Yeni yetmelik - 1

Total number of words is 4098
Total number of unique words is 2304
29.8 of words are in the 2000 most common words
43.3 of words are in the 5000 most common words
52.0 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
SUNUŞ
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
YENİYETMELİK
Yeniyetmelik, Dünya Klasikleri dizimizde daha önce yayınlanan Çocukluk'un arkasıdır.
I
ARABAYLA YOLCULUK
Yine Petrovskoya'daki evin önünde iki araba hazırlanmıştı: Birine, kupa arabasına, Mini, Katenka, Lüboçka ile oda hizmetçileri yerleşmişler, kâhya Yakof da arabacının yanına oturmuştu; yaylı arabayaysa, Volodya, hizmete yeni alınan uşak Vasiliy ve ben binecektik.
Bizden birkaç gün sonra Moskova'ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor, kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu:
- "İsa sizi korusun... Haydi sür..." Yakof ve arabacılar (kendi hayvanlarımızla gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: "Haydi uğurlar olsun... Deh deh..." Kupa yaylı bozuk yolda hoplamaya başlıyor ve büyük geçidin iki yanındaki kayın ağaçları, birbiri ardınca yanımızdan koşuyorlar. Hiç üzgün değilim; düşüncelerim geride bıraktıklarıma değil, ilerde göreceklerime çevrilmişti. Bugüne kadar, benliğimi dolduran acı anılarla ilgisi olan eşyalardan uzaklaştıkça, bu anılar gücünü yitiriyor ve çok geçmeden yerini güç, gençlik ve umut dolu yaşama duygusu alıyordu.
Ömrümde, yolculuğumuzun bu dört günü kadar hoş ve iyi geçen günlerim pek azdı. Eğlenceli demiyorum, çünkü bu anda eğlenmek içimden gelmezdi, annem yeni ölmüştü. Gözümde; ne önünden titremeden geçemediğim annemin kilitli odasının kapısı, bir tür korkuyla baktığımız kapağı kapalı duran piyanosu, ne yas giysileri (üstümüzde basit yol giysileri vardı), ne de annemin anısını incitmek korkusuyla yaşamın canlılığına katılmamı engelleyen ve yitirdiğimiz değerli insanı canlandıran eşyalar vardı. Tersine, burada, şairane yerler, değişik eşyalar dikkatimi çekiyor, beni eğlendiriyor, ilkyaza dönmüş doğa içimi sevinçle, geleceğin aydınlık umutlarıyla dolduruyordu.
Acımasız, çoğu zaman yeni görev alan insanlarda olduğu gibi, aşırı çaba gösteren Vasiliy, sabah erkenden her şeyin hazır olduğunu ve yola çıkma zamanı geldiğini ileri sürerek üzerimizdeki yorganı çekti. Sabahın tatlı uykusunu çeyrek saat olsun uzatmak için bir hayli kurnazlık yaptık, kıvrandık, kızdık ama Vasiliy'in sert yüzünden hiçbir şeye kanmayacağını ve yorganımızı yirmi kez kez daha çekmeye hazır olduğunu anladık, yataktan fırlayarak avluya yüzümüzü yıkamaya koştuk.
Sahanlıkta, uşak Mitka'nın pişmiş istakoz gibi kızararak üflediği semaver artık kaynamıştı. Dışarda hava, kokulu bir gübreden yükselen buhar gibi sisli ve nemliydi. Güneş, göğün doğusunu ve avlunun dört yanını çeviren sundurmaların çatılarını, neşeli bol ışıklarıyla aydınlatıyor, bu sundurmaların çatılarını örten otlar, üzerlerine düşen çiğlerden cilalanmış gibi parlıyordu. Sundurmaların yemliklerine bağlı atlarımız görünüyor, yedikleri yemi durmadan çiğneyişleri duyuluyordu. Sabaha karşı, dinlenmek için kuru gübre yığınına ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel gerindikten sonra tırıs tırıs avlunun öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu. Gömleğinin kolları sıvalı Filip, derin kuyunun çıkrığını çevirerek çıkardığı duru suyu çevreye saça saça az önce uyuyan ördeklerin yıkanmaya başladığı su birikintileri bulunan meşe yalağa döküyordu. Ben büyük bir hızla geniş sakallı, gösterişli Filip'in yüzüne ve gücünü kullandıkça çıplak kollarında kesin bir biçimde ortaya çıkan kas ve pazularına bakıyordum.
Öte yanda; arkasında kızlarla Mini'nin yattığı ve akşam ortamızdayken konuştuğumuz paravanın öbür yanında kıpırdanışlar duyuluyordu.
Maşa, eteğiyle örterek bizden saklamaya çalıştığı birçok eşyayla sık sık yanımızdan geçiyordu. Sonunda kapı açıldı, bizi çaya çağırdılar.
Fazla çaba gösteren ve öteberi taşımak için durmadan odaya girip çıkan Vasiliy, bize göz kırpıyor, türlü diller dökerek bir an önce yola çıkmamız için Marya İvanovna'ya yalvarıyordu. Koşulan atlar ara sıra çıngıraklarını çınlatarak sabırsızlık gösteriyorlardı.
