu. İnce, melek sesleriyle ilahi okuyarak giren Meryem kızlarının solgun kafilesi yine gözüktü. Katedral boyuna insan yutuyor, kubbe altı yavaş yavaş doluyor, erkekler sağa, kadınlar sola birikiyordu. Gece karanlığı çökmüştü, uzakta meydanlık, kıpırdayan yüzlerce küçük aydınlıkla, benek benek kıvı-Icımlandı, içeri girme sırası rahiplere gelmişti, safların dışında yanan mumlarla, sarı ışıklı çifte saf kapıdan geçti. Mumlar biribirini izliyor, çoğalıyor, büyük manastır papazlarının; çevre kilise papazlarının, katedral rahiplerinin mezmur okumağa başlayan zakirlerin, beyaz har-maniyeli müşavir papazların sorur gelmiyordu. O zaman kilise azar azar aydınlandı, bu alevlerle doldu, parıl parıl yandı, bir yaz gökyüzü gibi yüzlerce yıldızla doldu.
İki boş iskemle vardı, Angelique bir tanesinin üstüne çıktı. Hubertine:
— İn, yasaktır, diyordu.
Fakat, o inat ediyor vurdumduymaz;
— Niçin yasak olsun? diyordu. Görmek istiyorum... Ooh! ne güzel!
Sonunda annesini de kandırdı, öteki iskemlenin üstüne çıkardı. Şimdi, bütün katedral, parıl parıl yanıyordu. İçinde dolaşan bu mum salıntısı, yan kısımların basık kubbeleri altında yankılar tutuşturuyor, mihrapların derinliğinde, bir sandığın camı, bir sandık kürsüsünün yaldızı parıldıyordu. Hatta, mihrabın parmaklığı içinde, yeraltı mezarlarına varıncaya kadar her tarafta, ışıklar uyanıyordu. Zakirler yeri, tutuşan mihrabıyla, parıldıyan sıralarıyla, gül biçimi süsleri simsiyah belli olan eski parmaklığıyla, aydınlık saçıyordu. Kubbe altının
yüksekliği daha belli oluyor, aşağıda, tam kemerlerin dayandığı bodur, ağır sütunlarıyla, yukarıda, gittikçe incelen dizi dizi direkleriyle, kemerlerin kırık kavisleri arasında, bir iman ve aşk hamlesiyle, ışığın nurlanışı gibi, gelişiyordu.
Ayak sesleri ve kımıldatılan iskemlelerin takırtıları arasında buhurdan zincirlerinin şıngırtısı yeniden işiltildi. Erganunlar, hemen, güzel bir mısra çaldılar; bu mısra taştı, kemerleri bir yıldırım güm-bürtüsüyle doldurdu. Monsenyör geliyordu, henüz meydan-lıktaydı. O sırada, Saint Agnes hep rahip yamaklarının elleri üstünde, yüzü, mumların ışığında sakinleşmiş gibi, dört yüzyıllık düşün-celerine dönmekten hoşnut kilise mihrap kısmına ulaşmıştı. Sonunda, önde asa, arkada serpuş, kutsal ekmeği, omuzluğa sarılı iki eliyle aynı şekilde tutarak, monsenyör girdi. Kubbe altının ortasında ilerleyen sayvan, zakirler yerinin parmaklığı önünde durdu. Orada bir parça kargaşalık oldu, emrindeki adamlar, piskoposa bir parça yaklaştılar.
Felicien, serpuşun arkasından gözükeliberi, Angelique gözlerini ondan ayırmıyordu. Rastlantı sonucu delikanlı, sayvanın sağ tarafına geçmiş bulundu; tam o sırada Angelique, Monsenyörün aksaçlı başıyla Felicien'in kumral başım, aynı zamanda gördü. Göz kapaklarının üzerinde bir alev dolaşmıştı, ellerini bitiştirdi, yüksek sesle:
— Oo! Monsenyör. Monsenyörün oğlu! dedi. Sırrını ağzından kaçırıyordu. Bu, elinde olmadan yükselttiği bir bağırıştı, benzerliklerinin ani ışığı ortasında sonunda, meydana çıkan gerçekti. Belki, Angelique için, bunu zaten biliyordu, fakat, kendi kendine söylemeye cesaret edemeyecekti; halbuki, şimdi, gerçek besbelli görünüyor, gözlerini kamaştırıyordu. Kendisinden ve eşyadan, her taraftan anılar yükseliyor, onun bağırmasını yineliyordu. Hubertine, hayret içinde:
— Bu çocuk mu, Monsenyörün oğlu? diye mırıldandı.
' 133Etraflarına bir takım insanlar toplanmıştı. Onları tanıyorlar, basbayağı bezden tuvaleti içinde hâlâ pek güzel olan anneyi, beyaz ipekli fıstanıyla bir melek kadar zarif kızı beğeniyorlardı. O kadar güzeldiler ve çıktıkları iskemlelerin üstünde o kadar göz önündeydiler ki, gözler yukarı kalkıyor, onlara dalıp kalıyordu.
Kalabalık arasında bulunan Lemballeuse ana:
— Elbette, madamcığım, dedi, elbette, Monsenyörün oğlu ya! Nasıl, bilmiyor muydunuz?.. Hem de yakışıklı delikanlıdır, zengindir, öyle zengindir ki, istese şehri satın alır. Milyonları var, milyonları !
Hubertine sapsarı kesilmiş dinliyordu. Yaşlı dilenci kadın devam etti:
— Hikayesini dinlemişsindir değil mi? Annesi onu dünyaya getirirken öldü, Monsenyör, işte o zaman papaz oldu. Şimdi, onu yanına çağırmağa razı olmuş... VII Felicien d'Hautecceur, adeta bir prens!
O zaman Hubertine, üzüntülü bir hareket yaptı. Angelique de, gerçekleşen hülyasının karşısında, sevince gömüldü. Hâlâ şaşmıyordu, onun, en zengin, en güzel, en asil insan olması gerektiğini biliyordu; fakat, sevinci sınırsız eksiksiz, tahmin etmediği engeller karşısından tasasızdı. Sonunda, Felicien kendini tanıtıyordu. Şimdi sıra ona gelmişti, o da kendini veriyordu. Mumların ufacık alevlerin-de, altın, sel gibi akıyor, erganunlar çalınıyor, onların nişan törenini kutluyor, Hautecceur'ler sülalesi, efsanenin bağrında olağanüstü bir geçit yapıyordu: I. Norbert, V. Jean, II. Felicien, XII. Jean, sonra, en sonuncusu, kumral başını ona doğru çeviren VII. Felicien. Felicien mer-yem kuzenlerinin akrabalarındandı, efendi idi, babasının yanında, kargaşası içinde kendisini gösteren, görkemli İsa idi.
Felicien de, tam o sırada ona gülümsüyordu: Angelique, kendisini iskemlenin üstünde ayakta, kalabalığın tepesinde, yanakları al al, mağrur ve sevdalı haliyle gören Monsenyörün öfkeli bakışını farkedemedi.
Hubertine, içini çekti.
— Ah zavallı çocuğum! dedi.
Koruma papazlarla, rahip yamakları, sağlı sollu sıralanmışlardı, baş diyakos, kutsal ekmeği Monsenyörün elinden aldı, mihrabın üstüne koydu. Zakirler, son dua olan Tantum ergo'yu gürül gürül okuyorlardı, kayık biçimi buhurdanlardan günlük dumanları tütüyordu, ilahi sesi birdenbire susmuştu. Alev alev yanan, rahiplerle halkın doldurup taşırdığı kilisenin ortasında, yüksek kubbelerin altında, Monsenyör, tekrar mihraba çıktı, büyük altın güneşi iki eliyle tuttu, havada üç defa dolaşırdı, ağır ağır bir istavroz çıkardı.
IX
Aynı akşam, Angelıque, kiliseden döndükten sonra, "onu birazdan tekrar göreceğim, diye düşünüyordu; Clos - Marie'ye gelecek, ben de inip onunla buluşacağım'.'. Gözleri, biribirlerine bu randevuyu vermişti.
Yemeği her zamanki gibi mutfakta, ancak sekizde yediler. Hubert, bu yortu gününden heyecanlanmış, yalnız kendisi konuşuyordu. Hubertine, ciddi duruyor, tek tük yanıt veriyor; büyük bir iştahla yemek yediği halde, kendini tamamen hülyasına veren, çatalı ağzına götürdüğünün farkına bile varmadan bilinçsiz bir şekilde yiyen genç kızdan, gözünü ayırmıyordu. Hubertine, onun içini açıkça okuyor, bu masum alnı içinde, düşüncelerin oluştuğuna ve birbirini izleyen duru bir suyun billur saydamlığı altında gibi, teker teker görüyordu.
Saat dokuzda, bir çıngırak sesi işitip hayret etti. Gelen, rahip Cornille'di. Yorgunluğuna karşın Monsenyörün, o üç eski işleme
pano'yu pek beğendiğini söylemeye gelmişti.
— Evet, benim yanımda dedi. Haber alırsanız hoşnut olacağınızı biliyordum.
