Tristan ve Iseut - 4
Total number of words is 3893
Total number of unique words is 2024
30.9 of words are in the 2000 most common words
45.0 of words are in the 5000 most common words
52.6 of words are in the 8000 most common words
Iseut alevlerin önünde ayakta duruyordu. Çevrede halk bağırıp çağırıyor, krala ileniyor, alçaklara bela okuyordu. Iseut'nün gözlerinden yaşlar akıyordu. Üzerinde, ince altın bir su işlenmiş, gül rengi dar bir giysi vardı. Ayaklarına değin dökülen saçları altın bir iplikle örülmüştü. Onu böylesine güzel görüp de acımamak için insan taş yürekli olmalıydı. Tanrım, kolları ne de sıkı bağlanmış!
O sırada, çarpuk çurpuk, dökülmüş etleri çiğ beyaz renkte, yüz cüzzamlı cırcır (7) seslerini işitince kol değnekleriyle koşa koşa gelmişler, ateşin önüne toplanmışlardı. Şiş göz kapaklarının altında kanlı gözleri görünümü zevkle izliyordu.
Hastaların en iğrenci olan Yvain, keskin bir sesle Kral'a seslendi:
- Bey, karını bu ateşe atmak istiyorsan, cezasını vermiş olacaksın, ama pek kısa sürecek. Şu koca ateş onu hemen yakacak, şu koca rüzgâr da külünü dağıtıverecek. Biraz sonra şu alev sönünce, onun cezası da bitmiş olacak. İster misin sana daha büyük bir işkence öğreteyim; öyle ki, o yaşasın, ama büyük bir ayıp içinde yaşasın, ölümü mumla arasın. İster misin, kral?
Kral yanıt verdi:
- Evet, ona yaşamı bağışlayalım, ama rezil bir yaşam; öyle bir yaşam ki ölümden beter olsun... Bana böyle bir işkence öğretene sevgim artacak.
- Bey, işte kısaca sana düşündüğümü söyleyeyim. Bak, benim burada yüz arkadaşım var. Iseut'yü bize ver, bizim malımız olsun. Acımız isteklerimizi canlandırıyor. Ver onu cüzzamlılarına, bir kadın için daha kötü bir son olamaz. Bak lime lime giysilerimiz, akan yaralarımıza yapışıyor. Seninle birlikteyken içi kürk döşeli değerli kumaşları, mücevherleri, mermerlerle süslü odaları, güzel şarapları, görkemi, neşeyi seven Iseut, sarışın Iseut, cüzzamlıların sarayını görünce, alçak kulübelerimize girip bizimle birlikte yatmak zorunda kalınca günahını anlayacak, bu güzel diken ateşini bile arayacaktır.
Kral dinledi, ayağa kalktı, uzun süre kıpırdamadan durdu. Sonunda kraliçeye doğru koştu ve elinden tuttu. Iseut:
- Acıyın, diye bağırdı, yakın beni, razıyım, yakın beni!
Kral onu cüzzamlılara verdi. Yvain onu alınca yüz hasta çevresine üşüştü. Bağırıp çağırmalarını işitmek içler acısı bir şeydi; Iseut gidiyor; Yvain onu götürüyordu. İğrenç topluluk, kentin dışına çıktı.
Tristan'ın saklandığı yoldan geçiyorlardı. Gorvenal bir çığlık kopardı:
- Oğul, ne yapacaksın? İşte sevgilin!
Tristan atını hendekten dışarı sürdü:
- Yvain, sen ona epey yoldaşlık ettin; yaşamak istiyorsan artık onu yalnız bırak!
Ama Yvain cüppesini çözüp atarak:
- Haydi arkadaşlar, dedi, sopalarınıza değneklerinize sarılın. Becerinizi gösterme zamanı geldi.
O anda cüzzamlıların arkalarındaki örtülerini atıp, hasta ayaklarına dayanarak, uflaya puflaya bağrışarak kol değneklerini sallamaları garip bir görünümdü; kimi gözdağı veriyor, kimi homurdanıyordu. Ama Tristan onlara vurmaktan çekiniyordu; masalcılar Tristan'ın Yvain'i öldürdüğünü ileri sürerler; bunu söylemek yalan olur; o, bu durumda bir insanı öldürecek alçaklardan değildi. Ama eline güçlü bir meşe kökü geçiren Gorvenal, Yvain'in kafatasına indirdi; kara bir kan fışkırdı, biçimsiz ayaklarına dek aktı.
Tristan, kraliçeyi cüzzamlıların elinden aldı; artık hiçbir ağrı duymuyordu. Kollarındaki ipleri kesti, sonra Morois Ormanı'na daldılar. Tristan ağaçların arasında kendisini, sıkı korunan bir şatonun surları arasındaymış gibi güvende duyuyordu.
Güneş batmaya başlayınca, bir tepenin eteğinde durdular; korku kraliçeyi yormuştu; başını Tristan'ın vücuduna dayadı, uyuyakaldı.
Sabahleyin Gorvenal bir orman bekçisinden tüylü, dişli iki okla bir yay aşırdı, Tristan'a verdi; iyi bir okçu olan Tristan, bir karaca yakalayıp öldürdü. Gorvenal kuru dallardan bir yığın yaptı, çakmaklı tüfeğinden bir kıvılcım çıkarttı, avı kızartmak için kocaman bir ateş yaktı. Tristan ağaçları kesti, bir kulübe yaptı, üzerini yapraklarla kapladı; Iseut de her yanını kalın otlarla döşedi.
O günden sonra, yabanıl ormanın içlerinde, kaçaklar için acı ama her şeye karşın sevilen yaşam başladı.
IX
MOROIS ORMANI
Yabanıl ormanın derinliklerinde, bin türlü güçlükle kovalanan hayvanlar gibi dolaşıyorlar, akşamları, bir gün önceki konaklarına gelmeyi pek az göze alabiliyorlardı. Yabanıl hayvan etinden başka bir şey yemiyorlar, tuzun tadını arıyorlardı. Zayıflayan yüzleri sararıp soldu. Giysileri dikenlerden parçalanıp lime lime oldu. Birbirlerini sevdiklerinden acı duymuyorlardı.
Günün birinde, hiç balta girmemiş olan bu ormanların arasından geçerken, Rahip Ogrin'in küçük tekkesine rasgeldiler.
İşte o gündü; güneşte, seyrek akçaağaçların arasında, küçücük kilisenin yanında, yaşlı bir adam koltuk değneğine dayanarak küçük adımlarla yürüyordu:
- Efendim Tristan diye bağırdı, Cornouailleslılar büyük bir ant içtiler. Kral bütün mahallelerde tellal bağırttı. Sizi kim ele geçirirse, ödül olarak yüz altın alacak; bütün baronlar sizi diri ya ya ölü ele vereceklerine ant içtiler. Tövbe edin, Tristan! Tövbe eden günahlıyı Tanrı bağışlar.
- Tövbe etmek mi, Efendim Ogrin? Hangi suç için? Hakkımızda yargı veren siz, deniz üzerinde ne suyu içtik, biliyor musunuz? Evet, o güzel içki bizi sarhoş etmişti; Isuetsüz güzel bir ülkenin kralı olmaktansa, onunla birlikte, bütün yaşamımca yol kıyılarında dilenip otlar, kökler yiyerek yaşamayı yeğlerim.
- Efendim Tristan, Tanrı yardımcınız olsun; çünkü siz, hem bu dünyayı, hem de sonrakini yitirdiniz. Efendisine ihanet edeni, iki beygire bağlayarak parçalatmalı, ateşte yakmalı. Külünün düşeceği yerde ot bitmez, o toprağı sürmenin yararı olmaz, ağaçlar, yeşillikler çürür. Tristan! Kraliçeyi, Roma yasasına göre, vardığı adama geri verin.
- Iseut artık onun değil ki, Kral onu cüzzamlılara verdi. Ben onu cüzzamlılardan dövüşle elde ettim. Artık bundan sonra o benimdir; ben ondan ayrılamam, o da benden ayrılamaz.
Ogrin oturmuştu; ayak ucunda Iseut, başını Tanrı için acı çeken adamın dizlerine dayamış ağlıyordu. Keşiş ona, Kutsal Kitap'ın sözlerini yineliyordu; ama Iseut gözyaşları içinde başını sallıyor, inanmak istemiyordu.
Ogrin:
- Ölüler insanı nasıl avutabilir, dedi, pişman ol Tristan, çünkü tövbe etmeden günah içinde yaşayan, ölüdür.
- Hayır, yaşarım, pişman da olmam. Bizi koruyan ormana döneriz. Gel Iseut, dostum!
Iseut ayağa kalktı; elele verdiler. Yüksek otların, çalıların arasına daldılar; ağaçlar daldan perdelerini üzerlerine örttü, ikisi de yaprakların arkasında yittiler.
Efendilerim, şu güzel olayı dinleyin. Tristan bir köpek beslemişti; güzel, canlı, iyi koşan, ok avına birebir bir brachet. (8) Ne kontlarda, ne krallarda eşi yoktu. Adı Husdent'dı. Boynuna ağır bir kütük bağlayarak onu kaleye kapatmak gerekmişti. Efendisini göremediği günden beri hiçbir şey yemiyor, ayağıyla toprağı tırmalıyor, gözleri yaş içinde, uluyordu. Birçok kimse ona acıdı.
- Husdent, diyorlardı, hiçbir hayvan senin gibi sevmesini bilmemiştir; evet, Hazreti Süleyman, "Benim gerçek dostum köpeğimdir," dediğinde, doğru söylemiş.
Kral Marc da geçmiş günleri anımsayarak için için şöyle düşünüyordu: "Bu köpek, böyle efendisi için ağlamakla ne denli anlayışlı olduğunu gösteriyor. Acaba bütün Cornouailles'da Tristan değerinde insan var mıdır!"
