İKİNCİ BÖLÜM
DÜŞKÖY YAZLIK SİNEMASI ON DAKİKA ARA
Işıklar birdenbire yanıyor.
Sandalyemden kalkıp arkaya doğru yürüyorum ve filmin ilk yarısından
etkilenenler beni rahatça görüp kutlama fırsatı bulabilsinler diye meşrubat
büfesinin yanında ayakta bekliyorum.
Yanımdan beni görmeden geçen, biri eski bir sinema oyuncusu olan iki
kadından biri `Bilinen aşk üçgeni,' diyor. `Ama yazık ki ilginç bile
olamayan bir film bu.' `Gene de ikinci yarıyı izlemeden karar vermek
istemiyorum ben,' diyor sinema oyuncusu olanı.
Hidroforcu Cemil Usta ve Bakkal Cavit'le şakalaşıyorum. Beni içtenlikle
kutluyor ve benimle gurur duyuyorlar. Filmden pek bir şey anlamadıklarını
seziyorum ama kasaba sakinlerinden bir tanıdıklarının bunca önemli ve ünlü
kişiyi bu gece, buraya toplamış olmasından heyecan duyuyorlar.
`Açık bir bar filan yok mu acaba bu kasabada?' diye soruyor sakallı, genç
bir sinema yazarı yanındaki arkadaşına. `Valla ben de dayanamayacağım bundan
sonrasına,' diyor arkadaşı. `Gidelim hadi.'
Tefçi Küsüm ve Saz arkadaşları perdenin önündeki çıkıntıya yerleşip fasıla
başlamışlar bile.
`Balkonda saatlerce düşündüm seni andım...
Bittim, eridim, gözyaşı dökmekten usandım...'
Küsüm, sentetik parlak kumaştan çingene pembesi bir elbise giymiş. Başına
da aynı kumaştan bir fiyong takmış. Yaşlandı epey ama hala kıvrak hınzır.
Kendinden geçercesine vuruyor tefe, seni seni aaaaandım, diye
bağırırken. Bu mevsimde işleri durgun oluyormuş, yazın, düğün ve sünnetler
yoğunlaşınca hiç boş kalmıyor olmalı. Küsüm'ün altın dişlisi, başucunda bir
assoliste çalar gibi haz duyarak çalıyor kemanı.
İşte Selim geliyor. Bakalım ne diyecek.
Yanaklarımdan öpüyor, iki elimi birden sıkıyor coşkuyla.
`Harika!' diyor. `Teknik hatalar önemli değil, içeriğe bakıyorum ben. Yalan
dolan yok bu filmde içtenlik var içtenlik... İkinci yarıda da tempo düşmezse
müthiş bir film olacak bu. Yurtdışı yarışmalara filan göndermelisin.'
Selim'e kola ısmarlıyorum. `Elimden tutan yok ki; diyorum.' `Şu Onur'la bir
konuşsana.' diyor, `Biraz reklam yapmalısınız..'
Tarık'ı arıyor gözlerim kalabalıkta. Yerinden kalkmamış. Oturuyor bahçenin
ortalarında bir yerde ve karısıyla tartışır görünüyor. Kadın kendini buraya
yakıştıramayıp, gidelim diye tutturmuştur. Ama olur mu şimdi?
Tanıdığı iki kişi arasında neler geçmiş asıl bundan sonra görecek,
ayrıntılarıyla öğrenecek Tarık. Gitmek istemiyor.
Kimi dostlar yanımdan geçerken `İkinci yarıyı da izleyelim de sonra
konuşuruz hayatım,' diyorlar.
`Teknik hatalar olmasa daha başarılı olacakmış,' diyor iyi yürekli bir
eleştirmen. `Evet çok haklısınız ama koşullarım çok ilkeldi, söyledim ya,'
diyorum. `Bir kamera kapanın film yapıyorum diye ortaya fırlamasına kızıyorum
ben,' diyor kötü yürekli bir başka eleştirmen iyi yürekliye yavaşça.
Moralimi bozmuyorum. Tümünü görsünler hele bakalım da...
İhbarcı Osman, `Böyle karım olacak, gösteririm ona dünyanın kaç bucak
bucak olduğunu,' diyor Minderci Şükrü'ye az ötemde. `Ulan ne keriz koca bu
be! Sinir oldum ha...' `Asıl o Onur denen züppeye bozuluyorum ben,'
diyor Şükrü. `Bekletti kadını orda hıyar!' `Biraz sıkıldım, kalbim var da,'
diyor Mukadder kapıdan çıkarken, `Gidip çay bahçesinde denize karşı oturacağım....'
Küsüm'ü benden başka alkışlayan yok. Eliyle öpücük gönderiyor bana perdenin
önünden inerken.
Onur gelmedi. Sanırım gelmeyecek artık. Aslında gelmeyeceğini biliyordum. O
hiç bir zaman olması gereken yerde ve durumda olamadı.
Dün gece gördüğüm düşü anımsıyorum birden.
Geceydi, bir kır bahçesinde yemekteydik. Herkes oradaydı. Ayhan'ın
fakülteden eski arkadaşları, benim Rekla'dan tanıdıklarım, yaşamımıza
karışmış bütün insanlar, bütün dostlar. Bir tek Onur yoktu aramızda ve
ben gözüm kapıda onu bekliyordum. Geleceğini de bilmiyordum. Az önce Tarık
söyledi bunu ve beni çok heyecanlandırdı. Hemen kalkıp tuvalete gittim.
Tuvaletin kırık aynasında yüzüme baktım nasıl görünüyorum diye. Çok
iyiydim. Biraz kilo almıştım, yakışmıştı bu bana.
Onur'dan sonra sigarayı bıraktığım için rengim düzelmiş pembe pembe olmuştu
yanaklarım. Kendimden hoşnut bahçeye, masaya döndüm bir de baktım ki Onur
gelmiş.
Oturmuyor acelesi varmış, Güler'i doktora götürecekmiş. Önemli değil canım,
nezle olmuş yalnızca.
Aman Onur'a neler olmuş böyle? Nasıl kötü görünüyor o kadar olur... Saçları
ağarmış ve seyrelmiş. Yüz çizgileri derinleşmiş, gözleri yorgun. Daha da
önemlisi boyu kısalmış. Olacak şey değil ama düş bu, kısa boylu kambur bir
adam oluvermiş. Çok şaşırıyorum, gerçekten çok şaşırıyorum.
Tam bu sırada düpedüz paniğe kapılıyorum. Sağ kolunun omuzla dirsek
arasından plastik bir takma kol sarkıyor. Metal bir zincirle bağlayarak
tutturmuşlar bu takma kolu oraya. Zincirin iki boş ucu sallanıp şıngırdıyor
kolunu oynattıkça... Ne zaman, nasıl oldu bu? Balık tutarken köpekbalığı mı
kaptı kolunu, bir yere bomba atacakken elinde mi patladı? Yoksa kangren,
kanser yüzünden kestiler mi?
Peki ya şu ince gövdedeki göbeğe ne demeli? Çok az yer o. Zaten gastriti
vardır. Nasıl olur da böyle bir göbek bağlayabilir?
Çok acıyorum ona çok. Acınmaktan nefret ettiğini bildiğimden belli
etmiyorum bunu tabii. Zavallı Onur.
Yaşamın acımasız sillelerini yemiş, kimbilir ne badireler atlatmış ben
görmeyeli...
Bana bakıyor. Bakışından beni güzel bulduğunu anlıyorum ama köprülerin
altından çok sular aktığı ve bana yaptıkları için, kayıtsızmışım gibi
davranıyorum. Ayhan'a dönüp, ben bir şiş yiyebilirim, diyorum. O orada
yokmuş varsa da beni artık ilgilendirmiyormuş ve bir porsiyon şiş yemek
benim için ondan daha önemliymiş gibi görünmek istiyorum. Kırılıyor bundan
elbet, anlıyorum. Ama yanımızda başkaları, özellikle de Ayhan olduğu için
belli etmek istemiyor. Zaten başkalarının yanında çok az tanışıyormuşuz,
aramızda hiç bir şey yokmuş gibi davranır her zaman. Yalnız bu kez kendisi o
kadar çirkinleşip tanınmaz olduğu için yüz vermiyormuşum gibi bir eziklikle
bakıyor bana ve yaşamın bütün sillelerini yakınmadan kabul ettiğince
kabulleniyor bunu umarsızca. Ben bu kadar güzelken o bu haliyle bana nasıl
yaklaşabilir ki?
Peki bu kolla resim yapabiliyor mu hala? Hiç sanmıyorum. Ah Allahım!
Masanın üzerine gerilmiş tellere asılmış köylü işi renkli ampullere
bakıyorum, ona bakmamak için. İçim götürmüyor. O sırada Onur gitmek zorunda
olduğu için el sıkışıyor dostlarıyla. Ben niye burada kalıyorum peki?
Onunla gitmeliyim. Güler'i doktora götürmemeli bu gece. Hiç bir zaman
götürmemeli. Kendisi gitsin.
Elini bana uzatıyor Onur. Şişirilmiş bir balon gibi biçimsiz, plastik
elini... Gözlerime bakarak soluğunu utanır gibi içine çekiyor. Birden onu
hala sevdiğimi anlıyorum. Böyle de sevdiğimi ve ölene dek sevmekten
vazgeçmeyeceğimi...
Tam bu sırada uyandım.
Dalmışım, filmin ikinci yarısı başlamış bile...
SİS DÜDÜKLERİ
Salondaki pencerenin önüne çektiğim koltukta oturmuş sisin içinde
gökyüzüyle birleşerek belirsiz bir boşluğa bürünmüş denize bakıyorum.
Ayağımın dibindeki sepette renkli yumaklar, kalın örgü şişleri var. Kendime
bir yün başlık öreceğim. Belki hiç giymem onu, bir köşeye atar unuturum. Ama
örgü örmenin iç sıkıntılarına iyi geldiği, ucuz bir sağaltma yöntemi olduğu
söylenir hep. Deneyeceğim.
Döndüğümden bu yana yalnızca dokuz gün geçmiş olduğuna inanmakta güçlük
çekiyorum. Başka bir eve taşınmam, orada geçirdiğim onbeş gün sık sık
gördüklerime benzer kötü bir düşmüş gibi geliyor bana bazen.
Ama aradığım bir giysi, bir vazo ya da kitabı bulamadığımda öteki evde
olduklarını anımsıyorum ve yaşadığım bu serüvene yeniden inanıyorum.
Burada Ayhan'la geçirdiğimiz son aylara kadar çok seviyordum bu evi. Rahat
güzel bir daireydi. Akasyalı Sokak'taki evi sattıktan sonra almış ve hemen
taşınmıştık.
Gene de seviyorum. Ama artık hiç bir zaman büsbütün benim sayamayacağım
bir yer olduğunu seziyorum. Yenemediğim bir yabancılıkla dolaşıyorum içinde.
Döner dönmez bütün dolapları yerleştirdim, yeniden düzenledim oysa.
Yokluğumda bozulmuş düzenimi, burayı içtenlikle benim kılmak istercesine
yoluna koymaya çalıştım.
Denizi gören bir balkonu, üç büyük odası ve geniş bir salonu olan bu evden
bir daha ayrılmamaya karar verdim. Bana acı veren bir çok şeyi unutabileceğimi
düşündüm iyimserlikle. Sonra ilk bir kaç gün, uzun zamandır duymadığım bir
kurtulmuşluk sevinci yaşadım. Yaşamımda Onur'un yer almadığı yeni bir dönemin
başladığına inandım. Onunla olan geçmişimden birdenbire kopmuştum sanki.
Belki de o geçmişi yadsımanın o kadar da zor olmadığı umuduna kapılmıştım.
Önüm, buz tutmuş ve ufka kadar uzanan bomboş bir toprak parçası gibi düz,
engebesizdi. Bu sınırsız alanda özgürce, yüreklice, Ayhan'la aramdaki
ilişkide açılmış gedikleri onaracak, onunla birlikte yol alacaktım artık:
Onur'dan önceki dengeli, düzenli, uyum içindeki yaşamımıza yeniden dönecektik
böylece.
Benim için o kadar vazgeçilmez olan Onur'dan vazgeçmeyi göze almıştım ya
bir kez, daha başka bir çok güzellikten de vazgeçebilecek güçte duyuyordum
kendimi. Çürümüş bir yaprak gibi suyun akışına katılmak istiyordum. Ayhan'la
birlikte dingin, sessizce akmak. Başına gelenlerden sonraki değişimini
kabullenecektim onun. Yeni kimliği içinde gereksindiği kadın olmaya çalışacaktım.
Zamanımı ve düşüncelerimi ona ayıracak, yalnızca ve sonsuza kadar onu sevecek,
onunla eksiksiz ve benzer bir bütün olabilmek uğruna elimden geleni
yapacaktım. Bundan böyle bütünümle Su olmam gerekiyorsa Su olacaktım.
İlk üç gün, mutfak tezgahını tekrar tekrar silerken, halıların saçaklarını
yıkarken, perdeleri ütüler, tencerelerin dibini ovarken böyle düşündüm işte.
Mutfakta salata yaparken boyunu tezgaha uydurmak için bacaklarını iki yana
iyice açarak dikilen Ayhan'a bakarken içten bir sevgi duydum. Geldiğimiz gece
onunla birlikte yatıp uyumaktan güvenlik duygusunun ötesinde bir tat aldım.
Onun bağışlayıcı sevecenliğini binde birlik bir şans sayarak, onunla yaşamayı
gerçek bir zenginlik olarak gördüm. Onur aramıza girdikten sonra
yitirdiklerimizin yüklü bir listesini çıkardım ve o dönüm noktasından başlayarak
yaşadıklarımızı gözden geçirdiğimde bu sevgiye ödemem gerekenin çok üstünde
bir bedel ödemiş olduğumu anladım.
Sığınağı şimdilik boşaltmamaya karar verdik. `İki evimiz olsun;' dedi Ayhan.
`Sıkılırsan, bunalırsan gidip bir süre orada kalırsın.' Onun bunu
düşünebilmiş olması birbirimizi yeniden bulma sürecinde ortaya çıkabilecek
güçlükleri göze aldığı anlamını taşıyor benim için. Doğal buluyorum tavrını.
Ne de olsa benden daha gerçekçi. Kırılıp dökülmüş birlikteliğimizi onarmanın
o kadar da kolay olmayacağını benden iyi biliyor.
Buraya taşındığımız günler Onur'la ilişkimizin yeni başladığı günlerdi.
Yerleşirken bir kaç kez uğrayıp yardım etmişti bize. Eşyaları
yerleştireceğimiz köşeleri belirlemiştik birlikte. Koyu maviye boyadığımız
dar bir duvarı beğenmemiş, boğucu bulmuştu. Biz sevmiştik oysa.
Tartışmış sonra birlikte rakı içmiştik dağınıklık arasında. Kedimiz Zişo bu
eve alışamayıp kaybolmuştu tam o sıralarda. Akasyalı Sokağa gidip aramıştı
onu Ayhan ama izine rastlayamamıştı. Başıboş kaldığı için belediye
ekiplerinin zehirlediği kanısına varmıştık ve çok üzülmüştük. Eski bir dostu
yitirmenin acısını duymuştuk.
Onur kedileri sevmezdi, tiksinirdi onlardan, hep uzak durdu Zişo'dan. Bir
kaç ay sonra yeni bir kedi almıştık, siyah tekir dişi bir yavru. Adını Şirin
koymuştuk. Şirin kanepenin üstünde kıvrılmış uyuyor şimdi. Ayhan'la üç uzun
yıl geçirdiğim Gönül Sokak'taki bu ev o günlerin anıları ile dolu. Gözümün
iliştiği her eşya, her nesne bana geçip gitmiş geceleri, sabahları günleri
ayrıntılarıyla geri getiriyor günlerdir. Uzakta geçirdiğim onbeş günün
sonunda daha önceleri burada yaşarken göremediğim, sezemediğim,
anımsayamadığım bir çok şey belleğim birdenbire açılıvermiş gibi netleşiyor
nedense. O günlerdeki çalkantılı ve dayanılmaz çelişkilerle dolu ruh halimi
düşünüyorum. Üçümüzü anımsıyorum ve nasıl dayandık bütün bunlara diye
şaşıyorum.
Nasıl sapasağlamız hala? Nasıl öluyor da görünürde hiç bir sakatlık
bırakmadı bizde yaşadıklarımız? Bırakmadı mı? Ama işte gene buradayım, gene
Ayhan'la birlikteyim. Ne değişti? Bütün bunlardan kaçıp kurtulmak için
gittim buradan oysa. Niye döndüm?
İlk üç günkü umutlarım hızla umutsuzluğa dönüşüyor işte böyle, ortada
belli bir neden olmadan. İyimserliğim kötümserlikle yer değiştiriyor. Yeniden
kurmayı düşlediğim dünya güçlü bir suyun boşalacağı deliğe akarken yarattığı
burgaç gibi beni içine çekiyor. İstencimin dışında bir yere sürükleniyorum
duygusu uyandırıyor bende ve çevremdeki her şey üzerime kapanıyor. Yakında
kafamdaki Suna üngesi paramparça olup dağılarak ortadan kalkacak.
Örgü sepetine eğiliyorum. Renk renk yumaklar neşeli bir düzen içinde
yanyana duruyorlar içinde. Radyoda Brahms. Masanın üstündeki vazoda kocaman
bir demet hüsnüyusuf. Her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. İçimdeki
karmaşanın dışında inanılmaz bir dinginlik hüküm sürüyor bu evde. Az sonra
akşam olacak. Ayhan'ın anahtarı kilidin içinde dönecek, kapı açılacak
ve o içeri girecek. Beni burada örgü örer görüp çok mutlu
olacak. Birlikte sofrayı kurup yemek yiyeceğiz. Yemeklerimi övecek. Ona bugün
neler yaptığımı anlatacağım.
Sekiz santim örgü ördüğümü, Şirin'in bahçede kabadayı bir erkek kedi ile
çiftleştiğini gördüğümü, dolayısıyla yine yavru kedilerimiz olabileceğini,
bu kediyi kısırlaştırma zamanının geldiğini, bu sabah eti geçen haftaya göre
üç bin lira pahalı aldığımı, görümcemin telefon edip hatırımızı sorduğunu
söyleyeceğim. O da bana gazetelerde yer alamayan son politik gelişmelerden,
durumun giderek sertleştiğinden, hakkındaki davaların olumsuz seyrinden söz
edecek. Sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkayacağız. Konuşacaklarımız bitmiş
olacak bu sırada. Bir zamanlar bulaşık yıkarken şarkılar söyler, birbirimizi
ite kaka gülüşürdük. Sözcükleri birbirimizin ağzından kapar aralıksız
konuşurduk. Bütün o kavgalardan, yorgunluklardan, karmakarışık duygusal
çırpınışlardan önce.
Yaşamımızı alt üst eden bu durağanlıktan, kıstırılmışlıktan, Ayhan
böylesine boş, eylemsiz, itilmiş bir konuma, ben Onur'a duyduğum sevgiye
yenik düşmeden önce.
Örgümü elime alıp bir kaç sıra gidip geliyorum. Gelincik kırmızısı bir kaç
sıra. Ellerim yün ipliği şişe geçirip geri çekerken kendimi bir sonraki
dakikaya, saate sürüklemeye çabalıyorum. Ne bekliyorum, ne olacak? Bilmiyorum.
Kimim ben? Hala bir geleceğe sahip miyim? Bana söylenmiş son güzel sözcükler
hangileri? Kimdim daha önce? Uslu, hanım hanımcık olmayı da becerip aynı
zamanda bağışlanması güç bir senüvene atılıveren, onca uğraşıp düzene
uydurduğu yaşamı dağıtmak, un ufak etmek için elinden geleni yapan, o kadar
ağırbaşlı gürünüp de kolayca ayartılan bu kadın kimdi? Kendimi, tüm değerlerin,
değer taşımayan her şeyin, varlığın ve yokluğun, zamanın ve zaman dışılığın
ortasında duyarken bu soruyu nasıl yanıtlayacağım? Suç, suçluluk, günah, ayıp,
aldatma, bağlanmaların kutsallığı gibi yalancı kavramlarla doldurulmuş
beynimi nasıl temizleyip arıtacağım ki kim olduğumu bileyim?
İskeletim, kaslarım, sinirlerim, iç ve dış organlarım,
beynim; yüreğim, ellerim, ayaklarım, gözlerim var. Bacaklarımı sapasağlam
basıyorum yere. Eklemlerim iyi işliyor, göğsümde düzenli ara sıra hızlanarak
vuruyor yüreğim. Bütün insanlar gibi biriyim, onlara benziyorum. Onlar gibi
başlamalara ve bitişlere, korkulara ve korkusuzluklara, yıkıp yeniden
kurmalara, düşüp bir daha doğrulmalara, her türlü sürgüne, ayrıma, hiçliğe,
tuzaklara hazır doğdum. Yıllarca `Aile Salonu' denen yerlerde oturdum
istemeden, `Bayan yanı'nda yolculuklar yaptım. Fasulyeler, kompostolar
pişirdim içim sıkılarak, görev sayarak. Sonra sokağa, ev duvarlarının
dışına çıktım. Akasya ağaçlarının dibinde koştum eteklerimi savurarak. Kısa
sürecek mutluluklar avlamaya gittim.
Hiç biri bir sonrakine benzemeyecek olan, alışkanlık, rahatlık ve huzurun
gölgesi bile üzerlerine düşmemiş ele geçmez mutluluk anları yakalamaya.
Nasıl da önemsedim kendimi. Ne kadar da güveniyordum yeteneklerime.
Uzlaşmazlığıma. Beni iten gücü iyi tanıdığımı sanıyordum, inanmıştım
duvarları yıkabileceğime.
Şimdi burada oturmuş evcillik içinde örgü örüyorum. Kimi insanlar duruşma
salonlarında, kimileri karanlık havasız hücrelerde, tabutluklarda. Bazıları
içki evlerinde oturup kalmış. Otogarlarda uyuklayanlar. Şehirlerarası
yollarda gidip gelenler. Hapishane kapılarında bekleşenler. Sayısız
makineler, bantlarda-tezgahlarda milyonlarca işçi. Darbeler, ölümler
planlanıyor, taşlar taşınıyor duvarlar örülüyor, yıkılıyor. Kararlar alınıyor.
Bir yığın insan yorgunluklar, acılar içinde yaşıyor. Binlerce insan doğuyor,
ölüyor. Pazarlıklar yapılıyor.
Ben de burada oturmuş parmağımın üzerindeki yün ipliği ileri geri itip
çekiyorum, itip çekiyorum. Kim olduğumu, neden burada olduğumu bilmeden,
yaşamımın bir bölümünü oluşturmuş ve şimdi gerilerde kalmış bir çok
şeyi anımsayarak acı çekiyorum. Bu acının hiçliğinden utanarak. Dünyaya,
yaşama ve insanlara ilişkin karmaşanın içinde, duyduğum acının anlamsızlığı
ile duraksayarak.
Düzgünce çekilmiş perdeler, pencere önündeki saksılarda yeşil, bakımlı
bitkiler, rahat kullanışlı eşyalarla döşenmiş sıcacık odalar. Düş gören bir
kedi. Benim evim burası. Suna'yım ben. Su ve Na yım. Neyi arıyorum?
Suna...
Birlikte olduğumuzdan bu yana, adımı arkasından çok önemli bir konudan söz
edecekmiş gibi imler Ayhan. Suna, diye başladığında ben öyle sanıyorum belki
de. O ilk yıl bende yakaladığı sakatlıkları ortaya koyacağı ciddi konuşmalara
hep böyle başladı çünkü. Bu yüzden adımı söyleyerek bir an durduğunda
korkuyla beklerim hep.
Onur'la yakınlığımızın iyice ilerlediği günlerde ise dayanılmaz bir hal
almıştı bu korku. Suçluluk saplantısı içinde, hiç ummadığım bir anda şöyle
demesini beklerdim onun:
`Suna...'
`Evet...'
`Herşeyi biliyorum...'
Ama böyle bir şey olmadı hiç bir zaman. Çoğu kez önemsiz, gündelik
konulardan söz ederdi Ayhan adımın ardından. Şuna benzer konuşmalar geçti
aramızda daha çok:
`Suna...'
`Evet...'
`Bilmiyorum söyleyeyim mi? Pek hoşuna gitmeyecek ama...'
`Söylesene, ne oldu?' Yüreğim hızlanır, rengim solardı.
`Yaa, bizim Şirin koltuğun altına pislemiş. Kapalı kalmış hayvancık....'
Derin bir soluk alırdım.
`Of', Ayhan off...'
`Kızma temizledim...'
Başımı kaldırıp Şirin'e bakıyorum. Yavruydu o zamanlar. Üç yaşında şimdi.
Açık kapıdan üzeri nicedir bomboş akaju masayı görüyorum birden. Bu masayı
bölüşemezdik bir zamanlar.
Ayhan onu sürekli işgal altında tuttuğundan bana yemek masası kalırdı gece
çalışmam gerektiğinde.
Çalışma odasının kapısında durup onu izliyorum.
Daktilonun başında düşüncelere dalmış. Okuma gözlüğü burnunun ucuna düşmüş.
Saçları karmakarışık. Çok sevimli görünüyor gözüme. Bu adamı seviyorum ben,
diye düşünüyorum.
Ama neden bir başkasını da sevmeyeyim? Neden beş-on-yüz kişiyi de
sevmeyeyim? Neden Ayhan da bir başkasını ve daha başkalarını da sevmesin?
Neden insanları kurulu düzenler içine hapsedip sevme özgürlüklerini
ellerinden alıyorlar? Ne diye onları evlerle, eşyalarla, çocuklarla bağlayıp
özlemler, engeller, olmazlıklar ve acılar içinde bırakmayı düzen sayıyorlar?
Karşıyız elbette bu tuzaklara biz, karşı olacak, karşı çıkacağız Ayhan'la...
Ben hem onu, hem Onur'u seveceğim özgürce. O da isterse bir başkasını sevsin...
Arkasında durup kollarımı omuzlarına doluyorum.
Başının üstünden yazdıklarını okumaya çalışıyorum.
Yan dönüp kolunu belime sarıyor. Okuduğum, derginin o ayki başyazısı.
Çok keskin bir yazı bu Ayhan.
Hiç de değil, tersine çok ılımlı.
Kaygılanıyorum, dikkatli olmalısın...
Dönüyor, sandalyesini geriye kaydırıp kucağına oturtmaya çalışıyor beni.
Direniyorum, usulca itiyorum onu.
Yapma, uykum var, yatacağım. Geç oldu.
Kendimi kollarından kurtarıp uzaklaşıyorum biraz.
Oturduğu yerden biraz şaşırmış öylece bakıyor bana ve bir an sonra
huysuzlanıyor biraz.
Ne oluyor sana böyle Suna? Farkında mısın bilmem, son günlerde, hayır epey
zamandır, hep uykun var, yorgunsun, canın istemiyor... Daha açık söyleyeyim,
bir aydır sevişmiyoruz biz.
Öyle mi? diyorum, cılız bir sesle.
Öyle, biliyorsun, gel biraz hadi...
Ayağa kalkıyor, sarılıp kuvvetle kendine çekiyor beni. Yorgun koyveriyorum
kendimi. Başımı omuzuna yaslayıp neden bilmem ağlamaya başlıyorum. Şaşırıyor.
Kollarını gevşetip, yumuşak, sevecen öylece tutuyor beni göğsünde, saçlarımı
okşuyor.
Suna neyin var canım, ne oluyor söylesene?
Hiç bir şey, bilmiyorum. Çok yorgunum, sinirlerim bozuluyor bu yüzden...
Gözyaşlarımı siliyor.
Seninle ilgisi yok Ayhan, geçer şimdi...
Umarım öyledir. Git yat, dinlen canım hadi...
Gerçekten seninle ilgili değil...
Peki, tamam. Ben şu yazıyı bitireyim:
Yattığım yerden, yatak odamın sessizliğinde Ayhan'ın daktilosunun
tıkırtıları büyüyor. Ona haksızlık mı ediyorum? Hakkı olanı esirgiyor muyum
ondan? Bu isteksizliği kendime bile açıklayamıyorum. Niye Ayhan'la sevişme
isteği duymuyorum ve o istediğinde yalnızca razı oluyorum. Ne kadar güzel
sevişirdik biz onunla, ne çok özlerdim onu bir zamanlar. Oysa çabucak bitsin
isteyerek, yerine getirilmesi zorunlu bir görevmişçesine yatıyorum onunla
nicedir artık. Katılamıyorum ona. Giderek bu isteği duyduğunu belli etmesine
kızıyorum bile. Niye rahat durmuyor, niye durmadan bunu düşünüyor, niye beni
böylesine rahatsız edip üzüyor? Tamam arada bir birlikte oluruz, olmamız
gerekir tabii ama... Olmasa da olabilir benim için.
Ya Onur? Onur ne kadar sıklıkla yatıyor Güler'le? Uyuşabiliyor mu? Hiç
sanmam. Duyarsız bir kadın o. Sessizce mi sevişiyorlar, değilse neler
söylüyorlar birbirlerine? Aceleyle, yasaksavar gibi, adet yerini bulsun diye
mi yatıyorlar? Çok seyrek, isteksizce, öylesine mi yatıyor Onur o kadınla?
Öpüyor mu onu? Nasıl öpüyor? Nasıl, öper Onur? Karısıyla öncesiz sonrasız
bir çırpıda birleşip ayrılıyor olmalılar. Zaten başka nasıl olabilir ki öyle
bir kadınla? Doğru dürüst sevişebilseler herhalde Onur gidip Nazlı gibi
biriyle yatmazdı...
Kaç kez yattılar acaba Nazlı'yla? Güzel miydi sevişmeleri? Yoksa bütün
oyunların denendiği yalnızca doyuma yönelik, derinliksiz, ruhsuz, açık saçık
sözcüklerle harmanlanmış bir cinsel birleşme miydi yaşadıkları?
Belki Onur seviştikten sonra yataktan kalkan Nazlı'nın koca kıçına bir
şaplak atmıştır şaka olsun diye sonradan. Sen de az değilmişsin yani,
demiştir. Demiş midir? Der mi? İyi ama o kadın tam da böyle denecek biri
değil mi?
Peki bu işler hep niye böyle olabilirmiş gibi geliyor bana? Cinsel
ilişkinin ancak sevgi söz konusu olduğunda güzel olabileceği saplantısını ne
zamandır taşıyorum beynimde? Sevgisiz birleşmenin bayağı, sıradan,
tamamlanmamış bir eylem olduğunu nereden öğrendim?
Aşkın iki insanın sevişebilmelerinin ön koşulu olduğuna, kesinlikle böyle
olduğuna ne zaman karar verdim? Niye aşık olmadığım biriyle de pekala güzel
olabileceğine inanamıyorum? Yaşamın bu en doğal güdüsü neden ille de
şiirle, yüce duygular, eşsiz sevgi sözcükleri; yeminler, yakarışlarla
sarmalanmış, süslenmiş olmalı? Bu iş insanlık dışı, bağışlanmaz bir suç mu
ki yenilgiyi haklı çıkaracak erdemler gerektiriyor?
Ayhan'ın daktilosunun sesi davulların baskın olduğu bir ezgi gibi yatağıma
ulaşıyor. `Senin için törensel bir yanı var cinselliğin,' diyor Ayhan.
`Mum ışığında akşam yemeği, hafif bir müzik, aşkın karşılıklı onayı, hafif
bir dokunuş. Tansiyonun giderek yükselmesi, birer kadeh daha, bakışmalar,
yavaşça erimek, gevşeme. İsteğin karşı konulmaz bir noktaya doğru ilerlemesi.
Sonra yavaşça sofradan kalkmak, sevecen bir öpücük. Elele yürüyerek
ve sanki oraya gitmiyormuş havasında yatak odası. Nasıl da küf kokan bir
romantizm bu. Çok geri kalmışsın, yazık. Oysa ben apansız evet, durup
dururken, kapı arkalarında, mutfakta, koltukta, yerde, yemek masasının
üstünde sevişmekten çok hoşlanıyorum...' `Kendimi hazır duymam gerek Ayhan.
Öyle paldır küldür yapamam bunu.' `Ya titizliğin,' diyor Ayhan. `İkimiz de
yıkanmış olacağız, misler gibi kokacağız. Bir damla ter, idrar, tükürük,
salya sümük olmayacak. Steril bir cinsellik! Kokusuz, salgısız, tertemiz.
Kurtul bunlardan artık. Ben seni, senin gövdeni bütün bunlarla birlikte
istiyorum ve sen de beni böyle istemelisin.'
Peki Onur? O nasıl istiyor? Ben burada yatağımda onu düşünürken o ne
yapıyor, neler geçiyor içinden? Yatmamış olmalı daha. Gecenin ikisinden önce
yatmadığını söylüyordu bana geçen gün. Güler yatmıştır, çoktan yatmıştır.
Onun yanında olmadığım zamanlar neler yapıp neler düşündüğünü, kimlerle olup
neler konuştuğunu ölesiye merak ediyorum. Evde nasıl olduğunu, ne giydiğini,
karısına nasıl seslendiğini.... Nasıl uyuyor, horluyor mu?
Uykusunda konuşup sağa sola dönüp duruyor mu, yoksa yattığı gibi sessizce
kalıyor mu? Sabah uyandığında nasıl oluyor? Suratsız, uyanmamış, tafra tafur
bir baba gibi mi oturuyor kahvaltı sofrasına? İştahsız bir iki lokma
alıp önündeki tabağı masanın ortasına gereksiz bir öfkeyle iterek sigara mı
yakıyor? `İçme şunu sabah sabah!' diyen Güler'e `Başlama şimdi!' diye
bağırıyor mu? Pijamasını dağınık yatağın ortasına fırlatıp, kirli donunu
çıkardığı yerde olduğunca bıraktıktan sonra kapıyı çarparak mı çıkıp gidiyor
evden? Onur da böyle biri mi yoksa?
Okumaya çalıştığım kitaptan tek satır algılayamadığım için baş ucumdaki
ışığı söndürüp yatağın içine kayıyorum. Bir erkeğin ev yaşamını düşündüğümde
neden eli ayağı tutmayan beceriksiz erkekler geliyor aklıma hep? Yapabileceği
bir çok işi kadın işi sayan, kılıbık olma, evdeki egemenliklerini yitirme
korkuları içinde kötürüm olmuş bu erkeklerle yaşayan kadınlar nasıl dayanıyorlar
bu sersemlere peki? Ama sanırım o kadınların da payı var bu yeteneksizlikte.
Korkuyorlar, hiç bir şey bilmeyen ve bilmek istemeyen bir adam çamaşır
yıkamaya kalktığında beyaz havluyu kırmızı çorapla makineye atıverir diye. Ya,
ne olacak o zaman?
Bunu bilmeyecek ne var, diyor Ayhan. Soru çok basit, pembe...
Ya bizim sabahlarımız? Belki Onur da benim sabahları nasıl olduğumu merak
ediyordur. Ayhan'ın neşe ve müzik dolu tatil sabahları mantıksal bir bağlantı
kuramasam da garip bir tutsaklık duygusu uyandırıyor bende bir zamandır.
Kahvaltıda yediklerimizi hak etmek için bir kaç saat sürecek bir yürüyüşe
çıkacağız az sonra.
Oysa bir şey felç ediyor beni. Cumartesileri evde kalmak, Onur'dan ayrı
geçireceğim o günü kendi kendime yaşamak, yalnız olmak istiyorum. Lokmalarını
oburca yutan Ayhan'a bakıp başımı çeviriyorum. Niye bu kadar gerginim?
Bu sabah yüzünden düşen bin parça gene...
Ayhan senden kaç kez rica ettim, sabahları bu radyoyu bu kadar açma diye...
Git kıs! Benim hoşuma gidiyor.
Niçin bu kadar mutsuzum, niye bu kadar kızıyorum Ayhan'a.
Böylesine keyifli olmak için geçerli nedenlerin var mı? Nasıl bir ortamda
yaşıyoruz görmüyor musun? Her gün onlarca kişi öldürülüyor. Her şey bozuk,
çürümüş. Hava kan kokuyor. Şıkır şıkır oynamak için nasıl bir özrün var
söylesene?
Lokması ağzında şaşkın bakakalıyor bana. Ayağında şort var, üstü çıplak.
Bak hele, diyor lokmasını çabucak yutarken. Ben de senin Rekla'da, deterjan,
yağ, çiklet ve bütün o bok püsür arasında hızla körleştiğini sanıyordum.
Demek hala farkındasın olup bitenlerin. İşte buna içilir!
Kahve fincanını kaldırıp benimkine vuruyor. Düşmanlık dolu bir sessizlikle
bekliyoruz bir an.
Özür ha, diyor sonra. Ne özrü be! İşte önümüzde yeni bir gün. Mevsim yaz,
hava güzel, sağlıklıyız. Rastgele bile olsa yaşıyoruz. Birbirimizi seviyoruz.
Daha ne olsun?
Kocaman bir peynir dilimi atıyor ağzına. Yarın öleceksem bile bugünü niye
yaşamayayım? Birbirimizi seviyormuşuz!
Öfkeyle bakıyorum ona.
Seviyor muyuz gerçekten? Hayır, bu sabah değil.
Kahvaltıya şortla oturmandan hoşlanmıyorum, diyorum, ne dediğimi bilmeden.
Peki, özür dilerim majesteleri. Yarın sabah takım elbise giyerim.
Kızgınlığını gizlemeye çalışıyor. Elindeki tereyağı bıçağını masaya atar
gibi bırakıyor. Güceniklikle doluveriyor gözlerim. Onun sevecenliğine
böylesine gereksinmem varken niye bana sert davranıyor? Neden anlamaya
çalışmıyor mutsuzluğumun nedenini? Niye benimle ilgilenmiyor hiç? Durumu
kavrayıp Onur'dan hemen uzaklaştırsa ya beni!
Ayrıca bu kadar hızlı yeme, diyorum. Daha ağır çiğne lokmalarını...
Aaaa, sinirine dokunuyorum ben senin, diyor şaşkınlıkla. Tamam, sen de
benim canımı sıkıyorsun artık.
Önce kendine baksana sen! Saçını bile taramamışsın. Ya şu paspaslık
sabahlığına ne demeli? Terliklere bak, köpek eniği gibi.
Öfkeyle kalkıyor yerinden, masanın ayağının dibinde duran pelüş terliğime
bir tekme atıyor. Terlik mutfağın öbür ucunda içinde sebzelerin durduğu
sepete düşüyor uçarak.
Terliğimden ne istiyorsun!
Ya sen benden ne istiyorsun?
Mutfaktan çıkmadan önce kapıda duruyor.
Eh, sabahımın içine ettin işte hiç yoktan. Burası benim evim, istersem
donsuz da gezerim anladın mı?
Birden şortunu çıkarıp başıma fırlatıyor ama iyi nişan alamamış, masaya,
kahvaltı tabaklarının üstüne düşüyor şort.
Teşhirci! diye bağırıyorum arkasından.
Başım ağrıyor. Niye bu kadar çok başım ağrıyor son günlerde. Gözlerimi
yumuyorum. Radyo gürültülü bir pop müzikle bağırmayı sürdürüyor. Ellerimi
kulaklarıma bastırıyorum. Neden sonra sofraya bakıyorum, Ayhan'ın şortu bir
ucundan reçel tabağına batmış, beyaz kumaş kırmızı şurubu hızla emiyor.
Bir cinayetten artakalmış gibi herşey.
O sıralar sık sık düşlerime girerdi Onur. Çok hızlı giden bir arabanın
içinde yol alıyor olurduk onunla. Bir sürü engel yüzünden buluşacağımız yerde
olamazdık zamanında. Nedensiz dargınlıklar içinde uzak duruyormuşuz gibi
sıkıntılı bakardık birbirimize. Bölük pörçük uykulardan yorgun, heyecan
içinde uyanırdım.
Rekla'nın yıldönümü kokteylinden sonraki günler, Onur'la daha da
yakınlaştığımız, birbirimiz için çok özel bir yere sahip olduğumuz duygusunu
belli etmekten daha az kaçındığımız günlerdi. İkimiz de seziyorduk bu özel
olma durumunun kesinlikle daha ileri bir aşamaya yükselmesinin
kaçınılmazlığını. Ama ne zaman, nasıl, hangimiz daha önce yitirecektik
direnme gücümüzü belli değildi. Huzursuzluk dolu bir mutlulukla akıntıya
karşı yüzme gücümüzü deniyorduk sanki.
Loş bir çatı odasında, eski bir sallanır sandalyede oturuyormuşum. Çevremde
bir yığın eski eşya. Kırık sehpalar, annemin ceviz sandalyeleri, içinde taş
plakların durduğu tahta sandık, eski perdeler, Adam'a yazdığım mektuplarla
dolu valiz, yer yer emayesi dökülmüş bir oturak, çinko leğen, ayağı kırık bir
divan, formika bir masa...
Çatı penceresindeki kırık cam, üzerinde birikmiş tozla buzlu cama dönüşmüş
neredeyse. Açıkta kalan yere bir örümcek ağ örmüş. Köşedeki küçük lavabonun
musluğu bozukmuş. Pıt pıt sesler çıkararak iri damlalar düşüyor deliğe.
Birdenbire Onur'u bozuk musluğu kapatmaya çalışırken görüyorum. Çok uğraşıyor
ama musluk kapanmıyor bir türlü. Tersine daha çok bozuluyor ve hiç kapanmaz
oluyor. Hızla, oluk gibi su fışkırtmaya başlıyor. Telaşla koşup biraz da ben
uğraşıyorum muslukla ama yararı yok. Sular lavabodan taşıp yerlere akıyor.
Bu sırada Onur gidip çatı penceresini açıyor. Görünüm çok güzel. Gökyüzü
eşsiz bir mavilikte, parlak, saydam. Pencerenin hemen dibinde düzgün, cilalı
marsilya kiremitleriyle örtülü çatı uzanıyor. İçeriye olağanüstü
bir ışık doluyor. Işığın çekimiyle pencereye yürüyorum. Pervaza gerilmiş
yeşil, bitki saplarından örülü incecik ipe küçücük bir mandalla tutturulmuş
kocaman kırmızı, harika çiçeğe bakıyorum. Adını bilmediğim, hiç görmediğim
bu çiçeğe bakarken birden Onur'un artık içerde olmadığını farkediyorum. Aynı
anda da taşan suyun yükseldiğini, dizlerime ulaşmış olduğunu görüyorum panik
içinde. Onur nerede, nerden çıkmış olabilir? Bir musluğa, bir pencereye
koşuyorum korkuyla. Su kasıklarımın hizasında artık. Ayaklarım çok ağır,
yürüyemiyorum suyun içinde. Kaçacak yerim yok, burada boğulacağım, boğuluyorum...
Birdenbire uyanıyorum. Işığı açıp kalp atışlarımın düzene girmesini
bekliyorum. Buradayım işte, kendi odamda. Çatıda değil...
Gün ağarıyor olmalı. Perdeler aydınlanıyor. Ayhan'ın tıkırtısı geliyor
banyodan. Banyo dolabının açılıp kapandığını duyuyorum. Kalkmak için çok
erken daha.
Komodinin üzerinden kitabımı alıyorum. Okurken yeniden uykum gelebilir ve
belki biraz daha uyuyabilirim.
Ayhan ışığımı görmüş olmalı. Gelip oda kapısında duruyor bornozla.
Günaydın, erkencisin bu sabah...
Bir düş gördüm, uyandım.
Ne de çok düş görürsün...
Gelip yanıma uzanıyor. Biraz çekilip isteksiz yer açıyorum ona yanımda.
Okuyor görünüyorum hala. Kitabı elimden alıp yere atıyor.
Niye atıyorsun kitabımı?
Atarım tabii...
Kolunu üstüme atıp bana dönüyor, öpüyor. Geceliğimi çıkarmaya çalışıyor.
Hayır, diyorum, biliyorsun sabahları istemiyorum, yapma...
Duymuyor. Nasıl yabancı şu anda bana. Dokunmamalıydı, böyle birdenbire.
Hazır değildim. İstemiyorum, hoşlanmıyorum bütün bunlardan! Öfkeyle var
gücümle itiyorum onu ve çileden çıkarıyorum sanki. Yeniden daha kararlı
saldırıyor. Karşı koyuyorum, boğuşuyoruz neredeyse. İki düşman gibi ben
savunmada, o saldırıda savaşıyoruz. Onu görmemek için ışığı kapatıyorum.
Yakıyor. Yeniden söndürüyorum. Delirdik, birbirimizi öldürebiliriz...
Gücüm tükeniyor ama. Vazgeçiyorum. Bırakıyorum kendimi, direnemiyorum ona,
yeniliyorum. Tek başına sürdürüyor eylemini o. Sonra bitkin uzanıyor yanıma.
Arkamı dönüyorum. Bozgundayım. Saldırıya uğradım, kirletildim. Hiç doğmamış
olmayı dileyerek geldiğim yere, annemin döl yatağına dönebilmeyi istiyorum
artık.
Dizlerimi karnıma çekerek büzülüyorum yatağın içinde, ağlıyorum.
Kalkıp banyoya gidiyor yeniden. Dizlerimin üstünde doğrulup geceliğimi
arıyorum karmakarışık yatağın içinde. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak siliniyorum.
Durmadan bilinçsizce, siliniyor siliniyorum. Sonra bağırtıya dönüşüyor sesim.
Aşağılanmanın, hor görülmenin, hiçleşmenin acısıyla katılırcasına ağlıyorum.
Ayhan yatağın yanında korku içinde ayakta duruyor. Sonra pişmanlıkla, yere,
yatağın kıyısına çöküyor.
Yüzüme dokunuyor çekinerek, gözyaşlarımı siliyor, üzgün, ezik.
Bağışla, diye yalvarıyor, bağışla n'olur. İlk kez böyle bir şey... Nasıl
oldu bilmiyorum inan... Bağışla...
Uzanıp üstüme çekiyor örtüyü...
Uzandığım yerde, biraz yatışmış Ayhan'la birlikte olmaya karar verdiğimiz
geceyi anımsıyorum. Akasyalı Sokak'taki evde, halının üzerine atılmış yer
yatağında birlikte uzandığımız o akşamı. Tanışalı bir hafta on gün olmuştu
henüz.
Şiir okuyorum ve o dinliyor.
Aynı gece ağartıyor aynı ağaçları. Bizler ah, o zamanki bizler değiliz ama...
Ayhan kitabı elimden alıp sımsıkı kucaklıyor beni.
Ezbere tamamlıyor şiiri.
Ne uzundur unutuş ah, ne kısadır sevdalar. Birlikte olalım, birlikte
yaşlanalım ne dersin? diye soruyor o alabildiğine coşkulu sevişmemizden
sonra bana.
Nasıl?
Biçimini sen seç. Nasıl istiyorsan öyle bir birliktelik olsun.
Evlilik mi yani? diye soruyorum Su olarak.
Korkmuyorsan evleniriz.
Sen korkmuyor musun? diye soruyorum Na olarak.
Korkmuyorum, gereksiz buluyorum.
Toplumun genel geçer kurallarına uymak rahat etmemizi sağlar, diyor Su.
Gündelik yaşamda bir çok güçlükle karşılaşabiliriz çünkü.
Bunlar üstesinden gelinmeyecek şeyler değil, diyor Ayhan.
İyi ama ne için, ne uğruna? Yani yalnızca evliliğe karşı olmak yüzünden az
çok bir bedel ödenecekse neden direnelim ki? diyorum Su yanımla. Kınanmak,
hor görülmek istemem. Bizde birlikte yaşadıkları halde evlenmeyen çiftler
için kadının o erkek tarafından nikahlanılacak, kesin bir bağlantı kurulacak
değerde olmadığı ve bu güveni vermediği yorumu yapılır genellikle...
Kadın alınır ya da alınmaz, istenir ya da istenmez bir maldır yani, diyor
Na. Böyle bir bağlantıyı onun istemiyor olması düşünülemez bile. Birlikte
yaşadığı erkek de zor kabul eder böyle bir seçimi, kadının niyetinden
kuşkuya düşer. Alışılmış biçimiyle evlilik kararı erkeğe bırakılmış bir
haktır. O ister, o alır. Bütün bunlar böyle sürüp gitmemeli elbette. Eğer
değişmesine katkımız olacaksa evlenmeyelim.