Monsenyörün sözü olunca kulak kabartan Angelique, alaydan sö-zedilmeye başlanır başlanmaz, tekrar düşüncelerine daldı. Birkaç dakika sonra, ayağa kalktı.
Hubertine:
— Nereye gidiyorsun? diye sordu.
Sanki, ayağa niçin kalktığını kendisi de düşünmemiş gibi, bu onu şaşırttı.
— Odama çıkıyorum, anne, çok yorgunum, dedi.
Bu son mazeretin asıl nedeni mutluluğuyla yalnız kalmak olduğunu Hubertine seziyordu.
— Gel, beni öp.
Genç kızı, göğsüne bastırdığı zaman, onun, kolları arasında ürperdiğini duydu. Her akşamki öpücüğü adeta baştan savma oldu. O zaman oldukça ciddi kızın yüzüne dikkatle baktı, kabul edilen ran- devuyu, o randevuya gitmek isteğini, gözlerinde okudu.
— Aklını başına al, iyi uyu, dedi.
Angelique, Hubert'le rahip Cornille'e, kısaca, Tanrı rahatlık versin dedikten sonra odasına çıkmıştı; sırrının, dudaklarının ucuna kadar geldiğini öyle duymuştu ki, telaş içindeydi. Annesi onu biraz daha kalbine bastırıp tutsaydı, gerçeği söyleyecekti. Anahtarı iki kez çevirip odasına kapandıktan sonra, ışık gözlerini kamaştırdı, mumu üfledi. Ay, gittikçe daha geç çıkmaya başlıyordu. Gece, çok karanlıktı. Soyunmadan, karanlıklara açılan pencerenin önüne oturdu, saatlerce bekledi. Dakikalar dopdolu geçiyor, aynı düşünce onu meşgul etmeye yetiyordu; gece yarısı olunca, aşağı inip onunla buluşacaktı. Bu, doğal şekilde olacaktı; Angelique, nasıl davrandığını,
adım adım, teker teker her hareketiyle rüyalardaki kolaylıkla görüyordu. Kendisi yukarı çıktından hemen sonra, rahip Cornille'in gittiğini işitmişti. Arkasından, Hubert'ler de odalarına çıkmışlardı. Oda kapılarının, iki kez açıldığım, kaçamaklı adımların merdivene kadar ilerlediğini işitir gibi olmuştu; sanki, birisi, oraya gelmiş, bir an kulak verip dinlemişti. Sonra ev, derin bir uykuya gömülür gibi oldu. Saat on ikiyi çalınca, Angelique kalktı. — Haydi bakalım, beni bekliyor, dedi.
Kapısını açtı, arkasından kapamadı bile. Hubert'lerin odasının önünden geçerken, merdivende durdu, kulak kabarttı; fakat hiçbir şey, sessizliğin ürpertisinden başka hiçbir şey yoktu. Hoş, oldukça sakindi, ne ürküyordu, ne telaş ediyordu, suç işlediğini algılayamı-yordu. Onu yürüten bir güç vardı, bu iş ona o kadar sade görünüyordu ki, bir tehlike olabileceği aklına gelse, gülüp geçecekti. Aşağıya inince, mutfaktan geçerek bahçeye çıktı, kapıyı örtmeyi yine unuttu. Sonra, hızlı adımlarla, Clos- Marie'ye açılan küçük kapıya ulaştı, onu da, ardına kadar açık bıraktı, Clos- Marie'ye girince, koyu karanlığa karşın, hiç duraksamadı, doğruca kalas köprüye yürüdü. Chevrotte deresini aştı, her ağacını tanıdığı, alışık bir yerdeymiş gibi, el yordamıyla ilerledi. Sağa döndü, bir soğutun altında ellerini ileri uzatması, orada kendisini beklediğini bildiği kimsenin ellerine dokunması yeterli oldu.
Angelique, bir an sessiz durdu, Felicien'in ellerini avuçlarında sıtkı: Biribirlerini göremiyorlardı, gök, bir sıcak buğusuyla kaplanmıştı, yeni doğmaya başlayan incelmiş ay, bu buğuyu henüz aydınlatmıyordu. Genç kız, karanlıklar içinde konuştu, bütün kalbi, duyduğu büyük sevinçle rahatladı.
— Ah! benim aziz senyörüm, sizi ne kadar seviyorum, size çok teşekkür ederim!
Sonunda, onun kim olduğunu öğrendiği için gülüyor, umul-
duğundan da genç, güzel, zengin olduğu için ona teşekkür ediyordu. Bu, hülyasının ona verdiği aşk hediyesi karşısında, şakrak bir neşe, hayranlık ve minnettarlık çığlığı idi.
— Siz Kralsınız, efendimizsiniz, işte sizinim, yalnız bir şeye kaygılanıyorum, bu kadar az sizin olduğuma... Ama, sizin olmakla gurur duyuyorum, benim de kraliçe olmam için, sizin beni sevmeniz yeter... Biliyordum, sizi bekliyordum, ama siz kalbimde bu kadar büyüdüğünüzden beri kalbim genişledi... Ah! benim aziz senyörüm, size ne kadar teşekkür borçluyum sizi ne kadar seviyorumm!
O zaman, Felicien, yavaşça, kolunu onun beline doladı;
— Evime gelin. Diyerek onu yürüttü.
Arsız otlar arasından geçirerek, onu, Clos - Marie'nin dip tarafına kadar götürdü; Angelique, vaktiyle tıkalı olan, piskoposluk konağının eski parmaklığından, onun her akşam nasıl geçtiğini anladı. Felicien, bu parmaklı kapıyı açık bırakmıştı, Angelique'i kolunda Mon-senyörün büyük bahçesine soktu. Gökte yavaş yavaş yükselen ay, sıcak buğulardan bir örtünün arkasında gizlenmiş, onları, bulanık bir saydamlıkla ağartıyordu. Üzerinde tek yıldız gözükmeyen gök kubbe, gecenin sessizliği içindeydi. Bahçeden geçen Chevrotte deresinin üst başına doğru ağır ağır ilerlediler; fakat, Chevrotte, burada, çakıllı bir yokuş üzerinde hızla akan dere değildi; top ağaçlar arasında gezinen sakin bir su, ufacık bir su idi. Aydınlık pus'un altında, ışığa gömülü yüzen bu ağaçların arasında, bu cennet ırmağı bir rüyada akar gibi görünüyordu.
Angelique, neşe ile devam ediyordu.
— Böyle kolunuzda olduğum için öyle onur duyuyorum, öyle mutluyum ki!
Bu kadar sadeliğin ve cazibenin büyülediği Felicien, genç kızın, sıkılganlık duymadan, hiç bir şey saklamadan konuşmasını, kalbinin
saflığı içinde, düşündüğünü açıkça söylemesini dinliyordu.
— Ah! sevgilim dedi, beni bu kadar cana yakın, bir parça sevmek inceliğinde bulunduğunuz için, asıl ben size minnettar olmalıyım... Tekrar söyleyin, beni nasıl seviyorsunuz, kim olduğumu öğrenince ne duyduğunuzu bana söyleyin.
Fakat, Angelique, şirin bir sabırsızlık jesti ile onu susturdu.
— Hayır, hayır, sizden sözedelim, yalnız sizden. Benim ne değerim var? Benim kim olduğumun, ne düşündüğümün önemi var mı?... Şimdi, yalnız siz varsınız, artık.
Ona sokuluyor, sihirli derenin boyunca adımlarım ağırlaştırıyor, sonu gelmez sorular soruyor, Feclicien'in çocukluğunu, gençliğini, babasından uzakta geçirdiği yirmi yıl, her şeyi öğrenmek istiyordu.
— Anneniz sizi doğurduktan sonra ölmüş, biliyorum, siz de yaşlı bir papaz olan amcanızın yanında büyümüşsünüz... Monsenyör sizi görmek istiyormuş, onu da biliyorum...
Felicien, yavaş, geçmişten yükselir gibi uzak bir sesle konuştu.
— Evet, babam, annemi deli gibi sevmişti, ben dünyaya gelip onu öldürdüğüm için suçlu idim... Amcam, bana ailem hakkında hiçbir şey öğretmiyordu, sanki kendisine emanet bir yoksul çocu-ğuymuşum gibi, beni sert bir davranış içinde büyütüyordu. Gerçeği çok geç ancak iki yıl önce öğrendim... Ama şaşmadım arkamda, bu büyük serveti duyumsuyordum. Her türlü düzenli çalışma canımı sıkıyordu, kırda bayırda koşmaktan başka, elimden iş gelmiyordu. Sonra, küçük kilisemizin renkli camlarına ilgi duymaya başladım...
Angelique gülüyor, Felicien de onunla beraber neşeleniyordu.
— Ben de sizin gibi bir işçiyim, camlan boyayarak hayatımı kazanmaya karar vermiştim ki, bütün bu para, üzerime yıkıldı... Amcam benim bir iblis olduğumu, papazlığa asla girmeyeceğimi kendisine yazdıkça, babam çok kederleniyormuş! Benim.papaz olduğumu gör-mek, onun kesin isteği idi, belki de, papaz olursam, annemi öldürerek
girdiğim günahın, bedelini ödeyeceğimi düşünüyordu. Sonunda yumuşadı, beni yanına çağırdı... Ah! yaşamak! yaşamak ne güzel şey! Sevmek ve sevilmek için yaşamak!
