Yeni Türkiye - 1

Total number of words is 3703
Total number of unique words is 2256
22.2 of words are in the 2000 most common words
33.0 of words are in the 5000 most common words
39.2 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Jean Deny'nin "Petit Maunel de la Turquie Nouvelle" isimli eserinin Türkçesini okuyucularımıza sunuyoruz. Kitabın 1933'de yayınlanmış olan aslı iki bölümdür. Birincisinde Türkiye'nin yakın tarihi, İstiklâl Mücadelesi, Zafer ve onu takip eden devrede devrimlere dair toplu bilgi verilmiştir. Bu bölüm, Jean Deny tarafından yazılmıştır. İkinci bölümde, Türkiye'nin coğrafyası, iktisadî, içtimaî hayat ile savunma gücü, dış politikası, Türk-Fransız münasebetleri vardır. Bu kısımda René Marchand tarafından yazılmıştır. İçindeki bilgi, hayli eski olduğu için ikinci bölümü tercümeye lüzum görmedik.
Kitabın yazarı Jean Deny, Türk okuyucuları için ismi ve Türk dili hakkındaki çalışmaları ile tanınmış bir Fransız bilginidir. Paris Şark Dilleri Okulu'nda uzun seneler dilimizi okutmuş ve Osmanlı lehçesi hakkındaki incelemelerini büyük eserinde yayınlamıştır. Konusunda klâsik olmuş bu eser, sayın Ali Ulvi Elöve tarafından ilâveler, eleştirmeler ve hâşiyelerle (notlarla) Millî Eğitim Bakanlığımız zamanında 1142 sahifelik bir kitap olarak 1941'de basılmıştır.
Profesör Jean Deny, sayılı Türk dostlarından bir Fransızdır. Sunduğumuz kitabı, 1933 senesine kadarki olayları toplu bir şekilde özetler. Bu dostluk ruhu, kitabın yazılışında hâkimdir. Bununla beraber, dostumuz Jean Deny bile Osmanlı topluluğu içinde olup bitmiş Müslüman-Hıristiyan mücadelelerinden bahsederken bizi suçlandırıcı bir ifade kullanmaktan kendini kurtaramamıştır. Tarih olaylarını tek taraflı görmeye bir misal olan bu türlü yargılarda, sanki Türkler durup dururken Ermenileri ve Girit Rumlarını kesmiş gibi gösterilme âdet olmuştur. Hattâ 1897 Türk-Yunan Harbinde Osmanlı Devleti muharebenin müsebbibi olarak tasvir edilmiştir. İşin hakikati, o günkü Ermenilerle Girit'teki Rumların isyanlarını bastırmak için devletin mukabil (karşı) harekete geçmesi ve Türk-Yunan Harbinde ise galip geldiğimiz halde neticede kazandırılan tarafın Yunanistan olduğundan anlaşılacağı üzere böyle bir muharebeyi çıkarmakta bizim hiçbir menfaatimiz olmadığıdır. Türlü vesilelerle Türklere dostluğunu gördüğümüz Jean Deny bile tarih olayları karşısında tam tarafsız kalma imkânını bulamamıştır.
Daha metnin birinci yaprağında yazarın kendisi değil; bu sefer, tarih konusunda otorite sayılan R. Grousset'den aldığı parçadaki Osmanlı İmparatorluğuna dair hükümleri de yanlıştır. Osmanlı ordusunda Arnavut ve başka soydan insan bulunabilir. Ama özü ve aslî unsuru Türktür.
"O hâlde niçin bu gibi yanlışı olan eserler tercüme ettirilip yayınlanmaktadır" denilecek. Bir defa şu noktayı kabul gerektir ki, umumî olarak yabancıların hakkımızda olumlu-olumsuz neler söylediğini bilmekte fayda olduğu muhakkaktır. Başka yoldan aleyhimizdeki propagandaları karşılayıp kendimizi savunamayız. Öbür yönden, sunduğumuz kitapta olduğu gibi, yazılanların her tarafı bu haksız yargılarla doldurulmuş değildir. Eleştirdiğimiz cihetler dışında, hemen bütün kitap, objektif bir görüşle yazılmış ve neticede bizim lehimize yargılarla son bulmuştur. Sade aleyhimizde olan taraflarına bakıp kitabı büsbütün elden atmak, lehimize olanlardan vaz geçmek olur ki, bu da faydamıza bir davranış sayılamaz.
Kitabın başında bulacağınız ve Ankara'da Büyük Elçilik etmiş sayın Albert Sarraut tarafından yazılmış olan başlangıç, dünyaca tanınmış önemli bir şahsiyet tarafından Atatürk ve devrimleri konusunda ciddî ve kıymetli bir tanıklık belgesidir. Türkler, gördükleri dostlukları hiçbir zaman unutmazlar. Loti, Farrère; hafızalarımızda birer dostluk timsali olarak şükranlarımızla çevrili durmaktadırlar. Açıkça doğru olmadığını söylediğimiz taraflarına rağmen sunduğumuz kitabı için Profesör Jean Deny'e de teşekkürden çekinmemekteyiz.
Hakkımızda yazılmış yabancı eserler tercümesine devam niyetindeyiz. Başarı, Tanrı lûtfu olacaktır.