Sandıklar, bavullar, büyüklü küçüklü kutular yeniden arabaya konuyor; biz de yerlerimize geçiyoruz. Ama her seferinde yaylının oturma yerinde bir yığıntı buluyor, daha önce bunların nasıl yerleştirilmiş olduğuna, şimdi de nasıl oturabileceğimize bir türlü akıl erdiremiyorduk. Hele arabamıza verilen ve oturduğum yerin altına konan çay takımının, üç köşeli kapağı olan ceviz kutusu beni kızdırıyordu ama, Vasiliy, her şeyin yerli yerine gireceğini söylüyor, benim de ona inanmaktan başka çarem kalmıyordu.
Güneş göğün doğusunu baştan başa örten ak bir bulut arkasından görünür görünmez, ortalık ferah, neşeli ışıklarla aydınlandı. Çevrede her şey o kadar güzeldi ki, kendimde bir tür hafiflik, rahatlık duyuyordum. Yol, ekinleri biçilmiş tarlalar ve çiğlerle parlayan yeşillikler arasında, rasgele atılmış bir kurdela gibi önümüzde uzanıyordu. Yolun bazı yerlerinde, çamurda kuruyup kalan arabaların tekerlek izleriyle, taze yeşil otlara, uzun ve devinimsiz gölge veren hüzünlü söğüt ağaçlarına veya yapışık küçük yapraklı kayın ağacı fidanlarına raslıyorduk. Tekerleklerin, çıngırakların bir örnek gürültüsü, yol boyunca ötüşen çayır kuşlarının seslerini bastırıyordu. Arabamıza özgü bir tür ekşi ve güve dokunmuş çuha kokusu da, sabahın temiz havasında yitiyordu. Bütün bu şeyler içimde gerçek bir haz veren hoş bir heyecan uyandırıyor, kesinlikle bir şeyler yapmak isteğini duyuyordum.
Handa sabah duası etmek için vakit bulamamıştım; ama, herhangi bir nedenle dua etmeyi unuttuğum günlerde başıma kesinlikle bir uğursuzluk geldiğini çok kez denemiştim. Bunun için bu eksiğimi düzeltmeye çalışarak başımdan kasketimi çıkardım, arabanın bir yanına döndüm, dualar okumaya, kimsenin görmemesi için de ceketimin altında istavroz çıkarmaya başladım. Ama, bin türlü şey dikkatimi çekiyor, ben de aynı duanın sözlerini dalgınlıkla birkaç kez yineliyordum.
İşte yol boyunca uzanan keçiyolu üzerinde yavaş yavaş ilerleyen iki gölge. Bunlar azizleri dolaşan iki hacıydı. Başlarında birer kirli baş örtüsü, kirli bezlerle sarılı ayaklarında ağır çarıklar vardı, sırtlarında da kayın ağacı kabuğundan yapılmış birer çanta asılıydı. Onlar, sopalarını tekdüze sallayarak, ancak bizi görecek kadar başlarını çevirdikten sonra ağır, yorgun adımlarıyla birbiri ardından ilerlerken, "Nereye, niçin gidiyorlar? Yolculukları ne kadar sürecek? Yola düşen uzun gölgeleri, yanından geçecekleri söğüt ağacının gölgesiyle ne vakit birleşecek?" gibi sorular kafamı kurcalıyordu. İşte karşıdan dört atlı bir posta arabası hızla yaklaşıyor, iki arşın yakınımızdan geçerken merakla, gülümsemeyle bize bakan yüzler iki saniye içinde yitiyor. Bu adamların bizimle hiçbir ilgisi olmaması, belki de yüzlerini bir daha göremeyecek olmamız nedense insana çok garip geliyordu.
İşte yolun bir yanında, hamutları boynunda, koşum kayışları üzerlerine atılmış, ter içinde iki tüylü beygir koşuyor. Arkasından, yelesinde çıngırağı ara sıra hafifçe çıngırdayan çatal hamutlu bir atla, kocaman çizmeli uzun bacaklarını atın iki yanında sallayan genç bir arabacı geliyor, şapkasını bir yana eğmiş, yayvan bir ağızla şarkı söylüyordu. Yüzünde, duruşunda tembelliğin, gamsızlığın verdiği o kadar büyük bir sevinç seziliyordu ki, bana, insanın arabacı olup işini bitiren boş atlarla eve dönmesi, üzünçlü şarkılar söylemesi en büyük bir mutluluk gibi geliyordu. İşte, uzaklardaki yarın ötesinde, açık mavi göğün altında yeşil damlı bir köy kilisesi görünüyor... İşte çiftlik sahibinin evinin kırmızı çatısı, yeşil bahçesi. Bu evde kim oturuyor? Acaba çocukları, babaları, anneleri, öğretmenleri var mı? Bu eve gidip, ev sahipleriyle tanışsak nasıl olur? Bu sırada, yol vermek zorunda kaldığımız, kalın bacaklı, besili üçer at koşulu bir sürü koca yük arabası yanımızdan geçiyordu.
Vasiliy kamçıyı sallayan, kocaman ayaklarını arabanın önünde sarkıtan ilk arabacıya: - "Ne götürüyorsunuz?" diye sordu, adam, uzun uzun dikkatli, anlamsız bir bakışla bizi süzdü, işitemeyeceğimiz kadar uzaklaşınca bir şeyler mırıldanarak yanıt vedi. Vasiliy, çevresi örtülü olan ikinci arabanın ön bölümünde yeni bir hasıra bürünmüş yatan arabacıya: - "Yükünüz nedir?" diye sordu. Bir an için hasırın altından, kırmızımtırak sakallı, kırmızı yüzlü, kumral bir baş göründü; ilgisiz, küçümser bir bakışla yaylımızı süzdü, yitip gitti. Bunun üzerine ben: "Herhalde bu arabacılar bizim kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmiyorlar" diye düşündüm.