Sakin geceyi ürperten bu çığlıkta, sağlıklı ve bakir gençliğinin gücü vardı. Bu çığlık ihtirastı, annesini öldüren ihtirastı, onu giz içinde açılmış bu ilk aşka fırlatan ihtirastı. Bütün coşkunluğunu, güzelliğini, dürüstlüğünü, cehaletini ve hayata karşı duyduğu do-yumsuzluğu bu çığlık anlatıyordu.
— Ben de sizin gibi idim, bekliyordum, pencerenizde göründüğünüz gece, ben de sizi tanıdım... Ne hayal ediyorsunuz, söyleyin bana, bundan önceki günlerinizi nasıl geçiriyordunuz, anlatın...
Fakat, Angelique, onun ağzını yine kapattı.
— Hayır, sizden sözedelim, yalnız sizden! İstiyorum ki hiçbir şeyiniz bana gizli kalmasın... Sizi, tamamiyle elimde tutayım, tamamiyle seveyim!
Felicien'i tanımaktan duyduğu zevk içinde, İsa'nın ayaklan dibinde bir mübarek kız gibi tapınırcasına, onun kendinden sözetmesini
dinlemekten usanmıyordu. İkisi de, aynı şeyleri, biribirlerini nasıl-
•j sevmiş olduklarını, şimdi nasıl seviştiklerini, hep aynı şeyleri, sonu
gelmeden tekrarlamaktan bıkmıyorlardı. Hep biribirine benzeyen kelimeler dillerinin ucuna geliyor, hep yeni, akla gelmedik, derinliğin ölçülemez anlamlar çıkarıyorlardı. O derinliğe indikçe, o sözlerin musikisini dudaklarında tattıkça, mutlulukları artıyordu. Felicien, Ange-lique'in sadece sesiyle kendisini nasıl büyülediğini, sadece onu işitmekle kölesi olacak derecede nasıl duygulandığını ona itiraf ediyordu. Angelique, Felicien'in bembeyaz cildi, en küçük öfkede, bir kan dalgası akımıyla kızardığı zaman, nasıl zevkli bir korkuya kapıldığını ona itiraf etti. Şimdi, Chevrotte deresinin sisli kıyıların-dan ayrılmışlar, biribirlerinin bellerine sarılmışlar, büyük kara ağaçların yı-ğını altına dalıyorlardı.
Angelique, yapraklı dallardan dökülen serinliğin hazzı içinde: — Ooh! Bu bahçe, diye mırıldandı. Yıllar var ki, buraya girmek isterdim... İşte girdim... Sizinle beraber girdim!
Felicien'e kendisini nereye götürdüğünü sormuyor, asırlık ağaç gövdelerinin karaltıları arasında, vücudunu onun koluna bırakıyordu. Ayaklar altında, toprak yumuşaktı. Yaprakların oluşturduğu kubbeler, kilise kubbeleri gibi, çok yüksekti. Ne bir gürültü vardı, ne bir soluk, kalplerin atışından başka birşey yoktu. Felicien, bir kapıyı itti. — Girin, dedi, benim evimdesiniz.
Babası, onu, bahçenin kuytu köşesinde, ayrı yerde oturtmayı uygun görüyordu.. Alt katta büyük bir salon, yukarıda, tam bir daire vardı. Zemin katındaki büyük salon bir lamba ile aydınlanıyordu. Felicien, gülümseyerek: — Görüyorsunuz ya bir sanatçının evindesiniz, dedi. Burası
benim atelyemdir.
Gerçekten atelyeydi, cam üzerine resim yaparak, sanata heveslenen bir zengin çocuğunun kaprisi idi. Felicien, onüçüncü yüzyılın eski biçimlerini bulmuş kendisini, o devrin araç-gereçsiz eserler yaratan eski zaman camcılarından biri sanıyordu. Üzerine erimiş tebeşir dökülü eski masa ona yetiyordu, orada, kırmızı boya ile resim çiziyor, elmasa gerek duymadığı için, camları kızgın demirle kesiyordu. Bir resme göre yaptırdığı, palanga diye bilinen küçük ocak, dolu idi; orada birşeyi kaynatıyor, katedralin başka bir camını da hazırlıyordu; atelyede, sandıkları içinde, soluk, akik, dumanlı, koyu, sedefi, kesif, mavi, sarı, yeşil, kırmızı kendi için yaptıracağı her renkten camlar vardı. Fakat, oda enfes kumaşlarla döşenmişti, atelye, olağanüstü bir-döşeme lüksü altında kayboluyordu. Dip tarafta, sehpa olarak kullanılan antika bir kürsü üzerinde, yaldızlı, büyük bir Meryem heykeli, kırmızı dudaklarıyla gülümsüyordu.
Angelique, bir çocuk gibi sevinerek: — Hem de çalışıyorsunuz, çalışıyorsunuz! diyordu. Ocak pek hoşuna gitti, bütün işini kendisine anlatmasını istedi. Nasıl oluyor da, eski zaman ustaları gibi, yalnızca kara ile gölgelendirdiği, hamuruna renk karıştırılmış camlar kullanmakla ye-tinmiyordu. Niçin ayrı ayrı, ufak insan betimleriyle kalıp, jestleri ve örtüleri keskinleştiriyordu; cam üzerine resim boyamaya, mine ya-pılmaya, daha iyi resim çizilmeye başlanır başlanmaz düşmeye baş-lıyan camcılık sanatı hakkında düşünceleri neydi; bir camekanın, yalnız, saydam bir mozayik olması, en keskin renklerin en uyumlu bir sıra ile dizilmesi, parlak ve zarif renklerle dolu bütün bir demet oluşturması gerektiği hakkında düşüncesi neydi? Fakat, o sırada, için için, camcılık sanatına aldırdığı bile yoktu. Bu şeylerin, ilgili değer bir tek noktası vardı ki, o da, Felicien'e ait olması, kendisini Felicien'le meşgul etmesi, adeta onun kişiliğinin bir parçası gibi olması idi.
— Ah! dedi, ne mutlu olacağız. Siz resim yaparsınız, ben nakış işlerim.
Felicien, Angelique'in, lüks içinde rahat ettiği, güzelliğinin çi-çekleneceği doğal bir çevre gibi görünen bu geniş salonun ortasında onun ellerini tutmutu. İkisi de, bir an, sustular. Sonra, yine Angelique konuştu.
— Ee, oldu bitti mi? Felicien, gülümseyerek sordu;
— Ne
— Evlenmemiz.
Felicien, bir an duraksadı. Çok beyaz yüzü, birdenbire kızarmıştı. Genç kız, endişelendi.
— Sizi öfkelendiriyor muyum?
Fakat, Felicien, onun bütün vücudunu kuşatan bir kucaklayışla,
ellerini sıkıyordu.
— Oldu, dedi. Sizin bir şeyi istemeniz yeter, engellere karşın o şey yapılır. Benim varlığımın tek nedeni size itaat etmektir?
O zaman, Angelique sevindi.
— Evleneceğiz, sürekli sevişeceğiz, bir daha, birbirimizden hiç ayrılmıyacağız, dedi.
Buna kuşkusu yoktu, bu iş, hemen ertesi günü, efsanedeki mucizeler kadar kolaylıkla oluverecekti, en küçük bir engel, en ufak bir gecikme, aklına bile gelmiyordu. Madem ki sevişiyorlardı, onları, birbirinden niçin daha fazla ayıracaklardı? İnsan, biribirini sever, evlenirdi, bu doğal bir şeydi. Yüreğinde, büyük, bir sevinç vardı. Şaka yollu:
— Karar, karar, dedi, verin elinizi. Felicien, o ufacık eli dudaklarına götürdü.
— Karar, karar, diye yanıt verdi.
Angelique, şafak söker de orada kalırım korkusuyla, aynı zamanda artık sırrını açığa vurmak acelesiyle, çekilip gideceği zaman, Felicien onu götürmek istedi.
— Hayır, hayır, gün doğmadan eve varamayız sonra. Bu yolu kendi kendime bulurum... Yarın görüşürüz.
Felicien söz dinledi. Angelique'in arkasından bakmakla yetindi. Genç kız, karağaçların loşluğu altında ışık içinde yüzen Chevrotte deresi boyunca koşuyordu. Bahçenin demir parmaklığından aşmış, Clos- Marie'nin yüksek otları Darasına dalmıştı. Hem koşuyor, hem, güneş çıkıncıya kadar bekliyemiyeceğini, en iyisi, Hubert'lerin kapısını vurup onları uyandırmak ve her şeyi söylemek olacağım düşünüyordu. Bu, mutluluk taşkınlığı, açık bir isyanı idi. Angelique, bunca uzun zamandan beri gizlediği bu sırrı, beş dakika daha saklamaktan kendini zavallı buluyordu. Bahçeye girdi, kapıyı örttü.