15 Haziran 1960
Hasan Âli Yücel


ÖNSÖZ

Fransa Büyük Elçisi olarak Türkiye'de bulunduğum zamanlar, hayatımın en iyi hatıralarındandır. Bu söz, gezici bir mesleğin mihnetlerinin (sıkıntılarının), hemen hemen bütün kıt'alarda, dünyanın en güzel manzaraları ile karşılaştırdığı bir insanın ağzında belki ayrı bir kuvvet kazanır.
Bir halkın yenileşmesinden güzel bir şey yoktur. Ben, 1925'de, o vakitler Angora denilen Ankara'da, zamanın zayıflatamadığı bir hayranlık ve heyecan hissiyle, bu yenileşmede hazır bulundum. Ve yenileşmenin tanıklığını bu kitabın girişine kaydetmekle bahtiyarım.
Bu tanıklığın adağı, gayretleri İstanbul'da ölen Türkiye'yi Ankara'da tekrar var eden kararlı, cüretkâr, açık görüşlü, azimli vatanperverler topluluğuna düşer. Bununla beraber o adak, önce ve bilhassa, halkı uyandıran, devleti kuran, benzersiz yaratıcı ve dirilmenin erkekçe fikrini memleketine aşılamak için şahsında askerî şef kahramanlığı ile politika dehası birleşmiş olan Mustafa Kemal'e aittir. Bugünün Türkiye'si nedir? O, bizde, Fransa'da, yeteri kadar tanınmıyor. Aynı zamanda, onu yeniden yaratanlar da kâfi derecede bilinmiyor. Fransızlar, bu edebiyatçı ve hassas halk; Loti'nin Osmanlılarında, kendi devrinin Türk dostlarında ve onların romancı lirizmiyle resmedilmiş tasvirlerinde kalmışlardır.
Boğaziçi, Göksu, Haliç ve yüzlerce minareli İstanbul, Avrupa'nın ve belki evren manzaralarının en muhteşemi olarak durmaktadır. Bununla beraber, bu ihtişamın içine girmeye çalışalım: O, her zaman için seyircisiz olduğu gibi aktörsüz, metrûk (terk edilmiş) bir sahneye konulmuş ilahî bir dekordur. Hayat, çalışkan, sert, mütevekkil, metin, kuvvetli diğer bir yere gitmek için oradan çekilmiştir. Şefin uzun zaman meçhul kalan veya herhalde doğuda iyi takdir edilmeyen cehti (çabası), siyasete, içtimaiyata, münevverliğe, iktisada çözülmezcesine bağlanmış ve İstanbul sultanından çoktan beri kaybolan istiklâli büyük mücadeleler ile ele geçirmiştir. Bu ceht, Gazi Mustafa Kemal'de, öyle bir vasıf (nitelik) ve üstünlüktedir ki, en değerli yardımcıları olan İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Beyin gayretleriyle kıyaslansa bile, üstünlüğü azaltılamaz.
İlk temasımdan beri onları arkadaşlarım gibi telâkki ettim, aynı ve derin dostlukla onları daima seviyorum. Şunu söylemek lâzımdır ki, kendilerine ve başkalarına karşı sert, vatandaşlarından en güç fedakârlıkları talep etmekten çekinmeyen, yenilik teşebbüslerine karşı koyar gördükleri her yerde alışkanlıkları, hatta gelenekleri islâhta tereddüt etmeyen ve kendilerine uyamayanlardan şüphe eden bu insanlar; eski Türkiye'nin aydın ve olgun insanını, bir kelime ile bizim XVII'inci asır Fransa'sının çelebi insanı vasfında, münasebetlerinde tatlılığı, asrımız için şaşırtıcı bir nezaketi muhafaza etmişlerdir. Kontrolsüz ve daima insiyakî (içten) oluşundan, gerçek görünen bu devamlı ve güleç nezaket, aradaki münasebetleri, hatta siyasî nizalarda (anlaşmazlık) bile kolaylaştırıyordu. Bilhassa en mühim meselelerle karşılaşılan şu Suriye-Türkiye hududunun tahdidini hazırlamak için vazife icabı çağrıldığım günlerde, kendi kendimi tebrikten başka yapılacak bir şey kalmıyordu.
Burada bir nokta üzerinde ısrar etmek isterin: Bu münasebetlerin kolaylık ve müsaadekârlığı (izin verdiği), bugünkü Türkiye insanlarının Fransızlar ve Fransa'yı ilgilendiren hususlar için muhafaza ettikleri bariz temayülle desteklenmiş ve artmıştır. Bunda ısrar ederim. Millî kalkınma için elzem sayılan bazı tedbirler neticesi, halk efkârımız Türk hükûmetinin tavrında, asırlarca karşılıklı ittifak ve anlayışla devam etmiş Fransız dostluğuna karşı bir soğuma, hatta bir kararma var gibi görmüştü.
Burada, başka her yerde olduğu veçhile, hiçbir şey hakikatten üstün değildir.
Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i, Avrupalı devletlerle, Abdülhamit imparatorluğunun garabet içindeki münasebetlerine girmeyi isteyemez ve bunu devam ettiremez.
Kapitülasyonlar denilen, Türkiye'de Avrupa milletlerini Türklerden daha kudretli yapan idare kaybolmuştur ve bir daha geri gelmeyecektir. Bu idareyle, Türkiye üzerinde hakikî bir vesayet tatbik eden, Ankara tarafından tahammül edilmez sayılan, iktisadî ve malî imtiyazlar da yok olmuştur. Bugünün Türkleri istiklâllerini pahalıya elde etmişlerdir ve istiklâllerinin dokunulmaz olduğunu kesin söylemektedirler. Onu gölgeleyebilecek olan, kendi hür egemenliğine kıskançca ve hakikaten âşık Fransız halkı değildir.