Zor, diyor Ayhan. Çok zor ama sen karar ver. Dedim ya, ben korkmuyorum.
Olmazsa ayrılırız, bu kadar.
Yeniden birbirimize sarılıyoruz. Odamızın sonbahar akşamının serinliği ve
kokuları ile dolu havasını içimize çekiyoruz. Yakın bir bahçede kuru
yaprakları yakıyor olmalılar. Dingin başlarımızı birbirine yaslıyoruz iki
yorgun yol arkadaşı gibi. Tüm olumsuzluklardan arınmışız sanki. Güvenlik ve
sevecenliğin beyaz kanatları altında öylece yatıyoruz. Önümüzde korkusuzluğun
serüvenlerle dolu yemyeşil ormanları uzanıyor.
Dün Ayhan'a, yeniden sağlıklı bir birliktelik umuyorsak, bir iş bulmak
zorunda olduğumu, evde oturmanın beni kısa sürede bunaltacağını söyledim.
`Acele etme, dinlen biraz, nasıl olsa buluruz.' dedi. Oysa hemen çalışmaya
başlarsam geçmişi düşünecek zamanım olmaz. Daha çabuk uyum sağlarım yeni
durumuma. Ayhan gün boyu evde olmamaya gayret ediyor. Gazetede,
orda burda oyalandığını anlıyorum, beni yalnız bırakabilmek için. Bu
özverinin bedelini ödemem gerekecek mi? İncelikle, özenle uzak duruyoruz son
günlerde birbirimizden. Çok mu acele ettim dönmek için? Örgümü elimden
atıyorum ve ne umuyorum? diye soruyorum kendime.
Ayhan'ın beklediği sıcaklık yok aramızda: Daha şimdiden akşamları kanepeye
aramızda belli bir uzaklık bırakarak oturuyoruz. Ara vermeden TV'ye
bakıyoruz.
Her birimiz kendi düşüncelerimiz içinde kaygılı bir bekleyişle iyi kötü bir
şey olsun, bu gerginlik bitsin istiyoruz.
Ama hiç bir gelişme olmuyor, hiç bir söz söylenmiyor.
Sonra geç saatlerde birer içki hazırlıyor Ayhan. Biraz olsun çözülebilme
umuduyla aramızdaki buz tutmuş alanı ısıtmayı deniyoruz. Yararı olmuyor pek.
Bir kaç küçük, nazik gülümseme, çekingen bir dokunuş, her yana çekilebilecek
üstü kapalı bir kaç cümle. Dil ucuna geliveren karşılıklı suçlamalardan
özenle sakınma çabası. Daha büyük gerilimler yaratmamak için bir an önce
yatma isteği. Bazen birazcık ileri gidip, odalarımıza çekilmeden
önce kısacık bir an incelikle kucaklıyoruz birbirimizi, o kadar işte.
Ayhan beni hasta sayarak iyileşmemi bekliyor. Düzeleceğimi, eski Suna
olabileceğimi umuyor. Ama ben o Suna olabilsem bile Ayhan artık o Ayhan değil.
Üstelik kendisindeki bu değişimden de habersiz. Böylece artık
birbirimizi büsbütün yitirmiş olduğumuzu yalnızca ben seziyorum. Böyle
olacağını bile bile eve döndüm ama henüz on gün bile olmadan bu duruma gelmiş
olmamız şaşırtıyor beni. Ne bekliyorum? İkimizin bir arada kalarak ortaya
çıkardığı bu bulaşıcı ve ölümcül hastalığın gövdelerimizde gözle görülür
onulmaz yaralar açmasını mı?
İkimiz de uyuyamıyoruz. Ben odama çekildikten sonra Ayhan tedirginlikle
dolaşarak kimbilir kaçıncı içkisini içiyor salonda. Bense denizin sesini
dinliyorum yatağımda. Lodos kıyıya vuruyor çöpleri, döküntüleri. Geceler
boyu sis düdükleri çalarak geçiyor gemiler içimden.
Aldığım ilaçlar beni uyuşturuyor, parmaklarımı oynatamıyorum ama bilincim
şaşılası bir biçimde uyanık kalıyor. Yoğun olarak şunu düşünüyorum: Çok
yorgunuz artık. Bin türlü nedenle çok yorulduk. İki insan arasındaki
sevgi sürekli özen, karşılıklı özveri isteyen zor bir olaydır, diye
belletmişlerdi bana eskiden. Ama biz, ben ve Ayhan, Onur ve ben öyle yorgunuz
ki artık ne özen, ne özveri gösterecek gücümüz var. Tükendik.
Üç yıldır, Onur'u yaşamımın odak noktası olarak duymamın yaşamıma kattığı
çelişkileri yenemedim. Bu tutku onu bir gün yitirme korkusuyla beslendi durdu.
Bu korkuyla azar azar, bile bile zehirlendim. Ayhan'ın bana gösterdiği
inceliğin, anlayışın sevginin vazgeçilmezliği ve Onur'un beni güzelleştiren,
yücelten, varlığıma anlam katan geri çevrilmezliği arasında bocaladım durdum.
Her ikisinin de yanında en hırçın göründüğüm anlarda bile sınırsız mutlu
olduğumu şimdi anlıyorum, ikisini birden yitirmiş olduğumu sezmekte olduğum
şu günlerde. Çok acı bu. Açlık kadar, yokluk kadar, ölüm kadar acı. Bu acıyı
duyuyorsam nasıl önemsemem, nasıl hafifserim. Bir çok nedeni olan bir çok
acıdan ne farkı var bunun?
Niye bu süre içinde Onur'a tutunmamayı denemek becerisini gösteremedim, ya
o neden umulmadık bir biçimde bana ulaşma güçlüğünü yenemedi? Üstelik şimdi
bile beni nerede arayacağını bilmiyor. Ama aramak istiyor mu ki? Evet,
biliyorum, istiyor. Böyle bitiremez o. Böyle bitiremeyiz. Bu kadar sıradan
bir bitiş bize göre değil. Birbirimize söylediğimiz son sözler o gece
gereksiz bir tanığı devre dışı bırakmak için söylenmiş sözlerdi.
Arayacak beni, aramalı. Oysa burada olduğumu bilmiyor, daha doğrusu artık bu
evde oturmadığımı sanıyor.
Yeni evimin nerede olduğundan da haberi yok. Öyleyse onu aramamı bekliyor
belki de. Yüzyüze geldiğimizde aramadığım için beni kıyasıya suçlamayı
bekliyor. Öfkemin yatışacağını, her zamanki gibi onu bağışlayacağımı
umuyor: Böyle zamanlarda evinde çekilmez bir adam haline geldiğini, Güler'i
ve çocuklarını istemeden hırpaladığını anlatmıştı bana kaç kez.
Ne çok darılıp barıştık onunla. Ne çok denedik bitirmeyi. Yapamadık. Kaç
kez birbirimizi kucaklayarak gözyaşları içinde vedalaştık kimbilir... Olmadı.
Öncekinden daha büyük bir özlemle sarıldık çok geçmeden. Her seferinde
yeniden başlamanın o umarsız coşkusunu yaşadık.
Ama bütün bu gel git, bu ayrılmalar, bu yeniden başlamalar tüketti bizi
sonunda işte. Artık bitti. Geceleri sis düdüklerini kollayarak ağırca yol
almaya çalışıyorum şimdi. Aramasın beni, yolumu kesmesin bir daha. Hiç bir
veda şimdikinden iyi olmayacak artık. Birbirimize sarılarak ayrılamayız biz.
Bitti artık. Bundan böyle Ayhan, Suna, diye başladığında söze, korkmayacağım,
ürkmeden bakacağım yüzüne. İç rahatlığıyla yürüyeceğim yanında, durmuş
oturmuş bir kadın gibi.
Bütün mutluluklar bitti artık. Birlikte olduğumuz o güzel akşamlar bitti.
Burada, bu evde bölüştüklerimiz, konuştuklarımız, hepsi bitti. Huysuzluklar,
karşılıklı suçlamalar, haklı ya da haksız kızgınlıklar bitti. Bir sözcük,
bir yeşil, bir kapının açılıp kapanışı, yarım bir gülüş, bir sızı kaldı.
Buruk, bütünüyle yaşanamamış bir sevgi kaldı. Hem olası, hem olanaksız bir
yığın düş kaldı. Şimdi ile geçmiş arasında gidip gelirken hiç bir durumda,
hiç bir biçimde, Onur'u elimden alan zamanın onu bana geri vermeyeceğini
biliyorum artık. Ne elimin altında duran telefonlar, ne herhangi bir yerdeki
herhangi bir birliktelik. Ne ona onu hep seveceğimi söylemem ve aynı şeyi
ondan duymam, ne de aramayıp beni özlemesini beklemem. Hepsi boşuna. Sorun
ben değilim çünkü. Sorun, onun benim telefona uzanacak elimi tutabilecek güç
ve yüreklilikte olamaması.
Şu anda bu evdeki bildik eşyalar arasındaki yokluğu çok somut. Şu koltukta
oturmuştu. Bu cam bibloyu eline alıp ışığa tutarak bakmıştı. Hole açılan
kapıda durup onu kucaklamamı beklemişti. Bu tabloyu birlikte asmıştık
kanepenin üstündeki boş duvara.
Gene de banyo perdelerinin bana onu anımsatması için hiç bir geçerli neden
yok. Öncelikle yeni aldım bunları. Ama nedense perdeleri her görüşümde
birden onu anımsıyorum. Rekla'daki odasında beni ilk öptüğü akşamı, pencere
içindeki menekşeleri, uzak bir semtte, yağmur altında yürüdüğümüz bir günü,
kalabalık bir odada apansız gözgöze gelişimizi. İyi ama bu kuru dal motifli
perdelerle bütün bunların ne ilgisi var? Bu perdeleri takarken anımsadıklarımı
onları her görüşümde yeniden mi anımsıyorum? Durmadan bitmiş, geri gelmeyecek
anlara tutunarak mı avunmaya çalışıyorum?
Zamana yenildik. Ayhan'ın bir kolunu bana ötekini ona sararak bizimle
birlikte uzun bir yolda yürüdüğü bir yaz akşamı hiç bitmesin istemiştik oysa.
Artık akşamları oturup TV izliyoruz yorgun argın. Aklımız, yüreğimiz başka
şeye ermiyor. Konuşmadan bakıyoruz eski filmlere. Kendimizi arayarak, bulmayı
umarak. İzlediğimiz filmdeki aşk yorgunu genç kadın bir hastane yatağında
ölmek üzere oluyor. Kocası ve sevgilisi pişmanlıklar içinde başında bekliyorlar.
Kadın ölüyor ve iki erkek ağlayarak birbirlerine sarılıyorlar.
Bir akşam bir hastane yatağında ölmek üzere olacağım. Yorgun, küçülmüş,
tükenmiş, bir deri bir kemik yatacağım sırtüstü. Canımın çekilmekte olduğunu
duyacak ve o anda bütün yaşadıklarımı yeniden yaşayacağım.
Dere sokağını, havasız parasız yatılı yatakhanelerini, yağları donmuş
yemeklerle dolu bakır karavanaları, önü işlemeli pembe hırkamı, kadın erkek
ilişkisini gösteren resimleri ilk gördüğüm andaki inanmazlığımı, tekini
yitirdiğim yeşil eldivenim için aralıksız iki gün ağlayışımı, sevdiğim
birinin öldüğü gün kiremitleri uçuran lodosu.
Babamın eski arkadaşının bacağımı, bir çocuğunkini okşuyormuş gibi
okşayışını ama bu okşayışın bir çocuğu okşamak olmadığını anlamış olduğum
için artık çocuk olmadığımı bildiğim anı, yemekhane duvarının dibine çöküp
ilk sigaramı içtiğim yaz gecesini anımsayacağım.
Sevdiğim adam tarafından ilk kez öpüldüğüm geceki sarhoşluğumu, bir
evin kapısı önünde ağlarken bıraktığım küçük bir çocuğu, bir gece önce
düşümde o evin depremle yerle bir olduğunu gördüğümü, o çocuğu bir sonraki
görüşümde beni değil, yeni paltomun yakasındaki kürkü okşadığını dayanılmaz
bir acıyla yeniden anımsayacağım.
Gece yolculuklarımı, uzun bir yoldan gelip de olması gereken yerde
bulamadığım bir sevgiliyi, bir çok zaman bir çok yerde kapı önlerinde
kalışlarımı, bana sevgiyle açılmış kapıları, kucakları, otogarları, tren
istasyonlarını, havaalanlarını, oralarda kavuştuğum ve ayrıldığım
bütün insanları düşüneceğim.
Gözlerim kapanmak üzere olacak. Çekmem gereken tüm acıları çekmiş olacağım.
Ayhan başucumda olacak. `İyileşeceksin,' diyecek, öleceğimi bile bile.
`Hoşçakal,' diyeceğim ona, seni çok sevdim. `Ben de seni,' diyecek. `Ölmeden
önce Onur'u görmek istiyorum, diyeceğim korkmadan. `Onu da çok sevdim.'
Onur günlerce hastane koridorlarında beklemiş olacak. Yaşadığımız her şeyi
yeniden yaşamış olacak. Tüm tartışmalarımızı, konuşmalarımızı,
sevişmelerimizi. Beni kucakladığı ilk günü.
Ayhan dışarı çıkacak. Onur'u çağıracak. Birlikte içeri girecekler.
Hastabakıcı çarşafı yüzüme çekecek. Ölmüş olduğumu anlayacaklar.
İkisi de onulmaz pişmanlıklar içinde olacaklar. Beni böylesine üzmüş
oldukları için kahrolacaklar. Binlerce halimle anımsayacaklar beni.
Rekla'da Onur'un odasında masa başında çalışıyoruz. Aramızda saydam,
görünmez bir duvar var. İkimiz de görüyoruz bunu. Ama ne o ne de ben atılıp
yıkma yürekliliği gösteremiyoruz.
Doğrulup saatime bakıyorum. Gecikmişiz iyice. Herkes çıkmış olmalı.
Otur biraz, diyor Onur. Birlikte çıkarız, seni bırakırım.
Birden aklına gelmiş gibi ekliyor.
Ha, beni ne zaman yemeğe çağıracaksın?
Ayhan'ın burada olmadığı bir akşam onu yemeğe çağırmıştım ama karısının
akrabaları konuk geleceği için gelemeyeceğini söylemişti bana.
Şimdilik bu hakkını yitirdin.
On gündür o gece gelemedim diye mi küskünsün bana?
Yo hayır, bununla hiç bir ilgisi yok.
Ya neden?
Dikkatle ve geçerli bir yanıt bekleyerek bakıyor.
Koltuğa oturup sigara yakıyorum. Ayhan'ın bana saldırdığı o kötülük dolu
sabahtan bu yana Onur'a belli belirsiz bir öfke duymaktayım. Ayhan'la aramda
bu tür zorluklara neden olması yüzünden onu suçluyorum bilmeden belki de.
Birdenbire öyle uzaklaştın ki benden, diyor. Anlayamıyorum, ne yaptım sana
acaba?
Hiç, hiç bir şey inan...
Bir an susuyorum sonra birden yorulmuş, bıkmış gibi boşalıyorum.
Bu oyuna ne gerek var, diyorum sigaramı hırsla küllüğe bastırırken. Oyun
bu, başka bir şey olamaz. Gitmek zorundayım...
Ayağa kalkıp kapıya doğru bir kaç adım atıyorum.
Koşup önüme geçiyor. Bir an yüzyüze duruyoruz. Sonra ikimiz aynı anda
birdenbire çalmaya başlayan telefona dönüyoruz.
Onur gidip açıyor. Güler arıyor.
Beni beklemeyin, diyor. İşim var. Neyse ne! İş işte.
Bana sordun mu ki! Geç geleceğim. Gelemem dedim ya...
Hayır, tamam.
Almacı yerine bırakıp bana dönüyor.
Birlikte yemek yiyelim bu gece.
Eve gideceğim.
Neden? Ayhan burada değil ki.
Nereden biliyorsun?
Bu gün bir iş için aramıştım, olmadığını söylediler.
Susup kararsız bekliyorum.
Seninle birlikte olmak istiyorum bu gece, diyor. Bir yere gidip birlikte
yiyelim, inan çok istiyorum bunu.
Apaçık bir sevgiyle, gizlenmemiş, görünür bir tutkuyla bana bakarak
söylüyor bunu. Donakalıyorum. Masanın başında, içimde ince bir ürpertiyle
ona bakamadan kalıyorum. Yürüsem ayaklarım birbirine dolaşacak sanki.
Yüreğim kulaklarımda vuruyor ve kanım hızla deviniyor damarlarımda.
Büyülenmiş gibi ona bakıyorum birden. Ne dediğimi bilmeden bir şeyler
söylüyorum.
Direncimi paramparça ediyorsun. Ne zamandır durultmaya çalıştığım suyu
bulandırıyorsun, yapma.
Kapıya doğru iki adım atıyorum. Niye bu kadar güçsüz, darmadağınığım?
Gidemiyormuş gibi duraksayarak ona dönüyorum yeniden. Dudaklarında buruk bir
gülümsemeyle yitirmekte, elinden kaçırmakta olduğu biri için hayıflanır gibi
durgun ama olağanüstü parlak gözlerle bakıyor bana. Dudağının kıyısındaki
çizgiden öpebilmeyi çok istiyorum o anda. Ama yapay bir yüreklilikle ve o ana
kadarki zayıflığımı onarmayı umarak, sesime yaramaz bir çocuğa seslenirkenki
sevecen azar tonunu yükleyip, Ah, Onur... diyorum.
Başaramıyorum. Sesim istekle titriyor. Bana doğru geliyor. Çabuk, kararlı,
kendinden eminmiş gibi ama hiç de emin olmadan. Yeniden karşı karşıya
duruyoruz. Döneceğim sırada bileğimden tutuyor, engelliyor beni. Elimi bir an
avucuna bırakıyorum ve hemen sonra beni bile şaşırtan bir özlemle sarılıyorum
ona. Aynı özlem dolu kendinden geçmişlikle kavrıyor, kendine çekiyor gövdemi.
Yanağımı onun yanan yüzüne bastırıyorum. Sıcaklığımızı birbirimize aktararak
bir kaç saniye öylece kalıyoruz. Hala geriye dönebilmeyi umuyormuş gibi
dudaklarımı dudaklarından sakınıyorum. Sanki bu yakınlık bu kadarla
kalabilirmiş gibi başımı geriye çekiyorum ama olmuyor, çok geç. Öteki
yanağına yaslıyorum yüzümü.
Usulca eğerek kurtarıyor başını, önce küçük bir öpücük konduruyor
dudaklarıma, tadına bakmak istermiş gibi. Hemen sonra da hoyratlıkla öpüyor
yeniden, uzun uzun. Çok uzun sürüyor bu. Utançla, yüzüne bakamadan kapıya
koştuğumda yetişip yolumu kesiyor ve kendine döndürüp yeniden
öpüyor. Sıyrılıyorum kollarından, çabucak çıkıyorum odadan.
Odama koşuyorum. Hava kararıyor. Titreyen ellerimle güçlükle yakıyorum ışığı.
Çantamdan çıkardığım küçük aynada, yüzüme, kabarmış dudaklarıma bakıyorum.
Aceleyle, gelişigüzel boyuyorum onları. Sarsak adımlarla hole çıkıyorum.
Onur orada bekliyor beni. Sarsılmış biraz, mutlu. Birlikte aşağıya iniyoruz
merdivenlerden, konuşmadan.
Arabayı çalıştırıyor: Gece. Işıklı, güzel, serin haziran gecesi. Sessizlik.
Dışarıya, yola, iki yanımızdan akıp giden ışıklara, ağaçlara bakıyorum.
Suna lütfen konuş, diyor.
Hiç bir şeyin başlangıcı değil bu, diyorum. Bilmiyorum nasıl oldu. Ama
kabul et... Bir başlangıç değil bu...
Yanıtlamıyor beni, dalgın susuyor.
Öyle değil mi? diye üsteliyorum.
Dikkatini arabaya vermiş ya da bunca olumsuz bir yorumu duymak istemiyormuş
gibi susuyor. Yapayalnız duyuyorum kendimi, suçlu ve yalnız.
Mutlu bir kadınım ben, diyorum kesin bir sesle.
Biliyorum.
Rahatlamış gibi gevşiyorum. Kendime güvenle konuşuyorum, inanarak.
Bir daha olmaz, olmayacak. Ben bir an zayıf davrandım o kadar.
Güzel bir an. Niçin olmasın? Bu güzelliği yaşamak için insanın mutsuz olması
gerekmez ki... O an istedik bunu. İçten, her türlü baskıdan kurtularak
istedik. Çok güzeldi Suna.
Evet ama bir daha kesinlikle olmayacak.
Neden pişmanmış gibi davranıyorsun, neden bu kadar katısın? Ne diye bu
kadar ürküyorsun bu küçük, sınırlı yakınlıktan?
Yakınır gibi söylüyor bunu. Çantamdan bir sigara çıkarıp yakıyorum. Yan
gözle bakıyor.
Ne güzel ellerin var...
Gülüp sigarayı tutan elimi biraz yukarı kaldırıyorum. Gerçekten güzel olup
olmadıklarını görmek istermişim gibi. Ağırlıksızım, mutlu, esrik elime
bakıyorum.
Öyle uzun zamandır o elleri öpebilmeyi istiyorum ki, diyor.
Sokağın başında durduruyor arabayı. İlk kez görüyormuşum gibi bakıyorum
sokağın adı yazılı tabelaya.
Gönül Sokak. Benim sokağım bu. Ne çabuk geldik. Motoru kapatmadan uzanıp
elimi alıyor avcuna. Beni ürküten bir istekle emiyor parmaklarımı teker teker.
Birbirimize dinmemiş, çoğalmış bir istekle bakıyoruz. Kopamadan. Gecenin
karanlığın içinde birlikte olabilmeyi delice bir tutkuyla özleyerek.
Birden iniyorum arabadan.
Hoşçakal.
Gitme, diyor, benimle gel.
İyi geceler.
Eve yürüyorum. Canlı adımlarla apartmana giriyorum. Merdivenleri ikişer
üçer atlayarak hızla daire kapısına ulaşıyorum. Çantamda anahtarımı arıyorum
yok!
Sabırsızlıkla yere çömelip çantamı paspasın üstüne boşaltıyorum, hayır yok.
Rekla'da çantamdan ayna çıkardığım o heyecanlı dakikalarda düşürmüş olmalıyım.
Yerdekileri yeniden çantama tıkıyorum ve bir an neye karar vereceğimi
bilemeden ayakta bekliyorum. Sonra gülmeye başlıyorum. Katılarak gülüyorum
ama çok geçmeden gülmem ağlamaya dönüşüyor. Çok mutluyum, diye ağlıyorum
içimde henüz adı konamamış bir sızıyla.
Sonra bir çilingir bulmak üzere merdivenlerden inerken o sızının adını
arayıp buluyorum içimde. Ayhan.
Telefon çalıyor. Ayhan'ı arıyor olmalılar. Evde yok.
Açmayacağım.
Soğanı gelişigüzel doğruyorum. Dolaba bakıyorum, domates kalmamış, salça
da yok. Şimdi bakkala gidemem. Gücüm yok. Soğanı doğrayacak gücüm bile yok.
Ellerim titriyor. Doğradığım soğanları çöpe atıp mutfağı topluyorum. Bu gece
ne yiyeceğiz Ayhan'la? Ben yemek istemiyorum, o ne istiyorsa yapıp yesin.
Ayhan Suyu çoktan öldürdü. Na ise artık bir iş bulup çalışmak zorunda. Yoksa
bu evin tozuna karışıp yok olacak yakında. Kendini de süpürüp atacak bir gün.
Arayan Selim. Hastaneden çıkmış, ameliyat başarılı geçmiş. Niye aramadım
onu, iyiymiş. İki ay raporluymuş. Bir hatır bile sormadığım için kırılmış
bana.
Yani sen küçümsüyorsun bu işi ama, diyor, hoşuna gidebilir. Ayrıca yeniden
işe başladığımda beni başka bir bölüme almaya söz verdiler. Güzide Abla
sütunu boş kalacak o zaman. Sürekli olabilir bu iş senin için anlayacağın.
Hem oyalanırsın, kalabalık içinde olmak iyi gelir sana. Sonra belki hiç
ayrılmak istemezsin...
Daha iyi bir şey dile bana. Böyle bir işe uzun süre dayanamam biliyorsun.
Sen başla şu işe, diye üsteliyor. Seni tanıyınca daha iyi bir yere
kaydıracaklarından kuşkum yok. Boş oturacağına şimdilik sıradan insanların
dünyalarına girmeyi dene...
Peki ne yapmam gerekiyor?
Dün konuştum Cengiz Abi'yle. Ne oldu o arkadaşın, diye soruyordu. Git görüş
hemen.
Tam olarak ne yapacağım, yani sen ne yapıyordun bir daha anlatsana.
Güzide Abla'ya gelen mektupları yanıtlayacak, öğütler vereceksin. Bir de
`İki Gönül' köşesi var. Evlilik ilanları yani. O köşeyi düzenleyip rumuzlara
gelen mektupları ayıracaksın. Göreceksin gır gır bir iş.
Ücret dolgun mu?
Rekla'daki gibi olmaz tabii ama seni geçindirir. En önemlisi moral kazanman
tamam mı. Çok sevindim eve döndüğüne. Hadi kolla kendini, iyi ol artık.
Gidip bir görüşeyim şu Cengiz'le bakalım. Söylediklerin doğru görünüyor
bana, çalışmalıyım. En azından denemeliyim bu işi.
Uzun zamandır tanıyorum Selim'i. Dergide birlikte çalışmıştık.
Kim bakıyor sana evde? diye soruyorum.
Şimdilik Eda, ama yakında usanıp kaçacak biliyorum.
Onu üzmüyorsun ya.
Hayır, o beni üzüyor. Böyle eli kolu bağlı yatıyorum ya, yapmadığı kalmıyor.
Huysuzluk etme, sonra gelip görürüm seni.
Almacı yerine koyuyorum. Bir an sonra çalmaya başlıyor telefon. Ayhan evde
yok. Beni kim arayabilir?
Benim artık bu evde oturmadığımı, şimdilik, boşlukta garip bir gecede kısa
bir süre için öylece gelivermiş olduğumu kim biliyor? Yakında bir işim
olacak, evime döneceğim. Ayhan'ı özlediğim zamanlar geleceğim buraya
yalnızca.
Almacı kaldırıyorum.
Suna, diyor Onur.
Güçsüz, sehpanın yanına yere oturuyorum.
Suna?
Evet...
Ne demek oluyor bütün bunlar?
Ne, ne demek oluyor?
Günlerdir seni nerde bulabileceğimi düşünüyorum.
Artık Ayhan'a soracaktım ne olursa olsun... Niye aramadın beni...
Ne söylemek istiyorsun Onur?
Neydi bu başka eve taşınmak filan... Yani sen şimdi...
Konuşmak istemiyorum.
Yalnız mısın?
Evet.
Öyleyse neden? Biliyorum o gece telefon etmeliydim sana. Ama hep şimdi
kalkacağız diye diye... Sonra senin hala orada bekleyebileceğini hiç
sanmıyordum. Çok geç oldu, gelmeyeceğimi anlayıp eve dönmüştür, diye
düşündüm.
Hayır, anlamadım, bekledim.
Anlık duygularla anlık kararlar veriyorsun. Konuşmalıyız.
Hiç gerek yok artık Onur.
Böyle mi düşünüyorsun? Gerçekten?
Bilmiyorum.
Seni görmek istiyorum.
Ağlamaya başlıyorum istemeden.
Kimseyi üzmek istemiyorum, hele seni hiç, diyorum.
Ağlama böyle. Çok özür dilerim, üzülmene dayanamıyorum, biliyorsun. Bugün
seni görmek istiyorum.
Gelemem Onur.
Anahtarı niye bıraktın?
Seni bir daha orada beklememek için.
Peki. Öğleden sonra gelemez misin? Seni orda beklerim.
Susuyorum.
Suna gelmelisin, konuşmalıyız.
Üçten sonra olabilir...
Orada olacağım.
Gelmeye çalışırım.
Kesinlikle gel, bekliyorum.
Peki, görüşürüz.
Aceleyle duş yapıyorum. Onur'la birlikte olma düşüncesiyle gövdem yeniden
yaşamaya başlıyor sanki.
Saçlarımı kuruturken süzülmüş yüzüme bakıyorum aynada. Nicedir bezginlikten
başka hiç bir duygu yansıtmayan gözlerim canlanıyor. Onur'dan uzak olduğum
zamanlarda duyduğum o korkunç yorgunluk yavaşça çekiliyor içimden, kanım
ısınıyor, uykuya yatmış sinirlerim, kaslarım, duyularım uyanıyor.
Aynaların önünde oyalanıyorum. Beni hiç bir zaman onun gözündeki
güzelliğimle yansıtamamış aynaların önünde. Saçlarımı topluyor, çözüyor,
yeniden topluyorum. Alnıma düşen bir kıvrıma en hoş görünümü vermek
için uğraşıyorum. Karanlıklara kapattığım dayanılmaz bir özlem aydınlığa
çıkıyor. Bir yerinde duramamazlık, korku dolu bir iç bulantısı içindeyim.
Kendimi dokuzuncu kattan atmadan hemen önceki anı yaşıyorum.
Hiç bir zaman aklıbaşında, hesaplı kitaplı davranışlar içinde yaşayan bir
kadın olamadım ne yazık ki. Böyle olmayı hep istedim de yapamadım. Yalnızca
bana uzak ilgi alanımın dışında ya da kırıldığım ve değmez bulduğum kişilere
karşı tavır geliştirebildim. Her duyguyu en yoğun, en aşırı biçimde yaşıyorum.
Bu yoğunluk içinde tepkilerimin sonuçlarını hesaplama sağduyusunu gösteremiyorum.
Ne giyeceğim? Ne kadar az giysi getirdim buraya. Siyah'ı sever, siyah bir
etek, siyah bir kazak, renkli bir eşarp; evet iyi bunlar. Eteğimin beli iyice
bollaşmış. Kaç kilo verdim bu badirede:
Kapıyı çekip çıkıyorum. Caddeye doğru yürüyorum. Bacaklarım titriyor.
Yürümeyi umutmuşum sanki. Günlerdir evden çıkmadığım için olmalı. Saatime
bakıyorum, on ikiye geliyor. Üç saat, yalnızca üç saat sonra Onur'un yanında
olacağım. Şimdi geçmek bilmeyecek bu zamanı tüketmek için yürümeliyim biraz.
Sonra gazeteye gider Cengiz Bey'i görürüm.
Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyorum. Pis bir yağmur yağıyor. İnce, sinsi bir
yağmur. Kar gelecek bunun arkasından, kar kokuyor hava. Rüzgara karşı
yürüyorum.
Bir düş bahçesinde Onur'la birlikteyiz. Kentin çok dışında bir bahçede
çiçek açmış ağaçların altında yürüyoruz. Elim avucunda. Kentin kalabalığı,
gürültüsü uzağımızda. O akşamdan sonra günlerdir ilk kez başbaşayız.
Sana duyduklarım yüzünden, kendime karşı kendimi savunamıyorum, diyorum.
Yaşamım birdenbire hız kazandı sanki, diyor. Her an seninle olmak istiyorum.
Sesini duymak, dokunmak sana. Huysuzum evde, herkese kötü davranıyorum.
Sürekli seni yitirme korkusu içindeyim.
Ağaçların dibinde toprak sürülüp kabartılmış. Güçlükle yürüyoruz.
Yakındaki karayolundan kamyonlar otobüsler geçiyor. İyimser olduğumda,
kendimi bağımsız saydığımda her şey yolunda görünüyor bana, diyorum. Ama çok
az böyle olduğum anlar. Çoğu kez kötümserim. Bir yanımla böyle bir sevgiyi
yaşamaya hakkım olduğunu düşünüyorum ama bu benim boyun eğmez yanım ve acı
getiriyor bana yalnızca. Belki de bu acı içinde anlam kazanıyor yaşadığım
her şey, o zaman ben, ben oluyorum gerçekten.
Geçen gün ne demek istiyordun? diye soruyor. Hani bir oyun bu, derken...
Bir ağacın dibine, toprağın üstüne, yanyana oturuyoruz.
Anlatmak kolay değil Onur.
Beni yeterince önemsemiyorsun, biraz hor görüyorsun belki de...
Hayır, çok önemsiyorum. Söylemek istediğim başka bir şeydi.
Ne öyleyse?
Yaşadığımız dünyada her şey kesin çizgilerle belirlenmiş sanki. Var olan
roller, kalıplar, yargılar, düzenler ve düzensizlikler içinde, kendi
çizgimizde dümdüz yaşayıp gitmeye çalışıyoruz. Yanlışlıklar yapmaktan çok
korkarak alışılmış oyunları oynuyoruz. Aynı saatlerde aynı yollardan işe
gidip geliyoruz. Hiç düşündün mü her şey ne kadar aynı. Çevremizde aynı
insanlar, aynı kaygılar, aynı sıkıntılar ve sevinçler. Durmadan konuşuyoruz
ama ne konuşuyoruz? Evlerde, lokanta ve barlarda, sokaklarda, parklarda
hatta düşlerimizde bile, konuşarak bu aynılıktan kurtulmayı umuyoruz. Ben,
diyoruz, ben böyleyim, böyle severim, şöyle isterim, bunu yaparım.
Dondurulmuş düşünceler, belletilmiş öğretiler ve sınırlı seçeneklerle
oluşturulmuş bir dünyada dibe batmamak için çırpınıp duruyoruz böylece. Ne
kadar sıkıcı bütün bunlar... Sıkılıyoruz elbette ve sıkıldığımızda biri çıkıp
bizi tutkuyla sevsin ve sevilmeye değer olmak düşüncesi yüzünden ayrıcalık
kazanalım istiyoruz. Açıklamak zor bu karmaşayı işte, görüyorsun...
Sert toprağa sırtüstü uzanıyorum: Kollarımı başımın altında kenetleyip
gökyüzünün duru maviliğini beyaz çiçeklerle bezeyen ağaçlara bakıyorum
dalgınlıkla.
Bu karmaşa içinde inceliklerimizi derinlere itiyoruz, diye söyleniyorum.
Evet, içimizde, incecik; çocukça bir ruh, bin bir renk, büyü, düş ve binlerce
anı gizli. Bunları ortaya dökmekten korkuyoruz. Aykırılık ve kınanma
korkusuyla bütün bunlar bizde yokmuş ya da çoktan yitirmişiz gibi
davranıyoruz. Büyümek ve düşlerimizi yitirmek en büyük erdemmiş gibi sanki.
Ama belki de gerçekten yitiriyoruz gündelik yaşamın yalın kaygıları içinde
de farkında bile olmuyoruz, nasıl, ne zaman yitirmiş olduğumuzu.
Kolumun üzerinde yan dönüyorum, göğün sınırsız boşluğuyla bütünleşiyor
gövdem.
Saçıma dokunduğun gün, işte tam şurası bak... Sonradan günlerce elinin
değdiği bu yeri okşadım durdum. Nasıl da çocuksu bir duyguydu bu bilsen...
Gözlerim doluyor.
Bir düş içindeyiz, kesinlikle gerçekleşmeyecek çocukça bir düş, bir oyun...
Yüzüme eğiliyor.
Öyle değil mi? diye soruyorum.
Evet ama ne güzel, diyor.
Aşk, büyüklerin oyunu, yeniden çocuklaşmak, büyü, rengi atmış
yaşamlarımızın çocukluktaki parlak renklerle dolu dünyaya dönüşmesi birden.
Çekingen, usulca değdiriyor dudaklarını ağzıma.
Tepki bekler gibi bir an duruyor sonra. Kollarımı başımın altından çözüp
boynuna sarıyorum. Dudaklarının, diri, benzersiz tadını duyuyorum önce,
sonra yanan yüzümde sakallarının sertleştirdiği tenini. Gövdemin
derinliklerine yayılan ve orada çöreklenip kalan doyurulmamış istek zorluyor
beni. İçimde istiyorum onu, doğurmak istermiş gibi bir gerilimle. Başımdan
gövdeme akan, bütün hücrelerime yeniden can veren özsuyunun sıcaklığını
duyuyorum. Bu güçlü uyarıyla gövdemi sımsıkı ona yaslıyorum bilmeden.
Bilincim, korkularım benden uzaklaşıyor. Bir an için ona olabileceğim kadar
yakın olmak, o olmak istiyorum. Bu güçlü sancıyı daha önce hiç
duymamış olduğumu, ilk kez benden başka birini böylesine ben saydığımı
seziyorum. Sürüp gitsin istiyorum bu bir oyunsa. O hep yanımda olsun ve ben
bu ağrıyı hep içimde taşıyayım. Ama bu duygu ürkütüyor apansız beni
ve çabucak doğruluyorum yattığım yerden.
Ağırca, kendimi yatıştırmak ister gibi bir kaç ot koparıyorum yerden. Bana
baktığını biliyorum ama bakamıyorum ona. Bakarsam belki dayanamaz ağlarım.
Sonra biter, diyorum, yavaşça, avucumdaki yeşilliği okşayarak. Bir gün
anımsarsın sonra. Öğleden sonraydı, herşeyi öylece bırakıp birlikte kaçmıştık,
diye düşünürsün. İlkyazdı, gökyüzü tertemizdi, ben sarı gömleğimi
giymiştim. Ne geçmişimiz ne geleceğimiz vardı. Ağaçların altındaki sürülmüş
toprağa uzanmıştık, gelişigüzel, önemsiz konulardan söz ediyorduk, dersin.
Hiç bir zaman bitmez, diyor, ellerime bakarak. Çok sonraları, başkaları,
başka kaygılar, başka sevgiler olduğu zaman bile bitmeyecek bir şey bu:
Anımsayabildiğimiz sürece aynı tazelikte kalır bu an.
Ama bir oyun bu, diyorum yeniden. İkimiz de biliyoruz bir yere
varmayacağını. Bir gün bitecek. Çünkü bir de gerideki asıl büyük oyun var.
Sürdürmek zorunda olduğumuz oyun. Ben birazdan eve gidip çorba ve bezelye
pişireceğim. Hiç bir şey olmamış, evet hiç bir şey olmuyormuş gibi. Sense
akşam yemeğinde tuzluğa uzanacaksın ve tam o anda birdenbire ben geleceğim
aklına. Tuzluğa uzanmış elin hafifçe titreyecek. Gene de hiç bir şey
olmayacak. Yaşamlarımız her zamanki hızıyla eskimeye devam edecek.
Yaşadığımız bu an oyunun güzel bir parçası olacak yalnızca.
Hayır, bir oyun değil bu, diyor; tutku. Ama sen kaçmaya çalışıyorsun
bundan.
İkimizin yanyana normal bir yaşam içinde birlikte olabilmemizin
olanaksızlığını tutku olarak adlandıramayız, diyorum. Aramızdaki yakınlığı bu
özlem yaratsa bile tutku tanımının bundan çoğuna gereksinmesi olmalı.
Ayağa kalkıp elimi uzatıyorum ona.
Gel benimle, diyorum, gidebileceğim yere kadar...
Elini bana veriyor.
Atölyenin önünde taksiden indiğimde saat onbeşotuzu geçiyor. Evden çıkarken
duyduğum heyecan yerini tatsız bir yorgunluğa bıraktı nedense. İçimde,
yitirdiğim ve bir daha bulamayacağımı bildiğim çok değerli bir şey
için duyduğum üzüntüye benzer bir keder var yalnızca.
Onur'la birlikte gidebileceğimiz yere kadar gitmiş olduğumuzu, başladığımız
yere dönemeyeceğimizi biliyorum. Bundan duyduğum acı beni geçmişe sürüklüyor
ama önümde yukarıya doğru uzanan merdiven umutsuzca ileri çekiyor gene de.
Korkuyorum. Her an cayıp dönüverecekmişim gibi çıkıyorum merdivenleri.
Yanlışlıkla asfalta çıkmış bir kaplumbağa gibi duyuyorum kendimi.
Sıcak bir yaz günü kızgın güneşin kavurduğu bir otoyolun ortasında şaşkın
kalakalmış gibi. Basamaklarda çamurlu ayak izleri bırakıyorum oysa ve dış
kapıdan içeriye dolan kar kokusunu sürüklüyorum yukarılara.
Kapıyı çalmadan önce durup yeniden bakıyorum saatime. Gecikmiş sayılmam.
Gecikmeliydim oysa, çok gecikmeliydim. Belki de hiç gelmeyip onu bekletmeliydim.
Kapıyı açıyor, yana çekilip yol veriyor geçeyim diye, sonra yavaşca kapatıyor.
Dümdüz yürüyüp salona giriyorum. Arkamdan geliyor. İçerisi loş. Kar karanlığı
ölgün bir ışık serpiyor camlardan içeriye. Bir an karşı karşıya durup
birbirimize bakıyoruz. Bu bakışmada birbirini çok iyi tanıyan -ama biz
tanıdık mı birbirimizi şimdi açıklıkla yanıtlamalıyım bu soruyu- gene de
araya girmiş bir şeyler yüzünden birbirini kırmaya hazır iki insanın karşı
tarafı incelikle kollama gayreti varmış gibi görünüyor bana. Yoksa yanılıyor
muyum?
Usulca, yumuşaklıkla sarılıyor bana.
Ne oldu sana böyle? Çok zayıflamışsın...
Yorgunum, kendi hırçınlığımdan yorgunum. Ona yaslanıyorum ve yalnızca bir
dakika huzur içinde dinleniyorum. Ama hemen kendimi bunca zayıflık içinde
göremeyeceğim başka bir yerde olmayı özlüyorum. Ona anlattıklarım, onun bilip
de sustuğu şeyler için sevdim ben onu en çok. Onunla bölüşemediklerim için.
Bölüşebileceğimi sandığım ama bölüşemeyeceğimi bildiğim bir yığın
şey için. Umursamazlık ve ilgisizlik içinde görünmeye
çalışıp hiç bir zaman öyle olamadan. Onun beni kuşatan sesinde gerçeğin
vurgusunu arayarak ve sürekli kuşku duyarak o gerçekten. Şimdi aramızda,
benden ona kuşkularla dolu, boğucu, kuru, durmaksızın yakınan, ancak
bu biçimde iletilebilen, ondan bana salt savunma çabası olarak yansıyan
yıpranmış bir sevgi kaldı. Aynı kafesin içinde iki tutukluyuz artık. Ama
kafesin açık kapısından çıkıp gidemiyorum. Ne olursa olsun hala umud
edebilecek durumdayım çünkü. Beni aradı; aramayabilirdi, yapamazdı ama
yapabilirdi de. Aradı ve bekledi.
Yavaşça mantomu çıkarıp alıyor, asıyor. Kolunu omzuma atarak bir koltuğa
götürüp oturtuyor.
Ben birer içki hazırlayayım, üşümüşsün...
Onur... Adını söylemek istiyorum durmadan. Futbol takımlarında, seçmen
kütüklerinde, sınav kazanan öğrenci listelerinde, çarşı pazar, dükkan,
nakliyeci, pasaj kapılarında, daha bir çok yerde karşılaşıp tekrarladığım
ve sanki sözcüklerin ve tüm bunların belirttiklerinden bambaşka anlamı olan
adını.
Bardağımı yanımdaki sehpaya bırakıp karşıma oturuyor. Güçlükle gülümsüyorum
ona. Birbirimizi ne kadar özlemiş olursak olalım her biraraya gelişimizde,
belli bir süre, aramızdan geçip giden ve bizi ayıran saatlerin, günlerin
yarattığı yabancılığı yenmek zorunda kalıyoruz. Birbirimize dokunacağımız
anı bilerek erteliyoruz böylece.
Yüzüne, gözlerine, ellerine, ağzına bakıyorum ve bana söylediklerini,
benimle konuşurken sesine yüklediği gizli anlamları çözüp onun o olduğuna
yeniden inanmaya çalışıyorum. Ancak o zaman ona duyduğum isteğe boyun
eğebilirim çünkü. Ödediğim bedele değer olduğuna karar verebildiğimde.
Neredeyse bir ay oluyor, diyorum. Çok seyrek görüşebiliyoruz artık; öyle
değil mi?
Sana ulaşmak öyle zor ki Suna. Ama sen bunu kabul etmezsin tabii. Bir
adres, bir telefon numarası bile bırakmadın bana.
Zor mu? Seni saatlerce bekledim burada.
Bu bir terslik, her zaman olabilecek bir şey. Aslında bugün umutsuzca
aradım seni. Eski evde olabileceğini hiç düşünmeden. Ayhan açmış olsaydı
belki de kapatırdım, bilmiyorum. Eve mi döndün, yoksa hiç ayrılmadın
mı?
Söyledim ya, başka bir eve çıktım. Ne kadar uzağız birbirimizden. Hiç
birşey bilmiyorsun hakkımda, ilgilenmiyorsun ne olup bittiğiyle...
Sen arayıp haber vermezsen nereden bilebilirim ki Suna? Ne oldu?
Ayazpaşa'da bir ev tutup yerleştim. Seni aramadım çünkü yaşamımı yeniden,
kimsenin yardımı olmadan düzene koymak istedim. Ayhan'dan kopmadan seni
aramamın senin için yaratacağı güçlükleri düşündüm. Arada kalmanı, çekingen
davranmanı istemedim, incinirdim bundan ne olursa olsun.
Kendi kendine karar vermişsin gene. Çekingenlik göstereceğimi nereden
biliyordun? Uzaklıktan yakınıyorsun ama onu yaratan sensin her zamanki gibi.
Bunları kolayca söylüyorsun şimdi. Geçip gitti nasıl olsa...
Seninle tartışmak istemiyorum. Lütfen kurtul bu önyargılardan. Sonra ne
oldu?
On gün önce eve döndüm. Seni burada bekleyip de gelmediğin gece. Kendimi
çok kötü, çok yalnız duydum. Anlıyor musun? Şimdi sıkıldığım zamanlar
kalacağım orada. Çok soğuk bir ev. Bu işi yaza getirsem daha güçlü
olurdum belki de...
Gülüyorum. Gülmüyor o, kaygıyla bakıyor yüzüme.
Ayhan nasıl?
Hastayız, ikimiz de hastayız, diyorum öfkeli, çabuk çabuk, sinirli bir
sesle konuşarak. Olmaz artık, bitti.
Çok üzülüyorum inan, diyor.
Aynı anda bardaklarımıza uzanıyoruz. Sıkıntılı, ağır bir hava var içerde.
Soluğum daralıyor. Bugün buraya gelmemeliydim.
Pazartesi günü yeni işime başlıyorum, diyorum, birdenbire. Şu boyalı
gazetelerden birinin ekinde Güzide Abla'yı oynayacağım, ne dersin?
İstiyor musun?
Denemek zorundayım.
Rekla'daki yerin boş, diyor. Biliyorsun, istediğin anda dönebilirsin.
Tarık'la da konuştuk geçen gün. Onun seni önerdiği ajansa da başvurmamışsın,
neden?
O yoğunlukta bir işi götürecek gücüm yok artık. Darmadağınığım Onur.
Sana yardım edemiyorum, istemiyorsun, diyor. Belki de senin tek başına
çözebileceğin sorunlar bunlar. Senin iç çelişkilerin. Beni de şaşırtıyorsun,
nasıl davranacağımı bilemiyorum. Ne isteyip ne istemediğin belli değil
benim için. Daha önce de konuştuk, nasıl karar verirsen ver ben elimden
geldiğince yanında olmaya çalışacağım.
Gene de şunu söyleyeyim ki ne sen onsuz ne de Ayhan sensiz yapamazsınız.
Olanaksız bu.
Neler yaşadığımızı, birbirimizi nasıl yaraladığımızı bilmiyorsun sen,
diyorum. Bir aradayız ama nasıl! Kaçmak seninki... Neden ondan kopmamı
istemiyorsun? Beni seviyorsan neden özgür biri olmamı yeğlemiyorsun?