Bir buçuk saatten beri gördüğüm türlü şeyleri izlemeye dalmış, kilometre taşlarındaki rakamlara dikkat etmemiştim. Güneş sırtımı, başımı daha çok yakmaya başlıyor, yolun tozu artıyor, çay takımı kutusunun üç köşeli kapağı da beni daha çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden birkaç kez yer değiştirdim. Sıcak, rahatsızlık, sıkıntı duymaya başladım. Bütün dikkatim kilometre taşlarına, üzerlerindeki rakamlara çevrilmişti. Önümüzdeki durağa ne kadar zamanda varabileceğimizi türlü matematik yollarıyla bulmaya çalışıyorum: "On iki verst, otuz altının üçte biridir. Lipets durağına kadar kırk bir vest var, demek ki biz yolun üçte birini ve bilmem ne kadarını geçmişiz, vb."
Arabacının yanında oturan Vasiliy'in kestirmeye başladığını sezince ona:
- Kuzum Vasiliy, ne olur, biraz da senin yerine ben geçeyim dedim. Razı oldu, yerlerimizi değiştirdik. Vasiliy hemen horlamaya başladı, arabada kimseye yer bırakmayacak biçimde yayılıverdi. Oturduğum yüksek yer hoş bir görünüme bakıyordu. Soldan ikinci Neruçinskaya, Diyaçok ortada, Levaya ve Aptekar adlı dört atımızın her birini, en ince ayrıntısına kadar bilirdim. Biraz sıkılarak Filip'e:
- Niçin Diyaçok bugün sola değil de sağa koşulmuş? diye sordum.
- Diyaçok mu?
Ben sürdürerek:
- Neruçinskaya'nın yükü yok gibi, dedim.
Filip son sözüme aldırış etmeden
- Diyaçok sola koşulamaz. O, sola koşulacak hayvanlardan değildir. Sola bunun gibi değil, adamakıllı bir hayvan gerekir, dedi.
Filip bunu söylerken var gücüyle terbiyeleri çekerek sağa eğiliyor, Diyaçok'un alabildiğine çekmesine karşın, zavallının kuyruğunu, ayaklarını kendine özgü bir biçimde aşağıdan kamçılamaya başlıyor; Bunu yalnızca, dinlemek ve niçin olduğunu bilmiyorum, başındaki şapkayı bir yana eğmek istediği zaman kesiyordu. Böyle bulunmaz bir fırsattan yararlanarak, arabayı kullanmayı bana bırakması için yalvardım.
Filip, önce dizginin birini, sonra ötekini verdi. Sonunda dizginlerin hepsi, altısı da kırbaçla birlikte elime geçti.
Sevincim sonsuzdu. Her yönden Filip'e benzemeye çalışıyor, ona:
- "İyi mi?" diye soruyordum. Benden pek hoşnut olmadığı anlaşılıyordu. Bir atın fazla yük altında kaldığını, öbürünün hiç güç harcamadığını söyleyerek dirseğini göğsüme dayadı ve dizginleri elimden aldı.
Sıcak gittikçe artıyor. Gökte sabun köpüklerini andıran beyaz bulutlar, balonlar gibi yükseliyor, şişiyor, birbirleriyle birleşerek koyu kurşuni gölgelere dönüşüyordu. Ufak bir çıkınla şişeyi tutan bir el, kupanın penceresinden uzandı. Vasiliy, şaşılacak bir çeviklikle arabayı durdurmadan yere atlayarak bize börek ve şıra getirdi.
Dik inişlerde hepimiz arabalardan iniyor, bazen birbirimizle yarış ederek köprüye kadar koşuyorduk. Bu arada Vasiliy ile Yakof tekerlekleri frenleyerek, araba tam devrileceği anda desteklemeye güçleri yetecekmiş gibi iki yandan kupayı tutuyorlardı.
Daha sonra Mimi'nin izniyle Lüboçka veya Katinka yaylıya, Volodya veya ben kupaya yerleşiyoruz. Bu yer değiştirme kızların pek hoşuna gidiyor; çünkü kızlar haklı olarak yaylıyı daha neşeli buluyorlar. Bazen günün sıcak saatlerinde koruluktan geçerken, arabadan geride kalarak yeşil otlar topluyor, yaylıda çardak yapıyorduk. Gezici çardak biçimini alan yaylı, bütün hızıyla kupaya yetişiyor, bu anda Lüboçka sevinç duyduğu zamanlarda yinelemeyi hiç unutmadığı ve atmaktan hoşlandığı ince, keskin bir sesle bağırıyordu.
