Kara Kitap - 2 Kısım - 7 - 12
SEKİZİNCİ BÖLÜM
UZUN SÜREN BİR SATRANÇ OYUNU
"Hanın Reşit, zaman zaman tebdil ederek Bağdat'ı gezer ve halkının kendisi ve idaresi
hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istermiş. İşte bu akşam da yine..."
Binbir Gece Masalları
Yakın tarihimizde, 'Demokrasiye Geçiş' diye bilinen dönemlerden birinin karanlık' noktalarına
ışık tutan bir mektup, adının açıklanmasını istemeyen bir okurumun, haklı olarak açıklanmasını
istemediği rastlantılar, zorunluluklar ve ihanetlerle döşeli bir yoldan eline geçmiş. O zamanki
diktatörümüzün yurt dışındaki oğullarından ya da kızlarından birine yazdığı anlaşılan mektubu,
üslubuna -Paşa üslubuna- hiç dokunmadan köşemde yayımlıyorum:
Cumhuriyetimizin kurucusunun öldüğü oda bile o kadar sıcak ve boğucuydu ki, altı hafta önce
o ağustos gecesinde, yalnız Atatürk'ün öldüğü dokuzu beş geceyi gösteren ve rahmetli annemi
şaşırttığı için sizleri hep güldüren ayaklı altın saatin değil, Dol-mabahçe Sarayındaki bütün
saatlerin, İstanbul'daki bütün saatlerin durduğunu, korkunç sıcaktan hareketin, düşüncenin,
zamanın kaskatı kesildiğini sanıyordu insan. Boğaz'a bakan ve her zaman perdeleri dalgalanan
pencerelerde tek bir kıpırtı yoktu; yarı karanlıkta rıhtım boyunca dizilen nöbetçiler, sanki
benim emrim yüzünden değil, zaman durduğu için mankenler gibi hareketsiz kesilmişlerdi.
Yıllardır yapmak isteyip de kararını veremediğim şeye girişmenin zamanı olduğunu hissederek
dolabımdaki köylü elbiselerini giydim. Sarayın artık hiç kullanılmayan Harem Kapısından dışarı
süzülürken kendimi cesaretlendirmek için, benden önce, son beş-yüz yılda, bu yan kapıdan,
İstanbul'un öteki saraylarının Topka-pı'nın, Beylerbeyi'nin, Yıldız'in arka kapılarından çıkarak
özledikleri şehir hayatının karanlıkları içinde kaybolan nice padişahın sağ-salim geri
döndüklerini hatırlattım kendime.
İstanbul ne kadar değişmiş! Zırhlı Chevrolet'in pencereleri yalnız kurşun değil, şehrimin, sevgili
şehrimin gerçek hayatını da
geçirmezlermiş meğer. Saray duvarından ayrıldıktan sonra, Kara-köy'e doğru yürürken bir
satıcıdan helva aldım kendime, şekeri fazlaca yakılmıştı. Açık kahvelerde tavla, kâğıt oynayan,
radyo dinleyen erkeklerle konuştum. Muhallebici dükkânlarında müşteri bekleyen orospuları,
lokanta vitrinlerindeki kebapları işaret ederek dilenen çocukları gördüm. Yatsı namazından
çıkan kalabalıklara karışmak için cami avlularına girdim, arka mahallelerdeki bahçeli aile
çayhanelerinde oturup herkesle birlikle çay içtim, çekirdek yedim. İri parke taşlarıyla kaplı ara
sokakların birinde, komşu misafirliğinden dönen bir genç anayla baba gördüm: Başörtülü
kadın, uyuklayan oğlunu omuzunda taşıyan kocasının koluna • nasıl bir bağlılıkla yaslanmıştı
bir bilsen. Gözlerim yaşlandı.
Hayır, vatandaşlarımın mutluluğu ya da mutsuzluğu için kederlenmiyordum: Bu özgürlük ve
hayâl gecemde bile, vatandaşlarımın kırık dökük, ama gerçek hayatlarına tanık olmak, bende
gerçeğin dışına düştüğüm duygusunu, rüyalardan çıkma kederi ve korkuyu yeniden
alevlendirmişti. İstanbul'a bakarak bu hayâl ve korkudan kurtulnıaya çalıştım. Pastahane
vitrinlerine bakarken, gece-son seferlerinden dönen güzel bacalı Şehir Hatları vapurlarından
inen kalabalıkları seyrederken gözlerim gene, gene sulanıyordu.
Sokağa çıkma yasağımın başlayacağı saat yaklaşıyordu. Dönüş yolumda suyun serinliğini
hissederim diyeT Eminönü'nde bir kayıkçıya yanaştım, elli kuruş verip beni gezdire gezdire,
karşı kıyıya bir yere, Karaköy'e ya da Kabataş'a bırakmasını söyledim. "Sen aklını ekmek
peynirle mi yedin be adam!" dedi bana. "Başkan Paşamızın her gece bu saatlerde motoruyla
gezdiğini, denizde kimi görürse yakalayıp zindana attırdığını bilmiyor musun?" Üzerine benim
resimlerimi bastıkları için düşmanlarımın ne dedikodular çıkardıklarını çok iyi bildiğim o pembe
banknotlardan bir deste çıkarıp karanlıkta uzattım. "Sandalınla açılırsak bana bu Başkan
Paşa'nın motorunu gösterir misin?". "Şu çaputun altına gir ve sakın kıpırdama!" dedi parayı
kaptığı eliyle sandalının başaltında-ki bir köşeyi işaret ederken. "Allah bizi korusun!"
Küreklerini çekti.
Ne yöne gittik karanlık denizde, Boğaz'a mı, Halic'e mi; yoksa Marmara'ya mı, bilemiyordum.
Durgun deniz, karanlık şehir kadar sessizdi. Yattığım yerden suyun üzerindeki belli belirsiz,
ipince bir sisin kokusunu duyuyordum. Uzaktan yaklaşan Vnoto-run gürültüsünü işitince,
"Geliyor işte!" diye fısıldadı kayıkçı. "Her gece gelir!" Sandalımız midyeyle kaplı liman
dubalarının arkasına saklandığında, bir projektörün çevresini sorgular gibi, sağa sola dönen,
şehrin, sahilin, denizin, camilerin üzerinde acımasızca gezinen ışık huzmesinden gözlerimi
alamadım. Ağır ağır yaklaşan iri beyaz teknenin kendisini gördüm sonra; küpeştesinde,
sırtlarında cankurtaran yelekleri ve silâhları bir dizi nöbetçi vardı; daha yukarda kaptan köşkü
ve bir kalabalık ve onların üzerindeki bir yükseltide sahte Başkan Paşa tek başına! Yarı
karanlıkta, gölgenin içinde olduğu için ilerleyen teknede onu zar zor seçiyordum, ama
karanlığın ve incecik sisin içinden, benim gibi giyindiğini görebilmiştim. Sandalcıdan onu takip
etmesini istedim, ama boşuna: Sokağa çıkma yasağının başlamak üzere olduğunu, canını
sokakta bulmadığını söyleyip beni Kabataş'a bıraktı. Tenha sokaklardan sessizce sarayımıza
döndüm.
Gece onu düşündüm, benzerimi, sahte paşayı, ama kim olduğunu ya da denizin ortasında ne
yaptığını değil; onun aracılığıyla kendimi düşünebildiğim için onu düşündüm. Onu daha iyi
izleyebilmek için, sabah, sıkıyönetim komutanlarından, gece sokağa çıkma yasağının bir saat
ileriye atılmasını istedim: Radyolardan benim bir konuşmamla birlikte hemen duyurdular. İşe
bir yumuşama havası vermek »için tutukluların bir kısmının salıverilmesini de emrettim,
bıraktılar.
İstanbul ertesi gece daha neşeli miydi? Hayır! Bu, halkımın bitip tükenmez hüznünün yüzeysel
muhaliflerimin iddia ettikleri gibi, siyasi baskıdan değil, daha derin, daha vazgeçilmez
kaynaktan beslendiğini kanıtlar. Ertesi gece, sigara içiyorlar, çekirdek ve dondurma yiyorlar ve
kahve gene aynı dalgınlık ve hüzünle kahve radyolarından benim yasak saatlerini azaltan
konuşmamı dinliyorlardı; ama ne kadar da gerçektiler! Onlar arasındayken bir türlü
uyanamadığı için gerçek insanlar araşma dönemeyen bir uykuda-gezerin acılarını
hissediyordum. Eminönü'nde kayıkçıyı, nedense, beni bekler buldum. Hemen denize açıldık.
Rüzgarlı dalgalı bir geceydi bu sefer: Sanki Başkan Paşa, bir işaretten tedirgin olmuş gibi
gecikerek bizi bekletti. Kabataş açıklarında, bu sefer başka bir dubanın ardından önce gemisini
ve son-
ra Başkan Paşa'nın kendisini seyrederken, onun güzel olduğunu düşündüm; -eğer bu iki kelime
yan yana gelirse- güzel ve gerçek: Mümkün müdür bu? Kaptan kulesinde toplanmış kalabalığın
üzerinden İstanbul'a, insanlara ve sanki tarihe çevirmişti gözlerinin projektörlerini. Ne
görüyordu?
Sandalcının cebine bir deste pembe banknot sıkıştırdım, küreklere asıldı. Dalgalarla çalkalana,
sallana Kasımpaşa'da, tersane yakınlarında onlara yetiştik ve ancak uzaktan seyredebildik:
Aralarında benim Chevrolet'in de olduğu siyah ve lacivert arabalara binip bir anda Galata'nın
karanlıklarına doğru kayboldular. Kayıkçı geç kaldığımızdan, yaklaşan yasak saatinden
sözediyordu.
Dalgalı denizde uzun uzun sallandıktan sonra, karaya ayak bastığımda hissettiğim
'gerçekdışılık' duygusunun bir denge sorunu olduğunu sandım önce; ama değildi. Çünkü iyice
geç kaldığımız için boşalan sokaklarda, kendi yasağımla tenhalaşan caddelerde yürürken aynı
gerçekdışına düşme duygusuna öyle bir kapıldım ki, gözlerimin önünde ancak rüyalarımda
görebileceğimi sandığım bir görüntü belirdi. Fındıklı'dan Dolmabahçe'ye doğru uzanan yolda,
köpek sürülerinden başka kimsecikler yoktu: Yirmi adım ötemde, arabasını acele acele
iterken dönüp dönüp bana bakan bir mısırcı hariç. Bakışlarından benden korktuğunu, benden
kaçtığını anlıyordum ve hemen korkması gereken şeyin yol boyunca sıra sıra dizili iri kestane
ağaçlarının arkasında gizli olduğunu söylemek istiyordum ona; ama bir rüyadaki gibi
söyleyemiyordum bunu; ve bir rüyadaki gibi, söylemek istediğim şeyi söyleyemediğim için,
korkuyor ya da korktuğum için söyleyemiyordum. Korktuğum şey de, ben hızlandıkça ve ben
hızlandım diye mısırcı hızlandıkça, yanımızdan ağır ağır akan ağaçların arkasındaydı; ama
bunun ne olduğunu bilmiyordum ve daha kötüsü bu korkunç görüntünün bir rüya olmadığını da
biliyordum.
.Ertesi sabah, aynı korkuların bir daha tekrarlanmasını istemediğim için, gece sokağa çıkma
saatinin iyice ileriye alınmasını ve tutukluların bir kısmının daha salıverilmesini istedim. Bu
konuda bir açıklama bile yapmadım; radyodan eski konuşmalarımın birini yayımladılar.
Bu sefer de şehrin sokaklarında aynı görüntüleri göreceğimi, hiçbir şeyin hiçbir zaman
değişmeyeceğini hayattan öğrenmiş ihti-
yarların deneyimiyle biliyordum ve yanılmadım: Bazı bahçeli yaz sinemaları gösteri saatlerini
ileriye almışlardı; o kadar. Pamuk helva yapan satıcıların boyadan pembeleşmiş elleri de aynı
renkti, rehberleriyle de olsa, gece sokağa çıkmaya cesaret edebilen Batılı turistlerin beyaz
yüzleri de.
Eski yerinde kayıkçımı beni bekler buldum. Hatta aynı şeyi sahte Paşa için de söyleyebilirim.
Suya açıldıktan az sonra onunla karşılaştık. Hava ilk geceki gibi durgundu, ama o belli belirsiz
sis yoktu. Denizin karanlık aynasında minareleri, şehrin ışıklarını görebildiğim kadar, gene aynı
yerde, kaptan köşkünün üstündeki yükseltide, Paşa'yı da görebiliyordum; Gerçekti. Üstelik o
aydınlık gecede her gerçek kişinin yapacağı gibi o da bizi görmüştü.
Kayığımız, onun peşinden Kasımpaşa iskelesine sokuldu. Usulca karaya atlamıştım ki,
askerden çok pavyon kabadayısına benzeyen adamları üzerime atılıp kollarımdan yakaladılar:
Ne işim vardı burada, bu saatte? Sokağa çıkma yasağının başlamasına daha vakit olduğunu
söylüyordum telaşla; Sirkeci'de otelde kalan zavallı bir köylüydüm ben, köyüme dönmeden
önce son gece bir sandal gezintisine çıkmıştım. Paşa'nın yasağından haberim yoktu... Ama
korkak sandalcı her şeyi anlattı, adamları da bize yaklaşan Başkan Paşalarına. 'Sivil' kıyafetler
içinde de olsa, Paşa daha çok bana benziyordu, ben de, daha çok bir köylüye. Bizleri bir daha
dinledikten sonra emretti: Sandalcı gidebilirdi, ben onunla gelecektim.
Limandan çıkarken zırhlı Chevrolet'nin arka koltuğunda ben ve Başkan Paşa yalnızdık. Ses
geçirmez bir camla -benim Chevrolet'mde olmayan bir ayrıntı- ayrılmış ön koltukta oturan ve
araba kadar sessiz ve farkedilmez şoförün varlığı yalnızlığımızı azaltmıyor, artırıyordu.
"İkimiz de yıllardır bugünü bekliyorduk!" dedi Paşa benimkine hiç benzemediğini sandığım bir
sesle. "Ben, beklediğimi bilerek, sen beklediğini bilmeden bekliyorduk. Ama ikimiz de
bilmiyorduk böyle karşılaşacağımızı."
Yarı tutkulu, yarı yorgun bir sesle, en sonunda hikâyesini anlatabilmenin heyecanından çok,
onu en sonunda bitirebilmenin huzuruyla anlatıyordu. Harbiye'de aynı sınıftaymışız. Aynı
hocalardan birlikte aynı dersleri almışız. Aynı soğuk kış gecelerinde birlik-
te gece eğitimine çıkar, aynı sıcak yaz günlerinde taş kışlamızın musluklarına suyun gelmesini
birlikte bekler, izin günlerinde, çok sevdiğimiz İstanbul'a birlikte gezmeye çıkarmışız. O zaman
anlamış her şeyin şimdi olduğu gibi gelişeceğini; tam şimdi olduğu gibi olmasa da.
O zaman, matematik dersinden en iyi notu almak, atış taliminde hedefi on ikiden vurmak,
arkadaşlarımıza kendimizi daha çok sevdirmek ve en iyi sicille sınıf birincisi olmak için biz
ikimiz gizü bir mücadele verirken anlamış benim ondan daha başarılı olacağımı ve rahmetli
annenin durmuş saatlerine bakarken şaşıracağı sarayda benim oturacağımı. Bunun gerçekten
bir 'gizli' mücadele olması gerektiğini hatırlattım ona; çünkü Harbiye yıllarında ne herhangi bir
sınıf arkadaşımla bir yarışma içinde olduğumu -sizlere de sık sık öğütlediğim gibi- ne de
kendisini bir arkadaş olarak hatırlayabildiğimi söyledim. Hiç şaşırmadı. 'Gizli' mücadelemizi ' de
farketmeyecek kadar benim kendime güvendiğimi, kendi sını-fımdaki ya da öteki sınıflardaki
öğrencilerden, teğmenlerden, hatta yüzbaşılardan daha o zamandan, çok çok ileride olduğumu
bildiği için, o bu mücadeleden çekilmiş zaten; benim arkamda silik bir taklit, başarının ikinci
sınıf bir gölgesi olmak istemiyormuş çünkü: 'Gerçek' olmak istiyormuş; bir gölge değil. O
bunları anlatırken, ben benimkine pek de benzemediğini yavaş yavaş anladığım Chevrolet'nin
pencerelerinden İstanbul'un tenhalaşan sokaklarını seyrediyor ve arada bir gözlerimi iki koltuk
arasında aynı durumda kıpırdamadan duran bacaklarımıza ve dizlerimize çeviriyordum.
Rastlantının hesaplarında hiçbir yeri olmadığını söyledi, daha sonra. Yoksul milletimizin, kırk yıl
sonra bir diktatöre daha boyun eğeceğini ve İstanbul'u ona teslim edeceğini ve bu diktatörün
bizim yaşlarımızda bir asker olacağını o zaman tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yokmuş:
Bu askerin "ben" olacağım sonucunu çıkarmak için de. Böylece, daha Harbiye'deyken, basit bir
akıl yürütmeyle bütün geleceği gözlerinin önünde belirmiş: Ya benim Başkan Paşa olacağım,
geleceğin hayâletimsi İstanbul'unda herkes gibi gerçeklikle siliklik arasında, şimdiki zamanın
kahredicili-ğiyle geçmiş ve geleceğin hayâlleri arasında gidip gelen yarı hayâletimsi bir gölge
olacakmış ya da hiç olmazsa, gerçek olabilmenin
I
yeni bir yolunu aramaya verecekmiş bütün hayatmı. Bu yolu bulmak için, ordudan atılacak
kadar büyük, ama hapse düşmeyecek kadar küçük bir suç işlediğini, Harbiye komutanının
kıyafetine girerek gece nöbetçileri teftiş ederken yakalanmayı başardığını anlattığında, bu silik
öğrenciyi ilk defa hatırladım. Okuldan atıldıktan sonra, hemen ticarete girmiş. "Bizim ülkede
zengin olmanın en kolay şey olduğunu herkes bilir!" dedi gururla. Buna karşın bu kadar çok
yoksulumuzun olmasının nedeni ise, insanlarımıza bütün hayatları boyunca zengin olmanın
değil, yoksul olmanm öğre-tilmesiymiş. Bir sessizlikten sonra ekledi: Gerçek olmayı, ona
böylece, ben öğretmişim! "Sen!" dedi kelimenin üzerinde durarak, "Yıllarca bekledikten sonra,
benden daha da az gerçek olduğunu bu'akşam şaşkınlıkla gördüğüm sen! Zavallı köylü!"
Uzun, çok uzun bir sessizlik oldu. Yaverimin gerçek bir Kayseri köylüsü kıyafeti diye övünerek
düzdüğü elbiseler içinde, gülünç olmaktan çok, gerçek dışı olduğumu, hiç de istemediğim bir
biçimde, bir rüyanın parçası haline getirildiğimi hissediyordum. Aynı sessizlikte, bu rüyanın
arabanın pencerelerinden ağır çekilmiş bir film gibi akan karanlık İstanbul görüntüleriyle
kurulduğunu da anladım: Boş sokaklar, kaldırımlar, kimsesiz alanlar: Yasak saatim gene
gelmiş, şehir sanki boşalmıştı.
Mağrur sınıf arkadaşımın bana gösterdiği şeyin, benim yarattığım bu rüya şehirden başka bir
şey olmadığım da biliyordum artık: İri servi ağaçlarının altında küçülerek büsbütün kaybolmuş
ahşap evlerin arasından, mezarlıklarla içice geçerek rüyalar ülkesinin eşiğine gelmiş kenar
mahallelerden geçtik. Birbirleriyle boğuşan köpek sürülerine terkedilmiş parke kaph
yokuşlardan indik, sokak lambalarının aydınlatmaktan çok, karattığı sert yokuşlardan çıktık.