Angelique, orada, katedralin dibinde Hubertine'i gördü; karanlıkta, sıska bir leylak yığının kuşattığı taş peykeye oturmuş onu bekliyordu. Uyanmış, endişe ile durumu sezinlemiş, yukarı çıkmış, kapıları açık bulunca işi anlamıştı. Sonra, heyecan içinde, nereye gideceğini bilemeden, işleri büsbütün karıştırmaktan korkarak, bekliyordu.
Angelique, hiç utanç duymadan, yüreği sevinçten hoplayarak artık saklıyacak bir şeyi olmadığı için neşe ile gülerek, hemen onun boynuna sarıldı.
— Ah! Anne, oldu bitti! Evleneceğiz, öyle mutluyum ki! dedi. Hubertine, yanıt vermeden önce, onu dikkatle süzdü. Fakat, bu
gonca halindeki güzellik karşısında, bu duru gözler, bu saf dudaklar karşısında korkusu geçti. Yalnız, büyük bir kederden başka birşeyi kalmadı. Yanaklarından yaşlar yuvarlandı.
' Bir gün önce, kilisede olduğu gibi:
— Zavallı çocuğum! diye sızlandı.
Angelique, hiç ağlamayan kadını bu halde görünce şaşırdı.
— Ne oluyor? dedi. Anne, kendinizi üzüyorsunuz... Haklısınız yanlış yaptım sizden bir şey sakladım. Ama, bilseniz, bu bana ne kadar ağır geldi! İnsan sırrını önce söylemiyor, sonra da cesaret edemiyor... Beni affedin.
Hubertine'in yanına oturmuş okşayan bir hareketle, beline sarılmıştı. Köhne peyke, katedralin bu yeşillik dolu köşesine gömülüyor gibiydi. Leylaklar, başlarının üzerinde, gölge yapıyorlardı; genç kızın, aşı gül verecek mi diye özenle baktığı yabani gül ağacı da vardı; fakat, bir süredir bakımsız bir halde kendi kendine büyüyor, tekrar yabaniliğe dönüyordu.
— Anne, size hepsini söyleyeceğim, gelin kulağınıza söyleyeyim.
Sonra, yavaş sesle, sonu gelmez bir söz tufanı içinde, en küçük olayları bir kez daha yaşayarak, yaşadıkça ateşlenerek, aşklarını ona anlattı. Hiçbir şeyi unutmuyor, günah çıkartır gibi, belleğini, kurcalıyordu. Hiçbir sıkılganlık da duyduğu yoktu, aşkının tutuşturduğu kan yanaklarını ısıtıyor, gözleri bir gurur alevi'ile yanıyor, yine de sesini yükseltmeden fısıltı halinde hararetle konuşuyordu.
Sonunda Hubertine, onun sözünü kesti, kendisi de yavaş sesle •
konuştu.
— Haydi, haydi, yine aldın yürüdün! Ne kadar düzelmeye çalışsan, her seferinde, fırtınaya yakalanmış gibi havalanıyorsun... Ah! kibirli kız, ah! ateşli kız, hâlâ mutfağı yıkamak istemeyen, kendi ellerini öpen o küçük kızsın!
Angelique, gülmekten kendini alamadı.
— Yok, gülme, neredeyse ağlamak için gözyaşların yetişmeyecek... Sen onunla asla evlenemezsin, zavallı yavrum.
Angelique'in neşesi birdenbire sürekli, çın çın öten bir kahkaha halinde yükseldi.
— Anne, anne, ne söylüyorsunuz? Bana takılmak, beni cezalandırmak için mi bu?.. O kadar yakın bir şey ki! Bu akşam babası ile konuşacak. Yarın, gelip sizinle sorunu halledecek.
Angelique, buna gerçekten inanıyor muydu? Hubertine insafsız davranmak zorunda kaldı. Parasız, isimsiz bir nakışçı kız, Felicien d'Hautecoeur'le evlenecek ha! Elli milyonluk zengin bir delikanlı! Fransanın en eski ailelerinden birinin son çocuğu!
Fakat her yeni engel karşısında, Angelique, sakin sakin şu yanıtı veriyordu.
— Neden olmasın?
Bu gerçekten bir rezalet mutluluğu sağlayan sıradan şartların dışında bir evlenme olacaktı. Bu evlenmeye engel olmak için her şey
ayaklanacaktı. Her şeyle savaşmayı mı tasarlıyordu? ' — Neden olmasın?
Sonra, sarılmaz bir inanla devam ediyordu.
— Ne ilginç, anne, elalemi ne kadar kötü sanıyorsunuz! İşler iyi gidiyor, diyorum, size!., bunda iki ay önce beni paylıyordunuz, benimle eğleniyordunuz, hatırınızdadır, halbuki haklı imişim, ne haber verdimse hepsi oldu.
— İyi ama, a zavallı çocuk, sonunu bekle.
Hubertine, Angelique'i bu derece cahil bırakmanın verdiği vicdan azabıyla kıvranarak içleniyordu. Ona, gerçeğin acı derslerini anlatmak, zalimlikler hakkında, toplumun olayları hakkında onu aydınlatmak istiyor, şaşalıyor, gereken sözleri bulamıyordu. Günün birinde, hülyanın sürekli yalanı içinde,böyle mahpus gibi yaşattığı bu çocuğun felaketine sebep olursa, bu ne acı olacaktı!
— Aman kızım, bu çocukla, hepimize inat, babasına inat ev-lenmezsin ya!
Angelique, ciddileşti, Hubertin'e dikkatle baktı, sonra ciddi bir sesle:
— Neden olmasın? Ben onu seviyorum, o da beni seviyor, dedi. Annesi, iki kolu ile onu tekrar kavradı, göğsüne bastırdı;
Angelique de, bir şey söylemeden ürpererek ona bakıyordu. Bulutlarla örtülü ay, katedralin arkasına inmişti, uçan sisler, seher vakti yaklaştıkça gökte, hafif pembe bir renge boyanıyorlardı. İkisi de, yalnız uykudan uyanan kuşların hafif cıvıltılarla bulandırdığı sessizliğin ortasında, sabahın bu temiz havası içinde yüzüyorlardı.
— Ah! Evladım, mutluluğu yalnız görev ve itaat sağlar. İnsan bir saatlik duygunun ve gururun acısını bütün ömrünce çeker. Eğer mutlu olmak istiyorsan, boyun eğ, vazgeç, ortadan kaybol.
Fakat, kolları arasında genç kızın, isyan ettiğini duyuyordu; ona
hiç bir zaman söylemediği, hâlâ söylemekte tereddüt ettiğiği söz ağzından kaçtı.
— Dinle, sen bizi, babanla beni mutlu sanıyorsun, eğer hayatımızı karartan bir azap olmasaydı mutlu olacaktık.
— Anne, çabuk olalım, yer bulamayacağız. Hubertine sonunda gülümsemekten kendini alamadı:
— Haydi, gel, dedi. Hubert:
— Ben kalıyorum, dedi. Nakışları çividen indireceğim, sofrayı kuracağım.
Kilise onlara boş gözüktü, çünkü, Tanrı orada değildi. Sahibinin dönmesi beklenilen alt üst bir ev gibi, bütün kapılar açık kalmıştı. İçeriye az giren vardı; yalnız roman biçiminde ciddi bir lahid olan büyük mihrap, kubbe altının dip tarafında, iri mumların ışığıyla yıldız gibi parıldıyor; geniş tapınağın,.geri kalan kısımları, yan tarafları, mihraplar, çöken akşam karanlığında loşluğa bürünüyordu.
Angelique'le Hubertine, ağır ağır, kilisenin içinde dolaştılar.. Bi-na'nın alt kısmı basıktı, yanlardaki tam kemerler, bodur sütunlara dayanıyordu. Ana kız, lahitler gibi gömülü kara renkli mihraplar boyunca ilerliyorlardı. Sonra, cümle kapısının önünden erganunların tahta boşu altından geçtikleri sırada, hantal, roman biçimi temelin yukarısına doğru atılan, kubbe altının yüksek, gotik pencerelerine doğru gözlerini kaldırınca, bir kurtuluş düşüncesi duydular. Fakat, güney taraftaki yan kısımdan geçerek yolarına devam edince boğulma tekrar başladı. İki yan cephenin ortasında haçvari noktada, dört köşede dört görkemli sütun yükseliyor, kubbeyi tutuyordu; orada da, mor bir aydınlık vardı, gün ışığı, yan cephelerin süsleri üzerinde veda ediyordu. Zakirler yerine, çıkan üç basamağı çıkmışlardı, en eski tarihte yapılmış kısım olan, mezar kadar gömük mihrap kısmının parmaklığı
etrafında döndüler. Zakirler yerini dört taraftan kapatan, çok işlenmiş eski parmaklığa dayanıp bir an durdular, ufacık alevleri kabartma çiçeklerle süslü ,çok nefis sıraların eski meşeleri üzerine yansıyan büyük mihraba baktılar. Böylece, başlarının tekrar kaldırıp, yüksek kubbe altının soluğunu duyduklarını sanarak, hareket ettikleri noktaya döndüler; gitgide artan karanlıklar geriliyor, üzerinde yaldız ve boya kalıntıları silikleşen eski duvarları genişletiyordu. Hubertine:
— Çok erken olduğunu ben biliyordum, dedi. Angelique, yanıt vermeden, mırıldandı.
