Yaban - 10
Total number of words is 2850
Total number of unique words is 1677
35.9 of words are in the 2000 most common words
48.5 of words are in the 5000 most common words
55.1 of words are in the 8000 most common words
yaşlarında bir çocuktur. Fakat, görmeli, ne kadar ağırbaşlı, ne kadar vakarlı, ne kadar görev ve
sorumluluğunu anlamış bir insandır.
Onu, geç tanıdığım için çok müteessirim. Erken tanımama da hiç imkan yoktu. Gerçi, bazı
akşamlar onun, uzak tepelerden sürüsüyle beraber köye dönüşünü seyrettiğim olurdu. Fakat,
ona ancak bir alegori nazarıyla bakardım. Yakub'un oğullarından biri... Kısas–ı Enbiya
şahısları sırasında geçen bütün küçük çobanlardan onu ayırmak lüzumunu hissetmezdim.
Fakat bir gün onu yakından görüp tanıyınca, ne kadar belli bir kişiliği olduğunu anladım.
Bu da İsmail gibi, hiç gülmez. O derece ağır ve ciddi durur ki, ben karşısında kendimi bir
şımarık çocuk gibi havai ve hoppa bulurum. Kaç defa onunla şakalaşmak istedim, sonunda
ancak bozulduğumu hissettim.
İki üç kuşaklık şehir çocuğu olmasından mı nedir, cılız ve yamalı omuzlarında bir devlet
düşkününün insana hüzün ve saygı veren asaletini taşıyor.
Gerçi, İsmail de bir çeki taşı gibi ağırdır. Fakat ruhla hiç ilgili olmayan ve doğrudan doğruya
vücudun yoğunlaşmasından gelen bir ağırlıktır. Bundan başka Hasan, bir genç Tanrı kadar
güzeldir. Gözleri bir ceylanın gözlerinden daha cazibelidir. Narin çizgili, armudi yüzü ve ince
dudakları eski Flaman ressamlarının çizmekten çok hoşlandıkları portrelerin rikkatinden bir
şey saklıyor.
İsmail'in içeriye çökük ağzı...
Lakin, ben, kiminle kimi mukayese ediyorum? Bir kart cüceyle bir körpe çocuk arasında
nasıl bir ilişki bulunabilir? İsmail, benim hayatımın kabusu olduğundan beri, ondan hiçbir
düşüncemde, hiçbir duygumda kurtulmanın imkanı yok. Hele Emine'yi alıp köye getirdiği
günden beri...
Ha, sahi... İsmail'le Emine'nin evlendiklerini bu deftere kaydetmeyi unutmuştum.
Nasıl oldu? Hala şaşıyorum. Zeynep Kadın nasıl razı oldu? İsmail nasıl çaresini buldu? Her
halde bu evlenmede ne düğün, ne dernek yapılmayışına göre, İsmail herkesi bir oldubitti
karşısında bırakmış olsa gerektir. Ben de bu işi rastgele öğrendim. Bir gün, Bekir Çavuş'la,
satın almak istediğim bir tarlayı görmeğe gidiyordum. Mehmet Ali'lerin önünden geçerken,
Emine'yi görümcesiyle beraber kapının önünde görmeyeyim mi? Hemen kendimi tutamayıp
Bekir Çavuş'un yüzüne bakmıştım. Bekir Çavuş:
– Seninki kızı aldı, dedi.
Yüz, yüz elli adım ya yürüdük ya yürümedik. Durdum:
– Bugün hava çok sıcak, başka bir zamana bıraksak olmaz mı?
– Olur ya, neden olmasın.
Ve köyün arka tarafından, ters yüzü geri döndük. Bütün gece kendi kendime bu soruyu
sordum: Ben gerçekten ne yaptım? Bunu bir türlü tespit edemiyorum. Sanıyorum ki, güldü.
Fakat gülüşü alaycı mıydı? Yoksa sadece bir tanıdığa beklenmeyen bir anda rastgeldiği vakitki
gülüşlerden biri miydi?
Bir bakıma göre hiç gülmediğine hükmediyorum. Bilakis yüzünün alt kısmını örtüyle
kapadı ve başını öfkeyle öbür yana çevirdi sanırım. Hayır, belki bunların hiçbiri değil. Yeşil
gözler esmer yüzünün ortasında toprağa düşmüş iki taze ve ıslak yaprak kadar ilgisiz ve
dikkatsizdi. O gözlerde, beni hatırladığına dair hiçbir belirti yoktu. Belki, beni tanımadı bile.
Belki, biz geçerken o başka bir şeyle meşguldü. Zaten o beni gördüyse sol yanımdan görmüş
olacak. Oysa, onun beni tanıması için mutlaka boş yenimin sağ yanımdan sallanışını görmesi
lazımdı.
Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme bakmadı ki, gözleri bir
kere olsun gözlerime rastgelmedi ki... İsmail'e benden bahsederken ne demişti?
– Kolu yok bir herif...
– Onca benim tek alameti farikam kolsuzluğumdur.
Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi?
Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde
onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun
kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?
Eğer bırakmış olsaydım, bugünkü tesadüfte mutlaka bir şey sezecektim. Mutlaka bir şey
sezmem gerekecekti. Adam sen de... Emine İsmail'e varmakla benim üzerimdeki bütün sihiri
bozuldu. İsmail'in buruşuk suratı onun taze yüzü üstüne yapıştı. Artık bunu ondan ayırmanın
imkanı kalmamıştır. Zaten, her ikisini sarmaş dolaş bir yatakta, bir yorgan altında tasavvur
etmek, Emine'den tiksinmek için başlı başına bir sebep teşkil etmez mi? Lakin, tiksinmek,
unutmak demek değildir.
Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher
haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek
ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir
yandan, içimizde bir yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir insanın
yürek acısını duyarız.
Sonra gene içimizden bir ses: –Artık imkan kalmadı. der. Bunun anlamı, o dönüp bize gelse
de artık hayatımızda ona hiçbir yer vermeyeceğiz, demektir. Çünkü, artık o, bizim
nazarımızda, temizlenmeyecek surette kirlenmiştir. Tazelenmeyecek derecede çürümüştür,
kokmuştur.
Chevalier de Grieux, Manon Lescaut'nun henüz soğumuş cesedini kolları arasına alıp öptü
idi. Fakat, Dostoyevski'nin masum kahramanı, artık kokmaya başlayan sevgilisinin ölüsü
yanında duramadı. Amma, bu taaffün, onun hasretini gönlünden silemez. Ondan kaçar, lakin
gene onu kovalar.
– Hasan, sen nasıl çobansın? Hasan, kavalın nerede?
Hasan, kavalın ne demek olduğunu bile bilmiyor. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Ona bir
akşamüstü dağın yamacında rastgeldim. Sürüsü biraz aşağıda, ovada otluyordu. Kendisi uzun
değneğine dayanmış, ayakta duruyor. Tıpkı, Virgilius'un bize anlattığı çobanlar gibi. İhtimal,
Virgilius'un çobanları da bunun kadar basitti. Bunun gibi, bir duruştan, bir bakıştan, bir
kımıldanıştan ibaretti.
– Hasan, bütün gün bu kırlarda tek başına ne yaparsın? Canın sıkılmaz mı?