Üç baron Kral'a gelip:
- Efendim, dediler, Husdent'ı çözdürün, efendisi için mi böyle üzülüyor anlarız; onun için değilse, çözülür çözülmez, ağzı açık, dili dışarıda, ısırmak üzere insanlara, hayvanlara saldıracağını görürüz.
Köpeği çözdüler. Kapıdan dışarı fırladı, doğru Tristan'ın odasına koştu. Homurdanıyor, iniltiler çıkarıyordu. Sonunda efendisinin izini buldu. Tristan'ın ateş yakılan yere gitmek için geçtiği yolu adım adım izledi. Herkes arkasından gidiyordu. Yüksek sesle havladı, falezin üzerine tırmandı. Kilisenin içine girmesiyle mihraba sıçraması bir oldu. Birdenbire kendini camdan dışarı attı, kayanın eteğine düştü, kumun üzerinde izleri yeniden buldu, Tristan'ın gizlendiği çiçekli, ağaçlık yerde bir an durdu; sonra yine ormana doğru gitti. Onu görüp de acımayan yoktu. O zaman şövalyeler:
- Sevgili kral, dediler, artık onu izlemeyelim. Belki bizi, dönmesi kolay olmayan bir yere götürür.
Onu orada bırakıp geri döndüler. Köpek ağaçların arasında havladıkça orman çınlıyordu. Uzaktan Tristan, kraliçe ve Gorvenal onu işittiler; bu Husdent olmalıydı; korktular. Belki de onu izliyorlardı; demek böyle yaban hayvanları gibi onları köpeklere kovalatıyorlardı... Sık bir çalılığın arasına gizlendiler. Kenarda, Tristan, yayı gerili ayakta bekliyordu. Ama Husdent efendisini görüp tanıyınca, bir sıçrayışta yanına geldi, başını kuyruğunu salladı, belini büktü, yerde halka oldu. Sevincin böylesini kim görmüştür? Sonra, sarışın Iseut'ye, Gorvenal'a koştu, atın bile gönlünü aldı. Tristan ona çok acıdı.
- Ne diye bizi buldu? İzlenen bir adam, böyle rahat durmasını bilmeyen bir köpekle ne yapabilir? Ovalarda, ormanlarda, bütün toprağında Kral bizi arıyor. Husdent havlamalarıyla bizi ele verecek. Ah, sevgisinden ve doğasının soyluluğu yüzünden buraya ölüme geldi. Her şeye karşın, sakınmalıyız. Ne yapmalı? Bir şey söylesenize.
Iseut Husdent'ı eliyle okşadı:
- Efendim, onu öldürmeyin, dedi. Gallesli bir orman bekçisinin, köpeğine, havlamadan yaralı geyiklerin izini sürmesini öğrettiğini duydum. Tristan, dostum, uğraşsak da Husdent'ı böyle alıştırabilsek, ne iyi olurdu?
Tristan bir an düşündü. Köpek Iseut'nün ellerini yalıyordu, Tristan acıdı:
- Deneyeyim, dedi; onu öldürmek bana çok zor geliyor.
Çok geçmeden Tristan ava koyuldu, bir alageyik buldu, okuyla yaraladı. Köpek geyiğin arkasından koşmak istedi, öyle yüksek sesle havlıyordu ki sesi ormanda çın çın öttü. Tristan onu döverek susturdu; Husdent başını efendisine doğru kaldırdı, şaşırdı; havlamayı kesti, izi bıraktı; Tristan onu altına aldı, elindeki kestane ağacı sopasıyla, avcıların köpekleri kışkırtmak için yaptıkları gibi, çizmesine vurmaya başladı; Husdent yeniden bağırmak istedi, Tristan yine dövdü. Böyle böyle onu eğiterek bir ay geçmeden onu sessiz avlanmaya alıştırdı; oku bir karacayı ya da bir geyiği yaraladı mı, Husdent hiç ses çıkarmadan kar, buz ya da ot üzerinde izi sürüyordu; hayvanı ağaçlar arasında yakalayınca, çalıları sürükleyerek yerini gösteriyor, düz arazi buldu mu yerde yatan hayvanın üzerine otlar yığıyor, sonra bir kez bile havlamadan efendisini almaya dönüyordu.
Yaz geçti, kış geldi. Sevgililer bir kaya oyuğuna büzülerek yaşadılar; soğuktan katılaşan toprağın üzerinde, kuru yapraktan yapılmış yataklarını buzlar diken diken yapıyordu. Sevgilerinin sayesinde ikisi de sefilliklerini duyumsamadılar.
Sonra güzel havalar yeniden gelince, büyük ağaçların altına yeşillenmiş dallardan kulübelerini kurdular. Tristan çocukluğundan beri orman kuşlarının seslerine öykünmesini bilirdi; istediği gibi asma kuşunun, arı kuşunun, bülbülün, bütün kuşların ötüşlerine öykünürdü; kimi zaman da, onun çağrısıyla kulübenin dalları üzerine toplanan kuşlar, boğazlarını şişirerek türkülerini söylerlerdi.
Sevgililer artık kaçmıyorlar, ormanda dolaşıp duruyorlardı; çünkü baronlardan hiçbiri onları izlemeyi göze alamıyor, Tristan'ın onları ağaç dallarına asacağını biliyorlardı. Buna karşın, bir gün dört alçaktan biri olan Guenelon, Tanrı onun belasını versin, avın verdiği gözüpeklikle Morois'nın çevresine dek geldi. O sabah da Gorvenal, ormanın kıyısında bir sel çukurunun içinde atının kolanını gevşetmiş, gemini çıkarmış, taze ot otlatıyordu; öte yanda yapraktan odanın içinde yerlere serpili çiçekli otlar üzerinde Tristan Kraliçe'ye sıkı sıkı sarılmıştı. İkisi de uyuyordu.
Gorvenal birden bir av köpeği sürüsünün seslerini duydu. Köpekler büyük bir hızla bir geyiği kovalıyorlardı; geyik kendini bir sel çukuruna attı. Uzakta, otlu arazinin üzerinde bir avcı gözüktü; Gorvenal onu tanıdı: Guenelon'du; efendisinin en çok nefret ettiği insan. Yalnız, seyissiz, mahmuzları beygirin kanayan böğürlerinde, atın boynunu kırbaçlayarak hızla geliyordu. Gorvenal bir ağacın arkasına gizlenerek onu gözetlemeye başladı; hızlı geliyordu, ama geri dönmesi zor olacaktı.
Önünden geçerken Gorvenal gizlendiği yerden fırladı, atın dizginlerini yakaladı ve o anda bu adamın yaptığı bütün kötülükleri gözünün önüne getirerek onu yere yuvarladı. Vücudunu parça parça etti, kafasını kesti, alıp götürdü.
Ötede, yaprak kulübede, serpili çiçeklerin üzerinde Tristan ile Kraliçe birbirlerine sıkı sıkı sarılmış uyuyorlardı. Gorvenal elinde ölünün başıyla sessizce içeri girdi.
Avcılar, ağacın altında başsız gövdeyi görünce, akılları başlarından gitti. Tristan sanki onları kovalıyordu; ölüm korkusu içinde kaçmaya başladılar. O günden beri kimse bu ormana ava gelmedi.
Uyanınca efendisi sevinsin diye, Gorvenal, başı kulübenin çatallı bir direğine saçlarından astı; sık yapraklar da başı süslüyordu.
Tristan uyanınca, karşısında yaprakların arasında yarı yarıya gizlenmiş başın kendisine baktığını gördü, Guenelon'u tanıdı. Korkarak ayağa kalktı, ama hocası ona:
- Merak etme, diye haykırdı, öldü. Ben onu bu kılıçla öldürdüm. Oğul, o senin düşmanındı.
Tristan sevindi; nefret ettiği Guenelon öldürülmüştü.
O günden sonra kimse yabanıl ormana giremedi; korku ormana bekçilik ediyordu, sevgililer de ormanın sahibi olmuşlardı. İşte o zamanlar, Tristan "Şaşmaz" adını verdiği yayını yaptı. Bu yay, oku her zaman nişan alınan yere fırlatıyor, insan olsun, hayvan olsun hedefi buluyordu.
Efendilerim, bir yaz günüydü, harman zamanı, Pentecote Yortusu'ndan biraz sonra, kuşlar çiğ damlaları arasında yaklaşan günün doğuşunu şakıyorlardı. Tristan kulübeden çıktı, kılıcını taktı, yayı "Şaşmaz"ı hazırladı, tek başına ormanda ava çıktı. Gün batmadan başına gelecek büyük bir üzüntü vardı. Yo, hiçbir zaman iki sevgili bu derece birbirini sevmemiş, cezasını da böyle ağır çekmemiştir.
Tristan avdan dönünce, basınçlı sıcaktan bunalmış bir durumda Kraliçe'yi kollarının arasına aldı.
- Nereye gittiniz dostum?
- Beni yorgun düşüren bir geyiğin peşindeydim. Bak her yanımdan terler akıyor, şöyle bir yatıp uyusam.
Yeşil dallardan yapılı ve çiçekli otlarla döşeli kulübenin içine önce Iseut uzandı. Tristan onun yanına yattı. Kınından çıkmış kılıcını aralarına koydu. Allahtan, giysileri üzerlerindeydi. Kraliçenin parmağında, Marc'ın düğün günü verdiği güzel zümrütlerle süslü altın halka vardı. Parmakları öyle incelmişti ki yüzük parmağında zor duruyordu. Tristan'ın bir kolu dostunun boynunun altında, öteki güzel vücudunun üzerine atılı; böylece birbirlerine sımsıkı sarılı uyuyorlardı; ama dudakları birleşmiş değildi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir tek yaprak kımıldamıyordu. Yapraklı damın arasından bir güneş ışını Iseut'nün yüzüne vurmuştu. Yüzü bir buz parçası gibi parıldıyordu.
