Yaban - 11

Total number of words is 2843
Total number of unique words is 1623
35.5 of words are in the 2000 most common words
50.0 of words are in the 5000 most common words
57.8 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
sarmıştı. Kızlar, gelin ve İsmail ellerinde küçücük kaplarla su taşıyorlar ve yangının üstüne
serpiyorlardı. Ben, öfkemden ve heyecandan sesim kesilmiş bağırıyorum:
– Canım, bu kadar suyla yangın söndürülür mü? Büyük kovalarınız, kazanlarınız yok mu?
– Hepsi içerde kaldı, diyorlar.
Ben, gözlerimle Emine'yi arıyorum:
– Emine nerede? diyorum.
– Aman Allah, o da içerde kaldı! diye bir çığlıktır kopuyor.
Bunun üzerine, kendimi tutamayıp dumanların içine atılıyorum. Bu kabustan sıyrıldığım
anda, hala Emine'yi arıyorum. Henüz açılmış gözlerim, odanın karanlığı içinde şaşkın şaşkın,
bir tutuşmuş genç kadın vücudu görmeğe çalışıyor.
O gece sabahı güç ettim ve bütün günü bu trajedinin havası içinde kırılmış, ezilmiş bir halde
geçirdim.
Kara haber bulutları, bütün göğü kapladı. Zaten buna ne hacet... Gün geçmiyor ki, üç dört
düşman uçağı başımız üstünde uçmasın. Bir defasında o kadar alçaktan geçtiler ki,
kanatlarının altındaki mavili beyazlı rengi bile göründü. Bir başka defa, yere birtakım kağıtlar
attılar. Bu kağıtlardan bir tanesi benim elime geçti. Diyordu ki, Eskişehir, Kütahya'yı aldık.
Yarın öbür gün buralara kadar geleceğiz. Sakın, yerinizden, yurdunuzdan olmayınız. Biz size
kötülük etmeğe gelmiyoruz. Halife ve Padişah bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal'in
çetelerinden kurtarmak için harbediyoruz!
Köylüler, bunu okuyunca, her birinin gözünün sevinçten parıl parıl parlamağa başladığını
gördüm. Yalnız, Bekir Çavuş endişelidir. Başını iki yana sallıyor:
– Şimdi böyle derler amma, sen kulak asma. Bütün bu tatlı diller hep girinceye kadardır.
Sonra başlarlar köyde ne varsa sömürmeğe... Vallahi, bir lokma ekmek, bir tane yumurta
bırakmazlar. Bütün samanları, hayvanlara yedirirler.
Yağ, davar, kuzu, keçi ne bulurlarsa yutarlar. Bana kalırsa, şimdiden bunları kaçırıp
saklamanın bir yolunu bulmalı. Salih Ağa, arsız bir tebessümle sırıtıyor:
– Ben, işittim. Aldıkları, yedikleri şeylerin hep parasını verirlermiş.
– Bir defa verir, iki defa verir. Sonra nereden verecek? Asker bu, gittiği yerde altın kesmiyor
ya?
Hiç kimse, Bekir Çavuş'u dinlemiyor. Hepsi Salih Ağa'nın tarafını tutuyor.
– Gelip de kırk yıl kalacak değiller ya! Belki bir gün, belki iki gün, sonra göçüp giderler.
Bekir Çavuş:
– Bir söz vardır, diyor. Askerin geçtiği yerde ot bitmez. Göçer ama, bize bir şey bırakmaz.
Önümüz kış. Bize bir şey bırakmazlar.
Ben, bir kenardan, yüreğim boğazıma tıkanmış bir halde, milli bir felaketin arifesindeki bu
basit, bu aşağılık konuşmaları dinliyorum. Artık ağzımı açıp bir şey söylemek istemiyorum.