İşte yemek yiyeceğimiz, dinleneceğimiz köy. Yavaş yavaş duman, katran gibi köy kokuları; konuşma, ayak, tekerlek sesleri gelmeye başladı. Çıngıraklar artık ovadaki gibi çınlamıyor, yolun iki yanında damları otla örtülü, oyma tahta merdivenli, kırmızı yeşil kepenkli, bazılarında meraklı kadınların yüzleri görünen küçük pencereli evler bir görünüyor, bir yitiyordu. Üstlerinde gömlekten başka bir şey olmayan oğlanlı kızlı köy çocukları, gözlerini açıp ellerini uzatarak kımıldamadan yerlerinde duruyor, yahut Filip'in korkutucu tavırlarına bakmayarak çıplak ayaklarıyla tozlar içinde arabanın arkasına bağlı olan bavullara tırmanmaya çalışıyorlardı. İşte kızıl saçlı hancı yamakları, okşayıcı sözler ve davranışlarla birbirlerini bastırarak gelip geçeni kandırmaya çalışıyor, arabanın iki yanında koşuşuyorlardı. Duuurr!!! Kapı gıcırdıyor, dingiller kapıya çarpıyor, avluya giriyoruz.
Oh!.. Şimdi dört saat dinlenecek, istediğimizi yapabileceğiz.
II
FIRTINA
Batıya doğru ilerleyen güneşin yandan düşen kızgın ışıkları, ensemi, yüzümü dayanılmayacak kadar yakıp kavuruyor, arabaların kızmış olan yanlarına el değdirilmiyordu. Yoldan yükselen koyu bir toz havayı kaplıyor, onu dağıtacak en hafif bir rüzgâr bile esmiyordu. Önümüzde hep aynı uzaklıkta, Yakof'un kasketi, arabacının şapkası, ara sıra salladığı kamçısı görünen kupanın tozlanmış gövdesi tekdüze sallanıyordu.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne yanımda uyuklayan Volodya'nın tozdan kararmış yüzü, ne Filip'in omuzlarının kımıldanması, ne de arabamızın bir dar açıyla ardımıza düşen ve bizimle birlikte ilerleyen gölgesi beni eğlendiriyordu. Bütün dikkatim, uzaktan seçebildiğim kilometre taşlarına, gökyüzünde biraz önce serpilmiş gibi duran, şimdi birleşerek korkunç kara renklere bürünüp iç daraltan, kocaman bir biçim alan bulutlara çevrilmişti. Ara sıra uzaklardan gök gürültüsü duyuluyordu. Bu son durum, bir an önce hana varmak için duyduğum sabırsızlığı artırıyordu. Fırtına bana, anlatılmaz, ağır bir sıkıntı, korku veriyordu.
En yakın köye daha on verst kadar vardı. Nereden geldiği belli olmayan koyu mor renkte kocaman bir bulut, en ufak bir rüzgâr bile olmadığı halde, hızla bize doğru ilerliyordu. Güneş henüz bulutlarla örtülmemişti, bu bulutun iç daraltan biçimini, ufka kadar uzanan uzun kurşuni gölgelerini aydınlatıyordu. Arada bir, uzaklarda şimşek çakıyordu. Gittikçe artan, yaklaşan kesik kesik gürültülerle bütün gökyüzüne yayılan hafif bir uğultu duyuluyordu. Vasiliy yerinden kalkarak yaylının körüğünü kaldırdı. Paltolarını giyen arabacılar, göğün her gürlemesinde şapkalarını ellerine alarak istavroz çıkarıyorlardı. Atlar kulaklarını dikiyor, yaklaşmakta olan buluttan çevreye yayılan taze havayı kokluyorlarmış gibi burun deliklerini açıyorlar, arabamız tozlu yolda hızla ilerliyor, içimi korku kaplıyor, damarlarımdaki kanın daha hızlı aktığını duyuyordum. En öndeki bulutlar güneşi örtmeye başlamıştı. Bir an için görünen güneş, son kez ufkun iç daraltıcı, korkunç yanını aydınlattı, yitti. Her yan birdenbire değişti, iç daraltıcı bir görünüş aldı. Bir koruluk oluşturan akça kavaklar titremeye başladılar.
Bu bulutun gölgesinin altında iyice görünen kirli beyaz bir renk alan yapraklar hışırdıyor, titreşiyordu. Büyük kayın ağaçlarının tepeleri sallanmaya başlıyor, kuru ot demetleri yol üzerinde uçuşuyordu. Kuşlar, ak göğüslü kırlangıçlar bizi durdurmak istiyorlarmış gibi yaylının dört yanında dolaşıyor, atların tam göğüslerinin altından geçiyorlardı. Kargalar, tüyleri karışmış olan kanatlarıyla rüzgârın önünde sürükleniyorlardı. Arabanın dizlerimizi örten deri örtüsü kalkarak içimize nemli rüzgâr dalgaları geçiriyor, sallanarak arabanın gövdesine çarpıyordu. Şimşekler arabanın içinde çakıyorlarmış gibi gözleri kamaştırıyor; bir an için arabanın kurşuni çuhasını, şeritleri, Volodya'nın bir köşeye büzülmüş vücudunu aydınlatıyordu. Aynı dakikada tam başımızın üzerinde kopan, sanki kocaman dolambaçlı bir çizgide yükseldikçe yükselen, yayıldıkça yayılan, gittikçe güçlenen şiddetli bir uğultu, elimizde olmayarak soluğumuzu kesiyor, bizi titretip sersemletici bir çıtırtıya dönüşüyordu.
"Tanrı'nın öfkesi!" Bu halk sözünde ne şiirli bir duygu vardır.