Rüyalardan başka bir yerde göremeyeceğimi sandığım kör çeşmeli, yıkık duvarlı, kırık bacalı
hayalet sokaklardan geçerken, karanlığın içinde masal devleri gibi uyuklayan camileri tuhaf bir
korkuyla seyrederken, yalnız sarayımda değil, bütün İstanbul'da zamanın durduğuna beni
inandıran, havuzları kurumuş, heykelleri unutulmuş ve saatleri durmuş meydanlardan
geçerken, taklidimin öğünerek anlattığı ticari başarılarını da, içinde bulunduğumuz duruma
uygun diye anlattığı hikâyeleri de (Karısını âşığıyla yakalayan ihtiyar çobanın hikayesiyle Harun
Resifin Binbir Gece'nin bi-
rinde kaybolduğu hikaye) dinlemiyordum. Benim ve senin soyadını taşıyan cadde, sabaha
doğru, öbür bütün caddeler, sokaklar ve alanlar gibi, gerçeklikten çok bir rüyanın uzantısıydı.
Mevlâna'nın "resim yarışması hikâyesi" dediği bir rüyayı anlatıyordu ki, sabaha doğru bu
kendini beğenmiş adamın bırakıldığını açıklayan bildiriyi, sana orada, Batılı dostlarımızın perde
arkasını sordukları o bildiriyi kaleme alıp radyolardan yayınlattım. Uykusuz geceden sonra,
yatağımda uyumaya çalışırken gece boş alanların dolacağını, durmuş saatlerin kıpırdayacağını,
çekirdek yenen kahvelerde, köprülerde, sinema kapılarında hayaletlerden ve rüyalardan daha
gerçek bir hayat başlayacağını hayâl ettim. Hayâllerim ne kadar gerçekleşti de İstanbul benim
gerçek olabileceğim bir haritaya dönüştü, bilemem, ama özgürlüğün, her zamanki gibi,
rüyalardan çok, düşmanlarıma ilham verdiğini yaverlerimden anlıyorum. Gene çayhanelerde,
otel odalarında, köprü altlarında toplamp aleyhimize dümenler çevirmeye başlamışlar;
şimdiden fırsatçılar geceyarıları saray duvarlarını anlamı çözülemeyen şifreli yazılarla
dolduruyorlarmış; ama önemli değil bunlar: Artık padişahların kıyafet değiştirip halk arasına
karıştığı dönemler çok geride, yalnızca kitaplarda kaldı.
Geçenlerde bu kitapların birinde, Hammer'in 'Osmanlı Tari-hi'nde, Yavuz Sultan Selim'in
şehzadeliğinde Tebriz'e gidip kıyafet değiştirdiğini okudum. Gayet güzel satranç oynadığı için
şöhreti yayılmış, satranç meraklısı Şah İsmail tarafından derviş kıyafe-tindeki bu genç saraya
oyuna çağrılmış. Uzun süren bir oyundan sonra Yavuz onu yenmiş. Kendisini yenen adamın bir
derviş değil, Çaldıran seferinde Tebriz'i elinden alacak Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim
olduğunu Şah İsmail yıllar sonra anladığında, oynadıkları oyunun hamlelerini hatırlamış mıdır,
diye düşündüm. Mağrur taklidim, oyunumuzun bütün hamlelerini hatırlıyordur. Ayrıca, 'King
and Pawn' adlı satranç dergisinin abonesi bitmiş olmalı, yollamıyorlar artık; sefarete senin
hesabına para yolluyorum ki yenile.
DOKUZUNCU BÖLÜM
KEŞF-ÜL ESRAR
"Yüzünün metnini şerhider okunan fasi-u bûb" Niyazi-i Mısri
'Esrar-ı Huruf ve Esrarın Kaybı'nm üçüncü bölümünü okumaya başlamadan önce Galip kendine
koyu bir kahve hazırladı. Uykusunu açar diye helaya gidip soğuk suyla yüzünü yıkadı, ama
kendini tuttu ve aynada yüzüne bakmadı hiç. Kahve fincamyla Celâl'in çalışma masasına
otururken, uzun zamandır çözüm bekleyen bir matematik problemim çözmeye hazırlanan bir
lise öğrencisi gibi hevesliydi.
F.M.Üçüncü'ye göre, bütün Doğu'yu kurtaracak bir Mehdi'-nin zuhurunun Anadolu'dan, Türk
toprağından beklendiği günlerde, Türkçe'nin 1928'den sonra dile geldiği yirmi dokuz Latin
harfinin insan yüzündeki hatlarla temellendirilmesi, kaybolan esrarın yeniden keşfi için atılacak
ilk adımdı. Böylece, unutulmuş Hurufı risalelerinden, Bektaşi nefeslerinden, Anadolu halk
resimlerinden, su katılmamış Hurufı köylerindeki hayâletimsi kalıntılardan, tekke duvarlarına,
paşa konaklarına çizilmiş figürlerden, binlerce hat levhasından yola çıkarak Arapça ve
Farsça'dan Türkçe'ye geçişleri sırasında bazı seslerin hangi 'değerlere' uğradığını örnekleriyle
göstermiş, sonra bu harfleri tek tek bazı kişilerin fotoğraflarında insanı korkutan bir kesinlikle
bulup işaretlemişti. Yazarın yüzlerindeki kesin ve apaçık anlamı okuyabilmek için üzerlerinde
Latin harflerini görmeye bile gerek olmadığını belirttiği bu kişilerin resimlerine bakarken Galip,
Celâl'in dolabından çıkardığı fotoğraflara bakarken hissettiği ürpertiyi duydu. Altlarında Fazlal-
lah, iki halifesi, 'minyatürden kopye edilmiş Mevlâna portresi', 'O-limpiyat madalyalı güreşçimiz
Hamit Kaplan' olduğu yazılı kötü klişeli fotoğraflarla kaplı sayfalan çevirdikten sonra Celâl'in
1950'lerin sonunda çekilmiş bir fotoğrafıyla yüz yüze gelince korktu. Öbürlerine yapıldığı gibi,
bu fotoğrafın üzerine de, nasıl yerleş-
tirilip çizildikleri oklarla gösterilen bazı harfler işaretlenmişti. Ce-lâl'in otuzbeş yaşlarında
çekilmiş bu fotoğrafında, F.M.Üçüncü, burunda U harfini, gözlerin kenarında Z harflerini ve
yüzün bütününde yan yatmış bir H harfini görmüştü. Galip hızla çevirdiği birkaç sayfadan
sonra bu diziye Hurufı şeyhlerinin, ünlü imamların ölüp öteki dünyada bir gezindikten sonra
geri dönenlerin, Greta Garbo, Humphrey Bogart, Edward G.Robinson ve Bette Davis gibi
'yüzleri derin anlamlı' Amerikan yıldızlarının, ünlü cellâtların ve Celâl'in gençliğinde
maceralarını anlattığı bazı Beyoğlu haydutlarının resim ve fotoğraflarının eklendiğini gördü.
Yüzlerin üzerinde işaretleyerek temellendirdiği her harfin iki anlamı olduğunu söylüyordu yazar
daha sonra: Yazıdaki düz anlamla, yüzden öğretilen gizli anlam.
Her harfin bir kavrama işaret eden gizli bir anlamı olduğunu kabul ettiğimize göre, diye akıl
yürütüyordu daha sonra F.M.Üçüncü, bu harflerden yapılmış her kelimenin bir ikinci ve gizli
anlamı olması da şarttır. Aynı şekilde cümlelerin, paragrafların, kısaca bütün yazıların ikinci ve
gizli anlamlan vardı. Ama bu anlamların da en sonunda gene başka cümlelerle, kelimelerle,
yani harflerle yazıldığı düşünülürse, ikinci anlamdan üçüncünün, bir sonrakinden daha
sonrakinin 'yorumla' keşfedileceği sınırsız bir gizli anlamlar dizisi ortaya çıkıyordu. Biri ötekine,
öteki öbürüne açılarak bir şehri saran sayısız sokakların ağına benzetilebilirdi bu: Her biri
başka bir yüze benzeyen haritalara. Demek ki esrarı kendi bildi-ğince ve elindeki cetvelle
çözmeye girişen okurun, haritanın sokaklarında yürüdükçe esrarı keşfeden, ama esrarı
keşfettikçe daha da yayılan ve yayıldıkça da esrarın kendi yürüdüğü sokaklarda, seçtiği
yollarda, çıktığı yokuşlarda, kendi yolculuk ve hayatında bulan yolcudan hiçbir farkı yoktu.
İşte, beklenilen Kurtarıcı, 'O' ya da Mehdi, okuyucuların, mutsuzların, hikâye meraklılarının
esrarın derinliklerine gömüldükçe kayboldukları bu noktada 'zuhur' edecekti. Hayatın ve
yazının ortasında, haritalarla yüzlerin kesiştiği noktada, şehrin ve işaretlerin içinde Mehdi'den
gereken işareti alan yolcu (tıpkı tasavvuf yolcusu gibi) elindeki harf anahtarları ve şifrelerle
yolunu bulmaya başlayacaktı. Tıpkı sokaklardaki, caddelerdeki işaret levhalarıyla yolunu bulan
yolcu gibi, diyordu F.M.Üçüncü, çocuksu bir sevinçle. Demek ki, sorun Mehdi'nin koyacağı
isaret-
leri hayatın ve yazının içinde görebilme sorunuydu.
F.M.Üçüncü'ye göre bu sorunu çözmek için bizim bugünden kendimizi onun yerine koymamız,
onun nasıl hareket edeceğini öngörmemiz gerekiyordu: Yani, bir satranç oyuncusu gibi gelecek
hamleleri tahmin etmeliydik. Bu tahmini birlikte yapmak istediğini söylediği okuyucusundan,
her zaman her durumda geniş bir okuyucu kitlesine seslenebilecek bir kişiyi gözlerinin önünde
canlandırmalarını rica ediyordu. "Sözgelimi," diyordu hemen arkasından, "bir köşe yazarını
düşünelim." Her gün vapurlarda, otobüslerde, dolmuşlarda, kahve köşelerinde ve berber
dükkânlarında, yurdun dört bir yanında yüzbinlerce kişi tarafından okunan bir köşe yazarı,
Mchdi'nin yol gösterici gizli işaretlerini yayabilecek kişiye iyi bir örnekti. Esrarı bilmeyenler için
bu köşe yazarının yazılarının yalnızca tek bir anlamı olacaktı. Görünen düz anlamı. Meh-di'yi
bekleyenler, şifrelerden, formüllerden haberli olanlar ise, harflerin ikinci anlamlarından yola
çıkarak gizli anlamı da okuyabileceklerdi. Sözgelimi, Mehdi, "Kendimi dışarıdan seyrederken
düşünüyordum bunları..." diye bir cümle koyarsa yazısının içine, sıradan okurlar bunun
görünen anlamının tuhaflığım düşünürken, harflerin esrarından haberli olanlar, bu cümlenin
bekledikleri özel tebliğ olduğunu hemen anlayacaklar ve ellerindeki şifrelerle kendilerini yeni,
yepyeni bir hayata ve yolculuğa çıkaracak serüvene atılacaklardı.
Üçüncü bölüm başlığı, 'Keşf-ül Esrarla, demek ki, yalnızca, kaybolarak Doğu'yu Batı önünde
köleliğe iten esrar düşüncesinin yeniden keşfedilmesi değil, Mehdi'nin yazıları içine gizlediği bu
cümlelerin bulunması da anlatılıyordu.
F.M.Üçüncü, daha sonra Edgar Allen Poe'nun 'Gizli Yazılar Üzerine Bir İki Söz' adlı makalesinde
önerilen şifre formüllerini tartışarak gözden geçirmiş, bunlardan sırası değiştirilmiş alfabe
yönteminin, Hallac-ı Mansur'un şifreli mektuplarında kullandığı ve Mehdi'nin yazılarında
kullanacağı yönteme en yakın düştüğünü belirtmiş ve birdenbire kitabın son satırlarında şu
önemli sonucu ilan etmişti: Bütün şifrelerin, bütün formüllerin başlangıç noktası, her yolcunun
kendi yüzünde okuyacağı harflerdi. Yola çıkmak isteyen, yeni âlemi kurmak isteyen herkes,
yüzündeki harfleri görmeliydi önce. Okuyucunun elinde tuttuğu bu alçakgönüllü kitap, harf-
lerin her kişinin yüzünde nasıl bulunacağına bir rehberdi. Esrara ulaşacak şifrelere ve
formüllere ise yalnızca bir giriş yapılmıştı. Bunları yazıların içine yerleştirmek, tabii ki yakında
bir güneş gibi yükselecek Mehdi'nin işi olacaktı.
Galip, 'güneş' kelimesiyle Mevlâna'nın öldürülen sevgilisi Şems'in adının da işaret edildiğini
anladığı zaman, bitirdiği kitabı elinden atmış, aynaya bakmak için helaya yürüyordu. Belli
belirsiz aklında ışıldayan düşünce, şimdi açık seçik bir korkuya dönüşmüştü: "Yüzümdeki
anlamı Celâl çoktan okumuştur!" Çocukluğunda, ilk gençliğinde bir suç işlediği, bir başka birisi
olduğu, bir esrara bulaştığına inandığı zaman hissettiği ve her şeyin olup bittiğine ve olup
bitenlerin artık düzeltilemeyeceğine ilişkin bir felâket duygusu vardı içinde. "Artık başka birisi
oldum ben!" diye düşündü Galip, hem oyun oynayan bir çocuk gibi, hem de geri dönüşü
olmayan bir yola çıkmış biri gibi düşünmüştü bunu.
Saat üçü oniki geçiyordu; apartmanda, şehirde ancak bu saatlerde duyulabilen o büyüleyici
sessizlik vardı; sessizlikten çok bir sessizlik duygusu, çünkü belki yakınlardaki bir kazan
dairesinden, belki de ta uzaktaki büyük bir geminin jeneratöründen gelen belli belirsiz bir
vınlamayı kulaklarının içinde bir sızı gibi işitebiliyordu. Vaktin çoktan geldiğine karar vermişti,
ama gene de harekete geçmeden önce kendini biraz daha tuttu.
Üç gündür unutmaya çalıştığı düşünce geldi aklına: Yeni bir yazısını yollamamışsa eğer,
yarından başlayarak CelâPin gazetedeki köşesi boş kalacaktı. Yıllardır bir kere olsun yazısız
kalmamış o köşeyi boş olarak düşünmek istemedi: Sanki yeni bir yazı çıkmazsa, Rüya ile Celâl,
şehrin içinde gizli bir yerde aralarında gülüşüp konuşarak Galip'i artık beklemeyeccklerdi.
Dolabın içinden gelişigüzel çektiği eski köşe yazılarından birini okurken "Ben de yazabilirim
bunu!" diye düşündü. Elinde bir reçete varlı artık: Hayır, üç gün önce, gazetede, yaşlı köşe
yazarının verdiği reçete değildi bu, başka bir şeydi: "Bütün yazılarını, her şeyini biliyorum,
okudum, okudum." Son kelimeyi neredeyse yüksek sesle mınldanmıştı. Dolaptan gelişigüzel
çektiği başka bir köşe yazısını okuyordu. Ama okumak da denemezdi buna; kelimeleri içinden
seslendirerek yazının üzerinden geçiyordu, ama aklı bazan kelimelerin, harflerin çıkarmaya
çalıştığı ikinci anlamlarına takılıyor, çoğunlukla da oku-
dukça CelâPe daha çok yaklaştığını hissediyordu. Çünkü bir başkasının belleğini ağır ağır
edinmekten başka neydi ki okumak?
Aynanın karşısına geçip yüzünün üzerindeki harfleri okumak için hazırdı artık. Helaya girip
aynada yüzüne baktı. Ondan sonra her şey çok çabuk oldu.
Çok sonra, aylar sonra gene bu evde, otuz yıl öncesini karşı koyulmaz bir tutarlılık ve
sessizlikle taklit eden eşyalar arasında masaya yazı yazmak için her oturuşunda Galip, aynaya
baktığı o ânı sık sık hatırlayacak ve aklına hep aynı kelime gelecekti: Dehşet. Oysa bir oyun
heyecanıyla aynaya baktığı ilk anda bu kelimenin çağrıştırabileceği korkuyu hissetmemişti. Bir
boşluk duygusu vardı içinde ilk anda, bir unutkanlık, bir tepkisizlik. Çünkü, ilk anda, çıplak
ampulün ışığında aynada gördüğü yüzüne gazetelerde göre göre alıştığı başbakanların ve
sinema oyuncularının yüzlerine bakar gibi bakmıştı. Bir sırrı, günlerdir peşinden koştuğu gizli
bir oyunu çözer gibi değil, giye giye alıştığı eski bir paltoyu ya da sıradan bir kış sabahını
benimser gibi bakmıştı kendi yüzüne; bir kader duygusuyla sahiplendiği eski bir şemsiyeye
görmeden bakar gibi. "O zamanlar kendimle birlikte yaşamaya o kadar alışıktım ki yüzümü
farketmiyordum," diye düşünecekti çok daha sonra. Ama çok sürmemişti bu kayıtsızlık. Aynada
gördüğü yüzüne günlerdir baktığı fotoğraf ve resimlerdeki yüzlere bakar gibi bakabildiği
zaman, hemen harflerin gölgelerini seçmeye başlamıştı çünkü.
Tuhaflığını hissettiği ilk şey, kendi yüzüne üstü yazılı bir kâğıt parçasına bakar gibi
bakabilmesiydi, yüzünü başka yüzlere ve gözlere işaretler sunan bir levha gibi görebilmesiydi,
ama ilk anda bunun üzerinde de fazla durmamıştı, çünkü gözlerinin kaşlarının arasında bir
kesinlikle beliren harfleri iyice seçebiliyordu artık. Çok geçmeden harfler, Galip'e onları daha
önceden neden farkedeme-diğini düşündürtecek kadar belirginleşmiştiler. Gördüğünün,
fotoğraflardaki yüzlere işaretlenmiş harflere fazlaca bakmaktan kaynaklanan bir yanılsama, bir
göz alışkanlığı, inançla oynanan yanılsama oyununun bir parçası olduğunu da düşünmemiş
değildi, ama gözünü aynadan kaçırdıktan sonra, aynaya yeniden her bakışında, bıraktığı yerde
harfleri görüyordu: Çocuk dergilerindeki bir bakışta ağacın dalları, bir bakışta dalların arasına
gizlenmiş hırsız olan o bilmece figürleri gibi bir gözüküp bir kaybolmuyordu harfler;
orada Galip'in her sabah dalgın dalgın tıraş ettiği yüzün topografyası içinde, gözlerin, kaşların,
bütün Hurufilerin üzerine ısrarla 'e-lif i yerleştirdikleri burnun ve 'yüz çemberi' denilen yuvarlak
yüzeyin içindeydiler. Sanki artık zor olan, harfleri okuyabilmek değil de okuyamamaktı. Bunu
yapmaya da çalışmıştı Galip, yüzünün üzerindeki bu sinir bozucu maskeden kurtulabilmek için,
Hurufi resim ve edebiyatını günlerdir elden geçirirken ve dikkatle okurken, aklının bir
köşesinde her zaman ihtiyatla hazır ettiği o küçümseyici düşünceyi yardıma çağırmış, harfler
ve yüzlerle ilgili her şeyi gülünç, zorlama ve çocuksu bulan şüpheciliğini harekete geçirmek
istemişti, ama yüzünün hatları ve kıvrımları artık o kadar açık seçik bir şekilde bazı harflere
işaret ediyordu ki, aynanın karşısından çekilememişti.
Sonraları 'dehşet' diyeceği duyguya bu sırada kapıldı. Ama her şey o kadar çabuk olmuş,
yüzünün üzerindeki harfleri ve harflerin işaret ettiği kelimeyi o kadar çabuk görmüştü ki,
sonraları yüzü, üzerinde işaretler duran bir maskeye dönüştüğü için mi, yoksa bu harflerin
işaret ettiği anlamın korkunçluğundan mı, dehşete kapıldığını açık seçik çıkaramayacaktı.