Düz mantık yürütüyorsun. Biz özgür olamayız Suna. Ne sen ne ben ne de
Ayhan.
Neden olamayalım, olabiliriz. Sen kendini buna inandırmak istiyorsun.
Olamayız. Hepimiz birbirimizi seviyoruz çünkü. Sen beni ve Ayhan'ı, Ayhan
seni ve beni seviyor. Bense her ikinizi birden. Yaşamımızı karmakarışık eden
de bu zaten.
Ayhan seni sevmiyor artık. Ben de Ayhan'ı. Sana gelince... Sen kimseyi
sevemezsin, sevmeyi bilmiyorsun. Tabii herkes kendine göre, kendi yetenek,
duyarlık ve mantığı içinde sever. Ben bir deli, bir kürek mahkumu gibi
seviyorum sevdiğimde. Sense, derli toplu, akıllıca, ölçüyü kaçırmadan sevdin
beni. Kabul ediyorum, ikimiz için de zordu...
Ne söylesem boş, diyor yüzünün rengi solarak. Sevildiğine inanmıyorsun
artık, saplantı oldu bu sende.
Peki, senin çizdiğin bu `birbirini seven üçlü' tablosu içinde Güler'in yeri ne?
Güler bir ayrıntı yalnızca, önemsiz bir ayrıntı. Ben seni hep içimin
derinlerinden gelen bir tutkuyla sevdim ve hala da öyle. Değişen bir şey yok.
Ama sen ne zamandır, benden kafana taktığın yanıtlar bekliyor ve sürekli
kuşkular, suçlamalarla sürtüşme ortamı yaratmaya uğraşıyorsun. Bense hep
savunmadayım ve bir şeyler kurtarmaya çalışıyorum var gücümle. Sözünü ettiğin
sevgiyi çoğu kez gururundan verilmiş bir ödün olarak gördün ve sanki sadaka
olarak verdin bana. Yaşamımızı karıştıran beni sevmiş olman değil Suna.
Benim seni yeterince sevmediğim kuşkusu. Bu kuşku aramızdaki sevgiyi de
kemiriyor görmüyor musun?
Yer ayaklarımızın altından kayıp gidiyor Onur. Sağlam bir zemine basmıyoruz
artık; kayıyor bastığımız yer ve engel olamıyoruz buna. Şu son bir aydır
yaşadığım kaygıları, üzüntüleri seninle bölüşmeyi umuyordum bugün.
Paramparçayım. Düşüncelerimi toplayamıyorum. Benim olmayan kollarımı,
yitirdiğim gücümü, kağıtlara döktüğüm gerilimlerimi ve belirginleşen her
biçimde senden izler taşıdığını duyduğum mutluluğu arıyorum. Bütün bunları
senin elinin tersiyle vurup darmadağın etmenden korkuyorum. Bu durumda nasıl
toparlanırım bilmiyorum. Bölüşmemiz gerekenleri bölüşemiyoruz. Uyum
sağlayamadığımız, hızla akıp giden zamana uyduramıyoruz aramızdaki bağı.
Sevgiyi de acılarımızı da ayrı ayrı yaşıyoruz. Bundan hırçınlığımız bence.
Seninle bölüşecek çok şeyim var benim daha. Sen istemesen de. En kötü
olasılıkla bugüne kadar bölüştüklerimiz uzunca bir süre daha yetecek bana ve
yeni filizler verecek. Sanıyorum sende de öyle olacak. Kızıyorsun değil mi?
Seni kızdırmaktan sinsice tat alıyorum. Belki ben de sana kızmaya
başlıyorum da ondan...
Haksızlık ediyorsun. Nasıl çözülecek sence bu karışıklık?
Kendiliğinden çözülür bir süre sonra. Zorlama kendini, rahat bırak.
Yanıma geliyor, elimden tutup kaldırıyor.
Rekla'dan ayrılmamalıydın Suna. Öyle özlüyorum ki seni.
Birbirimize sarılıyoruz.
Ayrılacağım günkü ağlayışını unutamıyorum, diyorum.
Çocukluğumdan beri ilk kez sen ağlattın beni... Zaten asıl amacın beni
üzmekti. Şaşırtmak, acı çektirmekti. Üç yıldır şaşkına çevirdin beni.
Öpüyor.
Ayrılmamız gerekiyordu, hepimiz için daha iyi olacağını düşündüm bunun.
Ama...
Elleri boynumu, ensemi okşuyor.
Güzel bir şey söyle şimdi bana, diyorum.
Sana söyleyebileceklerim düşündüklerimin, senin için duyduklarımın pek azı
olacak hep, diyor. Duymak sözden daha hızlı, daha derin çünkü. Sözcükler
yetişemiyor bu hıza.
Biraz kanıksanmış, kaygılarla zedelenmiş bir birlikteliği yaşıyoruz ilk
kez. Dışarıdan terasa yağan yağmurun sesi geliyor. Camlara vuruyor damlalar
ince darbelerle. Ağlıyorum, nedeni benim için bile pek belirli olmadan.
Yanyana yatıyoruz. Susuyor, dalgın, düşünceli. Eli kayıtsızca gövdemde
geziniyor. Bir insanı sevmenin, tutkuyla sevmenin son noktasında
beklentilerin uyuşmazlığı keskin bir biçimde ortaya çıkıyor ve o noktadan
sonra nefret boy vermeye başlıyor diye düşünüyorum. Buraya varmadan, o tohum
uç vermeden bitirmeliyiz. Üzerine gitmeli, ondan ne bekleyebileceğimi
bilmeliyim bu noktada.
Onur, Ayhan'dan ayrılsam, yalnız kalsam, birlikte olabilir miyiz?
Bir an sıkıntıyla susuyor.
Suna, ben... Benim için çok değerlisin. Biliyorsun, konuştuk bunları.
Hayır, hiç konuşmadık.
Bekliyorum ve kurulu düzenler üstüne düşünüyorum elimde olmadan. Bunca
güçsüzlük içinde nasıl üstünlük sağladı erkekler kadınlara? Güçlü cins
yargısı nasıl yaratıldı? Niye kadınlar daha yürekli?
Seninle yaşamak benim için bitmeyecek bir şölen olurdu, diyor. Ama çok geç
karşılaştık biz. Seni gördüğüm günden beri en çok hayıflandığım şey bu.
Gene de geç değil, diyorum. Hiç bir zaman karşılaşmayabilirdik de... İnsan
yaşamını her an yıkıp yeniden kurma yürekliliğini gösterebilmeli. Eğer buna
değeceğine inanıyorsa. Zayıflık göstermemeli. Yalnızca bir kez
yaşıyoruz çünkü ve korkmadan bir çok kez başlayabiliriz.
Çocuklar, diyor, düşün o iki küçük çocuğu o kadına nasıl bırakırım ben.
Onlar her zaman senin çocukların. Öyle kalacaklar.
Terketmeyeceksin onları. Ah, nasıl tutuyor seni Güler güçsüzlüğüyle... Peki
diyelim ki sen ayrılmadın, sürdürdün bu evliliği, bana ne kadar zaman
ayırabilirsin?
Duruma göre tabii. Böyle şeyler önceden saptanamaz ki.
Sinirlenerek üsteliyorum.
Ortalama bir şey söyle, ne kadar birlikte olabiliriz?
Suna bu kendiliğinden gelişecek bir durum. Nasıl bilebilirim şimdiden?
İçinden geçeni söyle, haydi...
Yani, herhalde çok sık olamaz...
Neden?
Herkes duyar; tedirgin oluruz. Özellikle senin açından hoş bir durum olmaz.
Neden benim için hoş olmuyor, kadın olduğum için mi?
Toplumun bu konudaki eğilimlerini biliyorsun...
Peki ya senin açından? Seni kimse kınamaz değil mi? Erkeksin çünkü.
Doğaldır böyle şeyler erkekler için.
Benim için de doğal öyleyse. Kimse umurumda değil benim, hiç kimse! Ben
sana duyduğum sevgiyi savunabilirim sonuna kadar. Ya sen?
Güler ve çocuklar duyacaklar, bu tür bir ilişki uzun süre gizlenemez. Çok
yıpranırız. Gerçekçi ol...
Ama Ayhan varken gizlenebilir öyle mi?
Suna! Bunu demek istemiyorum, biliyorsun. Güler'den, çocuklardan söz
ediyorum. Baba olarak bana duydukları saygıyı yitirirler. Buna dayanamam.
Birden öfkeyle kalkıyorum yanından. Güçlükle, elim ayağım birbirine
dolaşarak giyinmeye çalışıyorum. Aldanmışlık ve nefretle kabarıyor içim.
Senin yaşamında bir fanteziyim ben, diyorum, başka bir değerim yok...
Çok yanılıyorsun, diyor. Benden daha atak olduğunu kabul ediyorum. Zaman
zaman ürkütüyor da bu yanın beni. Ama yaşamıma senden önce karışmış kişilere
duyduğum sorumlulukla sana duyduğum sevgi bambaşka şeyler. Sen bunu hiç bir
zaman anlayamadın ne yazık ki...
Evet, gerçekten çok yazık!
Sesim kırık, çok bitkinim. Eve gitmeden önce kendimi biraz olsun onarmak
zorundayım ama nasıl?
Yaklaşıp kucaklamak istiyor beni. İtiyorum onu yavaşça.
Çok yorgunum, gitmek zorundayım şimdi.
Nolur sakin ol, diyor. Böyle ayrılmayalım. Birbirimize karşı dürüst olmak
zorundayız. Söylediklerim sana söylemek istediklerim değil kesinlikle. Yanlış
anladığını biliyorum. Benim için çok önemlisin Suna. Seni sevmek bana yetiyor
daha çoğunu istemeye hakkım yok...
Bir süre görüşmeyelim. Yaşamımı yeniden düzene koyma fırsatı ver bana Onur.
Sen bu sevgiyi anlayamıyorsun.
Yo, anlıyorum. Beyninin gizli bir bölmesinde kendin için yarattığın bir
sevgi bu yalnızca.
Suna, diyor yakarır gibi, bırak biraz ben yöneteyim her şeyi. Benim
yaşadıklarımı kendine uygun kalıplara sokmaya çalışma artık.
Olur, peki, diyorum hafif bir alayla.
Üzgün, karmakarışık bakıyor yüzüme.
Şu anahtarı al, diyor çıkmadan, senin o.
Hayır, gerek yok.
Gerekebilir al...
Anahtarı çantama atıyor, çıkarıp masaya bırakıyorum.
Telefonun ne zaman bağlanacak? Belki yeni evden arayabilirim seni...
Numarası belli mi? Adres de bırak bana.
Masanın üstündeki bir kağıdın kıyısına adres ve telefon numarası yazıyorum
sessizce.
Nerede olacağımı bilmiyorum. Ama sana beni aramama bahanesi yaratmak
istemediğim için bırakıyorum bunları. Bunun ardına gizlenmeyesin diye.
Telefonum kısa sürede bağlanacak.
Duygusallığın seni körleştiriyor Suna. Bu suçlamalara sessiz kalışım ve
sana gösterdiğim hoşgörü de önem taşımıyor senin için. Beni hor gördüğüne
iyiden iyiye inanıyorum artık.
Seni düşünemeyeceğin kadar çok seviyorum şu anda bile, diyorum. Ama
dindireceğim içimdeki ağrıyı. Sonu yok bu çırpınışın çünkü.
Ağlıyorum yeniden. Ellerimi tutup öpüyor kapı ağzında.
Söylediklerimi unut, diyor, hepsini. Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ne
yaparım seni yitirirsem. Sen de bilemezsin...
Yitik bir ülkede kalmış son canlılar gibi kucaklıyoruz birbirimizi.
Merdivenleri ağır ağır iniyorum.
KANATLAR
Kar başlamış. Mantomun yakasını kaldırıp kaldırım boyunca yürüyorum. Bu
havada, bu saatte taksi bulmak zor olacak. Ayhan'ın dışarıya çıkacağımdan
haberi yok. Geldiğinde beni evde bulamayacak ve eğer gecikirsem içerleyecek.
Niye onun yanına dönüyorum böyle bir akşamda? Bir yerden telefon edip, bu
gece kendi evimde kalmak istediğimi söyleyebilirim. Yalnız kalmalıyım bu
gece. Ama şimdi Ayhan'a eve dönmeyişim için geçerli bir açıklama yapabilecek
güçten yoksunum. Ona yalan söylemek istemiyorum artık. Kuşkulara, kaygılara
kapılsın istemiyorum.
Yere düşer düşmez eriyen, ince, dayanıksız bir kar yağıyor. Bir süre
kaldırımda durup iki yanımdan geçen kalabalığı izliyorum. Karanlık ve bulanık
bir düşteki görüntülere benzer telaşlı insanlar. Güvensizlikler, korkular,
bezginlikler, uyumsuzluklar içinde ağırbaşlılıkla geçip giden insanlar.
Birbirine kapalı yaşamların, suskunlukların, öfkelerin hüküm sürdüğü evlerine
koşuyorlar akşamın içinde.
Bu anlamsız kargaşanın biraz uzağında, onlardan ötede benim için hep aynı
kalacak olan, hiç değişmeyecek bir yüz var. Kafamdaki uğultunun ve içimdeki
bulantının çevremdeki karanlıkla birleştiği bu anda giderek silikleşen bu
yüzün anısı tensel bir acıya dönüşüyor gövdemde. Çok uzun yaşadım, diye
düşünüyorum. Bu gövde daha ne kadar sürüklenecek benimle? Bu dünyada bana
ayrılan süreyi ne zaman dolduracağım?
Trafik ilerlemiyor. Bir sigara yakıp taksinin camını biraz aralıyorum.
Kaza olmuş ilerde, diyor şoför, çekiciler var.
Karın altında stop lambalarının yanıp sönen kırmızı ışıklarına bakıyorum.
Gecenin bu anında, bu arabanın içine kapatılıp terkedilmiş duyuyorum kendimi.
Birlikte olmaktan hoşlandığım, sevdiğim bütün insanları özlüyorum. Onur'dan
önceki ve ondan sonraki günleri, gecelerimi özlüyorum. Bu geceye kadar olan
gecelerimi. Düşköy'de Ayhan'la kumsalda yatıp gökyüzüne baktığımız,
dostlarla zamanı unutarak sabahladığımız, o kalabalıkta Onur'la ince bir
titreşimi içimizde duyarak gizlice bakıştığımız geceleri. Onur'un tek başına
bize geldiği ya da bizim ona gittiğimiz akşamları.
Onur'a gittiğimiz akşamlar, desenlerini önümüze sererdi. Başkaları da
olurdu ama asıl bendim sunduğu bilirdim. Yere, dizlerinin üstüne çöküp
onları koyar toplarken, dizerken önümüze, güzel ellerine akardı içindeki
titreme.
Kendinden öylesine emin, gene de birazcık kaygılı beklerdi yargımı. Onu o
kadar severken zorlu bir sınav olurdu bu bekleyiş benim için. Ama yanıtım hep
aynıydı.
Çok güzel! Usulca söylerdim bunu, duyulur duyulmaz, büyülenmiş, şaşkın. Çok
güzel... Duyardı. Belli belirsiz gülümserdi, yalnızca benim görebileceğim
gibi.
İnsanlar içinde bir o kusursuz, bir tek o katıksız sevilmeye değer olurdu o
anda. Onda görünenden daha çoğuna sahip bir o var olurdu. Yarattıklarıyla
onun yaşayan yanını birbirine karıştırırdım ve hemen oracıkta, elinden çıkan
bu benzersiz resimler üstünde ona karışıvermek isterdim. Onca çoğalmış ona ki
bu duygu cinsellik boyutunu bütünüyle aşmış bir bütünlenme isteği olurdu
artık.
Onu en çok, en yoğun özlediğim akşamlardı onlar. Ona bakardım, o olurdum ve
oracıkta ölmek isterdim birden.
Sonra zamanın silindiği o noktadan, sesler, ışıklar ve içki bardaklarıyla
kopup içimi çekerdim gizlice, mutsuz ve ölesiye yorgun.
Biz gittikten sonra ne yapardı o evde? Uyuyamazdı. Oturur kağıtlar
karalardı. Yüksek bir tepeye çıkar, kollarını kapkara kanatlar olarak yukarı
kaldırırdı. Bana dokunamamanın acısıyla yeryüzünü tüketmeye çalışır,
sonra delice bir istekle yeniden yaratmayı denerdi kendince. Bir kağıdın
kıyısına iki satır yazardı. `Ellerim titriyor,' diye yazardı. `Senin için var
olduğuna inandığım ellerim. Bunca yakınımda durduğunda bile sana uzanamayan
ellerim.' Tepelere tırmanır kana boyardı ayak ucundaki atlıları. Bayraklarla,
mızraklarla saldıran o hainleri. Kendininkine eş kanatlar takardı omuzlarıma
ve yanına alırdı beni. Kanatlarımızın gölgesini dünyaya düşürür, esenlikler
içinde aşağılara bakardık.
Niye bu kadar uzak bütün bu akşamlar benden, bizden şimdi? Niye
kanatlarımız kırık? Kendi kendimize neler yaptık, neden?
Bize neler yaptılar böyle? Neden ama neden?
Fasulye pişirmiş Ayhan. Erken gelmiş olmalı. Sofra hazır, beni bekliyor.
Nerelerdesin sen?
Sesi kaygılı, kendini denetlemek için çaba harcıyor.
Sıkıldım, dışarı çıktım.
Mutfak kapısında durup ona bakıyorum. Salata tabağını musluğun yanından
öteye itiyor çabucak, bana belli etmemeye çalışarak. Birden sevgiyle doluyor
içim.
Gidip sarılıyorum ona arkasından, ensesini öpüyorum.
Onu tanıyorum, bir zamanlar sevdiğim ve nice zamandır birlikte yaşadığım
adam o. Onunla duyduğum güvenlik ve dinginliği gereksiniyorum artık. Ama şu
anda ona duyduğum sevgi parçalanmış bir düşün acısıdır belki de.
Bundan böyle daha büyük bir pişmanlık ve bağlılıkla seveceğim onu. Özveri
ve kırıklıkla.
Geriye veriyor gövdesini. Bir çocuğun içten şaşkınlığıyla ama gene de
okşanmaya yatkınlığıyla. Onu boğulmakta olduğum bir suyun içinde kucaklar
gibi kucaklıyorum.
Bırakıyor beni. Salataya yağ koyuyor.
İş buldum Ayhan. Hafta başında başlayacağım.
Ne işi?
Dert anası olacağım gazetede...
Ha, şu. Sözetmiştin. Yapamazsın sen o işi Suna. Hiç başlama.
Neden?
Yapamazsın biliyorum. Saçma bir şey bu. Okuyup güldüğün şeyler...
Deneyeceğim.
Eh, peki dene bakalım.
Niye benim hevesimi kırıyorsun?
Hevesli olduğunu sanmıyorum. Sen benden, bu evden kurtulmak için rastgele
bir işe razı oluyorsun, o kadar.
Böyle yorumlama, üzülüyorum. Ayrıca doğru değil bu düşüncen.
Çok canım sıkılıyor Suna. Duruşmam vardı bugün. Altı yıl mahkumiyet
kararı verildi.
Öylece kalıyorum.
Şu başyazıdan mı?
Evet, yüzkırkbir yüzkırkikiye soktular.
Ama daha yargıtaya gidecek öyle değil mi? Bozulur, olamaz bu. Kesinlikle
bozulacak göreceksin...
Emin değilim, bu ortamda çok zor. Kararlar yukardan yönlendiriliyor.
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sofraya oturuyoruz.
Nasıl avutabilirim onu?
Çeviri için de en az yarısı kadar bekliyor avukat, diyor. Neyse boşver.
Boş yere sıkılıyorsun Ayhan. Bütün bunlar gözdağı, biliyorsun...
Bu kadar basit değil. Tabii seninle durumumuz açıklığa kavuşmuş olsa daha
güçlü olurdum. Koymazdı bunlar bana.
Çatal elimde bekliyorum.
Zor günler yaşadık, diyorum sonra. Koptuk birbirimizden. Ama seninle olmak
istiyorum ve bunun için elimden geleni yapacağım.
Hiç zamanımız yokmuş gibi yaşıyorum ben ve sende hiç bir gayret görmüyorum.
Geç kaldığım için mi söylüyorsun bunları? İş peşindeydim görüyorsun! Bu
kente iki damla yağmur düştüğünde bile trafik nasıl olur bilmiyor musun? Kar
yağıyor dışarıda.
Bırak bunları. Açık ol bana karşı. Ayrıca o işi almanı da istemiyorum.
Yakıştıramıyorum sana. Gerekirse ben sana daha iyi bir iş bulurum.
Çok zor bu. Hem söz verdim.
Başkalarına verdiğin sözleri tutma konusunda çok duyarlısın ama bana
gelince nedense...
Ayhan ne olur! Çok yorgunum...
Öyle mi? Nedir seni bu kadar yoran acaba? Ben senden daha yorgunum.
Sofradan kalkıyorum birden. Ayakta öylece bakıyorum ona, boş gözlerle.
Otur yerine, diyor.
Tartışmak istemiyorum.
Tartışmak zorundayız. Tartışalım ve kendine çeki düzen ver artık.
Ne yapıyorum ben sana!
On gündür bu evdesin ve hiç bir şey yapmıyorsun.
Niye döndün söylesene, ben tam kendimi toparlamaya çalışırken niye yeniden
beni alt üst etmek istedin?
Tabağımı mutfağa götürüp bırakıyorum. Korkuyorum ondan. Niye konuşamıyoruz?
Neden her başlangıç tartışmaya dönüşüyor hemen? Birbirimize zorla bağlanmaya
çalışarak ne umuyoruz? Bu gece buraya gelmemeliydim. Hayır gelmeliydim.
Masanın yanıbaşında durup ona bakıyorum.
Sanki birbirimizi yok etmeye çalışıyoruz, diyorum.
Bu akşam çok umutsuz olduğunu biliyorum ve senin için kaygılanıyorum. Ama
bu umutsuzluğa yenilmek istemiyorum ben. Güçlü ol Ayhan...
Seni incitmek istemiyorum, diyor. Senin benimle birlikte olduğunu, bana
sahip çıkıp desteklediğini bilmek istiyorum. Seni neşelendirmek, sana
dokunmak, senin gereksindiğin insan olmak istiyorum. Beni dayanıklı
sanıyorsun ama değilim. Hiç bir erkek, kadınların sandığı kadar dayanıklı ve
güçlü değildir.
Biliyorum...
Yıkadığım tabakları ona uzatıyorum, suyun altında gezdirip süzgece diziyor
özenle. Bir sıcaklık var mutfağın havasında elle tutulur bir yumuşaklık,
dinginlik. Bir geçmişim var onunla, bu bile yeter belki sürdürmek
için.
Bana biraz daha zaman vermelisin, diyorum. Üstüme varma. Sabırlı ol. Kendi
kendimi yenmeye çalışıyorum.
Ben senin bana boyuneğmeni kesinlikle istemem. Çok tatsız olur böylesi bir
birliktelik, diyor. Bana yaklaşmanı bekliyorum ve bekleyeceğim.
TV'nin karşısına oturuyoruz. Paşa konuşuyor yine.
Ayhan hemen gidip kapatıyor. Radyoyu açıyor. Ne konuşacağız şimdi? Ne kadar
yorgunum. Dura dura, anımsamaya çalışarak bugünkü duruşmayı anlatıyor bana.
Dinlemeye çalışıyorum. Ama Onur'un kapı ağzındaki yüzü bir perde oluşturuyor
onunla aramda.
Yatağıma uzanıyorum. Onur'un yalnızca benim duyabileceğim kokusu geliyor
burnuma. Üstüme sinmiş olmalı. İncinmeyle sarsılarak onunla geçirdiğim
öğleden sonrayı yeniden görüntülüyor belleğim. Bana yabancılaşmış gövdem
yeniden somutlaşıyor. İçim burkularak gerilere kayarken bir kadın kahkahası,
ardından bir çocuk çığlığı duyuyorum üst katlardan birinden. Gecenin
sesleri....
Uzak bir gecede, kalabalık bir grupla Onur'un evinde yemek yedikten ve
uzayan bir sohbeti zorla bitirdikten sonra eve dönüyoruz Ayhan'la.
Bir şarkı mırıldanıyor, ona katılamıyorum her zamankinin tersine,
durgunum. Susuyor birden. Sessizce sürüyor arabayı boşalmış caddelerde.
Arada kaçamak bana bakıyor. Tedirgin onu kolluyorum ben de.
Nasılsın? diye soruyor birden.
İyiyim, diyorum sorusuna şaşırmış gibi. Ne oldu ki?
Hiç, sinirliydin bütün gece, kim bir şey söylese tersini savunuyordun.
Farkında değilim...
Değildin, evet.
Hep aynı insanlarla aynı şeyleri konuşuyoruz.
Ya ne konuşalım?
Bilmiyorum.
Yatmadan önce mutfakta soda içen Ayhan'a birer kadeh daha içmeyi
öneriyorum. Ona anlatmak zorundayım. Tek başıma taşıyamayacağım artık bu
ağırlığı. Bilmesi, beni tutması gerek.
Seninle konuşmak istiyorum Ayhan.
Neyi? diye soruyor önemsemeden, ne oldu?
Heyecanla dolaptan iki kadeh ve konyak şişesini çıkarıyorum. Ne olduğunu
anlamaya çalışır gibi bakıyor bana.
Sen pek böyle şeyler yapmazsın bu saatte ama, diye dudak büküyor, söyle
bakalım ne var?
Nereden başlamalı, nasıl bir başlangıç yapmalıyım?
Nasıl anlatılır böyle bir şey. Birdenbire söylenemez yavaşca, alıştıra
alıştıra söylemeliyim.
Ayhan ben aşık oldum...
Bardağı elinde öyle kalakalıyor. İyi duymamış ya da anlayamamış gibi
bakıyor bana. Çok birdenbire oldu.
Galiba aşık oldum.
Elindeki kadeh çok ağır geliyormuş gibi bırakıveriyor masaya.
Kime?
Onur'la aramızda korkunç bir gerilim var...
İnanmazlıkla bakmayı sürdürüyor. Yorgun ve yaşlanmış görünüyor gözüme
birden. Hafifçe, acı çekiyormuş gibi gülümsüyor. Yüzünün rengi atmış, panik
içinde ama yürekli olmaya çalışarak kayıtsızmış görünmek istiyor.
Demek aşık oldun; diyor. Onur'a, şu bizim Onur'a... Ama...
Bir an susuyor, bocalıyor. Ne yapacağına, bana ne söyleyeceğine karar
vermeye uğraşır gibi. Sonra soluğunu koyveriyor.
Emin misin? İnsan yanılabilir. Çok hoş biri olduğunu kabul ediyorum, tabii
kadınlar hoşlanırlar ondan...
Durum bundan daha tehlikeli görünüyor Ayhan. Sana söylemeden önce tarttım
kendimi, geçiştirmeye çalıştım inan.
İyice sarsıldığını görüyorum. Yoksa söylememeli miydim ona?
Demek çok ciddi ha!
Birden kucaklıyor beni, sıkı sıkı sarılıyor elinden kaçırmaktan korkarmış
gibi, sevecenlikle.
Ah zavallı karıcığım benim!
Böyle bir şeyi kiminle bölüşebilirim ki, diyorum.
Kim yardım edebilir bana senden başka bilmiyorum. Sen benim en yakın
dostumsun.
Gidip kanepeye oturuyoruz yanyana.
O da sana aşık mı, söyledi mi, konuştunuz mu bunu açıkça, diye soruyor
merakla ve öyle olmasın isteyerek.
Konuşmaya gerek yok ki, ortada çok somut bir durum var. İkimiz de yaşıyoruz
bunu. Giderek yoğunlaşıyor bu duygu bende üstelik.
Nasıl yani, ne duyuyorsun ona?
Ayhan... İlk kez aşık olmuyorum ki,.. Aşk işte.
Bir süre susup düşünüyor. Sonra elimi avucuna alıyor, sıkıyor.
E, ne yapacağız şimdi? diye soruyor umarsızca.
Bilmiyorum, hiç bilmiyorum. Korkuyorum.
Kalkıp radyoyu açıyor, yayın bitmiş. Salonda bir kaç adım atıyor. Şaşkın,
evet, o da korkuyor olmalı. Yeniden yanıma geliyor, kanepenin ucuna ilişip
yüzümü avuçlarının içine alıyor.
Korkma, diyor, biz bunu birlikte çözeriz. Yardım ederim sana.
Yüzümü öpüyor, saçlarımı okşayıp düzeltiyor eliyle.
Minnetle sarılıyorum ona.
Yaşanacak kaç yılım kalmışsa tümünü seninle tüketmek istiyorum Ayhan.
Başını dizime koyup uzanıyor. Dalgın, yorgun, düşünceler içinde bir süre
yatıyor.
Ben de seviyorum onu, diyor neden sonra. Biliyorsun ne kadar sevdiğimi.
Keşke size, bir süre birlikte olun, dilediğinizce davranın, durulana, bitene
kadar diyebilsem. Ama bu toplumda ne kadar zor.
Kanepede sabahlıyoruz. Ardarda sigara içerek, uykusuz, bitkin. Birbirimizin
dizinde, kucağında. Nice zamandır belki de ilk kez yakınız böylesine.
Eğer birlikte olursanız, diyor bir ara, çok uzun sürer. Anlıyorsun değil mi?
Yalnız kalmamaya çalışın. Yatmadınız herhalde...
Hayır Ayhan.
Bu olasılık birdenbire aklına gelmiş gibi korkuyla doğruluyor yerinde.
Böyle bir şey olursa dayanamam Suna. Seni onunla bölüşemem. Biliyorsun bu
konuda çok duyarlıyım. Anlattım sana Havva yüzünden çektiğim acıyı...
Ama az önce toplum baskısı olmasa birlikte olun, durulun derdim size diye
düşünüyordun...
Yo, duygusal olarak kabul edemem bunu. Düşünce doğru olabilir belki ama...
Söz ver bana, onunla olmayacaksın...
Elimden geleni yapıyorum ve yapacağım Ayhan.
Başını ellerinin arasına alıyor ağır geliyormuş, taşıyamıyormuş gibi.
Bu işi bitirmelisin. Ama eğer o zamana kadar bir şey olursa sakın bana
söyleme! Söyleme tamam mı? Buna katlanamam, kesinlikle katlanamam.
Durumu yeni kavramış olduğunu anlıyorum. Önce bir oyun gibi geldi ona
söylediğim şey. Şimdiyse bu yakınlığın varabileceği yeri görüyor.
Yatıştırmak için kucaklıyorum onu. Bana bırakıyor kendini uysallıkla. Güçlü,
kendinden emin adamı oynadığını ancak anlayabilmiş olmalı.
Söz ver bana, diyor yalvarır gibi.
Peki, olmayacak, söz veriyorum.
Ne yapacağız şimdi? diye soruyor yeniden, gerçek bir kaygıyla.
Susuyorum.
Onu bize çağır bir gece, diyor, iyi bir çözüm bulmuş gibi coşkuyla.
Birlikte konuşalım bu konuyu... Ya da ben ararım. Yok hayır, sen söyle...
Huzursuz, tetikte, kararsızlık dolu bir kaç gün geçiriyoruz Ayhan'la.
Onunla birlikteyken, küçümsediğim, yadsıdığım, gelip geçici bir duygu
olduğundan kuşku duymadığım bir şeymiş gibi sözediyorum Onur'la yakınlığımdan.
Gerçekten de Onur'la uzun süre, bir ömür boyu yaşama istek ve düşüncesine
hiç yer vermiyorum içimde.
Böyle bir birlikteliğin bana getireceği acı, yoksunluk ve zorlukları
görebilmem, kendiliğinden onunla olma isteğimi geriye itiyor. Ama bundan
başka bir çok nedenden ötürü de iyi biliyorum ki biz birlikte olamayız.
Onur'a Ayhan'la konuştuğumu söylediğimde önce çok yadırgıyor bunu.
Aldatılmışlık duygusuna benzer bir etkilenmeyle sarsılıyor, tepki gösteriyor
ama gene de birlikte konuyu tartışma önerimizi geri çevirmiyor.
O akşam üçümüz bizim evdeki yuvarlak masanın başına oturduğumuzda her şey
her zamanki gibi görünüyor gözüme bir an. En küçük bir çekingenlik, sakınma
yok sanki aramızda. Ayhan'la Onur, ben aralarına üzerinde pazarlık yapılacak
biri olarak oturmamışım gibi, bu geceden önceki içtenlik ve yakınlıkla
şakalaşıp konuşuyorlar uzunca bir süre. Öyle ki bir ara, hiç bir aksaklık
yok işte, hepsi geçti, kapandı, biz eski halimize dönüverdik yanılsamasına
düşüyorum. Oysa her birimiz konuşmak üzere bir araya gelmiş olduğumuz konunun
kendiliğinden, bir an önce açılmasını bekler durumdayız. Ben her ikisine de
bir konuşmayı izleme ve sürdürme yeteneklerimi birdenbire yitirmişim gibi,
taşkın bir heyecanla bakıyorum aralıksız. Onur konuyu Ayhan'ın açmasını
bekliyor doğal olarak. Ayhan ise benim devreye girmemden yana görünüyor. Ama
zaman ilerliyor ve arada işin kendisine düştüğünü kavrıyor. Heyecanlanıyor
birden, kendine güveniyle her zamanki rahatlığı yok oluyor sanki. Bekliyor,
tedirgin bize bakıyor.
E, Onur, neler oluyor anlatsana, diyor, kaçamak bir tavırla.
Ne anlatmamı istiyorsun? diye soruyor Onur gülümseyerek.
Konunun değiştiğinin farkında ama bilmezlikten geliyor besbelli.
Serüven yaşama hevesi değil bu sanırım, diyor Ayhan.
Neden söz ediyorsun? diyor Onur gizlenmeyi yeğleyerek. Konuşulacak olanın
adı baştan konsun istiyor olmalı.
Kaçınılmazlıkla konuşuyormuş gibi durgun ama çocuksu bir saflıkla apacık,
gülümsüyor Ayhan.
Suna aranızda duygusal bir yakınlaşma olduğundan söz etti bana. Şunu bilmek
istiyorum, karşılıklı mı bu duygusallık?
Onur bana bakıyor yardım istermiş gibi. Başımı tabağıma eğiyorum.
Söylemek zorundayım Ayhan, diyor bir an sonra, özür diler gibi. Yalnızca
seni üzmemek için bile olsa olmasın isterdim ya da başka biri olsun dilerdim
ama insanın bu konuda seçme şansı olmuyor. Doğrusunu söyleyeyim, çok direndim
kendime.
Duymak istediği bu değilmiş gibi sarsıldığını görüyorum Ayhan'ın. Rengi
sararıyor, bunları söyleyebilmesine şaşmışcasına bakıyor Onur'a. Demek daha
çok benim kendi kendime yarattığım bir kuruntu gözüyle bakıyordu soruna. Ama
belki de gerçek bu bile olsa Onur'un bunu ona kendi evinde açıkça
söyleyemeyeceğini umuyordu. Böylece Onur benim gözümden düşecek, korkak
bir sünepe durumuna girecekti. Umutsuzca bardağına uzanıyor Ayhan. Korkuyla
bekliyorum.
Anlıyorum, diyor, kısaca.
Suna'ya çok değer veriyorum, diyor Onur sözü yarım kalmış gibi. Biliyorum,
çok talihsiz bir sevgi bu ama kesinlikle sana yönelmiş bir kötülük olarak
algılamanı istemem. Seni de en az onun kadar seviyorum çünkü.
Dürüstlüğün için teşekkür ederim, diyor Ayhan zayıf bir sesle. Yalnız
unutmaman gereken bir şey var. Suna benim karım. Dört yıldır birlikteyim
onunla ve çok mutluyum. Onu seviyorum, kaybetmek istemiyorum.
Onu senden almayı hiç düşünmedim Ayhan. Böyle bir şeye hakkım olmadığını
biliyorum. Sana onun için taşıdığım duygudan söz ediyordum yalnızca...
Sorduğun için söyledim bunu ayrıca. Yalan söyleyemezdim sana.
İçinizde en zor durumda olan benim, diyorum. Ben ikinizi de seviyorum.
Şu anda konuştuğumuz ve bundan sonra konuşacağımız hiç bir şey bizim
durumumuza açıklık getirmeyecek gibi görünüyor, diyor Ayhan.
Haklısın, diyorum, hepsi boşuna olur.
Ama sanırım bir seçim yapmak zorunda kalacaksın Suna, diyor, Ayhan bana
dönerek. Böyle sürdüremeyiz.
Ben bu seçimi yaptım ve seninle yaşamak istediğimi söyledim sana. Onur
benim için bir şok şimdi. Yenildiğim, kaçmak isteyip de beceremediğim bir
gerçek. İnan bana, çoğu kez başıma gelmiş bir felaket gibi yaşıyorum
bu duyguyu. Kötü bir hastalığa yakalanmışım, ağır bir kaza geçirmişim de bir
yerlerimi kırmışım gibi. Bu yüzden yardım istedim senden zaten...
Her şeyden önce dostuz biz ve birbirimizi seviyoruz, diyor Ayhan. Sofradaki
ağır havayı gidermek istercesine. Öyleyse siz ikiniz bu acıklı duygusallığı
yenebilir daha köklü, daha yakın bir dostluğa dönüştürebilirsiniz.
Ben de yardım edeceğim size. Üçümüz öncekinden daha sıcak bir ilişki içinde
olabiliriz. Neden olmasın ki...
Olabilir tabii, diyor Onur rahatlamış gibi coşkuyla.
Gözlerim doluyor.
Bardaklarımızı inançla kaldırıp birbirine vuruyoruz.
Çok yükseklerden dünyaya, dünyanın haline bakıyoruz. Kurallarla,
önyargılarla, yasaklarla dolu kirlenmiş bir dünyaya. Kanatlarımız kocaman,
gergin, pırıl pırıl.
Bir bardak su almak için kalkıp mutfağa gidiyorum.
Ayhan yatmamış hala. Salonda kanepede uzanmış dizi film izliyor. Gidip ayak
ucuna oturuyorum.
Uyuyamadın mı? diye soruyor.
Hayır, hiç uykum yok.
Benim de öyle.
Birer kadeh bir şey içelim mi?
Olabilir.
Ne istersin?
Herhangi bir şey...
İçki çıkarıyor dolaptan. Onu beklerken gözüm karşımdaki duvarda asılı
resme dalıyor. İki yıl önceki yılbaşında Onur'un bana armağan ettiği tablo
bu. Yeni evime taşınırken onu bana vermedi Ayhan. Salt o resim yüzünden
burada kalayım gitmeyeyim istedi. Bunun beni durdurabileceğini umdu belki de.
Eksik yanımdı Onur benim, yarım kalmış yarım. Onunla bütünleniyordum.
Anlatmak istediklerini başka bir dilden anlatan elleriyle. Bana
anlatamadıklarını biçime döküşündeki o dizginlenmez coşku bulaşıcı bir
hastalık gibi kanıma karışırdı onun resimlerine bakarken.
Onlar sözcüklerin tanımlamaya yetmediği yerde yeniden yaratırlardı sevgiyi.
Onur'un duyarlığı, aklı, yüreği yeniden yaratırdı beni.
Tedirgin bir grinin, şaşırtıcı bir beyazın, ürkütücü sarıların ve kuşku
dolu kırmızıların dili ondaydı. Bense durmadan ve tutkuyla o çapraşık dili
çözmeye çalıştım.
Sıradan sözcüklerle, yavan alışılmış dilimle peşisıra gittim yorgun argın.
Onun resimlerine bakarken hızlanırdı yüreğim.
İçimde bir ayaklanma olurdu. Bir tel incecik ses verirdi, bir ağaç
yapraklarını dökerdi. Mor bir çiçek açılırdı vaktinden önce. Gökyüzü renk
değiştirirdi. Kelebekler ellerime konar, avuçlarım sıcacık olurdu.
O aykırı, yönsüz yordamsız gibi çılgın, öfkeyle dolanıp da ansızın bir
yerlerde duruluveren, bir büyük boşluğun ayakucunda ya da bir yeşilin akıl
almaz bir incelikle kırılıverdiği noktada düğümlenip dağılıveren çizgiler
karmaşasında yolumu izimi yitirirdim.
İşte orada, tam o noktada her şey hüzün dolu bir sızıyla ona doğru iterdi
beni. Öncesiz sonrasız o olurdum. Ben onu asıl bunun için severdim en çok.
Bu yüzden seviyordum. O benim gereksindiğim acı, özlediğim mutsuzluk,
uzlaşmazlık, onulmaz can sıkıntımdı. Kırılganlığım, öfkem, hoyratlığımdı.
Ayhan bardağımı elime veriyor.
Sen olmasaydın çekip gitmeye çalışırdım buralardan, diyor.
Nereye?
Bilmiyorum. Akılcı bir kurtuluş yolu arıyorum kendim için ama bulamıyorum.
Bu karar kesinleşirse büsbütün felç olacağım her bakımdan.
Ama daha kesinleşmedi. Uzun sürüyor yargıtaydan çıkması hem. Düşünme şimdi,
oluruna bırak: Biliyorsun her an her şey değişebilir bu ülkede.
Çok zor. Kısa sürecek bir dönem olmayacak bu.
Üstesinden gelinir. Ben yanında olacağım.
Bundan emin misin gerçekten? Öyle huzursuzsun ki bu evde.
Yüzüme bakıyor dikkatle. Konuştuğumuz şeylerin çok dışında bir yerlerdeymiş
gibi. Acısını dindirmek ister gibi gövdemi ona yaslıyorum. Kayıtsız kalıyor.
Suna bugün neredeydin? diye soruyor birdenbire.
Geriye çekiyorum kendimi çabucak. Gene yenildi kuşkularına.
Söyledim ya, Cağaloğlu'na, gazeteye gidip Cengiz Bey'le görüştüm.
En çok bir saat sürer bu. Sonra ne yaptın? Bugün saat onikide eve geldim,
evde yoktun. Duruşmadan çıkmıştım, çok bitkindim. Seninle bölüşmek
istiyordum sıkıntımı. Belki birlikte bir şeyler yaparız, bir yerlere gideriz,
diye düşünüyordum. Ama sen gecenin sekizbuçuğunda eve geldin ancak.
Bilseydim, beklerdim. Bana bugün duruşman olduğunu söylemedin ki.
Hiç bir şey sormuyorsun ki. Senin ilgi alanının çok dışındayım ben.
Gazeteden çıktıktan sonra sağa sola uğradım. Eski arkadaşları filan gördüm.
Belki daha iyi bir iş olanağı çıkar diye soruşturuyorum.
Doğruyu söylemediğin yüzünden belli oluyor. Yalan söylemeyi beceremezsin
sen pek.
Öğrenmek istediğin ne Ayhan, açık konuş.
Sen bugün Onur'la buluştun!
Hayır. Nerden çıkarıyorsun bunu... Onur'u aylardır görmüyorum. Gene mi
beni izlemeye başladın? Beni bu eve kapatmak mı istiyorsun?
Nerede olduğunu bilmek istiyorum.
Söyledim sana! Bırak bu sorguları artık. Bu yüzden birbirimizi yedik,
bırak artık...
Çok bencilsin Suna...
Bencilim, kötüyüm, neden beni seviyorsun hala?
Sevip sevmediğimi bilmiyorum artık. Beni çağırdığında gelip seni aldım,
değişeceğini umuyordum çünkü. Ama sen kendi açmazlarınla beni de hasta
ediyorsun. Elimi kolumu bağlıyorsun...
Durmadan değişmeye çalışmaktan bıktım usandım artık Ayhan. Ya beni olduğum
gibi kabul et, ya da bırak gideyim. Sana ayakbağı olmak istemiyorum.
Sanki burda mısın ki! Aklın fikrin o serseri Onur'da...
Onur'u gene mi sokuyorsun aramıza?
Zaten hep aramızda.
Yarın evime gideyim ben Ayhan. Bir kaç gün orda kalayım.
İstiyorsan git. Burada bana katlanarak yaşamanı ben de istemem.
Aslında gitmek istemiyorum. Uzlaşalım istiyorum.
Bunu gerçekten istediğine inanmıyorum Suna. Şaşkının birisin o kadar!
Benden kurtulmak istiyorsun sen. Gitmemi istiyorsun!
Odama girip kapıyı çarpıyorum. Sigara kokuyor içerisi. Camı açıyorum. Bir
damar seğiriyor şakağımda. Yüzümü soğuk havaya tutuyorum. Kar durmuş,
tutmamış yerler. Yarın gideceğim bu evden ve bir daha kesinlikle
dönmeyeceğim. Belki de hemen şimdi gitsem daha iyi olacak. Bir taksi çağırır
giderim: Ama korkuyorum ondan. Engel olmaya çalışabilir. Söyledikleriyle
yaptıkları birbirini tutmuyor artık. Olay çıkarabilir. Her dakika değişiyor
ve onun bu karmakarışık ruh haline ayak uyduramıyorum. Ben de aynı durumdayım
üstelik. Buraya dönmem bağışlanmaz bir aptallıktı. Bu çürümüş evliliği
yeniden diriltmek istek ve iyimserliğine bir an bile olsa nasıl kapıldım? On
gün bile dayanamadık birbirimize işte!
Yatağımın üstüne oturuyorum ve sokak kapısının çarpılarak kapandığını
duyuyorum. Ayhan dışarıya çıkmış olmalı. Sinirlerini yatıştırmak için biraz
dolaşacak ya da sigarası bitti alıp gelecek. Kalkıp içki dolabına gidiyorum
ve yeniden dolduruyorum bardağımı. Bu evde bir sığıntıyım ben artık. Gizlice
Ayhan'ın içkisinden içiyorum. Burası benim evim değil. Burda sessizce acı
çekmek hakkım bile yok. Dayanılmaz bir öğle sonundan sonra korkunç bir
gecenin içindeyim. Her yanım zonkluyor.
Ağırca içiyorum içkimi: Camı kapatıp yatağa uzanıyorum. Bugün kanatlarımı
koparıp attılar. Kanatlarımı da, yitirdim. Ne Onur, ne Ayhan ne de kanatlarım
var artık... Ufalanıp salt sessizlik haline gireceğim az sonra.
Kendi bedeninden kurtulmuş, kendisinden kopmuş, edilgin, durgun bir nesne
olacağım.
Bundan böyle kimseyi sevmeyeceğim. Hiç bir erkek dokunamayacak bana.
Sakınmanın ve esirgenmenin ne olduğunu öğreneceğim.
Belleğim hızla birbirinin üzerine kapanan resimlere açılıyor. Onur'la
atölyede ilk kez birlikte olduğumuz yaz gününü anımsıyorum.
Atölyenin merdivenlerini çıkıyoruz birlikte. İlk kez geliyorum buraya. Yeni
resimlerini göreceğim Onur'un. Rekla'da yaz durgunluğu var. Kimseye görünmeden çıktık birlikte.
Onbeş yirmi gün önce üçümüzün birlikte olduğu o akşamdan sonra ne değişti
aramızda? Hiç. Zaten yakın, köklü bir dostluğumuz yok muydu bizim? Suç
ortaklığımıza uzaktan da olsa yeni biri katıldı yalnızca. Ayhan.
Onun ötesinde değişen bir şey yok. Yaşadığımız özlem
dolu istek ürkütüyor ikimizi de hala. Ayhan'ın varlığı yok
etmiyor bunu. Ürküyoruz gene ve birlikte olabileceğimiz
o eşsiz anı ertelemek, geciktirmek, şimdilik becerebildiğimizce kaçınmak
istiyoruz bundan. Böylece bir gün kendiliğinden erir, yok olur bu istek diye
umuyoruz belki de. Oysa direndikçe yükseliyor beden ısımızı ölçen ısıölçer.
Neredeyse patlama noktasındayız. Onur çekingenlikle bana bırakıyor kendini.
Bu ilişkide yöneten; yönlendiren benim bir bakıma. Ayhan'a verdiğim sözler
yüzünden yakınlığımızın dozunu, biçimini, boyutlarını saptamayı ben
üstlenmişim sanki.