Varıp başımı alıp, daha içerlere doğru yürüsem mi? Mutlaka Eskişehir'den Ankara'ya yaralılar
taşıyan trenler vardır. Onlardan birine atlayıp Ankara'ya gitsem. Hiç değilse, bu trajedinin
anlam ve mahiyetini anlayan kimseler içinde ne olacaksam olsam.
Hayır, hayır; artık bir harekette bulunmağa gücüm kalmadı. Burada kalıp öleceğim. Hatta
onlar, köye girecekleri gün askeri elbisemi giyeceğim. Önlerine kılıcımı sürüye sürüye
çıkacağım. Ta ki, ilk hamlede, süngüleriyle vücudumu delik deşik etsinler diye...
Kanlı ve vahşi bir işkencenin derin, ilahi hazzını şimdiden duyar gibi oluyorum. Eski
şühedanamelerde, yüzlerce ok yarasında can veren kurbanların her bir yarasında bir gül
bittiğinden bahsolunur. Bunun gerçekle ne kadar uygun olabileceğini şimdi anlıyorum. Çünkü,
vücudumda, süngülerin saplandığını tasavvur ettiğim her nokta, şimdiden, tatlı tatlı gidişiyor.
Bu kadar tatlı tatlı gidişen yerlerde, ancak güller açabilir ve her birinden kan yerine bal
akabilir.
Asıl felaket şuradadır ki, düşman askerleri bana bir şey yapmaksızın buradan geçip
gidebilir. O zaman; ben bir mezbelede, bir moloz gibi kalacağım. Ve bulunduğum noktada diri
diri çürümeğe mahkum olacağım. Köylüler konuşurken, işte ben kendi kendimle böyle
konuşuyorum. Onların sözleri, bana büsbütün başka bir dünyanın, başka cinsten birtakım
yaratıkların mırıltıları gibi geliyor. Bazen ne dediklerini hiç anlamıyorum. Buğday, arpa,
davar, öküz, saman?.. Bunlar da ne demek olacak?
Birkaç günden beri cephenin nasıl çözüldüğünü gözle görmek mümkündür. Haymana ve
Sivrihisar havalisini geçen bütün yollardan bulanık bir göç seli akmaya başladı.
Bunlar içinde, bazı yılgın askerler de yok değil. Bunlar insanlıktan çıkmış, gözlerinin feri
kaçmış ve çoktan ilkelleşmiş görünüyor. Onun için, hiçbirini durdurup konuşmuyorum.
Yalnız, öbürleriyle birkaç adım yürüdüğüm ve nereden gelip nereye gittiklerini kendilerinden
sorduğum oluyor. Bunlar, genellikle Eskişehir bölgesi halkındandır. Fakat, içlerinde daha
uzaklardan, Kütahya'dan, Bilecik'ten gelenler de vardır.
Çoğu kadınlardan, ihtiyarlardan ve çoluk çocuktan mürekkep bu kafileler gerçi, nereden
geldiklerini bize haber verebiliyorlar. Fakat nereye gideceklerini hemen hiç bilmiyorlar.
Öyle gelişigüzel yürüyorlar. Kiminin omuzunda bir yatak, kiminin koltuğu altında bir çıkın,
kiminin sırtında bir kundak çocuğu, kimi bir küçük kazanı bir miğfer gibi geçirmiş, yürüyorlar.
Porsuk Çayı'nın akışı gibi şuursuz, faydasız ve hazin bir gidiş...
Onlara bazen, bir parça yiyecek verdiğim oluyor. Teşekkür etmeden alıyorlar ve sessiz
sessiz, yollarına devam ediyorlar.
Bir gün, aralarında, yüzü henüz insani ifadesini kaybetmemiş ak sakallı bir adama sordum.
– Hiç umut kalmadı mı?
Yüzüme baktı, sağ yanıma baktı. Cevap vermeden yürüdü gitti. İhtiyarın bu tavrı, yüreğime
öyle bir perişanlık verdi ki, ardından bile bakmağa cesaret edemedim. Başım önüme düştü ve
dizlerimin bağı çözülüp durduğum noktaya çöküverdim.