O sırada, bir orman bekçisi, koruda otların yatmış olduğu bir yer gördü, bir gün önce sevgililer orada yatmışlardı; ama adam vücutlarının biçimlerini tanıyamadı, izi sürdü, yaşadıkları yere geldi. Onları uyurken gördü, tanıdı, kaçmaya başladı, Tristan'ın öfkeyle uyanmasından korktu. İki fersah ötede olan Tintagel'e dek koştu, büyük şatonun merdivenlerini çıktı, Kral'ı, bir araya toplanmış uyruklarının arasında dava görür buldu:
- Dostum, buraya soluk soluğa ne istemeye geldin? Uzun zaman köpeklerin arkasından koşan bir köpek uşağı gibisin; yoksa sen de zarara uğradın da hakkını mı istiyorsun? Kim seni ormanından kovdu?
Orman bekçisi onu bir yana çekti, yavaşça:
- Kraliçe ile Tristan'ı gördüm, dedi. Uyuyorlardı. Korktum.
- Nerede?
- Morois'da, bir kulübenin içinde. Birbirlerinin kolları arasında uyuyorlardı. Öcünü almak istiyorsan, hemen gel.
- Git, beni ormanın kıyısında, Kızıl Haç'ın eteğinde bekle; gördüğünden sakın kimseye söz etme. Sana istediğin kadar altın ve gümüş veririm.
Orman bekçisi oraya gitti. Kızıl Haç'ın altında oturdu. Casusun Tanrı belasını versin. Ama ilerde de öğreneceksiniz ya, onursuzca ölecektir.
Kral atına eyer vurdurdu, kılıcını taktı, yanına kimseyi almadan kentten ayrıldı. Atının üzerinde kendi kendine giderken, yeğenini yakaladığı geceyi anımsadı; aydınlık yüzlü güzel Iseut, Tristan'a karşı nasıl da sevgi göstermişti; onları yakalarsa, bu büyük günahlıları cezalandıracak, onu küçük düşürenlerden öcünü alacaktı.
Kızıl Haç'ta orman bekçisini buldu:
- Düş önüme, beni ivedi ve doğru yoldan götür.
Koca ağaçların kara gölgesi çevrelerini kaplıyordu. Kral casusu izledi. Bir zamanlar güzel vuruşlar yapan kılıcına güveniyordu. Ah! Tristan uyanırsa, ikisinden biri, Tanrı bilir hangisi, orada ölü olarak kalacaktı. Sonunda orman bekçisi alçak sesle:
- Kralım, yaklaşıyoruz, dedi.
Üzengileri tuttu, beygirin dizginlerini yeşil bir elma ağacının dallarına bağladı. Biraz daha yaklaştılar; birdenbire, güneşli, ağaçsız bir yerde çiçekli kulübeyi gördüler.
Kral, mantosunun ince altın bağlarını çözdü, arkasından attı, güzel boybosu ortaya çıktı. Kılıcını kınından çıkardı. Onları öldüremezse, kendisi ölmeye razıydı. Orman bekçisi arkasından geliyordu; ona geri dönmesini işaret etti.
Elinde kılıcıyla, kulübenin içine yalnız girdi; kılıcını havaya kaldırdı... Ah! Bu darbeyi indirecek olursa, ne yıkım! Ama ağızlarının birbirine dokunmadığını, kılıfsız bir kılıcın vücutlarını ayırdığını gördü. Kendi kendine:
- Tanrım, dedi, ne görüyorum? Onları öldürmeli mi? Ne zamandır bu ormanda yaşıyorlar, birbirlerini çılgın bir aşkla sevseydiler, bu kılıcı aralarına koyarlar mıydı? Kılıfsız bir bıçak iki vücudun arasına konursa, namusun kefili ve koruyucusu olduğunu herkes bilmez mi? Birbirlerini çılgın bir aşkla sevseydiler, böyle masumca yatarlar mıydı? Hayır, onları öldürmeyeceğim, onları vurmak büyük bir günah olur; şu uyuyan erkeği uyandırsam da ikimizden biri ölse, uzun zaman dedikodu olur, küçük düşeriz. Ama öyle bir şey yapacağım ki uyandıkları zaman, onları uyurken gördüğümü bilsinler; onları öldürmek istemediğimi, Tanrı'nın onlara acıdığını öğrensinler.
Güneş kulübenin içine girerek Iseut'nün beyaz yüzünü yakıyordu. Kral kakım derisiyle süslenmiş eldivenlerini aldı, "Bir zamanlar bunları bana o, İrlanda'dan getirmişti!" diye düşündü. Güneş ışınının geçtiği deliği kapamak için eldivenleri yaprakların arasına koydu; sonra Kraliçe'ye verdiği zümrüt taşlı yüzüğü yavaşça parmağından çıkardı; bir zamanlar onu parmağına geçirmek için biraz zorlaması gerekmişti; şimdi parmakları öyle inceydi ki, yüzük kolaylıkla çıktı; onun yerine Iseut'nün bir zamanlar kendisine armağan ettiği yüzüğü koydu. Sonra sevgilileri ayıran kılıcı kaldırdı -kılıcı tanıdı- Morholt'nun kafatasında parçalanan kılıcın ta kendisiydi, onun yerine kendi kılıcını koydu, kulübeden çıktı, beygirine atladı, orman bekçisine:
- Haydi kaç, dedi, kendini kurtarabilirsen kurtar!
Iseut de uyurken bir düş gördü; büyük bir ormanın ortasında, güzel bir çadırın altındaydı. İki aslan üzerine atılıyor, onu elde etmek için dövüşüyorlardı... Bir çığlık kopardı ve uyandı; eldivenler göğsünün üzerine düştü. Çığlığın üzerine Tristan ayağa kalktı, yerden kılıcını almak istedi, altın sapını görünce Kral'ınki olduğunu anladı, Kraliçe de parmağında Marc'ın halkasını gördü. Haykırdı:
- Efendim, ne yıkım! Kral bizi yakaladı.
Tristan:
- Evet, dedi, benim de kılıcımı almış götürmüş. Sanırım yalnızdı, korktu, adamlarını getirmeye gitti; yeniden gelecek, bizi bütün halkın önünde yaktıracak. Kaçalım!..
Günlerce Gorvenal'le birlikte Galles toprağına doğru, Morois Ormanı'nın sonlarına dek kaçtılar. Neydi bu aşk yüzünden çektikleri!
X
KEŞİŞ OGRIN
Üç gün sonra, Tristan yaralı bir geyiğin izlerini sürerken gece oluverdi, karanlık ormanın içinde düşünmeye başladı:
"Hayır, Kral'ın bizi öldürmemesi korkudan değil. Kılıcımı almıştı, ben uyuyordum, elindeydim, vurabilirdi, ne diye adamlarını almaya gitsin? Beni diri olarak yakalamak isteseydi, niçin silahımı aldıktan sonra kendi silahını bıraksın? Ah babacığım! Seni tanımaz mıyım? Korkudan değil, sevecenlikten, acıdığı için bizi bağışlamak istedin. Bizi bağışlamak mı? Kim alçalmadan böyle bir suçu bağışlayabilir? Hayır, o bağışlamadı; ama anladı. Anladı ki ateşin önünde, kilisedeki atlayışta, cüzzamlılara karşı pusuda Tanrı bizi koruması altına almıştı. O zaman, eskiden ayakları dibinde arp çalan çocuğu anımsadı; sonra kendisi için Loonnois toprağını bıraktığını, sonra Morholt'nun kargısını ve kendi onuru için dökülen kanı... Suçumu itiraf etmediğimi, sorguya çekilmeyi, dövüşle hakkımı savunmak istediğimi ve buna izin vermediğini anımsadı; yüreğinin soyluluğu, ona çevresindeki adamların anlamadığı şeyleri anlattı; aşkımızın içyüzünü bilir diyemem, hayır, bir zaman için bilmesi olasılığı da yoktur; ama kuşkulanıyor, umuyor, yalan söylemediğimi duyumsuyor, dövüşerek haklı olduğumu kanıtlamamı istiyor. Ah! Sevgili dayıcığım, Tanrı'nın yardımıyla dövüşte zafer kazanmak, sizinle barışmak ve sizin için yeniden zırhlı giysiyle miğferi giymek!... Neler düşünüyorum? O zaman da Iseut'yü alır: Hiç onu krala verir miyim? Keşke uyurken beni boğazımdan kesseydi! Eskiden peşimden beni kovalarken, ondan nefret edebilir, onu unutabilirdim: Iseut'yü cüzzamlılara bırakmıştı; artık onun değildi, benimdi. Şimdiyse, acımasıyla sevgimi yeniden uyandırdı, Kraliçe'ye de hak kazandı. Kraliçe mi? Onun yanındayken kraliçeydi. Bu ormanda bir tutsak gibi yaşıyor. Gençliğini ne duruma getirdim? İpek kumaşlarla döşeli odalarının yerine ona bu yabanıl ormanı veriyorum; o güzel perdeler yerine bu kulübe; bu kötü yolu da benim için yürüyor. Dünyanın kralı efendimiz, Tanrım, senden acıma istiyorum, bana, Iseut'yü Kral Marc'a geri verme gücünü vermeni diliyorum. Onun karısı değil mi? Roma yasasına göre, toprağının bütün zenginleri önünde onunla evlenmiş değil mi?"
Tristan yayına dayandı, gecenin içinde uzun uzun ah etti durdu.
Ev niyetine kullandıkları böğürtlenlerle çevrili çalılıkların arasında sarışın Iseut, Tristan'ın dönüşünü bekliyordu. Ay ışığında, parmağına Marc'ın geçirmiş olduğu halkayı gördü. Düşündü:
"İyilik dolu bir davranışla bana bu altın halkayı veren, beni cüzzamlılara veren adam değil; hayır, o daha toprağına ilk ayak bastığım günden beri beni kabul eden ve koruyan, yufka yürekli senyördür. Tristan'ı nasıl da seviyordu! Ben geldim, hem ne yaptım? Tristan'ın sarayında yaşaması gerekmez miydi? Çevresinde, şövalye armalarını takıncaya kadar ona hizmet edecek ve adamı olacak yüz delikanlı bulunacaktı. Atı üzerinde, sarayları, baron şatolarını dolaşarak dövüş ve serüven aramayacak mıydı? Ama benim için şövalyeliği unutuyor, saraydan sürgün ediliyor, ormanlarda kovalanıyor, bu yabanıl yaşamı sürüyor!.."