Önce evi gezdiriyor bana. Salonu atölye olarak düzenlemiş. Eski tablolarını
da evden buraya taşımış. Resim gereçleri, boş tualler yerleştirmiş oraya
buraya. Arka odadaki tek kişilik ama genişçe yatağı Tarık bırakmış
ona. Çalışmasının uzun sürdüğü akşamlar burada kalacağını söylüyor. Yataktan
başka pencere önünde bir etajer, küçük bir giysi dolabı ve Onur'un getirdiği
bir çalışma masası var içerde.
Yalnız yaşayan erkeklerin evlerine özgü o giz dolu çekicilik başımı
döndürüyor. Bu evde sürekli olarak yaşayan bir kadın yok. Bu düzen bir
erkeğin düzeni. Tek başına yaşayan erkeklerin düzeni nedense ilginç ve
şaşırtıcıdır kadınlar için. Daha çok pislik, düzensizlik ve sefaletle
karşılaşmayı umarlar böyle durumlarda. Bir kadın tarafından kurtarılıncaya
kadar zavallı, acizlik dolu yaşamlarını sürdüreceklerine inanırlar
erkeklerin. Onlarla ilgilenecek bir kadın olmalıdır kesinlikle. Hemen işe
girişme isteği duyarlar güçlü bir biçimde. Bir kadına gereksinme duymayan bu
adamı yola getirmek, ona kendisiyle birlikte sahibolacağı rahatlıkları
gösterip kanıtlamak için deli olurlar. Nasıl yaşar bu adam burada? Bu
yatakta kimlerle sevişir, geceleri nasıl vakit geçirir, yemeğini nerde yer,
kirlilerini ne yapar? Gizlerle dolu bir yaşamı olan olağanüstü bir yaratıktır
çünkü o. Bir kadına tutunmadan yaşamayı deniyor öyle mi, eh görür bakalım
bundan sonra. Sıradan bir kadın için sevdiği erkeğin evine gitmek beklenmedik
bir tuzağa dönüşür böylece işte. Bir zamanlar bu tuzağa ben de düştüm
kuşkusuz. İlk kocamı teneke karyolalı o berbat yerden kurtarıp, çiçeklerle,
iğne oyası sehpa örtüleriyle, çiçekli perdeler, tertemiz sofra örtüleri,
lavanta çiçeği kokan çamaşırlarla şaşırttığım küçük bir eve götürdüm. Bütün
bu düzenek ve düzenler içinde saltanat sandığım bir esaretle oyalandım
durdum yıllarca.
Burada ise dağınıklık gibi görünen herşeyde bile belli bir düzen hüküm
sürüyor. Burası Onur'un evi değil biliyorum ama gene de ona ait bir yer.
Onun kişiliğini yansıtıyor her eşya, her türlü gereç.
Yatak odasındaki dolabın kapağına büyükçe bir fotoğrafını yapıştırmış.
Apansız karşılaşıyorum bu alabildiğine çekici göründüğü siyah-beyaz
portreyle ve hemen vuruluyorum o adama. Dönüp arkamda duran Onur'a
bakıyorum. Evet, işte bu o. Üzerine uzun zaman düşler kurulabilecek, onca
özlendiğinde bir araya gelindiğinde...
Ağırlığımın yok olduğunu, ayaklarımın yerden kesildiğini biliyorum
yalnızca. Sonra her şey düşlere özgü bir gerçeklikle, düş olduğu bilinerek
ve uyanıvermekten çok korkularak yaşanıyor.
Kendi bedenimden ayrı, bir başkası olmayan ama bir başka ben, benim
karşıtım olan bir benmiş gibi yadırgamadan kabullendiğim biriyle sevişiyorum
ilk kez. İnanılmaz bir ten uyumuyla, en küçük bir yabancılık, aykırı
bir koku, tat, ses duyumsamadan.
Nice sonra bundan böyle beklediğim hiç bir şey kalmamış gibi uyanıyorum bu
harika düşten. O zaman bu yakınlığın bir oyun değil, hayır, bunun bir
insanın yaşamında yüz yılda bir yakalanabilecek bir uyum olduğunu
ve bu şansın bana bağışlandığını anlıyorum. Ne kadar sürerse sürsün, ne
olursa olsun bu uyumun kendi başlangıç ve bitiş süreci içinde kayıtsız
koşulsuz yer alacağımı da.
Pencereden akşam güneşinin tatlı kızıllığı doluyor odaya. O güne dek
görülmemiş bir gökkuşağının altında birlikteyiz. Soluğu ışığı renklere
ayırıyor. Birbirinin üzerine atılmış bacaklarımız, kımıldayan soluk alan,
savrulan ellerimiz, unutmanın, evrenin dışına düşmenin kıvrımları içindeki
bedenlerimiz, içimizde olup bitenleri birbirine aktarıyor. Elini göğsüme
bastırıp kokumu içine çekiyor, tenimi saran ürpertiyi kendine taşıyor
çabucak. Duyarlı avuçları, sihirli parmakları çizgilerimi yepyeni
biçimlere dönüştürüyor ustalıkla. Kendimi tanıyıp biliyorum. Ondan
yoksun geçirmiş olduğum bunca zamana şaşıyorum.
Sonra gece tuğla rengi bir koyulmayla üzerimize iniyor. Elleri saçlarımda
dinleniyor. Yüzyüze, içimizdeki gürültünün dinmesini bekliyoruz. Kendimizi
sessizliğe bırakıyor, küçük sevecen öpücüklerle minnetimizi dile getiriyoruz.
Aynanın önünde saçlarımdaki firketeleri takıp çıkarıyorum. Bana bakıyor.
Ne kadar güzelsin, diyor, ne kadar ince, saydam ve kırılgansın bilsen...
Bırak saçlarını, dağınık kalsın.
Omuzumdan öpüyor usulca ve öptüğü yerde bir gelincik büyütüyor.
Yaşam benim için onu yeniden göreceğim ana kadar dondurulmuş, olduğu yerde
kalakalmış anlamsız bir zaman parçası oldu bundan sonra. Bu anlamsızlık
içinde Ayhan yalnızlığımı bölüştüğüm iyi bir dost kimliği kazanmıştı gözümde.
Gene de ondan gizli yaşadıklarımın ezikliğiyle huzursuz ama olabildiğimce
uysaldım yanında. Hiç bir şey değişmemiş, biz aynı yerde dost kalmaya
çalışarak yaşayıp gidiyormuşuz gibi davranmaya çalışıyordum. Daha sevecen
daha ilgiliydim ona ya da bana öyle geliyordu. Beni gözlediğini seziyor,
suskunluklarımdan kuşkulanmasına fırsat vermemeye uğraşıyordum.
Ama öyle bir düş içindeydim ki uçmaya çalışırken kanatlarımı kapatmış
olduğumu bile ayırdedemiyordum.
İçinde yaşadığımız toplumsal karmaşa, gazetelerdeki kocaman başlıklar, kan
revan resimlerle ulaşıyordu belleğimdeki Onur'dan artakalmış yere. Acıyla
karışık bir karıncalanma oluyordu içimde, o donmuş bakışlar yansıtan şaşkın
ölü gözler, ince mavi bir giysi, yana düşmüş bir el, kırılmış bir gözlük,
dağılmış camlar bilincime değdiğinde. Ama çok geçmeden bütün bu görüntüler
çatırdayan bir karanlığa dalıp yok oluyordu. Beni saran o büyülü, kabına
sığmayan boşluk duygusu içinde yumuşak bir kederin durağanlığıyla, bu
kargaşadan payıma düşecek olana razı, bekliyordum sanki.
Bütün isteksizliğime karşın, hafta sonları Ayhan'la yaptığımız yürüyüş ve
koşulara katılmaya çalışıyordum o sıralarda. Belli bir düzeni korumaya özen
göstermek zorunda duyuyordum kendimi. En ufak bir sapma, arkasından daha
büyük kopmalar getirecekmiş gibi ürkerek.
Gene de pek kolay olmuyordu bu.
Ayhan üzerimdeki yorganı hızla çekiyor, uyanıyorum. Eşofmanını giymiş,
sabırsızlanıyor.
Suna, kalk, koşuyoruz. Hadi fırla...
Saat kaç?
Yedi.
Pazar sabahı yedi. Çok insafsızsın. Ben koşmuyorum. Sen git.
Hadi, kalk, tembellik etme. Hava çok güzel.
Doğrulup yatağın içinde oturuyorum. Perdenin aralığından dışarıyı görmeye
çalışıyorum. İnce bir yağmur yağıyor.
Bana eziyet etmek istiyorsun değil mi? Bu yağmurda...
Gelip yatağın kıyısına oturuyor.
Yaz yağmuru. Orman çok güzeldir şimdi...
Yorganı yeniden üzerime çekip büzülüyorum yatağın içinde.
Kalk Su, canlan biraz. Göbek bağlayacaksın. Onur beğenmez sonra seni...
Daha iyi ya, seni sevindirmez mi bu?
Yeniden doğrulup oturuyorum. Uzunca bir süre yüzüme bakıyor, bir şeyler
arar gibi.
Bulutlarda geziyorsun, havalarda. Çok mu acı çekiyorsun? diyor.
Yok canım, allahallah! Bir şeyim yok, sen öyle görmek istiyorsun herhalde.
Ben seni hep mutlu görmek istiyorum.
Mutluluk diye bir şey yok ki. Bir zamanlar anlatmıştım sana bunu...
Bu akşam Eskişehir'e gidiyorum. Bunu biliyor muydun?
Neden? Çarşamba akşamları gidiyordun ya.
O geçen yarıyıldı. Sınavlar başladı. Hiç bir şeyin farkında değilsin Suna.
Ne yapıp ettiğim umurunda bile değil. Gitmişim gelmişim, varmışım yokmuşum,
Hiç...
İşim çok yoğun, sana yeterince zaman ayıramıyorum haklısın...
Bundan değil, uzaklaştın benden... Hadi yürüyelim biraz birlikte.
Karşı çıkılmaz bir ses tonuyla söylüyor bunu. Çıkıyor odadan. Çabucak
kalkıyorum. Banyoya girerken Ayhan'ın haykırışını duyuyorum. Salona, yanına
dönüyorum hızla.
Dinle, diyor, acı içinde, Cevat'ı vurmuşlar...
Bir koltuğa çöküp radyoya kulak kabartıyorum.
"........... sırada kendisine kimliği belirlenemeyen kişilerce bir kaç
yönden ateş açıldı. Profesör Görgün olay yerinde ... "
Kulaklarımı ellerimle bastırıyorum. Ayhan yüzü bembeyaz ayakta dikiliyor.
Cuma günü gördüm, diyor. Konuştuk ayaküzeri. Gülüşü gözümün önünde. Bana
kızından söz etti. Bir hariciyeciyle nişanlamışlar, öyle mutluydu ki...
Rekla'daki odamda Onur'la oturuyoruz. Gerginim. Ayhan'ın tedirginliği
benden geçip Onur'a uzanıyor.
Korkuyorum, diyorum ona.
Ayhan için mi?
Çok huzursuz. Okul karışık. Bu ortamda bir de ben sorun oluyorum ona.
Sürekli kuşku ve tedirginlik içinde.
Bana da soğuk davranıyor. Ona söylemekle doğru yapmadın Suna. Durumu iki
kat güçleştirdin.
İşte senin tavrın bu, diyorum öfkeyle. Gizlenmek.
Ne yaran var bunun? Nasıl olsa öğrenirdi ve o zaman büsbütün...
Susuyorum.
Hayır, bu yüzden değil, diyorum sesimi alçaltarak.
İlgi bekliyor, terkedilmiş duyuyor kendini. Ona nasıl yaklaşacağımı
bilemiyorum çünkü kafam karmakarışık. Yanlışlıklar yapıyor olabilirim.
Beni hor görüyor şu sıralar, küçümsüyor. Kavgayı bırakıp kaçmışım gibi
bakıyor anlıyorum. Bana olan duyguları durumu öğreneli giderek olumsuzlaşıyor.
Seninle ilgisi yok. Beni yitirmekten korkuyor. İkimiz arasındaki yakınlığın
boyutlarını bilmeden hem de.
Böyle sürdüremeyiz Onur, bu koşullarda çok zor.
Ne öneriyorsun?
Susuyoruz.
Ben de tedirginim, diyor. Ama böyle yaşanacak bu.
Geniş bir mekanda birbirine çok uzak ve çok yakın iki nokta olarak
kalacağız hep. Kimse bilmeyecek nasıl yaşandığını.
Salondaki geniş kanepede yanyana uzanıyonzz akşamları. Ayhan'ın kolu
başımın altında oluyor. Kaygıyla bakıyor yüzüme.
Beni anlamıyorsun Ayhan.
Çok iyi anlıyorum. Kendi kendinden bıkmış bir halin var. Birlikte
yürümüyoruz şu sıralar. Benimle yol alır gibisin ama aramızda derin, ince bir
çatlak var. Yolun bir yerinde ayrı yönlere götürecek bu bizi.
Ne söylemek istiyorsun? Seninle yaşıyorum, bunu güzel buluyorum ve hep
seninle kalacağım.
Beni sevmeden öyle mi?
Seviyorum seni.
Ama Onur'u da seviyorsun.
Evet, ikinizi de seviyorum. Ayrı ayrı özellik ve güzellikleriniz nedeniyle.
İkimizi birden sevemezsin.
Seviyorum dedim ya! Hem biliyorsun ki bitirmeye uğraşıyorum. El sallayıp
birbirimize güle güle diyerek bitiremeyiz, böyle bitmez Ayhan...
Suna, neden seviyorsun onu?
Bilmiyorum.
Düşün, birlikte düşünelim.
Böyle bir yakınlıkta nasıl olur da mantık ararsın?
Gene de düşün bakalım...
Çok düşündüm, hiç bir özrüm yok.
Yattınız mı?
Ayhan, lütfen...
Böyle bir şey olursa söyle bana.
Hayır, olmayacak.
Olabilir. O zaman bana söylemek zorundasın tamam mı?
Hayır, söyleyemem. Sana söz verdim çünkü.
Ne sözü?
Söylememe sözü.
Öyle mi?
Öyle tabii, biliyorsun. Ama zaten olmaz böyle bir şey.
Aramızda bir uzaklık var. Yenilmez bir uzaklık. Niye bunun için üzülüyorsun?
Bilmen ya da bilmemen ne değiştirir ki... Aldırma, geçer...
Peki söyleme. Onu niye sevdiğini bir türlü anlayamıyorum.
Bazen onu sıradan buluyorum. Duygusal düzeyi benden geri, diye düşünüyorum.
Ama resimlerini görünce hiç de öyle olmadığını anlıyorum. Onunla yanyanayken
ne hoş, nasıl da çekici ama naif diyorum elimde olmadan.
Sandığın kadar saf değildir ama.
İçten dürüst.
Eh, öyle sayalım. Ama atılım gücü yok onda. Ben onun yerinde olsam yakar
geçerim her şeyi, çeker alırım seni hiç bir şey dinlemeden.
Seninle yaşamak istediğimi biliyor.
Hah! Sen onu istesen de yapamaz bunu o.
Neden yapamasın?
Neden mi? Yapamaz, biliyorum. Salak Abdi!
Tamam, konuşmayalım artık.
Niye? Sevgiline salak diyorum diye mi?
Yoruyorsun beni. Çok yoruyorsun...
Tatile kadar Onur'la bir kaç kez daha buluşuyoruz atölyede: Yükselme
devrini yaşıyoruz. Beklentisiz, hesapsız bir tutkuyla.
Daire kapısı açılıp kapanıyor. Ayhan döndü galiba. Bu kadar geciktiğine
bakılırsa epey yürümüş olmalı. Umarım yatışmıştır biraz. Sokaktan bir motor
gürültüsü geliyor. Apartman merdivenlerinde kalmış bir kedi yavrusu acıklı
bir sesle bağırıyor. Ayhan'ın ayak sesleri oda kapımın önünden geçip banyoya
doğru uzaklaşıyor. Saat kaç? Ne zamandır yatıyorum burada, karanlığın içinde?
HENDEKTE
Kalorifer kapanmış olmalı. Ürperiyorum ve üstünde yattığım battaniyenin
altına giriyorum. Evin içinde dolaşıp duran, dolapları gürültüyle açıp
kapatan Ayhan'ı duyuyorum. Ona yardım edemem artık. Çok geç. Ben ona
olan saygımı o ise beni tutan sevecenliğini yitirdi. Ne çok
şey yitirdik şu son üç yılda.
Saatime bakıyorum. Yirmiüçü biraz geçiyor. Bu kadar erken mi daha? Ben
sabahı bekliyorum sabırsızca ama zaman çok ağır geçiyor bu gece. Doğrulup bir
sigara yakıyorum. Yarın sabah evimde olacağım. Eğer istersem çok şirin bir
eve dönüştürebilirim orayı. Koltuklara yeni yüzler diktiririm, cilalar
parlatırım her yeri. Önüm bahar, sonra yaz gelecek. Yazdan sonra kim bilir
neler olur.
Düşköy'deki o uzun tatil günlerini özlüyorum. Oğlumla, Ayhan'la mutfakta
oyalandığım, kumda güneşin altında geçirdiğim kaygısız yaz günlerini. Onur'u
özlemediğim, yaşamımda hiç yokmuş, hiç olmamış gibi yaşadığım evcillik ve
tembellik dolu günleri. Sıradan, herhangi bir kadın olmaktan sınırsız
mutluluk duyduğum uzun yaz gecelerini. Kavakların arkasında batan güneşi,
mangal kömürü, ızgara, rakı ve delinane kokulu akşamları. Bütün duygu
karmaşalarının son bulduğu, bir evi, çocuğu, kocası olan bütün kadınların,
işler yolunda gittiğinde duyduğu o hanım hanımcıklık, denge ve uysallık
içinde olma duygusunun paha biçilmez huzurunu doyasıya yaşadığım zamanları.
Oradayken ne kadar da aptalca görünürdü bana Onur'la ilişkim. Bütün o
kaçamak buluşmalar, yüceltilmiş duygular, özlemler, telefon konuşmaları,
beklentiler, karşılıklı suçlamalar, kırgınlıklar, uykusuzluklar...
Kim o, neden o, ne anlamı var bütün bunların?
Daha güçlü adımlarla koşardım Ayhan'ın yanında.
Sevinçle sunardım ona bedenimi. Otlardan, böceklerden,
bahçemizdeki bitkilerin, çiçeklerin sağlık durumlarından söz ederdik
coşkuyla. Ağaç minesi biraz keyifsiz, mimoza yerini beğenmedi, güllere
tırtıl mı dadandı yoksa? Ortancalar harika, gelecek yıl alaca gecesefalarından bulalım. Yasemincik
hızla büyüyor ne iyi...
Onur? Evet, öyle biri var tabii ama ne kadar uzakta. Bundan böyle olmasa da
olabilir ya da bezginlik dolu kış akşamlarında biraraya gelip söyleşeceğimiz
bir dost olarak katılır yaşamımıza. Ne güzel olur böylesi, ne hoş
olur. Rekla'da ya da orda burda karşılaştığımızda iki iyi arkadaş gibi
selamlaşırız. Aramızdaki gizi incelikle koruyup içimize gömerek.
Ne gerek vardı bütün bu sıkıntılara sanki. Ağaçlar içinde bir ağacım ben
işte, bulutlarla bulutum.
Mutlu, sağlıklı, kayıtsız ve aklıbaşında İstanbul'a dönerdim. Ama Rekla'da
Onur'u yeniden görür görmez aldığım bütün kararları, ona yüklediğim tüm
zayıflıkları unuturdum. Beni ona çeken büyünün yazlık düşünce ve
isteklerimle hiç bir bağlantısı olmadığını anlardım birden. Onsuz ölüydüm.
Onu düşünmeden geçirdiğim ikinci yaz tatili sonrası biraraya geldiğimizde
kayıtsızlığımdan yakınıyor. İncinmiş. Neden iki satır bir şey yazmıyorum ona
bu ayrılık günlerinde? Bu birbuçuk ay içinde bana duyduğu yakıcı özlem
yaramış ona, iyi çalışmış. Ama sabırsızlıkla beklemiş dönmemi.
Evinde buluşacağız yarın öğleden sonra. Atölyede Tarık'ın uzak bir akrabası
kalıyormuş bir kaç gün için. İzmirden sınavlara girmeye gelmiş, orada
olamayız. Güler hala memleketindeymiş çocuklarla birlikte.
Bir sokak aşağıda iniyorum taksiden. Onur'un evine kadar tedirgin yürüyorum.
Niye konu komşu beni gözlüyor olsun ki? Gene de dikkatli olmak zorundayım.
Merdivenleri bir hırsız gibi çıkıyorum.
Güler'le Onur'un yatak odalarındayım ilk kez. Gül kurusu perdelerden
süzülen ışık içeriyi tatlı bir loşluğa boğuyor. Gözlerimi odanın içersinde
gezdiriyorum. Tuvalet masasında bir kaç sprey kutusu, kolonya şişeleri,
ojeler; üzerinde Güler'in bir kaç tel saçı kalmış bir saç fırçası görüyorum.
Kapının arkasındaki askıda iri çiçekli, çok renkli bir sabahlık asılı. Bütün
bu ayrıntılardan onların bu odada geçirdikleri saatlerin izlerini yakalamaya
çalışıyorum sanki bilmeden.
Yeniden Güler'in sabahlığına takılıyor gözüm. Sabahları uyanır uyanmaz bunu
mu giyiyor Güler? Gözleri donuk, dudakları buz gibi, bastırılmış isteklerle
katılaşmış bedeni hala uykuda, bu sabahlığı, bezginliği geçiriyor sırtına
herhalde. Sonra tuvalet masasının aynası önünde bir an durup kendi gözünde
çok uzun yıllardır silikleşmiş yansısına bakıyor. Saç fırçasına uzanacakken
cayıyor, eliyle şöyle bir düzeltiyor saçlarını ve mutfağa gidip ocağa çay
koyuyor.
Radyoyu açmıyor. Aklına bile gelmiyor böyle bir şey yapmak. Yüzüne soğuk su
çarpıyor banyoda, çocukları kaldırıyor. Onur'u uyandırmak zor oluyor.
Sabahları çekilmez olur. Güçlükle, söylenerek kalkar yataktan. Yapayalnız
bir dağınıklıkla. Solgun ve cansız. Küçümseyici bakışlarla `Git başımdan,'
diye tersliyor işte Güler'i. `Dün gece kaçta yattığımdan haberin var mı
senin?'
Güler daha o saatte yorgunluk duyuyor. Alışkın ellerle, düşünmeden kahvaltı
sofrasını kuruyor. Küçük kızının çamurlu ayakkabılarını temizliyor, oğlunun
itişip kakışırken sökülmüş önlük cebini onarıyor çabucak ve bu sırada Onur'un
banyo kapısını öfkeyle çarptığını duyuyor. Bir an sonra da onun yangın varmış
gibi bağırdığını: `El sabunu koy şuraya! Kaç kez söyledim küçülmüş
sabunları at diye sana... Nerde sabunlar?'
Güler gidip banyo dolabından sabun çıkarıyor, sessizce lavaboya bırakarak
suçlu gibi, usulca dışarı çıkıyor ve bu sırada bu adamı sevmediğini düşünüyor.
Kahvaltıya oturuyorlar. Konuşmadan çaylarını içiyorlar. `Alp ödevlerini
yapmıyor, okuldan gelir gelmez sokağa çıkıyor akşama kadar oyun oynuyor,'
diyor Güler korka korka. `Biraz ilgilensen çocukla. Öğretmeni beni
çağırmış.' `İyi ya git görüş. Bu kadar iş içinde bunlarla da
mı ben ilgileneceğim?' diyor Onur sıkıntıyla. Alp'e dönüyor, `Niye
çalışmıyorsun oğlum bakayım?' diye soruyor kaşlarını çatarak. İştahı kaçıyor
Alp'in, lokmasını yutamıyor.
Onur bir parça peynir atıyor ağzına ve yaygarayı basıyor. `Nerden aldın bu
peyniri? Ne bu böyle lastik gibi? Bir türlü öğrenemedin doğru dürüst peynir
almayı.'
Güler sabahlığının kaymış yakasını düzeltiyor eliyle ve sabrı taşarak,
`Beğenmiyorsan kendin al bundan sonra!' diyor. `İyi onu da ben yapayım...
Sen ne yapacaksın bütün gün? Konu komşuyla gevezelik mi?'
Sabahlığa bakıyorum ve hemen sonra yanımda dingin, mutlu uyuyan Onur'a
dönüyorum. Bu kadar çok sevdiğim, onsuz edemediğim bu adamın yaşamında bir
başka kadının kesin olarak var olduğunu ilk kez bilinçle duyuyorum. Gözlerim
yanıyor. Tuvalet masasının üstündeki gereçler, dolabın içindeki giysiler,
oda kapısının yanında, yerde duran kadın terlikleriyle ama asıl, evet asıl
şu bol, güllü sabahlıkla Onur'un yaşamının önemli bir parçası olan, bu yaşama
bir zamanlar umutlarla, sevinçlerle karışmış, giderek umarsızlıkla el koymuş
olan bir kadının ruhu var bu odada.
Yıllar yılı Onur'la nice sabahları, nice akşamları, artık anımsanamayan bir
çok şeyi, dostları, akrabaları, uzun yolculukları, kahvaltı, öğle ve akşam
yemeklerini, ayrılıkları, buluşmaları, öfkeleri, hoyratlıkları, parasızlıkları,
yoklukları, varlıkları, hiçlikleri bölüşmüş bir kadının ruhu.
Yeni hiç bir şey, ne coşku hatta ne de yıkım getirmeyen değişmez günler
içinde Onur'un çamaşırlarını yıkamış, gömleklerini ütülemiş, dağıttıklarını
toplamış fırçalarını yıkamış bir kadın bu.
İstemediği zamanlarda bile bedenini ona teslim etmiş, onun çocuklarını
doğurmuş, bakıp büyütmüş bir kadın.
Kim bilir kaç kez bu yatakta birbirlerini kucakladılar yıllardır. Kim bilir
ne gizler bölüştüler. Önemli ya da önemsiz neleri bölüştüler. Onur hiç vurdu
mu karısına, beni okşadığı gibi mi okşadı onu da? Kulağına o varlıkla
yokluk arasındaki doruk noktasında bana fısıldadıklarını mı fısıldadı?
Elimi Onur'un sırtında gezdiriyorum. Bir sivilceden artakalmış kararmış bir
yağ topağına takılıyor parmağım. Gözlerini açıp bana dönüyor. Benim hüzün
dolu gözlerimle karşılaşıyor bakışları. Bir an bekliyor sonra hırsla
kucaklıyor beni yeniden.
Gün koyulaşıyor. Yitip giden bir günün sonunda yorgun, doymuş yanyanayız.
Kendi sesimi duyuyorum ağır bir ezgi gibi dokunaklı ve bu ses şimdi her şeye
egemen oluyor. Dolap kapaklarının metal tutacaklarına, yatağın yanına atılmış
bluzuma, duvardaki bir resme. Güler'in terliklerine.
Öyle yorgunum ki Onur. Seni sevmekten hiç yorulmayacağımı sanıyordum oysa.
Ama yoruldum. İkimizin dışındaki şeylerden ve insanlardan yoruldum.
Dönüp yüzümü yastığa gömüyorum.
Yapma, diyor Onur. Ne kadar mutluyuz bak. Yapma canım.
Mutlu değiliz, diyorum. Sana dokunduğumda, yalnızca o an dinginim. Sonra?
Söyle ne değişiyor? Ta içimde, derinlerde o korku yerli yerinde duruyor.
Bağlandığım iki insanı birden yitirme korkusu. Oysa bazen, ah...
bunu söylememeliyim. Ama gerçek, bazen Ayhan'ın ölmüş olmasını diliyorum.
Düşün ne haksızlık. Üstelik biliyorum onsuz kaldığımda uğrayacağım yıkım
dayanılmaz olacak. Bana darılmasına, beni önemsememesine,
beni kendi başıma bırakmasına bile dayanamıyorum şimdi bile.
Bizim durumumuzda, böyle şeyler düşünülür, diyor avutucu bir sesle. Ben de
diliyorum kimi zaman Güler'in nasıl olursa olsun, kendiliğinden yaşamımdan
çıkıp gitmesini.
Ama işte değişen bir şey olmuyor, diyorum.
Suna, ne olur bırak bunları düşünmeyi, diyor.
Burda senin evinde, Güler'in evinde yani sizin yaşamınızda kendimi zararlı
bir asalak gibi duyuyorum.
Kuytu köşelerde yaşayan bir böcek gibi.
Sarılarak yatağın içine çekmeye çalışıyor beni.
Bu kadar duygusal olma. Ne kadar yakınız bak. Öyle güzel, öyle sıcaksın ki.
Nerde olduğumuz değil önemli olan birlikte olabilmemiz. Yakın olabilmemiz.
Yakın mı? diyorum. Hayır, birisi var, orda kapının arkasında asılı bak.
Aramızda yaşıyor o, aramızda duruyor.
Parmağımla bir hayaleti gösterir ve ondan delice ürker gibi işaret ediyorum
Güler'in sabahlığını. Gece mavisi üzerine, iri pembe, beyaz güller.
Suna saçmalıyorsun...
Ağırca kalkıp alacakaranlığın içinde giyiniyorum.
Buraya gelmemeliydim. Nasıl da sıradan her şey.
Tatildeki bir kadının evinde haksız ve utanmazca onun kocasıyla birlikteyim.
İğreniyorum kendimden. Eteğimin kancasını bulamıyorum bir türlü. Ellerim
benim olmaktan çıkmış.
Yanıbaşımda şaşkın, sersemlemiş giyiniyor.
Bir andan ötekine nasıl da değişiyorsun, diyor: Mutluluğu bir anda mutsuzluğa
çevirmede inanılması güç bir yeteneğe sahipsin. Seni hiç anlayamıyorum.
Hiç anlayamıyor. Birdenbire baştan beri hiç anlaşılmamış olduğum düşüncesi
geçiyor içimden kesin bir inanmışlıkla. Aynı duyarlığa kesinlikle sahip
olamadığımız ve hiç bir zaman en kusursuz uyum içinde bile benim
yaşadıklarımın onunkine benzememiş olduğunu seziyorum. Bir erkekle bir
kadının o uyumun en önemli yanı olan, inceliği yakalayabilme yeteneklerinin
aynı olmadığını ve çakışmadığını acı içinde anlıyorum.
Hole çıkıyorum. Bu anlamsız kör gidişi durdurma kararlılığıyla kapıya
yürüyorum. Peşimden gelen Onur tutup kendine çeviriyor yüzümü. Sakınmayla,
tepkimden korkar gibi soruyor.
Suna ne oldu sana böyle canım?
Boş gözlerle bakıyorum ona. Yüzünde meraktan çok hoşnutsuzluğa benzer
garip bir uzaklık var. Düşkırıklığına yakın bir sızıyla geri çekiyorum ondan
kendimi.
Bitirmek zorundayız Onur. Bir daha kesinlikle birlikte olmayalım. Bunu anla.
Anlamak zorundasın.
Sinirlisin, diyor. Peki bir daha burada buluşmayalım. Bitirme kararını da
şimdi burda, kapı ağzında veremeyiz öyle değil mi? Hem biliyorsun daha önce
de denedik, olmuyor. Gel biraz dinlen, sonra gidersin.
Kucaklamak istiyor beni, durduruyorum.
Kendimi sevmiyorum, diyorum. İki ayrı yaşamım, iki ayrı kişiliğim var
sanki. Bölündüm, paramparçayım.
Ben de aynı durumdayım Suna.
Kapıyı açıyorum. Karşı dairede çok açılmış bir radyoda ondokuz haberleri
okunuyor.
".... kahveye açılan yaylım ateşi sonunda sekiz kişi öldü onüç kişi
yaralandı. Saldırganların daha sonra...."
Başımla radyo sesinin geldiği kapıyı gösteriyorum ona.
Bak neler yaşanıyor sokaklarda, diyorum. Bizim ayrılmaktan duyacağımız acı
hiç bir şey. Evet, hiç bir şey olacak. Yaşam bunca değersizken biz nasıl
olur da bu aşkı sonuna kadar yaşayabiliriz? Yardım et bana, birbirimize
yardım edelim ve bitirelim...
Sahanlığa çıkıyorum. Uzanıp içeri çekiyor beni, kapıyı örtüyor. Umutsuzca
sarılıyoruz birbirimize. Geçmişsiz ve geleceksiz, içinde yer aldığımız
yanılgılarla dolu bir düşün ortasında birbirimizden güç almaya çalışır gibi.
Merdivenleri iniyorum. Yorgun gölgesi kapının ağzında bekliyor.
Onur'dan döndüğümde Ayhan'ı evde buluyorum.
Salonda bir koltuğa oturmuş bira içiyor. Önünde tepeleme doldurulmuş bir
kuruyemiş çanağı var. Sıkıntılı bir oburlukla atıştırıyor ve olağanüstü bir
dikkatle TV izler görünüyor. Girdiğimi gördüğü halde dönüp bakmıyor ve
merhabama soğuk bir merhaba ile karşılık veriyor isteksizce.
Yemek yedin mi? diye soruyorum.
Hayır.
İyi, şimdi hazırlarım.
Mutfağa geçiyorum. Dolaptan et ve domates çıkarıyorum. Gelip kapıda
duruyor. Kırgın, hafifser bana bakıyor. Onun bu halinden ürkerim her zaman.
Dik, keyifsiz olumsuzluklar biriktirmiş bir tavır bu.
Kendime bir içki hazırlıyorum.
Ayhan, niye öyle bakıyorsun bana.
Rahatsız mı oluyorsun?
Evet, çok garip bir halin var.
Hiç de garip değilim.
İçeriye geçiyor yeniden. Telefonda biriyle konuşuyor. Kulak kabartıyorum.
Nerelerdesin oğlum? Niye aramıyorsun beni hiç?
Anladık biliyoruz. Bırak şimdi numarayı... Yalnız mısın?... Güler nerde?
Ha... Bize gelsene. Gel gel hadi, özledim yahu... Anlamam, atla gel. Aç gel;
birlikte yeriz.
Yeniden mutfak kapısında durup dikkatle bakıyor bana.
Onur gelecek, diyor sonra.
Niye bana sormuyorsun? diye parlıyorum. Yemek yok evde. Ne diye çağırıyorsun
şimdi onu sanki?
Önemli değil, peynir ekmek yeriz. Onunla konuşmak istiyorum.
Hırçınlaşıyorum.
Ne konuşacaksın? Olmaz ki ama, bir sorar insan...
Sen bana soruyor musun onunla olmak için?
Korkumu belli etmemeye çalışıyorum. Ne biliyor, ne duydu?
Ne demek istiyorsun?
Her gün birliktesiniz öyle değil mi?
Söylemek istediği bu değildi, içten pazarlıklı davranıyor.
Ne var bunda? Birlikte çalışıyoruz?
Tamam, diyor, uzatmayalım. İçimden geldi çağırdım o kadar.
Salata tabağını dolaptan alırken düşürüyorum. Bir şangırtı kopuyor. Biraz
uzanıp dinlenebilseydim. Niye bu gece? diye düşünüyorum kırıkları yerden
toplarken.
Niye bu kadar yorucu bir günden sonra Onur'u yeniden görmek zorundayım?
Niye tam da bu gece Ayhan onu görmek istiyor? Her şey bu kadar karışıkken
nasıl bitirebiliriz ki? Daha iki saat önce benimleydi Onur. Bitirme
zorunda olduğumuzu söylüyordum ona yüreklice. Nasıl bir oyun bu? Bu gece
nasıl sürdüreceğiz bu oyunu?
Ayhan mutfağa geliyor yeniden. Kafa tutuyor düpedüz.
Ne oluyorsun? Ne bu gürültü?
Bir tabak kırdım hepsi bu!
Aklın bir karış havada. Uçuyorsun!
Kavga etmek istiyorsan açıkça söyle, diye bağırıyorum.
Evet, istiyorum! Bir karım var ama yapayalnız bir adamım ben. Beni yatırıp
kesseler ruhun duymayacak senin. Düşsel bir dünyada yaşıyorsun, dünyadan
habersiz.
Eviyenin içindeki su dolu tasa atıyorum elimdeki domatesleri. Sular
sıçrıyor ortalığa.
Ne oluyormuş, ne oluyor? Söyle de bileyim.
Sen neden ilgilenmiyorsun? Karım değil misin?
Hani bir karı istemiyordu? Ne çabuk unuttu bunu.
Kimsenin karısı olmak istemiyorum ben anlıyor musun, karı olmak
istemiyorum...
Bir sandalyeye atıyorum kendimi. Dirseklerimi masaya yaslayıp avuçlarıma
dayıyorum zonklayan başımı.
Kendimi yatıştırmak için hızlı hızlı soluk alıp veriyorum.
Bugün avukat Sermet telefon etti, diyor Ayhan. Savcı sekiz yıl istiyormuş
başyazıdan. Ayrıca çevirdiğim kitap için de bir dava açmışlar.
Başımı kaldırıp şaşkın bakıyorum ona.
E, ne var bunda? Bir sürü insan buna benzer davalarla yargılanıyor. Bir şey
çıkmaz bunlardan. Ben ne yapabilirim ki? Korkuyor musun yoksa?
Korktuğumdan değil, yalnızca seninle bölüşmek istedim bu haberi. Ayrıca
ağabeyin telefon etti. Bu gece bize gelmek istiyorlardı. Sana sorayım diye
Rekla'dan aradım seni ama yoktun. Bütün öğleden sonra seni aradım.
Bulunabileceğin hiç bir yerde yoktun Suna. Rekla'da yalnızca bekçi vardı.
Senin oraya hiç uğramadığını söyledi. Oysa sen bana Rekla'ya gideceğini
söyledin çıkarken.
Bugün bir toplantım vardı dışarda. Bir müşterinin iş yerinde.
Kapı çalınıyor.
Bugün cumartesiydi, diyor Ayhan.
Evet, olamaz mı yani? Devlet memuru muyum ben?
Kapıyı açmaya gidiyor.
Yemekte, abartılı bir özenle birbirimizden gizlenerek o akşam hiç birimizi
ilgilendirmeyen bir çok şey konuşuyoruz.
Sıkıntım şu, diyor Ayhan, bu çağdışı düşünce avcılığına karşı çıkmak
istiyorum ben. Ne diye korkuyorlar bu kadar acaba?
Serin bir eylül akşamı. Gecenin esintisi perdelerle usulca oynayarak açık
pencereden içeriye doluyor. Sigaralarımızın dumanları birbirimizin yüzlerini
yalayarak dağılıp gidiyor havada. Solgunuz, yorgunuz.
Sofradan kalkıyoruz. Ayhan gidip TV'yi açıyor gene. Kapanış haberlerini
veriyor spiker. Konya'daki yürüyüşte yeşil bayrak asılmış, şeriat istenmiş,
ezan okunmuş.
Şaşmadan bakıyoruz olayın görüntülerine.
Ayhan Onur'u ve beni bu gece böyle bir arada tutarak cezalandırıyor
duygusuna kapılıyorum. Mutlu değiliz, demiştim bu gün ona, evet, hiç mutlu
değiliz artık.
Her birimiz kendi kuşkularımızın, güvensizliklerimizin, yalnızlığımızın ve
yalanlarımızın içinde soluğumuz daralarak oturuyoruz işte ve hep birlikte
batıyoruz.
Ayhan akşamdan kalan kuruyemiş çanağını önüne çekmiş atıştırıyor. Tabağı
Onur'a uzatıyor bir ara, almıyor o. Durmadan yiyor Ayhan, fıstıkların
kabuklarını açıyor tırnağıyla, içi ağzına atıp çiğniyor. Onur ve ben de
birbirimize bakmaktan korktuğumuz için TV ekranına bakıyoruz.
Birden kalkıp Ayhan'ın önündeki çanağı alarak erişemeyeceği bir yere
bırakıyorum. Elinde bir fıstıkla kalakalıp bana bakıyor bir an.
Yeter artık Ayhan.
Peki, hiç değilse şu ölümcül sessizliği bozdun.
Elindeki fıstığı küllüğe bırakıyor. Kalkıp TV'yi kapatarak ayakta bekliyor.
Bekliyoruz.
Neyi beklediğimizi pek iyi bilmeden bekliyoruz.
Ne oldu bize, bizim dostluğumuza Onur? diye soruyor Ayhan. Neden hiç
konuşamıyoruz artık?
Bir an sarsılıyor Onur ama çabuk toparlıyor kendini.
Değişen bir şey yok, diyor, soğukkanlı ama bezgin bir sesle. Bu gece
kötümsersin haklı olarak. Hepimiz kötümseriz. Kötü şeyler bunlar. Olaylar
çok can sıkıcı.
Bütün bunlardan öte, kötümserlikten, sıkıntıdan öte, diyor Ayhan, nerdeyse
panik içindeyim ben ne olacak, ne olacağız diye sorduğumda kendime...
Sanırım bir müdahale olacak, diyor Onur, anlamamış gibi.
Dönüyor Ayhan. Bardağına içki koyuyor yeniden.
Ben almayayım, kalkacağım birazdan, diyor onur.
Bu çok açık, diyor Ayhan: Bunu herkes biliyor. Açık olmayan bizim,
üçümüzün durumu. Yitirdiğimiz bir şey var bence. İçtenlik. Evet, içtenlik
yok artık ilişkilerimizde.
Neden söz ediyorsun? diyorum, yavaşça.
Duruma müdahale ediyorum, diyor alay eder gibi.
Ben aranızda bir pürüz gibi duruyorum ve siz nezaketle bana katlanıyorsunuz.
Her ikiniz de...
Gizlemeye çalıştığı soğuk, yapay bir incelikle, kırmamaya özen
gösterircesine yumuşak konuşuyor.
Üçümüz her şeye karşın dost kalabiliriz sandım ama olmadı. İki yıldır
beceremediniz bunu. Benim sabrımın kaldıramayacağı kadar uzun bir süre bu.
Suna, artık karar vermelisin. Ya beni ya Onur'u seç.
Lütfen sakin ol, diyorum. Ne gerek var şimdi bu sözlere? Yersiz kaygılar
bunlar.
Duymamış gibi Onur'a dönüyor.
Sen de karar ver, diyor. Suna'yı istiyorsan ben dayanırım.
Onur yerinden kalkıyor. Bozuk, yakınır gibi soruyor.
Beni niye çağırdın bu gece? Hırpalamak için mi?
Ama asıl hırpalanan benim diyor Ayhan, özür diler gibi. Bu biçimde
dışlanmak hoşuma gitmiyor...
Ayakta karşı karşıya duruyorlar.
Oturun, otursanıza, diyorum korkuyla... Gitsem iyi olacak, diyor Onur.
Gördün mü, ne kadar kapalısın bana. Yüreğini açacağına kaçmayı yeğliyorsun,
diyor Ayhan üzüntüyle.
Hayır, seni yitirmek istemiyorum, diyor Onur. Biz ikimiz kesinlikle karşı
karşıya gelemeyiz seninle, ben yapamam bunu.
Buna inanmak istiyorum. Sen bu halimi kıskançlık olarak yorumlayabilirsin.
Böyle olsun istemiyordum çoktan beri: Ama ikinizin benim dışımda gizli
kapaklı bir durum yaratmanızdan ve bunun üçümüze de zarar vermesinden
korkuyorum. Bir yere varmayacak bu duygusallık yüzünden aramızda hiç bir
güzel şey kalmaksızın yıkılıp gitmemizden.
Ayhan, nolur bırak bunları, diyorum.
Beni dinlemiyor bile.
Bunu anlayacağınızı ve kişilik haklarınıza karışmak olarak görmeyeceğinizi
sanıyorum, diye sürdürüyor sözünü.
Korkuların yersiz Ayhan, diyor Onur. Hiç birimiz çocuk değiliz.
Antreye yürüyor, dağınık, pişman. Gururu kırık. Arkasından gidiyor Ayhan.
Onur!
Onur dönüyor, birbirlerine bakıyorlar bir an, ayakta.
Söylemek zorundaydım, diyor Ayhan.
Biliyorum. Seni ararım sonra. İyi geceler.
Yüzüme bakmadan sıkıyor elimi. Birden her şeyden vazgeçmiş gibi.
Her şey senin düşündüğün gibi olsa gerçekten Onur'la gitmeme razı olur
musun? diye soruyorum Ayhan'a yatarken.
Savaşı kaybettiğim zaman, diye yanıtlıyor. Ama henüz bitmedi bu savaş.
Doğrusu onun eline düşmene kıyamam. Tanımıyorsun onu. Benim kadar
tanıyamazsın.
Nasıl kaçak güreşiyor görmüyor musun?
Niye bu kadar kızıyorsun ona? Çok seviyordun?
Hem seviyorum hem kızıyorum.
Onu seçsem ne yapardın?
Bilmiyorum. Çok acı çekerim herhalde. Ama böyle bir seçim için uygun
koşulları yok onun.
Duruyor, gözleri bulutlanıyor.
Suna, neden seviyorsun onu? diye soruyor bininci kez.
Sevmiyorum artık, çoktan bitmiş bir şey bu. Kuruntu seninki.
Hayır, bitmedi, görüyorum, bitmiyor.
Bitti. Keşke sana söylemeseydim o zaman.
Bitmedi. Siz iki aşık çevrenizi dört duvar sanıyorsunuz. Herkes görüyor
olmalı. Şapşallar!
Bitti, bitti dedim ya!
Korkak ikiyüzlü, kararsız biri o.
Tabii. Bu yüzden sevmiyorum ya artık.
Seviyorsun, bile bile seviyorsun.
Sevmiyorum.
Seviyorsun, dürüst ol, içten ol bana karşı.
Yalvarırım yapma. Yeter!
Seviyorsun onu değil mi?
Seviyorum!
Neden?
Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum. Aptalca, budalaca bir şey bu...
Dizlerimiz birbirine değiyor oturduğumuz yerde.
Görünmez bir halat boğazımı sıkıyor, güçlükle soluk alıyorum. Yüzümü okşuyor
sevecen elleriyle. Ölümcül bir hastalığa yakalanmışım da öleceğimi
biliyormuş gibi yakında.
Benimle yat bu gece, diyor. Bundan sonra birlikte yatalım,
Gece küçük buzdan parçacıklarla üzerime dökülüyor. Buz tutmuş ellerimi
avucuna bırakıyorum.
Olur, diyorum, cansız bir sesle.
Mevcut morglar birdenbire çoğalan iş hacmine cevap veremez duruma
geldiğinden yol kenarlarında belediye tarafından açılmış telefon, su borusu,
kanalizasyon çukurlarında ölüm nedenleri yanı başlarına bırakılmış
cesetler yatıyormuş.
Kadın erkek, genç yaşlı, işçi memur, emekli, ev kadını, öğrenci, öğretim
üyesi, serbest meslek erbabı, asker sivil, polis jandarma, gözü açık kapalı,
sağcı solcu ortayolcu bir yığın ceset.
Yanıbaşlarında kanserli ciğerler, karaciğerler, çürümüş böbrekler,
pankreaslar, döl yatakları, büzüşmüş damarlar, kördüğüm olmuş sinirler,
tükenmiş yürekler ve beyinler...
Elektrik telleri, motorları, ızgaraları, saç kurutma makineleri, alçak ve
yüksek gerilim hatları, kablolar.
Şişelenmiş sulama kanalı, deniz ve gölet suları, bataklık çamurları.
Kayıklar, batık gemilerden artakalmış tahtalar, demir yığınları.
Kızamık, tetanoz, kolera, menenjit, kuduz mikropları.
Tarım ilaçları, uyku hapları, afyon, esrar, eroin, tütün ve fare zehirleri.
Tabancalar, tüfekler, susturucular, kalaşnikoflar, tomsonlar, şişler, boğma
telleri, bıçaklar, saldırmalar, sustalılar, molotof kokteylleri, bubi
tuzakları, el bombaları, saatli saatsiz bombalı koliler.
Otomobil, kamyon, otobüs, uçak ve tren parçaları.