Söylenmiştir ve tekrarı lâzımdır; Osmanlı İmparatorluğu, sayısız ve muhteris parazitlerle boğulan, birliksiz, inzibatsız (düzensiz), dağınık bir uzviyet idi. Türkiye Cumhuriyeti, şefinin eski usulleri ve eskimiş kısımlarını reddettiği, lâik bir rejimde, eşit vatandaşlar olan Anadolu Türklerinden mürekkep mütecanis (oluşan açık) bir devlettir. İşte bu genç nesille ve onun kuvvetli hükûmetiyle, dürüst temeller üzerine, karşılıklı saygı ile eskinin bağlarını yeniledik. Evlâtlarının dilimizi pürüzsüz konuşmaya devam ettikleri Türk milletinin kalbinde, bu dostluğun aziz olarak muhafaza edildiğine inanmak icap eder.
Bana gelince, ırkın faziletlerinin daima mevçut olduğunu görerek, İstanbul sultanlarını vesayet altına koyan eski hatalı usullerden vaz geçmek ve karşılıklı müesseselere saygı içinde, müşterek menfaatleri anlama politikasını müsavi olarak tatbik etmek şartıyla, bu münasebetleri yenilemenin imkânlarını ve hatta kolaylıklarını takdir etmiş bulunuyorum.
Sonunda kadar temiz ve dürüst olmak yerinde olur.
Büyük Harp'ten önce, Fransız menfaatleri Türkiye'de ön safta idiler; harp herşeyi altüst etti ve bittabi bundan ilk zarar görmüş olan da Fransız menfaatleri oldu. Kendilerini kötürüm hâle getiren bir sulhu takip eden ilk senelerde, Türklerin Avrupa insanlarını, bundan böyle neden yaban telâkki ettikleri ve başşehirlerinin nakledidiği Asya'nın vatandaşı olarak neden birbirlerine sokulduklarının sebebi anlaşılmaktadır. Türk menfaatleri için bile tehlikeli bu çekinme devam edemezdi. Ve Ankara'da, seyirci ve aktör olarak, Avrupa kıt'asına bir kere daha yönelen millî bir Türk hissinin yeniden doğuşunda hazır bulunmakla bahtiyarım. İlk anlardan itibaren bu yeniden yönelişin tam olması istenemezdi; iyileşmiş, hatta tamamiyle şifa bulmuş yaraların deride ne ıztırap vermesi, ne de iz bırakmaması için günler ve günler lâzımdır; dostluk çiçeklerinin karşılıklı tekrar açılması için sabır kadar doğruluk ve iyi niyet gerekir. İşte tam bu devrede hazır bulunduk. Yeniden uyanan ve şuurlanmaya başlayan alâka üzerine sert hareket etmeksizin, ısrarla düşmeden, Fransız feraset (anlayış) ve yumuşaklığını harekete geçirmek zamanı idi. Türk, hassas olduğu kadar şüphecidir. Türk milliyetçiliğinin gayret sarfettiği millî yenileşme cehti içinde büyük ve asil olanı anlayabilen ve ona hürmet eden herkes; ona bağlandığı zaman, kendisine güvenene ve ihanet endişesi ve de ne hayal kırıklığı vermeyecek bir dostluğun emin ve doğru yolunu kolaylıkla karşısında bulacaktır.
ALBERT SARRAUT
YENİ TÜRKİYE


BİRİNCİ KISIM

BİRİNCİ BAHİS

KEMALİST RÖNESANSTAN ÖNCEKİ OLAYLAR

Yeni Türkiye sahasının tahdidi. - Osmanlı İmparatorluğunun inkirazı (yıkılışı). - İkinci Mahmut'tan Abdülhamit II'ye. - Abdülhamit (1878-1908). - Jön Türkler (1908-1918). - Jön Türk Hükûmeti. - Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline (15 Mayıs 1919).
Yeni Türkiye'nin coğrafî, tarihî, beşerî sahasını, önce halef devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir çerçevede mevcut olduğunu ve geliştirdiğini işaret ederek, tahdit etmek (sınırlamak) yerinde olur.
"1908'e kadar bir Türk imparatorluğu bulunmadığı aşırı tezada düşmeksizin ileri sürülebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu, birbirine düşman yirmi ırkın bir araya gelmesinden vücut bulmuş Müslüman Avusturya-Macaristan'a benzer, milletlerarası bir devlet olarak mütalâa edilebilirdi. Şüphesiz ki bu dağınık imparatorlukta, hanedan Türk, fakat ordu kısmen Arnavut, din adamları kısmen Arap, ticaret Rum, Ermeni ve Yahudi, diplomasi Ermeni ve Rum, öğretim münevver sınıflarda İran ve Fransız idi. Türk halkı, hiçbir zaman başka ırktan unsurları temsili düşünmedi. Onları lisanlarına, dinlerine, âdetlerine, içtimaî teşkilâtlarına hürmet ederek iyi, kötü idare ediyordu. Ermeniler ve Kürtler, Dürzüler ve Maronimler millî mevcudiyetlerini Babıâli'nin hem müstebit (baskıcı) hem de yumuşak otoritesi altında devam ettiriyorlardı.
