🕙 29-minuto de lectura

Angelique'in Hülyası - 05

El número total de palabras es 3814
El número total de palabras únicas es 2139
31.0 de palabras están entre las 2000 palabras más comunes
46.0 de palabras están entre las 5000 palabras más comunes
54.3 de palabras están entre las 8000 palabras más comunes
Cada línea representa el porcentaje de palabras por cada 1000 palabras más comunes.
  bir tarafa ayrılıyor, bir yıldırımla iyi ediliyordu. Ölüm yeniliyordu. Öldükten sonra dirilmeler o kadar sık sık oluyordu ki, her günkü ufak tefek olaylardan sayılıyordu. Ermişerin kendileri de son nefeslerini verdikten sonra mucizeler yine durmuyor, artıyor, mezarlarının canlı çiçekleri gibi oluyordu. Nicolas'nın ayaklarından ve başından, her derde deva, iki çeşme halinde zeytin yağı akıyordu. Cecile'in tabutu açılınca, bir gül kokusu çıkıyordu. Dorothe'nin tabutu kudret hel-vasıyla dolu idi. Bakirelerin ve din şehitlerinin bütün kemikleri, yalancıları utandırıyor, hırsızları, çaldıkları malları, geri vermek zorunda bırakıyor, kısır kadınların muradını veriyor, ölüm halindeki hastalara sağlıklarını geri veriyordu. Olanaksız bir şey kalmıyordu. Gözle görünmez güç hüküm sürüyordu, biricik kanun, doğaüstünün cilveleriydi. Tapınaklarda sihirbazlar işe karışıyordu; orakların kendi kendine ot biçtikleri, tunçtan yılanların kımıldadıkları görülüyor, tunç heykellerin güldüğü, kurtların şarkı söylediği işitiliyordu. Ermişler, hemen karşılık veriyor, onları saf dışı ediyordu. Mukaddes ekmekler canlı et haline geliyor, betimlemelerinden kan akıyor, toprağa batırılan değnekler çiçek açıyor, pınarlar fışkıyor, yoksulların ayaklan dibinde yığınlarla ekmek birikiyor, bir ağaç eğiliyor, İsa'ya tapıyordu. Daha daha, kesik başlar konuşuyor, kırık kupalar kendi kendine onarılıyor, yağmur bir kilisenin üstünden uzaklaşıp civardaki sarayları suya boğuyor, keşiflerin giysileri eskimiyor, her mevsim, hayvan derisi gibi yenileniyordu. Ermenisan'da, zalimler, beş din şehidinin kurşun tabutlarını denize atıyorlardı; içinde havari Barthelemy'nin cesedi bulunan tabut başa geçiyor, öbür dördü saygı olsun diye, ona eşlik ediyorlar, hepsi, bir gibi düzen içinde, meltemde, ağır ağır yüzerek, engin denizlerden, Sicilya kıyılarına kadar geliyorlardı.
  Angelique, mucizeye güçle inanıyordu. Bilgisizliği ortasında, yıldızların doğması, menekşelerin açması gibi harikalarla kuşatılmış ' bir halde yaşıyordu. Dünyayı, bir makine gibi değişmez kanunlarla yönetmek düşüncesi, ona divanelik görünüyordu. Kavrayamadığı neler vardı; kudretini ölçmesine olanak olmayan, bazen yüzünde do-
  laşan engin solukları olmasa varlıklarını tahmin bile edemeyeceği güçlerin ortasında, kendisini ne kadar kaybolmuş, ne kadar zayıf hissediyordu. Nitekim, ilk devir hıristiyanları gibi, okuduğu efsanelerle beslenerek, ilk günahı silmek ödeviyle kendini cansız bir halde Al-lahın ellerine bırakıyordu; hiç hür değildi, ona göndererek, iman yolunu Tanrı sağlayabilirdi; bu yüzden Hubert'lerin damı altına, katedralin gölgesine getirip, orada, itaatten, saflıktan ve inançtan ibaret bir hayat yaşatmasıydı.
  Angelique, irsi illet ifritinin, canevinde homurdandığını işitiyordu. Doğduğu memlekette kalsaydı, kim bilir ne olacaktı. Kuşkusuz kötü bir kız olacaktı; oysa, şimdi, bu mübarek köşede, her mevsimde yeni bir sağlıkla büyüyordu. Ezbere bildiği masallardan, orada içtiği imandan, içinde yıkandığı mistik maveradan yapılma bu çevre; mucizeyi, ona, günlük hayatıyla bir seviyede, doğal gösteren bu görünmez alem çevresi, gufran değil miydi? Gufran, din şehitlerini nasıl silahlandırıyorsa, bu çevre de, hayat savaşı için onu silahlandırıyordu. Angelique de, bilmeden, onu kendisi yaratıyordu; çevre onun efsanelerle kızışan hayallerinden doğuyordu; onun bilmediği neler varsa onlarla dolup genişliyor, varlığındaki ve eşyadaki bilinmezle cisimleniyordu. Her şey onun kendisinden gelip yine kendisine dönüyor, insan insanı kurtarmak için Tanrıyı yaratıyordu, hülyadan başka bir şey yoktu. Bazen şaşırıyor, kendi varlığından şüphe ederek, şaşkınlık içinde, elini yüzünde gezdiriyordu. Varlığı, bir hayal yarattıktan sonra ortadan kaybolacak bir görüşten oluş-muyor muydu?