Küçük çoban, bana cevap vermeksizin yere çömeldi. Yüzünden anlıyorum, şimdiye kadar
can sıkıntısı nedir bilmemiş. Can sıkıntısı bilmeyen bir insana ne mutlu! Hasan, bana
harikulade bir mahluk gibi görünüyor. Yanına çöküyorum:
– Yapayalnız, bu tenhalıkta, hiç de korkmuyorsun galiba. Kara ve nemli gözlerini benden
tarafa çevirdi. Beni iyice süzdükten sonra:
– Buralarda bazı kurt çıkar derler, emme ben görmedim, dedi. Bir yol, akşam geç vakit,
uzaktan uzağa seslerini duydum. Yüreğim bir hoş oldu. Usulca köye döndüm. Zaten davarlar
kurt sesini duyunca köyden yana koşmağa başlarlar.
– Köpeklerin nasıl, zorlu mu?
– Zorlu ya, bir tanesi üç kurda bedel. Geçen gün iki kişi yolumu kestiler, iki kuzumu almak
istediler. Ben vermem, deyince, üstüme yürümeğe kalkıştılar. Emme, köpekler bırakmadı.
Herifler sıvışıp gitti.
Çoban Hasan'ı bir çocuk dikkatiyle dinliyorum. O, beni köyde kendine yakın gördükçe daha
ziyade açılıyor:
– Burunları da öyle koku alır ki... Bin adım ötede ne var, ne yok buradan anlarlar. Bir gün,
ta ötede, Koçaş köyünün ardında, derenin içinde bir adam leşi buldular. Köye gidip haber
verdim. Ölüyü kimse tanımadı. Kapkara kesilmiş. Gövdesi davul gibi şişmiş. Garibin biri
olacak dediler. Kokmasın diye gömdüler. Candarmaya haber vere mi idik ki, dersin?
– Tabii, candarmaya haber vermeli idiniz?
– Candarmanın şimdi, çok işi var. Uygunsuz adamlar türemiş. Dün, ben de üç tane asker
kaçağı gördüm.
– Onlar da seni gördüler mi?
– Gördüler. Benden ekmek istediler, verdim, benden ayrılırken: Sakın ha, dediler, bize
rastgeldiğini kimseye söyleme. Sonra senin kafanı parçalarız. Ben de ilk defa sana söylüyorum.
Sakın sen de kimseye bir şey deme.
İkimizin üzerine bir ağır sükut çöküyor. Ben, bir meydan muharebesi kaybetmiş kumandan
kadar acılıyım. O, bir taştan heykelcik gibi hareketsizdir.
– Asker kaçağı, ha. İşte bu çok fena. İnsan ölür, fakat askerden kaçmaz.
Hasan, sanki kaçan kendisi imiş gibi, mahcup önüne bakıyor. Düşmanın bir genel taarruza
geçeceğinden bahsedildiği şu sıralarda bu askerden kaçma şayiaları benim ruhumu
bulandırıyor.
93'ten beri sökülen bu cephe, 93'ten beri durmaksızın devam eden bu bozgun, nerede sona
erecek? İşte, vatanın son sınırlarındayız. Bu, artık son savunma hattımız değil mi? Bunun bir
adım gerisi var mı?
Şu satırları yazdığım dakikada, sanırım, düşman, çoktan beklenen genel taarruza geçmiş
bulunuyor. Bütün bir yaz, tek başıma bir cehennemi bekleyiş yaşadım.
Bütün bir yaz, etrafımda herkes hep bir arada toprağı kazar, tohumu eker, ekini biçerken,
ben gazete yığınlarının kuleleri arasına sıkışmış, tek başıma şu uzun trajedinin korkunç çözüm
anını bekledim. Herkes konuşurken, ben sustum. Herkes davarı, kümesi ve tarlasıyla
meşgulken, ben uzak ufukların ardından ateş püsküren demirden Tanrının ayak seslerini
dinledim.
Ve demirden Tanrı yaklaşıyor. Bu, bir ön seziş midir? Bu, bir tahminden mi ibarettir?
Hayır. Her şeyi önümde duran resmi bir tebliğden çıkarıyorum. Son derece müphem ve
karışık olan bu tebliği kırk sekiz saatten beri, bir kahin, Sibillik tomarlardan nasıl yorumlar
çıkarırsa, bir Gildani müneccim gökyüzünü nasıl araştırıp yoklarsa öyle yokluyorum. Evire
çevire, öyle inceliyorum. Nihayet, kelimelerin arkasından şu hükmü çıkarıyorum:
– Düşmanın tüm kuvvetlerinin Uşak ve Afyon istikametinden bir genel harekete geçtiği
müşahede olunmuştur.
Bu sefer niçin, Bursa–İnönü değil? Bu yol tarifesinin değişmesine sebep nedir?
Harita üzerinde, bunun sevkulceyş manasını anlamağa çalışıyorum. Fakat, bir örümcek
ağını andıran bütün o dolaşık, çizgiler, o renk, gölge ve kelime kargaşalığı bana hiçbir şey
söylemiyor.
Bu yol, Eskişehir'e daha mı kestirme bir yoldur? Daha mı az arızalıdır? Hemen elime bir
kibrit çöpü alıp kilometreleri ölçmeğe ve dağ isimlerini kayda çabalıyorum.
Boşuna, hiçbir sonuca varmanın imkanı yok. Bilgimin, malumatımın ve hesaplarımın
yetmediği noktadan itibaren, muhayyilem var kuvvetiyle işlemeğe başlıyor.
İstanbul gazetelerinden alınmış, derme çatma haberlerden anlaşılıyor ki, düşman, bu
seferki muharebede en son kozlarını oynamağa karar vermiştir. Kralını bile, öne sürmüştür.
Bir prens Andrea ordusundan bahsediliyor. Güya, düşmanın istila ettiği sahalarda en çok
mezalim yapan bunun kumandasındaki kuvvetlermiş. Hey Allahım, bunları bütün haşmet ve
debdebeleri, bütün zulüm ve itisaflarıyla denize döktüğümüz günü görebilecek miyim?
Niçin görmeyeyim? İçimde bir şey, bana savaşı mutlaka kazanacağımızı haber veriyor.
Öyle bir şey olursa, buradan İzmir'e doğru yayan yola çıkacağım. Tıpkı eski Türk
masallarında sevgilisini aramağa çıkan demir çarıklı aşıklar gibi, durmadan, dinlenmeden
gideceğim. Gece toprak üstünde yatacağım. Gündüz, kuru ekmeğimi kemire kemire
yürüyeceğim. Hiçbir köye uğramayacağım. Hiçbir kalabalık içine karışmayacağım. Kendi
sevincimin, kendi hayalimin billurdan zırhı içinde mavi körfeze doğru ilerleyeceğim. Öyle ki,
İzmir'e vardığım gün sahilin herhangi bir noktasına yüzükoyun düşeceğim. Ve orada tuzlu su
ile ıslanmış toprağı koklayarak saatlerce kalacağım.