O sırada, yapraklarla kuru dalların üzerinde Tristan'ın ayak sesinin yaklaştığını duydu. Iseut, her zamanki gibi, onu karşıladı. Elinden silahlarını alacaktı. "Şaşmaz" adlı yayıyla oklarını aldı, kılıcının bağlarını çözdü. Tristan:
- Dostum, dedi, bu Kral Marc'ın kılıcı. Başımızı kesecekken yaşamımızı bağışladı.
Iseut kılıcı aldı, altın sapını öptü; Tristan, onun ağladığını gördü:
- Ah, dedi, Kral Marc'la bir barışabilsem! Sizi hiçbir zaman, davranışla da, sözle de, yasal olmayan bir aşkla sevmediğimi dövüşle kanıtlamama izin verse, krallığının Lidan'dan Durham'a dek tersini ileri sürmeye cesaret eden herhangi bir şövalyesi beni kavga alanında silahlı bulacaktır. Sonra Kral beni hizmetinde alıkoymak isterse, ona büyük bir saygıyla senyörüm ve babam olarak hizmet ederim; yok beni uzaklaştırır ve sizi yanında tutmayı yeğlerse, Frise'e ya da Brötanya'ya geçerim, yol arkadaşı olarak da yanıma yalnızca Gorvenal'i alırım. Kraliçe, nereye gitsem, hep sizin kalacağım. Iseut, onca zamandır, bütün güzelliğinizle, bu ıssız yerlerde, benim için dayandığınız bu acı sefillik olmasaydı, bu ayrılığı düşünmezdim.
- Tristan, ormanda yaşayan keşiş Ogrin'i anımsayın; haydi yine ona gidelim. Göklerin büyük kralının acımasına bir sığınabilsek, Tristan dostum.
Gorvenal'i uyandırdılar; Iseut atına bindi, Tristan da atı geminden tutuyordu; bütün gece, sevdikleri ormandan son kez geçtiler, hiç konuşmadan yürüdüler.
Sabahleyin biraz dinlendiler, sonra keşişin bulunduğu yere yürüdüler. Ogrin, kilisesinin kapısının önünde bir kitap okuyordu. Onları gördü, sevgiyle uzaktan seslendi:
- Dostlar! Sevda sizi nasıl sefillikten sefilliğe kovalıyor! Bu çılgınlığınız ne kadar sürecek? Haydi, cesaret! Artık pişmanlık getirin.
Tristan:
- Dinleyin Efendim Ogrin, dedi, Kral'a barış önermemiz için bize yardım edin. Ben ona Kraliçe'yi geri vereceğim; sonra uzaklara, Brötanya ya da Grise'e gideceğim, günün birinde kral beni kabul ederse, gelir, ona görevim olduğu için hizmet ederim.
Keşişin ayak ucuna diz çöken Iseut de, üzüntülü bir sesle:
- Artık böyle yaşamayacağım, dedi. Tristan'ı sevmiş olduğuma, hâlâ ve her zaman sevdiğime pişmanım demiyorum, ama bundan sonra ayrılacağız.
Keşiş ağladı, Tanrı'ya dua etti: "Ey Tanrım, ey gücü her şeye yeten, şunlara yardım edebilmem için beni bu denli yaşattığına şükrediyorum!"
Onlara akıllıca öğütler verdi, sonra mürekkeple parşömen kâğıdı aldı, Tristan'ın ağzından Kral'a barış öneren bir mektup yazdı. Tristan'ın söylediği bütün sözleri mektuba yazdıktan sonra, Tristan yüzüğüyle mühürledi.
Rahip:
- Bu mektubu kim götürecek? diye sordu.
- Kendim götüreceğim.
- Hayır, Efendim Tristan, bu tehlikeli yolculuğa girişmeyin; sizin yerinize ben gideyim, şatodaki insanları tanırım.
- Bırakın sevgili Efendim Ogrin; Kraliçe sizin evinizde kalsın; gece olur olmaz seyisimle birlikte giderim, o atımı bekler.
Ormana karanlık basınca Tristan Gorvenal'le birlikte yola koyuldu. Tintagel'in kapılarına gelince onu orada bıraktı. Duvarların üzerinde kolcular borularını çalıyorlardı. Kendini hendeğin içine bıraktı, tehlikeyi göze alarak kentin içinden geçti. Meyve bahçesinin sivri parmaklıklarını eskisi gibi aştı, mermer merdivenleri, çeşmeyi, büyük çam ağacını bir daha gördü, arkasında kralın uyuduğu pencereye yaklaştı. Ona yavaşça seslendi. Marc uyandı:
- Kimsin sen, gece yarısı beni ne diye çağırıyorsun?
- Efendim, ben Tristan'ım, size bir mektup getiriyorum; şuraya, bu pencerenin parmaklığına bırakıyorum. Yanıtınızı, Kızıl Haç'ın dalına bağlattırın.
- Tanrı aşkına, sevgili yeğenim, bekle beni.
Kapıya fırladı, gecenin içinde üç kez:
- Tristan! Tristan! Tristan, oğlum! diye bağırdı.
Ama Tristan kaçmıştı, Gorvenal'i buldu, çevik bir sıçrayışla atına bindi; Gorvenal:
- Çılgın, dedi, acele et, şu yoldan kaçalım.
Sonunda keşişin tekkesine vardılar. Orada keşişi dua eder, Iseut'yü de onları ağlayarak bekler buldular.
XI
TEHLİKELİ GEÇİT
Marc, rahibini uyandırdı, mektubu uzattı. Rahip balmumunu kopardı, önce Tristan adına Kral'ı selamladı, sonra yazılı sözleri beceriyle okuyarak Tristan'ın istediğini Kral'a iletti. Marc ses çıkarmadan onu dinliyor, için için seviniyordu, çünkü Kraliçe'yi hâlâ seviyordu.
Baronların en önemlilerini birer birer çağırttı; hepsi toplanınca, sustular, kral söze başladı:
- Senyörler, şu mektubu aldım. Ben sizin Kralınızım, siz de benim sadık adamlarımsınız. Benden istenen şeyleri dinleyin; sonra bana düşüncenizi söyleyin! Düşüncenizi söyleme göreviniz olduğuna göre, sizden bunu istiyorum.
Rahip ayağa kalktı, mektubu iki eliyle çözdü, Kral'ın önünde ve ayakta:
- Efendiler, dedi, Tristan önce Kral'a ve bütün baronlarına selamlarını, sevgilerini yolluyor. Sonra da şöyle ekliyor: "Kralım, ejderi öldürüp de İrlanda Kralı'nın kızını elde ettiğim zaman, onu bana vermişlerdi; onu isteseydim kendim alabilirdim, ama istemedim. Sizin ülkenize getirip size teslim ettim. Oysa siz, onunla evlenir evlenmez, alçaklar yalanlarıyla sizi inandırdılar. Öfkeyle, dayıcığım, efendiciğim, bizi sorguya çekmeden yaktırmak istediniz. Ama Tanrı acıdı; ona yalvardık, Kraliçe'yi kurtardı; hak yerini buldu; ben de yüksek bir kayadan kendimi aşağı atarken Tanrı'nın yardımıyla kurtuldum. O zamandan beri doğru olmayan ne yaptım? Kraliçe cüzzamlılara verilmişti, onu kurtardım, alıp götürdüm; tümüyle suçsuz olduğu halde, benim yüzümden ölecek olan birini, o durumda bırakabilir miydim? Onunla birlikte ormanlara kaçtım. Onu size geri getirebilmek için ormandan çıkıp ovaya inebilir miydim? Bizi ölü veya diri yakalamalarını buyurmamış mıydınız? Ama daha önce olduğu gibi şimdi de, ne Kraliçe'nin bana karşı, ne de benim Kraliçe'ye karşı size zarar verecek bir aşkımız olmadığını, isteyenle dövüşerek kanıtlamaya ve kefalet vermeye hazırım. Dövüşe izin verin; hiçbir hasımdan kaçmam, eğer hakkımı kanıtlayamazsam, beni adamlarınızın önünde yaktırın. Ama ben yenersem, siz de ışık yüzlü Iseut'yü almaya razı olursanız, baronlarınızdan hiçbiri size benim gibi hizmet edemez; yok, benim hizmetimi istemezseniz, gider ya Gavoie ya da Frise Kralı'ndan hizmet isterim. Siz de bundan sonra adımı işitmezsiniz. Efendim, düşünün taşının, hiçbir anlaşmaya razı değilseniz, Iseut'yü İrlanda'ya, aldığım yere götüreceğim; ülkesinde kraliçe olsun."
Cornouailleslı baronlar, Tristan'ın kendilerine dövüşme önerdiğini işitince, hepsi Kral'a:
- Efendim, dediler, Kraliçe'yi geri al; ona karaçalanlar aklı başında olmayan insanlar. Tristan'a gelince, kendi de istediği gibi Gavoie'ye ya da Frise Kralı'nın yanına savaşmaya gitsin; belirleyeceğin bir gün de, sana hemen Iseut'yü getirmesini söyle.
Kral üç kez sordu:
- Tristan'ı suçlayacak kimse yok mu?
Hepsi susuyorlardı. O zaman Kral rahibe dönerek:
- Hemen bir mektup hazırlayın, dedi, ne yazılacağını duydunuz; hemen yazın: Iseut'nün genç yaşında çektikleri yeter. Bu mektup akşam olmadan Kızıl Haç'ın dalına asılsın; acele edin!
Sonra ekledi:
- İkisine de selam ve sevgi yolladığımı da söyleyin.
O sırada, çarpuk çurpuk, dökülmüş etleri çiğ beyaz renkte, yüz cüzzamlı cırcır (7) seslerini işitince kol değnekleriyle koşa koşa gelmişler, ateşin önüne toplanmışlardı. Şiş göz kapaklarının altında kanlı gözleri görünümü zevkle izliyordu.