"Bu kozmopolit imparatorlukta, Türk halkının kendine mahsus toprağı vardı: Küçük Asya. Küçük Asya İonya kıyısında Rumları ve Kilikya ve Kapadokya'da Ermeni azınlıklarını ihtiva ediyorsa da nüfusun büyük kısmı itiraz götürmez şekilde Türk veya Türk dostu idi. XI'inci asırdan beri, Selçuk Türkleri Orta ve Doğu Anadolu yaylalarında yerleşmişlerdi. XIV'üncü asırdan beri, Osmanlı Bitini'yi ve Ege vadilerini Yunanlılıktan temizlemişlerdi. Küzük Asya yarımadası yeni bir Türkistan, Kaşgar veya Maveraünnehir kadar Turancı bir toprak olmuştu. Buradan kök alan kuvvetli Türk halkı, yer yuvarlağının en sağlam çiftçi nesli örneklerinden birini temsil ediyordu. İşte oradan, vadilerin çiftçilerinden ve yaylaların çobanlarından Osmanlı İmparatorluğu kudretini alıyordu." (René Grousset, Asya'nın Uyanışı)
Avrupalılar nazarında bu saha, Türklere atalarından kalan Anadolu, Kürt meselesinin daha da vahimleştirdiği bir Ermeni rehini gibi idi. Gaddar ve mağdur, ırkça ve lisanca akrabalaşmış fakat dinî kin ve hürriyet rekabetiyle birbirinden ayrılmış Ermeniler ve Kürtler, sözde müttehit (birlik) ve müstebit ihtiyar Türkiye aleyhine, akisleri batıda sonsuz bir husumeti (düşmanlığı) devam ettiren ettiren kanlı bir ihtilâli sürdürüp duruyorlardı.
İşte bu her zaman uyanık batılı heyecanındandır ki, Avrupa milletleri, 'Hasta adam'ın âkıbetini açıklamakla yetinmiyor, belki onun kesinleşmeyişini ve imparatorluğun yıkılmasını hazırlayan sarsıntıları dikkate almaksızın bu sonucu arzuluyorlardı. Fakat Müslüman dünyasının ne olduğunu bizden saklayan bütün perdeleri Dünya Harbi söküp yırtınca, Küçük Asya'da bir Anadolu Türkiye'sinin, yani millî emelleri, askerî kudreti ve insan kaynakları bizden önceleri gizli kalmış, esastan Türk bir ülkenin mevcudiyetini tanıdık.
Demek ki Türkiye, kendisine daha büyük emniyet temineden Asya'daki yerleşmesiyle Avrupa'daki kudretinin kaybolduğunu gördü. Anlaşma hükümlerince, Avrupa'da ancak Meriç suyuna kadar 1.200.000 nüfusla meskûn bir mıntıkayı temsil eden Doğu Trakya elinde bırakıldı. Harpten evvel bütün Balkan yarımadasını işgal ederken, sahası İstanbul bölgesinde veya Edirne'de kalıyor.
"Bununla beraber bu dar mıntıkanın ehemmiyeti büyüktür. En eski zamandan beri, Asya'nın Avrupa'yla ve Akdeniz'in Karadeniz'le kavşağı bu karalı ve denizli çifte geçit, Türkler için refah ve komşu halklar için ihtiras unsuru idi. Süveyş kanalının açılmasına ve Transsiberiye'nin ihdasına (armağanına) rağmen faydasından hiçbir şey kaybetmedi." (Jean Brunhes)
Bu ehemmiyet yalnız İstanbul'da 700.000 veya Edirne'de 70.000 tutan yığılmış nüfustan değil; İstanbul'a erişmek için Edirne'den geçen Paris-Viyana-Belgrad beynelmilel büyük demiryolundan ileri gelmektedir. Diğer taraftan Marmara denizi ile birbirine bağlanmış Çanakkale ve İstanbul boğazları, 7 kilometre ile 500 metre arasında değişen bir genişlikte, Boğaziçi kıyılarında geniş bir milletlerarası pazarın bekâsını (varlığını) temin eden 300 kilometrelik bir deniz yolu teşkil etmektedirler.
Bununla beraber millî hayat, Asya'ya, hemen hepsi Müslüman, kıyılarda toplanmış, yaylalarda dağılmış, kilometre karede 16 kişiyle oldukça zayıf nüfus kesafetli (yoğunluklu), fakat hadiselerin mucizesi olarak Türk vatanının esasını temsil eden bugün on iki buçuk milyon ahali ile meskûn Anadolu'ya geçmiştir.
Eski Ancyre'in yükseldiği alanda, yenilenmiş ve yeniden kurulmuş bir medeniyetin idare merkezi hâline gelen 75.000 nüfuslu küçük Ankara şehrinde, başkenti cüretle tesbit edilen Ankara hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti remzi altında tahakkuk eden (gerçekleşen) bu yeniden doğma, batı farkında bile olmadan, böyle bir çerçeve içinde açılıp gelişmiştir.