  Bir mayıs gecesi, üzerinde çok uzun saatler geçirdiği o balkonda, hüngür hüngür ağladı. Kederi yoktu, gelecek hiç kimse olmadığı halde, bir beklemenin heyecanı içindeydi. Gece çok karanlıktı, Clos Marie, yıldızla dolu gökyüzünün altında, karaltılı bir kovuk gibi çukur görünüyor, Angelique yalnız piskoposluk bahçesinin ihtiyar kara ağaçlarıyla, Voincourt konağının kara yığınlarını seçebiliyordu. Yalnız, mihrabın renkli camdan penceresi pırıldıyordu. Mademki ge-
  lecek kimse yoktu, kalbi niçin böyle hızlı hızlı çarpıyordu? Bu, uzak tarihe, ta çocukluğuna ait bir bekleyişti; bir bekleyiş ki. yaşı ilerledikçe büyümüş ergenliğin bu heyecanlı hummasına gelip dayanmıştı. Hiçbir şey ona garip görünmeyecekti. haftalardır hayalinde canlandırdığı bu esrarlı köşeden sesler duyuyordu. Efsane, oraya, ermiş erkek ve kadınlardan, doğa üstü alemini salıvermişti, mucize, orada gelişmeye hazırdı. Angelique. her şeyin canlanmakta olduğunu, işittiği seslerin, vaktiyle sessiz olan şeylerden geldiğini, ağaç yapraklarının, Chevrotte'un sularının, katedralin taşlarının kendisiyle konuştuklarını iyice anlıyordu. Fakat, görünmez alemin fısıltıları ona böyle kimi haber veriyordu, maveradan esen ve havada dalgalanan, bi-. linmedik güçler, ona ne yapmak istiyorlardı? Angelique, hiç kimsenin vermediği bir randevuda imiş gibi, gözleri karanlıklarda, orada du-. ruyor, uykusuzluktan bitik hale gelinceye kadar sürekli bekliyor; bir yandan da, bilmediği alemin,kendi isteği dışında, hayatı hakkında karar verdiğini hissediyordu.
  Angelique, bir hafta, böylece, gecenin karanlığında ağladı. Hep oraya geliyor, sabırla bekliyordu. Etrafının kuşatılması, sanki ufuk daralmış da onu sıkıyormuş gibi, devam ediyor, her akşam artıyordu. Eşya, yüreğine ağır basıyor, sesler, şimdi, kafatasının ta içinde uğul-dadığı halde, Angelique, onları daha net işitemiyordu. Bu, yavaşça bir kavrayıştı, bütün doğa yer ve geniş gökyüzü onun varlığına giriyordu. En hafif bir gürültü olsa, elleri ateş gibi yanıyor, gözleri karanlıkları delmeye uğraşıyordu. Sonunu, beklediği mucize miydi bu? Hayır, yine bir şey yoktu, her halde, bir gece kuşunun kanat çırpmasından başka bir şey değildi. Tekrar kulak veriyor, kara ağaçların ve söğütlerin yapraklarından çıkan başka başka hışırtılara varıncaya kadar seziyordu. Derede bir taş tekerlendikçe, yada etrafı araştıran bir hayvan, bir duvardan süzüldükçe, belki yirmi kez, böylece, bir ürperti ile tepeden tırnağa titredi. Baygınlıklar geçirerek eğiliyordu. Hiç, yine hiçbir şey yoktu.