Bu ihtiraslı yolculuğu düşünürken, şimdiden bütün varlığımı tatlı bir mutluluk havası
sarıyor. Damarlarımdaki kan tazeleniyor. Yüreğim hoplamağa başlıyor ve başıma, bir ilkbahar
gecesinin serinliği geliyor. Kendi kendime şarkılar söylüyorum. Şarkı söyledikçe coşuyorum.
Bazan büsbütün çocuklaşarak, Emeti Kadın'la şakalaşmağa başlıyorum:
– Bugün, diyorum, seni her vakitten daha genç ve dinç görüyorum. Söyle, bu kadar genç
kalmak için ne yaptın?
– Ay oğul, beni fukaralık, kimsesizlik çökertti. Öyle olmasa, daha genç kalacaktım. Oğlum
Hasan'ın babası askerde şehit oldu. Kızım doğururken öldü. Kocası olacak herif, bizi daha o
günden sokağa attı. Hey, bu kuru kafaya gelmeyenler kaldı mı?
– Canım bırak bu kasvetli sözleri. Sana bir koca bulsam, varır mısın? Ne dersin?
Emeti Kadın, bir genç kız gibi utanıyor, başını öne eğiyor, sırıtıyor:
– Kısmet, ay oğul!.. Beni bundan sonra kim nedecek?
Halinden anlıyorum. Kendisine daha ziyade umut vereyim istiyor.
– Eğer düşmanı denize atarsak, vallahi, ne yapar yapar seni evlendiririm, Emeti Kadın...
– Eh, öyleyse, işimiz kıyamete kaldı desene...
– Niçin? İşte, şu dakikada, Uşak ve Afyon önünde savaşlar oluyor. Bizimkiler bir düşmanı
püskürttüler mi İzmir'de alırız soluğu.
– Ay oğul, İzmir de niresi oluyor?
– Kurtarmak için savaştığımız yer. Bizim İstanbul'dan sonra en büyük, en zengin şehrimiz...
– Sivrihisar'dan da büyük mü ki?
Emeti Kadın ömründe –o da bir kere– tek bir şehir gürmüş: Sivrihisar!
– Emeti Kadın. Sivrihisar'ın da İzmir'in yanında adı mı okunur. Bir defa, bu şehir deniz
kenarında. Taştan, mermerden, demir kapılı evleri var. Her tarafı bağlık, bahçelik, limonluk,
portakallık... İzmir yirmi tane Sivrihisar'ı içine alır.
Emeti Kadın'a masal söylüyorum gibi geliyor. Bu masalın bütün acayipliğine rağmen,
içinden tekrar evlenme bahsinin açılmasını ister görünüyor. Diyorum ki:
– İşte savaşı kazandık mı, seni alıp bu şehre götüreceğim ve orada düğününü yaptıracağım.
Emeti Kadın, bu vaade pek inanmamakla beraber, irkiliyor:
– Allah kimseyi yerinden yurdundan etmesin. Burada doğmuşuz. Burada öleceğiz. Bak, sen
memleketini bıraktın da ne oldun?
– Emeti Kadın, benim memleketime düşman girdi. Ben buraya kendi isteğimle gelmedim.
Ve derhal, neşem kaçıyor. Susuyorum. Küskün, odama dönüyorum.
Ah, buradan kurtulmak. Ah buradan kurtulmak... Şu anda, ne mutlu insanlar var ki, günü
gününe, saati saatine Uşak cephesindeki ulvi maceradan haber almak imkanı içinde yaşarlar.
Daimi bir havadis ve telgraf yağmuru altında yürekleri serinler.
Önemli bir olay esnasında, fena haber almak bile hiç haber almamaktan iyidir. Bazı günler,
Eskişehir'e kadar yayan koşacak gibi oluyorum. Bazı günler en uzak tepelere tırmanıp, belki
cepheden bir top sesi duyarım diye baştan aşağıya kulak kesiliyorum. Unutuyorum ki,
muharebe hiç değilse, iki yüz kilometrelik bir mesafenin öte yanında oluyor. Gerçi, köyde
havadis yok değil. Herkes kendi aklına geleni uydurup söylüyor. Havada şayia dediğimiz, gözle
görülmez kuşlar sürü sürü cıvıldıyor. Bunların, kimi Zümrüdüanka nevinden masal kuşlarıdır.
Bunları kim, nereden uçuruyor? Nereden kalkıp nereye konuyorlar? Bilmiyorum. Bunların
dilinden anlayanlar da, bilmezler.
Yalnız, hayretle bildiğim ve gördügüm bir şey var ki, bu söylentilerin hemen hepsi bütün
köylerde, bütün ağızlarda hep birbirinin aynıdır. Sanki muayyen bir siyasetin
propagandacılığını yapan bir radyo istasyonunda bu yalanlar, seri halinde, adeta standardize
edilerek etrafa dağılıyor.
Bu gelenler, öyle düşman ordular filan değilmiş. Avrupa adlı bir Kraliçe'nin bizi çetelerin
elinden kurtarmak için gönderdiği yeşil sarıklı evliyalarmış.
Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal Paşa'nın
ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış;
bunlara mahpus derlermiş. Herbi ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş.. Bütün memleketi
haraca kesmişler. Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.
İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün gelmiş. Zaten, yeşil sarıklı evliyalar
ne tüfek kullanırmış, ne top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olup, yürürlermiş.
Bu efsaneler, ortada dönüp dolaşırken, bir de Şeyh Yusuf çıkagelmesin mi? Köyün altı
üstüne geldi. Bütün yürekleri, sıtma nöbetine benzeyen kavurucu bir vecd sardı.
Emeti Kadın bile, iki gün semtime uğramadı. Geldiği vakit sordum:
– Nerde idin, Emeti Kadın?
– Hiç; Şeyhe gittim. Biraz başımı okuttum.
– Şeyh ne diyor; bütün bu dünya işlerine dair?
– Ben sormadım. Emme, soranlara demiş.
– Ne demiş?
– Aha hep bildiğimiz, işittiğimiz şeyler...
– Yani, düşmanlarımız memleketimizin yarısından fazlasını zaptetmişler. Bununla
kalmayıp, şimdi bütün Anadolu'yu elimizden almaya kalkmışlar. Ta şu dağların arkasına kadar
gelip dayanmışlar ve biz kendimizi kahramanca savunuyormuşuz. Bu mu?
– A, a. Heç böyle demiyor.
Ve Emeti Kadın başlıyor, yeşil sarıklılardan, Müslüman olmak isteyen Kraliçe'den büyük bir
talakatle bahsetmeğe...
Bütün bunlar yalan desem sözüme inanacak mı? Onu hangi dille gerçeğe çekebilirim?
Aramızda asırlık mesafeler var. Bu mesafeleri geçip de, ona kadar nasıl erişebileceğim? Zira,
ne kadar çağırsam, o bana doğru yürümeyecektir. Bu, tarihin bir noktasında donmuş, taş
kesilmiş bir insandır. Söylediği şeyleri, kendisi söylemiyor. Tıpkı antika kitabeler üzerindeki
yazılar gibi onları ben okuyorum. Ben heceliyorum.
Bunun böyle olduğunu bilmekle beraber, gene Emeti Kadın'a soruyorum. Başta Mehmet
Ali'nin adı olmak üzere, köyde askere gidenlerin adlarını sayıyorum:
– Şu halde, bunlar, diyorum, ne yapmağa gittiler? Şimdi ne yapıyorlar? Mademki, gelenler
bizi kurtarmağa geliyormuş, bunlar kime karşı silah kullanıyorlar?