Hastaların en iğrenci olan Yvain, keskin bir sesle Kral'a seslendi:
- Bey, karını bu ateşe atmak istiyorsan, cezasını vermiş olacaksın, ama pek kısa sürecek. Şu koca ateş onu hemen yakacak, şu koca rüzgâr da külünü dağıtıverecek. Biraz sonra şu alev sönünce, onun cezası da bitmiş olacak. İster misin sana daha büyük bir işkence öğreteyim; öyle ki, o yaşasın, ama büyük bir ayıp içinde yaşasın, ölümü mumla arasın. İster misin, kral?
Kral yanıt verdi:
- Evet, ona yaşamı bağışlayalım, ama rezil bir yaşam; öyle bir yaşam ki ölümden beter olsun... Bana böyle bir işkence öğretene sevgim artacak.
- Bey, işte kısaca sana düşündüğümü söyleyeyim. Bak, benim burada yüz arkadaşım var. Iseut'yü bize ver, bizim malımız olsun. Acımız isteklerimizi canlandırıyor. Ver onu cüzzamlılarına, bir kadın için daha kötü bir son olamaz. Bak lime lime giysilerimiz, akan yaralarımıza yapışıyor. Seninle birlikteyken içi kürk döşeli değerli kumaşları, mücevherleri, mermerlerle süslü odaları, güzel şarapları, görkemi, neşeyi seven Iseut, sarışın Iseut, cüzzamlıların sarayını görünce, alçak kulübelerimize girip bizimle birlikte yatmak zorunda kalınca günahını anlayacak, bu güzel diken ateşini bile arayacaktır.
Kral dinledi, ayağa kalktı, uzun süre kıpırdamadan durdu. Sonunda kraliçeye doğru koştu ve elinden tuttu. Iseut:
- Acıyın, diye bağırdı, yakın beni, razıyım, yakın beni!
Kral onu cüzzamlılara verdi. Yvain onu alınca yüz hasta çevresine üşüştü. Bağırıp çağırmalarını işitmek içler acısı bir şeydi; Iseut gidiyor; Yvain onu götürüyordu. İğrenç topluluk, kentin dışına çıktı.
Tristan'ın saklandığı yoldan geçiyorlardı. Gorvenal bir çığlık kopardı:
- Oğul, ne yapacaksın? İşte sevgilin!
Tristan atını hendekten dışarı sürdü:
- Yvain, sen ona epey yoldaşlık ettin; yaşamak istiyorsan artık onu yalnız bırak!
Ama Yvain cüppesini çözüp atarak:
- Haydi arkadaşlar, dedi, sopalarınıza değneklerinize sarılın. Becerinizi gösterme zamanı geldi.
O anda cüzzamlıların arkalarındaki örtülerini atıp, hasta ayaklarına dayanarak, uflaya puflaya bağrışarak kol değneklerini sallamaları garip bir görünümdü; kimi gözdağı veriyor, kimi homurdanıyordu. Ama Tristan onlara vurmaktan çekiniyordu; masalcılar Tristan'ın Yvain'i öldürdüğünü ileri sürerler; bunu söylemek yalan olur; o, bu durumda bir insanı öldürecek alçaklardan değildi. Ama eline güçlü bir meşe kökü geçiren Gorvenal, Yvain'in kafatasına indirdi; kara bir kan fışkırdı, biçimsiz ayaklarına dek aktı.
Tristan, kraliçeyi cüzzamlıların elinden aldı; artık hiçbir ağrı duymuyordu. Kollarındaki ipleri kesti, sonra Morois Ormanı'na daldılar. Tristan ağaçların arasında kendisini, sıkı korunan bir şatonun surları arasındaymış gibi güvende duyuyordu.
Güneş batmaya başlayınca, bir tepenin eteğinde durdular; korku kraliçeyi yormuştu; başını Tristan'ın vücuduna dayadı, uyuyakaldı.
Sabahleyin Gorvenal bir orman bekçisinden tüylü, dişli iki okla bir yay aşırdı, Tristan'a verdi; iyi bir okçu olan Tristan, bir karaca yakalayıp öldürdü. Gorvenal kuru dallardan bir yığın yaptı, çakmaklı tüfeğinden bir kıvılcım çıkarttı, avı kızartmak için kocaman bir ateş yaktı. Tristan ağaçları kesti, bir kulübe yaptı, üzerini yapraklarla kapladı; Iseut de her yanını kalın otlarla döşedi.
O günden sonra, yabanıl ormanın içlerinde, kaçaklar için acı ama her şeye karşın sevilen yaşam başladı.
IX
MOROIS ORMANI
Yabanıl ormanın derinliklerinde, bin türlü güçlükle kovalanan hayvanlar gibi dolaşıyorlar, akşamları, bir gün önceki konaklarına gelmeyi pek az göze alabiliyorlardı. Yabanıl hayvan etinden başka bir şey yemiyorlar, tuzun tadını arıyorlardı. Zayıflayan yüzleri sararıp soldu. Giysileri dikenlerden parçalanıp lime lime oldu. Birbirlerini sevdiklerinden acı duymuyorlardı.
Günün birinde, hiç balta girmemiş olan bu ormanların arasından geçerken, Rahip Ogrin'in küçük tekkesine rasgeldiler.
İşte o gündü; güneşte, seyrek akçaağaçların arasında, küçücük kilisenin yanında, yaşlı bir adam koltuk değneğine dayanarak küçük adımlarla yürüyordu:
- Efendim Tristan diye bağırdı, Cornouailleslılar büyük bir ant içtiler. Kral bütün mahallelerde tellal bağırttı. Sizi kim ele geçirirse, ödül olarak yüz altın alacak; bütün baronlar sizi diri ya ya ölü ele vereceklerine ant içtiler. Tövbe edin, Tristan! Tövbe eden günahlıyı Tanrı bağışlar.
- Tövbe etmek mi, Efendim Ogrin? Hangi suç için? Hakkımızda yargı veren siz, deniz üzerinde ne suyu içtik, biliyor musunuz? Evet, o güzel içki bizi sarhoş etmişti; Isuetsüz güzel bir ülkenin kralı olmaktansa, onunla birlikte, bütün yaşamımca yol kıyılarında dilenip otlar, kökler yiyerek yaşamayı yeğlerim.
- Efendim Tristan, Tanrı yardımcınız olsun; çünkü siz, hem bu dünyayı, hem de sonrakini yitirdiniz. Efendisine ihanet edeni, iki beygire bağlayarak parçalatmalı, ateşte yakmalı. Külünün düşeceği yerde ot bitmez, o toprağı sürmenin yararı olmaz, ağaçlar, yeşillikler çürür. Tristan! Kraliçeyi, Roma yasasına göre, vardığı adama geri verin.
- Iseut artık onun değil ki, Kral onu cüzzamlılara verdi. Ben onu cüzzamlılardan dövüşle elde ettim. Artık bundan sonra o benimdir; ben ondan ayrılamam, o da benden ayrılamaz.
Ogrin oturmuştu; ayak ucunda Iseut, başını Tanrı için acı çeken adamın dizlerine dayamış ağlıyordu. Keşiş ona, Kutsal Kitap'ın sözlerini yineliyordu; ama Iseut gözyaşları içinde başını sallıyor, inanmak istemiyordu.
Ogrin:
- Ölüler insanı nasıl avutabilir, dedi, pişman ol Tristan, çünkü tövbe etmeden günah içinde yaşayan, ölüdür.
- Hayır, yaşarım, pişman da olmam. Bizi koruyan ormana döneriz. Gel Iseut, dostum!
Iseut ayağa kalktı; elele verdiler. Yüksek otların, çalıların arasına daldılar; ağaçlar daldan perdelerini üzerlerine örttü, ikisi de yaprakların arkasında yittiler.
Efendilerim, şu güzel olayı dinleyin. Tristan bir köpek beslemişti; güzel, canlı, iyi koşan, ok avına birebir bir brachet. (8) Ne kontlarda, ne krallarda eşi yoktu. Adı Husdent'dı. Boynuna ağır bir kütük bağlayarak onu kaleye kapatmak gerekmişti. Efendisini göremediği günden beri hiçbir şey yemiyor, ayağıyla toprağı tırmalıyor, gözleri yaş içinde, uluyordu. Birçok kimse ona acıdı.
- Husdent, diyorlardı, hiçbir hayvan senin gibi sevmesini bilmemiştir; evet, Hazreti Süleyman, "Benim gerçek dostum köpeğimdir," dediğinde, doğru söylemiş.
Kral Marc da geçmiş günleri anımsayarak için için şöyle düşünüyordu: "Bu köpek, böyle efendisi için ağlamakla ne denli anlayışlı olduğunu gösteriyor. Acaba bütün Cornouailles'da Tristan değerinde insan var mıdır!"
Üç baron Kral'a gelip:
- Efendim, dediler, Husdent'ı çözdürün, efendisi için mi böyle üzülüyor anlarız; onun için değilse, çözülür çözülmez, ağzı açık, dili dışarıda, ısırmak üzere insanlara, hayvanlara saldıracağını görürüz.
Köpeği çözdüler. Kapıdan dışarı fırladı, doğru Tristan'ın odasına koştu. Homurdanıyor, iniltiler çıkarıyordu. Sonunda efendisinin izini buldu. Tristan'ın ateş yakılan yere gitmek için geçtiği yolu adım adım izledi. Herkes arkasından gidiyordu. Yüksek sesle havladı, falezin üzerine tırmandı. Kilisenin içine girmesiyle mihraba sıçraması bir oldu. Birdenbire kendini camdan dışarı attı, kayanın eteğine düştü, kumun üzerinde izleri yeniden buldu, Tristan'ın gizlendiği çiçekli, ağaçlık yerde bir an durdu; sonra yine ormana doğru gitti. Onu görüp de acımayan yoktu. O zaman şövalyeler:
- Sevgili kral, dediler, artık onu izlemeyelim. Belki bizi, dönmesi kolay olmayan bir yere götürür.