Harfler Galip'in yıllardır bilip de unutmak istediği, hatırlayıp da hatırlamadığını sandığı, öğrenip
de bilmediği bir gerçeği, sonraları kaleme almak istediği zaman, bambaşka kelimelerle
hatırlayabileceği bir esrarı gösteriyordu. Ama onları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir
kesinlikte yüzünde okur okumaz, her şeyin basit ve anlaşılır olduğunu da düşünmüştü;
gördüğü şeyi bildiğini, şaşırmaması gerektiğini düşündüğü gibi. Belki de, sonraları 'dehşet'
diyeceği şey bu basit ve açık gerçeğin şaşırtıcılığıydı; aklın olağanüstü bir ışıldamayla masanın
üzerindeki ince belli bir çay fincanını inanılmayacak bir nesne gibi algılayabildiği zamanlarda
gözün aynı fincanı eskiden olduğu gibi görebilmesindeki ürkütücü yan gibi.
Yüzünün üzerindeki harflerin işaret ettiği şeyin bir yanılsama değil, gerçek olduğuna karar
verince Galip, aynanın karşısından çekilip koridora çıktı. Sonraları 'dehşet' diyeceği şeyin
suratının bir maskeye, bir başkasının yüzüne, bir işaret levhasına dönüşmesinden çok, bu
levhanın gösterdiği şeyle ilgili olduğunu sezmişti artık. Çünkü en sonunda güzel oyunun
kurallarına göre herkesin yüzünde vardı bu harfler. O kadar emindi ki bundan, bir avuntu ola-
rak bile görebilirdi bunu, ama koridordaki dolabın raflarına bakarken, içinde öyle derin bir acı
yükseldi, Rüya'yı ve Celâl'i öyle bir özledi ki, ayakta durmakta güçlük çekti. Sanki gövdesi ve
ruhu kendisini işlemediği günah larıyla bırakıp gidiyordu; sanki bütün belleğinde yalnızca
yenilgi ve yıkımın sırrı vardı, sanki herkesin unutmak isteyip mutlulukla unuttuğu bir tarihin ve
esrarın bütün keder ve anısı kendi belleğine ve omuzlarına kalmıştı.
Daha sonraları, aynaya baktıktan sonra üç beş dakika içinde -çünkü çok çabuk olmuştu her
şey- neler yaptığını her hatırlamak isteyişinde, koridordaki dolapla apartman aralığına bakan
pencereler arasında geçirdiği o dakikayı hatırlayacaktı: 'Dehşet'in içine girdikten sonra, nefes
almakta güçlük çekerken, karanlıkta bıraktığı aynadan uzaklaşmak isterken, alnından soğuk
ter damlacıkları birikirken. Bir an yeniden aynanın karşısına geçip bir yaranın üzerini kaplayan
kabuğu kazır gibi yüzünün üzerindeki o ince maskeyi çekip çıkarabileceğini hayâl etti, altından
çıkacak yüzün üzerindeki harfleri, tıpkı o alelade sokaklarda, sıradan duvar ilanlarında, plastik
torbalarda görüp de okumadığı harfler ve işaretler gibi okumayacağını sanıyordu. Acıyı
unutmak için, dolaptan çekip çıkardığı bir yazıyı okumayı denedi, ama artık biliyordu her şeyi,
Celâl'in yazdığı her şeyi kendi yazmış gibi biliyordu. Sonraları sık sık yapacağı gibi, kör
olduğunu ya da gözbebeklerinin yerini mermerden deliklerin, ağzının yerini bir fırın ağzının,
burnunun yerini paslanmış cıvata deliklerinin aldığını hayâl etti. Yüzünü her düşünüşünde
gözlerinin önünde beliren harfleri Celâl'in gördüğünü, bir gün kendisinin de göreceğini bildiğini
bütün bu oyuna birlikte girdiklerini anlıyordu, ama bunları o ilk dakikada açık seçik düşünüp
düşünmediğinden sonraları o kadar emin de olamayacaktı. Ağlamak isteyip ağlayamıyormuş,
nefes almakta güçlük çekiyormuş gibiydi; boğazından denetleyemediği bir acı inleyişi çıktı; eli
kendiliğinden pencerenin kulpuna uzandı; oraya bakmak istiyordu, apartman aralığına,
'karanlık' denen o yere, bir zamanlar kuyunun olduğu yere. Kim olduğunu bilemediği birisini
taklit ettiğini hissetti, bir çocuk gibi.
Pencereyi açmış, gövdesini karanlığa uzatmış, dirsckleriyle pervaza yaslanırken yüzünü
apartman aralığının o dipsiz kuyusuna uzatmıştı: Pis bir koku geliyordu oradan, yarım yüzyılı
geçkin bir
zamandan beri biriken güvercin pisliklerinin, atılmış öteberinin, apartman kirinin, şehir
dumanlarının, çamurun, ziftin, umutsuzluğun kokusu. Unutmak istedikleri şeyleri buraya
atarlardı. Boşluğun geri dönülmez karanlığına, apartmanda bir zamanlar yaşayanların
hafızalarında artık tortusu bile kalmamış o anıların içine, Celâl'in yıllarca sabırla ördüğü ve eski
şiirin kuyu ve esrar ve korku motifleriyle bezediği bu karanlığın içine atlamak geliyordu
içinden, ama bir sarhoş gibi hatırlamaya çalışarak yalnızca karanlığa baktı. Rüya'yla bu
apartmanda geçirdikleri çocukluk yıllarının anıları bu kokuyla yakından ilgiliydi, bir zamanlar
kendisi olan o saf çocuk da, iyi niyetli delikanlı, karısıyla mutlu olan koca, esrarın kenarında
yaşayan sade vatandaş da bu kokudan yapılmıştı. Celâl ve Rüya ile birlikte olma isteği, içinde
öyle bir yükseldi ki, bağırmak geçti içinden; sanki gövdesinin yarısı bir rüyada olacağı gibi
gösterile gösterile kendisinden koparılıp uzak ve karanlık bir yere götürülüyordu da, ancak
sesini soluğunu yükseltip bağırırsa bu tuzaktan çıkabilirdi. Ama yalnızca soğuk kış gecesinin ve
karın nemli soğuğunu yüzünde hissederek dipsiz karanlığa baktı. Yüzünü karanlığın kör
kuyusuna doğru tuttukça içinde günlerdir tek başına gezdirdiği acının paylaşıldığını, korkutucu
olanın anlaşıldığını, daha sonraları yenilginin, sefaletin ve yıkımın sırrı diyeceği şeyin çok
önceden, tıpkı Celâl'in bütün ayrıntılarıyla hazırlayıp bu tuzağa çektiği kendi hayatı gibi açığa
çıktığını hissediyordu. Orada, karanlığa bakan pencereden yarı beline kadar sarkıp, aşağıya bir
zamanlar dipsiz kuyunun olduğu yere uzun uzun baktı. Yüzünde, boynunda, alnında sert
soğuğu iyice hissettikten çok sonra içeri çekildi, pencereyi kapattı.
Ondan sonrası açık, anlaşılır ve aydınlıktı. Ondan sonra, gün ışıyana kadar yaptıklarını çok
daha sonra hatırladığında, yaptığı her şeyi mantıklı, gerekli ve yerinde bulacak ve onları
yaparken duyduğu açıklık ve kesinlikle de hatırlayacaktı. Oturma odasına geçip koltuklardan
birine kendini bırakıp dinlendi. Celâl'in masasının üzerine çekidüzen verdi, kâğıtları, gazete
kesiklerini, fotoğrafları bir bir kutularına, kutuları da dolaptaki yerlerine geri koydu. Yalnız iki
gündür bu evde kendi dağıttıklarını değil, daha önceden Celâl'in de pasaklılıkla oraya buraya
attığı öteberiyi topladı, dolu küllükleri boşalttı, bardakları fincanları yıkadı, pencereleri hafifçe
açıp evi havalandırdı. Yüzünü yıkadı, kendine bir koyu kahve daha hazırladı ve boşaltıp
temizlediği çalışma masasının üzerine Ce-lâl'in eski ve ağır Remington daktilosunu yerleştirip
oturdu. Celâl'in yıllardır kullandığı dosya kâğıtları çekmecedeydi, çıkarıp makineye bir tane
taktı ve hemen yazmaya başladı.
İki saate yakın bir süre masadan hiç kalkmadan yazdı. Her şeyin yerli yerine oturduğunu
hissederek, temiz ve boş kâğıdın verdiği bir heyecanla yazıyordu. Daktilonun eski ve tanıdık bir
müziği hatırlatarak hareket eden tuşlarını vurdukça, yazdıklarını çok daha önceden bildiğini ve
düşündüğünü anlıyordu. Arada bir yavaşlaması, gerekli bir kelimeyi yerleştirebilmek için bir an
düşünmesi gerekiyordu belki, ama Celâl'in dediği gibi, "zorlanmadan" ve cümlelerin ve
düşüncelerin akışına kendini bırakarak yazıyordu.
İlk yazıya, "Aynaya baktım ve yüzümü okudum," sözleriyle başladı. İkinciye "Rüyamda en
sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm," diyerek üçüncüye eski Beyoğlu
hikâyelerinden söz açarak. Bu yazıları ilkinden de kolayca ve daha da derin bir acı ve umutla
yazdı. Yazıların Celâl'in köşesine tam istediği ve beklediği gibi yerleşeceğinden emindi.
Ortaokul ve lise yıllarında okul defterlerinin son sayfalarında binlerce kere taklit ettiği Celâl'in
imzasıyla üç yazıyı imzaladı.
Gün ışıdıktan sonra, kenarlarına vurulan tenekelerin gürültü-süyle çöp kamyonu geçerken
Galip F.M.Üçüncü'nün kitabındaki Celâl'in resmini inceledi. Öteki sayfalardaki silik ve soluk
fotoğraflardan birinin altında kim olduğu yazılmamıştı, kitabın yazarının o olduğunu düşündü.
F.M.Üçüncü'nün, eserinin basma koyduğu hayat hikâyesini dikkatle okudu; 1962'deki başarısız
askeri darbe girişimine bulaştığında kaç yaşında olabileceğini hesapladı. Görevle Anadolu'ya ilk
gittiği zaman, demek ki teğmen rütbesindeyken, Hamit Kaplan'ın gençlik güreşlerini
izleyebildiğine göre, Celâl'in yaşlarmda olmalıydı. Galip, Harb Okulu yıllıklarından 1944, 45 ve
46 yılları mezunlarını tekrar taradı. 'Keşf-ül Esrar'daki kimliği belirsiz yüzün gençliği olabilecek
birkaç yüzle karşılaştı, ama kitaptaki fotoğrafta en belirgin özellik, kabak kafa, gençlerin
fotoğraflarında subay kasketiyle örtülmüştü.
Saat sekiz buçukta Galip, üzerinde paltosu, ceketinin iç cebinde katlanmış üç yazı, işe giden
aceleci bir aile babası gibi hızla
Şehrikalp Apartmanının kapısından çıkıp karşı kaldırıma geçti. Kimse görmemişti ya da gören
arkasından seslenmemişti. Hava açık, gök kış mavişiydi; kaldırımlar kar, buz ve çamurla
kaplıydı. Çocukluğunda her sabah dedeyi tıraş etmeye gelen ve daha sonraki yıllarda da
Celâl'le birlikte gittikleri Venüs berberinin pasajına girip en uçtaki dükkâna, anahtarcıya,
Celâl'in dairesinin anahtarını bıraktı. Köşedeki gazeteciden Milliyet aldı. Bazı sabahlar Celâl'in
kahvaltı ettiği Sütiş Muhallebicisine girip kendine sahanda yumurta, kaymak, bal ve çay
ısmarladı. Kahvaltısını ederken, Celâl'in köşe yazısını okurken, Rüya'nın okuduğu dedektif
romanlarının kahramanlarının da, birçok ipucu içine anlamlı bir hikâye yer-leştirebildikleri
zaman, kendilerini şimdi kendisinin hissettiği gibi hissetmeleri gerektiğini düşündü. Şimdi
esrarı çözecek anlamlı bir anahtar bulduktan sonra, bu anahtarla yeni kapılar açacak dedektif
gibi hissediyordu kendini.
Celâl'in gazetedeki yazısı cumartesi günü Galip'in yedekler dosyasında gördüğü son yazıydı ve
bütün o yazılar gibi eskiden de yayımlanmıştı, ama Galip harflerin ikinci anlamını çözmeye
girişmedi bile. Kahvaltısını ettikten sonra, dolmuş kuyruğunda beklerken bir zamanlar olduğu
kişi ve o kişinin yakın zamana kadar yaşadığı hayat geldi aklına: Sabahları dolmuşta gazete
okurdu, akşam eve döneceği saati düşünürdü, evde, yatakta uyuyan karısını hayal ederdi.
Gözlerinin kenarlarında yaşlar birikti.
Dolmuş Dolmabahçe Sarayının önünden geçerken, "Dünyanın tepeden tırnağa değiştiğine
inanıvermesi için insanın," diye düşündü Galip, "kendisinin bir başka biri olduğunu
anlayıvermesi demek ki, yetiyormuş." Dolmuşun pencerelerinden seyrettiği eskiden bildiği
İstanbul değil, esrarını yeni anladığı ve sonraları üzerine yazacağı başka bir İstanbul'du.
Gazetede, yazı işleri müdürü, 'servis şefleri' ile toplantıdaydı. Galip, kapısını tıklatıp biraz
bekledikten sonra Celâl'in odasına girdi. İçeride, masanın üzerinde, eşyalarla Galip'in son
gelişinden beri hiçbir değişiklik olmamıştı. Celâl'in masasına oturup acele acele çekmecelerini
karıştırdı. Eski açılış kokteyli davetiyeleri, sol ve sağ çeşitli siyasal fraksiyonlardan yollanmış
bildiriler, geçen gelişinde gördüğü gazete kesikleri, düğmeler, kravat, kol saati, boş mürekkep
şişeleri, ilâçlar ve geçen gelişinde dikkat etmediği kara
gözlükler... Kara gözlükleri gözüne takıp Celâl'in odasından çıktı. Yazı işlerinin geniş odasına
girdiğinde polemikçi ihtiyar yazar Necati'yi masasında çalışırken gördü. Hemen yanıbaşında,
geçen gelişinde magazin yazarının oturduğu sandalye boştu. Galip oraya geçip oturdu. Bir süre
sonra, "Hatırladınız mı beni?" diye sordu ihtiyar adama.
"Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz," dedi Neşati başını okuduğundan
kaldırmadan. "Hafıza bir bahçedir, kimin sözüdür bu?"
"Celâl Salik'in."
"Hayır Bottfolio'nun," dedi ihtiyar köşe yazarı başını kaldırırken, "İbn Zerhani'nin o klasik
çevirisinden. Celâl Salik ondan her zamanki gibi yürütmüştür. Sizin onun kara gözlüklerini
yürüttüğünüz gibi."
"Gözlükler benim," dedi Galip.
"Demek ki insanlar gibi gözlükler de çift yaratılıyor. Verin bakayım şunu bana."
Galip gözlükleri çıkarıp verdi. İhtiyar bir an inceledikten sonra kara gözlükleri dikkatle gözüne
takınca Celâl'in yazılarında sözünü ettiği 1950'lerin efsane haydutlarından birine, Cadillac'ı ile
kaybolan gazino, kerhane ve pavyon patronuna benzedi. Esrarengiz bir gülüşle Galip'e döndü.
"Tevekkeli, arada bir dünyaya bir başkasının gözlerinden bakabilmeyi bilmek gerek, demişler.
Asıl o zaman dünyanın ve insanların esrarını kavramaya başlarmış insan. Anladınız mı, kimin
sözü bu?"
"F.M.Üçüncü'nün," dedi Galip.
"Hiç ilgisi yok. O yalnızca budalanın tekidir," dedi ihtiyar. "Bir zavallı, gariban takımından...
Kimden işittin sen onun adını?"
"Celâl bana bu adın uzun yıllar kullandığı takma adlardan biri olduğunu söylemişti."
"Demek insan iyice bunayınca, yalnızca kendi geçmişini ve yazılarını inkâr etmekle kalmıyor,
başkalarını da kendisiymiş gibi hatırlıyor. Ama sanmam ki bizim açıkgöz Celâl Efendimiz bu
kadar bunasın. Bir hesabı vardır, bile bile yalan söylemiştir. F.M.Üçüncü, kanıyla canıyla
gerçekten yaşamış biridir. Yirmi beş yıl önce gazetemize bir sağnak halinde okuyucu mektubu
yollayan bir su-
baydı. Mektupların bir-ikisi ayıp olmasın diye okuyucu sütununda yayımlanınca, sanki kadrolu
yazar gibi her gün fiyakayla gazeteye gelip gitmeye başladı. Derken, ayağı birden kesildi, yirmi
yıl ortalıkta gözükmedi. Bir hafta önce gene pırıl pırıl kabak kafasıyla sö-¦ kün etti, gazeteye
kadar beni görmeye gelmiş, yazılarıma hayran-mış. Acıklıydı, alâmetlerin belirdiğini
anlatıyordu." "Hangi alâmetler?"
"Haydi, bilirsin bilirsin. Celâl yoksa anlatmıyor mu hiç? Hani vakit tamam, alâmetler belirdi,
haydi sokağa numaraları: Kıyamet, ihtilâl, Doğu'nun kurtuluşu filan?"
"Önceki gün Celâl'le bu konuda sizin kulağınızı çınlattık." "Gizlendiği yer neresiymiş?"
"Unuttum."
"İçerde yazı işlerinde toplandılar," dedi ihtiyar köşe yazarı. "Yeni yazı vermiyor diye artık kapı
önüne koyacaklar senin Celâl amcanı. Söyle ona, onun köşesinde, ikinci sayfada yazmayı bana
önerecekler, ama reddedeceğim."
"Önceki gün, 196O'lı yılların başında birlikte bulaştığınız o askeri darbeyi anlatırken, Celâl de
sizden hep sevgiyle sözetti."
"Yalan. Darbeye ihanet ettiği için benden de, hepimizden de nefret eder o," dedi ihtiyar köşe
yazarı. Hiç yadırgamadığı kara gözlükleriyle artık eski Beyoğlu gangsterlerinden çok bir
'üstad'a benzemişti. "Darbeyi sattı. Tabii sana bunları böyle anlatmamış, her şeyi kendisinin
düzenlediğini söylemiştir, ama her zamanki gibi senin Celâl amcan, olaylara yalnızca başarıya
herkes inanmaya başlayınca katıldı. Ondan önce, Anadolunun dört bir yanına dağılan o
okuyucu ağları kurulurken, piramitler, minareler, mason sembolleri, tepegözler, esrarengiz
pergeller, kertenkele resimleri, Selçuklu kubbeleri, işaretli Beyaz Rus banknotları, kurt kafaları
elden ele dolaşırken, Celâl yalnızca artist resmi biriktiren çocuklar gibi okuyucularının
resimlerini biriktiriyordu. Bir gün mankenler evi hikâyesini icat etti, başka bir gün karanlık
gecelerde kendisini dar sokaklarda izleyen bir 'göz'den sözetmeye başladı. Anladık ki o da
aramıza katılmak istiyor, razı olduk. Sütunlarını davaya açar diyorduk, askerlerin bazılarını da
belki o sürükler diyorduk. Ama ne sürüklemek! O sıralarda etrafta bir sürü meczup, anaforcu,
senin F.M.Üçüncü cinsinden adam vardı; ilk iş, hemen
onları kafakola aldı. Sonra şifrelerinden, formüllerinden, harf oyunlarından yararlandığı
karanlık bir başka takımla ilişki kurdu. Her birini yeni bir zafer olarak gördüğü bu ilişkilerinden
sonra, bizlere gelir, ihtilâl gününden sonra oturacağı koltuk konusunda pazarlık ederdi. Pazarlık
gücünü artırmak için, o sıralar bazı tarikat kalıntılarıyla, Mehdi'yi bekleyenlerle ya da
Fransa'da, Portekiz'de pinekleyen Osmanlı şehzadelerinden haber aldıklarını söyleyenlerle
görüştüğünü ileri sürdü; hayâli kişilerden sonraları bize göstereceği mektuplar aldığını, evinde
kendisini ziyarete gelen paşa ya da şeyh torunlarının kendisine sırlarla dolu elyazmaları ve
vasiyetler bıraktıklarını, geceyarıları tuhaf kişilerin gazeteye kendisini görmeye geldiklerini
iddia etti. Hepsini kendi uydurmuştu bu kişilerin. Aynı günlerde, daha doğru dürüst bir
Fransızcası olmayan bu adam, ihtilâlden sonra dışişleri bakanı olacağı söylentisini de yaydığı
için, bu balonlardan birini söndüreyim dedim. O sıralarda yazılarında efsanevi bir karanlık
adamın vasiyeti dediği birtakım hikâyelerden sözediyor, tarihimizle ilgili bilinmeyen bir gerçeği
açığa vuracak bir kumpasın peygamberler, Mehdiler ve kıyamet lakırdılarıyla dolu zırvalarını
kaleme alıyordu. Oturdum İbn Zer-hani'yi ve Bottfolio'yu da işin içine katarak köşemde
gerçekleri gösteren bir yazı yazdım. Korkakmış! Hemen bizden koptu ve öteki gruplara katıldı.
