🕙 29-minuto de lectura
Angelique'in Hülyası - 08
El número total de palabras es 3795
El número total de palabras únicas es 2164
30.7 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
44.4 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
52.6 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
— Çok zaman oluyor... Sizi, bir akşam, burada, bu pencerede gördüm. Belli belirsiz bir beyazlıktan oluşuyordum, yüzünüzü şöyle böyle seçiyordum, halbuki sizi görüyordum, olduğunuz gibi tahmin ediyorum. Fakat çok korkuyordum. Geceleri evinizin etrafında dolaştım, güpe gündüz karşınıza çıkmaya cesaret edemedim... Sonra da, bu gizemin içinde oluşunuz hoşuma gidiyordu, mutluluğum asla tanımayacağım meçhul bir kız gibi, sizi hayalimde canlandırmaktaydı. Sonradan kim olduğunuzu öğrendim; o bilmek hayal ettiği kimseyi elde etmek gereksinimine dayanılmıyor. Coşkunluğum o zaman başladı. Her rastlantıda arttı. Şu kırda, kilise camını kontrol ettiğim sabah ki ilk. karşılaşmamızı hatırlarsınız. Kendimi hiçbir zaman bu kadar beceriksiz hissetmedim. Benimle alay etmekte çok haklıydınız.. Sonrada sizi ürküttüm, yoksullarımızın evine varıncaya kadar peşinizden gelerek beceriksizlikte devam ettim. Artık, irademe sahip olamamaya başlıyordum, yaptığım işleri, heyratle,korku ile yapıyordum... O serpiş siparişi için size geldiğim zaman, beni iten bir güç vardı, çünkü cesaretim yoktu, beni beğenmeyeceğinize emindim... Ne kadar zavallı olduğumu anlayabilseniz! Beni sevmeyin, ama bırakın
sizi seveyim. Soğuk davranın, insafsız davranın, sizi o hallerinizle seveceğim. Hiçbir umut beslemeden, yalnız dizlerinize böylece kapanmak mutluluğu uğrunda sizi görmekten başka bir şey istemiyorum.
Kendinden geçerek sustu; genç kızı duygulandırmak için hiçbir söz bulamadığını sanarak cesaretini yitiriyordu. Onun, önüne geçilemeyen, dudakları üzerinde gitgide yayılan bir tebessümle gü-lümsediğini anlıyamıyordu. Ah! Sevgili çocuk, ne kadar safdil, ne kadar inançlı idi, gençliğinin bütün emeli karşısındaymış gibi onun karşısında secdeye varmış, kalbinden kopan taptaze, ihtiras dolu duasını okuyordu! Birde, Angelique önce, onu görmemek için nefsiyle savaşmıştı, onu, kendisi asla bilmeden seveceğine yemin etmişti. Büyük bir sessizlik olmuştu, ermiş kızlar, böyle sevince, sevmeyi yasak etmiyorlardı. Arkasında, neşeli bir soluk, belli belirsiz bir ürperti dolaşmış, ayın yürüyen dalgası odanın döşeme tahtası üzerinde gezinmişti. Görünmez bir parmak, herhalde koruyucusu ermiş kızın parmağı, yemini bozmak için, onun dudağına kondu. Artık konuşabilirdi, etrafında dalgalanan kudretli ve şefkatli ne varsa, hepsi, ona birtakım sözler fıslıyorlardı.
— Ya! Evet, hatırlıyorum, hatırlıyorum.
Felicien, derhal, bu sesin ahengine kapıldı; bu sesin, üzerindeki füsun öyle güçlü idi ki, yalnızca onu işitmekle aşkı artıyordu.
— Evet, geceleyin geldiğiniz zamanı hatırlıyorum,, ilk akşamlan o kadar uzaktaydınız ki, ayaklarınızın hafif sesi, beni kararsız bırakıyordu. Sonra sizi tanıdım, daha sonra da, gölge-nizi gördüm, sonunda, bir akşam, bu geceki gibi güzel bir gece, beyaz ışığın .tam ortasında gözüktünüz. Sizi, yıllardan beri beklediğim şekilde, doğanın ortasından yavaş yavaş çıkıyordunuz... Chevrote'un kapıp götürdüğü o çamaşırı kurtardığınız zamanelimde olmadan koyverdiğim o bol kahkahayı hatırlıyorum. Yoksullarıma beni küçük düşürecek kadar çok para verip onları benim elimden aldığınız zamanki öfkemi ha-
tırlıyorum. Beni otların üzerinde yalınayak koşmaya zorladınız akşamki korkumu hatırlıyorum... Evet, hatırlıyorum, hatırlıyorum...
Sanki o sizi seviyorum sözü yüzüne karşı tekrar söylenmiş gibi andığı bu son hatıranın ürpertisi içinde billur sesi bir parça pü-rüzlenmişti.
FelicLen, hayran, onu dinliyordu.
— Huysuzluk ettiğim doğru. İnsan, bilmeyince, çok budala oluyor! Gerekli olduğunu sandığı şeyleri yapıyor, kalbine uyar uymaz suç işlemiş olmaktan korkuyor. Fakat, sonradan, ne kadar vicdan azabı çektim, size sıkıntı çektirdiğim için, kendim de sıkıntı çektim!.. Bunu anlatmaya kalksam, kesinlikle beceremeyeceğim. Saint Agnes resmini alıp getirdiğiniz zaman, sizin için çalışacağımdan dolayı pek seviniyordum, her gün geleceğinizi biliyordum. Gelgelelim, sanki sizi evden kovmak istiyormuşum gibi, kayıtsızlık gösteriş yapıyordum. Acaba, insan, kendini tatmin etmek ihtiyacında mı? Halbuki, sizi, kollarımı açıp karşılamak istiyorum, varlığımın derinliğinde, isyan eden, sizden korkan ve kaçınan, çok eski olan nedenini unuttuğu bir kavganın hesabını görmek istiyormuş gibi, size, kararsızlıklar içinde azap çektirmekten zevk alan bir başka kadın vardı. Ben, her zaman iyi bir kız değilimdir, içimden bilemediğim bir takım şeyler belirir... En kötüsü de kesinlikle ki, size paradan sözetmem oldu. Ah! para; ben ki, parayı asla aklıma getirmemişimdir, olsa olsa, canımın istediği yere yağmur gibi yağdırıp zevk almak için, arabalar dolusu para olursa kabul ederim! Kendime böyle iftira etmekten ne haz duydum sanki? Beni affedecek misiniz?
Felicien, ayaklarının dibindeydi, dizleri üzerinde yürüyerek, ona kadar gelmişti. Ummadığı, sınırsız bir şeydi bu.
— Ah! Paha biçilmez, güzel, iyi sevgili ruh, bana bir solukta şifa veren olağanüstü bir iyiliğe sahipsin! Istırap çekip çekmediğimi bile bilmiyorum artık... Asıl, beni affetmek size düşer, çünkü size bir şey
itraf edeceğim, kim olduğumu size söylemem gerek.
Angelique, yüreğini bu kadar samimiyetle açtıktan sonra, kendisinin daha fazla gizlenmiyeceğini düşünerek, Felicien büyük bir heyecana kapılıyordu. Gizlenmek dürüst bir hareket olmuyordu. Sonunda kim olduğunu tanıyınca, Angelique gelecekten endişeye düşerse, onu yitirmek korkusuyla yine de tereddüdediyordu.
Angelique de, elinden olmadan tekrar kurnazlaşmış, onun konuşmasını bekliyordu.
Felicien, çok yavaş sesle devam etti: —Ananıza babanıza yalan söyledim. Angelique, gülümseyerek:
— Evet, biliyorum, dedi.
— Hayır, bilmiyorsunuz, bilemezsiniz, çok uzağa ait bir .şey...
Ben yalnız kendi zevkim için cam üzerine resim yaparım... Bilmiş
\ olun ki...
O zaman, Angelique, eliyle onun ağzını kapatıverdi, sırrını söylemesine meydan vermedi,
— Bilmek istemiyorum... Sizi bekliyordum, geldiniz. Bu yeter.
Felicien artık konuşmuyordu,dudakları üzerinde duran bu ufacık el, sevinçten soluğunu kesiyordu.
— Sonra öğrenirim, zamanı gelince... Hem, emin olun ki biliyorum. Siz, ancak, en güzel, en zengin, en asil insan olabirsiniz, çünkü, bu benim hülyam. Rahat bekliyorum. Bu hülyanın gerçekleşeceğine eminim... Siz, benim umduğum insansınız, ben de sizinim...
Angelique, söylediği sözlerin ürpertisi içinde bir kere daha sustu. Bu sözleri, o tek başına bulmuyordu, bunlar, ona güzel geceden; ulu, beyaz gökten; dışarda uyukluyan, onun hülyalarını saklayan yıllanmış ağaçlardan, yıllanmış taşlardan geliyordu; arkasından işittiği birtakım sesler, havayı dolduran, "Efsane" deki dostlarının sesleri de, bu
sözleri mırıldanıyorlardı. Fakat, söylenecek bir tek kelime kalıyordu, içinde her şeyin sevgiliyi uzun zamandan beri bekleyişin, onu uzun uzun yaratışın, ilk karşılaşmadaki artan hararetin, her şeyin eriyeceği kelime kalıyordu. Odanın saf beyazlığı ortasında, gün ışığına doğru yükselen sabahçı bir kuşun beyaz uçuşu gibi, dudaklarından fırladı:
—Sizi seviyorum.