Havagazı fırınları, bütangazlı sofbenler, mangal kömürleri.
Sekizinci ve onuncu kat pencere camları, doğramaları, balkon demirleri,
kıraathane masaları.
Askılar, ipler, kayışlar, hortumlar, sopalar, falakalar, kemik kırma
gereçleri.
Eşşek arıları, zehirli yılanlar, hayvan nalları, öküz boynuzları, köpekler,
kurtlar, akrepler...
Bütün bunlar, altalta, üstüste, yanyana bırakılmış, birbirine karışmış
cesetlerin yanında duruyor.
İntihar mektupları, infaz kararları, hükümet tabibi, adli tıp, otopsi ve
hastane raporları kurbanların boyunlarına asılmış karışıklık olmaması için.
Görevliler çok yorgun. Aralıksız çalışıyor ve fazla mesai yapmak zorunda
kalıyorlarmış uzun zamandır.
Gözlemci olarak İski çukurunda dolaşıyorum ve raporları okuyorum. Ne çok
cinayet var böyle. Ama görevlilerin olanca titizliğine karşın gene de bazı
karışıklıklar olmuş olmalı burda. Çünkü bir de bakıyorum kuduzdan
ölmüş birine cinayet, gözaltı travmasından gidene de zatürree raporu
verilmiş. Emniyet penceresinden kazayla düşene intihar, intihar edene koca
dayağı, iş kazasında can vermiş birine sağ sol çatışması, çatışmada vurulana
kaza levhası asmışlar.
Çok üzülüyorum bütün bunlara. Dayanamayıp ağlamaya başlıyorum. Gözlemci
olarak şiddetle karşı çıkıyorum.
İşler çok yoğun bayan, diyor kara bıyıklı bir görevli. Günlerdir uyku durak
yok çalışıyoruz. Karışıklık olabilir, oluyor. Ne farkeder öldükten sonra?
Şundan ölmüş bundan ölmüş ne olacak ki? Haberi mi var artık ölenin...
Sen de kurcalama şimdi. Olan olmuş artık.
Bunu kabul edemem. Raporumu hazırlayacağım şimdi ve İçişleri Bakanlığına
sunacağım. Bu karışıklık hemen düzeltilmeli.
Nerden çıktın sen yahu, diye kızıyor kaytan bıyıklı görevli. Çek git hadi.
İçişlerimize karışma durup dururken. Şimdi polis çağırırım ha...
Gücüme gidiyor bu azar ama yapacak bir şey yok işte. Polis gelir beni
götürür de dördüncü kattan düşersem ne olur sonra? Ağlayarak ve tanıdık
birilerine rastlamaktan çok korkarak dolaşıyorum cesetler arasında.
Korktuğum başıma geliyor sonunda.
Yengemi oturur gibi dayamışlar hendeğin kıyısına.
Üzerinde yeşil kadife sabahlığı var. Ölürken dişlerini gıcırdatıyor olmalı
ki çenesi sımsıkı kenetli, ağzı yamuk kalmış. Korkunç bir görünümü var,
korkunç! Çok eskiden bana Dere Sokağı'ndaki evin penceresinden diş
gıcırdatırken göründüğünden daha korkunç... Gözleri yarı açık, donuk,
maviliğini yitirmiş. O güzelim sarı saçları tutam tutam dökülmüş. Bir
zamanlar maşaları kızdırıp bükerdi onları lüle lüle. Vah zavallı...
Boynunda asılı rapora eğiliyorum, şaşkınlıkla okuyorum.
Ölüm türü: Faili meçhul cinayet.
Ölüm nedeni: Kan davası.
Ölüm saati: Belli değil.
Bulunduğu yer: Dere Sokağı.
Polis Kaydı: Na adlı bir kişi ile aralarında Su Tanır'ın öldürülmesi
dolayısıyla hasmane ilişkiler olduğu öğrenildi. Soruşturma derinleştirilerek
sürdürülüyor.
Parmak izi bulunamadı. İpucu olarak bir mektup dosyaya konuldu.
Ağlıyorum, hüngür hüngür ağlıyorum. Kuşkuların üzerimde toplanmış
olmasından değil, iftiraya uğruyor olmamdan dolayı ağlıyorum. Ben kimseyi
öldüremem.
Tanıdık mı? diye soruyor, sarışın, kısa boylu bir taşıyıcı.
Yengemdi, diyorum.
Sabahlığının cebinde bir kağıt bulduk, diyor. Polis ipucu olarak aldı. Çok
garip ama, besle kargayı oysun gözünü yazmış el yazısıyla. Kendi el yazısı
olduğu saptandı uzmanlarca. Evet, aynen böyle. Bence bir yakını tarafından
öldürülmüş. Polis de böyle düşünüyor zaten. Neyse, maktuleyi alacak mısınız?
Hayır, diyorum, kalsın. İyi burası işte.
Koşmaya başlıyorum.
Ölülerinize sahip çıkın kardeşim! diye bağırıyor taşıyıcı arkamdan.
Ölülerin üzerinden atlaya atlaya yılgıyla koşuyorum. Ve birden duruyorum.
Ayağımın dibinde yüzü olmayan bir ceset var ve şaşılası bir biçimde Ayhan'a
benziyor gövdesi. Üstünde eski, beyzbol oyuncuları desenli bir gömlek var.
Yüreğim küt küt atıyor. Ben bu gömleği kapıcının karısına vermiştim.
Eğiliyorum, bu yüz bir bacak derisi gibi dümdüz ve gergin bir deriyle kaplı.
Ağzı, gözü, burnu yok... Ellerini arıyorum. İki yanındaki cesetlerin altında
kalmış elleri. Ayhan'ın sol bacağında bir doğum lekesi vardır lira
büyüklüğünde, ona bakmalıyım.
Ah Allahım, bu da mı gelecekti başıma... Bağıra bağıra ağlıyorum artık.
Pantolonunu sıyırmaya çalışıyorum lekeyi aramak için ama arkamda biri
bağırıyor.
Dokunmayın ölülere! Yasak.
Dönüyorum. Görevli bir bekçi bağıran. Zayıf, kuru bir adam. Yüzü ölü yüzüne
benziyor.
Birine benzettim, diyorum. Neden ölmüş acaba biliyor musun? Boynunda
künyesi yok da merak ettim.
Ha o şey, diyor. Neyse ölmüş işte ne yapacaksın öğrenip... Kan kaybı işte.
Söyle, diyorum, söyle ne olur...
Penisini kesmiş, diyor bekçi. Karısı kendisini aldattı diye. Salak herif.
Sanki dünyada başka kadın kalmadı da...
Bu bizim kapıcı Hüccet olmalı. Tamam o. Boyu bosu Ayhan'a benzer onun.
Demek karısı Güldane aldatıyordu onu. Dört çocuk kaldı ortada işte. Hiç de
öyle şeyler yapacak bir kadına benzemiyordu oysa...
Yeniden koşmaya başlıyorum. Ya Ayhan'sa? Deli gibi koşuyorum ağlayarak.
Gölgeli, yanık yüzler, doymamış gözler, parçalanmış, delinmiş, oyulmuş, is
içinde gövdeler arasından geçiyorum. Göz yaşlarım kan akıyor artık, göremez
oluyorum. Oraya buraya çarpıyorum ikide bir, tökezliyorum.
Gözlerim kanıyor, diye bağırıyorum, kör oluyorum, çıkarın beni burdan!
Davullar çalıyor bir yerlerde. Davul sesleri duyuyorum. Kan ter içinde bir
an durup soluklanıyorum. Davullar, ziller, trompet sesleri yaklaşıyor bana.
Yorgun adımlarımı istemeden bu tempolu ezgiye uyduruyorum. Yüreğim davullara
vuran tokmakların hızlı, düzenli ritmiyle atıyor.
Güm güm güm güm...
Yatak odamızın açık penceresinden içeriye dolan radyo sesiyle uyanıyorum.
Marşlar çalıyor. Aralıksız marşlar çalıyor.
Bir gece önce geç yattık. Konuklarımız vardı. Çok içildi. Ayhan yanımda
uyuyor hala. Gördüğüm düşün üzerimdeki etkisi sürüyor. Çok şükür Ayhan
değilmiş diye düşünüyorum bir an. Ter içindeyim. Örtüyü üstümden atıp
soluğumu düzene koymaya çalışıyorum. Bitkin sırtüstü yatıyorum.
Radyo sesi uyandırıyor beni iyice. Ama radyo, `Kara da Koç Meler Gelir'
türküsünü çalmalıydı bu saatte, Yurttan Sesler korosundan türküler
dinlemeliydik.
Doğrulup başucumdaki el radyosunu açıyorum. Kara Kuvvetleri Bando
Mızıkasından marşlar dinliyoruz.
Ayhan uyanıyor.
Oldu galiba, diyorum.
Sanırım öyle.
Oldu işte sonunda. Ne zamandır beklediğimiz, ha bugün ha yarın, diye hop
oturup hop kalktığımız şey oldu. Paşa konuşuyor.
Neyse, diyor Ayhan. Ötekiler de yapabilirlerdi.
Kalkıp banyoya giriyor.
Kapı çalınıyor.
Sabahlığımı giyip şaşkın antreye geçiyorum. Kim olabilir?
Kim o? diye soruyorum, tedirginlikle.
Açın, asker!
Hangi asker, neden?
Ürküntüyle kapıyı aralıyorum.
Yönetimi devraldık, diyor omuzunda bir ayyıldız ve tek bir yıldız daha
olan asker. Duydunuz mu? Çok hoşnut, gülümsüyor.
Evet, duyduk, diyorum korku içinde.
Ayhan Sönmez evde mi?
Evde.
Girebilir miyiz?
Beş kişiler, giriyorlar. Geri çekilip yol vermek zorunda kalıyorum. Yemek
masasının başında ayakta duruyorlar.
Banyoda, diyorum.
Kırık koltuğa bakıyorlar.
Haber verin, bekliyoruz.
Neden? diye soruyorum, yavaşça.
Kendisini güvence altına alacağız.
İki astsubay, iki er ve tek yıldızlı kırık koltuğa bakıyorlar.
Dün gece konuklar gittikten sonra Ayhan beni kucağına çekmiş ikimizin
ağırlığına dayanamayan iskandinav koltuk oturma ızgarasından kırılınca
birlikte yere yuvarlanmıştık. Ne çok gülmüştük buna. Koltuk öylece,
kırık dökük duruyor köşede hala.
Banyoya girip, suyun altındaki Ayhan'a durumu anlatıyorum. Sararıyor.
Hiç zaman kaybetmiyorlar, diyor. Geliyorum.
Şirin Ayhan'ın top yapıp yere attığı çorapla oynuyor çılgınca. Pençe atıp
koşuyor, kıçını sallayıp nişan alarak üzerine atlıyor, oradan oraya
sürüklüyor çorabı ve kendini. Hepsi birden onu izliyorlar, gülümsemelerini
güçlükle dondurarak yüzlerinde.
Binbaşım, kitaplara bakmayacak mıyız? diye soruyor astsubay.
Boşver, çok kitap var başedemeyiz şimdi.
Uzun sürecek mi? diye soruyorum binbaşıya kaygıyla.
Sürebilir, diyor.
Ayhan giyinirken bir çanta hazırlıyorum. Ona sıkıca sarılıyorum. Çok
şaşkınız.
Kendine iyi bak, görüşürüz, diyorum.
Evet, tabii, diyor zayıf bir sesle.
Nereye götürüyorsunuz? diye soruyorum çıkarlarken.
Yeri size daha sonra bildirilecek.
Çıkıyorlar. Kapanan kapının ardında bekliyorum bir süre. Sonra pencereye
koşuyorum ok gibi. Ayhan'ın otobüse bindirilişine bakıyorum yukardan.
Birdenbire yaşlanıvermiş gibi görünüyor bana nedense. Yürüyüşü,
sırtının öne eğilişi...
Doğruca mutfağa gidip geceden kalan bulaşıkları yıkıyorum. Alışkanlığım
olmadığı halde kurulayıp kaldırıyorum. Ortalığı toplayıp dikkatle toz
alıyorum. Yatağı düzeltiyorum. Sonra salonun ortasında duruyorum ve
yeniden radyoyu duyuyorum. Şirin ayaklarıma sürtünüyor, acıkmış olmalı.
Mama veriyorum ona.
Bir zamanlar bir aklım vardı benim. Bulanık sularında ördekler yüzerdi.
Artık yok. Neyi, niye, nasıl yaptığımı az çok bilirdim. Artık bilmiyorum.
Neyin, nasıl, neden olduğunu anlamaya çalışırdım. Artık anlayamıyorum.
Yere, kırık koltuğun yanına oturuyorum. Bütün vidaları ağır ağır söküp
çıkarıyorum. Kırık yeri dörtyüzdört ve mobilya bandıyla onarıyorum. Yeniden
birleştiriyorum parçaları. Minderleri düzgünce yerine koyuyorum.
E, şimdi ne olacak, diye düşünüyorum. Nereye götürdüler Ayhan'ı? Nasıl
bulacağım onu? İşte her şey yerli yerinde, düzen içinde. Bir tek Ayhan eksik.
Peki ama ne olacak bundan sonra?
Bir koltuğa oturuyorum. Telefon yanımdaki sehpada duruyor.
Telefonu gördüğümde onun bir telefon olduğunu, beni dostlara, akrabalara,
erişebileceğim her yere ulaştıracak tek ve çok önemli bir araç olduğunu ilk
kez ve birdenbire kavrıyorum sanki. Onu yeterince önemsememişim
bu güne dek yazık ki...
Aceleyle uzanıp bir numara çeviriyorum. İlk anımsadığım numarayı.
Onur'un sesini duyuyorum.
Ayhan, yavrum.
Kapıdaki görevliler sen de bana bir not yazarsan iletebileceklerini
söylediler. Getirdiklerimi aldın mı? Başka neler istersin? Her gün geliyorum.
Belki yakında görüşebiliriz.
Gerekli yerleri aradım, mektup yazdım. Aksayan hiç bir şey yok. Yalnızca
seni merak ediyorum.
Dergi için bazı çekleri imzalaman gerekiyordu. Şimdilik ben biraz para
vereceğim onlara. Matbaa kapatıldı. Başka bir yer bulacağız.
Dostlar arıyorlar. Gelerek, telefonla. Tanıdık tanımadık herkesin selam ve
sevgilerini iletiyorum sana.
Asker mektubu gibi oldu bu mektup ama şimdilik öyle sayılırsın.
Bana bir kaç satır yaz ve boş çantalarla birlikte kapıya yolla olur mu?
Öperim.
Suna
Ayhan Canım,
Dün seni gördüm ya, daha rahatım. Kendi kendime bunun önemli bir gidiş
olmadığını, yakında döneceğini söylüyorum durmadan ve buna inanıyorum.
Dün saatini onarıma verdim. Adam açıp bakınca çok şaşırdı. `Kim kullanıyor
bunu?' diye sordu. `Ne olmuş buna böyle? Çok şiddetli bir çarpma ya da düşme
mi oldu?' Neyse, perşembeye hazır olacak.
İçimde sürekli bir sızı var. Sana kıyamamak. Sen kapalı kalamazdın,
durduğun yerde duramazdın. Orada nasıl geçiyor zaman?
Benim için tasalanma olur mu? Her şeyi göğüslemeye hazırım. Her şeyin
üstesinden geliriz biz birlikte. Böyle bir deneyi yaşamak zorundaydık belki
de. Belki daha acı şeyler de görüp yaşayacağız. İyi biliyorum ki artık,
kolayca durulmayacak bu çalkantı. Ama ne kadar zayıf ve aynı zamanda ne
kadar güçlüdür insan biliyoruz.
`Senin başına hiç bir şey gelmemiş, hiç bir şeye dayanma, direnme gücün
yok senin.' demiştin bana bir zamanlar. Çok yanılıyordun. Benim başıma bir
çok şey geldi ve bundan sonra geleceklere de hazır duyuyorum kendimi. Her
şey olabilir.
Güzel bir gece. Sessiz, temiz ve aydınlık. Duygu ve düşüncelerimle bu
zorunlu ayrılığı çok başka biçimde yaşıyor, algılıyor sonunda kendime olmam
gerektiği biçimde çeki düzen verebilmekten mutluluk duyuyorum.
Sevgiyle.
Suna
Ayhan,
Kedimiz pencerede oturuyor. Arabalar geçiyor yoldan, kırmızı ışıklı
çizgilerle. Tavada bir parça et cızırdıyor. Kafamdan binlerce şey geçiyor.
Eskilerden yenilerden. Peki ama ne zaman bitecek bunlar? Biz görebilecek
miyiz?
Şimdi birdenbire seninle mayısta bir çarşamba Anadolu Kavağı'nda midye
yiyoruz. Ben sevmiyorum bu eski yağlarda çok kızarmış midyeleri ama senin
hatırın için yiyorum. Ne kadar iyiydin o gün canım, ne kadar acı çekiyordun
ve ne sabırlıydın. Dönüşte şarkı söylemiştik güvertede, kimseler yoktu,
sarhoştuk, ağlayıvermiştik birden. Ama mutluyduk bir acıyı iki ucundan tutup
kaldırmaya çalışırken. Seni ne çok üzdüm. Ayhan, ne bulunmaz insansın sen.
Seni seviyorum. Biliyorum bunu duymak seni mutlu eder. Nerede olursan ol.
Suna
Yaprakların dökülmeye başladığı dönem. Odamdaki pencereden iki yanı ağaçlı
yola bakıyorum. Günlerdir. Rekla, tutukevi, ev arasında bölünen solmuş
yaşamımı düşünüyorum.
Olağandışı bir hareket var Rekla'da. Uzun zamandır Onur'la yalnız
kalamıyoruz. O da ben de biraz kaçınıyoruz bundan belki de. Ayhan gideli
ikimize ilişkin hiç bir şey konuşmadık. Dalgın, sinirli, yorgun ve
kayıtsızım ona karşı.
Ama az önce bir dakika kapımda durup akşam birlikte çıkacağımızı söyledi
karşı konulmaz bir kararlılıkla.
Boğaza doğru sürüyor arabayı. Ayhan'ı anlatıyorum ona. İyi, diyorum, iyi
olmaya çalışıyor. Göremez mi? Hayır, çok yakınlarıyla görüştürüyorlar
yalnızca.
Kıyıda bir lokantanın önünde park edip iniyoruz.
İçeri giriyoruz.
Bir masaya oturup denize bakıyoruz. Bir gemi geçiyor. Bir tekne hızla
kayıyor suyun üzerinde. Martılar konup konup kalkıyor. Akşam çok yakın.
Ne yaşadığını bilmek istiyorum, diyor. Sana nasıl yardımcı olabilirim söyle?
Hiç bir şey anlatmıyorsun bana. Yabancı gibisin.
Yardım mı? Neden? Zor bir durumdayım ama dayanıyorum işte. İyiyim.
Belirsizlik içindeyiz. Beni kaygılandıran tek şey bu. Ne olacak Ayhan'ın
durumu bilmiyorum.
Niye alındığı belli mi?
Hayır, belli değil. Yanımda olduğu zamankinden çok düşünüyor ve özlüyorum
Ayhan'ı. Elimde değil.
Evet, çok uzaklardasın benden. Ben bitiremiyorum Suna. Kendimle boğuşuyorum
neredeyse. Çalışamıyorum, tedirginim. Düşünüyorum da şimdiye kadar hiç
kimse itici güç olmadı benim için. Oysa iki yıldır ne yapıyorsam, ne yaptımsa
senin izlerini taşıyorlar. Şu son iki yılımda hep sen varsın. Senin için
yaşadığım anlamına gelir bu öyle değil mi? Gerçekte mutluluğumun tek kaynağı
sensin. Sen bitirmeye karar versen bile sürecek bu bende.
Ama bitirmemiz gerekiyor Onur. O gece Ayhan'la konuşmadan önce karar
vermiştik buna.
Böyle bir karar vermedik.
Vermeye çalışıyorduk.
Ama daha vermedik.
Akşamları eve gidip de yıllardır o evi bölüştüğüm insanı bulamamak zor
geliyor bana. Ne yaşadığımı bilemezsin. Hiç bir ciddi şeyle uğraşamıyorum.
Süresi belli olmayan bir bekleyiş içindeyim yalnızca. Çok yorucu bu.
Ayhan gündelik yaşamının içindeyken de düşünüyordun onu ama gene de
yakındın bana. İkimizi ilgilendiren konuların Ayhan'la bir ilgisi olmamalı.
İtme beni...
Sıkıntını bölüşmek istiyorum.
Bunu bölüşemeyiz Onur. Bu benim tek başıma yaşayacağım bir duygu.
Ayhan'ı benden daha çok seviyorsun sen, diyor birdenbire. Aşk değil belki
bu ama ondan daha gerçek bir duygu. Hep sezdim bunu ama şimdi daha iyi
anlıyorum.
Acıyla, hayıflanarak söylüyor bunu. Beni yok sayarak. Birbirimizden önceki
yaşamımızı hiç etkilemeyecek hoş bir gönül oyunu oynamışız da beklenmedik
bir sonuçla karşılaşır karşılaşmaz çözülüp pişmanlıkla geri dönebilirmişiz
gibi. Kırgınlıktan, düşkırıklığından boğuluyorum.
Nasıl söyleyebilirsin bunu bana? diyorum. Söylersen ne kalır aramızda?
Hangi bağ, nasıl bir yakınlık. Ben sana duyduğum sevgiyi seninle birlikte
olmadığım, seni hiç görmediğim günlerde bile içimde taşıyor olacağım.
Sanma ki söylediklerim sana karşı ve sana karşıyım, diyor. Aslında kendime
kızıyorum ben. Üzdüm seni ama alınma. Belki bu dağılmışlığım bir
toparlanmanın başlangıcı olur. Suna o kadar çok istiyorum ki seninle
olmayı. Her şeyine ortak olmak istiyorum. Bedenine, duygularına,
düşüncelerine. Huysuzluklarına bile doymak istiyorum. O zaman belki bu kadar
istemem seni. Bu acı kalkar ortadan.
Özgür değiliz, olamıyoruz işte, diyorum.
Bizim aramızdaki bağın sürekliliği için Ayhan'la olan yaşamını benimkinden
ayırmalısın. Onun için gereken neyse birlikte yapalım ama benimle doğal ol.
Bu sevgiyi yaşamayı hak ettiğini düşünüyorsan hiç bir durumda suçluluk duyma
artık. Her şeyi birbirine karıştırıyorsun.
Senin için ne kadar da kolay bunları söylemek, diyorum. Ne kadar verirsen
o kadarına razı bir karın var. Hiç bir şey vermemene de hatta. Yeter ki bir
kocası olsun başında. Benim Ayhan'la ilişkim bu değil. Zorlanıyorum.
Her şey böylece sürsün gitsin istiyorsun ama olmuyor. Beni istiyorsan daha
yürekli olmalısın.
Siz ayrılamazsınız, diyor. Biliyorum.
Dolan gözlerimi kaçırıyorum ondan. Yürekli ol, ol, n'olur, n'olur, diye
bağırıyor içim. Gizleme güçsüzlüğünü bizim ardımıza. Biz bunu kaldırırız
Ayhan'la.
Bardağını kaldırıyor.
Bu gece iyi ol, diyor. Ne zamandır ulaşamıyorum sana. Bana bak...
Gözlerim yabancı ona... Anlayabiliyor mu?
Ayhan'ın yokluğu Onur'la o güne kadar aramızda gelişmiş her duyguyu daha
az önemli kılıyor sanki. Onun gözetiminden uzak kalmak yaşamımdaki yerini
kavramama yardım etsin istiyorum. Yükümlülüklerim olduğunu yeniden
anımsıyorum ve bunun da bana belletilenlerin bir parçası olup olmadığını
soruyorum kendime.
Gözaltında bir adamın karısı nasıl davranır?
Öncelikle bu sürecin yaşamımı eskisi gibi sürdürmeme uygun olmadığına
karar veriyorum. Eşit koşullarda değiliz çünkü. Ayhan tam anlamıyla,
bağımsız, seçici ve güçlü değilken, benim bir başkasıyla yaşayabileceğim
her güzellik eksik kalacak. Onun hakkını çalıyormuşum gibi gölgelenecek.
Yakın bir dosta, çok özlediğim birinden söz eder gibi anlatıyorum Onur'a,
Ayhan'la ilgili küçük ayrıntıları. Akşamları TV'nin karşısında uyuklayışını,
mutfak kavgalarımızı, bir şiiri başından ve sonundan karmakarışık
okuyarak çamaşır asmalarımızı, dostlarımızı, sevdiklerimizi acımasızca nasıl
eleştirdiğimizi, ağlayarak sabahladığımız geceleri.
Radyoyu sonuna kadar açardı ve hep benimle uğraşırdı, diyorum, gülerek.
Beni dinlemiyor.
Bizim, bizim dışımızdaki insanlarca değerlendirilmemiz, yargılanmamız bu
kadar önemli mi sence? diyor.
Onlar mı yön verecek yaşamımıza?
Kimlerden söz ediyor? Susuyorum. Onu incitmek istemiyorum. Ben alıştım
artık incinmelere. Kabuk bağlıyorum.
Olmadığın biri gibi davranıyorsun, diyor. Kurallar, sınırlar koyuyorsun ve
ben seni isteyemiyorum bile senden. Çok kızıyorum sana.
Odamda çay içiyoruz. Dışarda yağmur yağıyor, ağaçların yapraklarını
savuruyor rüzgar.
Bana bedel ödetmek istiyorsun, diyor. Çamurlara düşmeliyim, yaşamım allak
bullak olmalı, herkes yüzüme tükürmeli. Ancak o zaman inanacaksın sevildiğine.
Sence sevmek bu.
Ya benim allak bullak olmuş yaşamım. Bu ilgilendirmiyor onu. O kozasını
sağlam tutmak, delmemek zorunda. Küçük ipek böceğim benim. Ölüp gidecek
kozasının içinde. Onu kırmak istemiyorum. Seviyorum onu.
Ama artık bu kadarı da fazla...
İstediğin gibi yorumla, diyorum. Anlamaya çalışacağına üzerime gel. Son üç
haftadır yalnızca ilaçlarla uyuyabiliyorum. Ayhan orada kapalı ama ben de
aynı durumdayım hemen hemen. Sevişmek benim için duygusal yanı ağır basan bir
eylemdir ve duygusallığım bu günlerde kıyamamazlık, sevecenlik, bir ananın
çocuğu için üzüntüsü noktalarında yoğunlaşıyor. Hem biliyorsun ki
bu olağanüstü ve geçici bir zaman dilimi. Önemli olan bu arada sabır ve
sevgiyle düşünebilmek birbirimizi.
Susuyor.
Sanırım haklısın, diyor sonra. Niye bu kadar hırçınım inan bilmiyorum.
Niye bu kadar güçsüzüm? Niye kendime bile yabancıyım böylesine?
Uzanıp elini okşuyorum.
İsteksiz ekmek kızartıyorum. Saat dokuz. Pencerenin dışı aydınlık. Hava
açtı sonunda. İçerden radyonun sesi geliyor ve birden içime koyu bir karanlık
çöküyor bu yüzden. Gözaltı süresi uzatılmış.
Ayhan'ın çiçeklerini sulamayı unutuyorum günlerdir. Bir parça peynir
atıyorum ağzıma. Uzun uzun çiğniyorum ve sonra tükeniyorum. Oturduğum
sandalye yoruyor beni. Kalkıp yere, kilimin üstüne oturuyorum
ayaklarımı dümdüz uzatarak ve sırtımı mutfak dolaplarına dayayarak.
Pencereden giren güneş ışığı nakışlı kilimin üzerinde saydam geometrik
desenler oluşturmuş. Parmağımı ışığın gölgelerle kesiştiği çizgiler
üzerinde gezdiriyorum dalgınlıkla. İçimi çeke çeke, doya doya ağlıyorum.
Bir çocuk gibi emekleyerek oturduğum yere daha uzak çizgilere uzanıyorum.
Eğilerek, yatarak çizgileri izliyorum parmağımla. Canı yanmış bir çocuk gibi
ağlıyorum. Sarkık sabahlığımın cebinden buruşuk bir kağıt mendil çıkarıp
ağzımı burnumu siliyorum. Ayaklarıma bakıyorum, zavallı, yapayalnız
ayaklarıma. Tırnaklarım uzamış, tırnak dibiyle pembe sedefli boya arasında
boşluklar oluşmuş.
İşte yapayalnızım. Hem Ayhan'ı, hem Onur'u özleyerek. Biri olmadan öteki
de yer alamıyor yaşamımda işte. Onur'la ne kadar mutluydum... Ayhan bu
mutluluktan pay alıyordu. Bu hiç bir sağlam dayanağı olmayan aşkın bende
yarattığı sevinçten, canlılıktan hakkı olanı alıyor, karşılığında ölçü,
önlem, düzen, kararınca bir kayıtsızlık gibi Onur'u bana daha da yakın
kılacak güvenceler sunuyordu.
İpotek altında bir kadın olarak daha çok özleniyor, kesinlikle bütünüyle
sahibolunamayacak biri olarak düşünüldüğümde değerleniyordum. Umutsuzluk
bezginlikten uzak tutuyordu bizi. Onur'dan kendi yaşamını istemiyordum. O da
benden dileyemiyordu bunu.
Gene de hiç bir zaman bu yorgunluğu ve karmaşayı hesabetmedik.
Kalkıp telefona gidiyorum. Rekla'yı arıyorum. Santraldaki kıza bugün
gelemeyeceğimi söylüyorum. İyi değilim.
Bir bardağa içki koyup telefonun yanına oturuyorum. Onur beni arayacaktır.
Ayhan'ın yaşıyor olduğunu düşünüyorum ilk kadehten sonra. Yaşıyoruz,
yaralar almış olarak. Kanatlarımız yorgun, parlaklığını yitirmiş, güçsüz
yaşıyoruz. Yarın Ayhan'ı göreceğim. Neden alındığı açıklanmadı daha.
Bekliyoruz. Belki belli bir nedeni yoktur, bırakırlar yakında. Doksan gün
tutmazlar.
Çiçekleri suluyorum. Bir içki daha alıyorum. Saçlarımı tarayıp
giyiniyorum. Belki beni de alırlar. Hepimizi toplayabilirler. Hiç zamanımız
kalmadı belki. Çantam ne zamandır hazır duruyor dolabın dibinde zaten.
Yalnız çarşaf koymayı unuttum. Hiç yatamam, kirli, kötü çarşafta.
Gidip hapisane çantama temiz bir çarşaf koyuyorum. Yaşama, düşünme ve sevme
hakkım elimden alınmadan bütün olanakları kullanmalıyım. Ayhan bu ayki
dergiyi görmedi. Nasıl uğraştığımı yazdım ona. Nasıl kağıt, matbaa
bulduğumuzu. Görse mutlu olacaktı. Ama nasılsa görecek. Şimdi bu karmaşayı
düzene koymalı, korkularımı yenmeliyim.
Telefon çalıyor.
Bilemiyorum, diyorum. İyi değilim pek. Tükendim sanki. Doktorluk bir şeyim
yok. Yok gelmene gerek yok canım.... Bilmiyorum, geçer herhalde. Sen
bilirsin, peki gel, nasıl istersen.
Esrik, yalınayak banyoya koşuyorum. Soğuk suyun altında kalıyorum.
Dişlerimi ovuyor, çabucak kahve suyu koyuyorum ocağa. Yorgunluğum geçiyor
birdenbire.
İçeri girer girmez kucaklıyor beni. Sımsıkı sarılıyoruz birbirimize. Ne
zamandır özlediğim bir sevecenlikle öylece tutuyor.
Tıpkı, suya atılan bir taşın derine doğru düştüğündeki yükselme ve sıçrama
anından sonraki halkaları gibi giderek genişleyen, yayılan ve hafifleyerek
büyüyen haz dalgaları... Sonra ince bir zonklamayla yatışması tenin
yavaşça. Yeniden sesler, ışıklar ve yaşama değgin elemanların devreye
girmeye başlaması. Yeniden dış dünyayla bağlantı kurma ve yaşanan şeyin
bilince ulaşması usulca.
Onur'la birlikteyken birikmiş acılarımın kaynağının onu kendimden uzak
tutmak olduğunu sanıyorum bir an için. Çünkü onunla hiçlikten çıkıp yeniden
başlıyorum yaşamaya. Her seferinde bir çiçek dürbününün gözünde duyuyorum
kendimi. Parçalara ayrılıp dağılıyor, bin bir renk ve biçimle yeniden
çoğalıyorum. Yönümü belirliyorum, bu yön istemediğim yollara sürükleyecek
olsa da beni.
Zaman dingin bir öğleüzerine akıyor yavaşça. Elleri saçlarımı okşuyor.
Bir zaman, ilk günlerde, Ayhan'dan bir süre uzak kalsam belki bir seçim
yaparım, diye düşünmüştüm, diyorum ona. Ama olmadı. Direnmeyeceğim artık.
Sana bırakıyorum kendimi. Teslim oluyorum. Ne olur korktuğum kadar üzme beni.
Bir düşmana teslim oluyormuş gibisin, diyor.
Bir cuma akşamı eve dönmek ve Ayhan'ı orada kanepeye uzanmış müzik dinler
bulmak ne güzel! Sanki bu sabah çıkmış evden, sanki hiç bir şey olmamış bu
doksan günde.
Ona sarılıyorum ve arınıyorum her türlü kötülükten. Yıkanmış, temiz
çamaşırlar giymiş. Dağ nanesi kokuyor. Başım dönüyor duyduğum sevinçten.
Sevgili dostum benim. Tutukluluğuna gerekçe bulamamışlar. Eski
davaları tutuksuz sürecek. Buzluğa koyduğu şarap şişesini getiriyor.
Süzülmüş biraz ama neşesi, o güçlü yaşama sevinci yerli yerinde duruyor.
O akşam kendi zayıflığım içinde Ayhan'ın yaşamımdaki yerini biraz daha iyi
kavrıyorum. O benim güçlü yanım, yaşama cesaretim, ataklığım. Bir zaman
sonra ben salt onunla yaşıyor olmamdan dolayı normale döneceğim. Normal bir
kadın normal bir insan olacağım. Büyük çılgınlıklar yaptığım ve yapacağım
yılları geride bırakmış olacağım. İnişsiz çıkışsız, mutlu, yalın bir yaşamımız
olacak. Birlikte pazara gideceğiz. Uzun yolculuklar yapacağız. Bütün
yaşadıklarımızı unutup hiç acı çekmemiş gibi olacağız. Anılarımız bile
tedirgin etmeyecek bizi artık. Ne yapalım, o zaman öyleydi, diyeceğiz bölük
pörçük, yarım yamalak anımsadığımızda.
Gözlerim biraz bozulmuş olacak, okurken gözlük takacağım ve gözlüğümü orda
burda unutup ikide bir ona, gördün mü? diye soracağım.
Sevgili Ayhan, uzat bardağını şimdi, özgürlüğüne içelim. Sonra sabaha dek
oturalım seninle. Birbirimize anlatacak öyle çok şey var ki. Kedimiz kurt
döktü. Kauçuk kurudu nedense. Gazeteye zam geldi. Oğlumun sünnetine
gidemedim. Ha, o koltuğu onardım ve şu köşeye koydum, daha iyi değil mi?
YANGIN
Ayhan'ın gözaltından çıkıp eve dönüşünden sonraki aylarda içimizdeki
bunalım duygusu giderek yoğunlaşıyor. Gündelik yaşamlarımızın sıradan
kaygıları bir toz bulutu gibi çöküyor her şeyin üzerine ve net olarak
seçemiyoruz olup bitenleri henüz. Öfke ve şaşkınlıklarımız farkına
varamadığımız bir yavaşlıkla eylemsizliğe, beklemeye dönüşüyor.
Küçük dost toplantılarında öncekinden daha çok içiyor daha az konuşuyoruz.
Birdenbire akıl almaz bir biçimde olgunlaşmış, yaşlanıvermiş duyuyoruz
kendimizi.
Uyum sağlamaya zorlandığımız akıp giden bir zamanın içinde tükenme
korkusuyla bir araya toplanmış olsak da çok yalnızız.
Dışardaki alacakaranlıkta çizme ve dipçik takırtılarıyla sürüp giden av
soluğumuzu kesiyor, büsbütün yorgun düşürüyor hepimizi. Yüreklerimizdeki
kaygı ve başkaldırıya dayanak yaptığımız inançları yitirmemeye çalışırken
birbirimize sarılıyoruz.
Kışı böyle geçiriyoruz o yıl.
Nisan sonlarında bir akşam Ayhan fakültedeki eşyalarını toparlayıp eve
geliyor. Çantalarını antreye bırakırken gülümsemeye çalışıyor.
İşte Suna, beş yılım! Onbeş dakikada sığdı bu çantalara. Ne kadar kolay
değil mi? El oğlu el üstünde tutar, kendi ülkende üç kuruşluk değerin olmaz...
Rektörlükten gelen yazıyı masanın üstüne bırakıyor. Alıp okuyorum. Bana
bakıyor midesi ağrıyormuş gibi buruşturarak yüzünü. Hiç bir değişiklik kolay
yıldırmaz onu. Yeni durumlara alışmaya çalışır hırpalansa da.
Derginin kapatılmasından sonraki ikinci darbe bu, sonbahardan bu yana. Ama
bu kez çok sarsılmış görünüyor.
Niye döndün buraya? diyorum. Ne vardı da döndün? Almanya'da kalmalıydın. Değerinin bilindiği yerde.
Bölüşüyoruz o nisan akşamını Ayhan'la. Bir sağanak boşanıp geçiyor.
Pencereden toprak kokusu doluyor odamıza, altın renkli bir ışık masamıza
düşüyor. Bardaklarımızı yeniden dolduruyoruz. İkimiz böyle yanyanayken her
şey daha kolay görünüyor gözümüze. Biraz daha sabırlı olmalıyız, biraz daha
dayanıklı, hepsi bu.
Önümüz yaz. Düşköy'e gideceğiz, orda atarız bütün yorgunluklarımızı.
Gelecek sonbahar ve kışa dayanabilmek için güç toplarız. Ayhan yeni bir iş
bulur, bulamazsa ortaokul çocuklarına dil dersleri verir. Ben Onur'u
sevmekten vazgeçmiş olurum. Kırık kanatlarımızı alçıya alır sağaltırız.
Temmuz başlarında bu umutlarla gidiyoruz Düşköy'e:
Kumsalda güneşin altında yatıyorum. Az ötede yazlık komşularımızla
ayaküstü sohbet ediyor Ayhan. Sonra denize yürüyorlar birlikte. Hava güzel,
günlerdir imbat esiyor. Geride bıraktık tüm sıkıntıları, kaygılara bulanmış
o korkunç kent yaşamını.
Gözlerimi yumuyorum, güneşi duyuyorum tenimde incecik. Onur'un elleri,
dudakları bedenimde geziniyor.
Atölyedeyiz. Hücrelerim onu dinliyor, içiyor susuzlukla.
Kanatlarım tüy gibi hafif, yükselip bulutlara dalıyorum
ve sonra yavaşça omuzuna konuyorum. Ellerimiz birbirine kenetlenmiş
yatıyoruz. Bütün acıları yatıştıran bu oyun, bütün dalgaları, rüzgarda
salınan olgun başakları, ormanları, yıldız dolu gökleri bize geri getiren
bir şenlik. Bütün bunlardaki hüzünle birlikte ama.
Ayhan'ın bana olan sevgisi kıskançlıkla besleniyor sanki, diyorum ona.
Bana biraz ilgisiz kalabilse onunla bir sorunum olmayacak. Oysa her an
sevdiğini göstermek isteyerek beni boğuyor ve bu tehlikeli sevgi geri
tepen bir silah gibi onu sarsıyor.
Sorun bütünüyle seninle ilgili değil sanırım, diyor Onur. Okulla ilişiği
kesildikten sonra kendini bir köşeye atılmış, işe yaramaz biri olarak
görüyor. Onu tanırım, yaşamına anlam katan bir eylemin içinde olmayı
istemiştir her zaman. Bu ortamda eli kolu bağlı çok mutsuz tabii...
Bunu anlıyorum. Ama kararsız, huzursuz, zor bir insan oldu çıktı nerdeyse.
Üzülüyorum. Neyse tatil dönüşü bir gazetede çalışmaya başlayacak.
Çok özleyeceğim seni, diyor Onur. Ama sen hiç özlemezsin beni Düşköy'de.
Orada beni unutuyorsun nedense.
Yazarım belki sana. Aklıma gelmişken sorayım, benim mektuplarımı nerede
saklıyorsun sen?
Yanımda taşıyorum. El çantamda... Ya sen?
Ayhan benim hiç bir çekmecemi, dolabımı karıştırmaz. Bütün eski
sevgililerimin mektupları dolaplarımdadır. Seninkiler de öyle. Ben asıl
Güler'den korkuyorum.
Çantamı eve götürdüğüm olmuyor pek. Arabada bırakıyorum akşamları.
Korkma.
Kendim için değil, senin huzursuz olmanı istemem.
Nerden aklına geliyor böyle şeyler? Güler ne yapacak bana yani?
Güler beni hep ürkütüyor biliyor musun...
Suna, çocuk gibisin. Güler zavallının biri...
Öyle mi?
Öyle tabii...
Ayhan'la deniz kıyısında dolaşıyoruz. Aramızda tekin olmayan beni korkutan
bir gerginlik var: Onun bana nedensiz görünen sıkıntısını giderebilmek için
hiç bir şey yapamıyorum. Her zaman o beni oyalar, neşelendirir.
Sessizliği ise ciddi bir tehlike işaretidir. Biliyorum Ayhan umutsuz ve
karamsar ama ben de utanç ve suçluluk duyarak da olsa Onur'u hiç özlemediğim
kadar özlüyorum burda bu yaz. Umduğumuz tatil bu muydu? diye düşünüyorum düş
kırıklığı içinde ve bu çöküşü durdurmanın artık olanaksız olduğunu seziyorum
belli belirsiz.
Benimle konuşurken hiç alışık olmadığım sabırsız ve bezgin bir ses tonu
yakalıyorum Ayhan'da ilk kez.
Kendimi toplamam için bir uyarı olmalı bu usanmışlık ama daha da
uzaklaştırıyor beni ondan ve büsbütün kendime kapanıyorum. Güceniklikle
susup denize bakıyorum.
Sonbahardan beri Ayhan'la, bana ilişkin olarak, Onur'dan söz etmiyoruz.
Gitmiyoruz onun evine pek. Tek başına çağırmıyoruz onu bize. Bir toplantıda
ya da başka evlerde karşılaştığımızda biraz uzak ama hala dost davranıyorlar
birbirlerine ikisi. Ama şimdi, öyle sanıyorum ki, kendisini avutacak hiç bir
bağlantısı olmadığı ve tümüyle bana yöneldiği için geç kalmış bir
aldatılmışlık duygusu yaşıyor Ayhan. Belki de her şey elinden alınmış da bir
ben kalmışım, benim de ne olacağım belli değilmiş tedirginliği. Beni
yitirmemek için önlem almaya uğraşıyor bilmeden. Bu arada benim kayıtsızlığım
çabasının boşuna olduğu duygusu yaratıyor olmalı ki onda umutsuzlukla
hırçınlaşıyor.
Sevimsiz, bıktırıcı ve mızmız buluyorum onu. Bu duygunun gerilere itilmiş,
tanınmasına Ayhan'ın sevecenliğiyle engel olunmuş gizli ve köklü bir öfke
olduğunu kavrıyorum birden.
Beni niye tutuyor? Ona Onur'u sevdiğimi söylediğim zaman neden bırakıp
gitmedi beni? Ona açıldım ve benim tutsaklığım oldu bu. İzlendim, gözlendim,
gözaltında tutuldum. Sevme özgürlüğümü savunduğum yanılsaması ile baskılar,
kısıtlanmalar, korkular içinde yaşadım. Kızgınlıkla onu yitirmekten artık
korkmadığımı düşünüyorum. Bu kopuş benim kurtuluşum olacak şimdi.
Ayhan bardağına yeniden içki dolduruyor. Benimkine uzanıyor. Elimle
kapatıyorum bardağın ağzını. Duraksıyor. Aklımdan geçenleri anlamak ister
gibi bakıyor yüzüme bir an. Sonra adımı söylüyor, sesine çok önemli
bir konuya başlamadan önceki tınıyı yükleyerek.
Suna...
Evet...
Korkmuyorum ondan artık, ne söylerse söylesin korkmuyorum.
Biliyor musun çok canım sıkılıyor...
Nedeni ben değilim umarım.
Sensin. Bırak birlikte tatil yapmayı, benim varlığıma bile dayanamaz
gibisin. Bıktın benden artık sen...
Ayhan, bırak bunları. Ne istiyorsun benden anlamıyorum...
Mutlu değilim ben, sen de değilsin. Bir arada olmamızın kesinlikle bir
anlamı yok artık.
Mutluyum ben, diyorum. Kafa tutar gibi.
Değilsin işte, değilsin. Onur'u atamadın kafandan.
Senin sinirlerin bozuk Ayhan. Olmayan şeyler uyduruyorsun.
Günlerdir sessizce inatlaşıyoruz. Sabah yürüyüşlerine katılmıyorum. Bezgin,
Onur'a duyduğum özlemle dalgın, keyifsiz sürükleniyorum ordan oraya.
Hadi biraz yürüyelim.
Sofrayı öylece bırakıyoruz. Yürüyüşe çıkıyoruz. Ama ikimiz de çok gerginiz
ve tartışmayı kesemiyoruz bir türlü.
Kıyıda bir çay bahçesine giriyoruz. Çok açılmış kötü
müzik beynimde uğulduyor. Kahve fincanını önümden
itip Ayhan'a eğiliyorum.
Peki, ne yapalım, sen söyle? diyorum.
Ayrılalım. Sen Onur'a git.
Bunu kırk kere konuştuk, böyle bir niyetim yok biliyorsun. O konu çoktan
kapandı.
Kapanmadı. Size engel olan benim. Karar ver, uygulayalım.
Ayhan ne oluyorsun böyle durup dururken şimdi?
Durup dururken mi? Çok saçma... Benimle oyun oynuyorsun sen galiba. Bana
dayanamıyorsun görüyorum.
Bu hallerine dayanamıyorum doğru. Bıktım usandım artık! İyi ki aramızı
bozacak bir Onur bahanesi var.
Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önüme sürüyorsun!
Birden kalkıp masalar arasından geçerek kapıya yürüyorum. Arkamdan
yetişiyor. Başım dönüyor, önümü görmüyorum.
Kötüyüm diyorum, hiç bu kadar kötü olmamıştım...
Ona tutunarak yürümeye çalışıyorum.
Eve kadar yürüyelim, diyor, açık hava iyi gelir, açılırsın. Dayan bana...
Eve giriyoruz. Güçlükle üst kat merdivenlerine atılıyorum. Korkuluğa
tutunarak bir kaç basamak çıkmaya çalışıyorum. Ama olmuyor, tükeniveriyorum
hemen. Basamağa oturuyorum. Bacaklarım felç olmuş gibi. İlk kez
kendi yıkımıma seyirci kalıyorum. Bunca yıldır oynadığım oyunun sonuna
geldiğimi anlıyorum. Çözülüyorum ve acıyla bağırıyorum.
İkinizden de bıktım. İkinizi de istemiyorum artık.
Öyle darmadağın oldum ki kimse toplayamaz kırıklarımı artık... Kimsenin
işine yaramam...
Ağlıyorum. Ayhan merdiven başında durmuş korkuyla bakıyor bana. Bana
doğru gelmeye çalışıyor, durduruyorum onu.
Gelme, diyorum, gelme istemiyorum. Artık rahat bırak beni...
Durup kalıyor:
Oturmaya bile gücüm kalmamışçasına merdivene uzanıyorum. Başımı kollarıma
dayıyorum. Ayhan çabucak koşuyor, başımı kucağına alıp oturuyor, kucaklıyor
beni.
Ağlama, diyor. Ağlama canım, bak yanındayım.
Kimseye ait olmak istemiyorum ben, diye ağlıyorum. Hiç bir zaman hiç
kimseye ait olmak istemiyorum.
