Kara Kitap - 2 Kısım - 1 - 6
İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM HAYALET EV
"Boş bir kadar hüzünlü hissetti kendini."
Flaubert
Telefon kapı açıldıktan üç dört saniye sonra çalmaya başlamıştı, ama Galip tıpkı gangster
filmlerindeki o acımasız alarm zilleri gibi, zille kapı arasında mekanik bir ilişki olduğunu
düşünerek telâşlandı. Zil üçüncü kere çalarken, telefona yetişmeye çalışan telâşlı Celâl'in evin
karanlığı içinde kendisine çarpacağını hayâl ediyordu; dördüncü kere çalarken evde kimse
olmadığına karar verdi, beşinci çalışta da olduğuna; çünkü telefonu ancak evin boş olmadığına
inanan biri bu kadar uzun çaldırır diye düşünmüştü. Altıncı çalışta, Galip, en son onbeş yıl önce
girdiği hayâletimsi dairenin topografyasını hayâl ederek, el yordamıyla elektrik düğmelerini
arıyordu, bir eşyaya çarpınca şaşırdı: Kör karanlıkta başka eşyalara da çarpa devire telefona
doğru koştu. Bir türlü eline geçmeyen ahizeyi en sonunda bulduğunda, gövdesi de
kendiliğinden bir koltuk bulmuş, oturmuştu.
"Alo?"-
"Demek sonunda geldiniz!" dedi hiç tanımadığı bir ses.
"Evet."
"Celâl Bey, kaç gündür sizi arıyorum. Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğim için özür dilerim.
Sizi bir an önce görmem gerek."
"Sesinizi çıkaramadım."
"Yıllar önce, bir kere bir Cumhuriyet Bayramı balosunda karşılaşmıştık. Ben size kendimi
tanıtmıştım Celâl Bey, ama büyük bir ihtimalle bunu hatırlayamayacaksınız şimdi. Daha
sonraki yıllarda, şimdi unuttuğum takma adlarla size iki mektup yazmıştım: Biri Sultan
Abdülhamit'in ölümü arkasındaki sırrı aydınlatabilecek bir iddiaydı. Öbürüyse üniversite
öğrencilerinin sandık cinayeti diye bilinen bir kumpasıyla ilgiliydi. İşin içinde, sonradan yoklara
karışan bir ajan olduğunu ben size sezdirmiş, siz de derin zekânızla meseleyi araştırıp anlamış,
köşe yazılarınızla üstüne gitmişti-
niz.
"Evet."
"Şimdi önümde bir başka dosya var."
"Gazeteye bırakın."
"Uzun zamandır gazeteye gitmediğinizi biliyorum. Üstelik bu âcil konuda gazetedekilere de ne
kadar güvenebilirim bilmiyorum."
"İyi o zaman, kapıcıya bırakın."
"Adresinizi bilmiyorum. PTT'nin istihbarat servisi numarayı verince adresi vermiyor. Bu
tdlcfonu başka bir adla kaydettirmiş olmalısınız. Rehberde Celâl Salik adına hiçbir numara yok.
Celâ-lettin Rumi var, takma ad olmalı."
"Telefonumu veren adresimi vermedi mi size?"
"Vermedi."
"Kimden aldınız telefonumu?"
"Ortak bir dostumuzdan. Bunu da sizi görünce anlatmak isterim. Günlerdir sizi arıyorum. Akla
gelebilecek bütün yolları denedim. Ailenizi aradım. Sizi çok seven halanızla görüştüm. Eski
yazılarınızdan sevdiğinizi bildiğim İstanbul'un bazı köşelerine, Kurtuluş sokaklarına, Cihangir'e,
Konak Sinemasına, size rastlarım diye gittim. Bu arada Pera Palas'taki bir İngiliz televizyon
takımının sizinle görüşmek istediğini, onların da benim gibi sizi aradıklarını öğrendim. Biliyor
muydunuz?"
"Dosyanın konusu nedir?"
"Telefonda açıklamak istemiyorum. Adresinizi verin, saat geç değil, hemen gelirim.
Nişantaşı'nda değil mi?"
"Evet", dedi Galip soğukkanlılıkla, "Ama bu konular beni ilgilendirmiyor artık."
"Nasıl?"
"Yazılarımı dikkatle okusaydm bu çeşit konularla artık ilgilenmediğimi anlardın."
"Hayır hayır, tam sizin ilgilenip yazacağınız bir konu bu. İngiliz televizyonculara da açıklarsınız.
Adresini söyle."
"Kusura bakma," dedi Galip kendisini de şaşırtan bir neşeyle. "Edebiyat heveslileriyle
görüşmüyorum artık."
Telefonu huzurla kapadı. Karanlığın içinde kendiliğinden uza-nıverince eli yanıbaşındaki masa
lambasının anahtarını bulup çevirdi. Turuncumsu soluk bir ışıkla oda aydınlanınca kapıldığı şaş-
kınlık ve korkuyu Galip daha sonraları "serap" diye anacaktı.
Oda, tıpatıp, yirmi beş yıl önce Celâl bekâr bir gazeteciyken burada oturduğu zamanki gibiydi.
Bütün eşyaların, perdelerin, lambaların yeri, renkleri, gölgeleri ve kokuları yirmi beş yıl önce
olduğunun tıpkısıydı. Sanki bazı yeni eşyalar, Galip'e oyun etmek, yaşadığı çeyrek yüzyılı
yaşamadığına onu inandırmak için bazı eski eşyaların taklidini yapıyorlardı. Ama Galip biraz
daha dikkatle bakınca eşyanın bir oyun oynamadığını, çocukluğundan bu güne yaşadığı
zamanın bir anda bir sihirle eriyip yokolduğuna karar verecek gibi hissediyordu kendini.
Tehlikeli karanlığın içinden birdenbire çıkıveren eşyalar yeni değildi. Onlara yenilik duygusunu
veren büyü, Galip'in kendi anılarıyla birlikte eskidiklerini, parçalandıklarını, belki de yok
olduklarını sandığı bu nesnelerin, en son gördüğü ve unuttuğu halleriyle yıllar sonra yeniden
karşısına çıkı-vermeleriydi. Sanki eski masalar, soluk perdeler, kirli küllükler, yorgun koltuklar
Galip'in hayat ve anılarının onlara buyurduğu hikâyelere ve talihe boyun eğmemişler, bir
günden sonra (Melih Amcaların İzmir'den gelip apartmana yerleştikleri gün) kendileri için
düşlenmiş kadere başkaldırıp, kendi özel dünyalarını gerçekleştirmenin yolunu aramışlardı.
Galip, her şeyin kırk yıl önce Celâl burada annesiyle otururken, yirmi beş yıl önce yeni bir
gazeteci olarak bu evde yaşarken düzenlendiği gibi düzenlendiğini bir kere daha korkuyla
anladı.
Ayakları aslan ayağına benzeyen aynı ceviz masanın, aynı fıstıki perdeyle kaplı pencereden
uzaklığı, aynı Sümerbank kumaşından örtüyle kaplı (aynı azgın tazılar, mor bir yaprak
ormanında, zavallı ceylanları yirmi beş yıl sonra, hâlâ aynı heyecanla kovalıyorlardı), koltuğun
arkalığındaki aynı yâğ-biryantin-saç lekesinin insan gölgesine benzeyen biçimi, tozlu vitrindeki
bakır tabağın içinden hep aynı dünyayı seyreden, İngiliz filmlerinden çıkma seter köpeğin
sabrı, kalorifer üzerindeki bozuk saatlerin, fincanların ve tırnak makasının duruşu, Galip'in
onları bu turuncu ışık içinde bir daha hatırlamamak üzere bıraktığı gibiydi. "Bazı şeyleri
yalnızca hatırlamayız, bazı şeyleri ise hatırlamadığımızı bile hatırlamayız, "Onları yeniden
bulmalı!" diye yazmıştı Celâl son yazılarının birinde. Galip, Rüya'lar buraya taşındıktan ve Celâl
bu apartman dairesinden uzaklaştırıldıktan sonra, bu eşyaların yavaş yavaş yer de-
I
I
ğiştirdiğini, eskidiğini, yenilendiğini ve sonra hafızalarda hiçbir iz bırakmayacak bir bilinmezliğe
doğru çekip gittiklerini de hatırlıyordu. Telefon yeniden çalınca, üstünde hâlâ paltoyla oturduğu
'eski' koltuktan uzanıp hiç de yabancı olmayan ahizeyi açarken, bunu yaptığını bile hiç
düşünmeden Celâl'in sesini taklit edebileceğinden emindi.
Telefondaki gene aynı sesti. Galip'in ricası üzerine, kendini Celâl Beye bu sefer anılarıyla değil
adıyla tanıttı: Mahir İkinci. Kelimeler Galip'te hiçbir kişiliğin ve yüzün çağrışımını yapmadı.
"Askeri darbe yapacaklar. Ordu içinde küçük bir örgüt. Dinci bir örgüt, bir yeni tarikat. Mehdiye
inanıyorlar. Vaktin geldiğine inanıyorlar. Hem de senin yazılarından yola çıkarak."
"Benim böyle saçmalıklarla hiç alışverişim olmadı."
"Oldu Celâl Bey, oldu. Şimdi yazdığın gibi, hafızanı kaybettiğin ya da reddettiğin için
hatırlamıyor, hatırlamak da istemiyorsun. Eski yazılarına göz at, bir oku onları,
hatırlayacaksın."
"Hatırlamayacağım."
"Hatırlayacaksın. Çünkü tanıdığım kadarıyla sen böyle bir askeri darbenin haberini alınca
koltuğunda rahat oturabilecek biri de değilsin."
"Evet değilim. Hatta, ben bende değilim artık."
"Hemen yanına geleceğim. Sana geçmişini, kaybettiğin anılarını hatırlatacağım. Sonunda sen
de bana hak verip meseleye dört elle sarılacaksın."