Angelique, elleri açık, dizleri üstünde düşmüş, kendini bırakıyordu. Felicien de, onun, otlar üzerinde yalınayak koştuğu akşamı hatırlıyordu; o akşam, genç kız, o kadar güzeldi ki peşi sıra koşmuş, kulağına: "Sizi seviyorum" diye mırıldanmıştı, Angeli-que'in de, ancak şimdi, aynı söylemiyle kendisine: "Sizi seviyorum" yanıtını verdiğini, alabildiğine açılan yüreğinden, sonunda önceki feryadın yükseldiğini, iyice işitiyordu.
— Sizi seviyorum, beni alın, beni götürün, sizinim... Bütün varlığıyla kendini veriyordu. Bu, onda, tutuşan bir irsiyet ateşiydi. Araştıran elleri boşluğu kavrıyor, çok ağır gelen başı, narin boynu üzerinde bükülüyordu. Felicien kollarım boynu üzerinde bükülüyordu. Felicien kollarını uzatsa, her şeyin cahili olduğu için için, damarlarının emrine gereksinim duymadan, o kolların arasına düşecekti. Ona sahip olmak niyetiyle gelen Felicien bu çok ihtiraslı masumluğun karşısında titredi. Bileklerinden hafifçe tuttu, saf ellerini göğsü üzerinde kavuşturdu. Bir an saçlarından öpmek hevesine bile kendini kaptırmadan ona baktı.
— Siz beni seviyorsunuz, ben de sizi seviyorum... Ah! Sevildiğine emin olmak!
Fakat, bu hayranlıktan, ikisi de, bir heyecanla uyandılar. Ne vardı? Kendilerin,, büyük, beyaz bir aydınlığın içinde görüyorlardı; sanki ay ışığı genişliyor, bir güneş ışığı gibi parlıyordu. Şafak söküyordu, piskoposluk bahçesindeki karaağaçların tepesinde, bir bulut pembeleşiyordu. O ne? Sabah bu kadar çabuk mu olmuştu? Şa-
şırmışlardı, saatlerden beri, orada konuşmakta olduklarına ina-namıyorlardı. Angelique ona daha bir şey söylememişti, Felicien'in de söyleyeceği daha neler vardı!
— Bir kaç dakika, bir kaç dakikacık!
Şafak, şirin şafak, sıcak bir yaz gününün daha şimdiden ılık şafağı, büyüyordu. Yıldızlar birer birer sönmüştü, dolaşan hayaller, göze görünmeyen dost kızlar, bir ay ışığı içinde tekrar göklere yükselmiş, yıldızlarla beraber gitmişlerdi. Şimdi, gündüz ışığında oda, duvarlarıyla kirişlerinin beyazlığından oluşan bir beyazlıktaydı, kara renkli meşeden antika eşyasıyla bomboştu. Örtülen İran kumaşı perdelerden birinin yarı yarıya gizlediği, bozulmuş yatak görünüyordu.
— Bir dakika, bir dakika daha!
Arigelique ayağa kalkmış reddediyor, Felicien'i, gitsin diye zorluyordu. Gün ışığı artıkça utanç duymağa başlamıştı, yatağı görünce, büsbütün utandı. Sağında bir gürültü duyar gibi olmuştu, içeriye hiç bir rüzgar soluğu girmediği hâlde, saçları da" uçuşuyordu. Acaba, güneşten ürküp, en son çekilip giden Agnes miydi bu?
— Hayır, bırakın beni, rica ederim... Artık, çok aydınlık oldu, korkuyorum:
O zaman, Felicien, söz dinledi, çekildi. Seviliyordu, bu isteklerinden de fazla bir şeydi. Ama, pencerenin önüne varınca, döndü, genç kıza bir kere daha uzun uzun baktı; sanki, ondan, beraberinde bir şey götürmek istiyordu. Şafak aydınlığına gömülü, bakışlarının bu sürekli okşayışı içinde birbirlerine gülümsüyorlardı,
Felicien, son bir defa daha:
— Sizi seviyorum, dedi. Angelique, aynı sözle karşılık verdi.
— Sizi seviyorum.
Hepsi bu kadardı Felicien, çevik ve kıvrak bir hareketle, kalaslara tutunarak inmişti; Angelique de, balkonda kalmış, parmaklığa
abanmış, onun arkasından bakıyordu. Menekşe demetini almış, heyecanını dağıtmak için, kokluyordu. Felicien, Clos- Marie'den geçip de başını yukarı kaldırdığı zaman, onun çiçekleri öptüğünü gördü.
Felicien söğütlerin gerisinde henüz gözden kaybolmuştu ki, Angelique, alt katta sokak kapısının açıldığını işitip telaşlandı. Saat dördü vuruyordu, her zaman, ev halkı ancak bundan iki saat sonra uyanırdı.
Hubertine'i görünce, daha fazla şaştı; çünkü, her zaman, önce, Hubert aşağı inerdi. Hubertine'in sanki uykusuzlukla bitkin bir geceden sonra, sıkıntıdan boğularak bu kadar erken yatağından fırlamış gibi, sabah havası içinde, yüzü solgun, kolları iki yanına sarkık, daracık bahçenin yollarında, ağır ağır gezindiğini gördü.
Hubrtine, sırtında yalnızca sabahlık, alelacele topladığı saçlarıyla, yine de çok güzeldi; hem, pek yorgun, mutlu görünüyordu.
VIII
Ertesi sabah, sekiz saat süren bir uykudan, büyük sevinçlerin yorgunluğunu dinlendiren tatlı ve derin bir uykudan uyanınca, Angelique penceresine koştu. Gök oldukça duruydu; bir gün önce onu endişelendiren şiddetli bir fırtınadan sonra, havanın sıcaklığı devam ediyordu, genç kız, altındaki katta pencere kepenklerini açmakla uğraşan Hubert'e neşeyle seslendi:
— Baba baba! Güneş var!... Ah! Ne kadar seviniyorum, alay güzel olacak.
Çabucak giyindi, aşağı indi. Miracle alayı, Beaumont sokaklarında, temmuzun 28'inci günü olan o gün dolaşacaktı. Her yıl, o tarihte, işlemecilerin evinde bayram olurdu; iğneye el sürmezler, o günü, dör yüz yıldan beri, analardan kızlara miras kalan gelenekli, et-
lraflı bir düzene evi süslemekle geçirirlerdi.
Angelique, sütlü kahvesini telaşla içerken, bir yandan da örtülerle uğraşmaya başlamıştı.
— Anne bir kez kontrol edip, sağlam mı baksaydık! Hubertine, sakin sesiyle:
— Daha vaktimiz var, diye yanıt verdi. Öğleden önce asacak değiliz.
Bu örtüler, Hubert'lerin bir aile yadigarı gibi, dindar bir saygı ile sakladıkları eski zaman işlemesi, oldukça güzel üç pano idi ki, yılda bir kez alay geçtiği gün meydana çıkarırlardı. Yöntem gereğince, tö-renci rahip Cornille, kapı kapı dolaşıp kutsal şaraplı ekmeği taşıyan Mönsenyörün eşlik edeceği Saint- Agnes heykelinin hangi yollardan geçeceğini halka haber vermişti. Dört yüzyıldan fazla bir zamandan beri, bu yol aynı idi. Alay, Saint- Agnes kapısından hareket ederek Orfevres Sokağından, Grand Rue'den Basese Sokağından geçiyor; sonra yeni şehirden dolaşıp Magloire Sokağına, Cloitre Meydanına geliyor, Katedralin büyük cephesinden içeri giriyordu. Halk, alayın geçtiği yerlerde, biribiriyle yarış edercesine pencerelerini donatıyor, duvarlara en süslü örtülerini seriyor, çakıllı, daracık kaldırıma, gül yaprakları serpiyordu.
Angelique'in, işlemeli üç parçayı, bütün yıl içinde uyukladıkları çekmeden çıkarmasına izin verilmedikçe, içi rahat etmedi. Son derece hoşnut:
— Hiçbir şeyleri yok, bir şeycikleri yok, diye mırıldanıyordu.
Örtüleri ince kağıtları özenle kaldırdıktan sonra, üçü de, mer-yem'e ait betimlemeleriyle ortaya çıktı: Meleğin ziyaretini kabul eden Meryem, çarmıhın dibinde ağlayan Meryem, göğe yükselen Meryem, . sırma zemin üzerine elvan ipekle işlenmiş, o beşinci yüzyıldan kalma, şaşılacak derecede iyi korunmuş şeylerdi; satmaları için büyük paralar teklif edildiği halde geri çeviren işlemeciler, bu ör-
tülerle pek övünüyorlardı. — Anne, ben asacağım!
Bu, bir sorundu. Hubert, öğleden önceki bütün zamanın, evin köhne cephesini temizlemekle geçirdi. Bir sopanın ucuna süpürge takmış, tuğlalı tahta kısımları, çatının direklerine kadar süpürmüştü; sonra temel katının taş kısımlarım ve merdiven yuvasının,, erişebildiği her tarafını süngerle yıkamıştı. O zaman, işlemeli üç parça, yerlerini aldı. Angelique onları halkalarından, yüzyıllık çivilere taktı; "Teşbir"i sol pencerenin altına, "Uruc"u, sağ pencerenin altına astı; "Çile" ye gelince, ona özgü çiviler, zemin katında ki büyük pencerenin üstündeydi; Angelique onu yerine asmak için, bir merdiven getirmek zorunda kaldı. Pencereleri çiçeklerle süslemişti. Köhne ev, bayram gününün parlak güneşi altında parıldıyan bu sırmalı, ipekli işlemelerle, gençliğinin uzak devirlerine dönmüş gibi idi.