Bir başka gün, ıssız ovanın ortasında yolunu şaşırmış on, on iki yaşlarında bir çocuğa
rastgeldim. Çocuk hem ağlıyor, hem yürüyordu. Beni görünce bir çığlık kopardı ve aksi yöne
doludizgin koşmağa başladı. Ben, Dur! diye bağırdıkça çocuk arkasına bakmadan kaçıyordu. O
koştu, ben koştum. Fakat yetişmek kabil olmadı. Dere, tepe, iniş yokuş, kaybolup gitti. Ve hava
o kadar sıcaktı ki, ben çocuk eriyip buhar oldu zannettim.
Bir gün de, yolun kenarında, bir eski heybe gibi bırakılmış bir ihtiyar kadın buldum.
Kupkuru, kapkara bir kocakarı... Üstü başı o kadar parça parça idi ki, ilk görüşte yere bir tarla
korkuluğu yuvarlanmış sandım. Kadın kıvrılıp yatmıştı. Üzerine doğru eğildim:
– Nine, nine hasta mısın?
– Hasta mı? Ne hastası? Bana yiyecek vermediler. Bana içecek vermediler. Beni yedi gün,
yedi gece yürüttüler. O kızım olacak karıya: –Beni biraz sırtına al! dedim. Kabahatim işte o.
Beni şuracığa atıp gidiverdiler. –Sen şuracıkta biraz bekle. Biz seni gelir alırız dediler. Yalan,
yalan, yalan... Ben yalan olduğunu bilirdim, emme ne ideceksin, bey!
Sesi o kadar ince, o kadar ince idi ki bir sivrisinek vızıltısını andırıyordu. Ağzının içinde, bir
tek dişi yoktu. Onu her açıp kapayışında çenesinin ucu burnuna değiyordu.
– Gel, seni bizim köye götüreyim.
– Olmaz, olmaz. Belki döner gelirler. Kimbilir, belki döner gelirler de, beni bıraktıkları
yerde bulamazlar.
Bir akşamüstü, alacakaranlığın içinden bir ses:
– Davranma!
Ben, yürümemde devam edince, bir kurşun, bir eşek arısı gibi vızıldayarak, kulağımın
yanından geçti. Derken, pat, pat, pat, pat, biri koşmağa başladı. Altı demirli çivili kundura
sesleri. Mutlaka bir asker kaçağı olacak.
Az kalsın, bir Türk erinin kurşunu ile ölecektim. Gerçekten cephenin çözüldüğü, gözle
görülür bir hale geldi. Fakat buna çözülmek mi, diyeceğiz? Hayır, hayır, Türk ordusu
dağılmadı. Ve Ankara'nın üstünden: Düşman ilerleyebilir, düşman Ankara'ya kadar da
gelebilir. Fakat biz, yurdumuzun en son kayası üstünde de kendimizi savunacağız.
Düşmanı vatanın harimi ismetinde boğacağız diye bir ses yükseldi. Bu, O'nun sesidir. Bu,
insana ümit, kuvvet ve metanet veren sestir.
İşte, yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi. O'nu geniş yetkilerle Başkumandan
tayin etti. Savaş meydanına bizzat, O geliyor... Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi
parıldamağa başladı.
Dağılır gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker kafilelerinin birer birlik
halinde yeni mevzilerine doğru yol aldıklarını görüyorum.
Bir topçu müfrezesi, bütün ağırlıklarıyla bizim köyün içinden geçti. Uzun uzadıya,
subaylarla konuştum. Büyük bir meydan savaşına hazırlanıldığını söylüyorlar. Hepsi de ümitli
görünüyor. Gerçi, eskisi gibi, –Mutlaka yeneceğiz!– demiyorlar. Fakat, yenildiklerini de kabul
etmiyorlar. İçlerinden babacan bir binbaşı bana dedi ki: –Doğrusu; Eskişehir'in düşüşünden
sonra bizi takip etseydi halimiz yamandı. Fakat, etmedi.