— Ne kadar büyük!
Kiliseyi tanımıyormuş, ilk defa görüyormuş gibi geliyordu. Gözleri, kaskatı duran iskemle dizileri üzerinde dolaşıyor, mihrapların derinliğine sokuluyordu; orada, karaltıların artmasından yalnız mezar taşlarının varlığı seziliyordu. Fakat, Hauteccer mihrabı gözünde çarptı, sonunda onarılmış olan renkli camı, sönen gün - ışığında, bir hayale benzeyen Saint - Georges betimlemesiyle, görüp tanıdı. Bu onu çok sevindirdi.
O sırada bir uğultu, katedrali canlandırdı, büyük çan tekrar çalmağa başlamıştı.
— Hah! dedi, işte geliyorlar, Magloire sokağından yürüyorlar. Bu sefer doğruydu. Bir insan dalgası, yan cepheleri doldurdu,
alayın dakikadan dakikaya yaklaştığı hissedildi. Çanın havalanma-larıyla, dışardan gelip, ardına kadar açık cümle kapısından giren engin bir solukla, bu duygu büyüyordu. Tanrı, evine dönüyordu.
Angelique, Hubertine'in omzuna yaslanmış, ayaklarının ucuna basarak yükselmiş tekerlek biçimi, Cloitre meydanının alaca karanlığından belli olan o açık büyük kapıya bakıyordu. Önce, diyakos yardımcısı elinde haç, yanında şamdanları taşıyan iki yamağıyla gözüktü; onların arkası sıra törenci rahip Cornille, soluk soluğa, yor-
gunluktan harap bir halde, telaş bitkin geliyordu. Kilisenin kapısında her yeni gelen bir saniye keskin ve güçlü bir gölge halinde belli oluyor, sonra, içerinin karaltılarına gömülüp siliniyordu. Laikler, okullar, birlikler, cemiyetler, hep geliyorlardı, bayrakları, birer yelken gibi sallanıyor, birdenbire, karanlığa boğuluyordu. İnce, melek sesleriyle ilahi okuyarak giren Meryem kızlarının solgun kafilesi yine gözüktü. Katedral boyuna insan yutuyor, kubbe altı yavaş yavaş doluyor, erkekler sağa, kadınlar sola birikiyordu. Gece karanlığı çökmüştü, uzakta meydanlık, kıpırdayan yüzlerce küçük aydınlıkla, benek benek kıvı-Icımlandı, içeri girme sırası rahiplere gelmişti, safların dışında yanan mumlarla, sarı ışıklı çifte saf kapıdan geçti. Mumlar biribirini izliyor, çoğalıyor, büyük manastır papazlarının; çevre kilise papazlarının, katedral rahiplerinin mezmur okumağa başlayan zakirlerin, beyaz har-maniyeli müşavir papazların sorur gelmiyordu. O zaman kilise azar azar aydınlandı, bu alevlerle doldu, parıl parıl yandı, bir yaz gökyüzü gibi yüzlerce yıldızla doldu.
İki boş iskemle vardı, Angelique bir tanesinin üstüne çıktı. Hubertine:
— İn, yasaktır, diyordu.
Fakat, o inat ediyor vurdumduymaz;
— Niçin yasak olsun? diyordu. Görmek istiyorum... Ooh! ne güzel!
Sonunda annesini de kandırdı, öteki iskemlenin üstüne çıkardı. Şimdi, bütün katedral, parıl parıl yanıyordu. İçinde dolaşan bu mum salıntısı, yan kısımların basık kubbeleri altında yankılar tutuşturuyor, mihrapların derinliğinde, bir sandığın camı, bir sandık kürsüsünün yaldızı parıldıyordu. Hatta, mihrabın parmaklığı içinde, yeraltı mezarlarına varıncaya kadar her tarafta, ışıklar uyanıyordu. Zakirler yeri, tutuşan mihrabıyla, parıldıyan sıralarıyla, gül biçimi süsleri simsiyah belli olan eski parmaklığıyla, aydınlık saçıyordu. Kubbe altının
yüksekliği daha belli oluyor, aşağıda, tam kemerlerin dayandığı bodur, ağır sütunlarıyla, yukarıda, gittikçe incelen dizi dizi direkleriyle, kemerlerin kırık kavisleri arasında, bir iman ve aşk hamlesiyle, ışığın nurlanışı gibi, gelişiyordu.
Ayak sesleri ve kımıldatılan iskemlelerin takırtıları arasında buhurdan zincirlerinin şıngırtısı yeniden işiltildi. Erganunlar, hemen, güzel bir mısra çaldılar; bu mısra taştı, kemerleri bir yıldırım güm-bürtüsüyle doldurdu. Monsenyör geliyordu, henüz meydan-lıktaydı. O sırada, Saint Agnes hep rahip yamaklarının elleri üstünde, yüzü, mumların ışığında sakinleşmiş gibi, dört yüzyıllık düşün-celerine dönmekten hoşnut kilise mihrap kısmına ulaşmıştı. Sonunda, önde asa, arkada serpuş, kutsal ekmeği, omuzluğa sarılı iki eliyle aynı şekilde tutarak, monsenyör girdi. Kubbe altının ortasında ilerleyen sayvan, zakirler yerinin parmaklığı önünde durdu. Orada bir parça kargaşalık oldu, emrindeki adamlar, piskoposa bir parça yaklaştılar.
Felicien, serpuşun arkasından gözükeliberi, Angelique gözlerini ondan ayırmıyordu. Rastlantı sonucu delikanlı, sayvanın sağ tarafına geçmiş bulundu; tam o sırada Angelique, Monsenyörün aksaçlı başıyla Felicien'in kumral başım, aynı zamanda gördü. Göz kapaklarının üzerinde bir alev dolaşmıştı, ellerini bitiştirdi, yüksek sesle:
— Oo! Monsenyör. Monsenyörün oğlu! dedi. Sırrını ağzından kaçırıyordu. Bu, elinde olmadan yükselttiği bir bağırıştı, benzerliklerinin ani ışığı ortasında sonunda, meydana çıkan gerçekti. Belki, Angelique için, bunu zaten biliyordu, fakat, kendi kendine söylemeye cesaret edemeyecekti; halbuki, şimdi, gerçek besbelli görünüyor, gözlerini kamaştırıyordu. Kendisinden ve eşyadan, her taraftan anılar yükseliyor, onun bağırmasını yineliyordu. Hubertine, hayret içinde:
— Bu çocuk mu, Monsenyörün oğlu? diye mırıldandı.
' 133Etraflarına bir takım insanlar toplanmıştı. Onları tanıyorlar, basbayağı bezden tuvaleti içinde hâlâ pek güzel olan anneyi, beyaz ipekli fıstanıyla bir melek kadar zarif kızı beğeniyorlardı. O kadar güzeldiler ve çıktıkları iskemlelerin üstünde o kadar göz önündeydiler ki, gözler yukarı kalkıyor, onlara dalıp kalıyordu.
Kalabalık arasında bulunan Lemballeuse ana:
— Elbette, madamcığım, dedi, elbette, Monsenyörün oğlu ya! Nasıl, bilmiyor muydunuz?.. Hem de yakışıklı delikanlıdır, zengindir, öyle zengindir ki, istese şehri satın alır. Milyonları var, milyonları !
Hubertine sapsarı kesilmiş dinliyordu. Yaşlı dilenci kadın devam etti:
— Hikayesini dinlemişsindir değil mi? Annesi onu dünyaya getirirken öldü, Monsenyör, işte o zaman papaz oldu. Şimdi, onu yanına çağırmağa razı olmuş... VII Felicien d'Hautecceur, adeta bir prens!
O zaman Hubertine, üzüntülü bir hareket yaptı. Angelique de, gerçekleşen hülyasının karşısında, sevince gömüldü. Hâlâ şaşmıyordu, onun, en zengin, en güzel, en asil insan olması gerektiğini biliyordu; fakat, sevinci sınırsız eksiksiz, tahmin etmediği engeller karşısından tasasızdı. Sonunda, Felicien kendini tanıtıyordu. Şimdi sıra ona gelmişti, o da kendini veriyordu. Mumların ufacık alevlerin-de, altın, sel gibi akıyor, erganunlar çalınıyor, onların nişan törenini kutluyor, Hautecceur'ler sülalesi, efsanenin bağrında olağanüstü bir geçit yapıyordu: I. Norbert, V. Jean, II. Felicien, XII. Jean, sonra, en sonuncusu, kumral başını ona doğru çeviren VII. Felicien. Felicien mer-yem kuzenlerinin akrabalarındandı, efendi idi, babasının yanında, kargaşası içinde kendisini gösteren, görkemli İsa idi.
Felicien de, tam o sırada ona gülümsüyordu: Angelique, kendisini iskemlenin üstünde ayakta, kalabalığın tepesinde, yanakları al al, mağrur ve sevdalı haliyle gören Monsenyörün öfkeli bakışını farkedemedi.