"Sarılmak da isterdim, ama göremeyeceğim seni."
"Ben göreceğim:"
"Adresimi bulabilirsen. Hiç çıkmıyorum sokağa."
"Bak: İstanbul telefon rehberinde üç yüz onbin abonenin numarası var. İlk rakkamı tahmin
ettiğim için, hızla, saatte beş bin numarayı gözden geçirebileceğimi biliyorum. En geç beş
günde adresini ve pek merak ettiğim takma adını bulacağım demektir bu."
"Boşuna zahmet!" dedi Galip kendinden emin gözükmeye çalışarak. "Bu numara rehberde
yoktur:"
"Takma adlara bayılırsın. Yıllardır seni okuyorum, takma adlara, küçük sahtekârlıklara, bir
başkasının yerine geçme numaralarına bayılırsın. Numaranı rehberden çıkarmak için dilekçe
verece-
ğine bir takma adı keyifle uydurmuşsundur sen. Sevdiğin bazı takma adları, bazı tahminlerimi
şimdiden yokladım bile."
"Nedir onlar?"
Adam sayıp döktü. Galip telefonu kapayıp fişten çektikten sonra, bir bir tekrarladığı bu adların
belleğinde hiçbir iz ve çağrışım bırakmadan silineceğini anladı. Paltosunun cebinden çıkardığı
kâğıda adları alt alta yazdı. Celâl'in yazılarını kendisinden daha yakından izleyip, daha iyi
hatırlayan bir başka okuyucunun varlığı Galip'e bir an o kadar tuhaf ve şaşırtıcı geldi ki,
gövdesi sanki gerçekliğini yitirdi. Bu dikkatli okuyucuya, itici de olsa, bir kardeşlik duygusuyla
bağlanabileceğini de sezdi. Onunla karşılıklı oturup Celâl'in eski yazılarından sözedebilseydi,
şimdi oturduğu koltuk ve gerçek dışı oda daha derin bir anlam kazanacaktı.
Daha Rüya'lar buraya gelmeden önce, altı yaşındayken, Babaannenin katından bir kaçamak -
Anneyle Baba pek istemezlerdi- bekâr Celâl'in katına çıktığı zamanlar, pazar öğleden sonraları
radyodaki maçı hep birlikte dinlerlerken, (Vasıf da işitir gibi başını sallardı), nazlı üstadın yarıda
bıraktığı pehlivan tefrikasının devamını yazan Celâl'in, ağzında sigara, daktiloyu hızla nasıl
kullandığını hayranlıkla seyrederken, Galip bu koltukta otururdu. Daha Celâl bu daireden
uzaklaştırılmadan önce, Melih Amcalarla birlikte hep birlikte aynı katta otururlarken, soğuk kış
akşamları, Melih Amcanın Afrika hikâyelerini dinlemekten çok, Suzan Yengeyi ve onun kadar
inanılmaz olduğunu yeni yeni keşfettiği güzel Rüya'yı seyretmek için anne ve babanın izniyle
yukarı kata çıktığında, Melih Amcanın hikayeleriyle kaş göz işaretleriyle dalga geçen Celâl'in
karşısında, Galip, bu koltukta otururdu. Daha sonraki aylarda, Celâl birdenbire ortalıktan yok
olduğu ve Melih Amcayla Babanın ağız kavgaları Babaanneyi hep ağlattığı günlerde, onlar
Babaannenin katında mal, mülk, hisse ve kat kavgaları yaparlarken, birisi, "Çocukları yukarı
yollayın," dediği için burada, bu sessiz eşyalar arasında yalnız kaldıklarında, Rüya bacaklarını
bu koltuğun kenarından aşağı sarkıtarak oturur, Galip onu saygıyla seyrederdi. Yirmi beş yıl
önceydi.
Galip uzun bir süre koltukta sessizce otururdu. Celâl'in kendi çocukluk ve gençliğinin anıları için
yeniden yarattığı bu hayalet dairenin öteki odalarında, Rüya ile Celâl'in şimdi nerede gizlendi-
ğine ilişkin bilgi edinmek için dikkatli bir araştırmaya girişti. İki saat sonra kayıp karısının izini
arayan zoraki dedektiften çok, tiryakisi olduğu bir konuda açılan ilk müzeyi heyecan, sevgi,
hayranlık ve saygıyla gezen bir meraklı gibi hayalet evin oda ve koridorlarında gezindikten,
merakla dolaplarını karıştırdıktan sonra ilk araştırmalarından çıkardığı sonuçlar:
Karanlıkta telefona koşarken devirdiği sehpanın üzerinde duran iki fincana bakılırsa, Celâl eve
başkalarını da getiriyordu. Ama narin fincanlar kırıldıkları için diplerindeki incecik telve
tabakasını tadarak (Rüya kahvesini her zaman çok şekerli içerdi), bir sonuç çıkarmak mümkün
olmamıştı. Kapının altından atıla atıla biriken Milliyet gazetelerinin en eskisinin tarihine göre,
Celâl, Rü-ya'nın kaybolduğu gün bu daireye gelmişti. Aynı günkü gazetenin 'Boğaz'in Suları
Çekildiği Zaman' başlıklı yazısındaki dizgi yanlışları yeşil bir tükenmez kalemle ve CelâFin her
zamanki öfkeli yazısıyla düzeltilmiş olarak eski Remington daktilonun yanına konmuştu. Yatak
odasındaki, sokak kapısının yanıbaşındaki dolapların içinde Celâl'in bir yolculuğa çıktığını,
evden uzun bir süre için ayrıldığını ya da ayrılmadığını gösteren bir iz yoktu hiç. Mavi çubuklu
asker pijamasından çamuru taze ayakkabısına, bu mevsim sık sık giydiği koyu lâcivert
paltosundan kışlık yelek ve sayısız iç çamaşırına (eski yazılarının birinde Celâl, çocukluk ve
gençliğini sıkıntıyla geçirdikten sonra, orta yaşta zengin olan erkeklerin bir çoğunun
kullanamayacakları kadar don ve atlet satın alma hastalığına yakalandıklarını yazmıştı), ve
çamaşır torbasındaki kirli çoraplara kadar, ev, işten her an dönüp her zamanki günlük hayatına
hemen başlayabilecek birinin evi gibiydi.
Eski evin dekorunun ne ölçüde taklit edildiğini, yatak çarşafı ya da havlu gibi ayrıntılardan
çıkarmak güçtü belki, ama içeri odaların düzeninde de, besbelli, oturma odasında uygulanan
'hayalet ev' ilkesine bağlı kalınmıştı. Böylece, Rüya'nın çocukluğunun odasından geriye aynı
çocuksu mavi duvarlarla, bir zamanlar Celâl'in annesinin üzerini dikiş malzemeleriyle, Nişantaşı
ve Şişlili hanımefendilerin bir model ya da fotoğrafla birlikte bıraktıkları Avrupa kumaşlarla ve
elbise patronlarıyla doldurduğu yatağın taklidinin iskeleti kalmıştı. Kokular, bu kolayca
anlaşılıyordu, geçmişi tekrar etmek için bazı köşelerde eski çağrışım yükleriyle birlikte birikmiş-
224 ' '
lerse eğer, çevrede her seferinde onları tamamlayan görsel bir malzeme olduğu için böyleydi.
Galip, kokuların ancak onları çevreleyen nesnelerle varolabildiğim, bir zamanlar Rüya'nın
yatağı olan o güzelim divana yaklaştığı zaman kokladığı eski Puro sabunlarının kokusuyla,
Melih Amcanın kullandığı, artık hiç satılmayan Yorgi Tomatis marka kolonya kokusunun
karışımından anlamıştı. Aslında odada, ne bir zamanlar Rüya'ya İzmir'den yollanan ye
Beyoğlu'ndan ve Alaaddin'in dükkânından alman renkli kitapların, bebeklerin, firketelerin,
şekerlerin, kalemlerin ve boyama kitaplarının yerleştirildiği çekmece, ne de Rüya'nın yatağının
çevresinde aynı kokuları çıkartacak sabunlar, Pe-Re-Ja markasının taklidi kolonya şişeleri ve
naneli çikletler vardı.
Celâl'in bu eve ne kadar girip çıktığını ya da burada ne kadar yaşadığını da hayalet dekordan
çıkarmak güçtü. Oraya buraya geli-
- şigüzel konmuş gibi gözüken eski küllüklerdeki Yeni Harman ve Gelincik izmaritlerinin
sayısının, mutfak dolaplarmdaki tabakların temizliğinin ya da yıllar önce bu markanın aleyhine
yazdığı bir yazıdaki öfkeyle boynundan insafsızca sıkılıp kapağı açık bırakılmış İpana tüpünün
ağzındaki diş macununun tazeliğinin de. hastalıklı bir titizlikle düzenlenmiş bu müzenin sürekli
denetlenen demirbaş bir parçası olduğunu insan düşünebilirdi. İnsan, daha da ileri gide-
" rek, lamba karpuzlarının diplerindeki tozların, bu tozlardan süzülerek soluk duvarlara vuran
gölgelerin ve bu gölgelerin yirmi beş
. yıl önce iki İstanbullu çocuğun hayâllerinde Afrika ormanlarını, Orta Asya çöllerini ve
halalarından ve babaannelerinden dinleyecekleri cadı ve şeytan hikâyelerindeki sansarlarla
kurtların hayaletlerini ve soluk lekelerini hatırlatacak biçimlerinin bile bu müzedeki eşsiz
yeniden yaratımların bir parçası olduğunu da düşünebilirdi. (Galip yutkunmakta zorluk
çekerken düşünmüştü.) Bu yüzden, iyice kapanmamış balkon kapılarının kenarında kuruyan su
birikintilerinden, duvar kenarlarında ipek gibi kıvrılan kurşuni toz topaklarından, eski kaloriferin
sıcağından iyice gevşemiş parke parçalarının üzerlerine basan ilk ayağın ağırlığıyla çıkardıkları
gevrek gıcırtıdan bu evde ne kadar yaşanıldığım çıkarmak da mümkün değildi. Mutfak
kapısının karşısında asılı duran ve bir eşinin eski zenginlerden Cevdet Beyin evinde tıkırdayıp
saat başlarını aynı neşeli gonguyla duyurduğunu Hale Halanın sık sık gururla tekrarladığı
gösterişli duvar saati de, tıpkı ülkenin çeşitli yerlerindeki aynı hastalıklı bağlılıkla düzenlenmiş
Atatürk müzelerinde olduğu gibi ölüm saatini göstersin diye durdurulmuştu sanki, ama
gösterdiği dokuz buçuğu beş geçe'nin hangi dokuz oluzbeş'in ve ölümün işareti ve saati
olabileceği Galip'in aklına gelmedi.