Genç subaylarla daha sıkı ilişkisi olan yeni dostlarına, benim hayâli dediğim kişilerin
yaşadıklarını kanıtlamak için, geceleri kıyafet değiştirip, kahramanlarının kılığına girdiğini
anlatırlar. Beyoğlu'nda bir gece bir sinemanın kapısında Mehdi ya da Fatih Sultan Mehmet
olarak gözükmüş, filmin başlamasını bekleyen şaşkın kalabalığa, bütün milletin kılık
değiştirerek başka hayatların içine girmesi gerektiğini vaaz ediyormuş: Amerikan filmleri de
yerli filmler kadar umutsuzmuş; onları artık taklit etme şansımız bile yokmuş. Sinemadaki
kalabalığı Yeşilçam Sokağındaki yapımcılar aleyhine kışkırtmak, peşinden sürüklemek istemiş.
Y.ılm/ yazılarında sık sık sözünü ettiği kenar mahallelerdeki dökümü .ıhşap evlerde,
İstanbul'un çamurlu sokaklarında oturan 'sefil kuvtık burjuvalar' değil, bütün Türk milleti,
şimdi olduğu gibi o sıral.tKİa da bir 'Kurtarıcı' bekliyordu. Askeri darbe olursa ekmeğin ık
u/layacağına, günahkarlar işkenceden geçirilirse cennetin kapılarının açılacağına her zamanki
içtenlik ve umutla inanıyor-
I
lardı. Ama onun herkesi kendine bağlama merakı yüzünden, açgözlülüğünden, darbeci takımlar
birbirine düştü, askeri darbe yattı, yola çıkan tanklar gece radyoevine değil, gerisin geri
kışlalarına gittiler. Sonuç: Gördüğün gibi hâlâ sürünüyoruz, Avrupalılardan utandığımız için de,
arada bir oy veriyoruz ki, yabancı gazeteciler gelince artık onlara benzediğimizi gönül
rahatlığıyla söyleyebile-lim. Bu demek değildir ki umutsuzuz ve hiçbir kurtuluş yolu yok. Var
bir kurtuluş yolu. İngiliz televizyoncular Celâl Efendiyle, değil benimle konuşmak isteselerdi,
onlara Doğu'nun, daha onbin-lerce yıl mutlulukla nasıl Doğu kalabileceğinin sırrını anlatırdım.
Galip Bey oğlum, amcanın oğlu Celâl Bey sakat ve acıklı bir insandır: Bizim kendimiz
olabilmemiz için onun yaptığı gibi gardropları-mızda peruklar, takma sakallar ve tarihi giysiler,
tuhaf kıyafetler saklamamıza gerek yoktur hiç. I. Mahmut her akşam tebdil-i kıyafet ederdi,
ama ne giyerdi bilir misin? Padişah sarığının yerine bir fes, bir de baston; o kadar! Öyle Celâl
gibi her gece saatlerce makyaj yapmaya, farfaralı tuhaf elbiseler ya da yırtık pırtık dilenci
esvapları edinmeye gerek yok hiç. Bizim dünyamız bir bütün dünyadır, parçalanmış bir dünya
değil. Bu âlemin içinde başka bir âlem daha vardır, ama Batılıların dünyasında olduğu gibi
görüntülerin, dekorların arkasındaki gizli saklı bir dünya değildir ki bu, örtüleri kaldırınca
arkasındaki gerçeği zaferle görelim. Bizim alçakgönüllü âlemimiz her yerdedir,, bir merkezi
yoktur, haritalarda bulunmaz. Ama esrarımız da budur işte bizim; çünkü bunu kavramak çok,
ama çok zordur. Çile gerektirir. Kendisinin esrarını aradığı bütün âlem ve bütün âlemin de
esrarı arayan kendisi olduğunu bilen kaç babayiğidimiz var ki, soruyorum? Bu kemâle erdiği
zaman ancak insan bir başkasının yerine geçmeyi, tebdil-i kıyafeti hakeder. Celâl amcanla
paylaştığım tek bir duygu vardır: Ben de onun gibi, ne kendileri ne bir başka biri olabilen bizim
o zavallı film yıldızlarımıza acırım. Üstelik bu yıldızlarda kendilerini gören milletimize daha da
çok acırım. Kurtulabilirdi bu millet, hatta bütün Doğu, ama senin Celâl amcan, amcanın oğlu,
onu kendi hırsları için sattı. Şimdi kendi eserinden korkarak, dolaplarda gizlediği tuhaf
kıyafetleriyle birlikte bütün bir milletten kaçıyor. Niye sak-lanıyormuş?.."
"Biliyorsunuz," dedi Galip, "her gün sokaklarda on onbeş
siyasi cinayet işleniyor."
"Siyasi değil, ruhani cinayet onlar. Üstelik sahte tarikatçılar, sahte marksistler ve sahte
faşistler birbirine girdiyse Celâl'e ne bunlardan. Kimse ilgilenmiyor bile artık onunla.
Saklanarak ölümü kendi çağırıyor ki, biz de onun vurulacak kadar önemli biri olduğuna
inanalım. Demokrat Parti döneminde şimdi rahmetli olan iyi, uslu ve korkak bir yazarımız
vardı; ilgi çekebilmek için takma adla her gün basın savcısına kendini ihbar eden mektup
yazardı ki hakkında bir dava açılsın da dikkatleri çeksin. Bu yetmiyormuş gibi ihbar
mektuplarını da bizlerin yazdığını iddia ederdi. Anlıyor musun? Celâl Efendi de ülkesiyle tek
bağı olan geçmişini de hafı-zasıyla birlikte kaybetti artık. Yeni yazı yazamaması bir rastlantı
değildir."
"Beni buraya o yolladı," dedi Galip. Ceketinin cebinden yazıları çıkardı. "Yeni köşe yazılarını
gazeteye bırakmamı istedi benden."
"Ver bakayım."
İhtiyar köşe yazarı gözünden kara gözlüklerini çıkarmadan üç yazıyı okurken Galip masanın
üzerinde açık duran cildin Cha-teaubriant'm 'Mezar Ötesinden Anılar'ınm eski yazı bir çevirisi
olduğunu gördü. Yazı işlerinin açılan kapısından çıkan uzun boylu birini, ihtiyar yazar işaret
edip çağırdı.
"Celâl Efendinin yeni yazıları," dedi ona. "Gene aynı hüner merakı, gene aynı..."
"Aşağıya yollayalım, hemen dizdirsinler," dedi uzun boylu adam. "Biz de eski yazılarından birini
koyalım diyorduk."
"Yeni yazılarını bir süre ben getireceğim," dedi Galip.
"Niye ortalıkta yok?" dedi uzun boylu adam. "Bugünlerde arayanı çok çünkü."
"Geceleri ikisi birlikte tebdil-i kıyafet ediyormuş," dedi ihtiyar yazar, Galip'i burnuyla
göstererek. Uzun boylu adam gülümseyerek uzaklaşınca Galip'e döndü. "Hayâletli arka
sokaklara gidiyorsunuz değil mi, kirli işlere, tuhaf gizlerin, hortlakların, yüz yirmi yıllık ölülerin
peşinden yıkık minareli camilere, viranelere, boş evlere, terkedilmiş tekkelere, kalpazanlarla
eroincilerin arasına, tuhaf kıyafetlerle, maskelerle, bu gözlüklerle? Görmeyeli sen de çok
değişmişsin çünkü Galip Bey oğlum. Yüzün solmuş, gözlerin
çukura kaçmış, başka biri olmuşsun. İstanbul geceleri bitmez... Günahlarının vicdan azabından
uyku uyuyamayan bir hayalet... Efendim?"
"Gözlüğü alayım, gideyim efendim ben."
ONUNCU BÖLÜM KAHRAMANI BENMİŞİM
"Üslûpda şahsiyyet: Yazı yazmak, mutlaka yazılmış yazılan taklîd etmekle başlar. Bu tabii bir
hâldir. Çocuklar da başkalarım taklîd ile söze başlamazlar mı?"
Tahir-ül Mevlevi
Aynaya baktım ve yüzümü okudum. Ayna sessiz bir denizdi, yüzüm de denizin yeşil
mürekkebiyle yazılı soluk bir kâğıt. "Canım, yüzün kâğıt gibi beyaz!" derdi annen, senin güzel
annen, yani benim yengem, ben eskiden o kadar boş baktığımda. Boş bakardım, çünkü
yüzümde yazılı olandan bilmeden korkardım; boş bakardım, çünkü seni bıraktığım yerde
bulamamaktan korkardım. Seni bıraktığım yerde, eski masalar, yorgun sandalyeler, soluk
lambalar, gazeteler, perdeler, sigaralar arasında. Kışları akşam karanlık gibi erken gelirdi.
Hava karardı mı, kapılar kapandı mı, lambalar yandı mı ben senin bizim kapının arkasında
oturduğun köşeyi düşünürdüm: Küçükken ayrı katlarda, büyükken aynı kapının arkasında.
Okuyucu, ey okuyucu, aynı damın ve bacamn altındaki akraba kızdan bahsettiğimi anlayan
okuyucu: Bunu okurken kendini benim yerime koy da işaretlerime dikkat et; çünkü kendimden
bahsettiğimde biliyorum senden sözettiğimi ve senin hikâyeni anlattığımda sen de biliyorsun
kendi anılarımı dile getirdiğimi.
Aynaya baktım ve yüzümü okudum. Yüzüm rüyamda şifrelerini çözdüğüm Rosetta taşıydı.
Yüzüm kavuğu düşmüş bir mezar taşıydı. Yüzüm okuyucunun kendine baktığı deriden bir
aynaydı; gözeneklerinden birlikte nefes alırdık: İkimiz, sen ve ben; sigaralarımızın dumanı,
senin yutar gibi okuduğun romanlarla dolu oturma odasını doldururken; ışığı söndürülmüş
mutfakta buzdolabının motoru hüzünle çalışırken; masanın üzerindeki lambamn bir kitap
kapağı rengindeki kartonundan tenin renginde bir ışık benim suçlu parmaklanma ve senin
Uzun bacaklarına düşerken.
Okuduğun kitaptaki becerikli ve kederli kahraman bendim; mermer taşlar, iri sütunlar ve
karanlık kayalar arasından rehbe-
rimle birlikte yeraltındaki kıpır kıpır hayatın mahkumlarına koşan ve yıldızlarla kaplı yedi kat
göğün merdivenlerinden çıkan yolcu bendim; uçurumu aşan köprünün öteki ucundaki
sevgilisine, "Ben senim!" diye seslenen ve yazarı onu kayırdığı için sigara küllüğün-deki zehir
izlerini çözen kül yutmaz dedektif bendim... Sen sabırsız, sessizce sayfayı çevirirdin. Aşk için
cinayetler işledim, atımla Fırat Nehrini geçtim, piramitlere gömüldüm, kardinalleri öldürdüm:
"Canım, ne anlatıyor o kitap öyle?" Sen evli barklı ev kadını, ben akşam o eve dönmüş
kocaydım: "Hiç." En son otobüs, en boş otobüs bütün boşluğuyla evin önünden geçerken
koltuklarımız karşılıklı titrerdi. Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım
gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız
sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Annesi haklıymış diye düşündüm; çünkü yüzüm hep beyaz kaldı: Üzerinde beş harf. İri alfabe
atının üzerinde at yazardı, daim üzerinde De. İki D bir dede. İki B bir baba. Fransızca papa.
Anne, amca, yenge akraba. Ne çevresinde bir yılan varmış, ne de Kaf adında bir dağ.
Virgüllerle koşardım, noktalarla duraklar, ünlemlerde şaşardım! Ne kadar şaşırtıcıydı
kitaplarda, haritalarda dünya! Tommiks adlı ranger Nevada'da yaşardı. 'Teksas'ın kahramanı
Çelik Bilek işte burada, Boston'da, Karaoğlan kılıcıyla Orta Asya'da. Binbir surat, Konyakçı,
Rodi, Yarasa. Alaaddin, ah Ala-addin, Teksas'ın yüz yirmi beşincisi çıktı mı? Durun, derdi
elimizden dergileri kapıp okuyan Babaanne, durun! O pis derginin sayısı çıkmamışsa, ben size
bir hikâye anlatayım. Ağzında sigara anlatırdı. Biz ikimiz, senle ben, Kaf Dağı'na çıkar, ağaçtan
elmayı koparır, fasulye sırığından aşağıya iner, bacalardan girer, iz sürerdik. Bizden sonra en
iyi izi Sherlock Holmes sürerdi, sonra Pekos BilFin arkadaşı Beyaz Tüy, sonra da İnce Memet'in
düşmanı Topal Ali. Okuyucu, ey okuyucu, sen de izliyor musun harflerimi? Çünkü
bilmiyormuşum, hiç haberim yokmuş, ama yüzüm bir hari-taymış. Sonra, diye sorardın sen,
Babaannenin karşısındaki sandalyeden, sonra Babaanne, yere değmeyen bacaklarını sallarken,
sonra?
Sonra, çok sonra, yıllar sonra, ben senin akşam işten dönen yorgun kocan olduğumda,
çantamdan Alaaddin'den yeni aldığım
dergiyi çıkardığımda, <ucn o dergiyi kapıp aynı sandalyeye oturduğunda, bacaklarını -Allahım!-
gene aynı kararlılıkla sallardın: Ben aynı boş bakışla bakar, kendi kendime korkuyla sorardım:
Ne var aklında? Aklın bana yasak o gizli bahçesindeki gizli esrar ne? Senin omuzunun
üzerinden, uzun saçlarının döküldüğü yerden, renkli resimli dergiden, bacaklarını sallatan sırrı,
aklının bahçesindeki o esrarı çözmeye çalışırdım: New York'ta gökdelenler, Paris'te atılan
fişekler, yakışıklı devrimciler, kararlı milyonerler. (Sayfayı çevir.) Yüzme havuzlu uçaklar,
pembe kravatlı süper-star-lar, evrensel dehalar ve en yeni bildiriler. (Sayfayı çevir.)
Hollywood'da genç yıldızlar, başkaldıran şarkıcılar, uluslararası prensler ve prensesler. (Sayfayı
çevir.) Yerli bir haber: İki şairle üç eleştirmen, okumanın faydaları üzerine söyleştiler.
Ben esrarı hâlâ çözememiş olurdum, ama sen, daha bir çok sayfadan ve saatten ve gece geç
vakit aç köpek sürüleri kapının önünden geçtikten sonra, bilmeceyi bitirmiş olurdun.
Sümerlerde sağlık tanrıçası: Bo; İtalya'da bir ova: Po; bir cetvel türü: Te; bir nota: Re;
aşağıdan yukarıya akan ırmak: Alfabe; harflerin ovasında olmayan dağ: Kaf; sihirli kelime:
Dinle; aklın tiyatrosu: Rüya; yanda resmi görülen yakışıklı kahraman: Sen hep bilirsin, ben hiç
çıkaramam. Gecenin sessizliğinde, başını dergiden kaldırdığında, yüzünün yarısı aydınlıkta,
yansı karanlık ayna, sorardın, ama anlayamazdım, bana mı, bilmecenin ortasındaki yakışıklı ve
ünlü kahramana mı: "Acaba saçlarımı mı kessem?" Bir an, ben, .gene boş, bomboş bakardım
ey okuyucu!
Hiçbir zaman inandiramadim seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman
inandiramadim seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına.
Hiçbir zaman inandiramadim seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan
olduğuna. Hiçbir zaman inandiramadim seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir
zaman inandiramadim seni, o sıradan havatta benim de bir yerim olması gerektiğine.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
KARDEŞİM BENİM
Isak Dinesen
Gözünde kara gözlüklerle Milliyet binasından çıktıktan sonra Galip yazıhanesine doğru değil,
Kapahçarşı'ya doğru yürüdü. Turistik eşya satan dükkânlar arasından ilerlerken, Nuruosmaniye
Camii'nin avlusundan geçerken uykusuzluğunu birdenbire öyle hissetti ki, bütün İstanbul ona
bambaşka bir şehir olarak gözüktü. Kapalıçarşı'da yürürken gördüğü deri çantalar, lületaşından
pipolar ve kahve değirmenleri, insanların içinde binlerce yıldır yasaya yasaya kendilerine
benzettikleri bir şehrin nesnelerini değil, milyonlarca kişinin geçici olarak sürgün edildiği
anlaşılmaz bir ülkenin korkutucu işaretlerini çağrıştırıyordu. "Tuhaf olan şey," diye düşündü
Galip, Kapalıçarşı'nın darmadağınık sokaklarında kaybolurken, "yüzümdeki harfleri okuduktan
sonra artık büsbütün kendim olacağıma iyimserlikle inanabilmem."
Terlikçiler Sokağına girdiğinde değişen şeyin şehir değil, kendisi olduğuna inanmak üzereydi,
ama yüzündeki harfleri okuduktan sonra şehrin esrarını anladığına öyle karar vermişti ki, bu
doğru olamazdı. Bir halıcı dükkânının vitrinine bakarken, içinden gelen bir dürtüyle, sergilenen
halıları daha önceden gördüğünü, kendi çamurlu ayakkabıları ve eski terlikleriyle yıllarca onlara
bastığını, kapı önünde kahvesini içerek şüpheyle kendisine bakan dikkatli dükkâncıyı iyi
tanıdığını, dükkânın küçük üçkâğıtçılıklar ve küçük kazıklanmalarla dolu tarihini ve toz kokan
hikâyesini, kendi hayatı gibi bildiğini düşündü. Aynı şeyi, kuyumcu, antikacı ve ayakkabıcı
vitrinlerine bakarken de düşündü. Aceleyle iki sokak daha değiştirdikten sonra, bakır
ibriklerden kefeli terazilere kadar Kapalıçarşı'da satılan bütün eşyayı bildiğini, müşteri bekleyen
bütün tezgâhtarları, sokaklarda yürüyen bütün insanları tanıdığını da
düşündü. Bütün İstanbul tanıdıktı; şehrin Galip'ten gizli hiçbir esrarı yoktu.