Öteden bir genç yüzbaşı atıldı: –Edemezdi, çünkü o bizden daha yorgundur. Benim
bildiğim daha birkaç ay yerinden kımıldayamaz.– dedi. Bir daha genci: –O vakte kadar da biz,
karşı taarruza geçeriz. sözlerini ilave etti.
Biz böyle konuşurken köylülerin herbiri bir deliğe kaçmış, uzaktan bizi gözetliyorlardı.
O binbaşı etrafına bakınıp: Yahu, bu köyde kimseler yok mu? dedi.
Genç yüzbaşı, bana cevap vermeğe vakit bırakmadan:
– Vardır, vardır amma, ne olur ne olmaz diye hepsi bir köşeye sinmiştir. Onlara çarıklı
erkanı harp derler.
Binbaşı, iri gövdesini hoplatarak gülüyordu. –Yarın öbür gün burada kızılca kıyamet
kopunca, görürler onlar, erkanı harpliği... diyordu.
Genç subay kulağıma eğildi: Sahi, azizim. Siz onlara söyleseniz de bir an önce hayvanlarını
önlerine katıp, ateş hattının öbür tarafına çekilseler fena olmaz. dedi.
Cebimden, Yunan uçaklarının attığı kağıtlardan bir tanesini çıkardım ve genç subaya
uzatarak:
– Onlar buna inanıyorlar. Benim sözüme kulak asmazlar, dedim.
Subay, kağıdı okurken, benzi sapsarı kesildi. Kağıdı sert bir tavırla arkadaşına uzattı:
– Buna inanıyorlar ha! Öyleyse bir şey söylemeyin. Bu insanlar kurtarılmağa layık değildir,
dedi.
Kağıda bir göz gezdirip, bana iade eden binbaşı, fütursuz bir eda ile:
– Canım, buralar hiç düşman istilası görmedi ki, ne bilsinler, dedi. Siz, gidin de bir
Rumeli'liye, yabancı bir ordunun veya idarenin iyi olabileceğini söyleyiniz. Eğer hainliğinize
hükmetmezse, mutlaka deli olduğunuzu zanneder. Ama bunlar!
Yüzbaşı:
– Ama bunlar da nedir? Görmüyorlar mı? İşitmiyorlar mı? Düşmanın elli altmış kilometre
ötede neler yaptığını bilmiyorlar mı?
– Ee, bilmezler.
– Bilmezlerse, burada kalıp öğrenirler.
Binbaşı, birdenbire bana döndü:
– Ya siz, ne yapacaksınız, diye sordu.
– Ben mi? Vallahi bilmiyorum. Ben de bu köylüler gibi oldum. Her şeyi kadere bırakıyorum.
– Yok canım, öyle şey olur mu? Daha vakit varken, çıkıp gidin Ankara'ya...
– Sahi, tehlike o derece muhakkak mı dedim.
– Ee, tabii. Ne olacak ya, buraları, hiç değilse, iki ateş arasında kalacak.
– Hiç değilse? Daha fenası olmak da muhtemel mi?..
Adam sen de...
Bu söz ağzımdan çıkıverdi.
Subayların üçü birden, hayretle yüzüme bakıyorlardı. Benim bir deli olduğuma mı
hükmettiler nedir, artık bahsi hiç tazelemediler.
Akşama doğru, bana sessizce veda edip gittiler.
Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim yüreğime bir dost ayrılığının acısı
gibi bir şey bıraktı. Saatlerce oturduğum yerde, öyle melul melul kalmışım.
Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu gelip gidişleri
bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye yaramıyor. Her defasında, kendimi
biraz daha garip hissediyorum. İlle bu seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu
görüşmedir.