Hubertine, içini çekti.
— Ah zavallı çocuğum! dedi.
Koruma papazlarla, rahip yamakları, sağlı sollu sıralanmışlardı, baş diyakos, kutsal ekmeği Monsenyörün elinden aldı, mihrabın üstüne koydu. Zakirler, son dua olan Tantum ergo'yu gürül gürül okuyorlardı, kayık biçimi buhurdanlardan günlük dumanları tütüyordu, ilahi sesi birdenbire susmuştu. Alev alev yanan, rahiplerle halkın doldurup taşırdığı kilisenin ortasında, yüksek kubbelerin altında, Monsenyör, tekrar mihraba çıktı, büyük altın güneşi iki eliyle tuttu, havada üç defa dolaşırdı, ağır ağır bir istavroz çıkardı.
IX
Aynı akşam, Angelıque, kiliseden döndükten sonra, "onu birazdan tekrar göreceğim, diye düşünüyordu; Clos - Marie'ye gelecek, ben de inip onunla buluşacağım'.'. Gözleri, biribirlerine bu randevuyu vermişti.
Yemeği her zamanki gibi mutfakta, ancak sekizde yediler. Hubert, bu yortu gününden heyecanlanmış, yalnız kendisi konuşuyordu. Hubertine, ciddi duruyor, tek tük yanıt veriyor; büyük bir iştahla yemek yediği halde, kendini tamamen hülyasına veren, çatalı ağzına götürdüğünün farkına bile varmadan bilinçsiz bir şekilde yiyen genç kızdan, gözünü ayırmıyordu. Hubertine, onun içini açıkça okuyor, bu masum alnı içinde, düşüncelerin oluştuğuna ve birbirini izleyen duru bir suyun billur saydamlığı altında gibi, teker teker görüyordu.
Saat dokuzda, bir çıngırak sesi işitip hayret etti. Gelen, rahip Cornille'di. Yorgunluğuna karşın Monsenyörün, o üç eski işleme
pano'yu pek beğendiğini söylemeye gelmişti.
— Evet, benim yanımda dedi. Haber alırsanız hoşnut olacağınızı biliyordum.
Monsenyörün sözü olunca kulak kabartan Angelique, alaydan sö-zedilmeye başlanır başlanmaz, tekrar düşüncelerine daldı. Birkaç dakika sonra, ayağa kalktı.
Hubertine:
— Nereye gidiyorsun? diye sordu.
Sanki, ayağa niçin kalktığını kendisi de düşünmemiş gibi, bu onu şaşırttı.
— Odama çıkıyorum, anne, çok yorgunum, dedi.
Bu son mazeretin asıl nedeni mutluluğuyla yalnız kalmak olduğunu Hubertine seziyordu.
— Gel, beni öp.
Genç kızı, göğsüne bastırdığı zaman, onun, kolları arasında ürperdiğini duydu. Her akşamki öpücüğü adeta baştan savma oldu. O zaman oldukça ciddi kızın yüzüne dikkatle baktı, kabul edilen ran- devuyu, o randevuya gitmek isteğini, gözlerinde okudu.
— Aklını başına al, iyi uyu, dedi.
Angelique, Hubert'le rahip Cornille'e, kısaca, Tanrı rahatlık versin dedikten sonra odasına çıkmıştı; sırrının, dudaklarının ucuna kadar geldiğini öyle duymuştu ki, telaş içindeydi. Annesi onu biraz daha kalbine bastırıp tutsaydı, gerçeği söyleyecekti. Anahtarı iki kez çevirip odasına kapandıktan sonra, ışık gözlerini kamaştırdı, mumu üfledi. Ay, gittikçe daha geç çıkmaya başlıyordu. Gece, çok karanlıktı. Soyunmadan, karanlıklara açılan pencerenin önüne oturdu, saatlerce bekledi. Dakikalar dopdolu geçiyor, aynı düşünce onu meşgul etmeye yetiyordu; gece yarısı olunca, aşağı inip onunla buluşacaktı. Bu, doğal şekilde olacaktı; Angelique, nasıl davrandığını,
adım adım, teker teker her hareketiyle rüyalardaki kolaylıkla görüyordu. Kendisi yukarı çıktından hemen sonra, rahip Cornille'in gittiğini işitmişti. Arkasından, Hubert'ler de odalarına çıkmışlardı. Oda kapılarının, iki kez açıldığım, kaçamaklı adımların merdivene kadar ilerlediğini işitir gibi olmuştu; sanki, birisi, oraya gelmiş, bir an kulak verip dinlemişti. Sonra ev, derin bir uykuya gömülür gibi oldu. Saat on ikiyi çalınca, Angelique kalktı. — Haydi bakalım, beni bekliyor, dedi.
Kapısını açtı, arkasından kapamadı bile. Hubert'lerin odasının önünden geçerken, merdivende durdu, kulak kabarttı; fakat hiçbir şey, sessizliğin ürpertisinden başka hiçbir şey yoktu. Hoş, oldukça sakindi, ne ürküyordu, ne telaş ediyordu, suç işlediğini algılayamı-yordu. Onu yürüten bir güç vardı, bu iş ona o kadar sade görünüyordu ki, bir tehlike olabileceği aklına gelse, gülüp geçecekti. Aşağıya inince, mutfaktan geçerek bahçeye çıktı, kapıyı örtmeyi yine unuttu. Sonra, hızlı adımlarla, Clos- Marie'ye açılan küçük kapıya ulaştı, onu da, ardına kadar açık bıraktı, Clos- Marie'ye girince, koyu karanlığa karşın, hiç duraksamadı, doğruca kalas köprüye yürüdü. Chevrotte deresini aştı, her ağacını tanıdığı, alışık bir yerdeymiş gibi, el yordamıyla ilerledi. Sağa döndü, bir soğutun altında ellerini ileri uzatması, orada kendisini beklediğini bildiği kimsenin ellerine dokunması yeterli oldu.
Angelique, bir an sessiz durdu, Felicien'in ellerini avuçlarında sıtkı: Biribirlerini göremiyorlardı, gök, bir sıcak buğusuyla kaplanmıştı, yeni doğmaya başlayan incelmiş ay, bu buğuyu henüz aydınlatmıyordu. Genç kız, karanlıklar içinde konuştu, bütün kalbi, duyduğu büyük sevinçle rahatladı.
— Ah! benim aziz senyörüm, sizi ne kadar seviyorum, size çok teşekkür ederim!
Sonunda, onun kim olduğunu öğrendiği için gülüyor, umul-
duğundan da genç, güzel, zengin olduğu için ona teşekkür ediyordu. Bu, hülyasının ona verdiği aşk hediyesi karşısında, şakrak bir neşe, hayranlık ve minnettarlık çığlığı idi.
— Siz Kralsınız, efendimizsiniz, işte sizinim, yalnız bir şeye kaygılanıyorum, bu kadar az sizin olduğuma... Ama, sizin olmakla gurur duyuyorum, benim de kraliçe olmam için, sizin beni sevmeniz yeter... Biliyordum, sizi bekliyordum, ama siz kalbimde bu kadar büyüdüğünüzden beri kalbim genişledi... Ah! benim aziz senyörüm, size ne kadar teşekkür borçluyum sizi ne kadar seviyorumm!
O zaman, Felicien, yavaşça, kolunu onun beline doladı;
— Evime gelin. Diyerek onu yürüttü.
Arsız otlar arasından geçirerek, onu, Clos - Marie'nin dip tarafına kadar götürdü; Angelique, vaktiyle tıkalı olan, piskoposluk konağının eski parmaklığından, onun her akşam nasıl geçtiğini anladı. Felicien, bu parmaklı kapıyı açık bırakmıştı, Angelique'i kolunda Mon-senyörün büyük bahçesine soktu. Gökte yavaş yavaş yükselen ay, sıcak buğulardan bir örtünün arkasında gizlenmiş, onları, bulanık bir saydamlıkla ağartıyordu. Üzerinde tek yıldız gözükmeyen gök kubbe, gecenin sessizliği içindeydi. Bahçeden geçen Chevrotte deresinin üst başına doğru ağır ağır ilerlediler; fakat, Chevrotte, burada, çakıllı bir yokuş üzerinde hızla akan dere değildi; top ağaçlar arasında gezinen sakin bir su, ufacık bir su idi. Aydınlık pus'un altında, ışığa gömülü yüzen bu ağaçların arasında, bu cennet ırmağı bir rüyada akar gibi görünüyordu.
Angelique, neşe ile devam ediyordu.
— Böyle kolunuzda olduğum için öyle onur duyuyorum, öyle mutluyum ki!
Bu kadar sadeliğin ve cazibenin büyülediği Felicien, genç kızın, sıkılganlık duymadan, hiç bir şey saklamadan konuşmasını, kalbinin
saflığı içinde, düşündüğünü açıkça söylemesini dinliyordu.