Bu duygunun verdiği huzurla sokaklarda rüyada gezinir gibi yürüdü. Vitrinlerde gördüğü
ıvırzıvır, sokaklarda karşılaştığı yüzler ömründe ilk defa Galip'e hem rüyalarındaki gibi şaşırtıcı,
hem de hep birlikte gürültüyle yenen bir aile yemeğindeki gibi tanıdık ve huzur verici geldi. Işıl
ışıl kuyumcu vitrinlerinin önünden geçerken, bu huzurun, yüzünün üzerinde dehşetle okuduğu
harflerin işaret ettiği sırla ilgili olduğu aklına geliyordu, ama harfleri okuduktan sonra,
geçmişinde bıraktığı o acıklı ve talihsiz kişiyi düşünmek istemiyordu hiç. Dünyayı esrarlı yapan
bir şey varsa, o da, insanın kendi içinde barındırdığı, ikiz kardeşi gibi birlikte yaşadığı bir ikinci
kişinin varlığıydı. İşsiz tezgâhtarların kapı önünde pineklediği Kavaflar Sokağını geçtikten sonra
küçük bir dükkânın girişinde sergilenen parlak renkli İstanbul kartpostallarında Galip şehir
manzaralarını görünce içindeki o kişiyi çoktan arkada bıraktığına karar verdi: Kartpostallar o
kadar tanıdık, o kadar bayat ve basmakalıp İstanbul görüntüleriyle doluydu ki, Galata
Köprüsüne yanaşan Şehir Hatları vapurlarının, Topkapı Sarayının bacalarının, Kız Kulesinin,
Boğaz Köprüsünün tanıdık ve bayağı görüntülerine bakarken şehrin kendinden gizli hiçbir
esrarı olamazmış gibi geldi Galip'e. Ama, cam yeşili vitrinleri birbirini yansıtan Be-desten'in dar
sokaklarına girer girmez bu duygu kayboldu. "Birisi beni takip ediyor," diye düşündü korkuyla.
Çevrede dikkatini çekebilecek şüpheli birisi yoktu, ama ağır ağır yaklaşan durdurulmaz bir
felâket gibi duygu Galip'i hemen sardı. Hızla yürüdü. Kalpakçılar Caddesine varınca sağa saptı,
cadde boyunca yürüyüp çarşıdan çıktı. Sahaflar Çarşısından hizanı hiç kesmeden geçecekti,
ama Elif Kitabevinin önündeyken dükkânın yıllardır olağan karşıladığı adı Galip'e, birden bir
işaret olarak gözüktü. Şaşırtıcı olan şey, Hurufilere göre bütün harflerin ve böylece bütün
âlemin içinden çıktığı Arap alfabesinin ve Allah'ın adının ilk harfi 'elifin dükkânın adı olması
değil, kitapçı dükkânının üstüne elifin, tıpkı F. M. Üçüncü'nün öngördüğü gibi, Latin harfleriyle
yazılmasıydı. Bunu bir işaret değil, sıradan bir olgu gibi görmek isterken, Galip'in gözü Şeyh
Muammer Efendi'nin dükkânına takıldı. Bir zamanlar kenar mahallelerdeki acıklı ve yoksul dul-
larla acıklı ve milyarder Amerikalıların dadandığı Zamani şeyhinin kitapçı dükkânının kapalı
olması, şeyh efendinin soğukta evden çıkmak istemediği ya da öldüğü gibi sıradan bir gerçeğin
değil, Galip'e şehrin içinde hâlâ gizlenen bir esrarın işareti olarak gözüktü. "Hâlâ görüyorsam
şehrin içinde bu işaretleri," diye düşündü, eski kitapçıların kapı önlerine bıraktıkları yığın yığın
çeviri polisiye romanlar ve Kuran şerhleri arasından yürürken, "yüzümdeki harflerin bana
öğrettiği şeyi öğrenememişim demektir." Ama bu değildi neden: İzlendiğini aklına her
getirişinde, adımları kendiliğinden hızlanıyor, şehir de bildik tanıdık işaretler ve nesnelerle
kaynaşan huzurlu bir köşeden, bilinmeyen tehlikeler ve gizlerle kaynaşan korkulu bir âleme
dönüşüyordu. Galip, hızlı, daha hızlı yürürse ancak peşindeki gölgeyi arkada bırakabileceğini,
huzursuzluk veren esrar duygusunu unutabileceğini anladı.
Beyazıt Meydanından hızla Çadırcılar Caddesine girdi, oradan, adını sevdiği için Semaver
Sokağa saptı, ona paralel Nargile-ci Sokaktan aşağı Halic'e doğru indi ve Havancı Sokaktan
dönüp yeniden yokuş yukarı çıktı. Plastik atölyeleri, aşevleri, bakırcı dükkânları, anahtarcılar
gördü. "Demek ki yeni hayatıma başlarken ilk önce bu dükkânlarla karşılaşacakmışım," diye
düşündü bir çocuk saflığıyla. Kovalar, leğenler, boncuklar, parlak elbise pullan, polis ve asker
kıyafetleri satan dükkânlar gördü. Bir hedef olarak aldığı Beyazıt Kulesine doğru yürüdü bir
ara, gerisin geri döndü, kamyonlar, portakal satıcıları, at arabaları, eski buzdolapları, hamal
arabaları, çöp yığınları ve üniversitenin duvarlarına yazılmış siyasal sloganlar arasından
Süleymaniye Camiine kadar çıktı. Caminin avlusuna girdi, servi ağaçlarının altından yürüyüp
ayakkabıları çamur içinde kalınca medrese tarafından sokağa çıktı, birbirlerine yaslanan
boyasız ahşap evler arasından yürüdü. Yıkıntı halindeki evlerin birinci kat pencerelerinden
dışarı çıkan soba borularının kör namlular gibi ya da paslanmış periskoplar gibi ya da korkunç
top ağızlan gibi sokağa uzandığı geliyordu aklına, ama hiçbir şeyi başka bir şey ile
ilişkilendirmemek için 'gibi' kelimesini aklına bile getirmek istemiyordu.
Delikanlı Sokaktan çıkmak için saptığı Cüce Çeşmesi Sokağının da adının aklına takıldığını, bir
işaret olabileceğini düşünmeye başlayınca, parke kaplı sokakların, işaretlerin tuzaklarıyla
kaynaştı-
gına karar vererek asfalta, Şehzadebaşı Caddesine çıktı. Simitçiler, çay içen minibüs şoförleri
ve ellerinde lahmacunlar, sinema kapısında afişlere bakan üniversite öğrencileri gördü: Üç film
birden. Filmlerin ikisi Bruce Lee'nin oynadığı karate filmiydi, üçüncüsünün yırtık afişlerinde ve
soluk resimlerinde Selçuklu uçbeyi Cüneyt Arkın, Bizanslı erkekleri dövüyor, kadınlarla
yatıyordu. Film oyuncularının lobi fotoğraflarındaki turuncu yüzlerine daha fazla bakarsa sanki
kör olacakmış gibi korkup uzaklaştı. Şehzade Camiinin yanından geçerken aklına takılan
Şehzadenin hikâyesini düşünmemeye çalıştı. Ama hâlâ esrarlı işaretlerle kaynaşıyordu çevresi:
Kenarları paslanmış trafik işaretleriyle, çarpık çurpuk duvar yazılarıyla, kirli lokantaların ve
otellerin pleksiglas panolarıyla, 'Arabesk' denen şarkıcıların ve deterjan şirketlerinin afişleriy-le.
Büyük bir güç harcayıp işaretlere aklını takmamayı basarsa bile, Bozdoğan Kemeri boyunca
yürürken, küçüklüğünde gördüğü tarihi filmlerden çıkma kızıl sakallı Bizans papazlarını hayâl
ediyor ya da Vefa Bozacısının yanından geçerken, yıllar önce bir bayram akşamı, içtiği likörlerle
sarhoş olan Melih Amcanın tuttuğu taksilerle bütün aileyi buraya boza içmeye getirdiğini
hatırlıyor ve bu hayâller de hemen geçmişinde kalmış bir esrarın işaretlen oluyordu.
Atatürk Bulvarını koşarak geçerken, hızlı, daha da hızlı yürürse şehrin kendisine sunduğu
işaretleri, resimleri ve harfleri görmek istediği gibi, bir esrarın parçası olarak değil, oldukları
gibi göreceğine bir kere daha karar verdi. Hızla Tezgâhçılar Sokağına girdi, Keserciler Sokağına
geçti ve uzun bir süre sokak adlarına bakmadan yürüdü. Ahşap evler arasına bitişik nizam
yapılmış, balkon demirleri paslanmış döküntü apartmanlar, uzun burunlu 1950 model
kamyonlar, çocukların oynadığı araba tekerlekleri, eğrilmiş elektrik direkleri, kazılıp bırakılmış
kaldırımlar, çöp tenekelerini karıştıran kediler, pencerelerde sigara içen başörtülü ihtiyar
kadınlar, seyyar yoğurtçular^ lâğımcılar, yorgancılar gördü.
Halıcılar Caddesinden Vatan Caddesine doğru inerken birden sola döndü, iki kere kaldırım
değiştirdi ve bir bakkalda ayran içerken 'takip edilme' düşüncesini Rüya'nın okuduğu polisiye
romanlardan öğrendiğini düşündü, ama aklından şehrin içindeki anlaşılmaz esrarı çıkaramadığı
gibi bu düşünceyi de kolayca çıkara-
T
mayacağını biliyordu. Çifte Kumrular Sokağına saptı, ilk sapakta yeniden sola döndü, Okumuş
Adam Sokağındayken koşar adım yürümeye başladı. Kırmızı trafik ışıkları yanarken, minibüsler
arasından koşar adım Fevzi Paşa caddesini geçti. Sonra girdiği sokağın Aslanhane Sokağı
olduğunu levhadan anlayınca, bir an dehşete kapıldı: Dört gün önce Galata Köprüsü çevresinde
yürürken varlığını hissettiği o gizli el, kendisi için İstanbul'un içine işaretler yerleştiriyorsa hâlâ,
varlığını bildiği esrar daha çok uzakta olmalıy-". di.
Kalabalık çarşıdan, istavritler, vanoslar, kalkanlar satan balıkçı dükkânlarının önünden geçerek
bütün sokakların açıldığı Fatih Camii avlusuna girdi. Geniş avluda kimsecikler yoktu: Tek
başına karda bir karga gibi yürüyen kara sakallı, kara paltolu bir adamdan başka. Küçük
mezarlık da boştu. Fatih Türbesinin kapısı kilitliydi; pencerelerden içeriye bakarken Galip,
şehrin uğultusunu dinledi. Çarşıdan gelen satıcıların gürültüsü, araba kornaları, uzak bir
ilkokulun bahçesinden gelen çocuk sesleri, çekiç sesleri, motor sesleri, avludaki ağaçlara
doluşmuş serçelerin, kargaların bağırışları, geçen minibüslerin, motosikletlerin gürültüsü,
yakınlarda açılan ve kapanan pencerelerin, kapıların, inşaatların, evlerin, sokakların, ağaçların,
parkların, denizin, vapurların, mahallelerin, bütün şehrin uğultusu. Galip'in tozlu camlar
arasından sandukasını seyrederken yerinde olmak istediği adam, Fatih Mehmet, Galip'in
doğumundan beş yüz yıl önce fethettiği bu şehrin esrarını, eline geçen Hurufi risalelerinin
yardımıyla sezmiş, her kapının, her bacanın, her sokağın, her köprünün, her kemerin, her
çınar ağacının kendisinden başka bir şeyin işareti olduğu bir âlemi ağır ağır çözmeye girişmişti.
"Hurufi risaleleri ve Hurufiler bir kumpas sonucu yakılmasa-lardı eğer," diye düşündü Galip,
Hattat İzzet Sokağından Zeyrek'e doğru yürürken, "ve şehrin esrarına erişebilseydi padişah,
fethettiği Bizans sokaklarında yürürken, yıkık duvarlara, yüzyıllık çınar ağaçlarına, tozlu
sokaklara, boş arsalara benim gibi bakarken acaba neyi anlardı?" Cibali tütün depolarının eski
ve korkutucu binalarına vardığında Galip, yüzündeki harfleri okuduğundan beri bildiği cevabı
kendi kendine verdi: "İlk defa gördüğü şehri daha önceden binlerce kere gezmiş gibi bilip
tanıdığını." Ama şaşırtı-
cı olan şey de buydu işte: Hâlâ yeni fethedilmiş bir şehir gibiydi İstanbul. Çamurlu sokakların,
kırık dökük kaldırımların, yıkık duvarların, kurşuni ve acıklı ağaçların, köhne arabaların,
onlardan daha köhne otobüslerin, birbirlerine benzeyen bütün o hüzünlü yüzlerin, bir deri bir
kemik köpeklerin hiçbirini daha önceden gördüğü, bildiği duygusuna kapılamıyordu Galip.
Varlığından emin olamadığı peşindeki o kişiden kurtulamayacağını anladıktan sonra, Haliç
kıyısında imalâthaneler, boş sanayi tenekeleri, öğle tatilinde köfte ekmek yiyen, çamurda
futbol oynayan tulumlu işçiler ve harap Bizans kemerleri arasından yürürken, şehri bildik
tanıdık görüntülerle kaynaşan huzurlu bir yer olarak görme isteği o kadar içinde yükseldi ki,
tıpkı çocukluğunda yaptığı gibi, kendini bir başkası olarak, Fatih Sultan Mehmet olarak
görmeye çalıştı. Uzun bir süre, kendisine ne çılgınca, ne de gülünç gelen bu çocuksu hayâlle
yürüdükten sonra, Celâl'in yıllarca önce fethin yıldönümü yüzünden kaleme aldığı köşe
yazısında Konstan-tin'den günümüze bin altı yüz elli yılda İstanbul'da hüküm süren yüz yirmi
dört hükümdar içinde, Fatih'in geceyarıları tebdil-i kıyafet etme gereği duymayan tek padişah
olduğunu yazdığını hatırladı. "Okuyucularımızın bazılarının çok iyi bildiği nedenlerden," diye
yazmıştı Celâl, Galip'in parke yollarda titreyen Sirkeci-Eyüp otobüsünde kalabalıkla birlikte
sallanırken hatırladığı makalede. Unkapam'nda bindiği Taksim otobüsünde ise Galip peşindeki
kişinin kendisiyle birlikte, bu kadar kısa bir sürede otobüs değiştirebilmesine şaştı: Bakışı daha
da yakınında, ensesinde hissediyordu. Taksim'de bir kere daha otobüs değiştirdikten sonra
yanında oturan ihtiyar ile konuşursa, bir başka kişiye dönüşebileceği, belki de böylece
peşindeki gölgeden kurtulabileceği aklına geldi.
"Bu kar daha yağacak mı acaba?" dedi Galip pencereden dışarı bakarak.
"Kimbilir?" dedi ihtiyar, belki daha da diyecekti, ama Galip onun sözünü kesti.
"Bu kar neyin işareti?" dedi Galip. "Bu kar neyin habercisi? Ulu Mevlâna'nın anahtar hikâyesini
bilir misiniz? Dün gece rüyamda aynısını görmek nasiboldu. Her yer bembeyazdı, kar beyazı,
bu karın beyazı. Birden göğsümün üzerinde soğuk, buz gibi soğuk, keskin bir ağrıyla uyandım.
Kalbimin üzerinde bir kar topu
var sandım, buz topu sandım, billur bir top sandım, değilmiş: Kalbimin üzerinde şair
Mevlâna'nın elmas anahtarı varmış. Elime aldım, yatağımdan kalktım, odamın kapısını onunla
açayım dedim, açtı; ama başka bir odadaydım ve içerde yatağında uyuyan, bana benzeyen,
ama ben olmayan biri vardı. O odanın kapısını uyuyan adamın kalbinin üzerindeki anahtarla
açıp, yerine elimdekini bırakıp başka bir odaya girdim: O oda da öyle; bana benzeyen, ama
benden güzel suretler, yürekleri yerinde anahtarlar... Öteki oda da, öteki odaya açılan beriki
oda da öyle. Üstelik baktım, odalarda benden başkaları da var; benim gibi gölgeler, benim gibi
uyku-dagezer hayaletler, ellerinde anahtarlar. Her odada bir yatak, her yatakta benim gibi
rüya gören bir adam! Anladım ki cennetteki çarşıdayım. Burada ne alış var ne de satış, ne para
var ne de pul; yalnızca suretler ve suratlar var. Hangisini beğenirsen o surete giriyor, o suratı
yüzüne maske gibi geçiriyor yeni hayatına başlıyorsun, ama benim aradığım suret, biliyorum,
binbir odanın en sonuncusunda, ki elime geçirdiğim en son anahtar kapısını açmıyor. O zaman
anlıyorum ki göğsümün üzerinde kar soğukluğuyla gördüğüm o ilk anahtarla açabilirmişim o
kapıyı, ama o anahtar artık nerededir, kimin elindedir, terkettiğim yatak ve oda binbir odadan
hangisidir bilemiyorum ve böylece kahredici bir pişmanlıkla, gözyaşlarıyla, öteki umutsuzlarla
birlikte kapıdan kapıya, odadan odaya anahtarın birini bırakıp birini alarak, uyuyan suretlerin
her birine şaşarak anlıyorum ki ben, sonsuza kadar..." "Bak," dedi ihtiyar, "bak!"
Galip, kara gözlüklerinin arkasından ihtiyarın parmağının işaret ettiği yere bakarak sustu.
Radyoevinin hemen önünde bjr ölü vardı kaldırımda, çevresinde bağırıp çağıran bir iki kişi ve
aceleyle toplanan meraklılar. Trafik sıkışınca kalabalık otobüsün koltuklarında oturanlar ve
tutunma demirlerine asılanlar pencerelere doğru uzanarak kanlar içindeki ölüyü korkuyla,
dehşetle, sbssizce seyrettiler.
Trafik açılınca sessizlik uzun süre bozulmadı. Galip, Konak Sinemasının karşısında otobüsten
indi, Nişantaşı'nın köşesindeki Ankara Pazarından lakerda, tarama, dil, muz ve elma aldı ve
hızla Şehrikalp Apartmanına doğru yürüdü. Bir başkası olmak istemeyecek kadar bir başkası
gibi hissediyordu kendini. Önce kapıcı
dairesine indi: Kamer Hanımla kapıcı İsmail küçük torunlarıyla birlikte mavi muşambayla örtülü
yemek masasında Galip'e yüzyıllar öncesi gibi gelecek kadar uzak bir aile mutluluğu havası
içinde, kıymalı patates yiyorlardı.
"Afiyet olsun," dedi Galip. Bir sessizlikten sonra ekledi: "Ce-lâl'e zarfı bırakmamışsınız."
"Kapısını çaldık çaldık, evde yoktu," dedi kapıcının karısı.
"Yukarıda şimdi," dedi Galip. "Nerede zarf?"
"Celâl yukarıda mı?" dedi İsmail Efendi. "Çıkıyorsan şu elektrik faturasını da bırakıver."
Sofradan kalkmış, televizyonun üzerindeki faturaları miyop gözlerine bir bir yaklaştırıyordu.
Galip, cebinden çıkardığı anahtarı bir anda kaloriferin üzerindeki rafın kenarına çakılı boş çiviye
astı. Görmemişlerdi. Zarfla faturayı aldıktan sonra çıktı.
"Celâl merak etmesin, kimseye söylemiyorum!" diye seslendi Kamer Hanım, şüpheli bir
neşeyle.
Galip, yıllardır ilk defa Şehrikalp Apartmanının eski asansörüne binmenin tadını çıkardı, makine
yağı ve ahşap cilâsı kokuyordu hâlâ ve hâlâ harekete geçerken lumbagolu bir ihtiyar gibi
inliyordu. Rüya ile bakıp boy ölçüştükleri ayna yerli yerindeydi, ama Galip harflerin dehşetine
yeniden kapılmaktan korktuğu için kendi yüzüne bakmadı.
Apartman dairesine girdikten sonra paltosunu ve ceketini çıkarıp aşabilmişti ki, telefon çaldı.
Telefonu açmadan önce, her şeye hazır olmak için koşa koşa helaya gitti ve aynaya üç beş
saniye istekle, cesaretle, kararlılıkla baktı: Hayır, rastlantı değildi, harfler yerli yerindeydi, her
şey, bütün âlem ve esrarı. "Biliyorum," diye düşündü Galip telefonu açarken, "biliyorum."
Telefon edenin askeri darbenin müjdesini yeren o ses olduğunu da telefonu açmadan biliyordu.
"Alo."
"Bu sefer adın ne olsun?" dedi Galip. "Takma adlar o kadar çoğaldı ki, karıştırıyorum artık."