Öğle yemeğinden beri bütün Orfevres Sokağı faaliyet içindeydi Şiddetli sıcakta sokaklarda dolaşmak için, alay, ancak beşte çıkacaktı; fakat, şehir öğleden başlıyarak süslenmeğe koyulmuştu. Hubert'lerin karşısındaki kuyumcu dükkanı gümüş kılaptan püsküllü gök mavisi örtülerle süsleniyodu; bitişiğindeki mumcu, yataklığının perdelerini kullanıyor, kırmızı pamukludan olan bu perdeler, güneşin ortasında kan kırmızı görünüyordu. Her evde, daha başka renklerde bir kumaş bolluğu vardı, herkes, karyola önü seccadelerine varıncaya kadar nesi varsa çıkarıp asıyor, bunlar, sıcak havanın bezgin so-luklarıyla sallanıyordu. Sokak, göz alıcı ve ürpertili bir şirinlik için de, örtülerle giyinmiş, gök kubbe altında açılan bir galeri halinde gel-misti. Bütün halk sokakta kaynaşıyor, kendi evlerindeymiş gibi yüksek sesle konuşuyor, kimisi öteberi kucaklamış oradan oraya do-laşıyor, kimisi, tırmanıyor çivi çakıyor, haykırıyordu. Grand Rue'nun köşesinde bir mola yeri hazırlanıyordu; çevredeki kadınların hepsi ayaklanmışlar, oraya konulmak üzere vazolar, kollu şamdanlar a-
şıyorlardı.
Anelique, koşlu, salondaki şöminenin üstünü süsleyen, ampir biçimi iki lambayı götürüp verdi. Sabahtan beri dinlenmemişti, içinden gelen büyük sevinçle coşmuş, yorulmuyordu bile. Bir sepetin içine, gül yapraklan yolup doldurmak için saçları rüzgarla uçuşarak dönüp geldiği sırada Hubert ona takıldı.
— Evlendiğin gün daha az didineceksin... Evlenen sen misin kuzum?
Genç kız neşeyle yanıt verdi: -— Elbette, benim ya! Hubertine de gülümsedi.
— Ev artık süslendi, çıkıp giyinsek iyi olur.
— Şimdi geliyorum, anne,.. İşte sepetim doldu.
Monsenyörün önüne serpmek niyetinde olduğu güllerin son yapraklarını didiklemekle uğraşıyordu. Yapraklar, ince parmaklarından birer birer dökülüyor, sepet, hafif, kokulu çiçeklere dolup taşıyordu. Angelique bir kahkaha attı:
— Çabuk! süslenip, yıldız gibi güzel olacağım! Diyerek, merdivene daldı, gözden kayboldu.
Öğleden sonraydı saatler ilerliyordu. Şimdi, Beaumont -l'Eg-lise'ın ateşli faaliyeti dinmişti; sonuçta hazırlanan sokaklarda, çekingen fısıltılarla dolu, ürpertili bir bekleyiş vardı. Şiddetli sıcak devinimini tamamlayıp yandan vuran güneşle birlikte azalmış, solan gök kubbeden, sıkışık evlerin arasına, yalnızca sessiz ve ince ılık bir . gölge iniyordu. Bütün bu eski belde katedralin bir devamı haline gelmiş gibiydi. Yalnız, bu eski dini töreni kutlamağı benimsemeyen bir çok fabrikanın işi tatil bile etmedikleri Ligneul kıyısındaki yeni şehirden, Beaumont- la - Ville'den araba gürültüleri geliyordu.
Saat dört olur olmaz, uğultusu Hubert'lerin evini sarsan. Kuzey kulesindeki büyük çan çalmağa başladı; tam o sırada da Angelique'le.
Hubertine, giyinmiş olarak göründüler. Hubertine, sade bir iplik dan-tela ile süslü, dokuma bezden bir fistan giymişti; fakat, gürbüz ve yuvarlak vücudu, onu öyle genç gösteriyordu ki evlatlılığının ablası gibi duruyordu. Angelique, beyaz ipekli fistanını giymişti; üzerinde başka bir şey yoktu, ne kulaklarına, ne bileklerine bir şey takmıştı, çıplak elleriyle çıplak boynundan, açılmış bir çiçek gibi, ince kumaştan dışarı çıkan ipek cildinden başka süsü yoktu. Aceleyle takılmış, meydanda gözükmeyen bir tarak, güneş rengi hırçın saçlarının büklümlerini zaptedemiyordu. Yalın ve alın safdil ve mağrur, bir yıldız kadar güzeldi.
— Hah! çan çalınıyor, dedi. Monsenyör, piskopos konağından
çıktı.
Çan, gök yüzünün engin duruluğu içinde, yüksek ve vakur sesiyle hâlâ çalıyordu, Hubert'ler, ardına kadar açılan zemin kat penceresinin önüne yerleştiler, iki kadın, pencerein demir çubuğuna yaslandılar, erkek, arkalarında ayakta durdu. Burası her zamanki yerleri idi, iyice görebilmek için en iyi yer orası idi, alayın ta kilisenin içinden gelişini bir tek mumu gözden kaçırmadan, ilk gören onlar oluyordu.
Angelique:
— Sepetim nerede? diye sordu. ,
Hubert, gül yaprakları dolu sepeti uzattı, genç kız, onu göğsüne bastırdı, kucağında tuttu.
— Ooh! bu çan, diye mırıldandı, adeta bize ninni söylüyor.' Çanın sesi, bütün evi inletiyor, sarsıyor; bütün sokak, bütün mahalle, bu ürpertinin yayılışı içinde bekliyor, örtüler, akşam havasında, daha gevşek çırpınıyordu.
Yarım saat geçti. Sonra, Sainte - Agnes kapısının iki kanadı birden açıldı. Mumların, yer yer, ufak parıltılarla beneklediği kilisenin loş derinlikleri gözüktü. Önce, istavrozu taşıyan, gömlekli bir di-yakos yardımcısı çıktı, yanında iki rahip yamağı vardı, ellerinde,
birer tane yakılmış meşale tutuyorlardı. Arkalarından törenci rahip Cornille telaşla geliyordu; sokağın düzenini görüp emin olduktan sonra, kilise kapısının kemeri altında durdu; sırada, herkesin, kendi yerini alıp almadığını görmek için, bir an geçide eşlik etti. Laik hayır cemiyetleri en önden yürüyor, dini cemiyetler, okullar, kıdem sırasıyla arkadan geliyordu. Minimini çocuklar vardı, kızlar gelin gibi beyazlar giymişlerdi; oğlanlar, saçları kıvırcık, baş açık, yabanlık giysileriyle prensler gibi süslü, hoşnut hepsi daha şimdiden, gözleriyle annelerini arıyorlardı. Zayıf çıplak omuzlarında bir koyun postu ile Jean - Baptiste kıyafetinde, dokuz yaşında bir koca oğlan, ortada, tek başına yürüyürdu. Pembe kurdelaları süslü dört minimini kız çocuğu üzerinden olgun bir başak resmi bulunan muslinden bir bayrak taşıyorlardı. Sonra, bir Meryem bayrağı etrafına toplanmış büyük kızlar üzerine bir Saint Joseph resmi işlenmiş kırmızı ipekliden bayraklarıyla siyahlı kadınlar. Yaldızlı sopaların ucunda sallanan kadife ve saten bayraklar geliyordu. Tarikat üyesi erkekler de az kalabalık değildi, renk renk kıyafetli keşişler vardı; hele dimiler giymiş, kukuletalı, kül rengi keşişlerin, üzerinde İsa çilesi aletleri asılı duran tekerlekli, olağanüstü bir çarmıh betimlemesi taşıyan alameti, dikkati çekiyordu.
Çocuklar gözükür gözükmez, Angelique, sevgi ile
— Aman! ne cici şeyler! şunlara bakın! dedi.
Ancak bir çizme boyunda, pek pek üç yaşında bir minimini, ufacık ayakları üzerinde sendeliyerek mağrur bir eda ile o kadar ilginç yürüyordu ki, Angelique, elini sepete daldırdı, ona bir avuç gül fırlattı. Çocuk, gözden kayboluyordu, omuzlarında, saçlarının arasın-da güller kalmıştı. Neden olduğu sevgi gülüşleri, çabucak çevreye yayıldı, her pencereden çiçek yağmağa başladı. Sokağın uğultulu sessizliği ortasında, alayın boğuk ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyor, avuç avuç çiçekler, sessiz bir uçuşla, kaldırma dökülüyordu. Çok geçmeden, yerleri çiçek kapladı. Fakat, laiklerin düzenli yürüyüşünü görüp içi rahat eden rahip Cornille, kafilenin iki dakikadan
beri duraklamasından endişelenerek sabırsızlanmıştı, baş tarafa doğru yöneldi, geçerken, Hubert'ler! gülümseyerek selamladı.
Sanki kafilenin öte başında mutluluğu bekliyormuş gibi hararetlenmeğe başlayan Angelique:
— Niçin yürümüyorlar, kuzum? dedi? Hubertine, sakin edasıyla yanıt verdi.
— Koşup da ne yapacaklar.
Hubert:
— Yol tıkanmıştır, belki de durak yerlerinden biri daha bitmemiştir, diye açıkladı.
Meryem kızları, ilahi okumaya başlamışlardı, ince sesleri, havada billur duruluğuyla yükseliyordu. Kafile, yer yer, tekrar kımıldadı. Hareket edildi.