— Ah! sevgilim dedi, beni bu kadar cana yakın, bir parça sevmek inceliğinde bulunduğunuz için, asıl ben size minnettar olmalıyım... Tekrar söyleyin, beni nasıl seviyorsunuz, kim olduğumu öğrenince ne duyduğunuzu bana söyleyin.
Fakat, Angelique, şirin bir sabırsızlık jesti ile onu susturdu.
— Hayır, hayır, sizden sözedelim, yalnız sizden. Benim ne değerim var? Benim kim olduğumun, ne düşündüğümün önemi var mı?... Şimdi, yalnız siz varsınız, artık.
Ona sokuluyor, sihirli derenin boyunca adımlarım ağırlaştırıyor, sonu gelmez sorular soruyor, Feclicien'in çocukluğunu, gençliğini, babasından uzakta geçirdiği yirmi yıl, her şeyi öğrenmek istiyordu.
— Anneniz sizi doğurduktan sonra ölmüş, biliyorum, siz de yaşlı bir papaz olan amcanızın yanında büyümüşsünüz... Monsenyör sizi görmek istiyormuş, onu da biliyorum...
Felicien, yavaş, geçmişten yükselir gibi uzak bir sesle konuştu.
— Evet, babam, annemi deli gibi sevmişti, ben dünyaya gelip onu öldürdüğüm için suçlu idim... Amcam, bana ailem hakkında hiçbir şey öğretmiyordu, sanki kendisine emanet bir yoksul çocu-ğuymuşum gibi, beni sert bir davranış içinde büyütüyordu. Gerçeği çok geç ancak iki yıl önce öğrendim... Ama şaşmadım arkamda, bu büyük serveti duyumsuyordum. Her türlü düzenli çalışma canımı sıkıyordu, kırda bayırda koşmaktan başka, elimden iş gelmiyordu. Sonra, küçük kilisemizin renkli camlarına ilgi duymaya başladım...
Angelique gülüyor, Felicien de onunla beraber neşeleniyordu.
— Ben de sizin gibi bir işçiyim, camlan boyayarak hayatımı kazanmaya karar vermiştim ki, bütün bu para, üzerime yıkıldı... Amcam benim bir iblis olduğumu, papazlığa asla girmeyeceğimi kendisine yazdıkça, babam çok kederleniyormuş! Benim.papaz olduğumu gör-mek, onun kesin isteği idi, belki de, papaz olursam, annemi öldürerek
girdiğim günahın, bedelini ödeyeceğimi düşünüyordu. Sonunda yumuşadı, beni yanına çağırdı... Ah! yaşamak! yaşamak ne güzel şey! Sevmek ve sevilmek için yaşamak!
Sakin geceyi ürperten bu çığlıkta, sağlıklı ve bakir gençliğinin gücü vardı. Bu çığlık ihtirastı, annesini öldüren ihtirastı, onu giz içinde açılmış bu ilk aşka fırlatan ihtirastı. Bütün coşkunluğunu, güzelliğini, dürüstlüğünü, cehaletini ve hayata karşı duyduğu do-yumsuzluğu bu çığlık anlatıyordu.
— Ben de sizin gibi idim, bekliyordum, pencerenizde göründüğünüz gece, ben de sizi tanıdım... Ne hayal ediyorsunuz, söyleyin bana, bundan önceki günlerinizi nasıl geçiriyordunuz, anlatın...
Fakat, Angelique, onun ağzını yine kapattı.
— Hayır, sizden sözedelim, yalnız sizden! İstiyorum ki hiçbir şeyiniz bana gizli kalmasın... Sizi, tamamiyle elimde tutayım, tamamiyle seveyim!
Felicien'i tanımaktan duyduğu zevk içinde, İsa'nın ayaklan dibinde bir mübarek kız gibi tapınırcasına, onun kendinden sözetmesini
dinlemekten usanmıyordu. İkisi de, aynı şeyleri, biribirlerini nasıl-
•j sevmiş olduklarını, şimdi nasıl seviştiklerini, hep aynı şeyleri, sonu
gelmeden tekrarlamaktan bıkmıyorlardı. Hep biribirine benzeyen kelimeler dillerinin ucuna geliyor, hep yeni, akla gelmedik, derinliğin ölçülemez anlamlar çıkarıyorlardı. O derinliğe indikçe, o sözlerin musikisini dudaklarında tattıkça, mutlulukları artıyordu. Felicien, Ange-lique'in sadece sesiyle kendisini nasıl büyülediğini, sadece onu işitmekle kölesi olacak derecede nasıl duygulandığını ona itiraf ediyordu. Angelique, Felicien'in bembeyaz cildi, en küçük öfkede, bir kan dalgası akımıyla kızardığı zaman, nasıl zevkli bir korkuya kapıldığını ona itiraf etti. Şimdi, Chevrotte deresinin sisli kıyıların-dan ayrılmışlar, biribirlerinin bellerine sarılmışlar, büyük kara ağaçların yı-ğını altına dalıyorlardı.
Angelique, yapraklı dallardan dökülen serinliğin hazzı içinde: — Ooh! Bu bahçe, diye mırıldandı. Yıllar var ki, buraya girmek isterdim... İşte girdim... Sizinle beraber girdim!
Felicien'e kendisini nereye götürdüğünü sormuyor, asırlık ağaç gövdelerinin karaltıları arasında, vücudunu onun koluna bırakıyordu. Ayaklar altında, toprak yumuşaktı. Yaprakların oluşturduğu kubbeler, kilise kubbeleri gibi, çok yüksekti. Ne bir gürültü vardı, ne bir soluk, kalplerin atışından başka birşey yoktu. Felicien, bir kapıyı itti. — Girin, dedi, benim evimdesiniz.
Babası, onu, bahçenin kuytu köşesinde, ayrı yerde oturtmayı uygun görüyordu.. Alt katta büyük bir salon, yukarıda, tam bir daire vardı. Zemin katındaki büyük salon bir lamba ile aydınlanıyordu. Felicien, gülümseyerek: — Görüyorsunuz ya bir sanatçının evindesiniz, dedi. Burası
benim atelyemdir.
Gerçekten atelyeydi, cam üzerine resim yaparak, sanata heveslenen bir zengin çocuğunun kaprisi idi. Felicien, onüçüncü yüzyılın eski biçimlerini bulmuş kendisini, o devrin araç-gereçsiz eserler yaratan eski zaman camcılarından biri sanıyordu. Üzerine erimiş tebeşir dökülü eski masa ona yetiyordu, orada, kırmızı boya ile resim çiziyor, elmasa gerek duymadığı için, camları kızgın demirle kesiyordu. Bir resme göre yaptırdığı, palanga diye bilinen küçük ocak, dolu idi; orada birşeyi kaynatıyor, katedralin başka bir camını da hazırlıyordu; atelyede, sandıkları içinde, soluk, akik, dumanlı, koyu, sedefi, kesif, mavi, sarı, yeşil, kırmızı kendi için yaptıracağı her renkten camlar vardı. Fakat, oda enfes kumaşlarla döşenmişti, atelye, olağanüstü bir-döşeme lüksü altında kayboluyordu. Dip tarafta, sehpa olarak kullanılan antika bir kürsü üzerinde, yaldızlı, büyük bir Meryem heykeli, kırmızı dudaklarıyla gülümsüyordu.
Angelique, bir çocuk gibi sevinerek: — Hem de çalışıyorsunuz, çalışıyorsunuz! diyordu. Ocak pek hoşuna gitti, bütün işini kendisine anlatmasını istedi. Nasıl oluyor da, eski zaman ustaları gibi, yalnızca kara ile gölgelendirdiği, hamuruna renk karıştırılmış camlar kullanmakla ye-tinmiyordu. Niçin ayrı ayrı, ufak insan betimleriyle kalıp, jestleri ve örtüleri keskinleştiriyordu; cam üzerine resim boyamaya, mine ya-pılmaya, daha iyi resim çizilmeye başlanır başlanmaz düşmeye baş-lıyan camcılık sanatı hakkında düşünceleri neydi; bir camekanın, yalnız, saydam bir mozayik olması, en keskin renklerin en uyumlu bir sıra ile dizilmesi, parlak ve zarif renklerle dolu bütün bir demet oluşturması gerektiği hakkında düşüncesi neydi? Fakat, o sırada, için için, camcılık sanatına aldırdığı bile yoktu. Bu şeylerin, ilgili değer bir tek noktası vardı ki, o da, Felicien'e ait olması, kendisini Felicien'le meşgul etmesi, adeta onun kişiliğinin bir parçası gibi olması idi.
— Ah! dedi, ne mutlu olacağız. Siz resim yaparsınız, ben nakış işlerim.
Felicien, Angelique'in, lüks içinde rahat ettiği, güzelliğinin çi-çekleneceği doğal bir çevre gibi görünen bu geniş salonun ortasında onun ellerini tutmutu. İkisi de, bir an, sustular. Sonra, yine Angelique konuştu.
— Ee, oldu bitti mi? Felicien, gülümseyerek sordu;
— Ne
— Evlenmemiz.
Felicien, bir an duraksadı. Çok beyaz yüzü, birdenbire kızarmıştı. Genç kız, endişelendi.