Geçmişin hortlaksı yükü, evde yer kalmadığı için bir eskiciye satılan ve adamın at arabasıyla
birlikte sallana sallana kimbilir hangi uzak diyarlara unutulmaya giden zavallı eşyaların hüznü
ve intikam duygusuyla üzerine binip, onu iyice sersemlettikten çok sonra, Galip evde 'yeni'
olarak gördüğü tek eşyayı, helayla mutfak arasındaki uzun duvarı boydan boya kaplayan
karaağaçtan yapılma o camlı dolabı ve içindeki kâğıtları karıştırmak için koridora döndü. Çok
da uzun sürmeyen bir araştırmadan sonra, gene aynı hastalıklı titizlikle düzenlenmiş raflarda
şunları buldu:
Genç muhabir Celâl zamanından kalma gazete haberlerinin ve röportajlarının kesikleri; Celâl
aleyhine ve lehine yazılmış bütün yazıların kesikleri, Celâl'in takma adlarla yayımladığı bütün
köşe yazıları ve fıkralar; Celâl'in kendi adıyla yayımladığı bütün köşe yazıları; Celâl'in kaleme
alıp hazırladığı bütün 'İster İnan İster İnanma', 'Rüyalarınızı Yorumluyoruz', 'Tarihte Bugün',
'İnanılmaz Vakalar', 'İmzanızı Okuyoruz', 'Yüzünüz, Kişiliğiniz', 'Bilmece Bulmaca' ve benzeri
köşelerin kesikleri; Celâl'le yapılmış bütün röportajların kesikleri; çeşitli nedenlerle
yayımlanmamış köşe yazılarının müsvetteleri; özel notlan; yıllar boyunca gazetelerden ayırıp
sakladığı onbinlerce gazete kesiği ve fotoğraf; rüyalarını, hayâllerini, unutulmaması gereken
ayrıntıları not ettiği defterler; kuru yemiş, kestane şekeri ve ayakkabı kutuları içinde saklanmış
binlerce okuyucu mektubu; Celâl'in takma adla tamamını ya da yarısını yazdığı tefrika
romanların kesikleri; Celâl'in yazdığı yüzlerce mektubun kopyaları; yüzlerce tuhaf dergi, risale,
kitap, broşür ve okul ve askerlik yıllığı; gazete ve dergilerden kesilmiş kutular dolusu insan
resmi; pornografik resimler; tuhaf hayvan ve böcek resimleri; Hurufilik ve harf ilimi üzerine iki
büyük kutu dolusu yazı ve yayın; üzerlerine işaretler, harfler, simgeler çizilmiş eski otobüs,
futbol maçı, sinema bileti koçanları; albüme yapıştırılmış ve yapıştırılmamış fotoğraflar;
gazetecilik derneklerinden alınmış başarı ödülleri; dolaşımdan kalkmış Türk ve Çarlık Rusyası
226 .
paraları; telefon ve adres defterleri.
Üç adres defterini bulur bulmaz Galip oturma odasındaki koltuğa dönüp sayfalarını tek tek
okudu. Kırk dakika süren bir araştırmadan sonra defterdeki kişilerin Celâl'in hayatında bin
dokuz yüz elliler ile altmışların sonunda yer aldıklarına, çoğu büyük bir ihtimalle yıkılmış
evlerinin adresleriyle değiştirilmiş telefon numaralarında Rüya ile CelâPi bulamayacağına karar
verdi. Camlı dolabın raflarındaki ıvır zıvırın içinde yaptığı kısa bir incelemeden sonra Mahir
İkinci'nin yolladığını söylediği sandık cinayetine ilişkin mektubu ve bu konudaki köşe yazılarını
bulmak için yetmişli yılların başında Celâl'in aldığı mektupları ve yazdığı köşe yazılarını
okumaya başladı.
Gazetelere 'sandık cinayeti' diye geçen politik cinayetle , Galip, olaylara karışanların bazılarını
lise yıllarından tanıdığı için ilgilenmişti. Celâl ise, her şeyin bir başka şeyin taklidi olduğunu
söylediği ülkemizde, aynı fraksiyon çevresinde toplanmış yaratıcı gençlerin farkına varmadan
bir Dostoyevski romanına (Ecinniler) bütün ayrıntılarına titizlikle bağlı kalarak taklit ettikleri
için. Galip o dönemde yazılmış okuyucu mektuplarını karıştırırken Celâl'in bu konudan sözettiği
bir-iki akşamı hatırlıyordu. Unutulması gereken ve unutulan güneşsiz, soğuk, tatsız günlerdi
onlar: Rüya, Galip'in saygı duymakla küçümsemek arasında bocaladıkça adını unuttuğu o 'iyi
çocuk'la evliydi; Galip sonraları her seferinde kendisini pişman ettiren merakına yenilip
dedikodulara kulak kabarttığı, araştırmalar yaptığı zamanlarda, genç evlilerin aile mutluluğu ya
da mutsuzluğuna ilişkin ayrıntılardan çok, son siyasi haberleri öğrenebiliyordu... Bir kış gecesi
Vasıf huzurla Japon balıklarını (kırmızı wakinler, aile içi evliliklerle saçak kuyrukları bozulmuş
watonailer) yemlerken ve Hale Hala arada bir televizyona bir bakış atarak Milliyet'teki
bulmacayı çözerken, Babaanne içerdeki soğuk odasının soğuk tavanına bakarak oluvermişti.
Cenazeye soluk bir palto ve daha soluk bir başörtüsüyle tek başına gelen Rüya (böylesi daha
iyi demişti kasaba kökenli damadından açıkça nefret eden Melih Amca, böylece, Galip'in gizli
düşüncelerini de seslendirerek) hemen ortadan kaybolmuştu. Cenazeden sonra, apartman
katlarında buluştukları gecelerin birinde Celâl, bu sandık cinayeti konusunda bir bilgisi olup
olmadığını Galip'e sormuş, asıl
merak ettiği şeyi öğrenememişti: Galip'in tanıdığım söylediği bu siyasi gençlerden herhangi biri
Rus yazarının o kitabını okumuş muydu acaba?"
"Çünkü bütün cinayetler", demişti aynı gece Celâl, "bütün kitaplar gibi birer taklittir. Bu yüzden
kendi adımla kitap yayımlamam." Ertesi gece, gene ölü evinde toplandıklarında, geç bir saatte,
ikisi başbaşayken, "Ama gene de en kötü cinayetlerde bile, en kötü kitaplarda bulunmayan
özgün bir yan vardır!" diye devam etmişti Celâl. Galip'in daha sonraki yıllarda tanık oldukça bir
yolculuk tadı alacağı bir akıl yürütmeyle Celâl düşüncelerini derinleştiren basamakları tek tek
iniyordu. "Bütünüyle taklit olan, demek ki, cinayetler değil kitaplardır. En bayıldığımız şey olan
taklidin taklidiyle ilgili oldukları için kitapları anlatan cinayetlerle, cinayetleri anlatan kitaplar
hepimizdeki ortak bir noktaya seslenir; çünkü insan, lobutu, kurbanının kafasına ancak
kendisini bir başkasının yerine koyabilirse indirebilir. (Kimse kendini katil olarak görmeye
dayanamaz çünkü.) Yaratıcılık, çoğunlukla öfkenin, her şeyi unutturan o öfkenin içindedir, ama
öfke bizi ancak daha önce başkalarından öğrendiğimiz yöntemler aracılığıyla harekete
geçirebilir: Bıçaklar, tabancalar, zehirler, edebiyat teknikleri, roman biçimleri, şiir vezinleri vs.
'Kendimde değildim hakim bey!' diyen 'Halk katili', bilinen şu gerçeği ifade eder: Cinayet bütün
ayrıntıları ve törenleriyle, başkalarından, yani efsanelerden, hikâyelerden, anılardan,
gazetelerden, kısaca, edebiyattan öğrenilen bir iştir. En saf cinayet bile, meselâ kıskançlık
yüzünden yanlışlıkla işlenmiş bir cinayet bile, farkına varılmadan yapılmış bir taklittir, edebiyatı
taklit. Bu konuda bir yazı yazayım mı, ne dersin?" Yazmamıştı.
Geceyarısından çok sonra, Galip dolaptan çıkardığı eski köşe yazılarını okurken salon lambaları
bir tiyatro perdesini aydınlatan lambalar gibi ağır ağır soldular önce, sonra buzdolabının
motoru dik ve çamurlu bir yokuşta vites değiştiren eski ve yüklü bir kamyonun hüzünlü
yorgunluğuyla inledi ve her yer kapkaranlık oldu. Elektrik kesilmelerine alışık bütün
İstanbullular gibi Galip "şimdi gelir" umuduyla kucağında gazete kesikleriyle dolu dosyalar,
koltukta uzun bir süre kıpırdamadan oturdu. Apartmanın yıllardır unuttuğu kendi iç seslerini,
kaloriferlerdeki tıkırtıyı, duvarların sessizliğini, parkelerin gerinişini, musluklardaki ve su
borularında-
ki iniltiyi, yerini unuttuğu bir saatin boğuk tiktaklarını, apartman aralığından gelen ürpertici
uğultuyu dinledi. Karanlıkta elyorda-mıyla'Celâl'in odasına girdiğinde çok vakit geçmişti.