Emeti Kadın, başını iki yana sallayarak:
– Ay oğul, onlar da bencileyin. Ne ittiklerini bilirler mi ki... diyor.
Bu anda, bu memlekette, onlardan başka ne ettiğini bilen var mı? Tek gerçek savaştır. Bana,
cephe ardında kalanlar, kendim başta olmak üzere, birer tabiat garibesi gibi görünüyorlar.
Denilebilir ki, hayat bizi bir deniz üstündeki arızi pislikleriyle, dalgalarıyla ite ite nasıl bir
kuytu sahile atarsa öylece bu ıssız tepelerin eteklerine atıp bırakmıştır. Burada bir kokmuş
hareketsizlikten, hayatın bir çeşit tufeyli yeşermesinden, burada bir sıtmalı titreyişten başka
bir şey yoktur. Savaş cephesini baştan başa tutuşturan kutsal ateşin en uzak aksi bile buraya
düşmüyor.
Bazı, Sarıköy istasyonuna giden yolun üstünde durup, gelenden geçenden savaşa dair haber
soruyorum. Kimi hiçbir şey bilmiyor, kiminin bildiği hiç gerçeğe benzemiyor. Kiminin
söylediği o kadar çıplak, ham ve çirkin söylentilerdir ki, ben inanmak istemiyorum ve akşama,
köye kafamın içi karmakarışık bir halde dönüyorum. Emeti Kadın'ın hazırlayıp mangalın saç
kapakları üstüne bıraktığı sahana, ancak dokunuyorum. Yarı aç, yarı tok yatağa düşüyorum.
Uykularım kabuslarla doluyor.
Bazı, uykumun içinde; birtakım Rumca sesler işiterek sıçrıyorum. Kulaklarım uğuldayarak
pencereye koşuyorum. Şakaklarım terden sırsıklam, başımı dışarı uzatıyorum. Dışarıda,
donuk, kuru ve insana kuşku verici bir ay aydınlığı vardır. Gece, sanki, bir günün ölüsü gibi...
Ürpererek, başımı içeri çekiyorum..
Ne sinsi bir ışık. Hemen üstümüze atılmağa hazır bir düşman gözünün parıltısına benziyor
ve düşman, işte, bu sinsi aydınlıkta ilerliyor.
Ne dedim? Düşman ilerliyor mu? Eyvah, o kötü, o meşum söylentilere demek, ben de
inanmağa başladım. Bu içimden gelen ses, bu kendi kendime söylediğim söz, gerçekten benim
sözüm ve benim sesim mi? Yok canım! İşte, düşmanla bu sinsi ışık içinde boğuşuyoruz,
diyecektim. Uyku sersemliğiyle: Düşman ilerliyor demişim. Düşman nereye ilerleyebilir?
Buraya kadar gelecek değil ya?
Bir başka gece, daha korkunç bir rüyadan sıçrıyorum. Etrafımda, uzun bıyıklı, uzun
püsküllü Efzunlar bir çember çevirmiş, beni yargılıyorlar. Ben, kendimi savunmak istiyorum.
Fakat sesim çıkmıyor. Sesim, tıpkı suyu kesilen çeşmelerin hıçkırığı halinde, hep içime doğru
çekiliyor. Derken Yunanlı Efzun askerleri kızıyor. Hep birden, hep bir anda silahlarını üstüme
dikiyorlar. Parmakları tetiğe dokunurken, müthiş bir yürek çarpıntısıyla uyanıyorum.
Hele bir başka gece, gördüğüm rüyada o kadar realite çeşnisi var ki, gözlerimi açtıktan
sonra bile, uzun bir süre gerçeği rizyadan, rüyayı gerçekten ayırdedemedim. Uyanık halimi
rüya ve uykudakini gerçek sandım:
Bizim köyün meydanlığında, Bekir Çavuş'la beraber imişiz. Fakat bu meydanlık o kadar
kalabalık, o kadar kalabalık ki, ikide bir, hep yanyana durduğumuz, yanyana yürüdüğümüz
halde birbirimizi kaybediyoruz ve tekrar buluşmak için çekmediğimiz zahmet kalmıyor. Bu
esnada, kalabalığı teşkil eden insanların hepsini açık bir gün aydınlığında inanılmaz bir şekilde
seçerek, ayrı ayrı teker teker görüyorum. Bunların kimi bizim köyün adamları, kimi de
birtakım yabancılardır. Türlü türlü dille konuşuyorlardır. Ben, bunların hepsini bilmemekle
beraber, acayip bir idrak ile ne denildiğini, neden bahsolunduğunu anlıyorum.
Önemli bir adam veya bir heyet gelecek diye bekleniyor. Telaşlı telaşlı saatine bakanlar ve
ikide bir yüksekçe bir yere çıkıp uzaktan yolu gözetleyenler var. Tam bu sırada, köyün
sokaklarından biri içinden, bir kadın bağırarak bize doğru koşuyor.
Bu, Zeynep Kadındır. O kadar Zeynep Kadındır ki, yüzünün çizgilerini ve pürtüklerini en
ince teferruatıyla, o derece yakından görmemiştim. Çeneleri birbirine çarpıyor ve gözlerinden
nohut tanesi gibi yaşlar dökülüyor. Baş sargıları, arkasına kaymış ve kızıl kınalı saçları demet
demet yüzünün üstüne sarkmıştır.
Müthiş bir hamle ile halkı yararak ona doğru atıldım.
– Merak etme, işte ben söndürmeğe gidiyorum, dedim.
Var gücümle koşmağa başladım. Arkamdan halk kahkahalarla gülüyordu. İki üç defa
dönüp:
– İtler, itler! diye haykırdım.
O kadar bağırmışım ki, kendi sesimle kendim uyandım. Tekrar dalınca, –garip tesadüf gene
aynı rüyanın sonunu görmeyeyim mi? Gerçekten, Zeynep Kadın'ın evini kapkara dumanlar
sorumluluğunu anlamış bir insandır.
Onu, geç tanıdığım için çok müteessirim. Erken tanımama da hiç imkan yoktu. Gerçi, bazı
akşamlar onun, uzak tepelerden sürüsüyle beraber köye dönüşünü seyrettiğim olurdu. Fakat,
ona ancak bir alegori nazarıyla bakardım. Yakub'un oğullarından biri... Kısas–ı Enbiya
şahısları sırasında geçen bütün küçük çobanlardan onu ayırmak lüzumunu hissetmezdim.
Fakat bir gün onu yakından görüp tanıyınca, ne kadar belli bir kişiliği olduğunu anladım.
Bu da İsmail gibi, hiç gülmez. O derece ağır ve ciddi durur ki, ben karşısında kendimi bir
şımarık çocuk gibi havai ve hoppa bulurum. Kaç defa onunla şakalaşmak istedim, sonunda
ancak bozulduğumu hissettim.
İki üç kuşaklık şehir çocuğu olmasından mı nedir, cılız ve yamalı omuzlarında bir devlet
düşkününün insana hüzün ve saygı veren asaletini taşıyor.