Tekerlekler gittikçe artan bir hızla dönüyordu. Vasiliy'in ve sabırsızlıkla dizginleri sallayan Filip'in korktuklarını, omuz başlarının titremesinden sezdim. Yaylı hızla tepeden iniyor, tahta köprü boyunca tıkırdayarak ilerliyordu. Kıpırdamaya korkuyor, her an başımıza gelebilecek yıkımı bekliyordum.
Duurr! Koşum koptu, arasız, sersemletici gök gürültülerine bakmaksızın köprüde durmak zorunda kaldık.
Başımızı yaylının bir yanına dayayarak yüreğim durmuş, soluğum kesilmiş bir durumda, yandaki atı eliyle, kırbaç değneğiyle itip koşumları düzelten, ağır ağır düğümleyen Filip'in kalın kara parmaklarına umutsuz umutsuz bakıyordum.
Fırtına yaklaştıkça korkum, sıkıntım da artıyordu. Fırtınadan önceki o çoğu zaman fırtınanın kopacağını haber veren ürpertici sessizlik anı gelince bu duygularım artık öyle gerildi ki, bu durum çeyrek saat daha sürmüş olsaydı, kesinlikle heyecanımdan ölürdüm.
Tam bu sırada köprünün altından kirli, yırtık gömlekli, şişkin, anlamsız yüzlü, kassız çarpık ayaklı, tıraş edilmiş açık başını sallayan bir adam çıktı, parlak kırmızı bir tokmağı andıran sakat elini arabamıza uzattı:
- Tanrı rızası için yoksula bir sadaka, diyen titrek bir ses duyuldu. Dilenci her sözcükte yarı beline kadar eğiliyor, istavroz çıkarıyordu.
O dakikada içimi dolduran büyük korkuyu anlatamayacağım. Tüylerim diken diken olmuş, gözlerim korkunun verdiği şaşkınlıkla dilenciye dikilmişti.
Sadakamızı yolda dağıtan Vasiliy, koşumların nasıl onarılması gerektiğini Filip'e öğretiyordu; ancak her şey hazır olduğu ve Filip de dizginleri alarak yerine çıktığı an yan cebinden bir şeyler çıkardı. Yola koyulur koyulmaz şiddetli bir şimşek, bir anda bütün dereyi parlak bir ışıkla aydınlatarak hayvanları durmak zorunda bıraktı, arkasından öyle korkunç bir gök gürültüsü duyuldu ki, bütün gök kubbenin üzerimize yıkıldığını sandık. Rüzgâr gittikçe artıyor, atların yeleleri, kuyrukları, Vasiliy'in kaputu, araba örtüsünün uçları güçlü rüzgârın vuruşlarıyla hep aynı yana doğru dalgalanıyordu. Arabanın deri körüğüne iri bir yağmur tanesi düştü. Arkasından ikinci, üçüncü damlalar düştü; sonra birdenbire üstümüzde trampet çalınıyormuş gibi hızlandı, çevre, yağmurun sürekli gürültüsüyle doldu. Vasiliy'in kollarının deviniminden para kesesini çözdüğünü anladım. Dilenci: "Tanrı rızası için bir sadaka" diye istavroz çıkarmalarını, eğilmelerini bırakmayarak, tekerleklerin altına girecek kadar arabanın yakınında koşuyordu. Sonunda bir bakır kuruş, yanımızdan geçerek yere düştü. Zayıf kollarını bacaklarını örten sırılsıklam olmuş gömleğiyle yol ortasında rüzgârdan sallanarak şaşkın şaşkın duraklayan zavallı yaratık, gözümden yitti. Yağmur güçlü rüzgârın etkisiyle yan yan, bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Vasiliy'in sırtından inen sular, arabanın örtüsünde toplanan bulanık su birikintisine sel gibi akıyordu. Önce küçük yuvarlaklar biçiminde toplanan tozlar, sonradan tekerleklerin yoğurduğu sulu bir çamura dönüştü. Sarsıntılar azaldı, çamur içindeki araba izlerinden, bulanık seller akmaya başladı. Şimşeklerden çıkan ışıklar daha zayıf, daha geniş bir alanı aydınlatıyordu. Aralıksız yağan yağmurun sesinden, gök gürlemeleri eskisi kadar işitilmiyordu. Neden sonra yağmur seyrekleşti; kara bulut parçalanarak dalgalı bulutlara ayrıldı. Güneşin bulunduğu yer aydınlanmaya başladı, bulutun kuzguni renkli kıyısından göğün mavi bir parçası azıcık göründü. Bir dakika sonra güneşin titrek ışığı, yoldaki su birikintilerinde, elekten geçiyormuş gibi düz, ince yağan yağmurun çizgilerinde, yol kıyısındaki yıkanmış parlak otlarda ışıldıyordu. Kara bulut eskisi gibi göğün karşı yanını korkunç bir biçimde kaplıyordu. Ama, artık ondan korkmuyordum. İçimdeki ağır korkunun yerini, anlatılamayacak kadar hoş bir yaşama duygusu kaplıyor; ruhum, tazelenen, neşelenen doğa gibi sevinçle doluyordu. Vasiliy kaputunun yakasını indirdi, kasketini çıkarıp silkeledi. Volodya dizlerimizdeki araba örtüsünü kaldırdı. Ben