İşte bunun için bir gün hiç bir iz bırakmadan ikinizi de bırakıp gideceğim.
Beni kaldırmaya çalışıyor.
Gel yatırayım seni, hadi canım kalk...
Bırak, yardım etme bana. Bırak beni... Kimse yardım edemez bana.
Ben ederim, Suna seni bırakamam... İnan buna...
Bırak ne olur, diye yalvarıyorum. Sen bırak beni, çünkü ben seni
bırakamıyorum... Boğuyorsun beni. Yardım ederim diyorsun ama duygusallığın
ağır basıyor. Hep şaşırttın beni sen!
Başımı lavaboya eğip yüzümü yıkadığını, kurulayıp yatağıma yatırdığını bir
düşte imişim gibi yaşıyorum.
Hadi uyu şimdi.
İçimde bir çok şey öldü Ayhan. Ben senin sevdiğin Suna değilim artık.
Geçecek bunlar, göreceksin. Yeniden başlayacağız.
Yüzümü gözlerimi öpüyor. Balkondan gece böceklerinin, dalgaların sesi
geliyor. Sonra karanlıkta kalıyorum.
Onur'la birlikte, burada, Düşköy'deki evin yatak odasındayız.
Tam birbirimizin kollarına atılacağımız sırada oda kapısı aralanıyor. Beş
altı çocuk başlarını uzatıp bize bakıyorlar. Onur'u bırakıp kapıya koşuyorum
ve çocukları iterek kapıyı kapatıyorum.
Geriye dönüp kollarımı yeniden ona sarılmak için açtığımda kapının bir daha
açıldığını görüyorum. Bu kez oğlum Mehmet ve onun babası Adam kapı
aralığından bizi gözlüyorlar. Yüzlerinde şaşkınlık ve kınama yok. Öyle
herhangi bir şeye bakar gibi bakıyorlar. Gidip yine kapatıyorum kapıyı.
Anahtarı hırsla iki kez çeviriyorum kilidin içinde. Rahatlamış bir halde
Onur'a koşuyorum.
Tam birbirimize uzanıyoruz ki kapı yeniden açılıyor.
Bizi bir gün Rekla'daki odamda elele gören grafiker Metin, danışmadaki
Serpil, çalışanlardan bir kaç kişi daha ardına kadar açık kapının önüne
toplanmışlar bize bakarak gülüşüyorlar. Artık bu kadarı da fazla ama! Çok
sinirleniyorum. Koşup öfkeyle, çarparak kapatıyorum kapıyı...
Onur kolları açık beni bekliyor. İki adımda, güven içinde yanına gidiyorum.
Tam sarılacağız... Olmaz! Kapı gene açık... Ayhan duruyor eşikte. Tepkisiz,
donmuş gibi. Arkasında bütün o röntgenciler kalabalığı ile bakıyor.
Delirmek üzereyim artık ama... Yatağın altına uzanıyorum. İki kalın tahta
çıkarıyorum oradan, kocaman çiviler ve ağır bir çekiçle tahtaları kapının
pervazına çakarak açılmayacak hale getiriyorum o lanet kapıyı.
Onur, olup bitenlere aldırmaz, çırılçıplak yatağın kıyısına oturmuş beni
bekliyor. Birazcık bıkkın görünüyor.
Hiç bir gayret yok onda. Bana yardım etmeyi aklına bile
getirmiyor. Sanki yalnız benim sorunummuş bu da! İşim bitince yorgun, soluk
soluğa gidip yanına oturuyorum. Uzanıp elini tutmak istiyorum, geçti artık
gibisinden avutmak için. Ve işte tam o anda bir şangırtı kopuyor.
Dışardakiler buzlu camı kırmışlar, yine ordalar ve bize bakıyorlar...
Sıkıntı içinde birdenbire uyanıyorum. Ayhan derin bir uykuda yanımda.
Yavaşça kalkıyorum. Sabah oluyor.
Balkonda sessiz geceyi dinleyerek sigara içiyorum.
Yasemin kokuyor hava. Uzakta, kavakların arkasında usulca açılıyor gökyüzü.
Onur'dan kısa ya da uzun her ayrılışım ondan büsbütün kopma umutlarımı
tazeledi her zaman, diye düşünüyorum. Ama olmadı. Bundan sonra da bu isteği
ikiyüzlülüğün, gizliliğin, düşüncesizlik, bencillik ve kural tanımazlığın
ruhuma onulmaz bir biçimde ağır gelmeye başlayan yüküyle birlikte ve daha
yoğun olarak hep içimde taşıyacağım.
İstanbul'a döndükten sonra Ayhan, günlük bir gazeteye parça başı yazılar
yazmaya başlıyor, çeviri yapıyor ağır aksak. Böylece zamanının çoğunu evde
geçiriyor ve sürekli beni gözlemek, geliş gidiş saatlerimi izlemek,
telefonla beni arayanları yanıtlamak gibi ek görevler için yeterince zaman
bulabiliyor.
Uzun zaman politik uğraş içinde olmuş, birikimiyle, ortaya koyduklarıyla,
çevresiyle, inandıklarını sonuna kadar savunmuş birinin, yaşamı boyunca
onaylamadığı, kıyasıya eleştirdiği bir düzende bomboş kalıvermesi çok
zor biliyorum. Elimden geldiğince yumuşak, hoşgörülü olmaya çalışıyorum ona
karşı ama bu yaşadığımız zorlukları yenmek için çok yetersiz gene de. Sorun
bir tek ben değilim.
Fakülteden atılma korkusuyla çevresinden uzaklaşmış dostları yüzünden çok
yalnız. Bu yüzden haklı olarak onları, haksız olarak beni, arkadaşlarımı,
ilişkilerimizi ve benim genel olarak insanlara yaklaşımımı, şu ya da bu
nedenlerle eleştirmeyi öylesine ileri götürüyor ki. Örneğin daha önce
eşcinselliğe karşı değilken, birden karşı çıkmaya başlıyor, bu tip bir
arkadaşımı yerden yere vuruyor, kınıyor, küçümsüyor. İnsanların hep kendi
dertlerini anlatan benciller gurubu olarak niteliyor. Kimse senin de neyin
var? diye sormuyor ona. Herkes uzlaşmacı, kirli, dümenci. Netlik, insancıllık,
dayanışma duygusu yok olmuş. Hemen ayak uydurmuşlar düzene. İlişkiler
boyutsuz, yapay, çıkara dayalı.
Bir zaman sonra onunla birlikte ben de düşünme, ben olabilme yeteneklerimi
yitirmeye başlıyorum kaçınılmaz olarak. Her an her yerde yanımda olmak
istiyor.
Yıllar önce bana ödünç verdiği kişiliğini geri almak ister gibi. Kendisini
bağımsızca ve bütünüyle kaptıracağı bir uğraşı olmadığı sürece bundan
vazgeçmeyeceğini anlıyorum ve dengem biraz daha bozuluyor.
Sıradan bir evliliğin, genel geçer kurallar içinde var olan kurulu
düzenlerin tuzağına düşmekten hep korkan Ayhan, düşüncesiyle değil ama
eylemiyle böyle bir birlikteliğin erdemlerini savunmaya itiyor beni.
İlk tepkim sessizlik ve kayıtsızlık oluyor sonra küçük özverilerde
bulunuyorum yavaş yavaş.
İşten çıkar çıkmaz eve koşuyorum. Yemek hazırlıyorum. Kendimi her gün
biraz daha kapatılmış, havasız sıradan görmeye başlıyorum.
Bu sıralarda Onur'la aramızdaki sıcaklığın azalmakta olduğunu sezmeye
başlıyorum. Çok seyrek, ayda bir kez ya da en iyi durumda üç haftada bir
atölyede başbaşa kalabildiğimiz sınırlı saatlerde alışılmış bir birlikteliği
yaşıyoruz sıkıntılarımızı birbirimizden gizleyerek.
Rekla'da ise çok az özel anlar yaratabiliyoruz artık. Rekla gelişiyor,
hızla büyüyor, çok işimiz var...
Ayhan bir arkadaşıyla dışarda yemek yediği bir gecenin sonunda eve oldukça
üzgün ve düşünceli dönüyor.
Yatmadan önce birer sigara içiyoruz birlikte.
Sana bir şey söyleyeceğim, diyor, ama söyledikten sonra bir dakika
gözlerine bakacağım tamam mı?
Şaşırıyorum. Ne söyleyebilir? Evet, sonunda o an geldi işte... Hep
korktuğum, her şeyin açıkça ortaya serileceği an.
Söyle, diyorum, göğüslemeye hazır.
Gözlerine bakacağım ama... Kaçırmayacaksın.
Peki bak, söyle hadi.
Söyleyeyim mi?
Aaaaa! Söylesene canım.
Seninki Nazlı'yla yemekteydi.
Hemen anlıyorum gene de anlamamış gibi soruyorum.
Kim? Benimki mi? O da kim?
Onur. Biz gittiğimizde oradaydılar. Bizden bir iki masa ötede
oturuyorlardı.
Gözlerime bakıyor. Ne gördüğünü bilmiyorum. Hiç bir şey göremesin diye
zorluyorum kendimi.
Eee, ne var bunda? Konuşmadınız mı?
Öpüştük, konuştuk canım bir kaç dakika. Sonra ben kendi masama döndüm. Ama
onları görebileceğim bir yerde oturuyordum.
Olabilir, bir arkadaşıyla yemek yiyemez mi?
Nazlı'dan söz ediyorum sana. Başka bir durumdu bu. Birbirlerinin içine
düşeceklerdi denir ya, tam öyle.
Bir büyük şişe rakı içtiler, kadın nasıl yuvarlıyor bir görsen. Bence
tazelenmiş bir ilişki bu.
Dikkatle gözlerime bakmayı sürdürüyor. Nasıl da zorluyorum kendimi, dimdik,
bomboş bakabilmek, içimdeki yangını ele vermemek için.
Beni ilgilendirmiyor artık, diyorum, bana ne?
Başımı çeviriyorum.
Ama beni ilgilendiriyor, diyor Ayhan. Çok üzüldüm Suna. Bunu bana nasıl
yapar!
Ayhan deli misin nesin? Sana ne yaptı ki?
Sesim kırık dökük. Vurulmuşum gibi acıyor içim.
Seni sevdiğine inanıyordum. Bu yüzden bunca acı çektik biz. Saygı gösterdim
bu sevgiye ben... İnandım ve acı çektim...
Ah, Ayhan, canım...
Bütün düş kırıklıklarımla, bütün yıkılmışlığımla ama-bütün içtenliğimle
sarılıyorum ona.
Üzülme, diyorum, Ben ona çok zor geldim. Yapamazdı. Üstelik bitmiş bir şey
bu. Kaçınılmazdı yeni birini araması. Elinin altında Nazlı vardı işte,
anlasana...
Ben bir duş alayım, diyor.
Banyodan su sesi geliyor. Telefon oturduğum koltuğun yanında duruyor.
Atölyeyi arıyorum. Oraya götürmüş olmalı Nazlı'yı. Cevap vermiyor. Belki de
açmıyor.
Evini arıyorum, evde.
Benim Onur, diyorum.
Ha, merhaba. Hayrola bu saatte?
Yeniden mi başladınız?
Neye? Neyi soruyorsun?
Nazlı'dan söz ediyorum.
Ne oluyorsun? Ne bu telaşın?
Bunu hiç beklemiyordum. Yani daha iki gün önce birlikteydik biz.
Sözümü kesiyor.
Düşündüğün gibi değil. Bir şey yok. Ayhan hemen sana...
Hiç olmazsa başka birini bulsaydın, diyorum sözünün sonunu dinlemeden.
Tanrı aşkına, yat uyu, sonra konuşuruz.
Anlamalıydım, diyorum.
Tasarlanmış bir şey değildi, diyor. Bir sergide karşılaştık, birlikte
çıktık. Kurtulamadım, çok üsteledi, kırmak istemedim yani. Hepsi bu. Yarın
konuşuruz.
İki uyku hapı alıyorum yatmadan önce. Yarın bana neler anlatacağını iyi
biliyorum. Demek bu karmaşadan usandı artık.
Sarıya boyanmış bomboş bir odadayım. Odanın bir duvarı boydanboya ayna
kaplı. Pencere yok. Küçük demir bir kapı var yalnızca ve kapıda kocaman
paslı bir kilit asılı.
İri, kara bir kuş başımın üzerinde çılgın gibi dönerek uçuyor. Ondan
korunmak, sakınmak için oradan oraya koşuyorum. Kuş her dönüşünde aynaya
çarpıyor ve yaralanıyor. Uçuşu giderek ağırlaşıyor bu yüzden ve her
çarpışta kanlı izler bırakıyor aynada.
Bir süre sonra yoruluyor, gücü tükeniyor ve kan içinde aynanın dibine
düşüyor, kof bir ses çıkararak. Kısa bir süre çırpınıp can çekişiyor yerde
sonra hareketsiz kalıyor birden. Öldüğünü anlıyorum.
Korkuyla yaklaşıp ona eğiliyorum. Kuşun yüzü Onur'un yüzü. Donakalıyorum.
Biri gülüyor, bir kadın kahkahalarla gülüyor, çılgınca... Dönüp baktığımda
gülenin Nazlı olduğunu görüyorum. Elinde oda kapısının kocaman anahtarını
tutuyor.
Sıradan bir yemeği böylesine büyüteceğini hiç düşünmemiştim, diyor. Öyle
şaşırttın ki beni. Yalancı biriysem beni sevebilir misin? Hiç araştırmadan
kendi kendine yaşadıklarınla karar veriyorsun hep. Ne zamandır
her buluşmamızda bana neler soracağını, nelerle suçlayacağını, her
karşılaşmamızda ne sorunlar çıkaracağını düşünür oldum. Benden güzel şeyler
duymak istediğini söylüyorsun ama savunmadan başka seçenek bırakmıyorsun...
İnanmıyorum ona. Günlerce sürecek bir tartışmanın başlangıcı oluyor bu.
Sevgi, insan istediği zaman arkasından gelecek ya da koşacak tasmalı bir
köpek değildir, diyor.
Doğru, değildir. Daha saygın bir şeydir.
Sen bana olan saygını yitirdin artık. Bir çocuk bile bu kadar kontrol
altında olmaya nasıl tepki gösterir acaba? İki insan arasındaki sevgi kendi
yasaları içinde bir denge kurmalıdır.
Benden elimde olmayan nedenlerle uzak kaldın ve hemen yeni bir hayran
aradın kendine, diyorum. Hiç bir açıklaman bu gerçeği değiştiremeyecek.
Beni başkalarının bakışıyla yargılıyor ve doğru olmayan sonuçlara varıyorsun,
diyor. Oysa biraz düşünüp, kendi çelişkilerinden kurtulabilirsen daha akılcı
bir yaklaşımla değerlendirirsin...
Kim başkaları? Ayhan mı?
Kış bir karabasan gibi geliyor. Ayhan'la yeniden ayırıyoruz odalarımızı.
Çünkü çok az uyuyorum. Onur'a ve Ayhan'a uzun mektuplar yazıyorum geceler
boyu. İkisine de elden veriyorum onları.
Kimi kez özlem kimi kez kırgınlıklar, çoğu kez de bir çıkış yolu arayan
mektuplar Onur'a yazdıklarım. O da bana yazıyor, sonra onun odasında ya da
benimkinde oturup tartışıyoruz mektuplarımızdaki düşünceleri.
Uzun uzadıya başbaşa kalacak zamanımız yok. Eskiden bizim egemenliğimizdeydi
zaman şimdi birbirimizi tüketmek için kullanıyoruz bizi kıskacına almış
zamanı.
Ayhan'a yazdıklarım ise, onu dinginliğe, beklemeye, her şeyin daha güzel
olacağı bir zamanın geleceğine inanarak bana karşı daha anlayışlı olmaya
çağıran mektuplar. Ben inanıyor muyum buna? Umuyorum yalnızca.
Ama o inansa daha güçlü olacağım sanki. Oysa Onur'a yazdıklarımla Ayhan'a
yazdıklarım birbirleriyle çelişen, taban tabana zıt istek ve düşüncelerle
dolu mektuplar.
İkisini birden yitirmemeye çalışma çabam tek ortak yanları.
Suna,
Bana üç gün önce yazdığın mektuptaki havan sanki ikimiz arasında hiç bir
sorun yokmuş, bunları ben kendi kendime uyduruyormuşum rahatlığıydı. Akşam,
yemekte bunu sana anlatmaya çalıştım ama sen durumu kendi açından
değerlendirdiğin için anlamak istemedin. O tartışmamızdan bu yana, yani şu
son yirmidört saat içinde neler düşündüğünü bilmiyorum ama konuşamıyor
olmamız bile başlı başına bir sorun bence.
Seni hırpalamak değil amacım. Yalnızca bir durum saptaması yapmak istiyorum.
Öncelikle benim için uzun zamandır tek ve başlıca sorun sen ve ben, bizim
ilişkimiz.
Bu sorunu çözmeden başka hiç bir konuya veremem kendimi. Ne duygusal ne
düşünsel planda. Sen birlikte yaşadığımız bu evde kendi yalnızlığın
içinde mutlu olabilirsin ama ben değilim. Şu anda senin için olduğu kadar
kendim için de aramızdaki farkları yakalamaya çalışıyorum. Bunlar geçici mi
sürekli mi olacak bilmiyorum ne var ki uzun zamandır görüyorum.
Sen benimle birlikte yaşıyorken kapıldığın aşktan kurtulma bunalımını tek
başına atlatmayı, beni üzmemek için yeğlediğini söylüyorsun. Oysa bu beni
senin özel yaşamından dışarda tutmak demektir. İlk günlerde benden beklediğin
yardım ve dayanışmaya, bana sığınmaya gereksinmen yok artık demek ki. Sorun
senin sorunun, üstesinden sen geleceksin öyle mi? Beni karıştırmak, benimle
bölüşmek istemiyorsun. Böylece beni yaşamından dışarı itiyorsun. Ben senin
sırdaşın değilim artık. Tam tersine, yalnızlığının, bunalımının içinde seni
rahatsız eden, senin gözüne batan bir diken oluyorum. Senin özgür ve başına
buyruk, dilediğince sürdürdüğün yaşamında engel olarak karşına çıkıyorum
durmadan. Bu sıkıntıyla bilinçaltındaki olumsuz birikimleri bana yansıtıyorsun.
Tüm denetim düzeneklerimi tahrip edinceye kadar hem de.
Benimle birliktesin hala, çünkü özverili bir dostu yitirmeyi göze
alamıyorsun. Tuttuğunu sandığın dallar kırılabilir; farkındasın. Yaşamayı
yadsımana karşın sürdürdüğün aşkın yarını yok, biliyorsun. İşte bu yüzden,
böyle de yaşanabilir, diye düşünüyorsun. Beni bazen iter kakarsın bazen de
gözünü yumar katlanırsın.
Sonra da bu oyunun bir yerinden kendine renksiz, kokusuz, tadı olmayan bir
mutluluk tablosu çıkarırsın ve `Ama ben mutluyum,' dersin.
Sen yalnızca duygularıyla yaşayan bir insansın. Sen savrulmak istiyorsun.
Oysa seni böylesine savuracak kişi ben değilim artık. Bu durumda sen, en
yakın dostun olan bana karşı hiç bir özveride bulunamazsın. Birlikte
yaşamın getirdiği kurallara uyamazsın. Aldıklarını kendin için doğal bir hak
gibi görür üstünde bile durmazsın.
Vermeye gelince de korkunç cimri ve bencil davranırsın.
En küçük dileği bile senin kişilik bütünlüğüne yapılmış bir saldırı gibi
görür, başkaldırırsın. Sen aslında kendi bütünlüğünü sonuna kadar savunursun.
Duygularınla savrulduğun zaman değil yalnızca, hayır, durgun, esintisiz,
aklın hükmettiği zamanlarda bile.
Ben de duygusalım ama senden daha gerçekçiyim.
Şimdi de gerçeği öne almaya çalışıyorum. Seni hep sevdim ve seviyorum. Ama
bu tek yönlü çabam bir yere varmıyor artık. Senin beni sevdiğine de
inanıyorum ama yalnızca bununla yetinemiyorum. Sen de yetinemiyorsun
görüyorum ayrıca. Sen sevdiğinde çok kısa bir süre üstün yetenek gösterir
sonra hemen geriye çekilirsin.
Bundan sonrası katlanma olur senin için. İşte bu katlanma ikimizi de
bunalıma soktu. Bizim birbirimize katlanmamızı gerektirecek hiç bir ortak
kalıtımız yok oysa.
Ben her şeyi şu anda olduğunca sürdürme gücünü kendimde bulamıyorum artık,
çok yorgunum çünkü.
Özetle durum bu. Az sonra çıkıyorum. Sen uyuyorsun. Kalkınca yazdıklarım
üzerinde düşünür müsün?
Akşama konuşuruz.
Not: Bu aşamada benimle birlikte olmayı düşünüyorsan Rekla'dan ayrılmanın
iyi olacağı kanısındayım.
Ayhan
Ayhan'ın kalktığını, mutfağa girip dolabı açıp kapadığını duyuyorum,
yattığım yerden. Sonra sifon sesi geliyor tuvaletten. Az sonra bana gelecek.
Işığı açıp konuşmak istediğini söyleyecek. Son mektubundan sonra, gecelerdir
sürüyor bu böyle. Yatağın içinde doğrulup oturuyorum, bekliyorum.
Uyuyor muydun? diye soruyor kapıyı aralayarak.
Hayır, gel...
İçeri giriyor. Başucumdaki ışığı açıyorum. Yatağa oturuyor. Uykusuz,
hasta yüzü dokunuyor bana. Ya ben? Ben ona nasıl görünüyorum?
Konuşmak istiyorum, diyor, uyuyamıyorum bir türlü...
Bu geceki sorgu başlıyor, diye düşünüyorum. Yastığımı arkama koyup
yaslanıyorum. Hazırım. Hadi, tırnaklarımı sök, kızgın demirlerle dağla
gövdemi, ellerimi, buz koy kalbimin üzerine, bin vatlık lambayı gözlerime
çevir, saçlarımı ağart...
Yağmur yağıyor mu? diye soruyorum.
Durdu. Biliyor musun, sıradanlaşmamayı, bir roman kahramanı gibi yaşamayı
kendine önkoşul bellemişsin sen.
Bilmiyorum. Hiç bir şey bilmiyorum...
Söylesene ben nerede yanlışlık yaptım da sen benden böylesine soğudun?
Bilmiyorum.
Bilirsin söyle...
Bilmiyorum. Seni seviyorum, bildiğim bu.
Öyleyse neden birlikte olmayı değil de ayrılmayı, çekip gitmeyi
düşünüyorsun?
Bilmiyorum. Herhalde sen öyle istiyorsun diye...
Ben bunu istemiyorum. Beni bu noktaya sen getirdin. Ayrılmak isteyen
sensin aslında. Öyle değil mi?
Bilmiyorum. Karar vermedim daha.
Verdin. En uygun zamanı kolluyorsun. Anlıyorum çünkü artık daha rahatsın.
Hayır hiç rahat değilim.
Beni artık hiç sevmiyorsun değil mi?
Bilmiyorum, bilmiyorum....
Beni artık sevmediğini söylemelisin. Bunca yıllık yakınlıktan sonra bana
görev duygusuyla yaklaşmana izin vermeyeceğim.
Bıktım artık bu gece sorgulamalarından Ayhan. Bana işkence ediyorsun,
görmüyor musun? Hem kendini hem beni hırpalıyorsun...
Daha çoğu olamaz nasıl olsa. Yeterince hırpalandık zaten.
Rekla'dan senin için ayrıldım. İşsizim, bomboşum, hastayım ama gene de bu
bunalımı atlatabileceğimi düşünüyorum. Başka ne yapabilirim? Ne istiyorsun
benden?
Beni sevmeni istiyorum.
Konuştuk bunu, çok konuştuk...
Beni sevmiyorsun.
Hayır, öyle değil.
Sevmiyorsun. Yeteri kadar aldandım, gerçeği bilmek istiyorum artık.
Çılgın gibi yumrukluyorum yorganın altındaki dizlerimi. Söylediklerimi
denetleyemiyor artık aklım.
Evet, evet, evet! Sevmiyorum. Hiç sevmiyorum. Çoktandır seni sevmiyorum.
Artık sana verecek hiç bir şeyim yok... Senden de hiç bir şey beklemiyorum...
Ağlıyorum.
Biliyordum, diyor. Duymak istedim yalnızca. Şimdi yeniden başlayabiliriz
belki...
Delisin sen! diye bağırıyorum arkasından. Bitti, her şey bitti artık!
Varlığımın karmakarışık düzeneklerindeki her parça çözülüp dağılıyor. İçiçe
geçmiş çarklar, dişliler gevşiyor. Bir bozgunun orta yerinde korkunç bir iş
işten geçmişlik duygusuyla, içimde birikip çürümüş, yosunlaşmış
nefreti, kendi kendime karşı duyduğum nefreti kusuyorum haykırarak.
Artık kendimi de sevmiyorum, hiç sevmiyorum!
Yatağımın içinde büzülüyorum.
Bu yangını ben çıkardım, diye düşünüyorum. Tek kurban da ben olacağım....
Şimdi burada, aynı yatakta, karanlığın içinde yatarken Ayhan'ın yangın
ihbarıyla eşi dostu çağırdığı ve benim dönmemek kararıyla bu evden çıkıp
gittiğim geceyi yeniden düşündüğümde o geceden bu yana geçen bir ayı
aşkın süre içinde hala aynı yerde dönüp durmakta olduğumuzu görüyorum.
Yan tutmadan bu yangına bir suçlu bulmaya zorluyorum kendimi. Biraz
düşündüğümde bu işin suçlusu olmadığına karar veriyorum. Suçlu olan biz
değiliz. Hiç birimiz değiliz. Kötülük, kuralların, yargıların, öngörmelerin
içinde barındırdığı şiddet ve katılıkta. Bizim ilişkilerimiz gizli, göze
görünmez bir baskıyla biçimleniyor.
Ayhan'ın tuvaletten dönen ayak sesleri kapımın önünde duruyor.
Kıpırdamıyorum. Buzlu camdan sızan ışıkta karaltısı kararsız bekliyor bir an
ve sonra içeriye girip ışığı yakıyor birden.
BAĞLAR
Kamaşan gözlerimi kolumla kapatıyorum.
Kalk da biraz konuşalım, diyor.
Saatime bakıyorum. Yirmidörde geliyor.
Yarın konuşalım Ayhan, çok geç oldu.
Eğer bu evde yaşayacaksan böyle keyfince buraya kapanmak yok, diyor. Gelip
benimle insan gibi oturacaksın içerde.
Doğrulup ona bakıyorum. Çok içmiş. Sallanan bedenini kapıya tutunarak
dengelemeye çalışıyor. İrkiliyorum nedenini bilmeden. Yavaşca isteksiz
kalkıyorum.
Dinlenmeye bile bırakmıyorsun beni, diyorum yakınır gibi.
Otel değil burası, diyor kapıdan çekilirken. Ya insan olursun ya da çeker
gidersin.
Bir içki alıp onun oturduğu koltuğun karşısındakine oturuyorum öfkeden
titreyerek. Neler kurdu kimbilir gene. Niye yatıp uyumuyor. Onu saran bu
çılgınlık bitmeden nasıl uzlaşacağız?
İçki şişesini ayaklarının dibine koymuş. Ara vermeden içiyor olmalı
sokaktan döndüğünden beri.
Yarın sabah gideceğim, diyorum. Ama istersen şimdi de gidebilirim.
Elleri titreyerek içki koyuyor bardağına.
İçme artık Ayhan...
Sen karışma, diyor. Karışman gerekmeyen şeylere karışıyorsun. Gerekenlere
ise kayıtsızsın!
Durmadan aynı şeyleri söylüyorsun bana. Yeni bir şey yok mu? Bir ara dışarı
çıktın galiba... Yatışmadın mı?
Sermet'e gittim. İçeri alınmam için yargıtay kararının beklenmeyebileceğini
söyledi. Yeni tutuklamalar oluyormuş. Bir yığın bahaneyle topluyorlar
insanları.
Durum giderek sertleşiyor.
O da hep senin gözünü korkutur. Beceriksiz herif.
Bence daha iyi bir avukat bul kendine sen.
Körsün sen, diyor. Olanların farkında değilsin. Aç gözünü biraz da çevrene
bak.
Ne istiyorsun benden sen Allahaşkına! Ben ne yapabilirim yani? Gidip
yalvarayım mı adamlara kocamı bırakın diye?
Ben içeri girsem sevinirsin sen tabii. Sevgilinle özgürce yaşarsın.
Saçma sapan konuşma!
Katlanamıyorum artık sana Suna. Gerçekten sinirlerimi bozuyorsun benim!
Sen de benimkileri! Bırak da gideyim ben.
Ayağa kalkıyorum. Telefona yürüyorum.
Bırak o telefonu? diye bağırıyor. Benim telefonum o.
Kendininkini aldın götürdün. Benden izin almadan kullanamazsın onu!
Taksi çağıracağım. Gitsem iyi olacak. Aslında hiç gelmemeliydim.
Otur yerine, diye bağırıyor. Hiç bir yere gidemezsin.
Ben olur demeden gidemezsin anladın mı? Otur oraya, konuşacağız.
Konuşacak bir şey yok. Konuşamıyoruz işte. Olmuyor. Denedik, olmadı!
Olmaz tabii. İstemiyorsun ki... On gündür ağzını bıçak açmıyor.
Gitmek istiyorum...
Oh, istediğin zaman gel, istemediğin zaman git...
Yok öyle şey, artık yok. Dizini kırıp oturacaksın burda tamam mı?
Benimle böyle konuşma!
Neden? Acı çeken yalnız sensin değil mi? Hiç bir şeye değmezsin sen be!
Beş para etmezsin...
Hızla odama gidiyorum. Eteğimi ve kazağımı dolaptan alıp yatağın üstüne
atıyorum. Sabahlığımı çıkarıyorum giyinmek için. Elinde içki bardağıyla
gelip kapıda duruyor.
Bırak onları, diyor. Gitmeyeceksin dedim, Bundan sonra her an benimle
birlikte olacaksın. Soluk aldığını bile duyacağım.
Ona bakmadan sinirli ellerle etekliğimi giyiyorum.
Kopçayı bulamıyorum bir türlü.
Beni durduramazsın, gideceğim işte! Bıktım artık senden. Ne olursan ol
umurumda değil. Senin gibi delileri içerde tutmaları gerekir zaten!
Seni hain kadın, seni terbiyesiz!
Birden üzerime atılıp elimdeki kazağı kapıp fırlatıyor ve yatağın üzerine
savuruyor beni.
Özgürlükten ne anlıyorsun sen? diyor hırsla söylenerek. Özgürlük hiç bir
kural tanımadan başkalarıyla yatabilmek mi? Özgürlüğün, gerçek özgürlüğün ne
olduğundan haberin var mı senin ha! Seni küçük cadı...
Kendine gel, çekil yolumdan, istemiyorum seni. Senin bana bağışlar
göründüğün özgürlük de senin olsun!
Nasıl da dilendim onu senden; yazıklar olsun bana!
Şiddetle vuruyor yüzüme.
Bırak beni! diye haykırıyorum. Senin yüzünden acı çektim. Beni sevmeni
istemiyorum artık. Tutsak ettin beni. Sıradan bir koca gibi tepki
gösterseydin keşke. Vursaydın daha iyi ederdin beni...
Nankör! Üç yıldır, tam üç yıldır senin o boktan aşkına katlanıyorum. Ama
sende insanlık ne gezer!
Yeniden vuruyor yüzüme, savruluyorum.
Seni sevmiyorum, diye bağırıyorum çılgın gibi. Sevmiyorum, hiç sevmiyorum..
Üzerime atılıyor elleri boynumu kavrıyor.
Öldüreceğim seni...
Bırak beni!
Yüzüme vuruyor aralıksız. Çırpmıyorum biraz, sonra sersemleyip yatağın
üzerine düşüyorum yeniden. Ve aynı anda hızla doğrulup komodinin üstüne
bıraktığı içki bardağını kaparak ona fırlatıyorum çok yakından. Alnında
parçalanıp dağılıyor ince cam. Yarılan yer kanamaya başlıyor. Kanı görür
görmez çileden çıkmış gibi saçlarımdan kavrayıp yatağın üstüne bastırıyor
beni bir eliyle. Öteki eli inip kalkıyor yüzüme öldürmek istercesine.
Alnından sızan kan yüzüme akıyor. Gözlerimin, kulaklarımın, ağzımın içine.
Belki de burnum kanıyor, bilmiyorum.
Yüzüm ince bir zonklamayla yanıyor, kabarıp uyuşuyor. Soluk alamıyorum,
boğazımı sıkıyor. Öldürüyor beni, diye düşünüyorum. Ölüyorum artık işte,
demek böyle ölecekmişim.
Birden ayaklarımın birini kurtarıyorum bacaklarının kıskacından ve
şiddetli bir tekme atıyorum karnına.
Geriye, yatağın kıyısına kaykılıyor. Fırlıyorum, tutmaya çalışıyor ama
elinden sıyrılıp banyoya koşuyorum. Kapıyı içerden kilitliyorum çabucak.
Kapıyı tekmeliyor. Bağırarak.
Dişlerim birbirine vurarak titriyorum. Banyo dolabının aynasında yüzüme
ilişiyor gözüm. Kan içindeyim.
Sağ gözüm kapanmış, yüzüm morarıp şişmiş.
Aç kapıyı... Aç diyorum...
Gücü tükenir gibi zayıflıyor sesi.
Aç, yüzümü yıkayacağım.
Kilidi anahtarın içinde döndürüp aynı anda kapıyı açarak itiyorum onu,
dışarı fırlıyorum, antreye koşup mantomu kaparak sokağa atıyorum kendimi.
Yetişiyor, sokağın ortasında yakalıyor beni. O zaman ayaklarımın çıplak
olduğunu görüyorum. Boğuşuyoruz, direniyorum. Bağırmak istiyorum sesim yok.
Bu gece ölüm gecem benim. Umarsızca hala ışıkların yandığı pencerelere
kaldırıyorum başımı, yeniden bağırmayı deniyorum. Niye kimse yetişmiyor?
Öldürüyor beni, diye bağırıyorum da niye kimse duymuyor? Bütün pencereler
kapalı. Işıklı perdelerin ardında mutlu insanlar yaşıyor ve beni duymak
istemiyorlar.
Belimden kavrayıp çekiyor. Kurtulmak için savaşıyorum onunla. Mantom yere
düşmüş, kazağım yok, onu giyememiştim. Sulu sepken çıplak boynuma, kollarıma,
artık benim olmayan yüzüme yağıyor. Çamaşırımdaki kan lekeleri karanlığın
içinde koyu mor benekleniyor.
Sürükleyerek yeniden eve sokuyor beni, merdivenlerde umutsuzca bırakıyorum
kendimi. Ağrılı bir gerginlikle her yanım zonkluyor, yüksek gerilime
kapılmışım gibi titriyorum.
Sürünerek yatağıma gidiyorum. Kendimi yatağa atıyorum.
Kapının çalındığını Ayhan'ın gidip açtığını duyuyorum yattığım yerden.
Polis.
Telefon edildi de, diyorlar.
Yok bir şey, diyor Ayhan, gerçekten yok.
Güçlükle kalkıyorum, duvarlara tutunarak kapıya gidiyorum. Ayhan itmek
istiyor beni ama geç kalıyor, gördüler bile.
Beni evime götürün, diyorum polislere, evime gitmek istiyorum.
Kapıyı örtmek istiyor Ayhan.
Aile kavgası, önemli değil, diyor.
Beni öldürmek istiyor, diyorum. Burda kalamam.
Evli misiniz? diye soruyor biri.
Evet, karım, diyor Ayhan.
Götürün beni, diyorum yeniden. Cinayet işlenecek yoksa.
Götüremeyiz, diyor öteki polis. Aile içi durumlar.
Karışamayız. Bir şikayetiniz varsa yarın sabah adli tabiplikten rapor....
Ayhan içeri itiyor beni.
Bitti, geçti, bir şey yok, gidebilirsiniz, diyor polislere.
Polis kutsal aile yuvasına karışmıyor, kutsallığı bozulmasın diye. Koca
kutsal aile kurumunun başkanıdır, döver de sever de öldürür de. Ama sağ
kalmayı başarırsan gider dilekçeni verirsin savcılığa. Bileğine mor bir
damga vurup adli tabibe gönderirler seni. Zabıtlar tutulur, raporlar alınır.
Bu arada tarafları barıştırmaya çalışmak insanlık gereğidir kuşkusuz. Önemli
olan aileyi ayakta tutabilmek. Polis karı koca kavgalarına karışmıyor demek.
Her şeye karışıyor ama buna karışmıyor. Zararlı düşüncelere karışıyor,
zararlı eylemlere altı yıl ceza kesiyor, ama aynı adam karısını dövdüğünde
karışmıyor.
Ağlıyorum ve öfkeyle kapı pervazını tekmeliyorum.
Bitmiş tükenmiş, yere, kapının arkasına bırakıyor kendini Ayhan. Sırtını
kapıya yaslayarak oturuyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, yalvarıyor.
Yanımda kal, böyle ayrılamayız biz. İkimiz de dağılır gideriz. Burda kal,
ben seni iyileştiririm...
Yararı yok, bırak da gideyim...
Ben böyle bir şey yapamazdım... Nasıl oldu bilmiyorum. Yapmamalıydım...
Götür beni diyorum... Biraz dinlen, sonra götür beni...
Gün ağarıyor. Öne yanına oturuyorum. Yağmurun arabanın camlarına vuran
sesinden başka ses yok sabahın içinde. Kolları iki yanına sarkmış, gevşek,
yorgun, oturuyor Ayhan direksiyonda. Kullanabilecek mi arabayı?
Motoru çalıştırıyor, bekliyoruz.
Gidemezse gidemeyiz. Hiç değilse birlikte ölürüz. Ölüm paklar artık bizi.
Yalpalayarak yol alıyoruz. Bir o yana bir bu yana savrularak. Ne olursa
olsun. Ölüm paklar bizi artık.
Yüzüme dokunuyorum. Benim yüzüm bu.
Geriye dönmek istiyorum, diyorum Onur'a. Oysa zaman durmadan ileriye
doğru akıyor. İşte yine sonbahar geldi. Sonra kış.
Sımsıkı sarılıyorum ona.
Bazen geceleri birden uyanıyorum ve sesini duyduğumu sanıyorum, diyorum.
Penceremin altından, sokaktan geçen birinin ayak sesleri seninkine benziyor
kusursuz bir biçimde. Sonra her kapı çalınışında sen geldin sanıyorum ve
telefon her çalışında senin sesini duymak için koşup açıyorum.
Yüzümde gezdiriyor parmaklarını ince dokunuşlarla.
Şimdiye kadar hep ölümün dayanılmaz yalnızlığının ve acının resmini
yapmaya çalıştım, diyor Ama bu sıcaklığı, bütünlenmeyi denemeliyim artık.
Bedeninin ipeksi yumuşaklığını, yüzünün anlamlı derinliğini anlatabilmek
nasıl da zor ve güzel olabilir kimbilir.
Bir savaş sonrası terkedilmiş bir kentin bomboş sokaklarından geçiyoruz
ağır ağır. Kendiliğinden gidiyoruz sanki, Ayhan'ın hiç bir gayreti olmadan.
Uzun zig zaglar çizerek. Kendi elimizle yarattığımız yıkımın ortasında
ikimiz de tam olarak ne olduğunu anlayamadan.
Ne zamandan beri, yaşamımın, özgürlüğümün önündeki tek engel gibi
görünüyor bana Ayhan? Ne zamandır bunu ona sezdirmekten, söylemekten
korkarak, uzun yürüyüşlerimizden, başbaşa yediğimiz akşam yemeklerinden ve
onun kıskançlıkla çoğalmış isteklerinden tat alıyormuş oyunu oynuyorum
kendim de bilmeden ve beceremeden? Aramızdaki içtenlik yaralar alıncaya,
coşkularımız yapay ve iğreti, konuşmalarımız zorlanmış ve neşesiz hale
gelinceye kadar ne kadar zaman geçti?
Niye korktum bu kadar Ayhan'ı yitirmekten? Beni Onur'a sürükleyip duran o
amansız duygunun freni olduğu için mi? Her şeye karşın Ayhan'la aramdaki
bağın daha kalıcı, daha güvenli, daha sağlam olduğunu ve Onur'a duyduğum
sevginin sürebilmesi için gereken ustalığın Onur'da var olmadığını görmüş
oluşumdan mı?
En sonunda tutulduğum illetin iyileşir bir hastalık olduğuna ve bu kendimi
yitirme günlerinde Ayhan'ı gözden çıkarmamam gerektiğine inanmaya mı
çalıştım?
Yokuşun ortasında evin önünde duruyoruz. İnmeye davranıyorum.
Lastik patladı galiba, diyor.
Üzerindeki eşofman kan içinde. Yüzü bembeyaz, kıpırtısız ve ölü. Saçları
karmakarışık. Spor ayakkabılarının içinden görünen beyaz çorapları kana,
çamura bulanmış. Peşimden çoraplarla koşmuş sokakta.
İnip kapıyı çarpıyorum.
Kömür tozu, nem, beton ve haşlanmış lahana kokan o bayat kokuyla çıkıyorum
merdivenleri yeniden. Gazım var mıydı?
Evet, biraz var. Çok üşüyorum. Üstüste iki kazak geçiriyorum üstüme.
Benim evim burası. Sıradan, derme çatma küçük evim. Sığınağım. İyileşirim
burada, yaralarım kapanır. Bundan böyle özgürüm.
Yüzüme bakıyorum aynada, korkunç! İşte sonunda ben de kocalarından dayak
yiyen kadınlar kervanına katıldım. Onlara ne önereceğim peki Güzide Abla
olarak?
Üstelik artık nasıl olur da insanların birbirleriyle evlenmelerine aracılık
edebilirim ki?
Mutfağa giriyorum. Biraz buz koymalıyım yüzüme.
Ayhan defolup gitmiş olmalı bir daha dönmemek üzere.
Pencereye yaklaşıp, emin olmak ister gibi sokağa, aşağıya bakıyorum.
Hayır, hala orada. Karla karışık yağan yağmurun altında, elleri çamur
içinde lastik değiştirmeye çalışıyor. Ama beceremiyor. Lastiği yerine
oturtmaya çalışırken ağlıyor, hıçkırıklarla sarsılıyor gövdesi. Elleri
birbirine dolaşıyor. Ağlıyor.
Ona bakıyorum kaskatı kesilerek.
Lastiğe bir tekme atıyor. Ağlıyor. Gözyaşları yüzüne yağan yağmura
karışıyor. Hıçkırarak, ağzını acıyla yayarak ağlıyor.
Otobüsümün geciktiği bir sabah Balıkesir otogarında ağlayan adamı
anımsıyorum birden. Onur'un kendi kendime kurduğum geçmişine kattığım,
ona bağışladığım adamı. `Bir sıraya çökmüş katılarak, ölesiye, yapayalnız
ağlayan, başını kaba köylü ellerinin içine almış, gözyaşlarını kirli
mozaik zemine akıtarak, tükenmiş gövdesi hıçkırıklarla sarsılarak, büyük
bir acıyla ağlayan' o adamı. `Kimseyi, hiç bir şeyi görmeden duymadan
ağlayan' o adama nasıl saygıyla, ürpererek baktığımı.
Yanına yaklaşıp acısını dindirebilmeyi ne çok istemiştim
o anda. Nasıl da insanca dokunaklıydı o ağlayış ve benim
çaresizliğim.
Ayhan'ın sokakta kalmış küçük bir çocuk gibi arabanın üstüne kollarını
koyup kapanarak deliliğe varan bir ağlama nöbetine tutulmuş, kahırla,
pişmanlıkla, kendinden geçmişlikle ağlayışına bakıyorum.
Birdenbire pencereyi açıyorum, sesleniyorum.
Ayhan!
Sırılsıklam başını bana kaldırıyor.
Yukarı gel, diyorum.
Şaşkın bana bakıyor, anlayamıyor.
Yukarı işareti yapıyorum elimle.
Soyuyorum, duşun altına sokuyorum onu. Ağlaması kesilmiyor. Suyu bir an
için soğutuyorum, ayılır gibi oluyor. Bir bebek gibi sarıyorum o bir zamanlar
çok sevdiğim bedenini havlulara özenle. Sobanın yanına oturtup
kuruluyorum. Genişçe bir pamuklu fanilayla, bir pijama altı ve en büyük
kazağımı giydiriyorum ona. Onbeş dakika uyuyor. Yatışmış ama kederli bir
yüzle uyuyor.
Sonra hiç konuşmadan kahvaltıya oturuyoruz. Çayını karıştırıyorum. Koyu
bir kahve içiriyorum ardından. Ekmeğine reçel sürüp önüne koyuyorum.
Yiyemiyor. Divana yatırıyorum onu yeniden, üstünden çıkanları kurutmaya
çalışıyorum biraz olsun.
Çıkarken kapı arkasında bir an birbirimize bakıyoruz. Bir daha
görüşemeyecek iki eski dost vedalaşırmış gibi kucaklaşıyoruz. Birbirimize,
birbirimiz için taşıdığımızı sandığımız anlamların çok ötesinde bağlarla
bağlı olduğumuzu sezerek. İyiliğin ve kötülüğün, dostluğun ve
düşmanlığın, güzelliğin ve çirkinliğin sevginin ve nefretin çok ötesinde
bağlarla.
Bağışla beni, diyor usulca.
Kapıyı kapatıyorum. Holde, kendi karanlığımın içinde, onun merdivenlerde
uzaklaşan ayak seslerini dinliyorum.
Üşüyorum. Elimdeki buz torbasını yüzünde gezdiriyorum ve karanlığın
uğultulu sesini dinliyorum. Durdurulmaz bir istekle beni çağıran sesini.
Keskin bir düşme isteği ve hiçleşme içinde yaşamım boyunca geride bıraktıklarımı
düşünüyorum.
Bir evin tuğla mutfak döşemesini, mavi muşamba serili bir masayı,
terliklerin kapı ağzında çıkarıldığı bir odanın limon küfü badanasını.
Bağ arabalarının demir tekerleklerinin parke döşeli bir yolda tıngırdayan
sesini dinlediğim bir balkonu, bir doğumevinin sancı odasını,
ayın dağların ardında battığı bütün kentleri.
Bir sabah geceden kalma bir sevinçle uyanışımı, adsız ve sınırsız bir
hüzünle bir kentten ötekine gitmek üzere yola çıkışlarımı, bir yolun
sonunda yeniden yola çıkmak zorunda olduğum bir sabahı. Asya Oteli'ni ve
bütün otel odalarındaki yalnızlıklarımı, bir daha hiç dönmeyeceğimi
bildiğim bir sokağa son kez baktığım bir pencereyi.
Sözcüklerini anımsayamadığım bir tartışmayı, birini bir akşamüzeri bir
yerlerde bırakıp gittiğimi. Kendimi bir akşamüzeri bir yerlerde unutup
gitmek istediğimi.
Bir bakışı, bir baş eğişi, uzanan bir eli. Gözlerim dolarak güldüğümü,
önemsemez görünmelerimi.
Şimdiki yaşamım bütün bu kırık dökük parçalardan oluşuyor işte.
Geleceğimden bunlardan daha çoğunu bekleyemem artık.
Kentin derin uykularda olduğu saatlerde bomboş sokaklardan geçiyorum.
İnce bir sis çöp yığınlarını, köpek pisliklerini ve sarhoş kusmuklarını
görünmez kılmış, düşsel, yumuşacık bir örtüyle sarmalamış İstanbul'u.
Sahipsiz, özgür, tastamamım. Durmaksızın yürüyorum. Belli bir amaca, belli
bir yere, belli birine doğru değil, öylesine yürüyorum. Ayaklarım
ağırlıklarını yitirmişler. Belki de görünmez bir çift kanat var omuzlarımda
da hafifçe uçuyorum.