Gerçi, İsmail de bir çeki taşı gibi ağırdır. Fakat ruhla hiç ilgili olmayan ve doğrudan doğruya
vücudun yoğunlaşmasından gelen bir ağırlıktır. Bundan başka Hasan, bir genç Tanrı kadar
güzeldir. Gözleri bir ceylanın gözlerinden daha cazibelidir. Narin çizgili, armudi yüzü ve ince
dudakları eski Flaman ressamlarının çizmekten çok hoşlandıkları portrelerin rikkatinden bir
şey saklıyor.
İsmail'in içeriye çökük ağzı...
Lakin, ben, kiminle kimi mukayese ediyorum? Bir kart cüceyle bir körpe çocuk arasında
nasıl bir ilişki bulunabilir? İsmail, benim hayatımın kabusu olduğundan beri, ondan hiçbir
düşüncemde, hiçbir duygumda kurtulmanın imkanı yok. Hele Emine'yi alıp köye getirdiği
günden beri...
Ha, sahi... İsmail'le Emine'nin evlendiklerini bu deftere kaydetmeyi unutmuştum.
Nasıl oldu? Hala şaşıyorum. Zeynep Kadın nasıl razı oldu? İsmail nasıl çaresini buldu? Her
halde bu evlenmede ne düğün, ne dernek yapılmayışına göre, İsmail herkesi bir oldubitti
karşısında bırakmış olsa gerektir. Ben de bu işi rastgele öğrendim. Bir gün, Bekir Çavuş'la,
satın almak istediğim bir tarlayı görmeğe gidiyordum. Mehmet Ali'lerin önünden geçerken,
Emine'yi görümcesiyle beraber kapının önünde görmeyeyim mi? Hemen kendimi tutamayıp
Bekir Çavuş'un yüzüne bakmıştım. Bekir Çavuş:
– Seninki kızı aldı, dedi.
Yüz, yüz elli adım ya yürüdük ya yürümedik. Durdum:
– Bugün hava çok sıcak, başka bir zamana bıraksak olmaz mı?
– Olur ya, neden olmasın.
Ve köyün arka tarafından, ters yüzü geri döndük. Bütün gece kendi kendime bu soruyu
sordum: Ben gerçekten ne yaptım? Bunu bir türlü tespit edemiyorum. Sanıyorum ki, güldü.
Fakat gülüşü alaycı mıydı? Yoksa sadece bir tanıdığa beklenmeyen bir anda rastgeldiği vakitki
gülüşlerden biri miydi?
Bir bakıma göre hiç gülmediğine hükmediyorum. Bilakis yüzünün alt kısmını örtüyle
kapadı ve başını öfkeyle öbür yana çevirdi sanırım. Hayır, belki bunların hiçbiri değil. Yeşil
gözler esmer yüzünün ortasında toprağa düşmüş iki taze ve ıslak yaprak kadar ilgisiz ve
dikkatsizdi. O gözlerde, beni hatırladığına dair hiçbir belirti yoktu. Belki, beni tanımadı bile.
Belki, biz geçerken o başka bir şeyle meşguldü. Zaten o beni gördüyse sol yanımdan görmüş
olacak. Oysa, onun beni tanıması için mutlaka boş yenimin sağ yanımdan sallanışını görmesi
lazımdı.
Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme bakmadı ki, gözleri bir
kere olsun gözlerime rastgelmedi ki... İsmail'e benden bahsederken ne demişti?
– Kolu yok bir herif...
– Onca benim tek alameti farikam kolsuzluğumdur.
Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi?
Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde
onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun
kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?
Eğer bırakmış olsaydım, bugünkü tesadüfte mutlaka bir şey sezecektim. Mutlaka bir şey
sezmem gerekecekti. Adam sen de... Emine İsmail'e varmakla benim üzerimdeki bütün sihiri
bozuldu. İsmail'in buruşuk suratı onun taze yüzü üstüne yapıştı. Artık bunu ondan ayırmanın
imkanı kalmamıştır. Zaten, her ikisini sarmaş dolaş bir yatakta, bir yorgan altında tasavvur
etmek, Emine'den tiksinmek için başlı başına bir sebep teşkil etmez mi? Lakin, tiksinmek,
unutmak demek değildir.
Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher
haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek
ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir
yandan, içimizde bir yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir insanın
yürek acısını duyarız.
Sonra gene içimizden bir ses: –Artık imkan kalmadı. der. Bunun anlamı, o dönüp bize gelse
de artık hayatımızda ona hiçbir yer vermeyeceğiz, demektir. Çünkü, artık o, bizim
nazarımızda, temizlenmeyecek surette kirlenmiştir. Tazelenmeyecek derecede çürümüştür,
kokmuştur.
Chevalier de Grieux, Manon Lescaut'nun henüz soğumuş cesedini kolları arasına alıp öptü
idi. Fakat, Dostoyevski'nin masum kahramanı, artık kokmaya başlayan sevgilisinin ölüsü
yanında duramadı. Amma, bu taaffün, onun hasretini gönlünden silemez. Ondan kaçar, lakin
gene onu kovalar.
– Hasan, sen nasıl çobansın? Hasan, kavalın nerede?
Hasan, kavalın ne demek olduğunu bile bilmiyor. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Ona bir
akşamüstü dağın yamacında rastgeldim. Sürüsü biraz aşağıda, ovada otluyordu. Kendisi uzun
değneğine dayanmış, ayakta duruyor. Tıpkı, Virgilius'un bize anlattığı çobanlar gibi. İhtimal,
Virgilius'un çobanları da bunun kadar basitti. Bunun gibi, bir duruştan, bir bakıştan, bir
kımıldanıştan ibaretti.
– Hasan, bütün gün bu kırlarda tek başına ne yaparsın? Canın sıkılmaz mı?
Küçük çoban, bana cevap vermeksizin yere çömeldi. Yüzünden anlıyorum, şimdiye kadar
can sıkıntısı nedir bilmemiş. Can sıkıntısı bilmeyen bir insana ne mutlu! Hasan, bana
harikulade bir mahluk gibi görünüyor. Yanına çöküyorum:
– Yapayalnız, bu tenhalıkta, hiç de korkmuyorsun galiba. Kara ve nemli gözlerini benden
tarafa çevirdi. Beni iyice süzdükten sonra:
– Buralarda bazı kurt çıkar derler, emme ben görmedim, dedi. Bir yol, akşam geç vakit,
uzaktan uzağa seslerini duydum. Yüreğim bir hoş oldu. Usulca köye döndüm. Zaten davarlar
kurt sesini duyunca köyden yana koşmağa başlarlar.
– Köpeklerin nasıl, zorlu mu?
– Zorlu ya, bir tanesi üç kurda bedel. Geçen gün iki kişi yolumu kestiler, iki kuzumu almak
istediler. Ben vermem, deyince, üstüme yürümeğe kalkıştılar. Emme, köpekler bırakmadı.
Herifler sıvışıp gitti.