  Sonunda, aysız gökyüzünden, daha sıcak bir karanlık düküldüğü bir akşam, bir şey başladı. Angelique, aldandığını sanarak korktu; bu çok hafif, adeta belli belirsiz bir şey, tanıdığı gürültüler arasında yeni. ufak bir gürültü idi. Tekrar duyulması gecikiyor, Angelique nefesini tutuyordu. Sonra, yine belli belirsiz daha güçle işitildi. Gözün ve kulakların dışında, bir şeyin yaklaştığını haber veren havadaki bu titremeye, adeta, uzaktan işitilen, güçlükle sezilen bir ayak sesi geliyordu. Angelique'in beklediği şey, görünmez alemden geliyor, etrafında ürperen şeylerden ağır ağır çıkıyordu. Gençlik isteklerinin gerçeklenişi gibi, hülyasından, parça parça ortaya çıkan bir şeydi bu. Boyalı resimden sessiz ayaklarıyla, ona doğru yükselmek için, otlara basarak yürüyen renkli camdaki Saint Georges'mi idi acaba? Pencere de, .rastlantı soluklaşıyordu, Angelique, bulanık, dumanlı, kızıl bir küçük buluta benzeyen ermişi, artık iyiden iyiye göremiyordu. O gece daha fazla bir şey öğrenemedi. Fakat ertesi gün, aynı saatte, aynı karanlıkta, gürültü arttı, bir parça yaklaştı. Kesinlikle bir ayak sesiydi, yere sürtünerek geçen, hayal gibi ayak sesleriydi. Duruyor, şurada, burada tekrar başlıyor, yerini kesin olarak anlıyamıyordu. Belki de Voincourt'ların bahçesinden geliyordu, kara ağaçların altında, gece geç vakit dolaşan birisiydi. Belki de, oradan değil de, piskoposluk bahçesindeki sık ağaçlıklardan, keskin kokusu yüreğini bayıltan iri leylaklardan geliyodu. Angelique, karanlıkları ne kadar araştırsa. beklediği mucizeyi ona, yalnız kulakları, bir de burnu, sanki içine bir nefes karışmış gibi artan o çiçeklerin kokusu haber veriyordu Birçok geceler, ayak seslerinin çizdiği daire, balkonun altında, gitgide daraldı; Angelique, seslerin duvara, ayaklarının dibine kadar geldiğini işitti. Ayak sesleri orada duruyor, o zaman, uzun bir sessizlik oluyor, kuşatılma, içinde baygınlık geçirdiğini duyduğu, bilmediği alemin yavaşça ve gitgide büyüyen kucaklayışı tamamlanıyordu.
  Ertesi geceler, Angelique, yıldızların arasında, yeni ayın ince bir hilal şeklinde belirdiğini gördü. Fakat ay. gün kavuşurken uzaklaşıyor, göz kapağının örttüğü keskin ışıklı bir göz gibi. katedralin
  çatısının arkasına çekiliyordu. Angelique, ayı izliyor, her gün, akşamın karanlığı çökerken onun büyüdüğünü görüyor, sonunda, görünmeyen alemi aydınlatacak olan bu meşaleyi bekliyordu. Gerçek, Clos Marie, köhne değirmeninin yıkıntılarıyla, ağaçlarıyla hızlı akan deresiyle, karanlıklardan sıyrılıyordu. O zaman, ışık ortasında, yaratılış devam etti. Hülya aleminden gelen şey, sonunda bir vücut gölgesi oldu. Çünkü, Angelique, ayın altında kımıldayan, silik bir gölgeden başka bir şey görmemişti. Neydi bu, acaba? Rüzgarla sallanan bir dal gölgesi mi? Bazen, her şey silinip kayboluyor, meydan bir ölüm hareketsizliği içinde uyuyor, Angelique, gözüne hayal gözüktüğünü sanıyordu. Sonra, kuşku duymak olanağı kalmadı, koyu renkli bir gölge aydınlık bir alanı aşmış, bir söğütten ötekine süzülmüştü. Angelique onu gözden kaybediyor, tekrar buluyor, ne olduğunu bir türlü an-lıyamıyordu. Bir akşam, çevik bir hareketle kaçan iki omuz görür gibi oldu, gözleri hemen kilisenin penceresine itti; pencere, tam karşıdan vuran ay ışığıyla sönmüş, boşalmış gibi, kül rengi idi. O andan başlayarak, Angelique, canlı gölgenin uzadığını, penceresine yaklaştığım, kilise boyunca, otların arasında, şu karakovuklardan o kara kovuklara geçerek hep mesafe kazandığını farketti. Onu daha yakında hissettikçe, gitgide artan bir heyecana, görülmeyen gizemli gözlerin bakmasıyla duyulan o sinirli duyguya kapılıyordu. Kesinlikle orada, yaprakların altında biri vardı, gözlerini kaldırıp, üzerinden ayırmadan, hep kendisine bakıyordu. Ellerinde, yüzünde bu bakışla-rın uzun, çok tatlı, çekingen dokunuşunu duyuyor, efsanenin sihirli aleminden geldikleri için onları saf sanıyor, sakınmıyordu; ilk duy-duğu endişe, mutluluğa karşı duyduğu inançla çok latif bir heyecan haline geliyordu. Bir gece, ay ışığıyla ağaran toprağın üzerinde, gölge, açık ve belli bir çizgi halinde gözüktü; bu, söğütlerin arkasında zili olduğu için göremediği bir adamın gölgesiydi. Adam kımılda-mıyordu, Angelique, hareketsiz gölgeye uzun uzun baktı.