Avrupa, Türklere meskûn yerlere münhasır, fakat modern devletler umumî haklarınca bir hükümdarlık bütünlüğü ile cihazlanmış (donanmış) ve ayrıca deniz mahreçleri (girişlerine) verilmiş, iyi kötü demiryolu vasıtaları ile teçhiz edilmiş, Yunanistan gibi bütün harp zararlarından kurtulmuş, hukuk ve maliye bakımından hür bir Türkiye'yi Lausanne'da (24 Temmuz 1923) tanımıştır.
Yahya Kemal Beyin Türk meselesi yazarı Maurice Pernot'ya söylediği gibi "Osmanlılık ancak Türklerin aleyhine gerçekleşebilirdi. Osmanlılık, memleketin birliğini temin edemedi ve aksine imparatorluğun zaafını teşkil eden bir ayrılığı devam ettirdi. Az geniş, fakat daha kuvvetli bir imparatorluk daha iyidir. Yalnız bu imparatorluk, Müslüman Türklerin ekseriyetle oturduğu mıntıkalarda bulunmalıdır."
Kıt'adan kıt'aya geçişi bizi hayrete düşüren bu milletin hükûmet merkezini değiştirmesi nasıl olmuştur? Teokratik, feodal ve birleşik kalıbına rağmen Osmanlı İmparatorluğu nasıl dağıldı? Halife-sultan, görünüşte ebedî olmasa bile değişmez olan eski bir geleneğin muhafaza ettiği bu ikili iktidarı, sultanlık ve hilâfeti nasıl kaybetti? Bu şüphesiz ki Türklerin Kanunî vasfını verdikleri Muhteşem Süleyman'ın ölümü (1566) ile başlayan uzun bir hikâyedir. Bütün Müslüman haşmeti geride kalmıştır: Mehmet II tarafından İstanbul'un alınması (29 Mayıs 1453), Türklerin Atina'ya girişi (1458), Trabzon Rumlarının tâbiiyeti (1461), Karaman Türk beylerine Mehmet II'nin zaferi (1464), Müttefik Rodos, Venedik ve İran'a karşı mücadelesi (1470), Türklerin Arnavutluk'ta İşkodra önlerine gelişi (1474), Kaffe'nin alınması ve Kırım Hanlığına el konması (1476), Friollere (1) Türk girişi (1477), Otranto taarruzu (1480), Mehmet II ölümünde (1481) en yüksek dereceye geliş, Kafkasya'nın fethi (1489), Venedikle harp (1499), İranlıların Türkler tarafından yenilmesi (1514), Memlûkların mağlûp edilmesi (1516), Selim'in Emir-ül Müminin ilân edilmesi (1517), bu sırada Papa X'uncu Léon'un Türklere karşı boş yere bir vergi ihdas etmesi (koyması), Mezopotamya'nın Selim tarafından fethi (1518), Selim'e halef olan Kanunî Süleyman tarafından Rodos'un alınması (1522) ve Mohaç ovasında ordularını ezdikten sonra Macaristan Kralı Lui II'nin öldürülmesi (1526), Süleyman tarafından Viyana muhasarası (kuşatması) (1529), François I ile ittifak (1533), Bağdat ve Tunus'un fethi (1534), kendisini destekleyen tüccar ve bankacı Fuggerlerin (2) yardımı ile Charles-Quint Tunus'u 1535'te tekrar ele geçirecektir, Macaristan'ın işgali (1537), Yemen'in alınması (1537), Silezya'da Osmanlı akınları (1544), Van'da İranlıların bozgunu (1548), Avusturya ile mütakere (1562). Süleyman'dan sonra Türklerin zafer kronolojisi gittikçe fakirleşir. Taarruz kuvvetlerini teşkil etmiş olan nizamî orduları, Yeniçeriler, bundan böyle zaâf sebebi, bozulma etkeni, kargaşalık kaynağı olacaktır; Yeniçeriliğe giriş para ile elde edilince, ordunun temsil ettiği hakikî kudret, dükkânlarında oturan, fakat sivil hayatla daimî temasta olan esnafın ellerine geçti. İhzibat (düzen) alışkanlığı kayboldu. Muhafazakârlık ruhu, devamını istedikleri imtiyazlarla mütenasip olarak inkişaf etti.
18'nci asırda tehlikenin ciddiyetini anlayacak kadar uyanık, fakat isyan ve fesatla baş edemeyecek kadar zayıf bir çok sultan geldi: Osman II (1618-1622) ve daha sonra Selim III (1789-1807) giriştikleri ıslahatı tamamlayamadan onun ağırlığının altında ezildiler. Üstelik harp hezimetleri, ıslahatları büsbütün zorlaştırıyordu.
Fransız İhtilâli, Fransa krallarının politikasını yeniden ele almıştı ve Fransız bayrağının 1535 kapitülasyonlarından beri istifade ettiği imtiyazlardan, aynı zamanda Fransa ile I. François'dan beri diplomatik ve ticarî münasebetlere bağlanan bağıştan faydalanmaya gayret ederek Osmanlı temamiyeti mülkiyesini (toprak bütünlüğünü) benimsemişti. Sultan da, Çariçe gibi, üç renkli bayrağın istimalini menetmişti (kullanılmasını yasaklamıştı) (1793). Fakat Selâmeti Umumiye Komitesi din ayrılıklarından kaygılanmıyordu; millî hakikatî ilk defa ortaya koyuyordu. Elçi Descorches, komite adına Türkiye'yi Rusya'ya karşı silâhlanmaya teşvik ediyordu: İhtilâllerin diplomatik tutumunda o zamandan beri değişen bir şey yoktur. General Aubert - Dubayet 1796'da, bir yıl sonraki ölümüyle bitmiş olan bir öğretim vazifesi görmek üzere İstanbul'a gelir. Bonapart ve Mısır seferiyle bariz (belirgin) değişiklik başlar, Babıâlî ve Rusya müşterek bir tehlikenin tehditkârlığı önünde birbirlerine yaklaşırlar: (30 Ağustos 1798 muahedesi), Paris muahedesi (25 Haziran 1802) ile Türklerin gözü kapalı muhtemel bir harbe gidişleri.