— Sizi öfkelendiriyor muyum?
Fakat, Felicien, onun bütün vücudunu kuşatan bir kucaklayışla,
ellerini sıkıyordu.
— Oldu, dedi. Sizin bir şeyi istemeniz yeter, engellere karşın o şey yapılır. Benim varlığımın tek nedeni size itaat etmektir?
O zaman, Angelique sevindi.
— Evleneceğiz, sürekli sevişeceğiz, bir daha, birbirimizden hiç ayrılmıyacağız, dedi.
Buna kuşkusu yoktu, bu iş, hemen ertesi günü, efsanedeki mucizeler kadar kolaylıkla oluverecekti, en küçük bir engel, en ufak bir gecikme, aklına bile gelmiyordu. Madem ki sevişiyorlardı, onları, birbirinden niçin daha fazla ayıracaklardı? İnsan, biribirini sever, evlenirdi, bu doğal bir şeydi. Yüreğinde, büyük, bir sevinç vardı. Şaka yollu:
— Karar, karar, dedi, verin elinizi. Felicien, o ufacık eli dudaklarına götürdü.
— Karar, karar, diye yanıt verdi.
Angelique, şafak söker de orada kalırım korkusuyla, aynı zamanda artık sırrını açığa vurmak acelesiyle, çekilip gideceği zaman, Felicien onu götürmek istedi.
— Hayır, hayır, gün doğmadan eve varamayız sonra. Bu yolu kendi kendime bulurum... Yarın görüşürüz.
Felicien söz dinledi. Angelique'in arkasından bakmakla yetindi. Genç kız, karağaçların loşluğu altında ışık içinde yüzen Chevrotte deresi boyunca koşuyordu. Bahçenin demir parmaklığından aşmış, Clos- Marie'nin yüksek otları Darasına dalmıştı. Hem koşuyor, hem, güneş çıkıncıya kadar bekliyemiyeceğini, en iyisi, Hubert'lerin kapısını vurup onları uyandırmak ve her şeyi söylemek olacağım düşünüyordu. Bu, mutluluk taşkınlığı, açık bir isyanı idi. Angelique, bunca uzun zamandan beri gizlediği bu sırrı, beş dakika daha saklamaktan kendini zavallı buluyordu. Bahçeye girdi, kapıyı örttü.
Angelique, orada, katedralin dibinde Hubertine'i gördü; karanlıkta, sıska bir leylak yığının kuşattığı taş peykeye oturmuş onu bekliyordu. Uyanmış, endişe ile durumu sezinlemiş, yukarı çıkmış, kapıları açık bulunca işi anlamıştı. Sonra, heyecan içinde, nereye gideceğini bilemeden, işleri büsbütün karıştırmaktan korkarak, bekliyordu.
Angelique, hiç utanç duymadan, yüreği sevinçten hoplayarak artık saklıyacak bir şeyi olmadığı için neşe ile gülerek, hemen onun boynuna sarıldı.
— Ah! Anne, oldu bitti! Evleneceğiz, öyle mutluyum ki! dedi. Hubertine, yanıt vermeden önce, onu dikkatle süzdü. Fakat, bu
gonca halindeki güzellik karşısında, bu duru gözler, bu saf dudaklar karşısında korkusu geçti. Yalnız, büyük bir kederden başka birşeyi kalmadı. Yanaklarından yaşlar yuvarlandı.
' Bir gün önce, kilisede olduğu gibi:
— Zavallı çocuğum! diye sızlandı.
Angelique, hiç ağlamayan kadını bu halde görünce şaşırdı.
— Ne oluyor? dedi. Anne, kendinizi üzüyorsunuz... Haklısınız yanlış yaptım sizden bir şey sakladım. Ama, bilseniz, bu bana ne kadar ağır geldi! İnsan sırrını önce söylemiyor, sonra da cesaret edemiyor... Beni affedin.
Hubertine'in yanına oturmuş okşayan bir hareketle, beline sarılmıştı. Köhne peyke, katedralin bu yeşillik dolu köşesine gömülüyor gibiydi. Leylaklar, başlarının üzerinde, gölge yapıyorlardı; genç kızın, aşı gül verecek mi diye özenle baktığı yabani gül ağacı da vardı; fakat, bir süredir bakımsız bir halde kendi kendine büyüyor, tekrar yabaniliğe dönüyordu.
— Anne, size hepsini söyleyeceğim, gelin kulağınıza söyleyeyim.
Sonra, yavaş sesle, sonu gelmez bir söz tufanı içinde, en küçük olayları bir kez daha yaşayarak, yaşadıkça ateşlenerek, aşklarını ona anlattı. Hiçbir şeyi unutmuyor, günah çıkartır gibi, belleğini, kurcalıyordu. Hiçbir sıkılganlık da duyduğu yoktu, aşkının tutuşturduğu kan yanaklarını ısıtıyor, gözleri bir gurur alevi'ile yanıyor, yine de sesini yükseltmeden fısıltı halinde hararetle konuşuyordu.
Sonunda Hubertine, onun sözünü kesti, kendisi de yavaş sesle •
konuştu.
— Haydi, haydi, yine aldın yürüdün! Ne kadar düzelmeye çalışsan, her seferinde, fırtınaya yakalanmış gibi havalanıyorsun... Ah! kibirli kız, ah! ateşli kız, hâlâ mutfağı yıkamak istemeyen, kendi ellerini öpen o küçük kızsın!
Angelique, gülmekten kendini alamadı.
— Yok, gülme, neredeyse ağlamak için gözyaşların yetişmeyecek... Sen onunla asla evlenemezsin, zavallı yavrum.
Angelique'in neşesi birdenbire sürekli, çın çın öten bir kahkaha halinde yükseldi.
— Anne, anne, ne söylüyorsunuz? Bana takılmak, beni cezalandırmak için mi bu?.. O kadar yakın bir şey ki! Bu akşam babası ile konuşacak. Yarın, gelip sizinle sorunu halledecek.
Angelique, buna gerçekten inanıyor muydu? Hubertine insafsız davranmak zorunda kaldı. Parasız, isimsiz bir nakışçı kız, Felicien d'Hautecoeur'le evlenecek ha! Elli milyonluk zengin bir delikanlı! Fransanın en eski ailelerinden birinin son çocuğu!
Fakat her yeni engel karşısında, Angelique, sakin sakin şu yanıtı veriyordu.
— Neden olmasın?
Bu gerçekten bir rezalet mutluluğu sağlayan sıradan şartların dışında bir evlenme olacaktı. Bu evlenmeye engel olmak için her şey
ayaklanacaktı. Her şeyle savaşmayı mı tasarlıyordu? ' — Neden olmasın?
Sonra, sarılmaz bir inanla devam ediyordu.
— Ne ilginç, anne, elalemi ne kadar kötü sanıyorsunuz! İşler iyi gidiyor, diyorum, size!., bunda iki ay önce beni paylıyordunuz, benimle eğleniyordunuz, hatırınızdadır, halbuki haklı imişim, ne haber verdimse hepsi oldu.
— İyi ama, a zavallı çocuk, sonunu bekle.
Hubertine, Angelique'i bu derece cahil bırakmanın verdiği vicdan azabıyla kıvranarak içleniyordu. Ona, gerçeğin acı derslerini anlatmak, zalimlikler hakkında, toplumun olayları hakkında onu aydınlatmak istiyor, şaşalıyor, gereken sözleri bulamıyordu. Günün birinde, hülyanın sürekli yalanı içinde,böyle mahpus gibi yaşattığı bu çocuğun felaketine sebep olursa, bu ne acı olacaktı!
— Aman kızım, bu çocukla, hepimize inat, babasına inat ev-lenmezsin ya!
Angelique, ciddileşti, Hubertin'e dikkatle baktı, sonra ciddi bir sesle:
— Neden olmasın? Ben onu seviyorum, o da beni seviyor, dedi. Annesi, iki kolu ile onu tekrar kavradı, göğsüne bastırdı;
Angelique de, bir şey söylemeden ürpererek ona bakıyordu. Bulutlarla örtülü ay, katedralin arkasına inmişti, uçan sisler, seher vakti yaklaştıkça gökte, hafif pembe bir renge boyanıyorlardı. İkisi de, yalnız uykudan uyanan kuşların hafif cıvıltılarla bulandırdığı sessizliğin ortasında, sabahın bu temiz havası içinde yüzüyorlardı.
— Ah! Evladım, mutluluğu yalnız görev ve itaat sağlar. İnsan bir saatlik duygunun ve gururun acısını bütün ömrünce çeker. Eğer mutlu olmak istiyorsan, boyun eğ, vazgeç, ortadan kaybol.
Fakat, kolları arasında genç kızın, isyan ettiğini duyuyordu; ona
hiç bir zaman söylemediği, hâlâ söylemekte tereddüt ettiğiği söz ağzından kaçtı.
— Dinle, sen bizi, babanla beni mutlu sanıyorsun, eğer hayatımızı karartan bir azap olmasaydı mutlu olacaktık.
Has leído el texto 1 de Turco literatura.
Siguiente - Angelique'in Hülyası - 10
- Piezas
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14