de arabadan başımı çıkarıp güzel kokulu taze havayı kana kana içime çektim. Arkasında bavulların bağlı bulunduğu kupanın yıkanmış parlak gövdesi önümüzde sallanarak ilerliyor, atların sırtları, koşumları, tekerleklerin lastikleri, hepsi ıslanmış, güneşte cilalanmış gibi parlıyordu. Yolun bir yanında güzden ekilmiş, yer yer sel yolları bulunan, toprakları ıslak, yeşillikleri parlayan, gölgeli bir halı gibi ufka kadar serilmiş uçsuz bucaksız bir tarla vardı. Öteki yanında ceviz, yaban akdiken fidanlarıyla karışmış bir akçakavak korusu, sonsuz bir mutluluğa kavuşmuş gibi kıpırdanıyor, yıkanmış dallardan, yerdeki geçen yıldan kalan kuru yapraklara yavaş yavaş yağmur damlaları süzülüyordu. Her yanda tepeli tarla kuşları, neşeli ötüşleriyle uçuşup duruyorlardı. Islak çalılıklardan küçük kuşların telaşlı devinimleri duyuluyor, koruluk içinden guguk kuşunun sesi geliyordu. İlkyaz fırtınasından sonra çok hoş olan ormanın, kayın ağacı, menekşe, çürük yaprak, mantar, yaban akdiken kokularında, insanı büyüleyen öyle bir şey vardır ki, arabada oturamıyor, basamaklardan atlayarak yağmur tanelerinin ıslatmasına bakmadan koruluğa doğru koşuyor, yaban akdikenin ıslak, çiçekli dallarını koparıp yüzüme çarpa çarpa hoş kokusunu içiyordum.
Çizmelerime yapışan büyük çamur parçalarına, çoraplarımın çoktan beri ıslak olmasına karşın, çamurlara bata çıka kupanın penceresine doğru koştum, birkaç yaban akdiken dalı uzatarak:
- Lüboçka.. Lüboçka... bakın ne hoş, diye bağırdım.
Kızlar bağrışıyor, çığlık koparıyorlardı. Mimi de, oradan çekilmemi, yoksa kesinlikle arabanın altına gireceğimi, söylüyordu bağırarak. Ben de:
- Bir kere kokla da bak ne güzel, diye yineliyordum.
III
YENİ UFUKLAR
Katinka yaylıda yanıma oturmuş, güzel başını eğerek tekerleklerin altında uzayıp giden tozlu yola dalgın dalgın bakıyordu. Ben de konuşmadan ona bakıyor, pembe yüzünün ilk kez gördüğüm ve hiç de çocukça olmayan üzgün anlatımına şaşıyordum.
- İşte artık Moskova'ya yaklaşıyoruz. Moskova'yı nasıl tasarlıyorsun, büyük mü, küçük mü? diye sordum.
O isteksizce:
- Bilmiyorum, yanıtını verdi.
- Ama söyleyiver, Serpuhovo'dan büyük mü? Küçük mü? Buna yanıt ver.
- Ne?
- Bir şey yok.
Katinka bir insanın, karşısındakinin düşüncesini anlamasına yardım eden, konuşmada yol gösteren bir içgüdüyle ilgisizliğinin beni incittiğini anlayarak başını kaldırıp bana çevirdi:
- Babanız size, büyükannede oturacağımızı söyledi mi? dedi.
- Söyledi. Büyükanne artık hep bizimle birlikte oturmak istiyor.
- Hepimiz mi?
- Öyle ya. Biz üst katın bir yanında, siz öteki yanında, babam da küçük evde oturacak. Yemeği de hep birlikte büyükannenin oturduğu alt katta yeriz.
- Maman, büyükannenin çok gururlu, sert olduğunu söylerdi.
- Hayır, ilk önce öyle sanılır. Gururludur ama, hiç de sert değildir. Tersine, çok iyi yürekli, neşelidir. Onun doğum gününde verilen baloyu bir görmüş olsaydın...
- Yine de ondan korkuyorum; bununla birlikte ne olacağımızı Tanrı bilir.
Katinka birdenbire sustu, yine düşünmeye başladı. Endişeyle:
- Nee?.. ne demek istedin? diye sordum...
- Hiç, öyle işte!
- Hayır: "Tanrı bilir" diye bir şey söyledin.
- Hani, sen büyükannenin balosunu anlatıyordun.
- Evet. Yazık ki sizler yoktunuz. Çok kalabalıktı, bin kadar konukla generaller ve bando vardı. Ben de dans ettim... Birden sözümü yarıda bırakarak:
- Katinka, beni dinlemiyorsun! dedim.
- Hayır, dinliyorum. Dans ettiğinizi söylüyordun.
- Niçin bu kadar üzüntülüsün?
- İnsan her vakit neşeli olamaz ki..
- Öyle değil. Biz Moskova'dan geldik geleli sen çok değiştin, dedim, kesin bir niyetle ona dönerek.
- Doğru söyle, nedir sendeki bu garip durum? diye ekledim.
Sözlerimin kendisinde bir ilgi uyandırdığını açıkça gösteren bir canlılıkla:
- Garip durum mu? Hiç de değil.
- Hayır, hiç de eskisi gibi değilsin. Eskiden her şeyde bizimle birlik olduğun, bizi akraba gibi tuttuğun, seni sevdiğimiz kadar, senin de bizi sevdiğin belliydi. Şimdiyse, çok ciddileştin, bizden çekiniyorsun.