Elbiselerini çıkarırken, CelâPin pijamalarını giyerken dün gece pavyonda rastladığı acıklı
yazarın tarihi hikâyesinde bir kahramanın ötekinin karanlık sessiz ve boş yatağına uzanıverdiği
geldi aklına. Yatağa girdi, ama hemen uyuyamadı.
İKİNCİ BÖLÜM UYUYAMIYOR MUSUNUZ?
"Rinalarımız bir ikinci havamı:" Gerard de Nerval
Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar,
battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yania
döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu one eğdiniz, yastığın serin yüzü
yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini
unutacaksınız.
Hepsini unutacaksınız: Sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce
sözleri, budalalıkları, yetiştiremediği-niz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı. sizi
suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı,
kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi,
felâketleri, felâketlerin hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız. Unutacağınız için
memnunsunuz. Bekliyorsunuz.
Sizinle birlikte çevrenizdeki eşyalar karanlığın ya da yarı karanlığın içindeki o alelade ve tamdık
dolaplar, çekmeceler, kaloriferler, masalar, sehpalar, sandalyeler, kapalı perdeler, çıkarıp
attığınız elbiseler, sigara paketiniz, ceketinizin cebindeki kibritle el çantanız, saatiniz; onlar da
bekliyorlar.
Bekİerken tanıdık sesler duyuyorsunuz; mahalleden geçen bir otomobilin bildik parke taşlarının
ve yol kenarındaki su birikintilerinin üzerinden geçişini, yakınlarda bir yerde kapanan bir sokak
kapısını, eski buzdolabının motorunu, çok uzakta havlayan köpekleri, taa deniz kıyısından
gelen sis düdüğünü, muhallebicinin ansızın kapanan kepengini. Uyku ve rüya çağrışımlarıyla,
mutlu unutu-şun yeni dünyasına açılan anılarla dolu bu sesler, her şeyin yolunda gittiğine,
birazdan onları da çevrenizdeki eşyalar ve sevgili yatağınızla birlikte unutup başka bir âleme
gideceğinizi size hatırlatıyor. Hazırsınız.
Hazırsınız; sanki vücudunuzdan, sevgili bacaklarınız ve kalçalarınızdan, hatta daha yakındaki
kollarınız ve ellerinizden de uzaklaştınız. Hazırsınız ve hazır olduğunuz için o kadar
memnunsunuz ki, gövdenizin bu yakın uzantılarının bile artık yardımına gerek duymuyor,
gözleriniz kapanırken yakında onları da unutacağınızı biliyorsunuz.
- Kapanmış gözlerinizin altında, yumuşacık bir kas hareketiyle gözbebeklerinizin ışıktan iyice
uzaklaştığını biliyorsunuz. Sanki tanıdık kokular ve seslerin çağrışımlarıyla her şeyin yolunda
gittiğini bilen gözbebekleriniz, şimdi odadaki belli belirsiz ışığı değil, gittikçe gevşeyerek huzura
giren aklınızın içindeki bir ışığın havai fişekler gibi açan renklerini gösteriyor size: Mavi lekeler,
mavi yıldırımlar, mor dumanlar, mor kubbeler görüyorsunuz; titreyen lacivert renk dalgalarını,
eflatun renkli çağlayanların gölgelerini, yanardağ ağzından akan erguvani lavların salmışını,
sessizce parlayan yıldızların Prusya mavisini görüyorsunuz. Renkler ve biçimler birbirlerini
sessizce tekrarlayarak, bir kaybolup yine ortaya çıkarak, yavaş yavaş değişerek, unutulmuş ve
hiç olmamış bazı sahneleri, bazı anıları gösteriyorlar size, aklınızın içindeki renkleri
seyrediyorsunuz.
Ama uyuyamıyorsunuz da.
Bu gerçeği itiraf etmek için çok erken değil mi daha? Huzurla uyuduğunuz zamanlarda
düşündüğünüz şeyleri aklınıza getirin: Hayır, bugün ne yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı
değil, içinden geçerek sizi uykunun unutuşuna kavuşturan o tatlı anları düşünün: İşte herkes
sizin dönüşünüzü beklerken en sonunda geri geliyorsunuz ve çok seviniyorlar; hayır hiç
gelmiyorsunuz geri, çantanızda en sevdiğiniz şeyler, karlı telgraf direkleri arasından giden bir
trendesiniz; aklınıza gelen o güzel sözleri, zekice cevapları verince hepsi hatalarını anlıyor,
susuyor ve size gizli de olsa bir hayranlık duyuyorlar; sevdiğiniz güzel gövdeye sarılıyorsunuz,
o gövde de size; unutamadığınız bahçeye dönüp dallardan olgun kirazlar toplu-yorsunuz; yaz
geliyor, kış geliyor, bahar geliyor; sabah geliyor, mavi bir sabah, güzel bir sabah, güneşli bir
sabah, yolunda, mutlu bir sabah... Ama hayır, uyuyamıyorsunuz.
O zaman benim gibi yapın: Kolunuzu bacağınızı onları hiç huzursuz etmeden usulca
kıpırdatarak yatağınızda hafifçe dönün, başınız
yastığın öteki ucunu bulsun, yanağınız yastığın serin bir köşesini. Sonra, yedi yüz yıl önce
Bizans'tan Moğol Hakanı Hülâgü'ye gelin olarak yollanan Prenses Mariya Palaeologina'yı
düşünün. Sizin yaşadığınız bu şehirden, Konstantinopolis'ten ta İran'a Hülâ-gü'yle evlenmeye
yollanmış, daha oraya varmadan Hülâgü ölünce, yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlenmiş,
İran'daki Moğol sarayında on beş yıl yaşamış, kocası öldürülünce sizin de üstünde huzurla
uyumak istediğiniz bu tepelere geri dönmüştü. Prenses Mariya'yi içinizde iyice hissedene kadar
onun yola çıkışındaki hüznü düşünün, geri dönüşündeki, dönüşte yaptırıp içine kapandığı Haliç
kıyısındaki kilisede geçen günlerini düşünün. Handan Sultan'in cücelerim düşünün. I. Sultan
Ahmet'in annesi çok sevdiği bu dostlarını mutlu edebilmek için onlara Üsküdar'da bir cüceler
evi yaptırmış, yıllarca burada yaşayan bu dostları daha sonra gene Sultandan aldıkları bir
destekle kendilerini bilinmeyen bir ülkeye, haritada bile yerini bulamadıkları bir cennete
götürecek bir kalyon yapıp, suya indirip İstanbul'dan uzaklaşmışlardı. Yolculuk sabahı
dostlarından ayrılan Handan Sultan'm kederiyle, ona kalyondan mendil sallayan cücelerin
hüznünü, sanki siz de birazdan İstanbul'dan, çok sevdiklerinizden ayrılıyormuşsunuz gibi
düşünün.
Bunlar da uyutmazsa beni, sevgili okurlarım, ben ıssız bir ge-ceyarısı, ıssız bir istasyonun
peronunda aşağı yukarı yürüyerek bir türlü gelmeyen bir treni bekleyen tedirgin adamı
düşünürüm; adamın nereye gideceğine karar verdiğimde ben o adam olmuşumdur. Yedi yüzyıl
önce, İstanbul'u işgal eden Greklerin şehre girmelerini sağlayacak Silivrikapı'daki geçitte
yeraltında çalışanları düşünürüm. Nesnelerin ikinci anlamlarını keşfeden adamın şaşkın-- lığını
hayâl ederim. Dünyanın içinde açılan ikinci dünyayı düşler, her şeyin ikinci anlamı bana ağır
ağır açılırken bu yeni dünyada yeni anlamlar arasında nasıl sarhoş olacağımı kurarım.
Hafızasını kaybeden adamın mutlu şaşkınlığını düşünürüm. Hiç tanımadığım bir hayalet şehire
bırakıldığımı düşünürüm; bir zamanlar milyonlarca insanın yaşadığı mahalleler, caddeler,
camiler, köprüler, gemiler her şey, her şey bomboştur ve ben o hayâletimsi boş alanlarda
yürüdükçe gözyaşlarıyla kendi geçmişimi ve kendi şehrimi hatırlıyor, ağır ağır kendi
mahalleme, kendi evime, içinde uyumaya çalıştığım yatağıma doğru yürüyorumdur. Rosette
taşı üzerindeki hi-
yeroglifı çözmek için gece yatağından kalkıp, uykudagezenlerin dalgınlığıyla kendi belleğimin
karanlık dehlizlerinde dolaşan, çıkmaz sokaklara girip tükenmiş anılarla karşılaşan Francois
Cham-pollion olduğumu düşünürüm. İçki yasağım denetlemek için bir gece sarayında kıyafet
değiştiren IV. Murat olduğumu düşünür, kılık değiştirmiş muhafızlarımla birlikteyken kimsenin
bana zarar veremeyeceğinin gizli güveniyle camilerde, hâlâ açık tek tük dükkânlarda, gizli
geçitlerdeki miskinhanelerde pinekleyen kullarımın hayatını sevgiyle seyretmeye koyulurum.