Çoban Hasan'ı bir çocuk dikkatiyle dinliyorum. O, beni köyde kendine yakın gördükçe daha
ziyade açılıyor:
– Burunları da öyle koku alır ki... Bin adım ötede ne var, ne yok buradan anlarlar. Bir gün,
ta ötede, Koçaş köyünün ardında, derenin içinde bir adam leşi buldular. Köye gidip haber
verdim. Ölüyü kimse tanımadı. Kapkara kesilmiş. Gövdesi davul gibi şişmiş. Garibin biri
olacak dediler. Kokmasın diye gömdüler. Candarmaya haber vere mi idik ki, dersin?
– Tabii, candarmaya haber vermeli idiniz?
– Candarmanın şimdi, çok işi var. Uygunsuz adamlar türemiş. Dün, ben de üç tane asker
kaçağı gördüm.
– Onlar da seni gördüler mi?
– Gördüler. Benden ekmek istediler, verdim, benden ayrılırken: Sakın ha, dediler, bize
rastgeldiğini kimseye söyleme. Sonra senin kafanı parçalarız. Ben de ilk defa sana söylüyorum.
Sakın sen de kimseye bir şey deme.
İkimizin üzerine bir ağır sükut çöküyor. Ben, bir meydan muharebesi kaybetmiş kumandan
kadar acılıyım. O, bir taştan heykelcik gibi hareketsizdir.
– Asker kaçağı, ha. İşte bu çok fena. İnsan ölür, fakat askerden kaçmaz.
Hasan, sanki kaçan kendisi imiş gibi, mahcup önüne bakıyor. Düşmanın bir genel taarruza
geçeceğinden bahsedildiği şu sıralarda bu askerden kaçma şayiaları benim ruhumu
bulandırıyor.
93'ten beri sökülen bu cephe, 93'ten beri durmaksızın devam eden bu bozgun, nerede sona
erecek? İşte, vatanın son sınırlarındayız. Bu, artık son savunma hattımız değil mi? Bunun bir
adım gerisi var mı?
Şu satırları yazdığım dakikada, sanırım, düşman, çoktan beklenen genel taarruza geçmiş
bulunuyor. Bütün bir yaz, tek başıma bir cehennemi bekleyiş yaşadım.
Bütün bir yaz, etrafımda herkes hep bir arada toprağı kazar, tohumu eker, ekini biçerken,
ben gazete yığınlarının kuleleri arasına sıkışmış, tek başıma şu uzun trajedinin korkunç çözüm
anını bekledim. Herkes konuşurken, ben sustum. Herkes davarı, kümesi ve tarlasıyla
meşgulken, ben uzak ufukların ardından ateş püsküren demirden Tanrının ayak seslerini
dinledim.
Ve demirden Tanrı yaklaşıyor. Bu, bir ön seziş midir? Bu, bir tahminden mi ibarettir?
Hayır. Her şeyi önümde duran resmi bir tebliğden çıkarıyorum. Son derece müphem ve
karışık olan bu tebliği kırk sekiz saatten beri, bir kahin, Sibillik tomarlardan nasıl yorumlar
çıkarırsa, bir Gildani müneccim gökyüzünü nasıl araştırıp yoklarsa öyle yokluyorum. Evire
çevire, öyle inceliyorum. Nihayet, kelimelerin arkasından şu hükmü çıkarıyorum:
– Düşmanın tüm kuvvetlerinin Uşak ve Afyon istikametinden bir genel harekete geçtiği
müşahede olunmuştur.
Bu sefer niçin, Bursa–İnönü değil? Bu yol tarifesinin değişmesine sebep nedir?
Harita üzerinde, bunun sevkulceyş manasını anlamağa çalışıyorum. Fakat, bir örümcek
ağını andıran bütün o dolaşık, çizgiler, o renk, gölge ve kelime kargaşalığı bana hiçbir şey
söylemiyor.
Bu yol, Eskişehir'e daha mı kestirme bir yoldur? Daha mı az arızalıdır? Hemen elime bir
kibrit çöpü alıp kilometreleri ölçmeğe ve dağ isimlerini kayda çabalıyorum.
Boşuna, hiçbir sonuca varmanın imkanı yok. Bilgimin, malumatımın ve hesaplarımın
yetmediği noktadan itibaren, muhayyilem var kuvvetiyle işlemeğe başlıyor.
İstanbul gazetelerinden alınmış, derme çatma haberlerden anlaşılıyor ki, düşman, bu
seferki muharebede en son kozlarını oynamağa karar vermiştir. Kralını bile, öne sürmüştür.
Bir prens Andrea ordusundan bahsediliyor. Güya, düşmanın istila ettiği sahalarda en çok
mezalim yapan bunun kumandasındaki kuvvetlermiş. Hey Allahım, bunları bütün haşmet ve
debdebeleri, bütün zulüm ve itisaflarıyla denize döktüğümüz günü görebilecek miyim?
Niçin görmeyeyim? İçimde bir şey, bana savaşı mutlaka kazanacağımızı haber veriyor.
Öyle bir şey olursa, buradan İzmir'e doğru yayan yola çıkacağım. Tıpkı eski Türk
masallarında sevgilisini aramağa çıkan demir çarıklı aşıklar gibi, durmadan, dinlenmeden
gideceğim. Gece toprak üstünde yatacağım. Gündüz, kuru ekmeğimi kemire kemire
yürüyeceğim. Hiçbir köye uğramayacağım. Hiçbir kalabalık içine karışmayacağım. Kendi
sevincimin, kendi hayalimin billurdan zırhı içinde mavi körfeze doğru ilerleyeceğim. Öyle ki,
İzmir'e vardığım gün sahilin herhangi bir noktasına yüzükoyun düşeceğim. Ve orada tuzlu su
ile ıslanmış toprağı koklayarak saatlerce kalacağım.
Bu ihtiraslı yolculuğu düşünürken, şimdiden bütün varlığımı tatlı bir mutluluk havası
sarıyor. Damarlarımdaki kan tazeleniyor. Yüreğim hoplamağa başlıyor ve başıma, bir ilkbahar
gecesinin serinliği geliyor. Kendi kendime şarkılar söylüyorum. Şarkı söyledikçe coşuyorum.
Bazan büsbütün çocuklaşarak, Emeti Kadın'la şakalaşmağa başlıyorum:
– Bugün, diyorum, seni her vakitten daha genç ve dinç görüyorum. Söyle, bu kadar genç
kalmak için ne yaptın?
– Ay oğul, beni fukaralık, kimsesizlik çökertti. Öyle olmasa, daha genç kalacaktım. Oğlum
Hasan'ın babası askerde şehit oldu. Kızım doğururken öldü. Kocası olacak herif, bizi daha o
günden sokağa attı. Hey, bu kuru kafaya gelmeyenler kaldı mı?
– Canım bırak bu kasvetli sözleri. Sana bir koca bulsam, varır mısın? Ne dersin?
Emeti Kadın, bir genç kız gibi utanıyor, başını öne eğiyor, sırıtıyor:
– Kısmet, ay oğul!.. Beni bundan sonra kim nedecek?
Halinden anlıyorum. Kendisine daha ziyade umut vereyim istiyor.
– Eğer düşmanı denize atarsak, vallahi, ne yapar yapar seni evlendiririm, Emeti Kadın...
– Eh, öyleyse, işimiz kıyamete kaldı desene...