- Hiç de öyle değil...
Çoktan beri içimde sakladığım içten gelen duygularımı söyleyeceğim zamanlar, gözlerime dolan yaşların akmaya yaklaştığını, her zaman haber veren burnumdaki hafif kaşıntıyı duymaya başladığım sırada:
- Dur sözümü tamamlayayım - diye sözünü kestim - sanki bizi istemiyormuşsun gibi bizden uzaklaşıyorsun, yalnızca Mimi ile konuşuyorsun.
- İnsan hep aynı olamaz ki; bazen değişmek gerektir, diye yanıt verdi. Söyleyecek bir söz bulamadığı vakitler, her şeyi talihten bilip öylece açıklamaya alışmıştı.
Bir gün kendisine "Aptal kız" diyen Lüboçka'ya darılarak: "Herkes akıllı olamaz, bazılarının da aptal olması gerektir" yolunda karşılık verdiğini anımsıyorum. Ama bana söylenen: "Bazen değişmek gerekir sözleri" beni kandıramadı, sormayı sürdürdüm:
- Neden peki?
Katinka Filip'in sırtına dikkatle bakıp hafifçe kızararak:
- Her vakit birlikte oturacak değiliz ya, dedi. Ölen annenizle arkadaş olan annem, onunla birlikte oturabilirdi. Ama çok sert olduğu söylenen Kontesle geçinip geçinemeyeceklerini Tanrı bilir. Bundan başka her şeye karşın yine de biz ayrılacağız. Siz zenginsiniz Petrovskoyeniz var, ama biz yoksuluz, annemin hiçbir şeyi yok.
Bu: "Zenginsiniz - yoksulsunuz" sözleri, düşünceleri, bana pek garip geldi. O zamanki düşüncelerime göre, ancak dilenciler, mujikler yoksul olabilirdi. Düşlemimde, zarif, güzel Katinka ile yoksulluk arasında bir ilişki göremiyordum. Bana öyle geliyordu ki, mademki Mimi ile Katinka hep bizimle birlikte oturdular, yine oturmayı sürdürecekler, her şeyimiz ortak olacak. Başka türlü olamazdı. Şimdiyse, onların kimsesiz olmalarını düşündüren binlerce yeni, karışık düşünce aklımı kurcalıyordu. Bizim zengin, onların yoksul oluşundan utandım. Öyle ki, kızardım, Katinka'nın yüzüne bakmaya bir türlü cesaret edemedim.
Kendi kendime: "Onların yoksul bizim zengin olmamızdan ne çıkar. Nasıl oluyor da bu yüzden ayrılmamız gerekiyor?" Elimizde olan her şeyi, niçin yarı yarıya paylaşmayalım? diye düşünüyordum. Ama bu işte Katinka ile konuşmamızın bir işe yaramayacağını anlıyor, bütün bu mantıklı düşüncelerime karşıt olarak, yaşamsal bir duyguyla onun haklı olduğunu, bu düşüncemi ona anlatmanın yersizliğini duyumsuyordum.
- Gerçekten bizden ayrılacak mısın? Nasıl ayrı yaşarız? dedim.
- Ne yapalım, bu benim için de acı. Bir gün ayrılırsak yapacağımı biliyorum.
- Oyuncu olacaksın değil mi? Bu budalalık, diye bağırdım.
Oyuncu olmak, onun başlıca isteğinin bu olduğunu biliyordum.
- Hayır, bunu ben küçükken söylerdim.
- Öyleyse ne yapacaksın?
- Manastıra gider, orada yaşar, kara giysiyle kadife başlık giyerim.
Katinka ağlamaya başladı.
Okuyucularım, yaşamın belli bir döneminde görüşlerinizin tümüyle değiştiğini, şimdiye kadar gördüğünüz bütün eşyaların, birdenbire size, bilmediğiniz yanlarını çevirdiklerini, bilmem hiç fark ettiniz mi?.. Yolculuğumuzda duyduğum bu ruh değişikliğini, ilk gençliğimin başlangıcı diye kabul ediyorum.
Dünyada yaşayan yalnızca bizim ailemiz olmadığını, bütün ilgilerin yalnızca bizim çevremizde dönmediğini, bizimle hiç ilgisi olmayan, bizi hiç düşünmeyen, hatta bizim varlığımızdan haberi olmayan insanların bambaşka bir yaşamı olduğunu ilk kez olarak açıkça anladım. Kuşkusuz, bunların hepsini eskiden de bilirdim, ama, şimdiki gibi anlayarak, bilerek değil.
Bir düşünce, belli bir biçimde kanıya dönüşür. Çoğu zaman hiç beklenmeyen, aynı kanıya varmak için diğer düşüncelerin geçtiği yollardan değil, bambaşka bir yoldan geçebilir. Katinka ile aramızdaki, bana dokunan, onun gelecek yaşamı üzerinde beni düşüncelere sürükleyen konuşma, düşüncelerimin kanıya dönüşmesi için bir vesile olmuştu. Evlerinin her birinde hiç olmazsa, bizimki kadar kalabalık bir ailenin yaşadığı her köyde, her kentte, bir an merakla arabamıza bakan, sonsuza kadar gözlerimizden yiten kadınlara, çocuklara; Petrovskoye'de alıştığım gibi selam vermek bir yana, hatta yüzüme bakmaya bile gönül indirmeyen satıcılarla mujiklere baktıkça,kafamda ilk kez şu soru belirdi: "Bizi hiç düşünmeyen, bizim için çalışmayan bu insanlar, neyle uğraşıyor olabilirler?" Bu sorudan: "Nasıl, neyle yaşıyorlar? Çocuklarını nasıl eğitiyorlar? Onları okutuyorlar mı? Onları oynamaya bırakıyorlar mı? Nasıl cezalandırıyorlar?" gibi birçok soru ortaya çıktı.