Gün doğuyor minarelerin arkasında. Yürüyorum.
Ulu çınarlarla çevrili bir avluya çıkıyor yolum. Yolum izim yok ama,
çıkıyor işte.
Sakallı şişman bir adam eski bir çeşmenin başında durmuş horoz biçiminde
kocaman, kağıt bir balonu ona bağlı bir çarkın kolunu çevirerek hızla
döndürüyor. Durup ona bakıyorum. Horozun üzerine renkli, parlak
kağıtlardan yapılmış balık pulları yapıştırılmış. Her dönüşte mermer
çeşmenin köşe taşına değen kan kırmızısı ibik balonun içindeki ışığı bir an
yakıp söndürüyor ve bu sırada horozdan garip bir ses çıkıyor. Bir bayram
yerinde sevinçten esrikleşmiş çocuk saflığıyla bakıyorum balona.
Sonra bir el uzanıyor ve bu gösteri için sakallıya para veriyor. Kesme cam
paralar. Başımı çevirip elin sahibine bakıyorum. Lacivert tayyörlü bir kadın
bu. Başında mor şeritli beyaz bir şapka ve ayaklarında kara yatılı
ayakkabılar var. Giysilerinin kumaşı kaba, diri, gar memuru Sümerbank,
parasız yatılı kız okulu Sümerbank'ı.
Kadına bakıyorum bunu daha önce akıl etmemiş olduğuma yerinerek ben de
para veriyorum adama. Ama benim paralarım cam değil. Ortası delik ikibuçuk
kuruşlarım var benim. Olsun, gene de sevinerek alıyor ihtiyar.
Kadın bana gülümseyip yürümeye başladığında garip bir çekimle arkasından
gidiyorum. Bir süre konuşmadan sokak aralarında dolaşıyoruz. Balkonunda
sardunya saksıları dizili ahşap bir evin penceresinde bir kadın ağlıyor ve
erken kalkıp kapısının önünü süpürmekte olan bir başka kadına, o gece
kocasının hiç yüzünden kendisini dövmüş olduğunu söylüyor. Böyle sıradan
şeyler bizi ilgilendirmediği için yürüyüp geçiyoruz oradan.
Düzgün adım yürüyoruz. Kent uyanmaya başlıyor.
Bir şoför eski bir Kadıköy-Pendik minibüsünün altına yatmış emektarın
barsaklarını kurcalıyor. Bir vitrinin önünde durup kitaplara bakıyoruz. Ama
daha dün yengem kitaplarımı bodruma sakladığı için yeni kitap almayı
düşünmüyoruz. Zaten kitapçı da daha açılmamış. Ders çalışmamı, çok
çalışmamı, sınıf birincisi olmamı istiyor yengem. Ama bir türlü olamıyorum.
Kitaplar yüzünden, diyor yengem dayıma. İpe sapa gelmez kitaplar
yüzünden. Nerden buluyor bilmem. Harçlığını kitaplara yatırıyor. Ben Edirne
Öğretmen Okulu'nda okurken bütün harçlıklarımı biriktirir tatile giderken
kardeşlerime çikolata alırdım. Bu kitap alıyor. Kötülükler aşılıyor bu
kitaplar çocuklara. Görmeyeyim, diyor, parçalarım, sobaya atar yakarım
haberin olsun... Otur dersine çalış. Bak, gene üç almışsın matematikten.
Yürüyoruz. Kadının şapkasındaki mor şeridin ucu sallanıyor adım attıkça ve
bu hoşuma gidiyor. Ama konuşmuyorum onunla. Kimi zaman ben önde o arkada,
bazen de o önde ben arkada yürüyüp duruyoruz.
Belediye sebze ve meyve halinde sandıklar kamyonlardan indiriliyor.
Çürükleri alta diziciler yoğun bir uğraş içinde ter dökerek aralıksız
çalışıyorlar. Parmakları ne sihirdir ne keramet işliyor durmadan, çıplak
gözle seçilemez bir çabuklukla.
Oyalanıyoruz orda burda. Sirkeci garından Güney Kutbu istikametine gidecek
olan Güney Ekspresi beş dakika sonra kalkmak üzere. Sayın yolculardan
yerlerini almaları rica ediliyor. Ama biz Kuzey Kutbuna gitmek istiyoruz ve
aslında sakıncalı olduğumuzdan pasaport alamadığımız için bundan da
vazgeçmek zorunda kalarak yerlerimizi alamıyoruz. Gar Kahvesinde Ret Kit
okuyan polislere görünmeden sıvışıyoruz ordan çabucak.
Yürüyoruz. Oyalanıyor, bakınıyoruz. Kimse bizi yadırgamıyor. Sanki görünür
değiliz. Zaten görünür olsak polisin çoktan yolumuzu kesmesi gerekirdi.
Sabahın köründe iki kadın nereye gidiyoruz böyle? Sıkıyönetimden
haberimiz yok mu? Artık yok. Yıllardır sıkıyönetim altında yaşıyoruz,
alıştık, sıkıyönetim olduğunun farkına bile varmıyoruz. Unuttuk ve kimse
bize şaşmıyor. Bu garip şapka bu kadının başındayken bile şaşırtmıyoruz
kimseyi.
Kim bu kadın peki? Neden benimle yürüyor? Yol ortasında durup ona dikkatle
bakıyorum. Biraz bana benziyor, andırıyor yani. Ama kararsız ürkek, edilgen
görünümüyle herkesin suyuna gidebilir ve bu yüzden düş kırıklıklarına
uğrayabilir biri izlenimi uyandırıyor bende aynı zamanda. Böylelikle hiç
benzeşmediğimizi anlamış oluyorum. Gene de uzun zamandır tedirginliğin ne
olduğunu unutmuş olmama karşın tedirginlik duyuyorum.
Sorumluluk taşıyan aklı başında bir kadın olmadığımı anımsıyorum çünkü ve
durup dururken canım sıkılıyor. Neyse birlikte yürüyor olmamız yalnız başına
dolaşmamdan iyidir diye düşünüyorum ve eve nasıl döneceğimi aslında bir evim
olup olmadığını bile çok iyi bilmediğimi ayrımsıyorum o anda, beklenmez bir
biçimde.
Bir çok kez bir kentten bir başka kente, bir evden ötekine taşınmış
durmuş olduğumu, ölçülerin tutmaması yüzünden her seferinde değişik mutfak
perdeleri dikmek zorunda kaldığımı, bütün bu olağanüstü dönemlerde
toptan yaşamımın epeyce bir bölümünü sıkıyönetim altında mutfak dolapları
yerleştirme ve yeni düzenler kurmakla geçirdiğimi anımsıyorum sonra. Yatak
odalarını geçilmez yapan kümbet gibi hazır dolaplar yüzünden gömme dolaplı
evler aradığımı ama insanların rengi karyola takımlarına uymuyor diye gömme
dolapları yeğlemeleri nedeniyle bulamadığımı, hazır dolaplara ve
odanın bir yanından öte yanına yatağın üzerlerinden atlayarak geçmeye
alışmak zorunda kaldığımı anımsıyorum.
Sonuçta sokaklarda gezerken, bir evim olsun olmasın, başımı pencerelere
kaldırıp `Kiralık' levhaları arayarak yürüme saplantısına saplanmış
bulunduğumu o sürekli ve bezdirici boyun ağrılarımın tanısı konulamamış
nedeninin tam da bu olduğunu anlıyorum birden. Ayrıca kim bilir kaç kez
çiğnenme, belediye çukurlarına düşme, elektrik direklerine çarpıp başımı
gözümü yarma tehlikeleri atlattım bu saplantı yüzünden. Bir kez karpuz
kabuğuna basıp düştüm, kalça eklemim yerinden oynadı, bir başka sefer seyyar
kasetçinin arabasına tosladım.
Ama neyse onu ucuz atlattım. Bir pencerede bir kağıt görmeyeyim, deliye
dönüyorum. Yüreğim oynuyor, yaklaşıyorum hemen, yazıyı okuyorum. Telefon
numarasını alıyorum eğer kağıtta `tutuldu' ya da `satılık' yazmıyorsa
tabii: Telefon defterlerimin iç kapakları neyin nesi olduğunu sonradan
anlayamadığım kargacık burgacık numaralar ve adlarla doldu bu nedenle.
Dervişoğlu, Muhammet, Koşuyolu, Kızıltoprak, ev, iş, öğleden önce, akşam,
Yeşim Pastanesi, soldan üç, arka kapı, altı peşin, kap. yok. gibi anlaşılmaz
sözcüklerle... Bu işlerde iyice uzmanlaştım tabii. Emlakçılarla komisyon
bedeli pazarlığı bile yapar oldum artık.
Huzursuzluğum giderek çoğalıyor.
Kim bu kadın? Niye beni izliyor? Sivil mi, Mit ajanı mı? Yoksa Kiralık
Evleri Koruma Derneği gönüllü üyesi mi?
Sonunda dayanamayıp önümde yürüyen kadına sesleniyorum.
Hey, sen!
Durup bana dönüyor, birbirimize bakıyoruz. Boynu eğik, suskun, iyilikle
gülümsüyor bana. Benim bir zamanlarki gülümsememe benziyor gülümsemesi az
buçuk.
Kimliğiniz lütfen! diyorum içim daralarak.
Off. Demek ki bu kimlik sorma işi o kadar da kolay bir iş değil... Polis
de insandır. Onun da içi daralır kimlik, pasaport, sabıka kaydı, evlenme
cüzdanı, ikamet kağıdı sorarken insanlara belki. Polis de yer içer, Red Kit
okur, çocuğunu Luna Parka götürür, karısını döver, soyunur dökünür,
üniformayla yatıp kalkmaz. Her insanın bir insan yanı vardır kabuğunun
altında.
Kimliğinizi görebilir miyim, diyorum yüreğim küt küt atarak.
Heyecanlanıyor. Belki de polis sanıyor beni. Belki değil yüzde yüz. Elleri
titreyerek çantasını açıyor, eski bir Nüfus Hüviyet Cüzdanı çıkarıp korkulu
gözlerle bana uzatıyor. Sert ve polisçe bir hareketle Hüviyeti elinden
çekip alıyorum, açıp bakıyorum.
Bazı sayfalar yırtılmış ve selobantla yeniden birleştirilip yapıştırılmış.
Hayret! Bir zamanlar benim de böyle bir hüviyet cüzdanım vardı. Oğlum
bebekken eline geçirip yırtmıştı da aynı yerlerden yapıştırmıştım.
İşkilleniyorum şimdi işte... Sinirli sinirli fotoğraflı ilk sayfayı
açıyorum. Olamaz! Benim bu... Suna. Yirmibir yaşındaki Suna. Giresun Nüfus
Dairesinden `Zayiinden' yani `Bu suretle' verilmiş nüfus kağıdım benim bu...
Su, diyorum, Su, seni aptal! Gene sen ha? Nasıl da tanıyamadım seni, çok
değişmişsin.
Asıl sen değişmişsin Na, diyor. N'oldu sana böyle?
Ne bu yüzünün hali, kim vurdu gözüne?
Bir şey değil, kapıya çarptım, geçer, diyorum. Sen asıl kendinden sözet.
Eh, ben de biraz değiştim birlikte yaşadığım erkeklere benzemeye
çalışırken, diyor Su. Hepsinden bir şeyler kaptım elimde olmadan ve zorunlu
olarak. Sonunda böyle tanınmaz olmuşum demek ki, boşver. İyi ki sana
rastladım Na, öyle uzun zamandır arıyordum ki seni...
Kusura bakma ama ben seni istemiyorum, diyorum, umutsuzca. Sağlıklı bir
durum değil bu. Yıllardır senden kaçıp kurtulmaya çalışıyorum, bıktım senin
o onulmaz yaralarından, biliyorsun. Neden olmadık yerlerde karşıma
çıkmaktan usanmıyorsun bir türlü?
Sensiz yapamıyorum Na, diyor ağlamaklı bir sesle.
Boşalttığın son ev de tutulmuş hemen. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Yardım
etmelisin bana. Bunlar senin yüzünden başıma geldi çünkü.
Beni ilgilendirmiyor, bana ne? Sokakta yat istersen umurumda bile değil,
diyorum.
Ama geceleri sokağa çıkma yasağı var biliyorsun, diyor. Hemen ağlamaya
başlıyor.
Evin tutulmuş olduğundan emin misin? diye soruyorum.
Evet, sokağa bakan pencereye `tutuldu' yazısı asmışlar, diyor.
İnanmazlıkla başımı sokağa çeviriyorum. Eski evim az ötemizde öylece
duruyor. Balkondaki kakaları arınmamış çocuk bezleri rüzgarda sallanarak
kuruyor. Hemen tutulmuş ha? Mutfak perdeleri asılmamış daha. Bir
önceki evinkiler uymamış. Pencere içine tahta bir havan ve deterjan kutuları
konmuş. Pencere kolunda bir düdüklü lastiği sallanıyor. Kim tutmuş, ne
çabuk! Soluk aldırmıyorlar insana bunlar da...
Kim tutmuş? diye soruyorum Su ya.
Bilmiyorum, diyor Su ağlıyor.
Ben sokakları seviyorum. Yolculukları, oradan oraya gitmeleri. Su evlere,
ev içlerine, oturup kalmalara tutkun.
Neyse, yürüyelim ve boş pencereler arayalım şimdi. `Kiralık' levhalarına
bakalım... Su ya bir yer bulmaya çalışalım.
Evim dar olmasa gel derdim, diyorum Su'ya. Ama bana bile yetmiyor. Ne
yapsak acaba?
Ben bir köşede kıvrılır yatarım, sana yük olmam, diyor yalvarır gibi.
Geçinemiyoruz, diyorum. Olmaz!
Tam bu sırada bir köşeyi dönüyoruz ve döner dönmez de Ayhan'la
karşılaşıyoruz. Buna hiç hazırlıklı değildim henüz, çok çabuk oldu, çok
çabuk...
Kaygılı, dargın yaklaşıyor Ayhan. Nerelerdeydin? diye sormuyor bana.
Sormadığı, bana kayıtsız kaldığı için kötü oluyorum, güceniklik boğazımı
yakıyor. Bu aldırmazlığa dayanamam. Bu gerginliği yumuşatmak zorundayım.
Yanında olmadığım süre içinde onun bilmediği ve hoş görmeyeceği kötü şeyler
yaptığımı sanmasın diye, çabuk çabuk konuşarak, uzun uzun ve neşeyle
avludaki ışıklı horozu anlatıyorum ona.
İşte bu da arkadaşım Su, diyorum. Tanığımdır, yemin ederim. Birlikte
izledik horozu ve yürüdük. Hava güzeldi, kent sessizdi, kimse yolumuzu
kesmedi.
Doğru mu diye sorar gibi Suya bakıyor Ayhan. Su çekingen onaylıyor.
Evet, diyor, evet çok hoştu. Keşke sen de görseydin o ışıklı balığı...
Horozdu, diye düzeltiyorum. Biliyorsun ki ibiği vardı.
Hayır, sanırım balıktı, rengarenk pullarını görmedin mi? diyor Su.
Kesinlikle horozdu! diye yükseltiyorum sesimi.
Neyse canım, ikisi arası bir şey de olabilir, diye araya giriyor Ayhan.
Benim yeni insanlarla tanışmamı, eski arkadaşlarımla bir arada bulunmamı,
kısaca hep insanların arasında olmamı içtenlikle onaylamış ve desteklemiştir
her zaman. Böylece kötülüklerden, bencilliklerden ve hastalıklardan
arınacağımı, iyileşip düzeleceğimi ummuştur nedense.
Su'nun yolunu şaşırmış olduğunu söylüyorum Ayhan'a. Evi barkı yok. Yardım
etmek zorundayız ona. Beklediğim gibi coşkuyla benimsiyor, kabulleniyor
düşüncemi hemen. İki kolunu ikimizin omuzuna atarak ortamıza giriyor.
Yürümeye başlıyoruz üçümüz. Güvence altındayız işte yeniden...
Ama ben biraz aksıyorum. Daha ilk adımlarda tökezliyorum, geride
kalıyorum. Su ise çabucak, istekle, sevinçle uyduruyor adımlarını Ayhan'a.
Alt kat komşum telefonumun naklinin yapılmış olduğunu bildiren kağıdı
getiriyor. Ben yokken gelmiş, o almış. Bağlanabilmesi için postaneye gidip
randevu almam gerekiyor. Nuriye Hanım o sabah namaza kalktığında görmüş
Ayhan'ın sokakta ağlayışını.
Olur böyle şeyler, hepimiz yaşadık, diyor.
Hepimiz derken kimden söz ediyor acaba?
Yüreğim paralandı diye sürdürüyor sözünü. Seni çok seviyor olmalı. Benimki
domuz gibiydi hain. Boşanacak mısınız? Yok, boşanma sakın. Çok zor, çok zor
kızım dulluk. Karı koca arasında olur bunlar, geçer, unutulur...
Nasıl boşanacağız? Konuşmamız gerekiyor mu bir daha. Sanmam. Bir avukat
bulmalıyım. Tanıdık kim var? Avukatım tanıdık olmalı mı, olmamalı mı? Ayhan
belki Sermet'e yükler bu işi de...
Yeniden buraya geldiğim sabahtan bu yana, iki gündür pek az yedim. Süt,
çay, bisküvi ve peynirle yetindim.
Dışarı çıkıp bir şeyler almalıyım artık. Gazım da bitmek üzere üstelik.
Dışarı çıkmak zorundayım.
Çok uzun kalıyorum aynanın önünde. Yeni bir yüz yaratmayı deniyorum.
Yeni bir kadın. Renkli kalemler, sıvılar, tozlarla yeniden biçimlemek
istiyorum kendimi.
Kapı önleri, kapı arkaları, kapı eşikleri geliyor aklıma. Yüzümün benim
şimdiki yüzüm olmadığı, Su ya da Na olmadığı zamanlar.
Sonra aynalar. Bir çok yer ve zamanda, otel motel odalarında, apartman
dairelerinin girişlerinde, tren tuvaletlerinde, işkembecilerde, otomobil ve
otobüslerin dikiz aynalarında, garlarda, terzilerde, giyim mağazalarının
daracık deneme kabinlerinde beni başka başka yüzlerle yansıtmış olan aynaları
düşünüyorum.
Pembe, koyu sıvıyı üstüste sürüyorum yüzüme. Sahneye çıkacak bir oyuncunun
alışkın elleriyle, ustalıkla ve canlandıracağım kişi olabilme çabasıyla.
Alkışlar ve ıslıklar duyuyorum. Bravo Na, sesleri. Yuhalar, in aşağılar...
Hiç böyle bir yüzüm olmuş muydu?
Sağ gözümün yarı açık gözkapağının altında koyu yeşil, yosun tutmuş bir
cam parçası var. Hareketsiz, hiç bir duygu yansıtmayan bir taş. Gene de
garip bir biçimde hala görüyor. Beni görüyor, aynanın içindeki palyaçoyu.
`Olur böyle şeyler,' diyor, Nuriya'nım. `Geçer.' Geçer mi? `Hepimiz
yaşadık,' diyor, `hepimiz.' Hangi hepimiz, kim hepimiz?
Gözlerimi siyah bir gözlüğün ardına gizliyorum, sokağa çıkıyorum. Bundan
böyle yağmurlu havalarda güneş gözlüğüyle dolaşan kadınlara daha dikkatli
bakacağım. Onların hepimizden biri olup olmadığını düşüneceğim.
Yürüyorum. Ne yana gideceğimi iyice bilmeden. Bundan sonra ne yapacağımı,
nereden, nasıl başlayacağımı bilemeden. Yokuş aşağı yürüyorum ve bu yönümü
yitirmişlik duygusunu yenmeye çalışıyorum. Yüzümü denizden gelen ince
esintiye bırakıyorum.
Bildiğim tek şey hala kendi yüzümü taşıyor oluşum ve bundan yorgunluk
duymayışım. Bütün aynalardan bana yansımış olan ve belleğimde birikmiş
yüzbinlerce resim içinde, kendi tarihi boyunca nice yüzler, anlar ve
anlamlar gizleyip biriktirmiş olan yüzüm.
Kesin bir gün veremeyiz, diyor PTT'deki görevli. Bir kaç gün evde bulunun.
Bağlanma emri servise verildi, her an gelebilirler.
Bugün işe başlamam gerekiyordu. Cengiz Bey beni beklemiş olmalı. Telefon
edip bu işi yapamayacağımı, caydığımı söylemeliydim ona bu sabah. Selim'i
aramıştır belki, Selim de beni. Ayhan evden ayrıldığımı söylemiştir ona.
Bütün bunlar benim ne kadar dışımda şu anda.
Kalın bir duvar beni herkesten, her şeyden ayırıyor. Geçici olduğuna
inanmaya çalıştığım bir gerçekdışılık duygusu içindeyim. Kendime bakarken
hiç tanımadığım birinin karşısında duyabileceğim bir tedirginlik yaşıyorum.
Çevremi algılama biçimim yaşamın dışına itilmişlik duygusu uyandırıyor bende
ve her şeyi gözlerimin önünden geçen ve katılmayı beceremediğim karışık bir
filmin izleyicisi gibi görüyorum.
Bu yüzden belli bir süre hiç bir işim olmamalı benim.
Hiç bir işte çalışmamalıyım. Sokaklarda dolaşmalı bana yabancılaşmış
dünyayı yeniden benim kılmalıyım. Ne zamandır okumayı istediğim kitapları
okumalı, bir türlü öğrenemediklerimi öğrenmeye çalışmalıyım. Eski arkadaşlarımı
aramalı onlarla birlikteyken hoşnutluk duymaya zorlamalıyım kendimi. Yüzüm
düzeldikten sonra gidip oğlumu görmeliyim. Bir kaç saksı daha çiçek almalıyım,
en az ışık isteyenlerden. Bir süre karmakarışık yaşamımı dolaşmış bir yumağı
çözer gibi sabırla çözmeye çalışmak olmalı benim işim. Kendi kendimden başka
kimsenin bana yardım edemeyeceğini biliyorum çünkü artık. Ne Güzide Teyze
ne Onur ne de başka biri.
Ayrıca yakında bir telefonum olacak. Dost, sıcak bir ses duymak
istediğimde sokağa, telefon külübelerine gitmek zorunluluğu yüzünden
caymayacağım bundan.
Biraz param var tabii. Başka? Paraya çevirebileceğim başka neyim var? Eski
altın zincirim, bir kaç yüzük, küpe, taş... Onları niye saklıyorum? Hangi
güne, ne zamana? Üstelik hiç kullanmadığım, takmadığım şeyler bunlar.
Şimdilik bu birikimi dikkatle kullanarak her hangi bir işle uğraşabilecek
gücü toplamaya çalışmalıyım.
Sonra Düşköy'de bir evim var. Çok darda kalırsam gidip orda oturabilirim
bir süre.
Biraz meyve ve sebze alıp eve dönüyorum. Zamanla daha sıcak, daha güzel bir
ev olacak burası. Önemli olan burası değil, burada nasıl yaşayacağım.
İçimdeki boşluk, kayıtsızlık ve umutsuzluğu yenip yenemeyeceğim. İçimin
derinlerindeki ille de birine bağlanma istek ve dürtüsünü alt edip
edemeyeceğim. Kırılmış yaşam zembereğimi onarıp onaramayacağım...
Mutfakta biraz salata, bir parça et hazırlıyorum kendime. Hava raporu
iyimser, yağmurlu günler yerini güneşli günlere bırakacakmış yakında. Mayıs
başında Düşköy'e giderim. Bütün yazı orada geçiririm. Döndüğümde herşeye
yeniden başlayacak gücü toplamış olurum. Düş gücüm başarısızlıklarıma
katlanmayı kolaylaştırabilir, belleğim beni zorlasa da. Böylece belki
kurtulmuşluk değil ama bir parça rahatlama duyabilirim.
Sokaktan bir sebzecinin bağırtısı geliyor. Radyoda Beraber ve Solo Şarkılar
var. Oda kapısının yanında duran sehpanın üstündeki telefonum da çalışıyor
on gündür. Telefonun yanında, bu eve taşırken Ayhan'ın bana verdiği koltuk
duruyor. Bir zamanlar, onun evinde de telefonun yanında duran ve onu
götürdükleri sabah onarıp bantladığım kırık koltuk. Hala duruyor bantlar
ızgarasında. Nisan güneşi yeşil beyaz kareli minderinin üstüne
düşüyor titrek, çekingen bir solgunlukla.
Koltuğa oturup Selim'i arıyorum.
Nerdesin sen? diye bağırıyor. Haftalardır ortada yoksun. Cengiz Abi
küplere bindi, söz vermişsin adama...
Arada kalan ben oldum.
Verdiğim sözlerin hepsi yürürlükten kalktı, diyorum. Ölüyordum az kalsın.
Bu telefon sana ölüm haberimi de iletebilirdi.
Ne oldu? diye soruyor kaygıyla, kaza filan mı geçirdin yoksa?
Onun gibi bir şey.
Anlattıklarıma inanamıyor.
Olamaz, diyor, Ayhan Abi öyle biri değildir.
Nasıl olduğunu bilmiyorum ama oldu, diyorum.
Doktorum bunun bir çizginin birden kırılıvermesi, öz denetimin yok olduğu
bir nokta, umarsızlıkla karışmış korkunç bir bilinç kaybı anı olduğunu
söylüyor. Ben de yaşadım bunu bir kaç kez. Bir gece birinin evini
kundaklayacaktım neredeyse.
Tamam, insan bunu duyabilir ben de duydum biliyorsun, diyor. Eda'nın o
aşağılık herifle, doktoruyla muayene masasında yatıverdiğini duyduğumda
onu öldürmeyi çılgınca istemiştim ama gene de el kaldıramadım ona. Hiç
olmazsa bana söylemeseydi, bilmesem o kadar acı çekmezdim.
Senin yaptığın da bundan pek farklı bir şey değildi ama, diyorum. Evdeki
tüm kırılacak eşyayı parçaladıktan sonra bileklerini kestin. Kendine zarar
vermeye çalışarak Eda'yı sindirmeyi amaçladın belki de bilmeden.
Şiddetin bir çok biçimi var.
Aynı şey değil ki. Ne olursa olsun bir insanın ötekine fiziksel acı vererek
yola getirmeye çalışmasına karşıyım ben. Ne yapıyorsun peki?
Ayhan'ı bağışlamaya çalışıyorum herhalde. Bu durumu yaratmadaki suçluluk
payımı düşünüyorum çünkü durmadan.
Çok hoşgörülüsün. Neyse iyi misin şimdi?
Evet, epeyce düzeldim. Ama dinlenmem gerekiyor.
Güzide'yi bana yıktın gene, diyor. Kırk yılda bir iyilik istedim senden.
Neyse haftaya raporum bitiyor, başlıyorum.
Kapı çalınıyor.
Hadi görüşürüz; diyorum. Kapı çalıyor.
Kapıyı açıyorum. Sahanlığın kasvet verici karanlığı içinde Ayhan'ın yüzünü
seçiyorum, yabancı ve yitik.
Durgun, isteksiz, devinimsiz bir sesle soruyor.
Girebilir miyim? Kouuşmak zorundayız.
Yana çekiliyorum sessizce.
Kapının açık ağzından geçiyor ve holde duruyor.
Ön odaya yürüyorum yol gösterir gibi. Arkamdan geliyor. Oturuyoruz.
Nasılsın? diye soruyor.
İyiyim. Sen?
Suna...
Bana hep çok ciddi bir durumdan söz edeceğini duyumsatan sesiyle söylüyor
adımı yine. Tedirginlik içinde bekliyorum. Bana ne söyleyeceğini ve benim
söylediğine tepkimin ne olması gerektiğini düşünüyorum çabucak.
Boşanmadan söz edecekse hazırım. Uzlaşma önerisine ise kesinlikle karşı
çıkacağım.
Evet...
Bir kaç saat sonra gidiyorum, diyor birdenbire.
Hazırladığım tepkiyi geçersiz kılıyor bu sözleriyle.
Nereye? diye sormuyorum, bırakıyorum kendisi söylesin.
Gitmek zorundaydım, diyor, gereksiz yere özür diler gibi. Beni tutan tek
insan sendin zaten. Burada kalmamın bir anlamı yok artık. Bir suç işlemiş
olduğuma inansaydım o altı yılı yatıp cezamı çekmeye razı olurdum elbette.
Ama bu koşullarda gitmek zorundayım. Sermet evde kalmamı bile sakıncalı
buluyordu.
Hiç bir duraksama yok konuşmasında.
Sana veda etmek amacıyla gelmedim, diyor. Gelip gelmemeyi de epey
düşündüm. Ama sonra durumumu bilmek zorunda olduğuna karar verdim. Çünkü
yasal olarak hala bağlıyız birbirimize.
Durum nedir, nereye gidiyorsun? diye soruyorum istemeden.
Yurtdışına...
Ama sana pasaport...
Ayarlandı, diyor sözümü keserek. Herşey ayarlandı.
Ayarlanmış. Benliğimi alt üst eden bir ayaklanma oluyor içimde. Beni
ayakbağı olarak görürken bunu mu düşünüyordu? Bir an, ondan kesinlikle
kurtuluyor olmanın rahatlığını duyar gibi oluyorum ama hemen onu bu
biçimde yitirmiş olmayı henüz göze alamamış olduğumu seziyorum acıyla.
Boşanmaya zaman bırakmadı işte, gidiyor. Oysa bunca kiri temizlemek için
boşanmak zorundayız.
En doğrusu buydu belki de, diyorum. Tabii göze alamazdın, kolay değil. Bir
kahve yapayım mı sana?
Hiç zamanım yok, diyor, hemen gitmek zorundayım.
Hiç bir düzenleme için zamanım olmadı. Senden sonra hiç evde kalmadım
zaten. Bugün bir şeyler almak için uğradım yalnızca.
Boşanma işini ne yapacağız? diye soruyorum.
Sermet'le görüş o iş için, diyor. Ona genel vekalet verdim. Arabayı da bir
galeriye bıraktım, satışla o ilgilenecek. Seni arar sanırım. Yalnız evle
ilgilenirsen sevinirim.
İlgilenirim tabii. Ne yapmamı istiyorsun. Satacak mısın? İstersen kiraya
verelim.
Bence sen oraya taşın, diyor. Bu durumda ne kiracıyla uğraşabilirim ne de
işime yarar. Eşya var, ikimizin de özel bir çok eşyası var orada. Üstelik
yakıtı, şuyu buyu dert olacak boş kalırsa. Orası hala senin evin Suna. Orda
oturmalısın.
Boşanana kadar. Ama sen kira istersin benden gene de. Çok istersin,
veremem. Ne istiyorsun söyle de bir düşüneyim.
Geldiğinden beri ilk kez gülümsüyoruz birbirimize.
Seni incittiğim için ne kadar acı çektiğimi bilemezsin, diyor. Ben
değildim o adam. Utanç içindeyim öyle bir geceyi yaşadığımız için.
Olmamalıydı ama oldu. Olmamış olmasını her şeyden çok isterdim.
Neyse, ne istediğini söylemedin kira olarak, diyorum.
Eve bak yeter, diyor, gülerek. Hiç bir şeyi unutmuyorsun. Gene de o
geceyi unutmalısın Suna. Biz değildik o iki insan biliyorum.
Bizdik, diyorum. Unutmak da kolay değil. Sen unutabilir misin?
Evet, unutacağım.
Şu anda o evde oturamam, dayanamam buna, diyorum: Biraz zaman geçsin hele.
Ama ilgileneceğim merak etme. Şirin ne oldu?
Bilmiyorum. Ne onunla ne de evle ilgilenebildim.
Çok kötü günler geçirdim. Bence hemen taşınmalısın. Burası sana göre bir
yer değil. Çok moral bozucu. Suna, sana geldim çünkü, bu ülkede senden
yakın kimsem yok. Belli bir süre uzaktan da olsa desteğine gereksinmem
olabilir. Bunu senden istemeye hakkım var mı bilmiyorum ama...
Var, diyorum usulca.
Şu yirmi gündür hep düşündüm. Sen, ben ve Onur daha sıkıntısız bir biçimde
sürdüremez miydik diye.
Ama sende bu yetenek yoktu belki de. Öyle kaptırdın ki kendini. Onur ise
baştan beri kapalı, ikiyüzlü davrandı bana. Oysa içini açsaydı,
konuşabilseydik, onun ne düşünüp ne istediğini bilseydim ve içtenliğine
inansaydım bırakırdım belki sizi. Herşeyi yaşayıp birbirinizden bıkmanız
için beklerdim. Nasıl olsa bıkardın ondan Suna. Seni sevmeyi bilemedi çünkü o.
Eline yaşamını yeniden düzenleme fırsatı geçti ama değerlendiremedi bunu.
Eğer yürekli davranıp seni benden alsaydı daha değerli olacaktı gözümde. O
zaman her şeye karşın ikinizle de dost kalabilirdim.
Keşke evli olmasaydık, diyorum. Belki daha kolay atlatırdık bu krizi o
zaman. Değişik seçeneklerimiz olabilirdi. Sen de bir başkasıyla denemeye
çalışırdın hiç olmazsa.
Değişen fazla bir şey olmazdı. Düzenimiz gene bozulurdu. Senin Onur'un
yanından geldiğini bildiğim zamanlar sana nasıl yaklaşabilirdim ki? İnsan
sürekli güçlü bir rakiple yaşayamaz. Bu arada ben başka bir kadınla
olsaydım sen de aynı tepkileri gösterirdin kuşkusuz. Adı evlilik olsun
olmasın ikili ilişkilerin özünde var bu sahiplenme duygusu.
Onur'un sana, sevgi olayına yaklaşımı genel olarak yaşama bakışından
farklı değil, diyor. Sen çoktandır bitmiş olduğunu söylüyorsun bana ama
bitmediyse bile bu yüzden biter yakında, biliyorum. Bitecek ama bu senin
için iyi olacak.
Tamam, bunları konuşmayalım artık, diyorum. Gerek yok.
Haklısın, gerek yok, diyor. Üzüntümü dile getiriyorum yalnızca. Bütün
acıyı biz yaşadık. Ona hiç bir şey olmadı.
Yüzüne bakıyorum. Saçları ne zaman kırlaştı bu kadar? Niye hiç farkına
varmadım bunun? Gözlerimi acıtan acımasız bir ışığın içinde ilk kez
görüyormuş gibi bakıyorum ona. Ne kadar yalnız bir adam bu, kesin ve
katıksız bir yalnızlık içinde darmadağın olmuş bir adam.
Bir zamanlar ne güzel gülerdi, güldürürdü beni. Nasıl coşku ve yaşam dolu,
atak ve kendinden emindi. Ona ne yaptım? Ne yaptılar?
Ne yapacaksın orda? diye soruyorum.
Büyük bir sorunum olacağını sanmıyorum, diyor.
Bir geçmişim var orada. Gene de yeniden başlamak zorundayım kuşkusuz.
Ama seni çok özleyeceğim. Hep özleyeceğim. Seni neden bu kadar çok
sevdiğimi düşündüm durdum her zaman. Ele geçmez bir yanın var senin Suna.
Hiç bir zaman her şeyinle bana teslim olmadın. Sakındın kendini, ardından
koştum durdum, belki de bundan.
Yanılıyorsun ilk yıl bütünüyle senin oldum ben. Ama sen beni öyle sevemedin Ayhan.
Öyle mi sanıyorsun?
Beni değişmeye zorladın durdun, diyorum. Beni ulaşılmaz kılan bu oldu
sanırım. İçinde yaşadığımız ortamdaki kolay değişmeyen gerçeklerle sürekli
değişen kendi gerçeğim arasındaki uyumsuzluk ayak uyduramayacağım boyutlarda
oldu. Bütün bu öyküden geriye kalan tek şey yalnızca boşluk artık.
Ben öyle görmüyorum, diyor. Seninle geçirdiğim şu son yedi yıl her şeye
karşın yaşamımın en güzel yıllarıydı.
Güçlü bir geri dönülmezlik duygusuyla uzanıp elini tutuyorum. Avucunda
sıkıyor elimi. Bütün varlığımla ona yaklaşıyorum o anda. Ondan başka her
şey önemini yitiriyor. Onu kaybetmek istemiyorum. Çok büyük bir
kayıp olur bu benim için. Yerine kimseyi koyamayacağım bir eksiklik...
Beynimde hiç bir bulanıklık, yanılgıya benzer hiç bir yabancılık yok. Sanki
iki ayrı düşünme biçiminin kısa süren karşıtlığından başka bir şey değildi
yaşadıklarımız. Bundan böyle ayrı ayrı yerlerde de olsak zedelenmiş
dostluğumuzu tek bir amaca bağlı olarak, sürdürüp, yenileyebiliriz. En
azından ummak istiyorum bunu şimdi.
Birlikte olsaydık gidemezdim sanıyorum, diyor.
Hala da burada ne bıraktığımı bilmek istiyorum.
Boşanma işi acil değil, diyorum. Şu anda acil değil.
Burada bir dostun var. Sana en yakın insanı bırakıyorsun burada. Eğer seni
güçlü kılacaksa inan buna.
Buna inanmaya gerçekten gereksinmem vardı, diyor. Seni niye sevdiğimi
biliyorum artık.
Bir çok kadın için çok çekici bir erkeksin, diyorum.
Kendini bana bağlı sayma. Ben de öyle saymayacağım.
Bizimki başka türlü bir bağlılık. Güzel olan yanı da bu.
Gitmeliyim, diyor saatine bakıp ayağa kalkarken.
Ayhan, diyorum çıkışta bir sorun... Yani bir şey olursa...
Bilmiyorum. Umarım olmaz. Eğer bir terslik olmazsa seni gene ararım.
Lütfen ara: Sonra yazarsın değil mi? Çok merak edeceğim seni.
Yazayım mı gerçekten?
Evet, bekleyeceğim. Yolun açık olsun.
Kapı ağzında birbirimize sarılıyoruz. Bilinmezliklerin, bizi bekleyen
ortak ya da bambaşka yazgıların irkiltici belirsizliğini duyuyoruz içimizde
ince bir titremeyle.
Telefonun başında oturuyorum, kalkamadan. Altı saat sonra Kopenhag
havaalanından arıyor...
KÜLLER
Ayhan'ın bıraktığı kışlık giysileri naftalinleyip kaldırıyorum. Çok az şey
almış yanına. Piposunu bile unutmuş. Çalışma masasının çekmecelerindeki
kağıtlar, yarım kalmış yazılar, eski mektuplar, faturalar, bitmemiş
bir çocuk kitabı çevirisi gibi birikintiyi bir kutuya boşaltıp dolabın
dibine itiyorum. Neye yoracağımı bilmediğim bir tedirginlik duyuyorum
bunları yaparken. Ne özlem ne de onun bu evdeki yokluğunu yadırgama bu.
Hüzne benzer, pişmanlığı andırır bir kabullenme. Odasının perdelerini
çekerken yaşadığım onunla geçmiş yedi yılımla bundan sonrası arasına bir
perde çekiyormuşum duygusu belki de. Bu evdeki anılarım beni daha önceki
dönüşümde olduğu kadar rahatsız etmiyor şimdi. Belli ölçüde, geçici bir
bellek kaybına düştüm sanki. Ya da çevremdeki nesneler ve eşyalar beni bir
zaman yeterince huzursuz etmiş de artık onların barındırdıkları anılara
bağışıklık kazanmışım duyarsızlığı içindeyim.
Ayhan'ın gidişinden sonraki hafta içinde yeniden buraya taşınmak için
kendimi yüreklendirmeye çalıştım. Ürktüğüm yalnızca bu evde geçirdiğim son
gecenin anısı değildi. Yaşadığım o korkunç olaya kapı pencere ve
duvarlar ardından tanık olmuş konu komşu, yönetici, kapıcı gibi insanlardı
daha çok. Onların gözünde bayağı bir durumdu bu, nasıl bakacaktım
yüzlerine? Bu noktada, Nuriye Hanım'ın olayı algılama biçimine yakın
duymaya başladım kendimi bir kaç gün sonra ister istemez.
`Hepimiz, herkes' yaşayabiliyordu buna benzer şeyleri.
Yüzüme bir umursamazlık maskesi takıp herkesten biri olmaya çalışabilirdim.
Hem neydi benim ayrıcalığım sanki? Gökten zembille mi inmiştim? Apartmanda
kimseyle görüşmüyordum zaten, kimseye açıklamak zorunda olduğum bir şey
yoktu. Üstelik kınanacak biri varsa Ayhan'dı bu. Ben mazlumdum.
Böylece Mayıs başlarında Düşköy'e gideceğimi düşünerek orada geçireceğim
beş ay boyunca sığınağa kira ödememin çok gereksiz olduğuna inandım.
Ekonomik durumum el vermiyordu duygusallığıma yenilmeme.
Yıllardır benim evim olan bir yer boş dururken ikinci bir eve kira ödemek
nedeni ne olursa olsun savurganlıktı.
Taşınma ve yerleşme işi bir haftamı aldı. Mayısın ilk haftası böyle geçti.
Öteki evden getirdiğim eşyanın çoğunu, yeniden bodruma; eski yerlerine
yerleştirdik Hüccet'le. Hüccet'in olgunluğuna şaştım kaldım. Ayhan'ın
uzun sürecek bir yolculuğa çıktığını söyledim ona, o kadar. Ne şaştı, ne
soru sordu. Saygıyla, içtenlikle yardım etti bana.
Yerleşme işi oyaladı beni, avuttu. Evdeki eşyaların yerini değiştirdim,
yeni düzenlemeler yaptım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım: Sığınağa
ödediğim kirayı Ayhan adına açtıracağım bir hesaba düzenli olarak yatırmayı
düşündüğümde ise iyice rahatladım.
Gene de bu süre içinde hep, yapmam gereken çok önemli bir işi unutmuşum da
ne olduğunu çıkaramıyormuşum gibi tatsız bir eksiklik duygusu yaşadım
durdum.
Bugün, Düşköy'e gitmek üzere hazırlandığım şu anda bu eksikliğin Onur'la
ilgili olduğunu anlıyorum birden. Bir buçuk aya yakın bir süredir görmüyorum
onu.
Beni hiç aramadı üstelik. Son görüşmemizde telefonumu bırakmıştım ona.
Taşınacağım güne kadar sesi çıkmadı.
Ondan sonra aradıysa telefon kapalıydı tabii. Ama buradan da arayabilirdi
isteseydi: Neden aramadı, benim onu aramamı mı bekliyor? Ben o gün bittiğine
karar vermiştim, arayamayacağımı biliyor. Bitirmek istemeyen kendisi
olduğuna göre araması gerekirdi. Ayhan'ın gittiğini bilmiyor, olanlardan hiç
birini bilmiyor. Hoş bilse ne diyecek ki... Vah vah çok üzüldüm, demekten öte
ne yapabilir ki? Onun o yüce ve bir işe yaramaz sıradan erkek yüzüyle bir
kez daha karşı karşıya gelmedim mi son buluşmamızda? Zaten sorumlu aile
babası kimliğinin geri kalmışlık izleriyle yaklaşmıyor mu bana ne zamandır?
Onunla, hiç bir zaman gerçek bir bağlılık olamamış bir yakınlığın hırpalanıp
tarazlanmış, incelmiş bağlarını sürüklüyoruz ayak bileklerimizde biz.
Geçmişin anısına saygıyla, zorlanarak. Çok geciktik onları koparıp atmakta.
Onur, bu bağların inceldikleri yerden kendiliğinden kopmalarını bekliyor
artık besbelli.
Buna izin vermeyeceğim... Virgüller, üç noktalar, ayraçlar yeterli değil
bitirmek için. Kocaman bir nokta koymak zorundayız. Kocaman, kapkara bir
nokta. Ama nasıl?
Her şey eski püskü artık. Ne yeni bir sözcük var söylenecek ne de yeşerecek
taze bir sürgün. Kullana kullana eskittik, kuruttuk hepsini. Bütün o
bitirmeye çalışmalar, o umutsuz denemeler, oyunun son perdesindeki küçük
sahnelerdi yalnızca. Bu oyuna bir son sahne yazmalıyım şimdi, hemen. Acıklı
bir son sahne.
Herhangi bir yerde yanyana yatıyoruz. Bir bahar akşamı olabilir ya da
herhangi bir mevsim, önemli değil.
Tükenmeden, birbirimizi hala severken ayrılmalıyız, anlıyorsun değil mi?
diyorum ona. Bunu söyler söylemez beklediği bir şeyi söylediğimi anlıyorum.
Elimi onaylar gibi sıkıyor avucunda çünkü. Susuyor ve anlıyor gibi bakıyor
bana ama anlayamıyor gene de. Dudağının kıyısındaki çizgi derinleşiyor bunun
da benim fantezilerimden biri olduğunu düşünürken. Bir gün ilgisizliğini,
bana da herhangi birine baktığın gibi baktığını görmek dayanılmaz olur yoksa,
diyorum. Sonra telefonlarıma yok, ya da toplantıda, dedirtmen... Çünkü ben
bileceğim orada olduğunu ve pencerenin içindeki bir çiçeğin yapraklarında
parmağını gezdirerek bir başka kadını düşünüp özlemekte olduğunu. Bu kararı
ben verdim, diyorum: Seni, sevebileceğim sürece, araya bir çok gün, ay, yıl
girip de başkaları, başka insanlar ve sevgiler içimdeki ateşi küllendirinceye
kadar sevebileyim diye. Sen onu zamanından çok önce boğup öldürmeyesin, beni
durmaksızın kırıp incitme fırsatı bulamayasın diye. Bir gün elini
bezmişlikle şöyle bir sallayıp bezgin bir sesle konuşamayasın diye benimle.
Bir akşam kızgınlıkla yanımdan kalkıp bir daha hiç çıkmamak üzere
merdivenlerimden aşağı inemeyesin diye...
Ona konuşma, bir şey söyleme hakkı tanımıyorum. Zaten söyleyecek sözü yok
bütün bunlara. Mademki böyle istiyorsun, böyle mutlu olacaksın ne diyeyim
ben artık, der gibi bakıyor bana aptallığa sığınarak. Her şey bizim
anlayamadığımız bir biçimde zamanından çok önce bitti aslında ama kabul
edemedik, ayak diredik, korktuk ortaya dökmekten bunu. Batan gemiden suya
düşmüş iki kazazede gibi birbirimize umut vermeye çalıştık. Artık
bir yangından artakalan küllerin ortasında yatıyoruz işte ve daha şimdiden
iki yabancıyız.
Bu son sahneyi oynamak zorundayız, niye beni aramıyor?
Telefonu açıyorum. Rekla'nın numarasını çeviriyorum.
Alo, diyor huzursuz olmuş gibi.
Seni görmek istiyorum Onur.
Önemli bir şey mi oldu?
Olması mı gerekiyor? Yalnızca görmek istiyorum.
Niye aramadın beni hiç?
Arayamadım bir türlü olmadı. Çok işim var.
Bugün görüşebilir miyiz?
Bugün olmaz. Zamanım yok.
Yaratmaya çalış.
İsterdim ama olanaksız...
Peki ne zaman?
Bilmiyorum, ben seni ararım Suna.
Neden bilmiyorsun, nedir senin amacın, açık konuşsana?
Bazı şeyler oldu, kafam çok karışık. Ben seni sonra ararım.
Ne oldu? Niye söylemiyorsun?
Şimdi olmaz. Görüştüğümüzde anlatırım. Nerdesin sen?
Gönül Sokak'taki evde.
Ararım, iyi günler...
Bunca soğuk, bunca tatsız davranması için bana, ne oldu? Nasıl bir
uğursuzluk geldi başına? Öfkeyle karışık bir kırıklıkla oturduğum yerde
kalıyorum. İncindim. Niye aradım onu sanki, ne gereği vardı? Çok anlamsız
bir konuşmaydı bu...
Deliyim ben. Sonunda aklım başımdan gitti büsbütün. Saplantılarım
yönetiyor beni. Onu görsem ne değişecek, ne olacak? Anlamsız artık bu çok
anlamsız! Daha beş altı hafta önce bile her şeyin bir anlamı
vardı. Bana gülümseyebilsin diye alttan almanın, elini çeken ilk ben
olmayayım da üzülmesin diye titizlenmenin anlamı vardı. Ona koşmanın, beni
avutur gibi kucaklamasına razı olmanın anlamı.