Austerlitz'den sonra yeni bir değişiklik! Napoléon'un Sebastini'ye talimatları, Türkiye'yi kurtarma ve kuvvetlendirme arzusuna delâlet (aracılık) ediyor. Sultanın 23 Ağustos 1807 kararıyla bağlandığı Tilsitt anlaşması (7 Temmuz 1807) Rusların mağlûbiyetini ve Osmanlıların kurtuluşunu gösteriyor. Bu Fransız tavassutu (aracılığı) kısa sürüyor: Erfurt'tan sonra doğu için Napoléon, Çar Aleksandr'a tam salâhiyet verince sona eriyor; bu da Osmanlı İmparatorluğuna, Bükreş anlaşması ile (28 Mayıs 1812) yeni fedâkârlıklar yükleyerek biten Türk-Rus harbine sebep oluyor. (1809-1812)
Batı ile İslâm doğunun yakınlaşması fırsatı ortadan kaybolmuştu. Bu arada Selim III öldürülmüştü; halefi Mustafa IV hâl edilmiş, Mahmud II'u korumak ve Türk idaresini gençleştirmek istemiş olan Alemdar Mustafa, patlayan cephanenin alevleri arasında ölmüştür.
İşte bu şartlar içinde, saray faciaları ve Sırpların isyanı akabinde Mahmut II'nin (1809) hükümdarlığı başlıyor. Anlaşılıyor ki, sultan, gördüğü tehlikeye karşı tedbir almak için 20 sene beklemiştir. Sultanın donanması, parası ve emrinde olan Mısır Hidivi Mehmet Ali'den başka dayanağı yoktur. Sırp-Hırvat millî fikri uyanıyor, Bulgarlık imanı kuvvetleniyor, Yunanistan isyan ediyor, bütün Avrupa Helen taraftarlığını ilân ediyor, Yunan istiklâl harbi umumî bir dikkat merkezi hâline geliyor; Edirne sulhu (1829), Rusya'nın lehine toprak kayıplarını ve Osmanlı bozgununu tasdik ediyor (onaylıyor).
İşte bu müthiş tehlikeli anlar sırasında, Mahmut II ordusunu ve imparatorluğunu yeniden teşkilâtlandırmaya kalktı. Yeniçeriler isyan etmeye devam ediyorlardı, fakat yaptıkları mücadeleler ciddîliğini kaybetmişti. Mahmut II top ateşi ve idamla Yeniçerilerin son mukavemetlerini sona erdirdi. Tahayyül ettiği gibi bir Büyük Petro olacak mıdır? Hayır, zira memleketini kurtarmaya faideli olacak temel ıslahata cesareti yeter değildi. 70.000 askeri, Avrupalı usullerle teşkil ve talim etmekle iktifa ediyor; fakat Avrupalılar gibi giyinip, onlar gibi şarap içtiğinden ve tabiî, ilerlemenin icap ettirdiği masrafları karşılamak üzere vergileri arttırdığı için müteassıpların itirazlarını uyandırıyor. Bu itirazlar karşısında gayretleri başarıya eremeyecektir. Üstelik, Rus politikası onu ürkütüyor, şaşırtıyor ve cesaretini kırıyor; kendini Rusya'nın vesayetine terkediyor (1833). Köksüz ıslahat arzuları, ordularının talihsiz akibetine uğruyor. Suriye'nin Mısırlılar tarafından istilâsı ve Nizip'te (9 Temmuz 1839) Osmanlı birliklerinin ezilmesi, bu aşağı yukarı fasılasız mağlûbiyetler silsilesini müthiş bir felâketle neticelendirecektir: Türk ve Mısır filolarının Navarin'de imhası (20 Aralık 1827).
Mahmut II'nin oğlu Abdülmecit, Reşit Paşanın yardımı ile, babasının hürriyetçi teşebbüsünü takip etmeye boş yere gayret edecektir. Bu, 3 Kasım 1839 Gülhane Hattı Şerifinin açtığı Tanzimat denilen devre olacaktır. Taassup, bu fermanın ve o zamana kadar Türkiye'nin en yüksek kanunu olarak devam etmiş bulunan alışılmış esaslara zıt olan her ıslahatın gerçekleşmesine mani oluyor.