Niçin, onlarla daha uzun, daha derinden, daha candan konuşmadım? Onlara niçin, bütün
dertlerimi birer birer sayıp dökmedim? Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin
haber vermedim?
Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle korktum.
Belki de iyi ettim. Çünkü, sırrımı ögrenselerdi, beni zorla alıp götürmeye kalkarlardı. Beni
cephenin ardında, bir köşecikte, bir sakat hayvan gibi saklarlardı. Boş yere subay kantinlerinin
ve subay çadırlarının bir sığıntısı olurdum. Arkaya veya geriye doğru hareket anlarında,
karargah kumandanlarının bir angaryası, bir başbelası kesilirdim.
Çöldeyken, kuyruğu kesik bir köpek bizim alaya musallat olmuştu. Nereye gitsek, beraber
gelir, kovsak dinlemez ve peşimizi bir dakika bırakmazdı. Hep ayaklarımızın arasında dolaşır,
arkamızdan koşar, siperlerin içine girer çıkar, geceleri şunun bunun çadırı önünde nöbet
beklerdi. Haline acır, vuramazdık. Hatta yemek artıklarını hep ona verirdik ve köpek belki de,
bizden bunun için ayrılmak istemezdi.
İşte ben, onlarla gitmiş olsaydım, mutlaka bu köpeğe benzerdim. İyi ki, gitmedim.
İyi ki, gitmedim. Çünkü her hayatın kendine göre bir başlayışı, bir bitişi vardır. Bunu
değiştirmek kimsenin elinde değildir ve olmamalıdır. Hayat, bölünmez bir şeydir. Onun belirli
ve mukadder mimarisini değiştirebilir miyiz? Değiştirmek elimizde midir? Ve değiştirirsek
güzel, iyi bir iş olur mu?
Ben, için için ta ilk gençlik anılarımdan beri, için için, bir dramın bütün safhalarını
yaşadım. Sanki, kendi kendimi seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktördüm. Bir tragedya
aktörüydüm. Şimdi son perdeyi oynayacağım sırada birdenbire rolümü değiştirip bir başka
adam mı olayım?
Yok; Hamlet gibi başladım, Hamlet gibi bitireceğim. Benim için, bu, bir kariyer meselesidir.
Birdenbire, yüzümün kara sarı boyasını silip, dayak tiryakisi bir topal uşak, bir kambur aşık,
bir korkak ihtiyar makyajı yapamam.
Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari
kendi ölümümüzle ölelim.
Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü, ne kalbimizi kendimiz
seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim elimizdedir.
Ben, işte, gider ayak bu gücümü, bu tek gücümü kullanacağım. Ölümlerin, bence en asili, en
değerlisi, en tatlısıyla öleceğim.
Ve arkamda hiçbir kimse bırakmayacağım. Ne bir dost, ne bir sevgili... Hiçbir izim de
kalmayacak; hatta mezarım bile. Çünkü, bu köylüler, beni gömmezler, bir derenin içinde
köpeklere, kargalara yemlik bırakırlar ve kemiklerimi tezek ateşinde yakarlar.
Ne ala, yadellerde, kemiklerim bile kalmayacak.
Bugün köyde inanılmayacak derecede harikulade bir olay oldu.
Öğle üstü üç dört kişi, kahvenin çardağı altında oturuyorduk. Ta uzaktan, yolun
dönemecinde, bir asker müfrezesinin ucu göründü. Hepimiz, heyecanla, ayağa kalktık ve yola
doğru yürüdük. Çok geçmedi. Bu gelenlerin bizim askerlerimiz olduğu anlaşıldı. Lakin bunun
böyle olduğunu anlamak köylüleri teskine yaramadı, ya da elalemi angaryaya sokarlar diye
herbiri bir yana sıvıştı. Bekir Çavuş da dönmek üzereydi. Fakat, ben bırakmadım.