  O günden sonra, Angelique birgize sahip oldu. Kireçle badana edilmiş, bembeyaz, çıplak odası bu gizle dolmuştu. Saatlerce,büyük
  karyolasında, incecik vücuduyla kaybolmuş, yatıp kalıyor, gözleri kapalı olduğu halde uyuyamıyor, pırıl pırıl toprağın üzerindeki hareketsiz gölge, gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. Şafak sökerken gözlerini açtığı zaman, bakışları, koca elbise dolabından köhne sandığa, çini sobadan tuvalet masasına gidiyor, ezbere, yanılmadan çizebileceği o gizemli gölgeyi orada göremediğine şaşıyordu. Uykuya yatarken, onun perdelerinin soluk renkli fundaları arasından sü-züldüğünü görmüştü. Uyanıkken olduğu gibi, rüyalarında da hep onunla uğraşıyordu. Bu, kendi gölgesinin arkadaşı bir gölgeydi, yalnız olduğu halde, rüyasıyla beraber, iki gölgesi vardı. Bu gizi, hiç kimseye söylemedi, hatta, o zamana kadar, herşeyi söylediği Hu-bertin'e bile anlatmadı. Hubertine, onun neşeli haline şaşarak sorduğu zaman, Angelique, kıpkırmızı kesiliyor, erken gelen ilkbaharın kendisini neşelendirdiğini söylüyordu. İlk güneşli havalarda mest olmuş bir arı gibi, sabahtan akşama kadar vızıldıyordu. İşlediği üstlükler, ipekler ve sırmalar içinde, hiç bu kadar parlaklık saçma-mıştı. Hubertl'ler, gülümsüyorlar, onu, yalnızca sağlıklı sanıyorlardı. Akşam yaklaştıkça neşesi artıyor, ay doğarken şarkı söylüyor, vakit gelince, balkona abanıyor, gölgeyi görüyordu. Mehtap devam ettiği kadar, onu, dimdik ve sessiz, dakikası dakikasına, randevuda hazır buldu, fakat, daha fazla bir şey anlıyamadı, gölgeyi yapan yaratığın kim olduğunu öğrenemedi; yalnızca bir gölge mi, bir hayal miydi, yoksa kilise camından kaybolan ermiş miydi; yada, vakiyel Cecile'i sevmiş olan melekti de, şimdi de kendisini sevmek için'gökten yere mi iniyordu? Bu düşünce ona gurur verdi, görünmez alemden gelmiş bir okşama gibi, çok zevkli bir şey oldu. Sonra, bunun ne olduğunu anlamak için bir sabırsızlık duydu, tekrar beklemeye başladı.
  Tam yuvarlak halindeki ay, Clos - Marie'yi aydınlatıyordu. Gökyüzünün ortasında bulunduğu zaman, tepeden inen beyaz ışığın altında, ağaçların, sessiz ışıklar akıtan pınarlar gibi, hiç gölgesi kalmıyor- • du. Bütün saha, bu ışığa gömülüyor, bir bir aydınlık dalgası orayı, bir
  billur duruluğu ile dolduruyordu; ışığın parlaklığı öyle delici idi ki, söğüt yapraklarının zarif oyalarına varıncaya kadar seçiliyordu. Havadaki en hafif ürperti, bitişik bahçelerin iri karaağaçlarıyla katedralin dev cüssesi arasında doğanüstü bir huzur içinde uyuklayan bu ışık gölünü karıştırır gibi oluyordu.
  İki gece daha geçmişti, üçüncü gece, Angelique, gelip balkona abandığı zaman yüreği şiddetle hopladı. Orada, parlak ışığın ör--tasında, onun, ayakta, yüzü kendisine dönük durduğunu görmüştü. Gölgesi de, ağaçların gölgeleri gibi, ayakları dibinde toplanmış, kaybolmuştu. Belli, yalnız o vardı. Angelique, onu bulunduğu uzak yerden, güpegündüz gibi, yirmi yaşında, sarışın, uzun boylu, narin görüyordu. Kıvırcık saçlarıyla, seyrek sakalıyla, irice, düz burnu, mağrur ve tatlı bakışlı kara gözleriyle, bir Saint Georges'a, bir İsa'ya benziyordu. Hem, onu tanıyordu; onu hiçbir zaman başka türlü görmemişti, ta kendisiydi. Angelique, onu bu şekilde bekliyordu. Mucize, sonunda gerçekleşiyordu, görünmez alemin yavaşça yaratışı, bu canlı hayale gelip dayanıyordu. Hayal, bilinmeyen alemden, eşyanın ürpertisinden, mırıldanan seslerden, gecenin hareketli cilvelerinden, Angelique'i, içine baygınlıklar verecek kadar kuşatmış olan şeylerin hepsinden çıkıyordu. Nitekim, onu doğaüstü gelişiyle, yerden iki adım yukarıda görüyor, mucize onu dört taraftan kuşatıyor, ayın gi-. zemli gölü üzerinde dalgalanıyordu. İçeriğinde, efsanenin bütün kalabalığı, değnekleri çiçek açan ermiş erkekler, yaralarından yağmur gibi süt akan ermiş kadınlar vardı. Beyazlı bakirelerin uçuşu da yıldızları solduruyordu.
  Angelique, hâlâ ona bakıyordu. Hayal, kollarını kaldırdı, apaçık, uzattı. Angelique korkmuyor, ona gülümsüyordu.