Kasımdı. Nazlı yüzünden ilk büyük kavgamızı ettiğimiz günden sonraki ilk
biraraya gelişimizdi. Yağmur yağıyordu. Kapalı, camlı bir bahçede oturmuştuk.
Ona bakıp ne güzel, diye düşünmüştüm. Çok güzeldi o gün.
Kararlı, savunmada ama sevecen. Elini okşamıştım. Çok sıcaktı, çok sıcaktık.
Kasım sonlarıydı.
Aralıktı. Sesimde kendi kulağımın bile yadırgadığı bir yabancılık vardı.
Rekla'dan niye ayrılmak istediğimi anlatamıyordum ona. Bir daha hiç bir
erkeği onun gibi sevemeyeceğimi anlamanın, yaşamımdaki bu en büyük
tutkunun sonuna geldiğimizi sezmenin hırçınlığı vardı.
Sürdürmek istemenin ve istememenin ikiye bölünmüşlüğüyle bakıyordum ona. Onu
şaşırtıp umutsuzluğa düşürüyordum. Bilmeden uzaklaştırıyordum kendimden.
Kuşkulu evet - hayırlarla sınıyorduk birbirimizi. Kendimi öyle dağılmış
duymamıştım sanki hiç. Sezdiklerimi ondan gizlemek açıklamaya çalışmaktan
daha kolay geliyordu bana. Aynı şeyleri onun da bildiğini ama söze
döküldüğünde göstermesi gerektiğini düşündüğü tepkinin yetersiz kalacağından
korktuğunu anlıyordum. Sonra ağladı. Bu ağlayışın bendeki etkisinin her türlü
sıradan tepkiden güçlü olacağını bilir gibi ağladı...
Biz üç yıl önce birbirimizi gürdüğümüz günkü insanlar değiliz, biliyorum.
Aynı kadın ve aynı erkek değiliz, çok değiştik. Gene de benimle böyle
konuşmamalıydı.
Benim bu kayıtsız sese dayanamayacağımı bilmeliydi. Olanı niye kısaca
söylemiyor bana? Niye küçücük bir ipucu bile vermiyor? Sesinin tonundaki
uzaklığı duyuyorum kulaklarımda yeniden ve aşağılanmışım gibi
bir eziklik uyandırıyor içimde bu. Onu aradım ve o cömertliğimi geri çevirdi
nedenini açıklamadan. Duyduğum öfke bilmediğime duyduğum merak ve korkuyu
yeniyor şimdi. Sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığı bu gizli kapaklılık karanlık
bir boş alan halinde aramıza giriyor.
Boyun eğmem gereken savunmasız bir yerde kalıyorum.
Bütün gün hasta bir halde dolaşıyorum evin içinde.
Kulağım telefonda bir yerlerde oturup kalıyorum. Öfkemi biliyorum korkunç
bir sabırla...
Aramıyor.
Üçüncü günün sonunda inatla bilediğim bıçak keskinleşerek inceliyor. Onu
bir vuruşta yere serecek kadar sivri, kesici ve tehlikeli duruma geliyor.
Bir daha arıyorum onu.
Arayacaktım, ne kadar sabırsızsın, diyor.
Gidiyorum, diyorum. Seni son kez görmek istiyorum. Son kez...
Nereye gidiyorsun? Neler kurdun kafanda gene kim bilir...
Düşköy'e... Sonbaharda döneceğim, ekimde.
Şu sıra işler çok sıkışık, diyor. Ne zaman gidiyorsun?
Seni gördükten sonra....
Dişçiye gidecektim bugün, diyor. Bilmiyorum, atölyeyi de boşaltıyorum bu
günlerde... İstersen Rekla'ya bir uğra...
Baştan savar gibi, suçlu, sıkıcı sesi, Ayhan gitti, diyorum.
Düşköy'e mi?
Büsbütün gitti, yurtdışına. Buraya gel, seni evde bekleyeceğim.
Ciddi buluyor olmalı Ayhan'ın gidişini. Susuyor bir an, kararsız, kaçak,
yabancı.
Peki, diyor, sonra. Akşamüzeri uğrarım.
Atölyeyi boşaltıyor demek... Tarık'la araları mı açıldı yoksa? Yo, bunu
söylerdi öyle olsa. Başka bir nedeni olmalı.
Aynaya bakıyorum. Çökmüş, çürümüş bir kadın görüyorum orda. Artık hep
haplarla uyuyan ve gözlerinin altındaki gölgeleri boyalarla kapatmaya
çalışan. Hiç bir umut ve güven vermiyor bu yüz bana. Olgunlaşmak bu
mu? Eskimek, coşku ve canlılığını yitirmek mi? Bu kadınla yaşadığım son üç
yılda ben yarattım onu. Ama belki de çok daha önceleri başladı bu değişim.
Adam'la boşanma kararımızın verildiği duruşmadan hiç bir şey olmamış gibi
çıkıp 3-D sınıfındaki dersime yetiştiğim o cuma öğle sonrasında. O gün
kimseye bir şey sezdirmeden bitirmiştim dersimi. Sonra eve gidip eşyalarımı
bir kamyonete yükledim. Bana dokunan, eşyalar yükleninceye kadar ürküntü
içinde sessizce bekleyip de araba hareket ettiği anda acı bir çığlık koparan
küçücük bir çocuktu yalnızca. O çığlık belleğime ölünceye kadar
çıkmayacak bir biçimde kazındı. Kendimi en güçlü, en mutlu duyduğum anlarda
bile kemirip durdu içimi. Beni bir yerlerde durmaya, hızımı kesmeye, kök
salmaya zorladı. Birine tutunup düzen içinde yaşamaya itti. Bundandı
uysallığım, evcilliğim, boyun eğmişliğim... Bundandı Düşköy'deki yazlarımın
güzelliği, dinginliği. Biraz da bundandı Ayhan'dan vazgeçemeyişim.
Bir çocuğa sahip olup olmama hakkımın hangi koşullanmalarla elimden alınmış
olduğunu sonraları çok düşündüm.
Şunu biliyorum, yaşamıma şöyle ya da böyle sevdiğim erkekler egemen oldular
bu güne dek. Ayhan'a karşı özgürlüğümü savunurken iki erkeğin birden
egemenliği altına girdim. Onur'u tutkuyla severken görünürde Ayhan'a
başkaldırdım. Oysa Onur'a olan zayıflığım beni Ayhan'a karşı da güçsüz
düşürdü. Yaşadığım ikilem ve suçluluktan duyduğum acı ve aşağılanmayla
özgürlüğümü kendime yeniden kanıtlamayı umarak Onur'a koştum durdum. Ona
sahip olduğum üstünlüğünü yaşarken aynı zamanda kendimi öylesine cömertçe ona
sundum ki sürekli bir yenik düşmüşlük duygusuyla pişmanlık içinde geri
dönebilmeyi özledim hep. Bu inanılmaz kısır döngü içinde hep aynı noktada
kaldım sonuç olarak.
Özgürlüğümün önündeki son engel de yıkılacak bu akşam...
Beklediğimden daha erken geliyor.
Soğuk elini bir an avucumda tutuyorum. Bir akşam saçlarıma parlak, küçük
bir kuş gibi çarpıp geçen, yepyeni bir coşkuyla bir an konup kalkan elini.
Yürüyüp salonun ortasında duruyor. İlk kez görüyormuş gibi bakıyor her şeye.
Nereye oturacağına karar veremiyormuş gibi bekliyor. Yoksa onu kucaklamamı
mı bekliyor? Her zaman oturduğu koltuğu gösteriyorum ona.
Otursana...
Karşısına oturuyorum. Gözlerinde belli belirsiz bir düş kırıklığı ve
kuşkuyla bakıyor bana. Beni görmüyormuş gibi, dalgın, donuk. Oturduğu yere
doğıu bakarak boşluğa soruyorum.
Nasılsın Onur?
İyiyim, diyor tanımadığım bir ses. Ne zaman gitti Ayhan?
Onbeş gün kadar önce.
Çok üzüldüm. Bir haber var mı?
Var, iyi. Neden üzüldün? Burda kalıp hapse girse daha mı iyi olacaktı?
Bunu demek istemedim. Gitmeden onu görmek isterdim.
Seni görmek istemiyordu sanırım, isteseydi arardı.
Korkunç şeyler yaşadık onunla. Biraz da seni sorumlu tutuyordu olanlardan.
Ne oldu? diye soruyor önemsemeden.
Hiç bir şey. Anlatmak istemiyorum.
Bir an susuyor. Ne düşünüyor?
Ayhan'la aramı sen bozdun Suna.
Öyle mi sanıyorsun? diyorum alayla, üzgünüm, özür dilerim.
Kim bu mantıksız, sağlıksız, ezik adam? Kesinlikle tanıyamıyorum onu. Ne
kadar dışında duruyor her şeyin. Üstünde Güler'in ördüğü kırçıllı hırka var.
Yakışmıyor bu ona, çok çirkin. Niye giyiyor bu hırkayı? Böcek kabuğu gibi
duruyor sırtında.
Doğruluyorum.
Ne vereyim sana? Ne içersin?
Almayayım, diyor, hemen gideceğim.
Gidersin canım, biraz bir şey iç. Ne istersin?
Peki ne olursa, diyor ama az olsun.
İçki bardağını yanına bırakıyorum.
Atölyeyi niye boşaltıyorsun, diye soruyorum, Tarık'la bozuştunuz mu yoksa?
Yo hayır, onunla ilgili değil. Çok az kullanıyorum orayı artık. Aylardır
çalışamıyorum.
Olsun, dursaydı. Geçici olabilir bu dönem.
Bir yığın sorunum var. Üstesinden gelmeye çalışıyorum ama zor.
Bana anlatmak istemiyor musun? Kafanı karıştıran ne? Telefonda bazı şeyler
oldu dedin, ne oldu?
Önemli değil. Senin de canını sıkmayayım şimdi.
Asıl bu haline, gizleninene canım sıkılıyor benim.
Niye aramadın beni hiç?
Çok kötü günler geçirdim Suna. Fırsat bulamadım.
Ayrıca o karmaşık ruh hali içinde aramak istemiyordum seni. Ama senin tek
sevgi ölçütün aranmak, biliyorum.
Senden sevgi filan beklediğim yok artık. Sana düşman olmak istemiyorum
hepsi bu.
Niye çağırdın beni? Kavga etmek için mi? Sana kaç kez söyledim,
tartışacaksak bir araya gelmeyelim, diye.
Niye yaşadığın hiç bir şeyi bölüşmek istemiyorsun benimle?
Nedeni ortada... Hep tartıştığımız, kavgalar ettiğimiz konular açılsın
istemiyorum. Dayanacak durumda değilim şu anda.
Seni bu kadar yıkan, bu duruma getiren nedir? Hadi anlat artık.
Güler mektuplarını buldu, diyor, birdenbire. Haftalardır uyumuyorum, kendi
kendimle savaşıyorum...
Bir an sarsılıyorum. Demek buymuş! İyi, sonunda onun başına da bir şeyler
geldi işte...
Ortada mı bırakmıştın onları? diye soruyorum soğukkanlılıkla.
Çantamı evde bırakmışım. O gün biri aramış, tersliğe bak, bir telefon
numarası sormuş Güler'e. O da çantamda telefon defterini aramış ve bu sırada
mektupları bulmuş.
Bu masala inandın mı?
İnanıp inanmamam neyi değiştirir? Bulmuş işte.
Eeee, ne yaptı?
O akşam eve gittiğimde akrabalarım vardı. Onları çağırmış. Bana hiç bir
şey söylemedi. Sinirliydi biraz ama kuşkulanmadım, aklıma bile gelmedi daha
doğrusu. Birlikte yemek yedik, sofradan kalktık. Sonra Güler
elinde mektuplarla geldi, onları sehpanın üstüne attı: `Bakın kocam neler
yapmış,' dedi. O anda nasıl olduğumu anlatamam sana Suna. Benimle yalnız
konuşsaydı bu kadar etkilenmezdim herhalde...
Uzunca bir süre susuyoruz.
O kadar aptal değilmiş Güler demek ki. Onur'la tek başına konuşacak olsa
sindirebilirdi Onur onu. Oysa işlediği suçu başkalarının gözünde de
bağışlanmaz kılmakla kocasını kıstırmayı umdu. Görüşüne bakılırsa başardı
da bunu.
Sonra ne oldu? diye soruyorum, çok da merak etmeden.
Çok gururludur. Boşanmaya kalkıştı. Akrabalar araya girdiler. Çalkantılarla
dolu günler geçirdim.
Yatıştı mı ortalık, uzlaştınız mı bari?
Eh, işte biraz.
Atölyeyi boşaltmanı istedi değil mi? Barışmak için ön koşul olarak ileri
sürmüş olmalı bunu...
Onunla ilgisi yok.
Var, besbelli. Madem ki ayrılmak istedi bıraksaydın gitsin. Ne diye bu
kadar sarsıldın sanki?
Anlayamıyorsun. Bu benimle ilgili bir durum. O kadar kolay değil.
Demek karını yatıştırmaya çalışırken beni özlemeye ve aramaya fırsat
bulamadın, diyorum. Söylesene senin yaşamındaki yerim ne benim?
Çok bencilsin! Bana hiç saygın yok artık, bilsen ne değişir ki?
Doğru hiç bir şey değişmez. Sen kendine saygını yitirmişsin asıl çünkü.
İşte yine tartışmaya başladık, diyor.
Peki tartışmayalım, barışalım, barış için içelim şimdi hadi.
Bardağımı kaldırıyorum, hafifçe gülümsüyor ama o kaldırmıyor, elinde
tutuyor bardağını.
Biz seninle hiç bir zaman barışık olamayız, diyor.
Olabilseydi çoktan biterdi zaten. Bu kadar uzun sürmezdi.
Bırak bunları, diyorum, bayatlamış sözler bunlar.
Gerçek değil artık. Sence hala bitmediyse bugün bitirelim artık. Yürekli
ol biraz.
Beni bunun için mi çağırdın?
Evet, tabii. Bu bitişi karşılıklı onaylayalım diye. Askıda bırakamayız
aramızdaki bu çürük bağı, yararı yok. Koparıp atalım hadi.
İkimizi ilgilendiren konularda neden tek başına karar veriyorsun hep? Sen
kafanda bitirmiş olabilirsin ama ben ne düşünüyorum, ne yaşıyorum biliyor
musun?
Ne düşünüyorsun?
Sevginin tıkandığı zamanlar olabilir. Yorulduk.
Bence bizim bir zaman aralığına gereksinmemiz var.
Zorlama beni, akışına bırak her şeyi.
Karınla bir çok sorunun varken bir de benimle uğraşmak istemiyorsun
herhalde, diyorum. Ben şimdilik bir kenarda sessizce beklemeliyim öyle değil
mi? Hele bir yoluna girsin her şey, yeniden düşünürsün...
Ne kadar huysuzsun, diyor. Eğer biten bir şeyler varsa bile senin yüzünden
oldu bu. Senin bu yersiz suçlamaların, taşkınlıkların, yönlendirmeye
çalışmaların kemirdi bu sevgiyi...
Demek sevgini nasıl harcamış olduğumu düşündün durdun bu süre içinde.
Karınla barışmayı içine sindirebilmek için tüm olumsuzlukları bana yamadın.
Ne söylesem boş artık!
Ne söyleyebilirsin ki Onur?
Yalnızca şunu söyleyebilirim, benim açımdan değişen hiç bir şey yok.
Ona bakıyorum, durulmaya çalışarak. Yüzündeki yalnızlık, yalın hüzün,
içtenlik içimi burkuyor.
Beni özlemiyorsun artık, diyorum. Bu çok önemli bir değişiklik benim için.
Özlemediğimi nereden biliyorsun? Suskunluk her durumda kayıtsızlık demek
değildir ki... Seni özlediğimi ancak sana dokunarak anlatabilirim ben.
Seni çağırdığımda gelmek istemedin ama.
Evet, çünkü seni çok özlemiştim ve sana vermek istediklerimi veremeyeceğimi
iyice anladığım günler geçirmiştim. Çok umutsuzdum.
Küskünlükle gözleri dolarak bakıyor bana.
Gözgöze geliyoruz. Küçük bir sarsılışla dudaklarının unuttuğumu sandığım
tadını ne kadar özlemiş olduğumu anlıyorum. Gelip kanepeye yanıma oturuyor.
Elimi alıp öpüyor.
Sen, diyor yakın olduğun kadar uzak, sevecenliğin kadar hoyratsın. Ne kadar
anlaşılırsan o kadar şaşırtıcısın benim için. Bir karşıtlıklar toplamısın
çünkü. Bazen sana nasıl dayandığımı hiç anlayamıyorum.
Yenilgiye benzer bir özlemle sarılıyoruz birbirimize.
Dudaklarının küçücük, sıcak kuşları yüzümde, boynumda, gözlerimde uçuşuyor.
Hala o ilk günkü anlaşılmaz heyecanı duyuyorum dudaklarından. Günlerdir
içimde biriktirdiğim öfke çılgın, inatçı bir isteğe dönüşüyor gövdemde.
Ama sonra hemen bunun yalnızca bir anlık bir avunma olacağını seziyorum.
Geriye çekiyorum kendimi, bırakmıyor. Bu yakınlığın beni yeniden kurtulmak
istediğim karanlığa sürükleyeceğini bütün varlığımla duyarak direniyorum ona.
Bu karanlığa, bu sönmüş ateşe onu yeniden tutuşturması olanaksız küçük bir
ateş atmaktan başka ne yararı olacak ki bunun? Bedenimdeki sabırsız sancıyı
dindirmeye çalışarak itiyorum onu. Bu kaçınma, bu itme katılaştırabilir beni
ona karşı yalnızca artık. Bu katılık ayakta tutabilir bunca düş kırıklığı
içinde.
Ayağa kalkıyorum.
Aramızdaki çatlağı sevişerek onaramayız, diyorum.
Bu kadar basit değil.
Tükenmiş yorgun bakıyor bana.
Gelmek istemiyordum, diyor. Kendini bırakılmış saydığın, beni öfke ve
kızgınlıkla beklediğini biliyordum çünkü. Beni aşağılamaktı asıl amacın.
Beni hiç bir zaman gerçek anlamda özlemedin sen, diyorum. Senin için soyut
bir varlıktım ben. Kesinlikle tedirginlik ve sorun yaratmaması gereken bir
gölge kadın. Aydınlığa çıkmak istiyorum artık.
Sen buna karar verdiysen tersini kanıtlamam olanaksız artık, diyor,
umutsuzca. Yazık, hiç anlayamadm beni... Anlamak istemedin.
Anlaşılacak bir şey yoktu, diyorum, apaçıktın. Ama ben bir şeyler var
sandım hep sende. Güler gibi bir kadınla uzlaşabilmek uğruna atölyesini
kapatan birisin sen... Aramızdaki her şey bitti, bölüştüğümüz her şey bitti artık.
Bana bittiğini söyletemeyeceksin, diyor hırçınlık ve inatla.
Öyleyse burada kal bu gece!
Kalamayacağımı bildiğin için söylüyorsun bunu.
Hayır, bir kez olsun benim her şeyden önemli olduğumu kanıtlama fırsatı
tanıyorum sana.
Şu durumda, kalmamın ne yararı var ki? Önce senin durulman gerek.
Kimsin sen? diye soruyorum, gözlerimi kısıp ona hiç tanımıyormuş gibi bir
aşağılamayla bakarak. Söyle kimsin?
Sorma artık! Ben bu süreçte kimliksiz biriyim... Gitsem iyi olacak.
Kalkıp hole yürüyor. Çılgın bir damar zonkluyor beynimde. Sonuna kadar
gitmek istiyorum bu yıkımın. Yerle bir etmek istiyorum ne kaldıysa.
Koşup önüne geçiyorum.
Gidemezsin, diyorum, böyle kaçıp gidemezsin!
Bırak, diyor beni yavaşça yana sıyırmaya çalışarak.
Senden böyle ayrılmayı hiç istemiyordum, diyorum.
İstedin, diyor. Sen istedin bunu.
Peki git, diye bağırıyorum. Hemen çık git çünkü bir dakika bile
dayanamayacağım sana artık. Git ve bir daha sakın çıkma karşıma!
Kapıya dayanıp hırçınlıkla, hıçkırarak ağlıyorum.
Yüzü boynuna, hırkasının yakasına akıyor.
Seni kaybetmeyi istemiyordum, diyor. Seni her zaman sevdim ve seveceğim
ama ben yetemedim sana, yetemiyorum anla...
Pişman değilim, diyorum. Yaşadığımız hiç bir şey için pişmanlık duymuyorum.
Hemen yat dinlen, çok bitkinsin, diyor yumuşaklıkla.
Çok zor olacak, diyorum.
Biliyorum, benim için de öyle.
Kısacık değdiriyor dudaklarını ağzıma. Hemen dönüp kapıyı açıyorum.
İyi geceler, diyor, elini kaldırarak.
Sahanlığın karanlığına dalan ince gölgesini seçiyorum. O karanlıkta, uykuya
benzer bir uyuşmuşluğun içinde bir an tüm zayıflıkları, güçsüzlükleriyle,
tüm saydamlığıyla görüyorum onu.
Uzaklaşan, aşağıya doğru azalan ayak seslerini dinliyorum. Sonra dış
kapının kapanma sesinin ardından o keskin sessizliği duyuyorum.
Kapımı kapatıp içeri giriyorum.
Bir piyanoya, canlı, ince bir kadın sesi karışıyor bir yerlerde ve
bastırılmaz bir çığlık gibi kulaklarıma doluyor...
Düşköy'e giden yoldaki bir gece lokantasının TV ekranında ağır bir keman
yüreğime korkular salıyor. Yemek, kokuşmuş bulaşık bezi ve havasızlık
kokularına karışıyor acıklı bir obua.
Onur'u düşünüyorum.
Bir zamanlar, onu sevdiğim zamanlarda, yaşamın zenginliklerle dolu gizleri,
iççekişleri, keskin kıvrımları, karmaşası sezilirdi resimlerinde. Saflığa
benzer bir yaratışla, incelikle, şiddeti, büyük acıları, gürültüyü,
tamamlanmamış her şeyi, anlaşılamaz değişimleri ve parçalanmışlıkları bütün
bunlara benzemeyen ama onların asıl gerçeği olan biçimlere dönüştürürdü.
Sonra gözlerine bana doğru baktığında bile gizleyemediği bir yabancılık
yerleşmeye başladı ağır ağır. Pusular, ölümler, sinsilikler hızını
yitirdiğinde durağanlaştı.
Düşleri yaşamından uzaklaştı. Gündelik yaşamın olağanlığı içinde silinip
gitti.
Bir gün onu sevimli ölü kuşlar karalarken bulmayı hiç ummamıştım.
Kentlerin elektrik ve telefon tellerine asılı ölü erkek kuşlar. Deniz ve
göl kıyılarına vurmuş kuş ve balık cesetleri. Sürüp giden otuzbeş katlı
işhanları, beş yıldızlı otel ve insanlık dışı sosyal konut inşaatlarının
önündeki tahta perdelerin dibine sapır sapır dökülmüş cansız yaratıklar ki
ölüm nedenleri hava kirliliğidir. Akla gelen ve gelebilecek anlamlarda.
Ondan sonra insanlara benzer yaratıklar çekildiler ortalıktan birdenbire.
Dişleri tırnakları dökülmüş, hastalıklı, sünepe köpekler ölü balıkların ve
kuşların üstüne basa basa dolaşıyorlar artık sokaklarda. Geceleri acı
içinde, göğe doğru uluyorlar uzun uzun. Bir zamanlar deniz sandığımız o
büyük mavi sular zift karası işte. Gökyüzü bakır kırmızısı. Gökyüzünden
yağmur yerine kül yağıyor. Üzüntümüzün buharı soluğumuzu kesiyor. Belki de
boğuluyoruz. Zaman umutsuz gözlerimizde dinleniyor.
Dünya batıyor ve yalnızca Onur'la ikimiz kaldık bu bataklıkta. Bir daha
kesinlikle düş bahçelerimiz olmayacak. Ağaçlar çiçeklenmeyecek. Gün
ışığından kaçmak için kuytu köşeler arayacağız. O her akşam yorgun herhangi
bir baba gibi evine gidip ayaklarını uzatarak oturacak ve dünyanın
kötülüklerinden en sonunda arınabilmiş olduğu yanılsamasını yaşayacak.
Karısı önüne sofrayı kuracak. O kadına duyduğu yersiz öfke hiç bitmeyeceği
için olur olmaz her şeye sinirlenecek. Birinden biri ölene dek sürecek bu
haksızlık.
Bu sırada ben onun için, keşke yeniden sevebilse birilerini, diye
düşüneceğim. Bayraklarımı indirip aklanmış olacağım çoktan. Koltuğamda bir
kedi uyuyacak öğle sonları. Mutfağımdan üzümlü kek kokusu gelecek. Bembeyaz
çamaşırlar asacağım bir bahçeye. Elimde toz bezleriyle odadan odaya
dolaşacağım. Akşamları TV'nin karşısına oturup pembe diziler izleyeceğim.
Kes sesini Su...
Çok üzgünsün Na, bana bırak kendini. Gülümse bana hadi...
Sana teslim olmayacağım, vazgeç. Seni ben yaratmadım. Sen başkalarının
benim olmamı istedikleri kişisin.
Ben de seni yaşadığın ve beni de kattığın karmaşanın içinde kendini
yeniden kabullenerek benimle ve kendi uyumsuzluğunla hesaplaşıyor sanıyordum
Na. Sen hala aynı yerlerdesin... Çok yazık.
Senin ya da benim kendimiz olduğumuzu sandığımız süreçte sen yalnızca benim
bilip tanıdığım bir Su ve ben yalnızca senin içinde taşıdığın bir Na'dan
başka bir şey olamayız. Bizi ayıran farklılıkların silindiği zaman parçası
hep bir an olacak. Ben, beni Na yapan uzlaşmazlığı hep içimde taşıyacağım
görünürde daha yumuşak, daha hesaplı olsam da. Sen de her zaman benim
ardımda, özlediğin huzurun peşinde koşacaksın. Böyle bil bunu.
Ama bana gereksinmen var şu günlerde... Gel, uzlaşalım.
Zor ve boşuna bir oyun olur bu Su. Sanırım sonunu getiremem: Beklediğin,
umduğun özdeşleşme beni sakatlar. Sana güle güle demek zorundayım, kusura
bakma.
Peki ne olacak? ne yapacaksın?
Sevgili Onur, yalnızca ikimiz kaldık ve derelerimizde ördekler yüzmeyecek
artık. Sokaklarda dolaşacağım ben, her şeyi ilk kez görüyor olmanın
heyecanıyla. Yolculuklara çıkacağım. Şehirlerarası yollarda gidip geleceğim
ara sıra seni düşünerek. Keşke şöyle olsaydı da böyle yapabilseydik
yazıklanmaları duyacağım nerede yanan bir ateşten kalmış külleri görsem.
Lavların altında kalıp da nasıl yüzyıllarca sonra birbirimizi yeniden
bulmuşsak bin yıllar sonra belki yeniden karşılaşırız umudunu taşıyacağım
içimde. Bu dünyanın bize göre olmadığını anlayacağım. Çok sonra yeniden
karşılaştığımızda dünya şimdikinden çok başka olacak çünkü.
Lağım sularının aktığı derelerde, dağ gibi kent çöplüklerinde tüketilmiş
aşklardan merkezi ısıtmalı apartman daireleri yüzünden kurtulup kalabilmiş
küçük aşk mektupları parçalarına rastlayacağız o zaman. Gülünç gelecek bize
sevgi, gözyaşları, acılarla dolu bu satırlar, aptalca bulacağız onları. Kendi
kendimize gülüp, ne çocukluk, ne ilkellikmiş, diyeceğiz.
Bir gün gelecek müzelerde, pazar yerlerinde, soyu tükenmiş aşıkların
tıpkı basım posterleri satılacak. Kanatları kırık, gagaları düşmüş o zavallı
yaratıkların.
Kimse acımayacak onlara. Yüreklerinin olduğu yerdeki kocaman kapkara
delikler ve korkunç kan lekelerine bakıp ne olduğunu anlamaya çalışacaklar
yalnızca.
Önümdeki çay bardağını itip kalkıyorum. Düşköy'e gitmekte olan otobüsümün
hareket saati gelmiş.
Düşköy'de sabah oluyor. Otobüs yazıhanesinin meydana açılan park yeriyle,
meydanın lambaları hala yanıyor ve gökyüzü açılırken deniz laciverte
dönüşüyor. Otobüsten iniyorum, valizimi bagajdan alıp yürümeye başlıyorum.
Yap-satçı bir inşaat şirketinin kordona dizdiği banklar bomboş. Çay bahçeleri
de öyle. Masalar, sandalyeler hasır güneşliklerin altına yerleştirilmiş
şimdiden, yaz geliyor. Havuzların kıyılarına dizilmiş sardunyalar yapraklarını
çoğaltmışlar.
Geceki yağmurdan kalan su birikintileri var yerlerde. Dükkanlar kapalı
henüz. Günün ilk aydınlığıyla daha da körelen ışıklar yanıyor içlerinde.
Sabaha karşı biraz uyudum yolda ve karışık düşler gördüm.
İyi yüzücü sekiz güçlü atın çektiği bir Boğaz vapurunun güvertesinde
Onur'la birlikte oturuyorduk hiç konuşmadan. Belirli bir nedeni olmadan
birbirimize dargındık. Bu son yolculuğumuzdu. Vapurdan iner inmez
ondan ayrılacaktım. Pek istemesem de bir yazgı gibi kabul etmiştim bunu.
Sonra garip yaratıklar, sürekli biçim değiştiren, sallanıp duran, kendi
kalıplarına sığmıyorlarmış gibi patlayıp dağılan gövdeler, yüzleri ve
kimlikleri olmayan canlılar gördüm. Bir zamanlar çalıştığım bir lisenin
3-D sınıfının yanıbaşındaki kitaplığının boşaltıldığını, kitapların
kara, naylon çöp torbalarına doldurularak çöplüğe atılmış olduğunu gördüm.
Müdür odası yapılacakmış kitaplık. Çok üzüldüm. Karşı çıkmak istedim ama bu
buyruğun çok yukardan geldiğini söyleyerek susturdular beni.
Sonra Ayhan'ı gördüm. Bembeyaz çarşaflı geniş bir yer yatağında yatıyordu
sırtüstü. Çırılçıplaktı, ayaklarında kışlık kahverengi botları vardı
yalnızca. Babaannemden bu düşü yorumlamasını istedim. Yatak yoldur,
beyaz çarşaf ferahlık, dedi. Demek ki kocan gittiği yolda huzurlu.
Ayaklarının çıplak olmaması biraz sıkıntısı olduğuna işaret ama ilk günlerde
o kadar olacak tabii. Babaannem her tarafı yeşile boyalı ahşap bir evin
bomboş bir odasında oturuyordu. Yeşil murattır, dedi bana. Çok sevindim. Ama
muradımın ne olduğunu anımsayamadım.
Evlerin çoğunun kepenkleri kapalı. Yazlıkçılar haziran başlarında gelmeye
başlarlar, daha vakit var. Günün ilk seferini yapan belediye otobüsü
yavaşlayarak geçiyor yanından. Belki durdurur binerim, diye. Ama geç,
diyorum ona gülerek. Yürüyeceğim. On kilometre içerdeki ilçeyle Düşköy
arasında gidip gelir bu otobüsler. Şoförleri sinir hastası değildir.
Hava saydam, yumuşak, tertemiz. Deniz kokuyor. Özsuyu, tomurcuk, iğde
kokuyor. Çok yakında güller patlatırlar tomurcuklarını, kokularını iğdelere
katarlar havada. Deniz dingin. Geceki lodosun kıyıya vurduğu ağaç dalları,
kökler, yosunlar iri ölü böcekler gibi yatıyor kumsalda.
Önümden birdenbire bir perde kalkmış da gidebileceğim yolu görmeye
başlamışım sanıyorum kendimi. Yakın geçmişimi her adımda biraz daha geride
bırakmayı isteyerek yürüyorum. Sabahın güzelliği esrikleştiriyor
beni.
Üç ay kadar önce evden ayrılıp sığınağa yerleştiğimde de yeniden
başlamayı, yaşamımı yeniden düzenlemeyi umuyordum. Ama yapamadım. Zamanım
geriye doğru işliyordu. Yaşamım ileriye değil gerilere gidiyordu durmadan.
İlerlemeye çalışırken geriye kayıyordum. Bu yüzden sığınaktan önceki
günlerimi yeniden yaşamaya koşuyordum istemeden. Onur'u arayıp Ayhan'a geri
dönüyordum sözgelimi.
Ama şimdi saatime bakıyorum ve akreple yelkovanın dönmesi gereken yöne,
saaat yönüne doğru ilerlediğini görüyorum sevinçle. İşte Düşköy'deyim, mayıs
ayındayız, ayın onbirini gösteriyor saatimin gün göstergesi.
Saat sabahın yedisi. Gün aydınlanıyor. Denizle gökyüzünün birleştiği
yerdeki ince çizgi belirginleşiyor gitgide.
Bilincim alaca karanlıktan çıkıyor. Burada yeniden başlayacağım. Bu arada
zaman kavramımda bir bozukluk ortaya çıkarsa kolayca onarabilirim. Dünümle
bugünümü ince bir çizgiyle ayırabilir ya da birbirine karışmayacak biçimde
birleştirebilirim ustalıkla. Acelem yok, yavaşça, ağır aksak ama dikkatle,
kendimi kollayarak yaparım bunu.
Evin önünde bir an durup bahçeye giriyorum. Çiçeklere, ağaçlara bakıyorum.
Ayhan'la birlikte diktik onları, baktık, büyüttük. Baharı karşılamakta
gecikmişler bu yıl. Ağır, zorlu bir kış geçirmişler besbelli. Kuruyanlar,
don yemişler var aralarında. Kış yorgunları, ölüler, yaralılar. Neyse, hiç
olmazsa ben sağ çıktım bu badireden. Yenilerim, budarım, sağaltırım onları.
Yarından tezi yok başlarım işte.
Eve girip kepenkleri açıyorum.
Geçen ekim sonunda nasıl bıraktıysak öyle duruyor her şey. Ayhan'ın eski
hırkası askıda, terlikleri ayakkabı dolabının önünde. Deniz sepetim içinde
yazdan kalma kulak tıkaçlarımla kapının dibinde duruyor. Masanın
üstündeki çanak içi ödenmiş elektrik ve telefon faturaları, eski bir dosttan
gelmiş bir posta kartı, boş bir aspirin kutusu ve benzeri ıvır zıvırla dolu
duruyor öylece.
Eşyaların üstündeki örtüleri kaldırıyorum.
Bir evin içindeki eşyalara, nesnelere bakarken bütün bunların
yaşamışlıklarını, tanıklıklarını, onları seçip oraya koyan insanlarla
ilişkilerini kavramaya çalışırım her zaman. Nesnelerle insanların birlikte
oluşturdukları söze dökülemez yalnızca sezilebilir uyumu, ruhu, ince bir
esintiyle yakalayabilmek öylesine gizemli ve heyecan vericidir ki. İşte
şimdi buraya, kendi evime bakarken de onlarla birlikte geçirdiğim zamanı,
günleri, saatleri, bu zamanın önemsenmemiş, yitirilmiş anlamlarını
araştırır buluyorum kendimi.
Şu döşemesi çiçekli kanepenin benim türlü hallerime, güzelliklerime,
çirkinliklerime, dağınık ve derli topluluklarıma sabırla, sessizce katlanmış
olduğunu düşünüyorum. Uzanıp sabah gazetelerini okurduk orda Ayhan'la,
hangimiz önce kaparsak. Ortamıza bir gazete serip iki ucuna oturarak taze
börülce ayıklardık. Köşesindeki kırmızı yastıkta belki de Ayhan'ın başının
ve benim ellerimin izi duruyor hala. Onunla karşı karşıya oturup
tartıştığımız ekim gecesi sarındığım şal bir sandalyenin arkalığından
sarkıyor yapayalnız. Şöminenin içindeki yarı yanmış odunlar da o geceden
kalma.
Bu kanepede sevişmiştik benim gözyaşlarımla biten tartışmamızdan sonra
Ayhan'la. Ağırlaştırmayı beceremediğimiz bir hızla, coşkuyla sevişmiştik.
Sonra yorgun gövdelerimizi birbirimize yaslamıştık, dingin yanyana
uzandığımızda.
Geçen ağustosun gazeteleri de duruyor köşedeki rafın alt gözünde. Ölü bir
yaz geçirmiştik geçen yıl. Gazetelere manşet olacak hiç bir önemli olay
olmamıştı o günlerde. Her şey kontrol altındaydı, her şey sütliman görünüyordu
görünebildiği kadarıyla. Gazeteler daha bol resimli, daha renkli, daha
neşeliydi. Baskınlar, saldırılar, bombalama eylemleri fotoğrafları yerlerini
çıplaklara bırakmışlardı: Güvenlik içinde güneşleniyorlardı güzel kadınlar
plajlarda. Üstsüzler birdenbire çoğalmıştı. Huzur içindeydik toplumca.
Oysa biz `Seyir Hidrografi ve Ojinografi Dairesi' raporlarını yalanlarcasına
iç denizlerimizdeki fırtınaları yaşıyorduk. Pruvayı indirmiş, halatları
çözmüştük. Batmamaya çalışarak ceviz kabuğu gibi sallanıyorduk dalgalar
arasında.
Batacağımız belliydi.
Camları açıp temiz havayı içeriye çağırıyorum. Alişveriş ve temizlik
yapmalı, bu evi yaşanır duruma getirmeliyim hemen. Sonra oturup çay içerken
içimde bir yokluk, yitiklik duygusuyla düşüncelere dalarım. Üç ayrı
kola ayrılmış bir nehrin kendi yatağında sessizce akarak denize karışan kolu
olmaya çalışırım bundan böyle.
Sevgili Ayhan,
Mektubunu iki gün önce aldım. Buraya gelişimden bu yana geçirdiğim en
güzel gün oldu o. Verdiğin haberler çok sevindirici. Umarım her şey umduğun
ve dilediğin gibi gelişir.
Yirmibeş gündür buradayım. Kendimi ilk kez bir yere, buraya ait duyuyorum.
Bugün pazara gittim. Senin sevdiğin köy peynirinden, otlardan aldım. Geçen
akşamki telefon konuşmamızdan sonra senin adına kapıldığım o yabancılık
duygusunu gene senin adına gidermeye çalışır gibi. Geçecek biliyorsun, ilk
kez bulunduğun yerler değil oraları.
Şu anda masamın üstündeki çanağın içinde kocaman bir demet sarı papatya
var, radyoda da `Sobalarında kuru meşe yanıyor' türküsü. Seni anlıyorum, bu
türküyü böyle birdenbire duyuvermek için bile güzel bu ülkede yaşamak, çok
güzel. Her türlü zorluğu ve belasıyla, o amansız her an her şey olabilir
düşüncesiyle, bu oturmamışlığı, bu karmaşayı, bu dinamizmi yaşamak ister
insan onca uzaktayken. Özlememek olanaksız.
İyiyim. Bıraktığın izler olmasa seni daha az düşüneceğim. Kendimce bir
başlangıcı yaşıyorum. Bu başlangıcın gerektirdiği cesaretin kendi varlık
alanımın ötelerine doğru uzanmakta olduğunu seziyorum şaşkınlık içinde.
Ama gene de henüz kendimi büsbütün toparlayabilmiş değilim. En önemli gelişme
uyku haplarımı atmam ve onlarsız oldukça iyi uyumaya başlamış olmam.
Bütün evi elden geçirdim. Dolapları yerleştirdim. Çatı odasındaki sandığın
içinde bir zamanlar yatak odamızda duran bazı kitapları buldum. Hani
Akasyalı Sokak'taki evdeki yatak odamızda... Çok azalmışlar. Sen
gözaltından döndükten sonra kara çöp torbalarına doldurup ağızlarını
bağlayarak geceleri bize uzak mahallelerdeki çöp bidonlarına atmıştık çoğunu
anımsıyor musun? Kalanlar da belki bir daha hiç okunmayacaklar ama
onlara dokunmak bile haz veriyor insana. Çok güzel, çok özenli kapakları,
ciltleri. Oldukları yerde bıraktım onları. Düşünsene oralarda hiç olmazsa
evinde istediğin kitabı bulundurma hakkın var.
Şu andaki görüş alanım, penceremin ötesindeki bir kaç ev, iğde ağacı,
kavaklar, köprü, denize doğru uzanan toprak yol, Bakkal Cavit'in derme çatma
dükkanı, dükkanın önündeki ekmek dolabı, gazete tezgahı, solmuş
mavi tente ile sınırlı olsa da bütün bunlar görünürde var olmayan bir
biçimde ve anlaşılmaz bir uyumla bir araya gelmiş karmaşık duyusal izlenimler
uyandırıyor bende ve çok garip bir biçimde bakış açımı gerekli ve doğru yöne
kaydırıyor.
Odamdaki süt kokusu, dokunduğum bir kumaşın yumuşak dokusu, dolap
kapaklarının genleşen tahtalarından çıkan çıtırtılar belleğimde birikmiş
kokuları, dokunuşları, sesleri ve istenmeyen görüntüleri kendi kendine
dönen bir bant gibi silip temizliyor.
Bahçeyle çok uğraştım. Görsen benimle gurur duyardın. Her şey canlandı,
yenilendi, iri iri oldu yaprakları. Hatmiler köylü gelinleri gibi salınıyor,
mor çiçekler açan sarmaşık aceleyle tırmanıyor bahçe duvarına. Güller
çoktan açtı. Burayı çok seviyorum.
Uzun süre İstanbul'a dönmeyeceğim. Benim gibi modası geçmiş aşklar
yaşamayan, günün moda insanlarının orası. Gündelik birlikteliklerin
taptaze, aşınmamış duygularıyla yaşlanmaya direnen, benliklerine ve
belleklerine aşkın yüceliği kazınmamış özgür kadınların.
Ben geri kalmış biriyim.
Zayıflıklarını geceleri buruşuk çarşaflar üstünde, bar masalarında ve kapı
önlerinde hoyratça çözüp dağıtan biricik, vazgeçilmez erkeklerin o kent.
İnce bir kadının bir aynanın karşısında saçlarındaki firketeleri çıkarırkenki
kırılganlığını göremez olmuş erkeklerin.
Senin mektubundan sonra kafamı ve düşüncelerimi bir süre düzene koyamadım.
Gene de seninle dostluğumun her zaman şu ya da bu biçimde süreceğini
bilmelisin. Sana yazıyorum, her zaman da yazacağım. Sen de yaz bana.
Birbirimizi kolayca bırakmayalım. Ama bunun için de zorlamayalım kendimizi.
Küçük kedim bacaklarıma sürtünüyor. Acıkmış olmalı. Tüylü bir sarman. Adı
Su, Görsen ne kadar severdin... Harika bir kuyruğu var. Nasıl da düşkünsündür
kedilere sen. Kanepede sırtüstü yatıp kitap okurken karnına yatırıp usul
usul okşardın, oynardın onlarla, ellerine yün eldivenler giyip kızdırırdın
Ayhan.
Seni çok özlüyorum.
Beni güneşli bir bahçede çiçekler sularken düşün anımsadığında. Bir kurşun
kalemi yontarken, kağıtlar yırtıp umutsuzluktan bunalırken. Yağmurlu bir
öğle üzeri Sirkeci'de yürürken. Bir aynada ağlarken...
Ben seni bir çok halinle anımsayacağım, yazmakla başedemem.
Nicedir kendimi bunca yürekli bulduğum olmamıştı. Bunca yorgunken bunca
kahraman. Bunca acı çekerken bunca iyimser, bu kadar hüzünlüyken böylesine
mutlu.
Ve gece sessizliğinde...
Suna
DÜŞKÖY YAZLIK SİNEMASI
İğde ve gül kokularının birbirine karışarak içlere baygınlık verdiği bir
ilkyaz akşamı Düşköy Yazlık Sineması'nın önünde bekliyorum. Ellerim
ceplerimde, neyi, kimi beklediğimi bilmeden bekliyorum. Belki de kimseyi
beklemiyorum da bana öyle getiyor.
Sinemanın ağır demir kapısında paslı bir kilit asılı. Sezon açılmadı daha,
duvarların üstüne perdeyi sokaktan gizleyecek kamış perdeler bile
yerleştirilmemiş. Beklemekten sıkıldığım için kapıya yaklaşıp itiyorum.
Açıkmış, kilit kırık. İçeri süzülüyorum gizlice. Gölgeme ve geçen yazdan
kalan çürümüş ayçekirdeği kabuklarına basa basa bitiş noktasına doğru
yürüyorum. Sundurmanın altından ayağı topal bir sandalye çekip kuytu bir
köşeye oturuyorum.
Gökte parlak bir dolunay var. Gökyüzü aydınlık, koyu mavi. İğde ve gül
kokuları başımı döndürüyor. Ayışığı bu baygın kokuya karışarak mavimsi bir
solgunlukla sinemanın mat beyaz yağlı boyayla boyanmış perdesine
akıyor. Perdeye bakıyorum. İnsana düşler kurduracak, içinde sınırsız
istekler uyandıracak, gözyaşları döktürecek, isyanlara sürükleyecek, tüm
duygularını ayaklandıracak güzellikte bir ışık bu.
Esrikliğe benzer bir boşluk içinde, kıpırdamadan, büyülenmiş gibi perdeye
bakıyorum. Birden başlangıçtan beri burda oturmakta olduğumu, burda doğmuş,
burda büyümüş, burda yaşamış olduğumu anlıyorum.
Ne Dere Sokağı, ne Mahzun Garip'in yolsuz ve umarsız beklediği bahçe, ne
yengemin penceresi, ne de annemin yatak odasının çinko kaplı balkonu var
artık.
Manolya Pastanesi diye bir yer hiç olmadı. Küf kokan koridorlar, beyaza
boyalı bir göçmen karyolası, turuncu saplı koltuklar, bütün Gece ve Müzik'ler,
mimoza dallı sarı giysim birer yanılsamaydı. Sındırgı Dağları'ndan
hiç geçmedim, uzun gece yolculukları yapmadım. Acıklı, sıkıcı mektuplar
yazmadım hiç kimseye, Onur diye biri yoktu, hiç kimseyi tutkuyla
kucaklamadım. Yaşamımı alt üst edecek kimseyle karşılaşmadım. Dümdüz,
öyküsüz, başka yerlerin, başka insanların, başka ya da benzer
olayların, bütün bunlarla ilintili ya da bunlara bağlı daha başka olay,
insan, yerlerin yer almadığı bir dümdüzlükte burada geçti yaşamım. Geri kalan
her şeyi ayışığının aydınlattığı mavimsi perdede bir an için görüp
belleğime bir daha silinmeyecek biçimde yerleştiriverdim.
Hepsi bu.
Düş gücümün yarattığı bu görüntülerin hiç biri gerçek değil. Gerçek
olamayacak kadar saçma hepsi çünkü. Yalnızca düşlerde yaşanabilecek olaylar
tümü. Ama çoktandır olabileceklerle gerçek olaylar, yaşanabileceklerle
düşlenebilecekler arasında büyük çelişkiler ve aykırılıklar olmadığını
biliyorum artık. Hem sonra anlatılması gerekenler olup bitenler, olup
bitecekler değil herkes biliyor bunu. Önemli olan, gelincik tarlaları,
dönemeçler, sis düdükleri, cinayetler, yangınlar, hendekler, bağlar ve
küllerle dolu bu dünyada insanın düşebileceği ve düşleyebileceği tüm
tuzakları görebilmek.
Düşköy Yazlık Sineması'nın bahçesinde oturmuş ayışığı ile aydınlanmış
perdeye bakıyorum.
Kimseyi beklemiyorum...
Nisan 1990 - Ekim 1991
İstanbul - Düşköy
SON