Sonra, geceyansı, kapı kapı dolaşarak on dokuzuncu yüzyılda en son Yeniçeri isyanlarından
birine hazırlık olsun diye, esnafa gizli bir şifrenin ilk ve son hecelerini fısıldayan bir yorgancı
çırağı olmuşumdur. Ya da yasaklanmış bir tarikatın uykuya dalmış meczuplarını yıllar süren
suskunluk ve uykudan uyandıran medreseli bir haberciyimdir. •
Hâlâ uyuyamamışsam sevgili okurlarım, anılarının izini sürerek kaybettiği sevgilisinin suretini
arayan mutsuz âşık olur, şehrin her kapısını açar, afyon içilen her odada, hikâye anlatılan her
mecliste, şarkı söylenen her evde kendi geçmişimin ve sevgilimin izlerini ararım. Bu uzun
yolculuklarım sırasında hafızam ve hayâl gücüm ve oradan oraya sürüklenen benim hayâllerim
yorgun düşüp pes etmemişse hâlâ, en sonunda, uykuyla uyanıklık arasındaki o mutlu belirsizlik
anlarının birinde önüme çıkan ilk tanıdık mekâna, uzak bir dostun evine ya da yakın bir
akrabanın boş kalmış konağına girer, belleğimin unutulmuş köşelerini yoklar gibi kapıları aça
aça bulduğum odaların sonuncusuna girer, mumu söndürür yatağa yatıp, uzak, yabancı ve
tuhaf nesneler arasında uyurum.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ŞEMSİ TEBRİZİ'Yİ KİM ÖLDÜRDÜ?
"Ne kadar saman arayacağım seni ev ev, kapı kapı? Ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak
sokak?"
Mevlâna
Galip uzun süren derin bir uykudan sabah huzurla uyandığında, tavandan sarkan altmış yıllık
lamba, sararmış bir kâğıt rengiyle yanıyordu. Üzerinde Celâl'in pijaması, Galip evdeki açık
lambaları söndürdü, kapının altından atılmış Milliyet'i alıp Celâl'in çalışma masasına oturup
okudu: Bugünkü köşe yazısında cumartesi öğleden sonra gazeteye gittiğinde okuduğu yanlışı
görünce ('kendiniz olmakta'yı, 'kendimiz olmakta' olarak yazmışlardı), eli kendiliğinden
çekmeceye uzanıp yeşil bir tükenmez kalem buldu ve yazıyı düzeltmeye başladı. Yazıyı
bitirdiğinde Celâl'in de her sabah üzerinde bu mavi çubuklu pijamayla bu masaya oturup aynı
kalemle düzeltmeler yaparken sigara içtiği aklına geldi.
İçinde her şeyin yolunda gittiğine ilişkin bir inanç vardı. Uykusunu aldıktan sonra zorlu bir
güne güvenle başlayacak biri gibi iyimserlikle kahvaltısını yaparken kendisiyle dopdoluydu ve
sanki başka biri olmasına gerek de yoktu.
Kahvesini hazırladıktan sonra, koridordaki dolaptan çıkardığı köşe yazıları, mektuplar ve
gazete kesikleriyle dolu bazı kutuları çalışma masasının üzerine yerleştirdi. Bütün dikkatini
vererek inançla önündeki kâğıtları okursa aradığı şeyi en sonunda bulacağından kuşkusu yoktu
hiç.
Celâl'in Galata Köprüsünün dubaları içinde yaşayan kimsesiz çocukların vahşi hayatına,
yetimhanelerdeki kekeme ve canavar müdürlere, Galata Kulesinden suya atlar gibi göğe
atlayan kanatlı hezarfenlerin uçuş yarışmasına, oğlancılığın tarihine ve günümüzde bu işin
ticaretini yapanlara ilişkin köşe yazılarını okurkerr Galip, yazılara gösterilmesi gereken sabır ve
dikkati kendinde buldu. İstanbul'a ilk gelen T modeli Ford'un şoförlüğünü yapan Beşiktaşlı
makineci çırağının anılarını, İstanbul'da neden her mahallede
müzikli saat kuleleri dikilmesi gerektiğini, Binbir Gece Masalla-rı'ndaki harem kadınlarıyla köle
zencilerin buluştuğu sahnelerin Mısır'da yasaklanmasının tarihi anlamını, eski atlı tramvaylara
hareket halinde binebilmenin yararlarını ve papağanların neden İstanbul'dan kaçıp kargaların
geldiğini ve bu yüzden kar yağışlarının başladığını açıklayan hikâyeyi de Galip aynı iyi niyet ve
güvenle okudu.
Okudukça, bu yazıları ilk okuduğu günleri hatırlıyor, arada bir kâğıt parçasına notlar alıyor,
bazan bir cümleyi, bir paragrafı ya da bazı kelimeleri yeniden okuyor, bitirdiği köşe yazısını
kutuya geri koyarken sevgiyle bir yenisini çekip çıkartıyordu.
. Güneş odanın içine değil yalnız pencerelerin kenarlarına vuruyordu. Perdeler açılmıştı. Karşı
apartmanın çatısından sarkan buzların ucundan, pislik ve karla dolmuş olukların kenarından
sular damlıyordu. Kiremit kırmızısı ve kirli kar rengi bir damın üçgeniyle, karanlık dişleri
arasından linyit dumanları çıkan uzun bir bacanın dikdörtgeni arasından mavi ve parlak bir gök
gözüküyordu. Galip okumaktan yorulan gözlerini bu üçgenle dörtgen arasına diktiğinde,
maviliği hızlı uçuşlarıyla kesen kargaları görüyor, başını önündeki kâğıda çevirdiğinde Celâl'in
de yazılarını kaleme alırken yorulduğunda aynı yere bakıp aynı kargaların uçuşunu seyrettiğini
anlıyordu.
Çok sonra, güneş artık karşı apartmanın perdeleri çekili karanlık pencerelerine vururken
Galip'in iyimserliği dağılmaya başladı. Eşyalar, kelimeler, anlam, her şey hâlâ yerli yerindeydi
belki, ama onları birlikte tutan daha derin bir gerçekliğin çekip gittiğini Galip okudukça acıyla
hissediyordu. Celâl'in Mehdiler, sahte peygamberler, düzmece padişahlar üzerine yazdıklarını
okuyordu, Mevlâna ve Şemsi Tebrizi ilişkisi üzerine, Şemsi Tebrizi'den sonra 'bu büyük şairin'
yakınlaştığı kuyumcu Selâhaddin ve onun ölümünden sonra da yerini tutan Çelebi Hüsamettin
üzerine Celâl'in yazdıklarını okuyordu. İçinde biriken tatsızlık duygusundan çıkmak için 'İster
İnan İster İnanma' köşesine yazdıklarını okuyor, Sultan İbrahim'in başvezirine bir beyit
yazarak hakaret ettiği için bir eşeğe bağlanarak bütün İstanbul'da dolaştırılan şair Figani'nin ve
kızkardeşlerinin her biriyle evlenerek istemeden her birinin ölümünü hazırlayan Şeyh Eflâki'nin
hikayesiyle oyalanamiyordu. Öte-
ki kutudan çıkardığı mektupları okurken, Celâl'le ne kadar çok ve ne kadar değişik insanların
ilgilendiğini, tıpkı çocukluğundaki gibi hayretle görüyor, ama para isteyenlerin, birbirlerini
suçlayanların, polemiğe girdiği öteki köşe yazarlarının karılarının orospu olduğunu
açıklayanların, gizli tarikatların kumpaslarıyla, bölge tekel alım müdürlerinin yediği rüşvetleri
ihbar edenlerin, aşklarını ve nefretlerini ilân edenlerin mektupları Galip'in içinde biriken
güvensizlik duygusunu beslemekten başka bir işe yaramıyordu.
Her şeyin, masaya otururken aklındaki Celâl imgesinin yavaş yavaş değişmesiyle ilgili
olduğunu biliyordu. Sabah eşyalar ve nesneler anlaşılır bir dünyanın uzantılarıyken, Celâl de,
yıllardır yazılarını okuduğu, bilinmeyen yanlarını 'bilinmeyen yan' olarak uzaktan anlayıp
benimsediği biriydi. Öğleden sonra, alt kattaki jinekologun muayenehanesine asansörün
durmadan hasta ve gebe kadın taşımaya başladığı saatlerde Galip aklındaki bu Celâl imgesinin
tuhaf bir şekilde daha 'eksik' bir imgeye dönüştüğünü anladığında, oturduğu masanın,
çevresindekLeşyaların ve odanın bütünüyle değiştiğini hissetti., Eşyalar artık sırları kolay kolay
çözülemeyecek bir dünyanın hiç de dost gözükmeyen tehlikeli işaretleriydiler.
Bu değişimin Celâl'in Mevlâna üzerine yazdıklarıyla yakından bağlantılı olduğunu anladığı için,
Galip konunun üzerine gitmeye karar verdi. Kısa sürede CelâPin Mevlâna üzerine yazdığı köşe
yazılarının hepsini ortaya çıkardı ve hızla okumaya başladı.
Celâl'i gelmiş geçmiş en etkili mutasavvıf şaire bağlayan şey, ne on üçüncü yüzyılda Konya'da
Farsça yazılmış şiirlerdi, ne de ortaokul ahlâk derslerinde öğretilen erdemlere örnek olsun diye
bu şiirlerden seçilen beylik mısralar. Bir yığın sıradan yazarın kitabının ilk sayfasını süsleyen
'seçme' inciler kadar, turistlerin ve kartpostal şirketlerinin vazgeçemedikleri çıplak ayaklı ve
eteklikli Mevlevi ayinleri de Celâl'in ilgisini çekmemişti hiç. Yedi yüzyıl boyunca, hakkında on
binlerce cilt şerh yazılan Mevlâna ve ölümünden sonra yayılan tarikatı, Celâl'i, bir köşe
yazarının kullanıp yararlanması gereken bir ilgi odağı olarak heyecanlandırmıştı yalnızca.
Mevlâna'da Celâl'i en çok ilgilendiren şey, hayatının bazı dönemlerinde bazı erkeklerle kurduğu
'cinsel ve mistik' yakınlıklarla bunların hikâyelerine de yansıyan esrarı ve sonuçlarıydı.