Onu orada bırakıp geri döndüler. Köpek ağaçların arasında havladıkça orman çınlıyordu. Uzaktan Tristan, kraliçe ve Gorvenal onu işittiler; bu Husdent olmalıydı; korktular. Belki de onu izliyorlardı; demek böyle yaban hayvanları gibi onları köpeklere kovalatıyorlardı... Sık bir çalılığın arasına gizlendiler. Kenarda, Tristan, yayı gerili ayakta bekliyordu. Ama Husdent efendisini görüp tanıyınca, bir sıçrayışta yanına geldi, başını kuyruğunu salladı, belini büktü, yerde halka oldu. Sevincin böylesini kim görmüştür? Sonra, sarışın Iseut'ye, Gorvenal'a koştu, atın bile gönlünü aldı. Tristan ona çok acıdı.
- Ne diye bizi buldu? İzlenen bir adam, böyle rahat durmasını bilmeyen bir köpekle ne yapabilir? Ovalarda, ormanlarda, bütün toprağında Kral bizi arıyor. Husdent havlamalarıyla bizi ele verecek. Ah, sevgisinden ve doğasının soyluluğu yüzünden buraya ölüme geldi. Her şeye karşın, sakınmalıyız. Ne yapmalı? Bir şey söylesenize.
Iseut Husdent'ı eliyle okşadı:
- Efendim, onu öldürmeyin, dedi. Gallesli bir orman bekçisinin, köpeğine, havlamadan yaralı geyiklerin izini sürmesini öğrettiğini duydum. Tristan, dostum, uğraşsak da Husdent'ı böyle alıştırabilsek, ne iyi olurdu?
Tristan bir an düşündü. Köpek Iseut'nün ellerini yalıyordu, Tristan acıdı:
- Deneyeyim, dedi; onu öldürmek bana çok zor geliyor.
Çok geçmeden Tristan ava koyuldu, bir alageyik buldu, okuyla yaraladı. Köpek geyiğin arkasından koşmak istedi, öyle yüksek sesle havlıyordu ki sesi ormanda çın çın öttü. Tristan onu döverek susturdu; Husdent başını efendisine doğru kaldırdı, şaşırdı; havlamayı kesti, izi bıraktı; Tristan onu altına aldı, elindeki kestane ağacı sopasıyla, avcıların köpekleri kışkırtmak için yaptıkları gibi, çizmesine vurmaya başladı; Husdent yeniden bağırmak istedi, Tristan yine dövdü. Böyle böyle onu eğiterek bir ay geçmeden onu sessiz avlanmaya alıştırdı; oku bir karacayı ya da bir geyiği yaraladı mı, Husdent hiç ses çıkarmadan kar, buz ya da ot üzerinde izi sürüyordu; hayvanı ağaçlar arasında yakalayınca, çalıları sürükleyerek yerini gösteriyor, düz arazi buldu mu yerde yatan hayvanın üzerine otlar yığıyor, sonra bir kez bile havlamadan efendisini almaya dönüyordu.
Yaz geçti, kış geldi. Sevgililer bir kaya oyuğuna büzülerek yaşadılar; soğuktan katılaşan toprağın üzerinde, kuru yapraktan yapılmış yataklarını buzlar diken diken yapıyordu. Sevgilerinin sayesinde ikisi de sefilliklerini duyumsamadılar.
Sonra güzel havalar yeniden gelince, büyük ağaçların altına yeşillenmiş dallardan kulübelerini kurdular. Tristan çocukluğundan beri orman kuşlarının seslerine öykünmesini bilirdi; istediği gibi asma kuşunun, arı kuşunun, bülbülün, bütün kuşların ötüşlerine öykünürdü; kimi zaman da, onun çağrısıyla kulübenin dalları üzerine toplanan kuşlar, boğazlarını şişirerek türkülerini söylerlerdi.
Sevgililer artık kaçmıyorlar, ormanda dolaşıp duruyorlardı; çünkü baronlardan hiçbiri onları izlemeyi göze alamıyor, Tristan'ın onları ağaç dallarına asacağını biliyorlardı. Buna karşın, bir gün dört alçaktan biri olan Guenelon, Tanrı onun belasını versin, avın verdiği gözüpeklikle Morois'nın çevresine dek geldi. O sabah da Gorvenal, ormanın kıyısında bir sel çukurunun içinde atının kolanını gevşetmiş, gemini çıkarmış, taze ot otlatıyordu; öte yanda yapraktan odanın içinde yerlere serpili çiçekli otlar üzerinde Tristan Kraliçe'ye sıkı sıkı sarılmıştı. İkisi de uyuyordu.
Gorvenal birden bir av köpeği sürüsünün seslerini duydu. Köpekler büyük bir hızla bir geyiği kovalıyorlardı; geyik kendini bir sel çukuruna attı. Uzakta, otlu arazinin üzerinde bir avcı gözüktü; Gorvenal onu tanıdı: Guenelon'du; efendisinin en çok nefret ettiği insan. Yalnız, seyissiz, mahmuzları beygirin kanayan böğürlerinde, atın boynunu kırbaçlayarak hızla geliyordu. Gorvenal bir ağacın arkasına gizlenerek onu gözetlemeye başladı; hızlı geliyordu, ama geri dönmesi zor olacaktı.
Önünden geçerken Gorvenal gizlendiği yerden fırladı, atın dizginlerini yakaladı ve o anda bu adamın yaptığı bütün kötülükleri gözünün önüne getirerek onu yere yuvarladı. Vücudunu parça parça etti, kafasını kesti, alıp götürdü.
Ötede, yaprak kulübede, serpili çiçeklerin üzerinde Tristan ile Kraliçe birbirlerine sıkı sıkı sarılmış uyuyorlardı. Gorvenal elinde ölünün başıyla sessizce içeri girdi.
Avcılar, ağacın altında başsız gövdeyi görünce, akılları başlarından gitti. Tristan sanki onları kovalıyordu; ölüm korkusu içinde kaçmaya başladılar. O günden beri kimse bu ormana ava gelmedi.
Uyanınca efendisi sevinsin diye, Gorvenal, başı kulübenin çatallı bir direğine saçlarından astı; sık yapraklar da başı süslüyordu.
Tristan uyanınca, karşısında yaprakların arasında yarı yarıya gizlenmiş başın kendisine baktığını gördü, Guenelon'u tanıdı. Korkarak ayağa kalktı, ama hocası ona:
- Merak etme, diye haykırdı, öldü. Ben onu bu kılıçla öldürdüm. Oğul, o senin düşmanındı.
Tristan sevindi; nefret ettiği Guenelon öldürülmüştü.
O günden sonra kimse yabanıl ormana giremedi; korku ormana bekçilik ediyordu, sevgililer de ormanın sahibi olmuşlardı. İşte o zamanlar, Tristan "Şaşmaz" adını verdiği yayını yaptı. Bu yay, oku her zaman nişan alınan yere fırlatıyor, insan olsun, hayvan olsun hedefi buluyordu.
Efendilerim, bir yaz günüydü, harman zamanı, Pentecote Yortusu'ndan biraz sonra, kuşlar çiğ damlaları arasında yaklaşan günün doğuşunu şakıyorlardı. Tristan kulübeden çıktı, kılıcını taktı, yayı "Şaşmaz"ı hazırladı, tek başına ormanda ava çıktı. Gün batmadan başına gelecek büyük bir üzüntü vardı. Yo, hiçbir zaman iki sevgili bu derece birbirini sevmemiş, cezasını da böyle ağır çekmemiştir.
Tristan avdan dönünce, basınçlı sıcaktan bunalmış bir durumda Kraliçe'yi kollarının arasına aldı.
- Nereye gittiniz dostum?
- Beni yorgun düşüren bir geyiğin peşindeydim. Bak her yanımdan terler akıyor, şöyle bir yatıp uyusam.
Yeşil dallardan yapılı ve çiçekli otlarla döşeli kulübenin içine önce Iseut uzandı. Tristan onun yanına yattı. Kınından çıkmış kılıcını aralarına koydu. Allahtan, giysileri üzerlerindeydi. Kraliçenin parmağında, Marc'ın düğün günü verdiği güzel zümrütlerle süslü altın halka vardı. Parmakları öyle incelmişti ki yüzük parmağında zor duruyordu. Tristan'ın bir kolu dostunun boynunun altında, öteki güzel vücudunun üzerine atılı; böylece birbirlerine sımsıkı sarılı uyuyorlardı; ama dudakları birleşmiş değildi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir tek yaprak kımıldamıyordu. Yapraklı damın arasından bir güneş ışını Iseut'nün yüzüne vurmuştu. Yüzü bir buz parçası gibi parıldıyordu.
O sırada, bir orman bekçisi, koruda otların yatmış olduğu bir yer gördü, bir gün önce sevgililer orada yatmışlardı; ama adam vücutlarının biçimlerini tanıyamadı, izi sürdü, yaşadıkları yere geldi. Onları uyurken gördü, tanıdı, kaçmaya başladı, Tristan'ın öfkeyle uyanmasından korktu. İki fersah ötede olan Tintagel'e dek koştu, büyük şatonun merdivenlerini çıktı, Kral'ı, bir araya toplanmış uyruklarının arasında dava görür buldu:
- Dostum, buraya soluk soluğa ne istemeye geldin? Uzun zaman köpeklerin arkasından koşan bir köpek uşağı gibisin; yoksa sen de zarara uğradın da hakkını mı istiyorsun? Kim seni ormanından kovdu?
Orman bekçisi onu bir yana çekti, yavaşça:
- Kraliçe ile Tristan'ı gördüm, dedi. Uyuyorlardı. Korktum.
- Nerede?
- Morois'da, bir kulübenin içinde. Birbirlerinin kolları arasında uyuyorlardı. Öcünü almak istiyorsan, hemen gel.