– Niçin? İşte, şu dakikada, Uşak ve Afyon önünde savaşlar oluyor. Bizimkiler bir düşmanı
püskürttüler mi İzmir'de alırız soluğu.
– Ay oğul, İzmir de niresi oluyor?
– Kurtarmak için savaştığımız yer. Bizim İstanbul'dan sonra en büyük, en zengin şehrimiz...
– Sivrihisar'dan da büyük mü ki?
Emeti Kadın ömründe –o da bir kere– tek bir şehir gürmüş: Sivrihisar!
– Emeti Kadın. Sivrihisar'ın da İzmir'in yanında adı mı okunur. Bir defa, bu şehir deniz
kenarında. Taştan, mermerden, demir kapılı evleri var. Her tarafı bağlık, bahçelik, limonluk,
portakallık... İzmir yirmi tane Sivrihisar'ı içine alır.
Emeti Kadın'a masal söylüyorum gibi geliyor. Bu masalın bütün acayipliğine rağmen,
içinden tekrar evlenme bahsinin açılmasını ister görünüyor. Diyorum ki:
– İşte savaşı kazandık mı, seni alıp bu şehre götüreceğim ve orada düğününü yaptıracağım.
Emeti Kadın, bu vaade pek inanmamakla beraber, irkiliyor:
– Allah kimseyi yerinden yurdundan etmesin. Burada doğmuşuz. Burada öleceğiz. Bak, sen
memleketini bıraktın da ne oldun?
– Emeti Kadın, benim memleketime düşman girdi. Ben buraya kendi isteğimle gelmedim.
Ve derhal, neşem kaçıyor. Susuyorum. Küskün, odama dönüyorum.
Ah, buradan kurtulmak. Ah buradan kurtulmak... Şu anda, ne mutlu insanlar var ki, günü
gününe, saati saatine Uşak cephesindeki ulvi maceradan haber almak imkanı içinde yaşarlar.
Daimi bir havadis ve telgraf yağmuru altında yürekleri serinler.
Önemli bir olay esnasında, fena haber almak bile hiç haber almamaktan iyidir. Bazı günler,
Eskişehir'e kadar yayan koşacak gibi oluyorum. Bazı günler en uzak tepelere tırmanıp, belki
cepheden bir top sesi duyarım diye baştan aşağıya kulak kesiliyorum. Unutuyorum ki,
muharebe hiç değilse, iki yüz kilometrelik bir mesafenin öte yanında oluyor. Gerçi, köyde
havadis yok değil. Herkes kendi aklına geleni uydurup söylüyor. Havada şayia dediğimiz, gözle
görülmez kuşlar sürü sürü cıvıldıyor. Bunların, kimi Zümrüdüanka nevinden masal kuşlarıdır.
Bunları kim, nereden uçuruyor? Nereden kalkıp nereye konuyorlar? Bilmiyorum. Bunların
dilinden anlayanlar da, bilmezler.
Yalnız, hayretle bildiğim ve gördügüm bir şey var ki, bu söylentilerin hemen hepsi bütün
köylerde, bütün ağızlarda hep birbirinin aynıdır. Sanki muayyen bir siyasetin
propagandacılığını yapan bir radyo istasyonunda bu yalanlar, seri halinde, adeta standardize
edilerek etrafa dağılıyor.
Bu gelenler, öyle düşman ordular filan değilmiş. Avrupa adlı bir Kraliçe'nin bizi çetelerin
elinden kurtarmak için gönderdiği yeşil sarıklı evliyalarmış.
Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal Paşa'nın
ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış;
bunlara mahpus derlermiş. Herbi ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş.. Bütün memleketi
haraca kesmişler. Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.
İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün gelmiş. Zaten, yeşil sarıklı evliyalar
ne tüfek kullanırmış, ne top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olup, yürürlermiş.
Bu efsaneler, ortada dönüp dolaşırken, bir de Şeyh Yusuf çıkagelmesin mi? Köyün altı
üstüne geldi. Bütün yürekleri, sıtma nöbetine benzeyen kavurucu bir vecd sardı.
Emeti Kadın bile, iki gün semtime uğramadı. Geldiği vakit sordum:
– Nerde idin, Emeti Kadın?
– Hiç; Şeyhe gittim. Biraz başımı okuttum.
– Şeyh ne diyor; bütün bu dünya işlerine dair?
– Ben sormadım. Emme, soranlara demiş.
– Ne demiş?
– Aha hep bildiğimiz, işittiğimiz şeyler...
– Yani, düşmanlarımız memleketimizin yarısından fazlasını zaptetmişler. Bununla
kalmayıp, şimdi bütün Anadolu'yu elimizden almaya kalkmışlar. Ta şu dağların arkasına kadar
gelip dayanmışlar ve biz kendimizi kahramanca savunuyormuşuz. Bu mu?
– A, a. Heç böyle demiyor.
Ve Emeti Kadın başlıyor, yeşil sarıklılardan, Müslüman olmak isteyen Kraliçe'den büyük bir
talakatle bahsetmeğe...
Bütün bunlar yalan desem sözüme inanacak mı? Onu hangi dille gerçeğe çekebilirim?
Aramızda asırlık mesafeler var. Bu mesafeleri geçip de, ona kadar nasıl erişebileceğim? Zira,
ne kadar çağırsam, o bana doğru yürümeyecektir. Bu, tarihin bir noktasında donmuş, taş
kesilmiş bir insandır. Söylediği şeyleri, kendisi söylemiyor. Tıpkı antika kitabeler üzerindeki
yazılar gibi onları ben okuyorum. Ben heceliyorum.
Bunun böyle olduğunu bilmekle beraber, gene Emeti Kadın'a soruyorum. Başta Mehmet
Ali'nin adı olmak üzere, köyde askere gidenlerin adlarını sayıyorum:
– Şu halde, bunlar, diyorum, ne yapmağa gittiler? Şimdi ne yapıyorlar? Mademki, gelenler
bizi kurtarmağa geliyormuş, bunlar kime karşı silah kullanıyorlar?
Emeti Kadın, başını iki yana sallayarak:
– Ay oğul, onlar da bencileyin. Ne ittiklerini bilirler mi ki... diyor.
Bu anda, bu memlekette, onlardan başka ne ettiğini bilen var mı? Tek gerçek savaştır. Bana,
cephe ardında kalanlar, kendim başta olmak üzere, birer tabiat garibesi gibi görünüyorlar.
Denilebilir ki, hayat bizi bir deniz üstündeki arızi pislikleriyle, dalgalarıyla ite ite nasıl bir
kuytu sahile atarsa öylece bu ıssız tepelerin eteklerine atıp bırakmıştır. Burada bir kokmuş
hareketsizlikten, hayatın bir çeşit tufeyli yeşermesinden, burada bir sıtmalı titreyişten başka
bir şey yoktur. Savaş cephesini baştan başa tutuşturan kutsal ateşin en uzak aksi bile buraya
düşmüyor.
Bazı, Sarıköy istasyonuna giden yolun üstünde durup, gelenden geçenden savaşa dair haber
soruyorum. Kimi hiçbir şey bilmiyor, kiminin bildiği hiç gerçeğe benzemiyor. Kiminin
söylediği o kadar çıplak, ham ve çirkin söylentilerdir ki, ben inanmak istemiyorum ve akşama,
köye kafamın içi karmakarışık bir halde dönüyorum. Emeti Kadın'ın hazırlayıp mangalın saç
kapakları üstüne bıraktığı sahana, ancak dokunuyorum. Yarı aç, yarı tok yatağa düşüyorum.