Konya'da babasından devraldığı şeyhlik makamında oturur-
ken yalnız müridlerinin değil, bütün şehrin hayranlıkla sevdiği Mevlâna, kırk beş
yaşlarındayken ne bilgisi, ne değerleri, ne de hayata bakışı kendisininkine benzeyen, Şemsi
Tebrizi adlı şehir şehir gezen bir dervişin etkisi altına girmişti. Celâl'e göre hiç de an-
laşılamayacak bir davranıştı bu. Yedi yüzyıl boyunca yorumcuların bu ilişkiyi 'anlaşılır' hale
sokmak için yazdıkları 'açıklamalar' da bunun bir kanıtıydı. Şems'in kaybolmasından ya da
öldürülmesinden sonra Mevlâna öbür müridlerinin isyanına rağmen, bu sefer iyice bilgisiz,
özelliksiz bir kuyumcuyu kendine halife tayin etmişti. CelâPe göre, herkesin kanıtlamaya
çalıştığı gibi Tebrizli Şems'in 'çok kuvvetli bir sufiyane cezbeye' sahip olmasının değil,
Mevlâna'nın kendi ruhsal ve cinsel durumunun belirtilerini gösteren bir başka işaretti bu seçim.
Nitekim, bu ikinci halifenin ölümünden sonra Mevlâna'nın, kendine 'hemdem' olarak seçtiği
üçüncü halife, ikincisini aratmayacak kadar özelliksiz ve parlaklıktan yoksundu.
Celâl'e göre, yüzyıllardır yapıldığı gibi, 'anlaşılmaz' gözüken bu üç ilişkiyi 'anlaşılır' kılmak için
çeşitli kulplar takmak, 'halifelerin' her birine taşıyamayacakları gerçekdışı erdemler
yakıştırmak, hele bazılarının yaptıkları gibi, onların Muhammed'in, Ali'nin soyundan geldiklerini
kanıtlayacak sahte şecereler düzmek, Mevlâna ile ilgili çok önemli bir özelliği gözden
kaçırmaktı. Celâl, Mevlâna'nın eserine de yansıdığını söylediği bu özelliği Konya'da her yıl
düzenlenen anma gününe rastlayan bir pazar yazısında anlatmıştı. Çocukluğunda, dinle ilgili
bütün yazılar gibi sıkıcı bulduğu ve ya-yımlanışını yalnızca o yıl çıkarılan Mevlâna pulları dizisi
(on beş kuruşlukları pembeydi, otuzluklar mavi ve az bulunan altmış kuruşluklar yeşil)
yüzünden hatırladığı bu yazıyı yirmi iki yıl sonra yeniden okurken Galip çevresindeki eşyaların
değiştiğini bir daha hissetti.
Celâl'e göre, yorumcuların kitaplarının baş köşelerine oturttukları ve binlerce kere anlattıkları
gibi Mevlâna'nın gezgin derviş Şemsi Tebrizi'yi Konya'da görür görmez onu etkilediği ve ondan
etkilendiği bir gerçekti. Ama, sanıldığı gibi, Şemsi Tebrizi'nin ortaya bir soru atmasıyla
başlayan o ünlü 'diyalog'dan sonra Mevlâna bu adamın bir bilge olduğunu hemen anladığı için
değildi bu. Aralarında geçen konuşma, en yavan tasavvuf kitaplarında bile
binlerce örneği görülen sıradan bir 'alçakgönüllülük meseli'ne dayanıyordu. Denildiği kadar bir
bilge kişiyse eğer Mevlâna, bu kadar sıradan bir 'mesel'den etkilenmez, olsa olsa etkilenmiş
gibi yapardı.
O da öyle yapmış, Şems'de derin bir kişilikle, etkileyici bir ruhla karşılaşmış gibi davranmıştı.
Celâl'e göre kırk beş yaşlarındaki Mevlâna'nın o yağmurlu gün gerçekten böyle bir 'ruh' ile
karşılaşmaya, kendi suretini yüzünde göreceği birisine ihtiyacı vardı çünkü. Böylece, Şems'le
karşılaşır karşılaşmaz kendisini aradığı kişinin bu olduğuna inandırmış, Şems'i de gerçek yüce
kişiliğin kendisi olduğuna inandırması da tabii, hiç de zor olmamıştı. 23 Ekim 1244'teki bu
karşılaşmadan hemen sonra, bir medrese hücresine kapanmışlar, altı ay oradan hiç
çıkmamışlardı. Bir medrese hücresinde altı ay ne yaptıkları, ne konuştukları sorusunu,
Mevlevilerin çok az değindikleri bu İâik' soruyu, Celâl dindar okurlarını daha fazla
öfkelendirmemek için yazısında dikkatle bir kurcaladıktan sonra, asıl konusuna geçiyordu.
Mevlâna bütün hayatı boyunca kendisini harekete geçirecek, kendisini alevlendirecek bir '
öteki'ni, kendi yüzünü ve ruhunu yansıtacak bir aynayı aramıştı. Hücrede yaptıkları ve
konuştukları şeyler, bu yüzden, tıpkı Mevlâna'nın eserleri gibi, birden fazla kişinin kılığına
bürünmüş tek bir kişinin ya da tek kişi kılığına girmiş birden fazla kişinin işleri, sözleri ve
sesleriydi. Çevresindeki budala (ve vazgeçemediği) müridlerinin hayranlığına ve on üçüncü
yüzyılda bir Anadolu kentindeki boğucu havaya dayanabilmesi için çünkü, şairin her zaman
dolabında sakladığı tebdil-i kıyafet araçları gibi, yanında tuttuğu, sırasında kişiliğine bürünerek
ferahlayabileceği başka kimliklere ihtiyacı vardı. Celâl, bu derin isteği kendi başka yazılarından
ödünç aldığı bir imgeyle pekiştirmişti: "Tıpkı, budala bir ülkede, dalkavuklar, zalimler ve
fakirler arasında hüküm sürmeye dayanamayan bir padişahın geceleri giyip sokaklarda gezerek
rahatlayabilmek için dolabında sakladığı köylü elbiseleri gibi."
Galip'in beklediği gibi, dinine bağlı okurların ölüm tehditleriyle ve Cumhuriyetçi lâik okurların
da tebrik mektuplarıyla karşılanan bu köşe yazısından bir ay sonra, Celâl, gazete patronunun
bir daha dönmemesini rica ettiği bu konuyu bir daha açmıştı.
Yeni yazıda Celâl bütün Mevlevilerin bildiği bazı temel olguların üzerinden geçiyordu önce:
Mevlâna'nın ne idüğü belirsiz bir dervişe bu kadar yakınlık göstermesini kıskanan öbür
müridler, Şems'i sıkıştırıp ölümle tehdit etmişler. Bunun üzerine karlı bir kış günü 15 Şubat
1246'da (Dizgi hatalarıyla dolu lise kitaplarını hatırlatan Celâl'in bu kesin tarih tutkusunu Galip
çok seviyordu) Şems Konya'da kaybolmuştu. Sevgilisinin ve bürünebileceği ikinci kişiliğin yok
olmasına dayanamayan Mevlâna, bir mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu anlayınca "aşkını"
(Celâl bu kelimeyi okuyucularını daha da şüphelendirmek için, tırnak içinde kullanıyordu hep.)
geri getirtmiş, onu evlatlık kızlarından biriyle de hemen evlendirtmişti. Ancak, bundan sonra
Şems'in çevresindeki kıskançlık çemberi yeniden daralmaya başlayacak, çok geçmeden 1247
yılı aralık ayının beşinci perşembe günü, aralarında Mevlâna'nın oğlu Alaaddin de olan bir
kalabalık tarafından Şems pusuya düşürülüp bıçaklanarak öldürülecek, aynı gece pis ve soğuk
bir yağmur yağarken cesedi Mevlâna'nın evinin bitişiğindeki bir kuyuya atılacaktı.
Yazının Şems'in cesedinin atıldığı bu kuyuyu anlatan bundan sonraki satırlarında Galip
kendisine hiç de yabancı gelmeyen bir şeyler buldu. Celâl'in kuyu, kuyuya atılan ceset, cesetin
yalnızlığı ve hüznü üzerine yazdıkları Galip'e yalnızca korkutucu ve tuhaf gelmekle kalmadı,
cesedin atıldığı yedi yüzyıllık kuyuyu bizzat kendi gözüyle gördüğü, taşları, Horasanı sıvayı
seçtiği duygusuna kapıldı. Yazıyı birkaç kere okuduktan sonra, bir içgüdüyle seçtiği başka
yazılara göz gezdirirken, aynı tarihlerde Celâl'in bir apartman aralığını anlatığı köşe yazısında
kuyuyu tasvir ederken kullandığı bazı cümleleri olduğu gibi kullandığını ve iki yazıda da aynı
üslubu başarıyla koruduğunu keşfetti.
Daha sonra, Celâl'in Hurufilik üzerine yazdıklarının içine girdikten sonra okusaydı hiç
aldırmayacağı bu küçük oyuna önem vererek Galip masasının üzerine yığdığı yazıları bir de bu
gözle okumaya başladı. İşte o zaman Galip, Celâl'in yazılarını okudukça çevresindeki eşyaların
neden değiştiğini, neden bütün masaları, perdeleri, lambaları, küllükleri, sandalyeleri,
kaloriferin üzerindeki makası, ıvır zıvırı birbirine bağlayan o derin anlamın ve iyimserliğin çekip
gittiğini anladı.