- Git, beni ormanın kıyısında, Kızıl Haç'ın eteğinde bekle; gördüğünden sakın kimseye söz etme. Sana istediğin kadar altın ve gümüş veririm.
Orman bekçisi oraya gitti. Kızıl Haç'ın altında oturdu. Casusun Tanrı belasını versin. Ama ilerde de öğreneceksiniz ya, onursuzca ölecektir.
Kral atına eyer vurdurdu, kılıcını taktı, yanına kimseyi almadan kentten ayrıldı. Atının üzerinde kendi kendine giderken, yeğenini yakaladığı geceyi anımsadı; aydınlık yüzlü güzel Iseut, Tristan'a karşı nasıl da sevgi göstermişti; onları yakalarsa, bu büyük günahlıları cezalandıracak, onu küçük düşürenlerden öcünü alacaktı.
Kızıl Haç'ta orman bekçisini buldu:
- Düş önüme, beni ivedi ve doğru yoldan götür.
Koca ağaçların kara gölgesi çevrelerini kaplıyordu. Kral casusu izledi. Bir zamanlar güzel vuruşlar yapan kılıcına güveniyordu. Ah! Tristan uyanırsa, ikisinden biri, Tanrı bilir hangisi, orada ölü olarak kalacaktı. Sonunda orman bekçisi alçak sesle:
- Kralım, yaklaşıyoruz, dedi.
Üzengileri tuttu, beygirin dizginlerini yeşil bir elma ağacının dallarına bağladı. Biraz daha yaklaştılar; birdenbire, güneşli, ağaçsız bir yerde çiçekli kulübeyi gördüler.
Kral, mantosunun ince altın bağlarını çözdü, arkasından attı, güzel boybosu ortaya çıktı. Kılıcını kınından çıkardı. Onları öldüremezse, kendisi ölmeye razıydı. Orman bekçisi arkasından geliyordu; ona geri dönmesini işaret etti.
Elinde kılıcıyla, kulübenin içine yalnız girdi; kılıcını havaya kaldırdı... Ah! Bu darbeyi indirecek olursa, ne yıkım! Ama ağızlarının birbirine dokunmadığını, kılıfsız bir kılıcın vücutlarını ayırdığını gördü. Kendi kendine:
- Tanrım, dedi, ne görüyorum? Onları öldürmeli mi? Ne zamandır bu ormanda yaşıyorlar, birbirlerini çılgın bir aşkla sevseydiler, bu kılıcı aralarına koyarlar mıydı? Kılıfsız bir bıçak iki vücudun arasına konursa, namusun kefili ve koruyucusu olduğunu herkes bilmez mi? Birbirlerini çılgın bir aşkla sevseydiler, böyle masumca yatarlar mıydı? Hayır, onları öldürmeyeceğim, onları vurmak büyük bir günah olur; şu uyuyan erkeği uyandırsam da ikimizden biri ölse, uzun zaman dedikodu olur, küçük düşeriz. Ama öyle bir şey yapacağım ki uyandıkları zaman, onları uyurken gördüğümü bilsinler; onları öldürmek istemediğimi, Tanrı'nın onlara acıdığını öğrensinler.
Güneş kulübenin içine girerek Iseut'nün beyaz yüzünü yakıyordu. Kral kakım derisiyle süslenmiş eldivenlerini aldı, "Bir zamanlar bunları bana o, İrlanda'dan getirmişti!" diye düşündü. Güneş ışınının geçtiği deliği kapamak için eldivenleri yaprakların arasına koydu; sonra Kraliçe'ye verdiği zümrüt taşlı yüzüğü yavaşça parmağından çıkardı; bir zamanlar onu parmağına geçirmek için biraz zorlaması gerekmişti; şimdi parmakları öyle inceydi ki, yüzük kolaylıkla çıktı; onun yerine Iseut'nün bir zamanlar kendisine armağan ettiği yüzüğü koydu. Sonra sevgilileri ayıran kılıcı kaldırdı -kılıcı tanıdı- Morholt'nun kafatasında parçalanan kılıcın ta kendisiydi, onun yerine kendi kılıcını koydu, kulübeden çıktı, beygirine atladı, orman bekçisine:
- Haydi kaç, dedi, kendini kurtarabilirsen kurtar!
Iseut de uyurken bir düş gördü; büyük bir ormanın ortasında, güzel bir çadırın altındaydı. İki aslan üzerine atılıyor, onu elde etmek için dövüşüyorlardı... Bir çığlık kopardı ve uyandı; eldivenler göğsünün üzerine düştü. Çığlığın üzerine Tristan ayağa kalktı, yerden kılıcını almak istedi, altın sapını görünce Kral'ınki olduğunu anladı, Kraliçe de parmağında Marc'ın halkasını gördü. Haykırdı:
- Efendim, ne yıkım! Kral bizi yakaladı.
Tristan:
- Evet, dedi, benim de kılıcımı almış götürmüş. Sanırım yalnızdı, korktu, adamlarını getirmeye gitti; yeniden gelecek, bizi bütün halkın önünde yaktıracak. Kaçalım!..
Günlerce Gorvenal'le birlikte Galles toprağına doğru, Morois Ormanı'nın sonlarına dek kaçtılar. Neydi bu aşk yüzünden çektikleri!
X
KEŞİŞ OGRIN
Üç gün sonra, Tristan yaralı bir geyiğin izlerini sürerken gece oluverdi, karanlık ormanın içinde düşünmeye başladı:
"Hayır, Kral'ın bizi öldürmemesi korkudan değil. Kılıcımı almıştı, ben uyuyordum, elindeydim, vurabilirdi, ne diye adamlarını almaya gitsin? Beni diri olarak yakalamak isteseydi, niçin silahımı aldıktan sonra kendi silahını bıraksın? Ah babacığım! Seni tanımaz mıyım? Korkudan değil, sevecenlikten, acıdığı için bizi bağışlamak istedin. Bizi bağışlamak mı? Kim alçalmadan böyle bir suçu bağışlayabilir? Hayır, o bağışlamadı; ama anladı. Anladı ki ateşin önünde, kilisedeki atlayışta, cüzzamlılara karşı pusuda Tanrı bizi koruması altına almıştı. O zaman, eskiden ayakları dibinde arp çalan çocuğu anımsadı; sonra kendisi için Loonnois toprağını bıraktığını, sonra Morholt'nun kargısını ve kendi onuru için dökülen kanı... Suçumu itiraf etmediğimi, sorguya çekilmeyi, dövüşle hakkımı savunmak istediğimi ve buna izin vermediğini anımsadı; yüreğinin soyluluğu, ona çevresindeki adamların anlamadığı şeyleri anlattı; aşkımızın içyüzünü bilir diyemem, hayır, bir zaman için bilmesi olasılığı da yoktur; ama kuşkulanıyor, umuyor, yalan söylemediğimi duyumsuyor, dövüşerek haklı olduğumu kanıtlamamı istiyor. Ah! Sevgili dayıcığım, Tanrı'nın yardımıyla dövüşte zafer kazanmak, sizinle barışmak ve sizin için yeniden zırhlı giysiyle miğferi giymek!... Neler düşünüyorum? O zaman da Iseut'yü alır: Hiç onu krala verir miyim? Keşke uyurken beni boğazımdan kesseydi! Eskiden peşimden beni kovalarken, ondan nefret edebilir, onu unutabilirdim: Iseut'yü cüzzamlılara bırakmıştı; artık onun değildi, benimdi. Şimdiyse, acımasıyla sevgimi yeniden uyandırdı, Kraliçe'ye de hak kazandı. Kraliçe mi? Onun yanındayken kraliçeydi. Bu ormanda bir tutsak gibi yaşıyor. Gençliğini ne duruma getirdim? İpek kumaşlarla döşeli odalarının yerine ona bu yabanıl ormanı veriyorum; o güzel perdeler yerine bu kulübe; bu kötü yolu da benim için yürüyor. Dünyanın kralı efendimiz, Tanrım, senden acıma istiyorum, bana, Iseut'yü Kral Marc'a geri verme gücünü vermeni diliyorum. Onun karısı değil mi? Roma yasasına göre, toprağının bütün zenginleri önünde onunla evlenmiş değil mi?"
Tristan yayına dayandı, gecenin içinde uzun uzun ah etti durdu.
Ev niyetine kullandıkları böğürtlenlerle çevrili çalılıkların arasında sarışın Iseut, Tristan'ın dönüşünü bekliyordu. Ay ışığında, parmağına Marc'ın geçirmiş olduğu halkayı gördü. Düşündü:
"İyilik dolu bir davranışla bana bu altın halkayı veren, beni cüzzamlılara veren adam değil; hayır, o daha toprağına ilk ayak bastığım günden beri beni kabul eden ve koruyan, yufka yürekli senyördür. Tristan'ı nasıl da seviyordu! Ben geldim, hem ne yaptım? Tristan'ın sarayında yaşaması gerekmez miydi? Çevresinde, şövalye armalarını takıncaya kadar ona hizmet edecek ve adamı olacak yüz delikanlı bulunacaktı. Atı üzerinde, sarayları, baron şatolarını dolaşarak dövüş ve serüven aramayacak mıydı? Ama benim için şövalyeliği unutuyor, saraydan sürgün ediliyor, ormanlarda kovalanıyor, bu yabanıl yaşamı sürüyor!.."
O sırada, yapraklarla kuru dalların üzerinde Tristan'ın ayak sesinin yaklaştığını duydu. Iseut, her zamanki gibi, onu karşıladı. Elinden silahlarını alacaktı. "Şaşmaz" adlı yayıyla oklarını aldı, kılıcının bağlarını çözdü. Tristan:
- Dostum, dedi, bu Kral Marc'ın kılıcı. Başımızı kesecekken yaşamımızı bağışladı.