  Her üç ayda bir, Hubertine'in, küllü suya çamaşır bastırması bir mesele oluyordu. Gabet ana isimli bir kadın gündelikle tutuluyor; işlemeler dört gün unutuluyordu; bu işe, Angelique de karışıyor, sonra, Chevrotte'un duru sularında çamaşır sabunlamayı ve çalka-lamayı, eğlence ediniyordu. Çamaşır, küllü sudan çıkınca, el arabasıyla küçük ara kapıdan dışarı çıkarılıyor; Clos - Marie'de güzel havada ve bol güneşte, günler geçiriliyordu.
  — Anne, bu sefer, ben de yıkıyacağım, çok hoşuma gidiyor! Sonra, sarsıla sarsıla gülerek, kolları dirseklerine kadar sıvalı,
  çamaşır tokmağı elinde, Angelique, vücudunu köpük içinde bırakan bu çetin işin verdiği neşe ve sağlıkla, çamaşırı can ve gönülden tokmaklıyordu.
  — Kolanını sertleşjtıriyor, bana iyi geliyor, anne.
  Chevrotte deresi, kırı yandan biçiyor, önce durgun akarken, sonra çok hızlanıyor, çakıllı bir yokuş üzerinde, iri kaynaşmalarla koşuyordu. Piskoposluk bahçesinin duvarı dibinde bırakılmış, bir çeşit bent kapağından çıkıyordu; öte başta, Voincurt konağının köşesine, yuvarlak bir kemerin altında kayboluyor, toprağa dalıyor, iki yüz metre ötede, Basse sokağının bütün boyunca tekrar meydana çıkıyor, Ligneul'e kadar gidiyor, oraya dökülüyordu. Öyle ki, çama-şıra gözkulak olmak lâzımdı, çünkü, sonra peşinden koşmak gerekliydi. Elden kaçırılan her parça, kaybolmuş demekti.
  — Anne! durun, durun!.. Şu kocaman taşı peşkirlerin üstüne koyayım. Gücü varsa alıp götürsüz, hırsız kafir!
  Taşı oturttu, uğraşmaktan, yorulmaktan hoşnut, dönüp gitti, değirmen arasından başka bir taş daha çekti, getirdi; bir parmağını ze-deliyecek olsa, sallıyor, bir şey değil, diyordu. Bu yıkıntıların altında barınan yoksullar ailesi, gündüzleri yollara dağılır, sadaka toplamaya çıkardı. Arsa, soluk renkli top söğütleriyle, yüksek kavakla-rıyla, hele otlarıyla omuzlara kadar gelen, çok canlı, taşkın ve sırnaşık otlarıyla,
  latif ve serin bir ıssızlık içinde kalıyordu. Büyük ağaçlan ufku kaplıyor bitişik iki bahçeden, ürpertili bir sessizlik geliyordu. Saat üçten sonra katedralin gölgesi, bir sakinlikle, uçuşan bir günlük kokusuyla karışık, uzanıyordu.
  Angelique, körpe, beyaz kolunun var gücüyle, çamaşırı daha hızlı tokmaklıyordu
  — Anne, anne! Bu akşam, öyle yemek yiyeceğim ki!.. Haa! Biliyorsunuz ya. Bana çilekli pasta yapacağınıza söz vermiştiniz.
  Fakat o seferki çamaşırda, çalkalama günü, Angelique yalnız kaldı. Gabet ananın birdenbire siyatiği tuttuğu için gelmemişti; Hubertine de başka işlerle uğraşmak için, evde kalmıştı. Genç kız, saman dolu kutusunun içine diz çökmüş,çamaşırları birer birer alıyor, su, bulanıklığı geçip de billur gibi duru hale gelinceye kadar uzun uzun çalkalıyordu. Orada, Hautecceur mihrabının penceresi önünde, hafif bir iskele kurmakla, uğraşan yaşlı bir işçi görerek hayret ettiği için, sabahtan beri, endişeli bir merak duyuyor, hiç telaş etmiyordu. Acaba, kilise penceresini mi onaracaklardı? Tamire de adam akıllı muhtaçtı. Saint Georges betimlemesinin camları eksikti; yüzyıllar boyunca kırımış daha başka camların yerine, basbayağı camlar konulmuştu. Bununla beraber, bu onarım işi, genç kızı öfkelendiriyordu. Ederin vücudunu delen ermişin ve ejderi,kemeriyle bağlayıp götüren kral kızının noksan yerlerine öyle alışmıştı ki, sanki sakat edilmeleri isteniliyormuş gibi, onlara şimdiden ağlıyordu. Bu kadar eski şeyleri değiştirmek, kutsallığa saldırı demekti. Sonra öğle yemeğinden dönüp gelince, öfkesi geçti. İskelede başka bir işçi vardı; bu işçi gençti, öteki gibi külrengi gömlek giymişti. Angelique, bu işçiyi tanımıştı, o idi.