"Süleyman'dan Abdülhamit II'ye kadar (1566'dan 1876'ya) bu dinî imparatorluğu 23 sultan-halife devam ettirdi. Fakat imparatorluğun harpçi gayreti, hilafetin dinî hizmetinden daha fazla onları meşgul etti; ancak isimde ve davranışta Müslümanların dinî reisleri olarak kalıyorlardı; fikir ve fiilde daha ziyade Türk imparatoru idiler. İslâmın birlik ve devamına değil, kendi devletlerinin genişlemesine ve bütünlüğüne çalıştılar: Mukaddes şehirlere doğru değil, Avrupa'ya doğru politikalarını çevirdiler. Önce bir buçuk asır zapt ve ilhaklarla (ele geçirmelerle) (1520-1683) Viyana surlarının önüne kadar ilerlediler ve Müslüman olmayanlar arasında durmadan çıkan münazâaları (çekişmeleri) hâl etmeye mecbur kaldılar; Müslümanları türlü tarikâtlar ve Sünnîlikten çıkarıcı rafizîliklerle oraya, buraya çekilmeye bıraktılar. Daha sonra, Hıristiyanlara karşı, adım adım fetihlerini müdafaaya iki asır boyunca (1683-1876) mecbur oldular. İdarelerinin ve ordularının bozulması, daimî bir çekilmeye onları icbar ettiğinden (zorunlu kıldığından) bunları ıslah etmek için örnekleri Avrupa'da aradılar. Islah çarelerini Müslüman olmayan Avrupalıların itikatlarından (inançlarından) değil, ilimlerinden almak istediler.
"Mustafa III (1757-1774) tarafından düşünülen, Selim'in arzu ettiği, Mahmut II'nin (1809-1839) zorla kabul ettirdiği, Abdülmecit'in (1839-1861) devam ettirdiği bu ıslahat, genç Türklerin imparatorluğu cihazlandırmayı tasarladıkları parlemanto idaresine ulaşacaktı: medenî ve lâik bir nizam, teokratik militarizmin yerini alacaktır; eski İslâmın buyrukları yeni dünyanın hürriyet taraftarı tecrübelerine yerlerini bırakacaklardır... Fakat Abdülhamit II genç aydınları bertaraf etti (1877), onların hazırladıkları eserleri harap etti ve İslâm hükûmet prensiplerini yeniden ortaya koydu: bundan böyle sultan, herşeyden evvel halife olacaktı." (Victor Bérard)
Abdülhamit II'nin saltanatı eski Türkiye'nin geri gidişinde son merhaleyi işaret eder. Kızıl Sultan, Türk-Rus harbi (Nisan 1877 - Mart 1878) akabinde mutlak iktidarı ele almıştı. Bu harpte Osmanlı askerinin meziyet ve fedâkârlıklarına, Osman Paşanın şahsî başarılarına rağmen, Sırp ve Karadağlıların yardım ettiği Rus ordusu bir kere daha İstanbul'un tarihî yolunu tutmuştu. Edirne Sulh mukaddimâtı (başlangıcı), Yeşilköy anlaşması (3 Mart 1878) sonra Berlin Muahedesi (13 Temmuz 1878) Bismarc'ın dikte ettiği büyük devletlerin kararlarına Türkiye'nin tabî kalan çeşitli din ve ırktaki halka "müsavatçı (eşitlik içinde) bir siyaset" tatbikini vaad etti. Bu tebliğdeki taahhüt, Abdülhamit'in mizacıyla bağdaşamaz olduğunu hemen açığa vurdu. O Abdülhamit ki, dindar, müstebit ve müvesvis (kuruntucu) idi ve 1876'nın talihsiz ıslahatçısı Mithat Paşa'nın karikatür çizgileriyle istihzalara hedef olan hayalinin bulunduğu Yıldız Sarayına daha 34 yaşında iken kendini kapamıştı.
1878'de gözden düşen, nefy (sürgün) edilen Mithat Paşa'nın hayatına son verdiği 1883'e kadar Abdülhamit'in başlıca gayreti, mutlak kudretini rahatsız eden ve endişeye düşüren hürriyetçi teşekküllerden kurtulma yolundadır. İmparatorluğun başlıca gelirlerini, Osmanlı borçlarını ihtiva eden (Muharrem fermanı 20 Aralık 1881) bir malî mürakebe (denetleme) şekli altında Avrupa'ya terketmekte zorluk çıkarmıyor: Gümrük fazlası, tuz, tütün, pullar vesaire ile liman inşaatını alacaklı devletlere bırakıyor, yabancı sermayenin işlettiği demiryollarına garanti veriyor. Fakat aynı zamanda son sultanların elinden giden, kaybolmuş cismanî iktidarın yerini tutacak bir manevî kudreti halife olarak yeniden elde etmeye gayret ediyor.
Abdülhamit'in anladığı İslâm birliği, ona göre dinî bir emperyalizmdir: Yeğeni Prens Sabahttin'in izah ettiği gibi -Osmanlı mutlakiyyetinin sallanan binasını önce gizlemek, sonra muktedir olabilirse (gücü yeterse) kurtarmak için ruhanî bir libas (örtü) ile örtmek...
Pan-İslâmizm hareketini destekleyen arka fikirler ne olursa olsun, din, İslâm ahaliyi derinliğine ve geniş bir alan üzerinde hareketlendirmektedir: Müslüman olmayanlara karşı olan kini diriltir veya canlandırır. Ermenilerin kanlı katliâmları 1888'den itibaren yeniden başlar; Girit Hristiyanlarının katliâmı, 1896 kasımındaki Mukaddes cihada, sonra 17 Nisan 1897'de Türk-Yunan Harbine yol açar. Bu harp, Yunanlıların mağlûbiyetiyle sona ermesine rağmen Girit istiklâl kazanır ve Prens Georges, büyük devletler yüksek komiseri olarak bir müddet adayı idare eder. (26 Kasım 1898).