Celâl, Mevlâna'dan kendinden sözeder gibi sözediyor, kelimeler, cümleler arasında ilk bakışta
göze çarpmayan sihirli bir yer değiştirmeden yararlanarak, kendini Meviâna'nın yerine
koyuyordu. Galip, Celâl'in kendinden sözettiği bazı yazılarda ve Mevlâna'dan sözcttiği 'tarihi'
yazılarında aynı cümleleri, paragrafları, bunlardan öte, kederle ördüğü aynı üslubu kullandığını
bir kere daha görünce, bu yer değiştirmeden emin oldu. Bu tuhaf oyunu korkutucu yapan şey,
Celâl'in özel defterlerinde, yayımlanmamış yazı müsvettelerinde, tarih sohbetlerinde, Şeyh
Galip üzerine yazdığı denemelerinde, rüya yorumlarında, İstanbul hatıralarında ve birçok köşe
yazısında kaleme aldıklarıyla desteklenmesiydi.
Kendisini hep bir başka kişi olarak gören kıralların, bir başka birisi olabilmek için saraylarını
yakan Çin İmparatorlarının, geceleri kıyafet değiştirip halk arasına karışmayı artık bir hastalık
haline getirip, günlerce saraydan ve devlet işlerinden uzak kalan padişahların hikâyelerini 'İster
İnan İster İnanma' köşesinde Celâl yüzlerce kere anlatmıştı. Yarı kalmış anı benzeri
hikâyecikleri yazdığı bir defterde Celâl'in kendini sıradan ve sade bir yaz günü içinde sırasıyla
Leibniz, ünlü zengin Cevdet Bey, Muhammed, gazete patronu, Anatole France, başarılı bir ahçı,
vaaz veren ünlü bir imam, Robinson Crusoe, Balzac ve üzerleri utançla çizilmiş altı kişi daha
olarak gördüğünü okudu Galip. Meviâna'nın pullar ve afişlerde görülen resimlerinin
karikatürlerine baktı; üzerinde Mevlâna Celâl yazan bir sandukanın beceriksizce çizilmiş
resmine rastladı. Yayımlanmamış bir köşe yazısı ise şu cümleyle başlıyordu: "Meviâna'nın en
büyük eseri denen Mesnevi baştan sona bir çalıntıdır!"
Bu cümlenin arkasından akademik yorumcuların saygısızlık korkusu ve gerçek kaygısı arasında
gidip gelen bir üslupla gösterdikleri benzerliklere abartılarak işaret edilmişti. Mesnevi'deki
falanca hikâye 'Kelile ve Dimne'den alınmış, filanca hikâye Attar'm 'Mantık-ut Tayr'ından
yürütülmüş, beriki anekdot olduğu gibi 'Leyla ve Mecnun'dan kaldırılmış, ötekisi 'Menâkıb-ı
Evliya'dan aşırılmıştı. Galip hikâyeleri yürütülen bu kaynakların uzayan listesi içinde 'Kıssas-ı
Enbiya'yı, 'Binbir Gece Masalları'm ve İbn Zer-hani'yi de gördü. Bu listenin sonuna Celâl
başkalarından hikâye yürütmek üzerine Meviâna'nın düşüncelerini eklemişti. Galip hava
kararırken içinde daha da koyulaşan karamsarlıkla birlikte bu
düşünceleri yalnızca Meviâna'nın düşünceleri gibi değil, aynı zamanda kendisini Meviâna'nın
yerine koyan Celâl'in düşünceleri gibi okudu.
Celâl'e göre kendileri olmaya uzun süre katlanamayan, ancak bir başkasının kişiliğine
büründükleri zaman huzur bulan bütün insanlar gibi Mevlâna da, bir hikâyeye başladığında
ancak bir başkasının anlattıklarım söyleyebiliyordu. Zaten bir başkası olmak için yanıp tutuşan
bütün mutsuzlar için hikâye anlatmak, kendi sıkıcı gövdeleri ve ruhlarından kurtulabilmeleri
için keşfedilen bir hileydi. Bir hikâye anlatabilmek için bir hikâye anlatmak istiyordu. Tıpkı
Binbir Gece Masalları gibi, bir hikâye bitmeden bir ikincisi başlayan, o ikincisi bitmeden
üçüncüsüne geçilen, bitmeyen hikâyelerin, tıpkı tüketilemeyen, ama kısa bir sürede bıkılan
insan kişilikleri gibi hep arkada bırakıldığı, tuhaf ve düzensiz bir 'kom-pozisyon'du Mesnevi.
Galip, Mesnevi ciltlerini karıştırırken müstehcen hikâyelerin yanlarının çizildiğini, bazı sayfaların
öfkeli bir yeşil kalemle soru işaretlerine, ünlemlere, karalamaya varan düzeltmelere
boğulduğunu gördü. Mürekkep ve pislik içindeki bu sayfalarda anlatılan hikâyeleri aceleyle
okuduktan sonra, çocukluğunda, gençliğinde özgün köşe yazısı diye okuduğu birçok hikâyeyi
Celâl'in 'Mesnevi'den alarak çağımız İstanbul'una uyarladığını anladı.
Galip, Celâl'in nazire sanatı üzerine, tek gerçek hünerin bu olduğunu söyleyerek saatlerce
konuştuğu geceleri hatırladı: Rüya, yolda aldıkları pastaları atıştırırken, Celâl birçok köşe
yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımıyla yazdığını söyler, önemli olanın yeni bir şey
'yaratmak' değil, daha önceden, binlerce zekâ tarafından binlerce yılda yaratılmış olan
harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu
ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını ileri sürerdi. Galip'in sinirlerini bozarak
odadaki eşyaların, masanın üzerindeki kâğıtların gerçekliğine olan iyimser inancını iyice
kaybettiren şey, yıllarca Celâl'indir diye bellediği bazı hikâyelerin bir başkasının olduğunu
öğrenmesi değil, ama bu gerçeğin işaret ettiği başka bazı ihtimaller oldu.
Tıpkı yirmi beş yıl önceki halini taklit eden bu ev ve bu oda gibi, İstanbul'un bir başka yerinde,
gene aynı şekilde döşenmiş
başka bir ev ve oda olabileceği geldi aklına. O odada, aynı masada oturup hikâye anlatan
Celâl'le onu neşeyle dinleyen Rüya yoksa eğer, aynı masada oturan ve eski köşe yazıları
koleksiyonunu okuya okuya kaybettiği karısının izini bulabileceğini sanan Galip benzeri bir
bahtsız vardı. Tıpkı nesnelerin, resimlerin, plastik torbaların üzerlerindeki simgelerin
kendilerinden başka şeylerin işaretleri olması ve tıpkı Celâl'in her yazısının her okunuşta başka
anlama işaret etmesi gibi, kendi hayatının da her düşündüğünde başka bir anlamı olduğu ve
birbirini tren vagonları gibi amansızca izleyen bu anlamlar arasında kaybolabilcccği de geldi
aklına. Dışarıda hava kararmış, odanın içinde örümceklerle kaplı, ışıksız mah-zenlerdeki küf ve
ölüm kokusunu hatırlatan o elle dokunulabilir loş ışık birikmişti. Galip, istemeden içine
düşürüldüğü bu öteki dünya kâbusundan, bu hayâletimsi âlemden dışarı çıkabilmek için yorgun
gözlerle okumaya devam etmekten başka yolu olmadığını anlayıp masanın üzerindeki lambayı
yaktı.
Yarıda bıraktığı yerden, Şems'in cesedinin içine atıldığı örüm-cekli kuyuya döndü böylece.
Hikâyenin devamında şair, 'dostunun, sevgilisinin' kaybından kendinden geçmiş bir haldeydi.
Şems'in öldürüldüğüne, cesedinin kuyuya atıldığına bir türlü inanmıyor, dahası, kendisine
burnu dibindeki kuyuyu göstermek isteyenlere öfkeleniyor, 'sevgilisini' başka yerlerde aramak
için bahaneler uyduruyordu: Bundan önceki kayboluşunda yaptığı gibi Şems, Şam'a gitmiş
olamaz mıydı?
Mevlâna işte böyle Şam'a gitmiş, şehrin sokaklarında sevgilisini böyle aramaya başlamıştı.
Şehirdeki her sokağa, her odaya girmiş, her meyhaneye, her köşeye, her taşın altına bakmış,
sevgilisinin eski dostlarını, ortak tanıdıklarını, sevdiği mekânları, camileri, tekkeleri, her yeri bir
bir yoklamış, öyle ki, bir süre sonra aramak bulmaktan daha önemli bir iş olup çıkmıştı. Köşe
yazısının bu noktasında, okuyucu, arananla arayanın birbirleriyle yer değiştirdiği, bulmanın
değil hedefe doğru yürümenin, kayıp sevgilinin değil bahanesi olduğu aşkın öne çıktığı mistik
ve panteist bir âlemin afyon dumanları, gül suları ve yarasalar arasında buluyordu kendini.
Şairin büyük şehrin sokaklarında başından geçen çeşitli maceraların, tarikat yolcusunun
gerçekliğe kavuşmak, kemâle ermek için aşması gereken mertebelere denk düştüğü kısaca
gösteriliyordu: Sevgili-
nin kaçtığının anlaşıldığı şaşkınlık sahnesiyle onun peşine düşme, 'nef-i isbat' aşamasına uygun
düşüyorsa, sevgilinin eski dostlarının ve düşmanlarının görüldüğü ve ayak bastığı köşelerin ve
can yakan anılarla kaynaşan eski eşyalarının incelendiği sahneler 'çile'-nin çeşitli aşamalarına
denk düşüyordu. Kerhane sahnesi, sevgi içinde erimekse Hallac-ı Mansur'un ölümünden sonra
evinde bulunan şifreli mektuplar misali takma adlar, edebi tuzaklar ve kelime oyunlarıyla bezeli
yazıların cennet ve cehneminde kaybolmak Attar'ın da işaret ettiği esrar vadisinde kaybolmak
demek oluyordu. Geceyarısı meyhanede her biri bir başka 'aşk hikâyesi' anlatan hikayeciler,
Attar'ın Mantık-ül Tayr'mdan çıkmaysa, şehrin esrarla kaynaşan sokakları, dükkânları,
pencereleri arasında yürüye yürüye sarhoş olan şairin Kaf Dağı'nda aradığı şeyin kendisi
olduğunu anlaması da gene aynı kitaptan alınmış bir fena-i mutlak (mutlak içinde erime)
örneği oluyordu vs.