Iseut kılıcı aldı, altın sapını öptü; Tristan, onun ağladığını gördü:
- Ah, dedi, Kral Marc'la bir barışabilsem! Sizi hiçbir zaman, davranışla da, sözle de, yasal olmayan bir aşkla sevmediğimi dövüşle kanıtlamama izin verse, krallığının Lidan'dan Durham'a dek tersini ileri sürmeye cesaret eden herhangi bir şövalyesi beni kavga alanında silahlı bulacaktır. Sonra Kral beni hizmetinde alıkoymak isterse, ona büyük bir saygıyla senyörüm ve babam olarak hizmet ederim; yok beni uzaklaştırır ve sizi yanında tutmayı yeğlerse, Frise'e ya da Brötanya'ya geçerim, yol arkadaşı olarak da yanıma yalnızca Gorvenal'i alırım. Kraliçe, nereye gitsem, hep sizin kalacağım. Iseut, onca zamandır, bütün güzelliğinizle, bu ıssız yerlerde, benim için dayandığınız bu acı sefillik olmasaydı, bu ayrılığı düşünmezdim.
- Tristan, ormanda yaşayan keşiş Ogrin'i anımsayın; haydi yine ona gidelim. Göklerin büyük kralının acımasına bir sığınabilsek, Tristan dostum.
Gorvenal'i uyandırdılar; Iseut atına bindi, Tristan da atı geminden tutuyordu; bütün gece, sevdikleri ormandan son kez geçtiler, hiç konuşmadan yürüdüler.
Sabahleyin biraz dinlendiler, sonra keşişin bulunduğu yere yürüdüler. Ogrin, kilisesinin kapısının önünde bir kitap okuyordu. Onları gördü, sevgiyle uzaktan seslendi:
- Dostlar! Sevda sizi nasıl sefillikten sefilliğe kovalıyor! Bu çılgınlığınız ne kadar sürecek? Haydi, cesaret! Artık pişmanlık getirin.
Tristan:
- Dinleyin Efendim Ogrin, dedi, Kral'a barış önermemiz için bize yardım edin. Ben ona Kraliçe'yi geri vereceğim; sonra uzaklara, Brötanya ya da Grise'e gideceğim, günün birinde kral beni kabul ederse, gelir, ona görevim olduğu için hizmet ederim.
Keşişin ayak ucuna diz çöken Iseut de, üzüntülü bir sesle:
- Artık böyle yaşamayacağım, dedi. Tristan'ı sevmiş olduğuma, hâlâ ve her zaman sevdiğime pişmanım demiyorum, ama bundan sonra ayrılacağız.
Keşiş ağladı, Tanrı'ya dua etti: "Ey Tanrım, ey gücü her şeye yeten, şunlara yardım edebilmem için beni bu denli yaşattığına şükrediyorum!"
Onlara akıllıca öğütler verdi, sonra mürekkeple parşömen kâğıdı aldı, Tristan'ın ağzından Kral'a barış öneren bir mektup yazdı. Tristan'ın söylediği bütün sözleri mektuba yazdıktan sonra, Tristan yüzüğüyle mühürledi.
Rahip:
- Bu mektubu kim götürecek? diye sordu.
- Kendim götüreceğim.
- Hayır, Efendim Tristan, bu tehlikeli yolculuğa girişmeyin; sizin yerinize ben gideyim, şatodaki insanları tanırım.
- Bırakın sevgili Efendim Ogrin; Kraliçe sizin evinizde kalsın; gece olur olmaz seyisimle birlikte giderim, o atımı bekler.
Ormana karanlık basınca Tristan Gorvenal'le birlikte yola koyuldu. Tintagel'in kapılarına gelince onu orada bıraktı. Duvarların üzerinde kolcular borularını çalıyorlardı. Kendini hendeğin içine bıraktı, tehlikeyi göze alarak kentin içinden geçti. Meyve bahçesinin sivri parmaklıklarını eskisi gibi aştı, mermer merdivenleri, çeşmeyi, büyük çam ağacını bir daha gördü, arkasında kralın uyuduğu pencereye yaklaştı. Ona yavaşça seslendi. Marc uyandı:
- Kimsin sen, gece yarısı beni ne diye çağırıyorsun?
- Efendim, ben Tristan'ım, size bir mektup getiriyorum; şuraya, bu pencerenin parmaklığına bırakıyorum. Yanıtınızı, Kızıl Haç'ın dalına bağlattırın.
- Tanrı aşkına, sevgili yeğenim, bekle beni.
Kapıya fırladı, gecenin içinde üç kez:
- Tristan! Tristan! Tristan, oğlum! diye bağırdı.
Ama Tristan kaçmıştı, Gorvenal'i buldu, çevik bir sıçrayışla atına bindi; Gorvenal:
- Çılgın, dedi, acele et, şu yoldan kaçalım.
Sonunda keşişin tekkesine vardılar. Orada keşişi dua eder, Iseut'yü de onları ağlayarak bekler buldular.
XI
TEHLİKELİ GEÇİT
Marc, rahibini uyandırdı, mektubu uzattı. Rahip balmumunu kopardı, önce Tristan adına Kral'ı selamladı, sonra yazılı sözleri beceriyle okuyarak Tristan'ın istediğini Kral'a iletti. Marc ses çıkarmadan onu dinliyor, için için seviniyordu, çünkü Kraliçe'yi hâlâ seviyordu.
Baronların en önemlilerini birer birer çağırttı; hepsi toplanınca, sustular, kral söze başladı:
- Senyörler, şu mektubu aldım. Ben sizin Kralınızım, siz de benim sadık adamlarımsınız. Benden istenen şeyleri dinleyin; sonra bana düşüncenizi söyleyin! Düşüncenizi söyleme göreviniz olduğuna göre, sizden bunu istiyorum.
Rahip ayağa kalktı, mektubu iki eliyle çözdü, Kral'ın önünde ve ayakta:
- Efendiler, dedi, Tristan önce Kral'a ve bütün baronlarına selamlarını, sevgilerini yolluyor. Sonra da şöyle ekliyor: "Kralım, ejderi öldürüp de İrlanda Kralı'nın kızını elde ettiğim zaman, onu bana vermişlerdi; onu isteseydim kendim alabilirdim, ama istemedim. Sizin ülkenize getirip size teslim ettim. Oysa siz, onunla evlenir evlenmez, alçaklar yalanlarıyla sizi inandırdılar. Öfkeyle, dayıcığım, efendiciğim, bizi sorguya çekmeden yaktırmak istediniz. Ama Tanrı acıdı; ona yalvardık, Kraliçe'yi kurtardı; hak yerini buldu; ben de yüksek bir kayadan kendimi aşağı atarken Tanrı'nın yardımıyla kurtuldum. O zamandan beri doğru olmayan ne yaptım? Kraliçe cüzzamlılara verilmişti, onu kurtardım, alıp götürdüm; tümüyle suçsuz olduğu halde, benim yüzümden ölecek olan birini, o durumda bırakabilir miydim? Onunla birlikte ormanlara kaçtım. Onu size geri getirebilmek için ormandan çıkıp ovaya inebilir miydim? Bizi ölü veya diri yakalamalarını buyurmamış mıydınız? Ama daha önce olduğu gibi şimdi de, ne Kraliçe'nin bana karşı, ne de benim Kraliçe'ye karşı size zarar verecek bir aşkımız olmadığını, isteyenle dövüşerek kanıtlamaya ve kefalet vermeye hazırım. Dövüşe izin verin; hiçbir hasımdan kaçmam, eğer hakkımı kanıtlayamazsam, beni adamlarınızın önünde yaktırın. Ama ben yenersem, siz de ışık yüzlü Iseut'yü almaya razı olursanız, baronlarınızdan hiçbiri size benim gibi hizmet edemez; yok, benim hizmetimi istemezseniz, gider ya Gavoie ya da Frise Kralı'ndan hizmet isterim. Siz de bundan sonra adımı işitmezsiniz. Efendim, düşünün taşının, hiçbir anlaşmaya razı değilseniz, Iseut'yü İrlanda'ya, aldığım yere götüreceğim; ülkesinde kraliçe olsun."
Cornouailleslı baronlar, Tristan'ın kendilerine dövüşme önerdiğini işitince, hepsi Kral'a:
- Efendim, dediler, Kraliçe'yi geri al; ona karaçalanlar aklı başında olmayan insanlar. Tristan'a gelince, kendi de istediği gibi Gavoie'ye ya da Frise Kralı'nın yanına savaşmaya gitsin; belirleyeceğin bir gün de, sana hemen Iseut'yü getirmesini söyle.
Kral üç kez sordu:
- Tristan'ı suçlayacak kimse yok mu?
Hepsi susuyorlardı. O zaman Kral rahibe dönerek:
- Hemen bir mektup hazırlayın, dedi, ne yazılacağını duydunuz; hemen yazın: Iseut'nün genç yaşında çektikleri yeter. Bu mektup akşam olmadan Kızıl Haç'ın dalına asılsın; acele edin!
Sonra ekledi:
- İkisine de selam ve sevgi yolladığımı da söyleyin.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Tristan ve Iseut - 5
- Parts
- Tristan ve Iseut - 1Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3890Total number of unique words is 208630.9 of words are in the 2000 most common words44.1 of words are in the 5000 most common words51.3 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 2Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3952Total number of unique words is 199432.7 of words are in the 2000 most common words45.3 of words are in the 5000 most common words52.7 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 3Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3889Total number of unique words is 200332.8 of words are in the 2000 most common words46.9 of words are in the 5000 most common words54.1 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 4Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3893Total number of unique words is 202430.9 of words are in the 2000 most common words45.0 of words are in the 5000 most common words52.6 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 5Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3944Total number of unique words is 200431.8 of words are in the 2000 most common words44.8 of words are in the 5000 most common words52.1 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 6Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3931Total number of unique words is 197132.4 of words are in the 2000 most common words44.5 of words are in the 5000 most common words53.1 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 7Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3879Total number of unique words is 197731.8 of words are in the 2000 most common words45.5 of words are in the 5000 most common words52.4 of words are in the 8000 most common words
- Tristan ve Iseut - 8Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 808Total number of unique words is 54641.1 of words are in the 2000 most common words54.3 of words are in the 5000 most common words61.4 of words are in the 8000 most common words