Şimdi laiklerin arkası sıra, kiliseden, en küçük dereceliler en başta, rahipler çıkıyordu. Hepsi, arkalarında beyaz harmaniye, kapı altına gelince, başlarına serpuş giyiyorlardı hepsinin elinde yanar bir mum vardı, sağdakiler, mumları sağ ellerinde, soldakiler sol ellerinde, sıradan dışarı çıkarak tutuyorlar, kırnıldıyan bu iki dizi ufacık alev, bol gün ışığı ortasında, adeta sönüyordu. Önce büyük manastır papazlar, ruhani daireler papazları, bağımsız kilise papazları çıktılar; sonra papaz çıraklarıyla katedralin rahipleri, onların peşi sıra, beyaz kaftanlar giymiş müşavir rahipler geliyordu. Onların ortasında, kırmızı ipekliden kaftanlarıyla zakirler vardı; yüksek sesle ilahi okumağa başlamışlardı, bütün rahipler heyeti, bu ilahiye daha hafif bir sesle eşlik ediyordu. Pange Linguma ilahisi oldukça pürüzsüz yükseldi; ufacık mum alevlerinin soluk altın yaldızlarla yer yer beneklediği harmaniyelerin uçuşan kanatlan, sokağı büyük bir muslin fısıltıyla dolduruyordu. Angelique: — Oo! Saint Agnes! dedi.
Dört rahip yamağının, dantelalı, mavi kadifeden bir sedye üzerinde taşıdığı ermiş kıza gülümsüyordu. Her yıl, onun, yüzyı-lından beri içinde uyanık durduğu karanlıktan böyle dışarı çıkıp, vücudunu örten altın sarısı uzun saçlarının içinde, bol gün ışığında baş-kalaştığını gördükçe hayret ediyordu. Ufak elleri, ufak, ince ayakları, zamanla kararmış, ince, küçük kız yüzüyle, çok yaşlı olduğu halde, yine de ne kadar gençti.
Onun peşinden Monsenyörün gelmesi gerekiyordu. Kilisenin içinden, sallanan buhurdanların şangırtısı geliyordu.
Fısıldaşmalar oldu; Angelique:
—.Monsenyör geliyor... Monsenyör geliyor, dedi.
O dakikada, Angelique, gözleri geçip giden ermiş kızda eski hikayeleri hatırlıyor, Agnes'in mübadelesi sayesinde Beaumont'u vebadan kurtaran Hautecoeur sülalesinden, yüksek markileri, onun resmine tapan, gelip onun önünde diz çöken V. Jean'ı ve bütün onun sülalesinden olanları hatırlıyordu; mucizeyi başaran bütün senyörleri, bir prensler sülalesi gibi, birer birer geçit yaptıklarını görüyordu.
Geniş bir alan boş kalmıştı. Sonra, asayı koruyan görevli papaz, onu. kıvrık tarafı kendine dönük, dümdüz tutarak ilerledi. Arkadan, her birinin yanında kayık biçimi bir buhurdan taşıyan yamak olduğu halde, geri geri giden ve ellerindeki buhurdanları hafif hafif sallayan iki buhurdan çömezi gözüktü. Erguvan rengi kadifeden, sırma saçaklı büyük sayvan, kapının bir kanadından güçlükle çıktı. Fakat, düzen çabucacık kuruldu, görevliler sayvanın kollarına yapıştılar. Altında, Monsenyör, diyakoslar arasında, sırtında beyaz omuzluk, kutsal ekmeği, dokunmadan, çok yüksekte tutan ellerine omuzluğun iki ucu sanlı, açık baş, ilerliyordu.
Buhurdan çömezleri hemen açılmışlardı, buhurdanlar hızla savrularak, ince zincirlerinin hafif şıngırtısı arasında, ölçülü bir hareketle sallandı.
Angelique. Monsenyöre benzeyen birini nerede görmüştü.
acaba? Bütün alınlar imrenerek eğiliyordu. Fakat, Angelique, kaşını hafifçe eğmiş, ona bakıyordu. Monsenyörün boyu uzun, ince ve asildi, altmış yaşında olmasına rağmen görkemli bir gençliği vardı. Kartal bakışlı gözleri parıldıyor, irice burnu, gür büklümler halindeki beyaz saçlarının yumuşattığı yüzündeki yüksek egemen ifadesini art-tırıyordu. Angelique, onun yüzündeki solgunluğu farketti, yanaklarına bir kan dalgası hücum ettiğini sandı. Belki de, bu sadece, örtülü ellerinde taşıdığı, onu mistik bir parıltıya gömen, altından, büyük güneşin yansıması idi.
Bu yüze benzer bir yüzün hatırası, kesinlikle, içinde uyanıyordu. Monsenyör, daha ilk adımlarda, mezmurun ayetlerini okumağa başlamış, diyakoslarıyla birlikte, nöbetleşe, yavaş sesle okuyordu. Gözlerini, kendi bulunduğu pencereye doğru çevirince, Angelique titredi; Monsenyör,' ona, her türlü ihtirasın boşluğunu söyleyen, mağrur bir soğuklukta, oldukça ciddi gözükmüştü. Bakışları, meleğin ziyaret ettiği meryem, çarmıhın dibinde oturan Meryem, göğe çekilen Meryem betimli üç eski zaman işlemesine gitmişti. Bu gözler hoşnutluk alameti gösterdiler, sonra, aşağıya bakarak Angeluque'in üzerinde durdular; genç kız, heyecanı ortasında, onların, sertlikten mi. yoksa yumuşaklıktan mı solgunlaştıklarını anlayamadı. Gözler tekrar kutsal ekmeğe dönmüş, hareketsizleşmiş, büyük altın güneşin yan-sıması ile parıldıyorlardı. Buhurdanlar güçle savruluyor, ince zincirlerin hafif şıngırtısıyla savruluyor, ince zincirlerin hafif şın-gırtısıyla iniyor, bir küçük bulut, bir günlük dumanı havada yükseliyordu.
Fakat, Angelique'in kalbi çatlıyacak gibi atıyordu. Sayvanın arkasında, serpuşu, iki meleğin göğe çektiği Sainte Ağnes'i, her telini aşkıyla işlediği eseri görmüştü bir rahip parmaklan bir tülle sarılı, onu, mübarek bir şey gibi, sofuca taşıyordu. Angelipue. oradan, sayvanı izleyen laiklerin, devlet memurları, subaylar, yüksek memurlar kalabalığının içinde, ön safta, ince ve kumral, siyah elbeseli Felicien'i görüp tanımıştı; Kıvırcık saçları, irice, düz burnu, kara gözleriyle,
mağrur bir güzelliği vardı. Angelique onu bekliyordu, onun sonunda prens kıyafetine girmiş olmasına şaşmamıştı. Yalanının affı için yalvaran, endişeli bakışına genç kız, parlak bir gülümseme ile karşılık verdi.
Hubertine, hayret içinde:
— A! diye mırıldandı, o delikanlı değil mi, bu?
Felincien'i o da tanımıştı, arkasına dönüpte kızını değişik bir yüzle görünce endişelendi.
— Bize yalan mı söyledi, öyleyse?... Niçin söyledi, sen kavrayabiliyor musun?.. Bu delikanlının kim olduğunu biliyor musun?
Evet, belki de biliyordu. Yeni yeni sorulara içinden bir ses yanıt veriyordu. Fakat, kendine soru sormağa cesaret edemiyor, sormak istemiyordu. Vakti gelince, iş, kesin olarak anlaşılacaktı. O zamanın yaklaştığını taşkın bir gurur ve bir ihtirasla duyuyordu.
Hubert, karısının arkasından eğildi.
— Ne var kuzum? dedi.
O, hiç bir zaman, olup biten işlere dikkat etmezdi. Hubertine, delikanlıyı kendisine gösterince olasılık vermedi.
— Yok canım! o değil, dedi.
Bunun üzerine, Hubertine, aldanmış gibi gözüktü. En akıllıca hareket bu idi, soruşturup öğrenecekti.
Fakat, Monsenyör, sokağın köşesinde durağın yeşillikleri arasında, kutsal ekmeği günlükle tütsülediği sırada duran alay, tekrar hareket etmek üzereydi; sepete daldırdığı elini çıkarmayı unutan Angelique kavradığı son bir avuç gül yaprağını sevinç içinde çevik bir hareketle fırlattı. O sırada, Felicien de yürümeğe başlamıştı. Çiçekler yukardan dökülüyordu. İki yaprak yavaş yavaş salınarak saçlarına kondu.
Artık alayın sonu gelmişti. Sayvan, Grand Rue'nün köşesinde
gözden kaybolmuştu, kafilenin ucu uzaklaşıyor, sokağı, üstüne basılan güllerin yükselttiği kekremsi koku içinde ıssız, inanlı bir mu-rakkabe ile kendinden geçmiş gibi bırakıyordu. Hala, uzaktan, buhurdanların her savruluşunda inen ince zincirlerin şıngırtısı, gitgide daha hafif işitiliyordu.
Angelique:
— Oh, anne, ne olursun? dedi. Kiliseye gidelim de, dönüşlerini
görelim.
Hubertine, önce, olmaz dedi. Fakat kendisi de, kuşkusunu gidermek için öyle bir istek duyuyordu ki, razı oldu.
— Peki, madem ki hoşuna gidiyor birazdan gideriz.
Fakat sabretmek gerekliydi. Angelique; yukarı çıkıp bir şapka giymiş, yerinde duramıyordu. İkide bir pencerenin önüne geliyor, sokağın başına bakıyor, gökyüzünü bile araştırır gibi, gözlerini yukarı kaldırıyordu; bir yandan da yüksek sesle konuşuyor, alayı adım adım izliyordu.
— Basse sokağın alt başına iniyorlar... Hah! İşte, şimdi, meydanlığa, kaymakamlık binasının' önüne çıkacaklar... Beaumont-la Ville'in uzun yolları da bitmek bilmez ki, hem o bezirganlar, Sainte Agnes'i görmekten ne zevk alırlar?