"Akıllıca bir başlangıç," dedi ses. Galip'in ondan beklemediği bir güven vardı üzerinde. "Sen
koy Celâl Bey adımı."
"Mehmet."
"Fatih Mehmet gibi mi?"
"Evet."
"İyi. Ben Mehmet. Telefon defterinde adını bulamadım. Adresini ver de geleyim."
"Niye vereyim sana herkesten gizli tuttuğum adresimi?"
"Yaklaşan kanlı bir askeri darbenin kanıtlarını ünlü gazeteciye yetiştirmek isteyen iyi niyetli ve
sıradan bir vatandaşım ben de ondan."
"Sıradan vatandaş olamayacak kadar çok şey biliyorsun hak-. kıfnda," dedi Galip.
"Altı yıl önce Kars tren istasyonunda bir vatandaşa rastladım," dedi Mehmet adlı ses, "sıradan
bir vatandaşa. Alışveriş için • Erzurum'a giden bir attardı. Yolculuk boyunca hep senden sözet-
tik. Kendi adınla yayımladığın ilk yazına Mevlâna'nm Mesnevi'si-/¦¦ ne başladığı Farsça
kelimenin 'bişrev'in Türkçesiyle 'dinle' kelime-¦¦';; siyle başlamandaki anlamı biliyordu. Bin
dokuz yüz elli altı temmuzunda yazdığın bir yazıda, hayatı tefrika romanlara, tam bir yıl sonra
ise bu sefer tefrika romanları hayata benzetmendeki gizli simetriyi ve yararcılığı da biliyordu,
çünkü o bir yılda, üstad bir ya-. zarın patrona kızıp yarıda bıraktığı güreş tefrikasını takma adla
bitirdiğini de üslubundan anlamıştı. Aynı yıllarda, sokakta gördüğünüz güzel kadınlara
Avrupalılar gibi sevgiyle, gülümseyerek bakın, nefretle, kaşlarınızı çatarak değil, diye
başladığın bir yazıda, bu erkek bakışlarından mutsuz olan kadına örnek diye, sevgi, hayranlık
ve şefkatle anlattığın o güzel hanımın üvey annen olduğunu da biliyordu, bundan altı yıl sonra,
tozlu İstanbul'da bir apartmanda yaşayan büyük ailelerle bir akvaryumda yaşayan talihsiz
Japon balıklarını alayla karşılaştırdığın yazıda sözkonusu balıkların sağır ve dilsiz amcanın
balıkları, ailenin de kendi ailen olduğunu da. Hayatında değil İstanbul'a gitmek, Erzurum'un
batısına ayak basmamış bu adam, senin adını vermediğin bütün akrabalarını, Nişantaşı'ndaki
oturduğun evleri, sokakları, köşedeki karakolu, karşısındaki Alaaddin'in dükkânını, Teşvikiye
Camiinin havuzlu avlusunu, son bahçeleri, Sütiş Muhallebicisini, kaldırımlardaki kestane ve
ıhlamur ağaçlarını, Kars Kalesi eteklerindeki, içinde tıpkı Alaaddin'in dükkânı gibi kokudan,
ayakkabı bağına, tütünden iğne ipliğe her türlü ıvırzıvırı sattığı kendi küçük dükkânının içini
bilir gibi biliyordu. Bir milli radyo ağımızın bile daha kurulamadığı yıllar-
da, Istanbul Radyosundaki İpana Dişmacunu Onbir Soru Bilgi Ya-rışması'yla alay ettiğin bir
yazıdan yalnızca üç hafta sonra, seni susturmak için, yarışmada bin iki yüz liralık soruda seni
sorduklarını da biliyordu, senden beklediği gibi bu küçük rüşveti kabul etmeyip, ilk yazında
okuyucularına Amerikan dişmacunlarını kullanmamalarını, evde kendi temiz elleriyle
yapacakları naneli sabunla dişlerini ovmalarını öğütlediğini de. O yazıda verdiğin uydurma
formülle, iyi niyetli attarımızın, sonraları bir bir dökülecek dişlerini yıllarca parmaklarıyla
ovduğunu tabii sen bilmezsin. Biz ise tren yolculuğumuzun geri kalan kısmında atlar ile, 'Konu:
Köşe Yazarımız Celâl Salik!' başlıklı bir bilgi yarışması bile düzenledik. En büyük korkusu
Erzurum istasyonunu kaçırmak olan bu adamı yenerken zorlandım. Ağzındaki eksik dişleri
yaptıracak parası olmayan, senin yazılarından başka hayatta tek eğlencesi bahçesindeki
kafeslerde beslediği çeşit çeşit kuşları sevmek ve kuş hikâyeleri anlatmak olan, erkenden
çökmüş, evet sıradan bir vatandaşdı. Anladın mı Celâl Bey, sıradan vatandaş da -sakın gene
küçümsemeye kalkma onları - sıradan vatandaş da biliyor seni. Ama ben sıradan vatandaştan
da daha iyi biliyorum. Bu yüzden akşama kadar konuşacağız!"
"İkinci dişmacunu yazımdan dört ay sonra, bir yazımda," diye başladı Galip, "konuya bir kere
daha değindim. Nasıl?"
"Akşam uykudan önce, güzel küçük kızların ve oğlanların evdeki babalara, dayılara, halalara,
teyzelere, amcalara, üvey ağabeylere bir bir 'Allah rahatlık versin öpücüğü' verirken, güzel
ağızlarından çıkan naneli dişmacunu kokusundan sözetmiştin. En hafif deyişle güzel bir yazı
değildi."
"Japon balıklarından sözettiğim başka örnekler?"
"Altı yıl önce ölümü ve sessizliği istediğin bir yazında, ondan bir ay sonra bu sefer düzeni ve
uyumu aradığını söylediğin bir yazında balıkları hatırladın. Akvaryumla evlerimizdeki
televizyonları sık sık karşılaştırdın. Aile içinde evlene evlene Wakinlerin başına gelen felâketler
hakkında Ansiklopedi Britannica'dan yürütülmüş bilgiler verdin. Kim çevirdi senin için,
kızkardeşin mi, yeğenin mi?"
"Karakol?"
"Laciverti, dayağı, karanlığı, nüfus kâğıdını, vatandaş olma
şaşkınlığını, paslı su borularını, kara ayakkabıları, yıldızsız geceleri, asık suratları, metafizik bir
hareketsizlik duygusunu, talihsizliği, Türk olduğunu, damların aktığını ve tabii ölümü
hatırlatıyordu sana."
"Bütün bunları attar da biliyor muydu?" "Fazlasını."
"Attarın sana sordukları?"
"Hayatında hiç tramvay görmemiş ve büyük bir ihtimalle görmeyecek olan bu adam, bana ilk
olarak, İstanbul'daki atlı tramvaylarla atsızlar arasındaki koku farkını sordu. Ona at ve ter
kokusu dışında asıl değişikliğin başka yerde bulunduğunu söyledim: Motor, yağ ve elektrik
kokusu. Bana elektriğin İstanbul'da kokup kokmadığını sordu. Bunu yazmamıştın, ama o
yazından bu sonucu çıkarmıştı. Bana matbaadan çıkmış gazete kokusunun tarifini sordu. Bin
dokuz yüz elli sekiz kişındaki yazına göre cevap: Kinin, mahzen, kükürt ve şarap kokusunun
karışımı: Yani başdöndürücü bir şey. Kars'a üç günde gelen gazete yolda bu kokuyu
kaybediyor-muş. Attarın en zor sorusu ise leylâk kokuşuydu. Bu çiçeğe herhangi bir dikkat
gösterdiğini hatırlayamıyordum. Ballanmış anıları hatırlayan bir ihtiyar gibi gözleri
gülümseyerek anlatan attara göre, yirmi beş yılda üç kere gözetmişsin bu çiçeğin kokusundan:
Bir kere, tek başına yaşayan ve tahta çıkmayı beklerken çevresini dehşete boğan tuhaf
şehzadenin hikâyesini anlatırken sevgilisinin leylâk koktuğunu yazmışsın. İki kere de, bunda
bir tekrar var, büyük bir ihtimalle yakın akrabalarının birinin kız çocuğundan ilhamla,
sonbaharın o güneşli ve hüzünlü ilk günlerinden birinde, yaz tatilinden sonra ütülü temiz bir
önlükle ve saçlarında pırıl pırıl bir kurdelayla ilkokuluna yeniden başlayan küçük bir kızın, bir yıl
saçlarının, öteki yıl ise başının leylâk koktuğunu yazmışsın. Bu gerçek hayatın tekrarı mıydı,
yoksa kendi kendinden çalan bir yazarın tekrarı mı?"
Galip bir süre sessiz kaldı. "Hatırlamıyorum,", dedi, sonra bir rüyadan uyanır gibi, "şehzade
yazısını da düşündüğümü biliyorum, ama yazdığımı hatırlamıyorum."
"Attar hatırlıyordu. Koku duygusundan başka mekân duygusu da iyiydi. Senin yazılarından yola
çıkarak İstanbul'u bir kokular mahşeri olarak hayâl etmekten başka, şehrin, gezindiğin, sevdi-
misinden ve tepegözlerden ilhamla kaleme aldığın bir makalede suçluluk duygusunun seni
yıllardır acımasızca izleyen 'göz'ünü anlatırken bu görme organının 'alnın tam ortasında
karanlık bir kuyu gibi' durduğunu yazman bir rastlantı değil, bir zorunluluktu."
Galip'in beyaz bir yakayla, yıpranmış bir ceketle ve hayâletim-si bir yüzle hayâl ettiği bu ses,
bütün bu cümleleri bir bellek coşkusuyla akıldan mı kuruyordu, yoksa bir yerden mi okuyordu?
Galip düşündü. Ses de, Galip'in sessizliğini bir işaret gibi görüp bir zafer kahkahası attı. Sonra
şehrin kimbilir hangi tepelerinin altından ve Bizans paraları ve Osmanlı kafataslarıyla kaynaşan
hangi yeraltı yollarından geçen ve paslı direkler ve çınar ve kestane ağaçlan arasına çamaşır
ipleri gibi gerilmiş ve sıvası dökülmüş eski apartmanların yan duvarlarına kara sarmaşıklar gibi
sarılmış bir telefon telinin iki ucunu, tıpkı aynı annenin göbek bağını paylaşır gibi, paylaşmanın
verdiği kardeşlik duygusuyla sır verir gibi fısıldadı: Celâl'i çok seviyordu, Celâl'i çok sayıyordu,
Celâl'i çok tanıyordu; CelâPin de kuşkusu yoktu artık değil mi bunlardan?"
"Bilmem," dedi Galip.
"O zaman, bu kara telefonları çıkaralım aradan," dedi ses. Çünkü bu telefonların arada bir
kendi kendine çalan zili, uyarmaktan çok korkuturdu; çünkü zift rengindeki ahizeleri küçük bir
halter gibi ağırdı, çünkü numaralan çevrilince Karaköy-Kadıköy vapur iskelesinin eski
turnikeleri gibi melodiyle gıcırdanarak söylenirdi, çünkü kimi zaman çevirenin istediği değil,
kendi istediği yeri bağlardıv "Anladın mı Celâl Bey? Ver adresini hemen geleyim."
Galip harika öğrencisinin harikalarından kararsız kalan öğretmen gibi, önce durakladı, sonra,
her cevapta kendi belleğinin bahçesinde açan çiçeklere, her soruda bellek bahçesinin
sınırsızlığına ve yavaş yavaş içine girdiği tuzağa şaşarak sordu:
"Naylon çoraplar?"
""1958'de yazdığın bir yazıda, iki yıl önce, yani köşe yazılarını kendi adınla değil, uydurduğun
bazı talihsiz adlarla yayımlamak zorunda olduğun günlerde, çalışmaktan ve yalnızlıktan
bunaldığın sıcak bir yaz gününde, mutsuzluğunu unutmak ve öğle güneşinden kaçmak için
girdiğin bir Beyoğlu sinemasındaki (Rüya) iki filmden birincisinin ortasından başlayarak
seyrederken, Chicago gangsterlerinin acıklı Beyoğlu dublaj alarmca Türkçeleştirilmiş
kahkahaları ve makineli tüfek takırtıları ve şişe ve cam şangırtıları arasında, yakından gelen bir
sesin seni irkilttiğini yazmıştın: Az ötende bir kadın uzun tırnaklarıyla naylon çorabının
üstünden bacaklarını kaşıyordu. Birinci film bitip ışıklar yanınca, iki sıra önünde birbirleriyle
arkadaşça konuşan güzel ve şık bir anneyle, onbir yaşındaki akıllı uslu oğlunu gördün. Uzun
uzun onların dostluklarını, birbirlerini nasıl dikkatle dinleyip konuştuklarını seyrettin. İki yıl
sonra, yazacağın köşe yazısında, ikinci filmi seyrederken kulağının hoparlörden fışkıran kılıç
şakırtıları ve deniz fırtınalarında değil, yaz geceleri İstanbul'un sivrisineklerine yem olan
bacakların üzerinde gezinen uzun tırnaklı ve huzursuz elin çıkardığı vızıltıda, aklının da
perdedeki korsanların kumpaslarında değil, anne oğul arasındaki dostlukta olduğunu
anlatacaktın. Bu yazıdan oniki yıl sonra yazdığın bir yazıda anlattığın gibi, naylon çaraplı
yazının ya-yımlanişından hemen sonra, gazetenin patronu seni azarlamıştı: Evli ve çocuklu
kadınlarda cinsellik bulmanın tehlikeli, çok tehlikeli bir davranış olduğunu, Türk okurunun bunu
kaldıramayacağını, yaşayan bir köşe yazarı olmak istiyorsan evli kadınlara ve üslubuna dikkat
etmen gerektiğini bilmiyor muydun?" "Üslûp? Kısa cevap lütfen."
"Üslûp senin için hayattı. Üslûp senin için sesti. Üslûp senin düşüncelerindi. Üslûp içinde
yaşattığın asıl kişiliğindi, ama bir değil, iki değil, üçtü bu kişilikler..." "Bunlar?"
"Benim basit kişiliğim dediğin birinci sesin: Herkese gösterdiğin, herkesle birlikte aile
yemeklerinde sofraya oturttuğun ve herkesle birlikte yemekten sonra sigara dumanları
arasında dedikodu yaptırttığın ses. Günlük hayata ilişkin ayrıntıları bu kişiye borçlusun.
İkincisi, olmak istediğin kişiydi: Bu dünyada huzur bulamayan, bir başka dünyada yaşayan ve
bir başka dünyanın sihirine bulanmış hayranlık verici kişilerden yürüttüğün bir maske. Önce bir
taklidi, sonra kendisi olmak istediğin bu 'kahraman'la fısıldayarak söyleşme alışkanlığın
olmasaydı, bu kahramanın, kulağına fısıldadığı kelime oyunlarını, bilmeceleri, alayları,
iğnelemeleri kendi aklına takılan nakaratları söyleyen bunaklar gibi tekrarlama alışkanlığın
olmasaydı, günlük hayata dayanamayıp birçok mutsuz gibi bir köşeye çekilerek ölümü
bekleyeceğini yazmıştın bir kere ve gözyaş-
.. . 327
larıyla okumuştum. Üçüncüsü ise 'objektif üslûp, sübjektif üslûp' dediğin bu iki kişiliğin
ulaşamayacağı âlemlere götürürdü seni ve tabii ki beni: Karanlık kişilik; kara üslup! Taklitle,
maskeyle yetinemeyecek kadar mutsuz olduğun gecelerde yazdıklarım ben daha iyi bilirim,
ama yaptıklarını sen daha iyi bilirsin, kardeşim benim. Birbirimizi anlayacağız, birbirimizi
bulacağız, birlikte tebdil-i kıyafet edeceğiz, bana adresini ver."
"Adres?"
"Şehirler adreslerden, adresler harflerden, harfler yüzlerden oluşur. 12 Ekim 1963 pazartesi,
İstanbul'un eh sevdiğim köşelerinden biri diye Kurtuluş'u anlatıyordun; eski adıyla Tatavla;
Ermeni mahallesi. Severek okumuştum."
"Okumak?"
"Bir keresinde, tarih vermek gerekirse şubat 1962'de memleketi sefaletten kurtaracak bir
askeri darbe için hazırlık yaptığın o asabi günlerinin birinde, bir kış akşamı, Beyoğlu'nun
karanlık sokaklarının birinde, göbek dansözleriyle hokkabazların iş tuttuğu bir pavyondan bir
başkasına kimbilir hangi tuhaf amaç için taşınan yaldızlı çerçeveli büyük bir aynanın soğuktan
ya da başka bir nedenden önce çatlayıp, sonra gözlerinin önünde tuzla buz olduğunu görmüş
ve camı aynaya çeviren eczaya Türkçede 'sır'denmesinin bir rastlantı olamayacağını o an
anlamıştın. Bu ilham anını bir köşe yazısında anlattıktan sonra demiştin ki: Okumak aynanın
içine bakmaktır; aynanın arkasındaki 'sırrı' bilenler öteki tarafa geçerler, harflerin sırrından
haberdar olmayanlar ise bu dünya içinde kendi yüzlerinin yavanlığından başka bir şey
bulamazlar."
"Neydi bu sır?"
"Bu sırrın ne olduğunu senden başka bir tek ben biliyorum. Telefonda anlatılamayacak bir şey
olduğunu sen de biliyorsun. Adresini ver."
"Neydi bu sır?"
"Bu sırrı elde etmek için bir okurun sana bütün ömrünü vermesini gerektiğini düşünüyor
musun? Ben bunu sana verdim. Bu sırrı sezinleyebilmek için kendi adınla yazmadığın yıllarda
döktürdüklerini, başkalarının yerine kaleme aldığın tefrikaları, bilmeceleri, portreleri, politik ve
duygusal röportajlarını, sobaları yanmayan devlet kütüphanelerinde üzerimde palto, kafamda
şapka ve
t!
i
elimde yün eldivenlerle titreyerek otururken senin yazdığından şüphelendiğim her şeyi
okudum. Otuz küsur yıl boyunca, hiç sektirmeden günde ortalama sekiz küsur sayfa
çıkardığına göre, yüz-bin sayfa ya da üç yüz otuz üç sayfalık üç yüz cilt kitap eder. Yalnız
bunun için bu millet senin heykelini dikmelidir." "Senin de; okuduğun için," dedi Galip.
"Heykel?" "Anadolu yolculuklarımın birinde, adını unuttuğum küçük bir kasabada, şehir
meydanındaki parkta otobüsümün kalkış saatini beklerken yanıma gençten biri oturdu,
konuşmaya başladık. Önce Atatürk'ün bu acıklı kasabada yapılacak tek şeyin orayı terketmek
olduğunu işaret eder gibi parmağıyla otobüs garajını gösteren heykelinden sözettik. Sonra,
benim sözü oraya getirmemle, senin ülkemizdeki sayıları onbini aşan Atatürk heykeli üzerine
yazdığın bir yazıdan sözettik. Bir mahşer gecesinde, gökyüzünün karanlığı şimşekler ve
yıldırımlarla yırtılırken ve yer yerinden oynarken bütün, o korkunç Atatürk heykellerinin
canlanacaklarım yazmıştın. Yazdığına göre, heykellerin kimileri güvercin pislikleriyle kaplı Batılı
kıyafetleriyle, kimileri mareşal üniformaları ve madalyonlany-la, kimileri şaha kalkmış iri
organlı korkunç aygırlarıyla, kimileri de silindir şapkaları ve hayâletimsi pelerinleriyle ağır ağır
yerlerinden kıpırdanacaklar, yıllardır çevrelerinde tozlu eski otobüslerin, at arabalarının ve
sineklerin dört döndüğü ve elbiseleri ter kokan askerlerle naftalin kokan kız lisesi öğrencilerinin
toplanıp İstiklâl Marşı okuduğu kurumuş çiçekler ve çelenklerle kaplı kaidelerinden inip
karanlığa karışacaklardı. Mahşer gecesinde, yer sarsılır, gök yarılırken, evlerinin kapalı
pencereleri arkasından dışardaki uğultuyu dinleyecek zavallı vatandaşlarımızın, kenar
mahallelerin kaldırımlarındakî bu tunçtan, bronzdan ve mermerden çizme ve nal seslerine nasıl
bir korkuyla kulak kesileceklerini anlattığın yazıyı, yanımda oturan bu tutkulu delikanlı da
zamanında okumuş ve o kadar coşmuştu ki, hemen sana sabırsızlıkla o mahşer gününün ne
zaman geleceğini soran bir mektup yazmıştı. Böylece söylediği doğruysa, ona kısa bir cevap
yollayıp vesikalık bir fotoğrafını istemiş, fotoğrafı aldıktan sonra da ona 'o günün geldiğinin
alâmeti olacak' bir sırrı vermiştin. Hayır, delikanlıya verdiğin sır, 'o sır'de-ğildi; çünkü havuzu
kurumuş, çimleri yolunmuş parkta yıllar süren bir bekleyişten sonra hayâl kırıklığına uğrayan
delikanlı, kişi-
sel olması gereken senin sırrını bana açıklamıştı. Ona bazı harflerin ikinci anlamlarını yazmış ve
yazılarının birinde, bir gün karşılaşacağı bir cümleyi de işaret olarak görmesini istemişsin. O
cümleyi okuyunca şifreli köşe yazısını çözecek ve delikanlımız harekete geçecekti."