IV
MOSKOVA'DA
Eşyalar, insanlar üzerindeki görüşlerimin, onlarla ilişkilerimin değişmesi, Moskova'ya gelişimle birlikte daha göze çarpar bir görünüş aldı.
Büyükannemle ilk karşılaştığımızda, onun zayıflamış, buruşmuş yüzünü, fersiz gözlerini görünce kendisine karşı beslediğim derin saygı, korku duyguları, acıma duygusuna dönüştü
Yüzünü Lüboçka'nın başına dayayarak, karşısında sevgili kızının cesedini görüyormuş gibi hıçkıra hıçkıra ağladığı zaman, duyduğum acımak duygusu da sevgiye döndü. Bizi karşıladığı sırada üzüntüsünü görmek beni rahatsız ediyordu. Onun gözünde bir hiç olan biz çocukların, ancak değerli birer anı olduğumuzu anlıyor, yanağıma kondurduğu her öpücüğünde: "O yok... o öldü. Onu bir daha göremeyeceğim!" diye düşündüğünü duyumsuyordum.
Moskova'da bizimle hemen hiç ilgilenmeyen, hep düşünceli görünen, yalnızca yemek zamanlarında siyah giysi veya frakını giymiş olarak yanımıza inen babam, büyük yakaları dışarı taşmış gömlekleriyle, sabahlıklarıyla, kâhyaları ve uşaklarıyla, harman gezintileri ve avlarıyla gözümden çok düşmüştü.
Büyükannemin lala diye çağırdığı, neden olduğunu Tanrı bilir, tam ortasında iplik çizgisi görünen kızıl bir perukayı, iyi bildiğim dazlak, saygıdeğer tepesine yeğleyerek başına geçiren Karl İvanoviç, bana öyle garip, öyle gülünç görünüyordu ki, eskiden bunun nasıl farkına varmadığıma şaştım.
Kızlarla bizim aramızda da gözle görülmeyen bir duvar oluştu. Onların da, bizim de, kendimize göre gizlerimiz vardı. Bana öyle geliyordu ki, onlar günden güne uzanan etekleriyle, biz de subyeli pantolonlarımızla övünüyorduk.
Mimi'ye gelince, ilk pazar günü öğle yemeğine, öyle süslü bir giysiyle, öyle renkli kurdelelerle indi ki, artık köyde olmadığımız, bundan sonra her şeyin başka türlü olacağı derhal anlaşılıyordu.
V
AĞABEYİM
Ağabeyimden ancak bir yaş, birkaç ay küçüktüm. Birlikte büyüdük, okuduk, hep birlikte oynadık. Hiç kimse aramızda büyük küçük farkı gözetmezdi. Ama o sıralarda, Volodya'nın yaşı, yeteneği, eğilimleri nedeniyle arkadaş olamayacağımızı anlamıştım. Öyle sanıyordum ki, Volodya benden üstün olduğunu biliyor, bununla gururlanıyordu. Belki de yanlış olan bu kanım, kendisiyle her karşılaşmamda onurumu incitiyor, bana acı veriyordu. O her bakımdan, oyunda, öğrenimde, kavgada, tavır ve davranışlarında benden üstündü, bütün bunlar beni ondan uzaklaştırıyor, bana nedenini anlayamadığım iç acıları veriyordu. Volodya'ya ilk kez Hollanda keteninden pileli frenk gömlekleri yapıldığı vakit, doğrudan doğruya; -bunlardan bana da yapılmaması canımı sıkıyor, diye söylemiş olsaydım, herhalde daha çok hafiflik duyar, her yakasını düzeltişinde bunu, sırf bana karşı yapılan bir aşağılama diye almazdım.
Beni en çok üzen nokta da; bazen sezdiğim gibi; Volodya'nın düşüncelerimi anladığı halde, bunu gizlemeye çalışmasıydı.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Yeni yetmelik - 2
  • Parts
  • Yeni yetmelik - 1
    Total number of words is 4098
    Total number of unique words is 2304
    29.8 of words are in the 2000 most common words
    43.3 of words are in the 5000 most common words
    52.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni yetmelik - 2
    Total number of words is 4219
    Total number of unique words is 2310
    31.8 of words are in the 2000 most common words
    44.9 of words are in the 5000 most common words
    52.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni yetmelik - 3
    Total number of words is 4124
    Total number of unique words is 2234
    30.6 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    53.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni yetmelik - 4
    Total number of words is 4093
    Total number of unique words is 2272
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    43.5 of words are in the 5000 most common words
    51.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni yetmelik - 5
    Total number of words is 2280
    Total number of unique words is 1276
    37.5 of words are in the 2000 most common words
    49.8 of words are in the 5000 most common words
    56.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.