Gökte, sırmalı bir kumaştan özenle ile kesilip çıkarılmış gibi, ince bir pembe bulut yüzüyordu. Bütün şehir hayatının tatil edildiği, Tanrının evinden dışarı çıktığı, herkesin, günlük çalışmalarına tekrar başlamak için, onun, evine götürülmesini beklediği, havanın durgunluğundan seziliyordu. Karşıda, kuyumcunun mavi örtüleri, mumcunun kırmızı örtüleri hâlâ dükkanlarının önünde asılı duruyordu. Sokaklar uyuyor gibiydi, artık, bir sokaktan ötekine, yavaş adımlarla geçen papazların yürüyüşünden başka bir şey kalmamıştı, kafilenin gidişi, şehrin her noktasından seziliyordu.
— Anne, anne, inan olsun ki, Magloire sokağının başındalar.
Yokuşu çıkacaklar.
sizi seveyim. Soğuk davranın, insafsız davranın, sizi o hallerinizle seveceğim. Hiçbir umut beslemeden, yalnız dizlerinize böylece kapanmak mutluluğu uğrunda sizi görmekten başka bir şey istemiyorum.
Kendinden geçerek sustu; genç kızı duygulandırmak için hiçbir söz bulamadığını sanarak cesaretini yitiriyordu. Onun, önüne geçilemeyen, dudakları üzerinde gitgide yayılan bir tebessümle gü-lümsediğini anlıyamıyordu. Ah! Sevgili çocuk, ne kadar safdil, ne kadar inançlı idi, gençliğinin bütün emeli karşısındaymış gibi onun karşısında secdeye varmış, kalbinden kopan taptaze, ihtiras dolu duasını okuyordu! Birde, Angelique önce, onu görmemek için nefsiyle savaşmıştı, onu, kendisi asla bilmeden seveceğine yemin etmişti. Büyük bir sessizlik olmuştu, ermiş kızlar, böyle sevince, sevmeyi yasak etmiyorlardı. Arkasında, neşeli bir soluk, belli belirsiz bir ürperti dolaşmış, ayın yürüyen dalgası odanın döşeme tahtası üzerinde gezinmişti. Görünmez bir parmak, herhalde koruyucusu ermiş kızın parmağı, yemini bozmak için, onun dudağına kondu. Artık konuşabilirdi, etrafında dalgalanan kudretli ve şefkatli ne varsa, hepsi, ona birtakım sözler fıslıyorlardı.
— Ya! Evet, hatırlıyorum, hatırlıyorum.
Felicien, derhal, bu sesin ahengine kapıldı; bu sesin, üzerindeki füsun öyle güçlü idi ki, yalnızca onu işitmekle aşkı artıyordu.
— Evet, geceleyin geldiğiniz zamanı hatırlıyorum,, ilk akşamlan o kadar uzaktaydınız ki, ayaklarınızın hafif sesi, beni kararsız bırakıyordu. Sonra sizi tanıdım, daha sonra da, gölge-nizi gördüm, sonunda, bir akşam, bu geceki gibi güzel bir gece, beyaz ışığın .tam ortasında gözüktünüz. Sizi, yıllardan beri beklediğim şekilde, doğanın ortasından yavaş yavaş çıkıyordunuz... Chevrote'un kapıp götürdüğü o çamaşırı kurtardığınız zamanelimde olmadan koyverdiğim o bol kahkahayı hatırlıyorum. Yoksullarıma beni küçük düşürecek kadar çok para verip onları benim elimden aldığınız zamanki öfkemi ha-
tırlıyorum. Beni otların üzerinde yalınayak koşmaya zorladınız akşamki korkumu hatırlıyorum... Evet, hatırlıyorum, hatırlıyorum...
Sanki o sizi seviyorum sözü yüzüne karşı tekrar söylenmiş gibi andığı bu son hatıranın ürpertisi içinde billur sesi bir parça pü-rüzlenmişti.
FelicLen, hayran, onu dinliyordu.
— Huysuzluk ettiğim doğru. İnsan, bilmeyince, çok budala oluyor! Gerekli olduğunu sandığı şeyleri yapıyor, kalbine uyar uymaz suç işlemiş olmaktan korkuyor. Fakat, sonradan, ne kadar vicdan azabı çektim, size sıkıntı çektirdiğim için, kendim de sıkıntı çektim!.. Bunu anlatmaya kalksam, kesinlikle beceremeyeceğim. Saint Agnes resmini alıp getirdiğiniz zaman, sizin için çalışacağımdan dolayı pek seviniyordum, her gün geleceğinizi biliyordum. Gelgelelim, sanki sizi evden kovmak istiyormuşum gibi, kayıtsızlık gösteriş yapıyordum. Acaba, insan, kendini tatmin etmek ihtiyacında mı? Halbuki, sizi, kollarımı açıp karşılamak istiyorum, varlığımın derinliğinde, isyan eden, sizden korkan ve kaçınan, çok eski olan nedenini unuttuğu bir kavganın hesabını görmek istiyormuş gibi, size, kararsızlıklar içinde azap çektirmekten zevk alan bir başka kadın vardı. Ben, her zaman iyi bir kız değilimdir, içimden bilemediğim bir takım şeyler belirir... En kötüsü de kesinlikle ki, size paradan sözetmem oldu. Ah! para; ben ki, parayı asla aklıma getirmemişimdir, olsa olsa, canımın istediği yere yağmur gibi yağdırıp zevk almak için, arabalar dolusu para olursa kabul ederim! Kendime böyle iftira etmekten ne haz duydum sanki? Beni affedecek misiniz?
Felicien, ayaklarının dibindeydi, dizleri üzerinde yürüyerek, ona kadar gelmişti. Ummadığı, sınırsız bir şeydi bu.
— Ah! Paha biçilmez, güzel, iyi sevgili ruh, bana bir solukta şifa veren olağanüstü bir iyiliğe sahipsin! Istırap çekip çekmediğimi bile bilmiyorum artık... Asıl, beni affetmek size düşer, çünkü size bir şey
itraf edeceğim, kim olduğumu size söylemem gerek.
Angelique, yüreğini bu kadar samimiyetle açtıktan sonra, kendisinin daha fazla gizlenmiyeceğini düşünerek, Felicien büyük bir heyecana kapılıyordu. Gizlenmek dürüst bir hareket olmuyordu. Sonunda kim olduğunu tanıyınca, Angelique gelecekten endişeye düşerse, onu yitirmek korkusuyla yine de tereddüdediyordu.
Angelique de, elinden olmadan tekrar kurnazlaşmış, onun konuşmasını bekliyordu.
Felicien, çok yavaş sesle devam etti: —Ananıza babanıza yalan söyledim. Angelique, gülümseyerek:
— Evet, biliyorum, dedi.
— Hayır, bilmiyorsunuz, bilemezsiniz, çok uzağa ait bir .şey...
Ben yalnız kendi zevkim için cam üzerine resim yaparım... Bilmiş
\ olun ki...
O zaman, Angelique, eliyle onun ağzını kapatıverdi, sırrını söylemesine meydan vermedi,
— Bilmek istemiyorum... Sizi bekliyordum, geldiniz. Bu yeter.
Felicien artık konuşmuyordu,dudakları üzerinde duran bu ufacık el, sevinçten soluğunu kesiyordu.
— Sonra öğrenirim, zamanı gelince... Hem, emin olun ki biliyorum. Siz, ancak, en güzel, en zengin, en asil insan olabirsiniz, çünkü, bu benim hülyam. Rahat bekliyorum. Bu hülyanın gerçekleşeceğine eminim... Siz, benim umduğum insansınız, ben de sizinim...
Angelique, söylediği sözlerin ürpertisi içinde bir kere daha sustu. Bu sözleri, o tek başına bulmuyordu, bunlar, ona güzel geceden; ulu, beyaz gökten; dışarda uyukluyan, onun hülyalarını saklayan yıllanmış ağaçlardan, yıllanmış taşlardan geliyordu; arkasından işittiği birtakım sesler, havayı dolduran, "Efsane" deki dostlarının sesleri de, bu
sözleri mırıldanıyorlardı. Fakat, söylenecek bir tek kelime kalıyordu, içinde her şeyin sevgiliyi uzun zamandan beri bekleyişin, onu uzun uzun yaratışın, ilk karşılaşmadaki artan hararetin, her şeyin eriyeceği kelime kalıyordu. Odanın saf beyazlığı ortasında, gün ışığına doğru yükselen sabahçı bir kuşun beyaz uçuşu gibi, dudaklarından fırladı:
—Sizi seviyorum.
Angelique, elleri açık, dizleri üstünde düşmüş, kendini bırakıyordu. Felicien de, onun, otlar üzerinde yalınayak koştuğu akşamı hatırlıyordu; o akşam, genç kız, o kadar güzeldi ki peşi sıra koşmuş, kulağına: "Sizi seviyorum" diye mırıldanmıştı, Angeli-que'in de, ancak şimdi, aynı söylemiyle kendisine: "Sizi seviyorum" yanıtını verdiğini, alabildiğine açılan yüreğinden, sonunda önceki feryadın yükseldiğini, iyice işitiyordu.
— Sizi seviyorum, beni alın, beni götürün, sizinim... Bütün varlığıyla kendini veriyordu. Bu, onda, tutuşan bir irsiyet ateşiydi. Araştıran elleri boşluğu kavrıyor, çok ağır gelen başı, narin boynu üzerinde bükülüyordu. Felicien kollarım boynu üzerinde bükülüyordu. Felicien kollarını uzatsa, her şeyin cahili olduğu için için, damarlarının emrine gereksinim duymadan, o kolların arasına düşecekti. Ona sahip olmak niyetiyle gelen Felicien bu çok ihtiraslı masumluğun karşısında titredi. Bileklerinden hafifçe tuttu, saf ellerini göğsü üzerinde kavuşturdu. Bir an saçlarından öpmek hevesine bile kendini kaptırmadan ona baktı.
— Siz beni seviyorsunuz, ben de sizi seviyorum... Ah! Sevildiğine emin olmak!