Bununla beraber, Abdülhamit, hakkında müdahalesizlik (karışmazlık) politikası gözetmeyi kararlıştıran İngiltere ve Almanya, Rusya ve Avusturya gibi büyük devlterin takındığı tavırdan istifade ediyordu. Fransa, müstenkifliği (çekimser kalmayı) dostluğa kadar ilerletiyor. Gabriel Hanotaux, ikinci Hariciye Vekilliğinde (30 Nisan 1896), Mecliste "her türlü müdaheleyi, Haçlı seferi ve macera zihniyetini" reddederek Fransa'nın isteğine tercüman oluyor ve Müslüman bütünlüğünün müdafiliğini (savunuculuğunu) vekillikten düşmesine kadar yapmaya devam ediyordu.
Bu türlü himayeler sayesinde, Abdülhamit'in Makedonya'da Rumeli'de ve bütün imparatorluk sahasında, zahiren muahede (görünürde anlaşma) hükümlerine uymak için aldığı belirsiz idarî tedbirleri ıslahat şeklinde maskelemesine müsaade edilmiştir. Berlin Muahedesinden çıkan rekabetler "Hasta Adam"a, (1897) Avusturya-Rusya itilâfı Türkiye'yi imtiyazlı avcılar ve dostlar için bir çeşit mahfuz av sahası yapasıya kadar, uzunca bir hayat sağlar.
"1897, yeni bir devrin başlangıcıdır: Ermenistan katliâmları, yunanistan'ın mağlûbiyeti, sultanın kudretini temin etmiştir; Avusturya-Rusya anlaşması Makedonya'yı sultanın arzusuna bırakır. Düşüş Makedonya'dan başlayacaktır. Fransız maliyesi ve Alman genel kurmayı ile kuvvetlenen Abdülhamit, Slâvlara karşı zıt bir tavır alır. 200.000 Makedonyalı, kendilerine bir mukavemet (direnme) teşkilâtı sağlayan (Sofya haricî teşkilâtı 1893) Bulgaristan'a sığınıyorlardı. Ermenistan üzerine olduğu gibi sultan, Makedonya üzerine de, başıbozukları, Arnavutları ve Anadolu rediflerini hücum ettiriyor. Bunlar eski Sırbistan yaylalarını talan ediyorlar, mukavemet edebilmek için Makedonyalılar Petersburg'a ve Viyana'ya çok bağlı Sofya'dan ayrılıyorlar ve Sarafof'la Selânik dahili teşkilâtını tesis ediyorlar (kuruyorlar) (1899): Makedonya, Slav komitecilerin, Yunan andartlarının (gayrî nizamî) ve Müslüman başı bozukların zülumlarının, sirkat, tecavüz, idam, kesilen kulaklar, açılan karınlar, diri diri derileri yüzülen çiftçilerin hikâyeleri ile doludur. Babıâlî, kıyamı tahrik ediyor (Sofya Osmanlı komiseri "bir seferde hepsinin hakkından gelmek için karşımızda 20.000 asî olmasını isteriz" diyor.) ve birlikler yığıyor (1902-1903 kışı). Arnavutlar Peç, Diakova Sırplarını katl ediyor, köyleri yakıyor, Makedonya çiftçilerini ateşe veriyorlar (1903 baharı).
"29 Nisan 1903'te Selânik'te bombalar atıldı; 2 Ağustos'ta Manastır'a hâkim olan, Priştine'de sığındığı Saint-Elie Manastırından Sarafof, ihtilâli ilân ediyor; Slavların mülkleri satılıyor, kilise ve okulları kapatılıyordu. Sofya'nın ihtilâlcilerle suç ortaklığını reddetmesine rağmen (10 Ağustos 1903 Bulgar memorandomu) Makedonyalılar kitle hâlinde Bulgaristan'a kaçıyorlar. Slâvlara hınçlı Yunanlılar, komitacılara cephe alıyor ve Uzak Doğu harbi Rusları Balkanlar'dan uzaklaştırdığı için sultan, Yunan çetelerini Slâvlara saldırtıyordu (1904 Ağustosu).
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Yeni Türkiye - 2
  • Parts
  • Yeni Türkiye - 1
    Total number of words is 3703
    Total number of unique words is 2256
    22.2 of words are in the 2000 most common words
    33.0 of words are in the 5000 most common words
    39.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 2
    Total number of words is 3785
    Total number of unique words is 2262
    19.7 of words are in the 2000 most common words
    30.8 of words are in the 5000 most common words
    38.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 3
    Total number of words is 3880
    Total number of unique words is 2087
    22.3 of words are in the 2000 most common words
    34.3 of words are in the 5000 most common words
    42.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 4
    Total number of words is 3853
    Total number of unique words is 2102
    21.0 of words are in the 2000 most common words
    32.6 of words are in the 5000 most common words
    40.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 5
    Total number of words is 3767
    Total number of unique words is 1919
    20.1 of words are in the 2000 most common words
    31.0 of words are in the 5000 most common words
    38.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 6
    Total number of words is 3817
    Total number of unique words is 2064
    21.2 of words are in the 2000 most common words
    32.0 of words are in the 5000 most common words
    40.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yeni Türkiye - 7
    Total number of words is 2233
    Total number of unique words is 1253
    24.4 of words are in the 2000 most common words
    37.0 of words are in the 5000 most common words
    44.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.