  Angelique, çok neşeli, sıkılganlık duymadan, kutusunun içindeki samanın üzerine diz çökerek eski yerini aldı. Sonra, çıplak bilekleriyle duru suyun içinde çamaşırı, yine çalkalamaya koyuldu. Genç bir tanrı gibi ince sakalı ve dalgalı saçlarıyla, ay ışığının beyazlığı altında
  gördüğü kadar beyaz cildiyle, bu uzun boyu, ince, sarışın adam o idi. Mademki o idi, kilise, camına bir zarar gelmezdi: Elini sürse onu güzel leştirirdi. Angelique, onu da kendisi gibi bir işçi, herhalde bir cam ressamı olarak sırtında o gömlekle görünce, hiçbir hayal kırıklığı duymamıştı. Tersine, kurduğu olağanüstü servet hülyasına karşı kesin inancı ile, gülümsüyordu. Görünüşten oluşan bir şeydi, bu. Bilmek neye yarardı? Bir sabah, kim olması gerekiyordu, o oluverecekti. Ketadralin çatısından bir altın yağmuru dökülüyordu; erguanların uzaktan gelen uğultuları arasında bir zafer marşı yükseliyordu. Hatta, onun gece gündüz orada bulunmak için hangi yoldangeldiğini bile düşünüyordu. Çevredeki evlerin birinde oturmuyorsa, ancak, Magloire sokağına kadar piskoposluk duvarı boyunca giden Guerdaches sokağından geçebilirdi.
  O zaman, bir saat vakit geçti, Angelique yüzü neredeyse serin suya değecek kadar eğiliyor, çamaşırını çırpıyordu; fakat eline yeni bir parça aldıkça, başını kaldırıyor, bir göz atıyor, kalbini dolduran heyecan ortasında, bu bakışta, kurnaz bir eda seziliyordu. Beriki iskelenin üzerinde, camın durumunu anlamak için pek meşgul bir tavır almış, ona yangözle bakıyor, Angelique, onu kendisine doğru bu şekilde dönmüş görür görmez, sıkılıyordu. Öfke olsun, sevgi olsun, en küçük bir heyecan duyar duymaz, damarlarındaki bütün kanı yüzüne yöneliyordu. Gözleri ateş saçıyordu, halbuki, Angelique'in, kendisine dikkatle baktığını sezince öyle utanıyordu ki, küçük bir çocuk oluveriyor, ellerini nereye koyacağını bilemiyor, arakadaşı olan yaşlı adama, kekeliyerek emirler veriyordu. Angelique'i, kollarını serinleten bu coşkun suyun içinde, neşelendiren şey, onun da, kendisi "gibi masum, her şeyin cahili, hayatı tatmak için oburca bir ihtirasa sahip olduğunu sezmesi idi. Olanı biteni yüksek sesle söyleme-ye ihtiyacı yoktu, görünmez kulaklar haber getirir, konuşmayan âğız-lar onu söylerdi. Angelique başını kaldırıyor, onun da, kendi başını çevirdiğini görüveriyor, saatler geçiyordu; çok zevkli bir şeydi, bu.
  Angelique, birdenbire, işçinin, iskeleden atladığını, sonra daha iyi görmek için geriler gibi, otlara basarak arka arka yürüdüğünü, iskeleden uzaklaştığını gördü. Fakat, sırf, kendisine yaklaşmak istediği o kadar açıkça belliydi ki. az daha kahkahayı basacaktı. Her şeyi göze alan bir kimse gibi, ansızın karar verip atlamıştı; işin gülünç ve dokunaklı tarafı, bir kaç adım ötede, arkası ona dönük, kakılıp kalması haddinden fazla şiddetli davranışı verdiği feci sıkılganlık içinde, arkasına dönmeye cesaret edememesiydi. Angelique. bir an, onun, geldiği gibi, arkasına bile dönüp bakmadan, tekrar pencereye doğru gideceğini sandı. Ama, beriki, ümitsizce bir karar verdi, arkasına döndü; Angelique de, tam o sırada başını kaldırıp o kurnaz bakışıyla baktığı için, göz göze geldiler, bakışları birbirine takılıp kaldı. Bu, ikisini de cokutandırdı: ne yapacaklarını şaşırıyorlardı, o sırada, heyecanlı bir olay olmasaydı, işin içinden bir türlü çıkamayacaklardı.
  Angelique, üzüntü ile; — Aman! Eyvanlar olsun! diye haykırdı.
  Dalgın dalgın sudan çıkarmakta olduğu bir pazen entari, he-yecanı arasında, elinden kurtulmuştu; hızla akan dere, entariyi almış, götürüyordu; bir dakika daha geçerse, Voincourt'ların duvarının köşesinde, Chevrotte'un dalıp gittiği kubbeli kemerin altında gözden kaybolacaktı.
  Endişe dolu birkaç saniye geçti, Genç adam, işi anlamış, atıl-mıştı. Fakat, akan su, çakılların üstünde zıplıyor.kafir entari, ondan ıha hızlı koşuyordu. Genç, eğiliyor, entariyi yakaladığını sanıyor. sadece köpüğü avuçluyordu. İki defa. yakalamak üzereyken kaçırdı, Sonunda, coştu, hayatını tehlikeye koyan bir kimsenin cesaretli eda-vla suya girdi, entariyi. tam toprak altına dalacağı anda, kurtardı.