Fakat, bu hayranlıktan, ikisi de, bir heyecanla uyandılar. Ne vardı? Kendilerin,, büyük, beyaz bir aydınlığın içinde görüyorlardı; sanki ay ışığı genişliyor, bir güneş ışığı gibi parlıyordu. Şafak söküyordu, piskoposluk bahçesindeki karaağaçların tepesinde, bir bulut pembeleşiyordu. O ne? Sabah bu kadar çabuk mu olmuştu? Şa-
şırmışlardı, saatlerden beri, orada konuşmakta olduklarına ina-namıyorlardı. Angelique ona daha bir şey söylememişti, Felicien'in de söyleyeceği daha neler vardı!
— Bir kaç dakika, bir kaç dakikacık!
Şafak, şirin şafak, sıcak bir yaz gününün daha şimdiden ılık şafağı, büyüyordu. Yıldızlar birer birer sönmüştü, dolaşan hayaller, göze görünmeyen dost kızlar, bir ay ışığı içinde tekrar göklere yükselmiş, yıldızlarla beraber gitmişlerdi. Şimdi, gündüz ışığında oda, duvarlarıyla kirişlerinin beyazlığından oluşan bir beyazlıktaydı, kara renkli meşeden antika eşyasıyla bomboştu. Örtülen İran kumaşı perdelerden birinin yarı yarıya gizlediği, bozulmuş yatak görünüyordu.
— Bir dakika, bir dakika daha!
Arigelique ayağa kalkmış reddediyor, Felicien'i, gitsin diye zorluyordu. Gün ışığı artıkça utanç duymağa başlamıştı, yatağı görünce, büsbütün utandı. Sağında bir gürültü duyar gibi olmuştu, içeriye hiç bir rüzgar soluğu girmediği hâlde, saçları da" uçuşuyordu. Acaba, güneşten ürküp, en son çekilip giden Agnes miydi bu?
— Hayır, bırakın beni, rica ederim... Artık, çok aydınlık oldu, korkuyorum:
O zaman, Felicien, söz dinledi, çekildi. Seviliyordu, bu isteklerinden de fazla bir şeydi. Ama, pencerenin önüne varınca, döndü, genç kıza bir kere daha uzun uzun baktı; sanki, ondan, beraberinde bir şey götürmek istiyordu. Şafak aydınlığına gömülü, bakışlarının bu sürekli okşayışı içinde birbirlerine gülümsüyorlardı,
Felicien, son bir defa daha:
— Sizi seviyorum, dedi. Angelique, aynı sözle karşılık verdi.
— Sizi seviyorum.
Hepsi bu kadardı Felicien, çevik ve kıvrak bir hareketle, kalaslara tutunarak inmişti; Angelique de, balkonda kalmış, parmaklığa
abanmış, onun arkasından bakıyordu. Menekşe demetini almış, heyecanını dağıtmak için, kokluyordu. Felicien, Clos- Marie'den geçip de başını yukarı kaldırdığı zaman, onun çiçekleri öptüğünü gördü.
Felicien söğütlerin gerisinde henüz gözden kaybolmuştu ki, Angelique, alt katta sokak kapısının açıldığını işitip telaşlandı. Saat dördü vuruyordu, her zaman, ev halkı ancak bundan iki saat sonra uyanırdı.
Hubertine'i görünce, daha fazla şaştı; çünkü, her zaman, önce, Hubert aşağı inerdi. Hubertine'in sanki uykusuzlukla bitkin bir geceden sonra, sıkıntıdan boğularak bu kadar erken yatağından fırlamış gibi, sabah havası içinde, yüzü solgun, kolları iki yanına sarkık, daracık bahçenin yollarında, ağır ağır gezindiğini gördü.
Hubrtine, sırtında yalnızca sabahlık, alelacele topladığı saçlarıyla, yine de çok güzeldi; hem, pek yorgun, mutlu görünüyordu.
VIII
Ertesi sabah, sekiz saat süren bir uykudan, büyük sevinçlerin yorgunluğunu dinlendiren tatlı ve derin bir uykudan uyanınca, Angelique penceresine koştu. Gök oldukça duruydu; bir gün önce onu endişelendiren şiddetli bir fırtınadan sonra, havanın sıcaklığı devam ediyordu, genç kız, altındaki katta pencere kepenklerini açmakla uğraşan Hubert'e neşeyle seslendi:
— Baba baba! Güneş var!... Ah! Ne kadar seviniyorum, alay güzel olacak.
Çabucak giyindi, aşağı indi. Miracle alayı, Beaumont sokaklarında, temmuzun 28'inci günü olan o gün dolaşacaktı. Her yıl, o tarihte, işlemecilerin evinde bayram olurdu; iğneye el sürmezler, o günü, dör yüz yıldan beri, analardan kızlara miras kalan gelenekli, et-
lraflı bir düzene evi süslemekle geçirirlerdi.
Angelique, sütlü kahvesini telaşla içerken, bir yandan da örtülerle uğraşmaya başlamıştı.
— Anne bir kez kontrol edip, sağlam mı baksaydık! Hubertine, sakin sesiyle:
— Daha vaktimiz var, diye yanıt verdi. Öğleden önce asacak değiliz.
Bu örtüler, Hubert'lerin bir aile yadigarı gibi, dindar bir saygı ile sakladıkları eski zaman işlemesi, oldukça güzel üç pano idi ki, yılda bir kez alay geçtiği gün meydana çıkarırlardı. Yöntem gereğince, tö-renci rahip Cornille, kapı kapı dolaşıp kutsal şaraplı ekmeği taşıyan Mönsenyörün eşlik edeceği Saint- Agnes heykelinin hangi yollardan geçeceğini halka haber vermişti. Dört yüzyıldan fazla bir zamandan beri, bu yol aynı idi. Alay, Saint- Agnes kapısından hareket ederek Orfevres Sokağından, Grand Rue'den Basese Sokağından geçiyor; sonra yeni şehirden dolaşıp Magloire Sokağına, Cloitre Meydanına geliyor, Katedralin büyük cephesinden içeri giriyordu. Halk, alayın geçtiği yerlerde, biribiriyle yarış edercesine pencerelerini donatıyor, duvarlara en süslü örtülerini seriyor, çakıllı, daracık kaldırıma, gül yaprakları serpiyordu.
Angelique'in, işlemeli üç parçayı, bütün yıl içinde uyukladıkları çekmeden çıkarmasına izin verilmedikçe, içi rahat etmedi. Son derece hoşnut:
— Hiçbir şeyleri yok, bir şeycikleri yok, diye mırıldanıyordu.
Örtüleri ince kağıtları özenle kaldırdıktan sonra, üçü de, mer-yem'e ait betimlemeleriyle ortaya çıktı: Meleğin ziyaretini kabul eden Meryem, çarmıhın dibinde ağlayan Meryem, göğe yükselen Meryem, . sırma zemin üzerine elvan ipekle işlenmiş, o beşinci yüzyıldan kalma, şaşılacak derecede iyi korunmuş şeylerdi; satmaları için büyük paralar teklif edildiği halde geri çeviren işlemeciler, bu ör-
tülerle pek övünüyorlardı. — Anne, ben asacağım!
Bu, bir sorundu. Hubert, öğleden önceki bütün zamanın, evin köhne cephesini temizlemekle geçirdi. Bir sopanın ucuna süpürge takmış, tuğlalı tahta kısımları, çatının direklerine kadar süpürmüştü; sonra temel katının taş kısımlarım ve merdiven yuvasının,, erişebildiği her tarafını süngerle yıkamıştı. O zaman, işlemeli üç parça, yerlerini aldı. Angelique onları halkalarından, yüzyıllık çivilere taktı; "Teşbir"i sol pencerenin altına, "Uruc"u, sağ pencerenin altına astı; "Çile" ye gelince, ona özgü çiviler, zemin katında ki büyük pencerenin üstündeydi; Angelique onu yerine asmak için, bir merdiven getirmek zorunda kaldı. Pencereleri çiçeklerle süslemişti. Köhne ev, bayram gününün parlak güneşi altında parıldıyan bu sırmalı, ipekli işlemelerle, gençliğinin uzak devirlerine dönmüş gibi idi.
Öğle yemeğinden beri bütün Orfevres Sokağı faaliyet içindeydi Şiddetli sıcakta sokaklarda dolaşmak için, alay, ancak beşte çıkacaktı; fakat, şehir öğleden başlıyarak süslenmeğe koyulmuştu. Hubert'lerin karşısındaki kuyumcu dükkanı gümüş kılaptan püsküllü gök mavisi örtülerle süsleniyodu; bitişiğindeki mumcu, yataklığının perdelerini kullanıyor, kırmızı pamukludan olan bu perdeler, güneşin ortasında kan kırmızı görünüyordu. Her evde, daha başka renklerde bir kumaş bolluğu vardı, herkes, karyola önü seccadelerine varıncaya kadar nesi varsa çıkarıp asıyor, bunlar, sıcak havanın bezgin so-luklarıyla sallanıyordu. Sokak, göz alıcı ve ürpertili bir şirinlik için de, örtülerle giyinmiş, gök kubbe altında açılan bir galeri halinde gel-misti. Bütün halk sokakta kaynaşıyor, kendi evlerindeymiş gibi yüksek sesle konuşuyor, kimisi öteberi kucaklamış oradan oraya do-laşıyor, kimisi, tırmanıyor çivi çakıyor, haykırıyordu. Grand Rue'nun köşesinde bir mola yeri hazırlanıyordu; çevredeki kadınların hepsi ayaklanmışlar, oraya konulmak üzere vazolar, kollu şamdanlar a-
şıyorlardı.