"Cümle neydi?"
"'Bütün hayatım bu tür kötü hatıralarla doluydu.' Cümle buydu işte. Bunu o mu icat etmişti,
sen mi ona yazmıştın çıkaramıyorum, ama rastlantı şu ki, hafızanın gerilediğinden hatta
tamamen silindiğinden sözettiğin şu günlerde o cümleyi, tıpkı başka cümleler gibi bugünlerde
yeniden yayımlanan eski bir yazında okudum. Adresini ver, bunun ne anlama geldiğini sana
hemen anlatayım."
"Başka cümleler?"
"Adresini ver! Adresini ver, çünkü başka cümleleri de, başka hikâyeleri de merak etmediğini
biliyorum artık. Hiçbir şeyi merak etmeyecek kadar bu ülkeden umudu kestin. Nefretle
saklandığın o fare yuvasında arkadaşsızlıktan, yoldaşsızlıktan, yalnızlıktan vidaların gevşemek
üzere. Adresini ver, sana senden aldıkları imzalı fotoğrafları değiştokuş eden İmam Hatip Lisesi
öğrencileriyle, genç oğlanlara meraklı güreş hakemlerini sahafların hangi köşesinde
bulabileceğini söyleyeyim. Adresini ver, sana haremindeki karılan Batılı orospu kılığına
sokturup İstanbul'un gizli bir köşesinde onlarla buluşan on sekiz Osmanlı padişahının bu işin
üzerindeyken yapılmış gsavürlerini göstereyim. Bolca elbise ve takı gerektiren bu hastalığa
Paris'in lüks terzihanelerinde ve kerhanelerinde 'Türk illeti' dendiğini biliyor muydun? Tebdil-i
kıyafet ederek İstanbul'un karanlık bir sokağında çiftleşen II. Mahmut'u gösteren bir gravürde
padişahımızın çıplak bacakları üzerinde Napoleon'un Mısır Seferinde giydiği çizmelerle ve en
sevdiği karısı Bezmiâlem Valide Sultan'in -ki hikâyesini çok sevdiğin şehzademizin babaannesi
ve bir Osmanlı gemisinin isim anası olur- pervasızca taktığı yakut ve elmasdan bir haçla
resmedildiğini biliyor muydun?"
"Haç?" dedi Galip bir çeşit neşeyle ve karısını kendisini terk edeli beri, altı gün dört saattir ilk
defa hayattan tat aldığını hissederek.
"Haçın bir biçim olarak hilâl'in tersi, reddi ve 'negatifi'olduğunu kanıtlamak için erken Mısır
geometrisinden, Arap cebirin-
den ve Süryani Neo Platonculuğundan dem vurduğun satırlarının yer aldığı 18 Ocak 1958
tarihli yazının hemen altında, 'sinema ve sahnenin puro çiğneyen sert adamı' olarak çok
sevdiğim Edward G. Robinson'un New Yorkİu elbise desinatörlerinden Jane Adler ile evlendiği
haberi ve yeni evlileri bir haçın gölgesinde gösteren bir fotoğrafın yayımlanması, biliyorum, bir
rastlantı değildi. Adresini ver. Bu yazıdan hemen bir hafta sonra ise, çocuklarımızın haç
korkusu ve hilâl heyecanıyla eğitilmelerinin yetişkinlik yıllarında onları Hollywood'un büyülü
yüzlerini deşifre edememek gibi bir tutukluğa ve ay yüzlü bütün kadınları da anne ya da teyze
sanmak gibi bir cinsel kararsızlığa sürüklediğini ileri sürmüş ve düşüncem kanıtlamak için
parasız yatılı devlet okullarında tarih derslerinde, Haçlı Seferlerinin okutulduğu günlerin
gecelerinde yatakhanelere yapılacak baskınlarda yataklarını ıslatan yüzlerce öğrenci
bulunacağını yazmıştın. Bunlar bir şey değil, adresini ver, sana kütüphanelerde yazılarını
okumak için eşelenirken karşılaştığım taşra gazetelerinde gördüğüm haç hikâyelerinin hepsini
getireyim. Boynundaki yağlı ip kopunca ölüm ülkesinden geri dönen idamlık mahkûm
Cehennem'e yaptığı kısa yolculuk sırasında karşılaştığı haçları anlatıyor, Erciyes Postası,
Kayseri 1962; haç biçimindeki o malûm harf yerine (.) yi kullanmamızın milli .ürk .erbiyesine
daha uygun olacağını başyazarımız Cumhurbaşkanımıza bugün, .elgrafla bildirmiştir. Yeşil
Konya, Konya 1951 ve adresini verirsen sana hemen yetiştireceğim daha niceleri... Yazılarında
malzeme olarak kullanırsın demiyorum, çünkü hayata malzeme olarak bakan köşe
yazarlarından nefret ettiğini biliyorum. Şimdi kutular içinde önümde duran malzemeyi hemen
getiririm; birlikte okur, birlikte güler, birlikte ağlarız. Hadi adresini ver bana, sana
babalarından ne kadar nefret ettiklerini konsomatrislerden başka kimseye anlatamadıkları için
kekemelikleri bir tek pavyonlarda açılan İskenderunlu erkeklerin şehir gazetelerinde tefrika
edilen hikâyelerini getireyim; adresini ver, okuması yazması olmadığı ve değil Farsça, doğru
dürüst Türkçe konuşamadığı halde ruhları ikiz kardeş olduğu için Ömer Hayyam'ın bilinmeyen
şiirlerini okuyan garsonun aşk ve ölüm kehânetlerini getireyim sana, adresini ver; belleğini
kaybedeceğini anlayınca bütün bildiklerini bütün hayat ve hatıratını sahibi olduğu gazetenin
son sayfasında ölüm gecesine kadaf tefri-
ka eden Bayburtlu gazeteci ve mürettibin rüyalarını getireyim: Son rüyada anlatılan geniş
bahçenin solan gülleri, dökülen yaprakları ve kuruyan kuyusu arasında kendi hikâyeni
bulacağını da biliyorum, kardeşim benim. Hafızanı kurumaktan kurtarmak için kanı sulandıran
ilâçlar aldığını, beynine kan gitsin diye her gün saatlerce yatıp ayaklarım duvara dayayarak o
kör ve nankör kuyudan anılarını bir bir nasıl çektiğini de biliyorum. Divanının veya yatağının
kenarından sarkan kafan kıpkırmızı kesilmişken, '16 Mart 1957'de' diye kendini zorlayarak
hatırlıyorsun, '16 Mart 1957'de gazetedeki arkadaşlarla hep birlikte Vilâyet köftecisinde
karnımızı doyururken onlara kıskançlığın insana taktırabileceği maskelerden söz etmiştim!'Ve
sonra biliyorum yeniden zorlanarak 'Evet, evet' diyorsun '1962 yılının mayısında Kurtuluş'un
arka sokaklarmdaki bir evde inanılmaz bir öğle sevişmesinin ardından uyandığımda, yanımda
çıplak yatan kadına derisinin üzerindeki iri benlerin üvey annemin benlerine benzediğini
söylemiştim,' diyorsun, ama hemen sonra da 'insafsız' diye yazacağın o şüpheye kapılıyorsun,
bunu ona mı söylemiştin, yoksa bir türlü tam kapanmayan pencerelerinin arasından Beşiktaş
Çarşısının o bitip tükenmeyen uğultusu duyulan o taş evdeki beyaz tenli kadına mı, yoksa sırf
seni o kadar çok sevdiği için kocasının ve çocuklarının yanına geç dönmeyi göze alarak
Cihangir Parkının çıplak ağaçlarına bakan tek odalı evden çıkıp taa Beyoğlu'ndan, daha
sonraları bir yazında yazacağın gibi, o sırada neden şımarıkça bir ısraria tutturduğunu bile
hatırlayamadığın bir çakmağı sana almaya giden buğulu gözlü kadına mı? Adresini ver, sana
nikotin ve kötü anılarla tıkanmış beyin damarlarını şıpın işi açarak bizi kaybettiğimiz cennetin
günlük hayatına bir anda geri götüren en son Avrupa ilâcı Mnemonics'i getireyim. Eflatun renkli
sıvıdan her sabah çayına tarifesinde yazdığı gibi iki değil, yirmi damla damlatmaya başladıktan
sonra, sonsuzluğa kadar unuttuğun ve unuttuğunu da unuttuğun birçok anını tıpkı eski
dolapların-ardından birdenbire çıkıveren çocukluğunun boyalı kalemlerini, taraklarını ve eflatun
renkli bilyalarını bulur gibi hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hepimizin yüzünde bir harita
gözüktüğünü ve bu haritaların içinde yaşadığımız şehrin vazgeçemediğimiz köşelerinin
işaretleriyle kaynaştığını anlatan yazım ve bu yazıyı neden yazdığını hatırlayacaksın. Adresini
verirsen, Mevlâ-
na'nın ünlü ressamlar yarışması hikâyesini neden köşende anlatmak zorunda kaldığını
hatırlayacaksın. Adresini verirsen, hiçbir zaman umutsuz bir yalnızlık olamayacağını, çünkü en
yalnız zamanlarımızda bile bizlere hayâllerimizdeki kadınların eşlik ettiğini, üstelik bu hayâlleri
kurduğumuzu her zaman içgüdüyle sezen o kadınların da bizi bekleyeceklerini, arayacaklarını
ve hatta kimilerinin bulacaklarını yazdığın o anlaşılmaz köşe yazısını da neden yazdığını
hatırlayacaksın. Adresini ver, sana hatırlayamayacaklan-nı da hatırlatayım; kardeşim benim;
yaşadığın ve düşlediğin bütün Cennet ve Cehennemi şimdi ağır ağır kaybediyorsun. Adresini
ver, hemen yetişip hafızan unutuşun dipsiz kuyusuna büsbütün gömülmeden seni kurtarayım.
Her şeyini biliyorum, bütün yazılarını okudum: O âlem yeniden kurmak ve bütün ülkenin
üzerinde gündüzleri yırtıcı kartallar gibi, geceleri kurnaz hayaletler gibi gezinen o sihirli
yazılarını yeniden yazabilmen için benden başka kimseyi bulamazsın. Yanına gelince
Anadolu'nun en ücra köylerinin kahvehanelerinde genç çocukların yüreklerine ateşler düşüren,
dağbaşlarındaki ilkokul öğretmenleriyle öğrencilerinin gözlerinden sicim sicim yaşlar akıtan,
küçük kasabaların arka sokaklarmdaki evlerinde fotoroman okuyarak ölümü bekleyen genç
annelerde yaşama heyecanı uyandıran o büyülü yazılarına yemden başlayacaksın. Adresini
ver: Birlikte sabahlara kadar konuşacağız ve kaybettiğin geçmişin gibi, bu ülkeye, bu insanlara
sevgini de yeniden bulacaksın. Posta arabasının ancak on beş günde bir uğradığı karlı dağ
kasabalarından sana mektuplar yazan umutsuzları düşün, nişanlısından ayrılmadan, hacca
gitmeden, seçimlerde oyunu kullanmadan önce sana mektup yazıp akıl soran şaşkınları düşün,
coğrafya dersinde sınıfın en arkasındaki sırada seni okuyan mutsuz öğrencileri, bir köşeye
atılmış masalarında emeklilik gününü beklerken yazına göz atan acıklı tahrirat memurlarını,
senin yazıların da olmasa akşamları kahvede radyo programlarından başka konuşacak hiçbir
hiçbir konu bulamayacak talihsizleri düşün. Gölge-liksiz otobüs duraklarında, kirli ve hüzünlü
sinemaların bekleme salonlarında, ücra tren istasyonlarında seni okuyanları düşün. Hepsi bir
mucize bekliyorlar senden, hepsi! Onlara istedikleri mu-cizeleri vermek zorundasın. Adresini
ver, iki kişi daha iyi yaparız bunu. Onlara kurtuluş gününün yaklaştığını yaz, onlara ellerinde
plastik bidonlar mahalle çeşmelerinin önünde kuyruk olup suyun akmasını bekledikleri günlerin
yakında sona ereceğini yaz; evlerinden kaçan liseli kızların Galata kerhanelerine düşmeyip film
yıldızı olabileceklerini yaz, pek yakında gerçekleşecek bir mucizeden sonra Milli Piyango
biletlerinde boş olmayacağını yaz, sarhoş kocaların akşam eve döndüklerinde karılarını
dövmeyeceklerini, o mucize gününden sonra banliyö trenlerine boş vagonlar ekleneceğini, bir
gün bütün şehir meydanlarında Avrupa'dakiler gibi bandoların çalacağını yaz; bir gün herkesin
meşhur ve kahraman olacağını ve bir gün, yakınlarda bir gün, herkesin anası dahil istediği her
kadınla yatmaktan başka, yattığı kadını -sihirli bir şekilde-meleksi bir bakire ve kızkardeş
olarak görmeye devam edebileceğini yaz. Onlara yüzyıllardır bizi sefalete sürükleyen tarihi bir
esrarı çözen gizli belgelerin en sonunda ele geçirildiğini yaz; bütün Anadolu'yu ağ gibi saran bir
inananlar örgütünün harekete geçmek üzere olduğunu, bizi bü sefil hayata mahkûm eden
uluslararası bir kumpası düzenleyen ibnelerin, papazların, bankacıların ve orospuların ve
onların yerli işbirlikçilerinin kimler olduğunun anlaşıldığını yaz. Onlara düşmanlarını göster ki,
mutsuzluk ve sefalet^ leri için suçlayabilecek birilerini bulmanın rahatlığını hissedebilsinler;
onlara bu düşmanlardan kurtulmak için neler yapabileceklerini sezdir ki, mutsuzluk ve öfkeden
tirtir titredikleri saatlerde, bir gün, büyük bir iş, bir büyük iş yapabileceklerini düşleyebilsinler;
onlara hayatlarmdaki bütün sefaletin sorumlusunun bu iğrenç düşmanlar olduğunu iyice anlat
ki, kendi günahlarım başkalarına yük-leyebilmenin iç huzurunu duyabilsinler. Kardeşim benim,
bütün hayâlleri, çok daha zor hikâyeleri, en inanılmaz mucizeleri gerçekleştirebilecek bir
kalemin olduğunu biliyorum. Bütün bu rüyaları belleğinin o dipsiz kuyusundan çekip
çıkaracağın harika kelimelerle ve inanılmaz anılarınla kuracaksın. Karslı attarımız yıllarca
inançla senin çocukluğunun geçtiği sokakların hikâyelerini okuya-bilmişse eğer, satır
aralarındaki bu rüyaları sezebildiği içindir bu; ona rüyalarını geri ver. Bir zamanlar bu ülkedeki
talihsiz insanların sırtlarında ürpermeler uyandıran, tüylerini diken diken eden, hafızalarını
allak bullak karıştıran ve onlara atlıkarıncah, salıncaklı eski bayram günlerini hatırlatır gibi
gelecek güzel günleri sezdiren yazılar yazmıştın. Bana adresini ver, yeniden yazacaksın onla-
rı. Bu lanet ülkede senin gibilerinin elinden yazmaktan başka ne gelir ki? Yapabileceğin başka
bir şey olmadığı için, yalnızca çaresizlikten yazdığını biliyorum. Ah, yıllardır senin o çaresizlik
anlarını az mı düşündüm: Manav dükkânlarına asılan Paşa ve meyve resimlerine bakar
içlenirdin; arka mahallelerdeki kirli kahvelerde nemden hamurlaşmış iskambillerle altmışaltı
oynayan sert bakışlı ve acıklı erkek kardeşlerini görür dertlenirdin. Sabahın kör karanlığında
ucuz alışveriş etmek için Et ve Balık Kurumunun önündeki kuyruğa yürüyen anayla oğulu
gördüğümde, Anadolu yolculuklarımda trenim sabahları amele pazarlarının kurulduğu küçük
alanların yanından geçtiğinde, pazar öğleden sonraları, ağaçsız ve yeşilliksiz çamurlu parklarda
karıları ve çocuklarıyla oturup sigara içerek sonsuz sıkıntı vaktinin dolmasını bekleyen babalara
gözüm takıldığında, onlar hakkında senin ne düşüneceğini düşünürdüm. Bu gördüğüm
manzaraları sen görseydin, akşam küçük odana döndüğünde, bu acıklı ve unutulmuş ülkeye
tam denk düşen eski çalışma masana oturduğunda, mürekkebi dağıtan beyaz kâğıtlarına
onların masallarını yazacağını bilirdim. Başının kâğıtların üzerine eğildiğini düşünürdüm,
geceyarısı umutsuzluk ve kederle yazı masasından kalkıp buzdolabını açtığını ve bir kere
yazdığın gibi, açık buzdolabının içine doğru hiçbir şey seçmeden, hiçbir şey görmeden, hiçbir
şey almadan yalnızca dalgınlıkla baktığını, sonra bir uy-kudagezer gibi evinin odalarında,
masanın çevresinde dalgın dalgın gezindiğini düşünürdüm. Ah kardeşim, yalnızdın, acıklıydın,
hüzünlüydün. Seni ne çok severdim! Yazılarını okurken yıllarca seni, hep seni düşündüm. Ne
olur, adresini ver bana, hiç olmazsa bir cevap ver. Sana Yalova vapurunda karşılaştığım
Harbiye öğrencilerinin yüzlerine yapışmış iri ve ölü örümceklere benzeyen harfleri nasıl
gördüğümü ve vapurun kirli helasında sağlam yapılı öğrencilerle yalnız kalınca onların nasıl da
güzel ve çocuksu bir telâşa kapıldığını anlatırım. Ceplerinde senden aldığı cevap mektuplarını
taşıyan kör piyangocunun, bir kadeh rakıdan sonra onları meyhane masalarında başkalarına
nasıl okuttuğunu ve kelimeler arasından senin ona öğrettiğin esrarı her seferinde sofradakilere
nasıl bir gururla işaret ettiğini ve her sabah Milliyet Gazetesini bu esrarı tamamlayacak cümleyi
bulmak için oğluna nasıl okuttuğunu anlatırım sana. Mektupların üzerinde Teşvikiye
Postahanesinin
damgası vardı. Alo, dinliyor musun? Hiç olmazsa bir cevap ver, orada olduğunu söyle. Allah'ım!