– Dur, bakalım. Belki, şunlardan bir havadis alırız, dedim.
Eski ordu hayatından, ondan biraz askerlik gururu kalmış olacak. Müfreze, dolambaçlı ve
tozlu yol üzerinde, dağınık bir yürüyüşle, döne dolaşa yaklaştı. Bekir Çavuş, baktı, baktı:
– Bu ne demek? Ne başı var ne kıçı... diye söylendi.
Gerçekten, gelenler, ne düzgün bir tabur, ne de bir jandarma müfrezesine benziyordu.
Hatta, daha ziyade yaklaştıkları vakit giydikleri elbiselerin, taşıdıkları silahların da birbirini
tutmadığını gördüm.
– Merhaba arkadaşlar. Nereden böyle?
O kadar yorgundular ki, cevap verecekleri yerde, bize tozdan bembeyaz olmuş kirpiklerinin
arasından ölü gözlerle bakıp geçiyorlardı.
Bir iki tanesi yanımıza yaklaşıp:
– Köyün suyu nerede? diye sordu.
Bekir Çavuş, kendini bir derleyip toparladı. Parmağının ucuyla çeşmenin bulunduğu
meydancığı gösterdi. Teker teker, ikişer üçer yürüyorlar; bir tanesi arkadan geliyor. Bekir
Çavuş, kendini tutamadı:
– Yahu, sizin subayınız filan yok mu? diye bağırdı.
Çeşmeye doğru gidenlerden bir tanesi döndü. O arkadan geleni gösterdi.
Bekir Çavuş, kendini gene bir derleyip toparladı. Elinin tersiyle bıyıklarının dik kıllarını
sıvazladı. Uzaktan, o gelen adamı süzdü, süzdü: Hele, şuna bak dedi.
O adam, arada bir yolun ortasında, şaşırmış gibi duruyor ve etrafına bakınıyor, sonra gene
birkaç adım yürümeye başlıyordu. Başçavuşun gerçekten acayip bir hali var. Yol üstünde öyle
zikzaklar yapıyor ki, adeta sarhoş olduğuna hükmedilebilir. İşte, gene durdu. Gene sağına
soluna bakıyor. Durduğu noktada, bir Mevlevi dervişi gibi dönüyor.
Bekir Çavuş'un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü.
– Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun?
Herifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele acele Bekir Çavuş'a
yaklaştı. Bir süre karşı karşıya hareketsiz kaldılar. Derken, iki ağızdan bir anda bir feryatla her
iki adam sarmaş dolaş oldu. Bir süre, bir uzun süre öylece kaldılar.
Ben merakla adım adım onlara yaklaştım. Bekir Çavuş, iki eli karşısındaki adamın
omuzlarında, bana döndü:
– Hey, şu Allahın işine bak. Bili min bu kim? dedi.
Dikkatle bakıyorum. Derisi bir Hintli derisi gibi kararmış, uzun ve kırçıl sakallı bir adam...
Kaç yaşında? Belki otuzunda, belki ellisinde vardır. Anadolu köylüsünün, –hele uzun süre
askerde kaldıktan sonra– yaşını tayin etmek pek güçtür.
Bekir Çavuş'a:
– Senin eski silah arkadaşlarından biri olacak, dedim.
Kocaman bir kedi esneyişine benzeyen bir tebessümle sırıttı:
– Bu, hani şehit sandığımız Şerif be... Emine'nin babası Şerif Sonra dönüp:
– Kızın burada, bili misin? Kızını biz, burada everdik. Herif, hayretle geri geri çekildi:
– Etme be, Emine, o kadar büyüdü mü ki?
Durdu. Düşündü, düşündü. Parmaklarıyla yılları hesap etti...
– On yıl oluyor. Doğru ya, on yıl, dedi. O vakit hiç değilse sekiz yaşında vardı.
Daldı:
– Görsem tanımam ki... dedi.