Anelique, koşlu, salondaki şöminenin üstünü süsleyen, ampir biçimi iki lambayı götürüp verdi. Sabahtan beri dinlenmemişti, içinden gelen büyük sevinçle coşmuş, yorulmuyordu bile. Bir sepetin içine, gül yapraklan yolup doldurmak için saçları rüzgarla uçuşarak dönüp geldiği sırada Hubert ona takıldı.
— Evlendiğin gün daha az didineceksin... Evlenen sen misin kuzum?
Genç kız neşeyle yanıt verdi: -— Elbette, benim ya! Hubertine de gülümsedi.
— Ev artık süslendi, çıkıp giyinsek iyi olur.
— Şimdi geliyorum, anne,.. İşte sepetim doldu.
Monsenyörün önüne serpmek niyetinde olduğu güllerin son yapraklarını didiklemekle uğraşıyordu. Yapraklar, ince parmaklarından birer birer dökülüyor, sepet, hafif, kokulu çiçeklere dolup taşıyordu. Angelique bir kahkaha attı:
— Çabuk! süslenip, yıldız gibi güzel olacağım! Diyerek, merdivene daldı, gözden kayboldu.
Öğleden sonraydı saatler ilerliyordu. Şimdi, Beaumont -l'Eg-lise'ın ateşli faaliyeti dinmişti; sonuçta hazırlanan sokaklarda, çekingen fısıltılarla dolu, ürpertili bir bekleyiş vardı. Şiddetli sıcak devinimini tamamlayıp yandan vuran güneşle birlikte azalmış, solan gök kubbeden, sıkışık evlerin arasına, yalnızca sessiz ve ince ılık bir . gölge iniyordu. Bütün bu eski belde katedralin bir devamı haline gelmiş gibiydi. Yalnız, bu eski dini töreni kutlamağı benimsemeyen bir çok fabrikanın işi tatil bile etmedikleri Ligneul kıyısındaki yeni şehirden, Beaumont- la - Ville'den araba gürültüleri geliyordu.
Saat dört olur olmaz, uğultusu Hubert'lerin evini sarsan. Kuzey kulesindeki büyük çan çalmağa başladı; tam o sırada da Angelique'le.
Hubertine, giyinmiş olarak göründüler. Hubertine, sade bir iplik dan-tela ile süslü, dokuma bezden bir fistan giymişti; fakat, gürbüz ve yuvarlak vücudu, onu öyle genç gösteriyordu ki evlatlılığının ablası gibi duruyordu. Angelique, beyaz ipekli fistanını giymişti; üzerinde başka bir şey yoktu, ne kulaklarına, ne bileklerine bir şey takmıştı, çıplak elleriyle çıplak boynundan, açılmış bir çiçek gibi, ince kumaştan dışarı çıkan ipek cildinden başka süsü yoktu. Aceleyle takılmış, meydanda gözükmeyen bir tarak, güneş rengi hırçın saçlarının büklümlerini zaptedemiyordu. Yalın ve alın safdil ve mağrur, bir yıldız kadar güzeldi.
— Hah! çan çalınıyor, dedi. Monsenyör, piskopos konağından
çıktı.
Çan, gök yüzünün engin duruluğu içinde, yüksek ve vakur sesiyle hâlâ çalıyordu, Hubert'ler, ardına kadar açılan zemin kat penceresinin önüne yerleştiler, iki kadın, pencerein demir çubuğuna yaslandılar, erkek, arkalarında ayakta durdu. Burası her zamanki yerleri idi, iyice görebilmek için en iyi yer orası idi, alayın ta kilisenin içinden gelişini bir tek mumu gözden kaçırmadan, ilk gören onlar oluyordu.
Angelique:
— Sepetim nerede? diye sordu. ,
Hubert, gül yaprakları dolu sepeti uzattı, genç kız, onu göğsüne bastırdı, kucağında tuttu.
— Ooh! bu çan, diye mırıldandı, adeta bize ninni söylüyor.' Çanın sesi, bütün evi inletiyor, sarsıyor; bütün sokak, bütün mahalle, bu ürpertinin yayılışı içinde bekliyor, örtüler, akşam havasında, daha gevşek çırpınıyordu.
Yarım saat geçti. Sonra, Sainte - Agnes kapısının iki kanadı birden açıldı. Mumların, yer yer, ufak parıltılarla beneklediği kilisenin loş derinlikleri gözüktü. Önce, istavrozu taşıyan, gömlekli bir di-yakos yardımcısı çıktı, yanında iki rahip yamağı vardı, ellerinde,
birer tane yakılmış meşale tutuyorlardı. Arkalarından törenci rahip Cornille telaşla geliyordu; sokağın düzenini görüp emin olduktan sonra, kilise kapısının kemeri altında durdu; sırada, herkesin, kendi yerini alıp almadığını görmek için, bir an geçide eşlik etti. Laik hayır cemiyetleri en önden yürüyor, dini cemiyetler, okullar, kıdem sırasıyla arkadan geliyordu. Minimini çocuklar vardı, kızlar gelin gibi beyazlar giymişlerdi; oğlanlar, saçları kıvırcık, baş açık, yabanlık giysileriyle prensler gibi süslü, hoşnut hepsi daha şimdiden, gözleriyle annelerini arıyorlardı. Zayıf çıplak omuzlarında bir koyun postu ile Jean - Baptiste kıyafetinde, dokuz yaşında bir koca oğlan, ortada, tek başına yürüyürdu. Pembe kurdelaları süslü dört minimini kız çocuğu üzerinden olgun bir başak resmi bulunan muslinden bir bayrak taşıyorlardı. Sonra, bir Meryem bayrağı etrafına toplanmış büyük kızlar üzerine bir Saint Joseph resmi işlenmiş kırmızı ipekliden bayraklarıyla siyahlı kadınlar. Yaldızlı sopaların ucunda sallanan kadife ve saten bayraklar geliyordu. Tarikat üyesi erkekler de az kalabalık değildi, renk renk kıyafetli keşişler vardı; hele dimiler giymiş, kukuletalı, kül rengi keşişlerin, üzerinde İsa çilesi aletleri asılı duran tekerlekli, olağanüstü bir çarmıh betimlemesi taşıyan alameti, dikkati çekiyordu.
Çocuklar gözükür gözükmez, Angelique, sevgi ile
— Aman! ne cici şeyler! şunlara bakın! dedi.
Ancak bir çizme boyunda, pek pek üç yaşında bir minimini, ufacık ayakları üzerinde sendeliyerek mağrur bir eda ile o kadar ilginç yürüyordu ki, Angelique, elini sepete daldırdı, ona bir avuç gül fırlattı. Çocuk, gözden kayboluyordu, omuzlarında, saçlarının arasın-da güller kalmıştı. Neden olduğu sevgi gülüşleri, çabucak çevreye yayıldı, her pencereden çiçek yağmağa başladı. Sokağın uğultulu sessizliği ortasında, alayın boğuk ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyor, avuç avuç çiçekler, sessiz bir uçuşla, kaldırma dökülüyordu. Çok geçmeden, yerleri çiçek kapladı. Fakat, laiklerin düzenli yürüyüşünü görüp içi rahat eden rahip Cornille, kafilenin iki dakikadan
beri duraklamasından endişelenerek sabırsızlanmıştı, baş tarafa doğru yöneldi, geçerken, Hubert'ler! gülümseyerek selamladı.
Sanki kafilenin öte başında mutluluğu bekliyormuş gibi hararetlenmeğe başlayan Angelique:
— Niçin yürümüyorlar, kuzum? dedi? Hubertine, sakin edasıyla yanıt verdi.
— Koşup da ne yapacaklar.
Hubert:
— Yol tıkanmıştır, belki de durak yerlerinden biri daha bitmemiştir, diye açıkladı.
Meryem kızları, ilahi okumaya başlamışlardı, ince sesleri, havada billur duruluğuyla yükseliyordu. Kafile, yer yer, tekrar kımıldadı. Hareket edildi.
Şimdi laiklerin arkası sıra, kiliseden, en küçük dereceliler en başta, rahipler çıkıyordu. Hepsi, arkalarında beyaz harmaniye, kapı altına gelince, başlarına serpuş giyiyorlardı hepsinin elinde yanar bir mum vardı, sağdakiler, mumları sağ ellerinde, soldakiler sol ellerinde, sıradan dışarı çıkarak tutuyorlar, kırnıldıyan bu iki dizi ufacık alev, bol gün ışığı ortasında, adeta sönüyordu. Önce büyük manastır papazlar, ruhani daireler papazları, bağımsız kilise papazları çıktılar; sonra papaz çıraklarıyla katedralin rahipleri, onların peşi sıra, beyaz kaftanlar giymiş müşavir rahipler geliyordu. Onların ortasında, kırmızı ipekliden kaftanlarıyla zakirler vardı; yüksek sesle ilahi okumağa başlamışlardı, bütün rahipler heyeti, bu ilahiye daha hafif bir sesle eşlik ediyordu. Pange Linguma ilahisi oldukça pürüzsüz yükseldi; ufacık mum alevlerinin soluk altın yaldızlarla yer yer beneklediği harmaniyelerin uçuşan kanatlan, sokağı büyük bir muslin fısıltıyla dolduruyordu. Angelique: — Oo! Saint Agnes! dedi.
Dört rahip yamağının, dantelalı, mavi kadifeden bir sedye üzerinde taşıdığı ermiş kıza gülümsüyordu. Her yıl, onun, yüzyı-lından beri içinde uyanık durduğu karanlıktan böyle dışarı çıkıp, vücudunu örten altın sarısı uzun saçlarının içinde, bol gün ışığında baş-kalaştığını gördükçe hayret ediyordu. Ufak elleri, ufak, ince ayakları, zamanla kararmış, ince, küçük kız yüzüyle, çok yaşlı olduğu halde, yine de ne kadar gençti.