  O zamana kadar, kurtarma isini, yürek çarpıntılarıyla seyreden Angelique. içinden doğru .bir gülüşün, candan bir gülüşün yükseldiğini hissetti, İşte o kadar hayalini kurduğu o macera, bir göl ke-
  narındaki o rastlantı, güneşten daha güzel bir gencin, kendisini kurtardığı o müthiş tehlike, işte bu idi. Hatip, muharip Saint Georges, işte bu cam ressamı, kül rengi gömlekli bu genç işçi idi. Onun, bacakları ıslak, sırılsıklam entariyi elinde beceriksizce tutarak, "sudan çekip çıkarmak için yaptığı ısrarlı hareketin gülünçlüğünü anlamış bir halde geri dönüp geldiğini görünce, boğazım gıcıklıyor neşe taşkınlığını durdurmak için, dudaklarını ısırmak zorunda kaldı.
  Genç adam, dalmış,onu izliyordu. Gülmemek için kendini tutan Angelique, genç vücudunu baştan başa ürperten bu haliyle, son derece şirin bir çocukluk edası taşıyordu. Su serpintileriyle ıslanmış, kolları akıntı ile buz kesilmiş, ormanların yosunları arasından fışkıran, duru pınarlar gibi, temizlik kokuyordu. Bol güneş ortasında sağlık ve neşe örneği idi. Arkasındaki iş giysisiyle efsanelerde görülen kral kızları gibi fidan boyu, uzun yüzüyle, hem kadın kadıncık, hem de kraliçe idi. Genç adamın, onu sevdiği sanat güzelliği içinde o kadar güzel buluyordu ki entariyi ona nasıl uzatacağını bilemiyordu. Safdil gözükmek onu büsbütün kudurtuyordu, çünkü, genç kızın gülmemek için harcadığı çabayı iyice görüyordu. Karar vermek zorunda kaldı, entariyi ona uzattı.
  O zaman Angelique, dudaklarını açarsa kahkahayı fırlatacağını anladı. Zavallı çocuk! Hali ona ne kadar dokunuyordu; fakat, dayanılır gibi değildi, Angelique çok mutluydu, gülmek gereksinimi duyuyordu. İçinden nefesini tıkayıncaya kadar gülmek geliyordu.
  Sonunda konuşabileceğini sandı, yalnızca: — Teşekkür ederim, efendim.
  Demek istedi. Fakat yine güleceği tutmuştu, güldüğü için kekeledi, sözü yarım kaldı; çok yüksek perdeden gülüyor, Chevrotte deresini billur şırıltısına karışarak öten bir tannan perdeler şelâlesi halinde gülüyordu. Genç adam şaşırdı, söyleyecek bir söz, bir kelime bile bulamadı. O çok beyaz yüzü, birdenbire kızarmıştı; utangaç
  çocuk gözleri, kartal gözü gibi ateş saçmıştı. Çekildi, yaşlı işçi ile birlikte gözden kaybolmuştu ki, Angelique, duru suya eğilmiş, o günün parlak, şen aydınlığı altında, yine, üstüne sular sıçratarak çamaşırını çalkamaya koyulmuş, hala gülüyordu.
  Ertesi gün, bir gün öncesinden beri yığın halinde durup süzülen çamaşırı, daha saat altıda serdiler. Rastlantı, güçlü bir de rüzgar çıkmış, çamaşırın kurumasına yardım ediyordu. Hatta, parçalar uçmasın diye, dört köşelerinden, taşlarla tutturmak gerekti. Yıkanan çamaşırların hepsi, yeşil otların üstüne bembeyaz, orada serili duruyor, mis gibi bitki kokuyordu; sanki çayırda, birdenbire, kar gibi beyaz papatyalar açmıştı,
  Angelique, kahvaltıdan sonra, gelip bir göz atınca, çok canı sı--kıldı. Engin soluklarla temizlenmiş gibi görünen, çok .duru, mavi gökte, rüzgar o kadar şiddetleniyordu ki, bütün çamaşırlar uçacak hale geliyordu; bir çarşaf kaçmış, peşkirler gidip, bir söğüdün dallarından, mendiller havalanıyordu. Orada da kimsecikler yoktu! Angelique'in aklı başından gidiyordu. Çarşafı yaymak isteyince, boğuşmak zorunda kaldı. Çarşaf, onu sersemletiyor, bayrak gibi şak-lıyarak vücuduna sarılıyordu.
  O zaman, rüzgar ortasında, bir ses işitti.
  — Matmazel, size yardım edeyim, ister misiniz? diyordu.
  O idi; Angelique, ev kadınlığı kaygısından başka bir şey düşünmeden, derhal haykırdı:
  — A, elbette, yardım etsenize!.. Ucundan yakalayın, şurasından! Sıkı tutun!