Bir dakika, dağılan aklını toplamak ister gibi kendini bir zorladı:
– Anam sağ mı dedi.
– Sağ ya, köyde oturup duruyor.
Emine'nin babası bir şey daha sormak istedi. Yutkundu yutkundu. Sonra, acayip bir
sessizliğe düştü. Bize şaşkın şaşkın bakmağa başladı. O kadar şaşkın gözlerle ki, içlerinde
şuurun son ışıkları sönmüş sanılır.
– Şerif Çavuş, gel köye varalım.
Koca adamı, adeta, sıkılgan bir çocuğu bilmediği bir yere sürükler gibi götürüyorduk.
Kahvenin önüne vardığımız zaman Bekir Çavuş onu hemen eliyle bir iskemlenin üstüne
oturttu.
– Hele sen, şurada biraz bekle, dedi.
– Şerif Çavuş'un önü sıra gelmiş olan askerler toprağın üstünde yüzükoyun yatmış
uyumuşlardı. Emine'nin babasına dedim ki:
– Ahretten gelen yolcu; kahveyi nasıl istersin? Bir sigara içer misin?
Paketimi uzattığım zaman, hem onun, hem benim ellerimizin titrediğini gördüm.
Şerif Çavuş:
– Bir su. Aman, bir su... dedi.
Kahvecinin getirdiği altı delik maşrabayı, iki eliyle kavradı. Lıkır lıkır, içmeye başladı.
Ben, gittikçe artan bir merak ve heyecanla bu acayip Odise kahramanına bakıyorum. Ülis
de, on yıl denizlerde kaybolduydu. Memleketine döndüğü gün bir domuz çobanının ağılında,
delikanlı olmuş oğluyla karşı karşıya geldiği zaman ne oğlu onu ne de o oğlunu tanıdı. Fakat,
iffetli ve sabırlı karısı Penelope, henüz hiç kimseyle evlenmemiş, onu evinde bekliyordu.
Bu Anadolu Ülis'inin karısı ise, çoktan bir başka adama varmıştır. İşte Şerif Çavuş'un
Odise'si asıl burada düğümlenecek. Hem de, bir kör düğümle düğümlenecek.
On yıl, ne yaptı? Nerelerdeydi? Sorsam, bu uzun macerayı bana anlatabilecek mi?
Belki, hiç bir şey hatırlamıyor. Vakalarla dolu yıllar bir kayanın üstünden akan sular gibi,
onun üstünden akıp geçmişe benziyor. Fakat, sular, en sert taşlarda bile izlerini bırakırlar. On
yıllık macera, kabil mi ki onda hiç bir eser bırakmadan geçip gitmiş olsun?
– Şerif Çavuş, bu kadar zamandır nerelerdeydin?
Başını çevirmeden, hep önünde sabit bir noktaya bakarak cevap veriyor:
– Askerde...
– Tabii, askerde olduğunu biliyorum. Fakat bir yerde esir mi düştün? Ne oldun da, böyle
yıllarca senden bir hal haber çıkmadı?
– Ya Moskof'a esir düştük; dedi.
– Esarette çok kaldın mı? Rusya'nın neresinde kaldın?
– Neresi olduğunu bilmiyorum, gayri. Bizi çok dolaştırdılar.
– Ya sonra memlekete nasıl döndün?
– Memlekete dönmedim ki. Aha, bugün köy karşıma çıkıverdi. Yakın düştüğümü ondan
anladım. Şaştım kaldım.
Bir süre, o da, ben de, susuyoruz. Tekrar soruyorum:
– Buradan çıkalı, on yıl oldu, diyorsun. Demek ki askere Balkan Savaşı'ndan önce gittin.
– Ha, ya. Balkan Harbi patladığı vakit, ben Urumeli'ndeydim. Sonra İstanbul'a geldik. Ben
terhis olurken, seferberlik çıktı. Bizi Erzurum'a gönderdiler.