Uykularım kabuslarla doluyor.
Bazı, uykumun içinde; birtakım Rumca sesler işiterek sıçrıyorum. Kulaklarım uğuldayarak
pencereye koşuyorum. Şakaklarım terden sırsıklam, başımı dışarı uzatıyorum. Dışarıda,
donuk, kuru ve insana kuşku verici bir ay aydınlığı vardır. Gece, sanki, bir günün ölüsü gibi...
Ürpererek, başımı içeri çekiyorum..
Ne sinsi bir ışık. Hemen üstümüze atılmağa hazır bir düşman gözünün parıltısına benziyor
ve düşman, işte, bu sinsi aydınlıkta ilerliyor.
Ne dedim? Düşman ilerliyor mu? Eyvah, o kötü, o meşum söylentilere demek, ben de
inanmağa başladım. Bu içimden gelen ses, bu kendi kendime söylediğim söz, gerçekten benim
sözüm ve benim sesim mi? Yok canım! İşte, düşmanla bu sinsi ışık içinde boğuşuyoruz,
diyecektim. Uyku sersemliğiyle: Düşman ilerliyor demişim. Düşman nereye ilerleyebilir?
Buraya kadar gelecek değil ya?
Bir başka gece, daha korkunç bir rüyadan sıçrıyorum. Etrafımda, uzun bıyıklı, uzun
püsküllü Efzunlar bir çember çevirmiş, beni yargılıyorlar. Ben, kendimi savunmak istiyorum.
Fakat sesim çıkmıyor. Sesim, tıpkı suyu kesilen çeşmelerin hıçkırığı halinde, hep içime doğru
çekiliyor. Derken Yunanlı Efzun askerleri kızıyor. Hep birden, hep bir anda silahlarını üstüme
dikiyorlar. Parmakları tetiğe dokunurken, müthiş bir yürek çarpıntısıyla uyanıyorum.
Hele bir başka gece, gördüğüm rüyada o kadar realite çeşnisi var ki, gözlerimi açtıktan
sonra bile, uzun bir süre gerçeği rizyadan, rüyayı gerçekten ayırdedemedim. Uyanık halimi
rüya ve uykudakini gerçek sandım:
Bizim köyün meydanlığında, Bekir Çavuş'la beraber imişiz. Fakat bu meydanlık o kadar
kalabalık, o kadar kalabalık ki, ikide bir, hep yanyana durduğumuz, yanyana yürüdüğümüz
halde birbirimizi kaybediyoruz ve tekrar buluşmak için çekmediğimiz zahmet kalmıyor. Bu
esnada, kalabalığı teşkil eden insanların hepsini açık bir gün aydınlığında inanılmaz bir şekilde
seçerek, ayrı ayrı teker teker görüyorum. Bunların kimi bizim köyün adamları, kimi de
birtakım yabancılardır. Türlü türlü dille konuşuyorlardır. Ben, bunların hepsini bilmemekle
beraber, acayip bir idrak ile ne denildiğini, neden bahsolunduğunu anlıyorum.
Önemli bir adam veya bir heyet gelecek diye bekleniyor. Telaşlı telaşlı saatine bakanlar ve
ikide bir yüksekçe bir yere çıkıp uzaktan yolu gözetleyenler var. Tam bu sırada, köyün
sokaklarından biri içinden, bir kadın bağırarak bize doğru koşuyor.
Bu, Zeynep Kadındır. O kadar Zeynep Kadındır ki, yüzünün çizgilerini ve pürtüklerini en
ince teferruatıyla, o derece yakından görmemiştim. Çeneleri birbirine çarpıyor ve gözlerinden
nohut tanesi gibi yaşlar dökülüyor. Baş sargıları, arkasına kaymış ve kızıl kınalı saçları demet
demet yüzünün üstüne sarkmıştır.
Müthiş bir hamle ile halkı yararak ona doğru atıldım.
– Merak etme, işte ben söndürmeğe gidiyorum, dedim.
Var gücümle koşmağa başladım. Arkamdan halk kahkahalarla gülüyordu. İki üç defa
dönüp:
– İtler, itler! diye haykırdım.
O kadar bağırmışım ki, kendi sesimle kendim uyandım. Tekrar dalınca, –garip tesadüf gene
aynı rüyanın sonunu görmeyeyim mi? Gerçekten, Zeynep Kadın'ın evini kapkara dumanlar
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Yaban - 11
- Parts
- Yaban - 01Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2653Total number of unique words is 160024.0 of words are in the 2000 most common words36.1 of words are in the 5000 most common words43.0 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 02Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2955Total number of unique words is 174631.8 of words are in the 2000 most common words45.1 of words are in the 5000 most common words52.7 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 03Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2944Total number of unique words is 175036.0 of words are in the 2000 most common words50.1 of words are in the 5000 most common words56.9 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 04Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2831Total number of unique words is 165436.3 of words are in the 2000 most common words51.8 of words are in the 5000 most common words60.6 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 05Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2895Total number of unique words is 163337.4 of words are in the 2000 most common words51.9 of words are in the 5000 most common words59.2 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 06Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2852Total number of unique words is 165835.3 of words are in the 2000 most common words50.4 of words are in the 5000 most common words57.9 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 07Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2951Total number of unique words is 167134.9 of words are in the 2000 most common words50.4 of words are in the 5000 most common words57.9 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 08Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2909Total number of unique words is 169035.8 of words are in the 2000 most common words49.3 of words are in the 5000 most common words56.4 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 09Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2947Total number of unique words is 167336.5 of words are in the 2000 most common words50.3 of words are in the 5000 most common words56.8 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 10Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2850Total number of unique words is 167735.9 of words are in the 2000 most common words48.5 of words are in the 5000 most common words55.1 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 11Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2843Total number of unique words is 162335.5 of words are in the 2000 most common words50.0 of words are in the 5000 most common words57.8 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 12Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2830Total number of unique words is 161135.8 of words are in the 2000 most common words50.1 of words are in the 5000 most common words58.7 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 13Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2910Total number of unique words is 164236.4 of words are in the 2000 most common words50.8 of words are in the 5000 most common words58.7 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 14Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2827Total number of unique words is 167234.7 of words are in the 2000 most common words48.6 of words are in the 5000 most common words56.5 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 15Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2766Total number of unique words is 159035.7 of words are in the 2000 most common words50.4 of words are in the 5000 most common words57.6 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 16Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2879Total number of unique words is 173132.0 of words are in the 2000 most common words45.4 of words are in the 5000 most common words52.6 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 17Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2909Total number of unique words is 165527.1 of words are in the 2000 most common words38.9 of words are in the 5000 most common words46.7 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 18Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2802Total number of unique words is 169027.9 of words are in the 2000 most common words40.2 of words are in the 5000 most common words47.7 of words are in the 8000 most common words
- Yaban - 19Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 1511Total number of unique words is 101627.6 of words are in the 2000 most common words39.4 of words are in the 5000 most common words46.9 of words are in the 8000 most common words