  Sağlam kollarıyla çekiştirdikleri çarşaf, yelken gibi çırpınıyordu. Sonra, onu otların üstüne koydular, dört ucuna daha iri taşlar yerleştirdiler. Şimdi, sımsıkı tutulan çarşaf yere serilmişti. Ama aralarında bu göz kamaştırıcı beyazlıktaki bez olduğu halde iki başına diz çökmüşler, yerlerinden kalkmıyorlardı.
  Sonunda, Angelique gülümsedi; fakat, bu gülümseme kurnazca değildi, bir teşekkür gülümsemesiydi. Genç, cesaretlendi.
  — Benim adım Felicie, dedi.
  — Benimki de Angelique.
  — Ben cam ressamıyım; şu percereyi onarma işini bana verdiler.
  — Ben de, annem ve babamla şurada oturuyorum; işlemeciyim. Sert rüzgar, sözlerini alıp götürüyor, içine gömüldükleri sıcak
  güneşin ortasında, onları, diri, saf esintileriyle kamçılıyordu. Bildikleri şeyleri, biribirlerine söylemek zevki için biribirlerine anlatıyorlardı.
  — Camı değiştirmiyeceksiniz ya?
  — Hayır, hayır. Onarılan yer görülmeyecek bile... Onu, sizin kadar ben de seviyorum.
  Gerçekten, severim onu. Renkleri ne kadar tatlı!.. Ben bir tane Saint Georges işledim, ama, o bunun kadar güzel değildi.
  . — Oo! Nasıl güzel değil... Eğer, rahip Cornille'in pazar günü giydiği kırmızı kadife üstükteki Saint Georges'sa, ben onu gördüm. Bir harika!
  Angelique, sevincinden kızardı, birdenbire ona haykırdı:
  — Çarşafın, sol yanındaki kenarına bir taş koyun, rüzgar bir daha uçuracak.
  Genç adam atıldı, yeniden uçmağa uğraşan mahpus bir kuşun kanat çırpması gibi geniş geniş çırpınan çarşafı taşla bastırdı. Çarşaf, artık kımıldamayınca, bu sefer, ikisi de kalktılar.
  Angelique, şimdi, ot bürümüş dar patikalardan, çamaşırların arasından yürüyor, her birine bir göz atıyordu; genç adam da oldukça telaşlı, bir önlük veya bir mutfak paçavrası zihniyle oldukça meşgul, onun peşinden geliyordu. Bu, çok doğal gibi görünüyordu. Nitekim,
  genç kız konuşmaya devam etti, günlerini nasıl geçirdiğini, nelerden hoşlandığını anlattı.
  — Ben, her şeyin yerli yerinde bulunmasını isterim... Sabahleyin, atelyedeki guguklu saat beni hep altıda uyandırır; ortalık aydınlık olmasa bile giyinirim, çoraplarım şurada durur, sabun beridedir, merak işte. Yoo! Doğuştan böyle değilim, öyle dağınık bir kızdım ki, annem az çıkışmadı bana!.. Sonra, atelyede de iskemlem hep aynı yerde, ışığa karşı olmazsa, yapacağım işten hayır gelmez. Bereket versin, solak da değilim, yalnız sağ elimle çalışmak illetim de yoktu, iki elimle de işlerim, Tanrı vergisi iste, herkes yapamaz... Çiçeklere de bayılırını, ama yanımda bir demet çiçek dursa, müthiş baş ağrılarına yakalanırım. Yalnız menekşe dokunmuyor, hem de şaşılacak şey, menekşenin kokusu rahatsız etmiyor da, ferahlık veriyor. Bir parça rahatsızlık duysam, menekşe kokladım mı, hemen iyi gelir.
  Genç adam, hayran hayran, onu dinliyordu, Onun, son derece fü-sunlu, dokunaklı ve sürekli sesinin tatlılığıyla mest oluyordu; bu insan sesinden duygulansa gerekti, çünkü, bazı hecelerin yumuşak perdeleri, gözlerini yaşartıyordu.
  Angelique, sözünü keserek:
  — Hah! dedi, gömlekler kuruyor, işte.
  Sonra, kendisini tanıtmak için safdil ve bilinçsiz bir gereksinme ile gizli yönlerini anlatmaya devam etti.
  — Beyaz, her zaman güzeldir, değil mi? Gün oluyor, maviden, kırmızıdan, bütün renklerden bıkıyorum, halbuki beyazda, eksiksiz zevk veren bir şey var, beni hiç bıktırmıyor. Beyazın gözü inciten hiçbir yanı yok, insan, içinde kaybolmak istiyor... Bizim, sarı benekli, beyaz bir kedimiz vardı, beneklerini boyamıştım. Çok güzel olduydu ama, boya tutmadı... Bakın, size bir şey söyleyim! Annem bilmez, beyaz ipek kırpıntılarını hep biriktiriyorum, bir çekmece dolusu var, bir şey için değil, biriktirmek, arada sırada elimi sürmek için... Bir sır-
  rım daha var, oo! büyük bir sır, bu! Her sabah, uyandığım zaman, karyolamın yanında birisi vardır, evet, kanatlanan bir beyazlık.
  
Has leído el texto 1 de Turco literatura.