Nefes alışını duyuyorum, senin nefes alışını. Dinle: Daha önceden özene bezene hazırladığım
cümlelerdir, bunları dikkatle dinle: Eski Boğaz vapurlarının hüzünlü dumanlar salıveren ince
bacalarının sana neden o kadar narin ve kırılgan gözüktüğünü anlatırken sen, beni seni
anladım. Kadınların kadınlarla, erkeklerin erkeklerle dans ettiği taşra düğünlerinde birdenbire
neden nefes alamaz olduğunu yazdığında, seni anladım. Kenar mahallelerde, mezarlıklarla
içice geçmiş döküntü ahşap evlerin arasından yürürken içini saran sıkıntının, geceyarısı odana
döndüğünde neden gözyaşlarına dönüştüğünü yazarken seni anladım. Küçük çocukların,
kapılarında okunmuş Teksas-Tom-miks sattığı eski sinemalarda oynayan Herküllü, Samsonlu,
Roma Tarihli filmlerin bir yerinde, köle güzeli rolündeki üçüncü sınıf bir Amerikan artistinin ince
ve uzun bacaklarıyla kederli yüzü perdede belirince, bizim erkeklerimizle kıpır kıpır kaynaşan
salondaki sessizliğin seni kahrettiğini, ölmek istediğini yazdığında da seni anladım. Nasıl? Sen
beni anlıyor musun? Cevap ver namussuz! Her yazarın bütün ömrü boyunca bir kere olsun
karşılaşırsa kendisini mutlu hissedeceği o inanılmaz okuyucuyum ben! Adresini ver, sana
hayranın olan kız lisesi öğrencilerinin fotoğraflarını getireyim. Yüz yirmi yedi tane: Bazılarının
adresleri var, bazılarının ise anket defterlerine yazılmış hayranlık sözleri. Otuz üç tanesi
gözlüklü, on biri diş teli takıyor, altısının boynu kuğu gibi uzun, yirmi dört tanesi de sevdiğin
gibi at kuyruğu saçlı. Hepsi seni seviyorlar, bayılıyorlar sana. Yemin ediyorum. Adresini ver,
altmışlı yılların başında bir köşe yazında konuşur gibi yazarken "Dün akşam radyoyu dinlediniz
mi? Ben 'Sevenler ve Sevilenler' saatini dinlerken hep bir şey düşündüm," dediğinde düşünülen
o şeyin kendilerini olduğuna bütün kalpleriyle inanan kadınların listesini getireyim sana. Taşra
şehirleri, memur evleri, subay karıları ve tutkulu ve asabi öğrenciler kadar, sosyete
çevrelerinde de hayranlarının olduğunu biliyor muydun? Adresini verirsen yalnız o acıklı
sosyete balolarında değil, kendi gerçek özel hayatlarında tebdil-i kıyafet eden kadınlarımızın o
kıyafetlerle fotoğraflarını da getirebilirim. Bizde özel hayat olmadığını, hatta çeviri romanlarda
ve yabancı dergilerden yürütülmüş magazin haberlerinde rastladığımız 'özel hayat'
sözünün anlamını bile kavrayamadığımızı yazmıştın bir kere haklı olarak, ama yüksek topuklu
çizmelerle ve şeytan maskeleriyle çekilmiş bu fotoğrafları görünce... Ah haydi, adresini ver
bana, yalvarıyorum: Sana yirmi yıl boyunca biriktirdiğim o inanılmaz vatandaş yüzleri
koleksiyonumu da getiririm hemen: Birbirlerinin yüzlerine kezzap atan kıskanç sevgililerin
olaydan hemen sonra çekilmiş fotoğrafları var, suratlarında Arap harflerini boyayarak gizli ayin
yaparken yakalanan şaşkın mürtecilerin sakallı ve sakalsız fotoğrafları, yüzleri napalmle
yanınca harflerden boşalan Kürt isyancılarının ve taşra kasabalarında sessizce asılan ırz
düşmanlarının infaz dosyalarından ne rüşvetler vererek çıkartabildiğim idam fotoğrafları var.
Yağlı ip boynu kırarken karikatürlerindekinin tersine, dil dışarı çıkmıyor hiç. Yalnızca yüzde
harfler daha açık seçik okunuyor. Eski yazılarının birinde eski infazları ve cellâtları neden tercih
ettiğini yazarken hangi gizli isteğini dile getirdiğini de biliyorum şimdi. Şifrelere, kelime
oyunlarına, gizli yazılara ne kadar meraklı olduğunu bildiğim kadar, kayıp esrarı yeniden
kurmak için geceyarıları hangi kıyafetlere bürünerek aramıza karıştığını da biliyorum. Üvey kız
kardeşinle buluşup onunla sabahlara kadar her şeyle alay edebilmek için, en saf, bizi biz
yapacak en katıksız hikâyeyi, söyleyivermek için, avukat kocasına ne oyunlar ettiğinizi de
biliyorum. Avukatlarla alay eden yazılarına cevap veren öfkeli kadın okurlarına aslında
onlardan sözetmediğini söylerken ne kadar haklı olduğunu da. Adresini ver artık. Rüyalarında
fing atan köpeklerin, kafataslarının, atların ve cadıların neleri işaret ettiklerini de bir bir
biliyorum; taksi şoförlerinin dikiz aynalarının köşesine yapıştırdıkları küçük kadın, tabanca,
kurukafa, futbolcu, bayrak, çiçek resimlerinin sana hangi aşk yazılarını yazdırdığını da. Onları
başından savmak için acıklı hayranlarının ellerine tutuşturduğun anahtar cümlelerin bir kısmını
da biliyorum, bu cümlelerin yazıldığı defterlerle, tarihi kıyafetlerini neden hiç yanından
ayırmadığını da..."
Çok sonra, telefonu sessizce kapayıp fişten çektikten sonra Celâl'in defterleri, eski kıyafetleri,
dolapları ve yazıları arasında kendi anılarını arayan bir uykudagazer gibi bir araştırma
yaptıktan sonra, pijamalarını giyip yattığı Celâl'in yatağında, Nişantaşı Meydanından gelen
akşam gürültülerini dinleyerek uzun ve derin
bir uykuya dalarken Galip, uykunun en güzel yanının insanın olduğu kişiyle bir gün yerine
geçeceğine inanmak istediği kişi arasındaki gözyaşartıcı uzaklığın unutulması kadar,
duyduklarıyla hiç duymadıklarını, gördükleriyle hiç görmediklerini ve bildikleriyle hiç
bilmediklerini huzurla birbirine karıştırabilmesi olduğunu bir kere daha anladı.
ON İKİNCİ BÖLÜM
AYNAYA GİRDİ HİKÂYE
"Şir yerde olup ikisi câlis
Ayiıieye girdi aks-ii akis"
Şeyh Galip
Rüyamda, en sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm. 'Rüya' denen hayatın
tam orta yerinde, çamurlu şehrin apartman ormanı içinde, karanlık sokaklarla daha karanlık
suratlar arasında bir yerde. Mutsuzluğun yorgunluğuyla uyurken seninle karşılaştım. Bir başka
kişinin yerine geçemesem bile, senin beni sevebileceğini anlıyormuşum; kendi vesikalık
fotoğrafıma bakarken duyduğum tevekkülle kendimi olduğum gibi kabullenmem gerektiğini
anlıyormuşum; bir başka kişinin yerinde olmak için çırpınmanın boşluğunu anlıyormuşum:
Belki bir rüyada, belki bir hikâyede. Biz yürüdükçe karanlık sokaklar ve üzerimize üzerimize
sarkan korkunç evler açılıyor; biz yürüdükçe kaldırımlar ve dükkânlar anlamlanıyormuş.
Kaç yıl önceydi, seninle ben, hayatta sık sık karşılaşacağımız şu sihirli oyunu şaşkınlıkla ilk
keşfettiğimizde? Bir bayram arifesinde, annelerimiz bizi bir elbisecinin çocuk bölümüne
götürdüğünde (o mutlu, güzel zamanlarda 'reyon'larımız kadın ve erkek diye birbirlerinden
ayrılmamıştı daha), en sıkıcı din dersinden de daha sıkıcı dükkânın yarı karanlık bir köşesinde
karşı karşıya duran iki boy aynasının arasına rastlantıyla girdiğimizde, görüntülerimizin
küçülerek, küçülerek biı nirlerinin içine girerek nasıl çoğaldıklarını görmüştük.
Bundan iki yıl sonra, Hayvan Dostları Kulübüne resimlerini yollayan tanıdıklarla alay ederek ve
'Büyük Mucitler' köşesini de sessizlikle okuduğumuz Çocuk Haftası'nın son sayısının kapağında,
elimizde tuttuğumuz dergiyi okuyan bir kızın resmedildiğini farkedince, o kızın elinde lulluğu
dergiye dikkatle bakmış ve resimlerin içice geçerek çoğaldığını anlamıştık: Bizim tuttuğumuz
derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kızın tut-
tuğu derginin kapağındaki kızın tuttuğu derginin kapağındaki kız da giderek küçülen aynı
kırmızı saçlı kızla aynı Çocuk Haftası'y-mış.
Tıpkı, daha da boy attığımız ve birbirimizden uzaklaştığımız yıllarda, piyasaya çıkan ve bizim
katta yenmediği için yalnızca pazar sabahlan sizin kahvaltı masanızda gördüğüm zeytin ezmesi
kavanozunda olduğu gibi. Radyoda: "Oo, bakıyorum havyar yiyorsun!" "Hayır, Ender Zeytin
Ezmesi." diye reklamı yapılan kavanozun üzerindeki kâğıtta, anneli babalı, erkek ve kız çocuklu
kusursuz ve mutlu bir ailenin kahvaltı sofrası resmedilmişti. Benim sana göstermemle,
resmedilen o kahvaltı masasının üzerinde de aynı kavanozun durduğunu ve ikinci bir kavanoz
olduğunu ve zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin göz onları farkedemeye-ne kadar
küçüldüklerini gördüğünde, şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil.
Kızla oğlan akrabaymışlar. Aynı apartmanda büyümüşler, aynı merdivenleri çıkarlar, aynı aslan
şekerleriyle lokumları atıştırır-larmış. Derslerini birlikte çalışır, aynı hastalıklara birlikte
yakalanır, birbirlerini korkutmak için birlikte saklamrlarmış. Aynı yaştay-mışlar. Birlikte
gittikleri okul da aynıymış, sinemalar da, dinledikleri radyo programları da birmiş, plâklar da,
okudukları 'Çocuk Haftası' dergileri de, kitaplar da, karıştırdıkları dolaplarla içinden fesler, ipek
örtüleri ve çizmeler çıkan sandıklar da. Bir gün, hikâyelerine bayıldıkları yetişkin amca oğlunun
apartmana yaptığı ziyaretlerin birinde, elinde gördükleri bir kitabı kapıp okumaya başlamışlar.
Kızla oğlanın eski kelimelerine, tumturaklı deyişlerine, Farsça deyişlerine önce alayla
güldükleri, sıkılıp kenara atıp sonra belki içinde bir işkence sahnesi, çıplak bir vücut ya da bir
denizaltı resmi vardır diye merakla sayfalarını çevirip en sonunda okumaya başladıkları kitap
pek de uzunmuş. Ama başlarında bir yerde, kitabın kahramanları arasında geçen öyle bir aşk
sahnesi varmış ki oğlan, kahramanın yerinde olmak istemiş. Aşk o kadar güzel anlatılmış ki,
oğlan kitaptaki gibi âşık olabilmek istemiş. Böylece, daha sonra kitapta anlatılacağını hayâl
edeceği aşk belirtilerini (yemek yerken sabırsızlık, kızın yanına gitmek için bahaneler icat
etmek, susamış olmaya rağmen bir bardak suyu içememek) kendisinin de
göstermeye başladığını farkettiğinde, oğlan birer ucundan tutarak kitabın sayfalarına birlikte
baktıkları o sihirli anda kıza âşık olduğunu anlamış.
Birer ucundan tutarak okudukları kitapta anlatılan hikâye neymiş peki? Çok eski zamanlarda
geçen hikâyede aynı aşirette doğmuş bir kızla oğlanın hikâyesi anlatılıyormuş. Bir çöl kıyısında
yaşayan kızla oğlan, Hüsn ile Aşk, aynı gece doğmuşlar, aynı hocadan ders almışlar, aynı
havuzun kenarında gezinmişler ve birbirlerine âşık olmuşlar. Yıllar sonra, oğlan kızı istettiğinde
kabile büyükleri oğlandan Kalpler Ülkesi'ne gidip oradaki kimya'yı getirmesini şart koşmuşlar.
Yola çıkan oğlan, ne dertlerle karşılaşmış: Bir kuyuya düşüp boyalı cadının esiri olmuş, bir
başka kuyuda gördüğü binlerce suretten ve surattan sarhoş olmuş, sevgilisine benziyor diye
Çin padişahının kızına kapılmış, kuyulardan çıkmış, kalelere hapsolmuş, takip edilmiş, takip
etmiş, kışla boğuşmuş, yollar almış, izler, işaretler peşinden gitmiş, harflerin sırrına gömülmüş
ve hikâyeler anlatmış, hikâyeler dinlemiş. Sonunda, kılık değiştirip hep onun peşinden gelen ve
dertlerden kurtaran Sühan ona demiş ki: "Sen sevgilinsin, sevgilin de sen; hâlâ anlamadın
mı?" O zaman hatırlamış oğlan aynı hocadan ders aldıkları günlerde birlikte bir kitabı
okurlarken kıza nasıl âşık olduğunu.
Birlikte okudukları o kitapta ise Hürrem Şah adlı bir padişah ile âşık olduğu Cavid adlı güzel bir
delikanlının hikâyesi anlatılıyormuş, ama zavallı şaşkın padişahtan önce tabii ki, sen anladın o
hikâyede de âşıkların birbirlerine başka bir aşk hikâyesini, üçüncü aşk hikâyesini okurlarken
âşık olacağım. O aşk hikâyesindeki âşıklar da bir kitabın içinde bir aşk hikâyesini okuduklarında
birbirlerine âşık oluyorlar, o kitaptaki âşıklar da başka bir aşk hikâyesi okurlarken birbirlerine
vuruluyorlarmış.
Belleklerimizin bahçeleri gibi bu aşk hikâyelerinin birbirlerine nasıl açıldığını ve bütün kapıları
birbirine açılarak bağlanan sonsuz bir hikâyeler dizisi oluşturduğunu, ben elbiseci dükkânına
gitmemizden, Çocuk Haftası okumamızdan ve zeytin ezmesi kavanozuna bakmamızdan yıllar
sonra keşfettiğimde, sen evimizden kaçmış, ben de kendimi hikâyelere ve kendi hikâyeme
vermiştim. Kimi Arabistan çöllerinde Şam'da, kimi Asya steplerinde Horasan'da, kimi Alpler'in
eteklerinde Verona'da, kimi de Dicle kıyı-
smda Bağdat'ta geçen bu aşk hikâyelerinin hepsi acıklıydı, hepsi hüzünlüydü, hepsi
dokunaklıydı. Daha da dokunaklısı, bütün hikâyelerin kolayca akılda kalması ve insanın
kendisini en saf, en çilekeş, en mutsuz kahraman yerine aynı kolaylıkla koyabilmesiydi.
Nasıl sonuçlanacağını hâlâ çıkaramadığım bizim hikâyemizi de bir gün birisi, belki de ben,
kaleme alırsam, benim o aşk hikâyelerini okurken yaptığım gibi, okuyucu kendini hemen
kahramanlardan birinin yerine koyabilir mi, ya da hikâyemiz akıllarda kalabilir mi, bilmiyorum,
ama böyle kitaplarda kahramanları ve hikâyeleri birbirinden ayıran ve benzersiz kılan şu
türden parçalar hep olduğu için ben de bir hazırlık yapmış olayım dedim:
Birlikte gittiğimiz bir misafirlikte, ağır hayası sigara dumanla-rıyla mavileşmiş bir odada,
senden üç adım ötede oturan bir anlatıcının hikâyesini dikkatle dinlerken, geceyarısı o 'ben
burada değilim' ifadesi ağır ağır yüzünde belirdiğinde seni severdim; tembellikle geçen bir
haftadan sonra, gömleklerinin, yeşil kazaklarının ve bir türlü atmaya kıyamadığın eski
geceliklerinin arasında bir kemeri istemeye istemeye ararken, açık kapısından içerisi gözüken
dolaptaki inanılmaz karışıklığı farkettiğinde yüzünde beliren yılgınlık ifadesini severdim; bir
heves ressam olmaya karar verdiğin çocukluk günlerinde, Dedeyle birlikte masaya oturup ağaç
çizmeyi öğrenmeye koyulduğunda, Dedenin konu dışına çıkan takılmalarına öfkelenmeden
güldüğünde seni severdim; dolmuşun kapısını ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine
kapadığında ve şimdi elinde tuttuğun beş liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki
ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren
oyuncu şaşkınlığı severdim; severdim seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp
sabah astığın mendilin hâlâ kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve
hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni
severdim; birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikâye ederken belleğinin ve
hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim;
severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arasındaki evlilikler üzerine bol resimli bir
gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden
okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil, ama okurken yalnız-
ca üst dudağının Tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim;
asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra
hatırladığın şeyi telâşla çantanın içinde arayışını severdim; biri yan yatmış ince bir yelkenli,
öteki kambur bir kedi gibi yanyana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının
içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve
asimetrik yalnızlığa terketmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi
kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri sey-retrneyi severdim; sigara küllüğünü tepeleme
dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli
düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim; severdim seni her zaman yürüdüğümüz
sokaklarda, bir an, sanki güneş o sabah batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir
köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim; birden çıkan lodosla karların eridiği
ve İstanbul'un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve
adaların arkasından bana gösterdiğin Uludağ'ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen
seni severdim; çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına
kederle baktığında severdim seni; dilencilere para vermeyin, onlar aslında çok zengin
diyenlerle alay ettiğinde ve herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan
yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi bütün kalabalıktan önce kaldırıma
çıkardığın zamandaki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim; Saatli Maarif Takviminden
bizi birlikte ölüme yaklaştıran bir yaprağı daha kopardıktan sonra, en altta günün yemeği
olarak önerilen etli nohut, pilav, turşu ve karışık kompostoyu, yaklaştığımız ölümün bir
işaretini okur gibi ağırbaşlı ve hüzünlü bir sesle okumanı ve Kartal marka ançu-vez tüpünün
önce rondelayı çıkartıp, sonra kapağı sonuna kadar çeyirip açılacağını bana sabırla öğrettikten
sonra, üretici Mösyö Trellidis'in saygılarıyla, demeni severdim; kış sabahları yüzünün renginin
şehrin üzerindeki soluk beyaz göğün renginde olduğunu gördüğümde, çocukluğumuzda,
caddenin ırmağından akan arabalar arasından, bir kaldırımdan öteki kaldırıma bir koşu çılgın
ve neşeli geçişini seyrettiğim zamanki gibi, seni endişeyle severdim; severdim seni, cami
avlusunda, musalla taşında yatan tabuta ko-
nan kargaya dikkatle ve gülümseyerek baktığında, radyo tiyatrosu taklidi sesinle annenle
babanın kavgalarını oynadığında seni severdim; ellerimin arasına dikkatle başını alıp gözlerinde
hayatımızın gittiği yeri korkuyla gördüğümde seni severdim; vazonun yanında, neden orada
bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim;
efsane kuşlarının ağır ağır uçup havalanışını andıran uzun bir sevişmenin sonunda, ağırbaşlı
şenliğe kendi şakaların ve yaratıcılığınla en sonunda senin de katıldığını anladığımda seni
severdim; dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana
gösterdiğinde seni severdim; öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini
anlayamadığım bir tel saçım gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış
belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasında yan yana duran
ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır
gibi, beni terkeden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi
severdim, severdim seni; nereye gittiğini bilmediğimiz bir trene bakarken yüzünde beliren
esrarlı ifadeyi ve bu kederli bakışının tıpatıp aynısını, bir akşamüstü sürülerle kargaların
çığlıklar atarak çılgın gibi uçuştuğu bir saatte, elektrikler birden kesildiğinde evimizin karanlığı
ile dışarısının aydınlığı yavaş yavaş yer değiştirirken gene esrarlı ve hüzünlü yüzünde ben
gördüğümde kapıldığım o çaresizlik acı ve kıskançlıkla severdim seni.