Onun peşinden Monsenyörün gelmesi gerekiyordu. Kilisenin içinden, sallanan buhurdanların şangırtısı geliyordu.
Fısıldaşmalar oldu; Angelique:
—.Monsenyör geliyor... Monsenyör geliyor, dedi.
O dakikada, Angelique, gözleri geçip giden ermiş kızda eski hikayeleri hatırlıyor, Agnes'in mübadelesi sayesinde Beaumont'u vebadan kurtaran Hautecoeur sülalesinden, yüksek markileri, onun resmine tapan, gelip onun önünde diz çöken V. Jean'ı ve bütün onun sülalesinden olanları hatırlıyordu; mucizeyi başaran bütün senyörleri, bir prensler sülalesi gibi, birer birer geçit yaptıklarını görüyordu.
Geniş bir alan boş kalmıştı. Sonra, asayı koruyan görevli papaz, onu. kıvrık tarafı kendine dönük, dümdüz tutarak ilerledi. Arkadan, her birinin yanında kayık biçimi bir buhurdan taşıyan yamak olduğu halde, geri geri giden ve ellerindeki buhurdanları hafif hafif sallayan iki buhurdan çömezi gözüktü. Erguvan rengi kadifeden, sırma saçaklı büyük sayvan, kapının bir kanadından güçlükle çıktı. Fakat, düzen çabucacık kuruldu, görevliler sayvanın kollarına yapıştılar. Altında, Monsenyör, diyakoslar arasında, sırtında beyaz omuzluk, kutsal ekmeği, dokunmadan, çok yüksekte tutan ellerine omuzluğun iki ucu sanlı, açık baş, ilerliyordu.
Buhurdan çömezleri hemen açılmışlardı, buhurdanlar hızla savrularak, ince zincirlerinin hafif şıngırtısı arasında, ölçülü bir hareketle sallandı.
Angelique. Monsenyöre benzeyen birini nerede görmüştü.
acaba? Bütün alınlar imrenerek eğiliyordu. Fakat, Angelique, kaşını hafifçe eğmiş, ona bakıyordu. Monsenyörün boyu uzun, ince ve asildi, altmış yaşında olmasına rağmen görkemli bir gençliği vardı. Kartal bakışlı gözleri parıldıyor, irice burnu, gür büklümler halindeki beyaz saçlarının yumuşattığı yüzündeki yüksek egemen ifadesini art-tırıyordu. Angelique, onun yüzündeki solgunluğu farketti, yanaklarına bir kan dalgası hücum ettiğini sandı. Belki de, bu sadece, örtülü ellerinde taşıdığı, onu mistik bir parıltıya gömen, altından, büyük güneşin yansıması idi.
Bu yüze benzer bir yüzün hatırası, kesinlikle, içinde uyanıyordu. Monsenyör, daha ilk adımlarda, mezmurun ayetlerini okumağa başlamış, diyakoslarıyla birlikte, nöbetleşe, yavaş sesle okuyordu. Gözlerini, kendi bulunduğu pencereye doğru çevirince, Angelique titredi; Monsenyör,' ona, her türlü ihtirasın boşluğunu söyleyen, mağrur bir soğuklukta, oldukça ciddi gözükmüştü. Bakışları, meleğin ziyaret ettiği meryem, çarmıhın dibinde oturan Meryem, göğe çekilen Meryem betimli üç eski zaman işlemesine gitmişti. Bu gözler hoşnutluk alameti gösterdiler, sonra, aşağıya bakarak Angeluque'in üzerinde durdular; genç kız, heyecanı ortasında, onların, sertlikten mi. yoksa yumuşaklıktan mı solgunlaştıklarını anlayamadı. Gözler tekrar kutsal ekmeğe dönmüş, hareketsizleşmiş, büyük altın güneşin yan-sıması ile parıldıyorlardı. Buhurdanlar güçle savruluyor, ince zincirlerin hafif şıngırtısıyla savruluyor, ince zincirlerin hafif şın-gırtısıyla iniyor, bir küçük bulut, bir günlük dumanı havada yükseliyordu.
Fakat, Angelique'in kalbi çatlıyacak gibi atıyordu. Sayvanın arkasında, serpuşu, iki meleğin göğe çektiği Sainte Ağnes'i, her telini aşkıyla işlediği eseri görmüştü bir rahip parmaklan bir tülle sarılı, onu, mübarek bir şey gibi, sofuca taşıyordu. Angelipue. oradan, sayvanı izleyen laiklerin, devlet memurları, subaylar, yüksek memurlar kalabalığının içinde, ön safta, ince ve kumral, siyah elbeseli Felicien'i görüp tanımıştı; Kıvırcık saçları, irice, düz burnu, kara gözleriyle,
mağrur bir güzelliği vardı. Angelique onu bekliyordu, onun sonunda prens kıyafetine girmiş olmasına şaşmamıştı. Yalanının affı için yalvaran, endişeli bakışına genç kız, parlak bir gülümseme ile karşılık verdi.
Hubertine, hayret içinde:
— A! diye mırıldandı, o delikanlı değil mi, bu?
Felincien'i o da tanımıştı, arkasına dönüpte kızını değişik bir yüzle görünce endişelendi.
— Bize yalan mı söyledi, öyleyse?... Niçin söyledi, sen kavrayabiliyor musun?.. Bu delikanlının kim olduğunu biliyor musun?
Evet, belki de biliyordu. Yeni yeni sorulara içinden bir ses yanıt veriyordu. Fakat, kendine soru sormağa cesaret edemiyor, sormak istemiyordu. Vakti gelince, iş, kesin olarak anlaşılacaktı. O zamanın yaklaştığını taşkın bir gurur ve bir ihtirasla duyuyordu.
Hubert, karısının arkasından eğildi.
— Ne var kuzum? dedi.
O, hiç bir zaman, olup biten işlere dikkat etmezdi. Hubertine, delikanlıyı kendisine gösterince olasılık vermedi.
— Yok canım! o değil, dedi.
Bunun üzerine, Hubertine, aldanmış gibi gözüktü. En akıllıca hareket bu idi, soruşturup öğrenecekti.
Fakat, Monsenyör, sokağın köşesinde durağın yeşillikleri arasında, kutsal ekmeği günlükle tütsülediği sırada duran alay, tekrar hareket etmek üzereydi; sepete daldırdığı elini çıkarmayı unutan Angelique kavradığı son bir avuç gül yaprağını sevinç içinde çevik bir hareketle fırlattı. O sırada, Felicien de yürümeğe başlamıştı. Çiçekler yukardan dökülüyordu. İki yaprak yavaş yavaş salınarak saçlarına kondu.
Artık alayın sonu gelmişti. Sayvan, Grand Rue'nün köşesinde
gözden kaybolmuştu, kafilenin ucu uzaklaşıyor, sokağı, üstüne basılan güllerin yükselttiği kekremsi koku içinde ıssız, inanlı bir mu-rakkabe ile kendinden geçmiş gibi bırakıyordu. Hala, uzaktan, buhurdanların her savruluşunda inen ince zincirlerin şıngırtısı, gitgide daha hafif işitiliyordu.
Angelique:
— Oh, anne, ne olursun? dedi. Kiliseye gidelim de, dönüşlerini
görelim.
Hubertine, önce, olmaz dedi. Fakat kendisi de, kuşkusunu gidermek için öyle bir istek duyuyordu ki, razı oldu.
— Peki, madem ki hoşuna gidiyor birazdan gideriz.
Fakat sabretmek gerekliydi. Angelique; yukarı çıkıp bir şapka giymiş, yerinde duramıyordu. İkide bir pencerenin önüne geliyor, sokağın başına bakıyor, gökyüzünü bile araştırır gibi, gözlerini yukarı kaldırıyordu; bir yandan da yüksek sesle konuşuyor, alayı adım adım izliyordu.
— Basse sokağın alt başına iniyorlar... Hah! İşte, şimdi, meydanlığa, kaymakamlık binasının' önüne çıkacaklar... Beaumont-la Ville'in uzun yolları da bitmek bilmez ki, hem o bezirganlar, Sainte Agnes'i görmekten ne zevk alırlar?
Gökte, sırmalı bir kumaştan özenle ile kesilip çıkarılmış gibi, ince bir pembe bulut yüzüyordu. Bütün şehir hayatının tatil edildiği, Tanrının evinden dışarı çıktığı, herkesin, günlük çalışmalarına tekrar başlamak için, onun, evine götürülmesini beklediği, havanın durgunluğundan seziliyordu. Karşıda, kuyumcunun mavi örtüleri, mumcunun kırmızı örtüleri hâlâ dükkanlarının önünde asılı duruyordu. Sokaklar uyuyor gibiydi, artık, bir sokaktan ötekine, yavaş adımlarla geçen papazların yürüyüşünden başka bir şey kalmamıştı, kafilenin gidişi, şehrin her noktasından seziliyordu.
— Anne, anne, inan olsun ki, Magloire sokağının başındalar.
Yokuşu çıkacaklar.
Has leído el texto 1 de Turco literatura.
Siguiente - Angelique'in Hülyası - 09
- Piezas
- Angelique'in Hülyası - 01
- Angelique'in Hülyası - 02
- Angelique'in Hülyası - 03
- Angelique'in Hülyası - 04
- Angelique'in Hülyası - 05
- Angelique'in Hülyası - 06
- Angelique'in Hülyası - 07
- Angelique'in Hülyası - 08
- Angelique'in Hülyası - 09
- Angelique'in Hülyası - 10
- Angelique'in Hülyası - 11
- Angelique'in Hülyası - 12
- Angelique'in Hülyası - 13
- Angelique'in Hülyası - 14