Gene sustuk; hep birer birer sormak gerekiyor ve ağzından cevaplar basit, sade, teker teker
düşüyor. Sanki dünyanın en önemsiz işlerini anlatır, sanki kahve içtim, uyudum, kalktım,
yüzümü yıkadım der gibi. Sarıkamış, Sibirya yollarını, oradaki açlığı, sefaleti, oralardan
dönüşü, yaya olarak ve farkına varmayarak sınırdan içeri girişi, Kars'a gelişi, Kars'tan tekrar
alınıp şarka, şarktan cenuba ve nihayet Adana'ya gönderilişini söylüyor. Müthiş bir olaylar
akımı, onu bir ağaç parçası gibi kürenin böğründe ve binlerce kilometre mesafe içinde oradan
buraya, buradan oraya sürükleyip gitmiş. Bu selin her dalgası birkaç ay, her bir kıvrıntısı
birkaç yıldır.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Yaban - 12
  • Parts
  • Yaban - 01
    Total number of words is 2653
    Total number of unique words is 1600
    24.0 of words are in the 2000 most common words
    36.1 of words are in the 5000 most common words
    43.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 02
    Total number of words is 2955
    Total number of unique words is 1746
    31.8 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    52.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 03
    Total number of words is 2944
    Total number of unique words is 1750
    36.0 of words are in the 2000 most common words
    50.1 of words are in the 5000 most common words
    56.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 04
    Total number of words is 2831
    Total number of unique words is 1654
    36.3 of words are in the 2000 most common words
    51.8 of words are in the 5000 most common words
    60.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 05
    Total number of words is 2895
    Total number of unique words is 1633
    37.4 of words are in the 2000 most common words
    51.9 of words are in the 5000 most common words
    59.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 06
    Total number of words is 2852
    Total number of unique words is 1658
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    57.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 07
    Total number of words is 2951
    Total number of unique words is 1671
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    57.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 08
    Total number of words is 2909
    Total number of unique words is 1690
    35.8 of words are in the 2000 most common words
    49.3 of words are in the 5000 most common words
    56.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 09
    Total number of words is 2947
    Total number of unique words is 1673
    36.5 of words are in the 2000 most common words
    50.3 of words are in the 5000 most common words
    56.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 10
    Total number of words is 2850
    Total number of unique words is 1677
    35.9 of words are in the 2000 most common words
    48.5 of words are in the 5000 most common words
    55.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 11
    Total number of words is 2843
    Total number of unique words is 1623
    35.5 of words are in the 2000 most common words
    50.0 of words are in the 5000 most common words
    57.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 12
    Total number of words is 2830
    Total number of unique words is 1611
    35.8 of words are in the 2000 most common words
    50.1 of words are in the 5000 most common words
    58.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 13
    Total number of words is 2910
    Total number of unique words is 1642
    36.4 of words are in the 2000 most common words
    50.8 of words are in the 5000 most common words
    58.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 14
    Total number of words is 2827
    Total number of unique words is 1672
    34.7 of words are in the 2000 most common words
    48.6 of words are in the 5000 most common words
    56.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 15
    Total number of words is 2766
    Total number of unique words is 1590
    35.7 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    57.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 16
    Total number of words is 2879
    Total number of unique words is 1731
    32.0 of words are in the 2000 most common words
    45.4 of words are in the 5000 most common words
    52.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 17
    Total number of words is 2909
    Total number of unique words is 1655
    27.1 of words are in the 2000 most common words
    38.9 of words are in the 5000 most common words
    46.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 18
    Total number of words is 2802
    Total number of unique words is 1690
    27.9 of words are in the 2000 most common words
    40.2 of words are in the 5000 most common words
    47.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Yaban - 19
    Total number of words is 1511
    Total number of unique words is 1016
    27.6 of words are in the 2000 most common words
    39.4 of words are in the 5000 most common words
    46.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.