Celâl'in uzun köşe yazısı öbür mutasavıfların arayanla arananın birliği üzerine gösterişli ve
aruzlu mısralarıyla süslenmiş, Şam'da aylar süren araştırmalarından yorgun düşen Mevlâna'nın
şu ünlü mısraı da şiir çevirisinden nefret eden Celâl'in düzyazısıy-la eklenmişti: "Madem ki ben
o'yum!" demiş şehrin esrarında kaybolduğu günlerin birinde şair, "Niye artık arıyorum ki
öyleyse?" Köşe yazısının bu doruk noktasını Celâl bütün Mevlevilerin gururla tekrarladığı şu
edebi gerçekle bitiriyordu: Bu aşamadan sonra, Mevlâna, o ara döktürdüğü şiirlerini, kendi
adını değil, 'Divan-ı Şemsi Tebrizi' adını vererek toplamıştı.
Tıpkı çocukluğundaki gibi, bu köşe yazısının Galip'i daha çok ilgilendiren yanı arama ve
araştırmaların polisiye kurgu kısmı oldu. Celâl burada, tasavvuf hikayeleriyle gönlünü aldığı
dindar okuyucularını yeniden öfkelendiren, lâik ve cumhuriyetçi okuyucularını ise keyiflendiren
şu sonuca ulaşıyordu: "Şems'i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlâna'nın
kendisidir!" Celâl savını Beyoğlu ve adliye muhabirliği yaptığı bin dokuz yüz ellilerde yakından
tanıdığı Türk polis ve savcısının sık sık kullandığı bir yöntemle kanıtlamıştı. Sevgilinin
öldürülmesiyle bundan en çok yarar sağlayan kimsenin Mevlâna olduğunu, bu sayede sıradan
bir hoca olmaktan en büyük tasavvuf şairi mertebesine çıktığını, suçlamaya alışmış bir kasaba
savcısının üslubuyla hatırlattıktan sonra, o za-
man bu cinayeti herkesten çok onun istemiş olacağını belirtiyordu. İstemekle yaptırtmak
arasındaki hıristiyan romanlarına özgü ince hukuki köprüyü de, suçluluk duygusunun belirtileri
ve acemi katillerin bilinen numaraları olan ölüme inanmamak, deli divane olmak, gidip de
kuyudaki cesede bakamamak gibi tuhaflıklarla geçiyor, hemen sonra Galip'i derin
umutsuzluğun içine iyice gömen öteki konuyu açıyordu: Cinayetten sonra suçlunun Şam
sokaklarında aylar süren araştırmaları, bütün şehri baştan aşağı defalarca taraması, o zaman,
neyin işareti olabilirdi acaba?
Galip, Celâl'in bu konuya köşe yazısında gözüktüğünden çok daha fazla bir zaman verdiğini
defterlerin içindeki bazı notlardan ve eski futbol maçı (Türkiye:3-Macaristan:l) ve sinema
biletlerini (Tenceredeki Kadın', 'Eve Dönüş') sakladığı bir kutuda bulduğu Şam haritasından -
anladı. Haritada Mevlâna'nın Şam'da yaptığı araştırmalar yeşil bir tükenmez kalemle
işaretlenmişti. Öldürüldüğünü çok iyi bildiği Şems'i aramadığına göre, Mevlâna şehirde başka
bir şey yapıyor olmalıydı, ama neydi o şey? Şairin şehirde uğradığı her "köşe işaretlenmiş,
ayak bastığı mahallelerin, hanların, kervansarayların, meyhanelerin adları haritanın arka
tarafına yazılmıştı. Alt alta sıralanan bu adların uzayıp giden listedeki harflerinden,
hecelerinden Celâl bir anlam çıkarmaya çalışmış, gizli bir simetriyi aramıştı.
Hava karardıktan çok sonra Galip, Binbir Gece Masalları'n-daki polisiye hikâyelere ('Civa Ali',
'Akıllı Hırsız' vs.) ilişkin bir köşe yazısını yayımladığı tarihlerde, Celâl'in eline geçen ıvır zıvırı
sakladığı bir kutuda bir Kahire haritasıyla, İstanbul Belediyesinin 1934 tarihli Şehir Rehberi'ni
de buldu. Beklediği gibi Binbir Gece Masalları'ndaki hikâyeler Kahire haritasına yeşil bir
tükenmez kalemin çizdiği oklarla işaretlenmişti. Şehir Rehberi'nin bazı sayfalarındaki
haritalarda ise aynı kalemle olmasa bile, aynı yeşille çizil-mişbazı oklar gördü. Karmakarışık
haritalar içerisinde, yeşil okların serüvenlerini izlerken İstanbul'da bir hafta süren kendi
gezintilerinin haritasını da görür gibi oldu. Bunun bir yanılsama olduğuna kendini inandırmak
için, yeşil okun kendisinin ayak basmadığı hanlara, girmediği camilere, çıkmadığı yokuşlara
uğradığını hatırlattı kendine, ama kendisi de bitişikteki hanlara uğramış, yakındaki camilere
girmiş, aynı tepelere çıkan yokuşları tırmanmıştı: Bü-
tün İstanbul, haritadan nasıl gösterilirse gösterilsin, aynı yolculuğa çıkmış insanlarla
kaynaşıyordu demek ki!
Böylece Şam, Kahire ve İstanbul haritalarını yıllar önce Celâl'in Edgar Allen Poe'dan
esinlenerek yazdığı bir köşe yazısında öngördüğü gibi yan yana getirdi. Bunu yapabilmek için
Belediye Şehir Rehberi'nin ciltli sayfalarını, banyodan aldığı ve Celâl'in sakalları üzerinde
gezindiği tel tel kanıtlarıyla belli olan bir jiletle yırtması gerekmişti. Üç haritayı yan yana
getirince büyüklükleri de birbirini tutmayan bu çizgi ve işaret parçacıklarıyla ne yapacağını
kestiremedi önce. Sonra, tıpkı çocukluklarında Rüya ile bir dergiden bir resim kopye ederken
yaptıkları gibi, onları oturma odasının camlı kapısına üst üste bastırıp arkalarından vuran
lambanın ışığında seyretti. Daha sonra Celâl'in annesinin, bir zamanlar aynı masanın üzerine
yaydığı elbise patronlarına bakar gibi, haritaları masaya yayıp bir bilmeceyi tamamlayacak
parçalar olarak görmeye çalıştı: Üst üste oturan haritalar içinde belli belirsiz seçebildiği tek şey
iyice yaşlanmış bir ihtiyarın kırış kırış ve rastlantısal yüzü oldu.
Bu yüze o kadar uzun bir süre baktı ki, onu uzun bir zamandır tanıdığı duygusuna kapıldı.
Tanışıklık duygusu ve gecenin sessizliği Galip'e huzur verdi. Bu huzur sanki daha önceden
yaşanmış, tasarlanmış, bir başkası için de öngörülmüş güven verici bir duyguydu. Galip
içtenlikle Celâl'in kendisini yönlendirdiğini düşündü. Yüzlerin anlamından sözettiği bir yığın
yazısı vardı Celâl'in, ama Galip'in aklına, Celâl'in yabancı kadın artistlerin yüzlerine bakarken
duyduğu bir 'iç huzuruna' ilişkin bazı cümleleri geliyordu. Celâl'in gençliğinde kaleme aldığı
sinema yazılarını kutu-* dan çıkarmaya böyle karar verdi.
Eski sinema yazılarında Celâl, bazı Amerikan yıldızlarının yüzlerinden, mermer ve saydam
heykellerden, bir gezegenin görünmeyen ipeksi tarafının yüzeyinden, uzak ülkelerin rüyaları
hatırlatan hafif masallarından sözeder gibi acı ve özlemle sözediyor-du. Galip bu satırları
okurken, Celâl'le aralarındaki ortak sevgi noktasının Rüya'dan ve hikâyelerden çok, belli
belirsiz duyulan hoş bir müziği hatırlatan bu özlemin ahengi olduğunu hissetti: Haritada,
yüzlerde, kelimelerde Celâl'le birlikte bulduğu şeyi seviyor ve ondan korkuyordu da. Sinema
yazılarının içine bu müziği bul-
mak için daha fazla girmek isterdi, a'ma çekindi, durakladı: Celâl ünlü Türk oyuncularının
yüzlerinden hiç de aynı üslupla sözetmi-yordu: Türk oyuncularının yüzleri CelâPe şifresiyle
birlikte anlamları da unutulup kaybolmuş yarım asırlık savaş telgraflarını hatırlatıyordu.
Sabah kahvaltısını ederken, yazı masasına yerleşirken bütün gövdesini saran iyimserliğin şimdi
neden çekip gittiğini de artık çok iyi biliyordu: Sekiz saatlik bir okuma sonunda kafasındaki
Celâl imgesi bütünüyle değişmiş, böylece sanki kendisi de başka birisi olmuştu. Sabah
iyimserlikle dünyaya inanırken, sabırla çalışarak bu dünyanın kendisinden sakladığı temel bir
sırrı çözüvereceğini saflıkla düşünürken, içinde başka biri olma özlemi yoktu hiç. Ama şimdi,
dünyanın sırları kendinden uzaklaştıkça ve tanıdığını sandığı bu odadaki eşyalarla yazılar
bilinmedik bir dünyanın anlaşılmaz nesnelerine ve kimliğini çıkaramadığı yüzlerin haritalarına
dönüştükçe Galip bütün dünyayı bu umutsuz ve sıkıcı bakışla gören kişiden kurtulmak, bir
başkası olmak istiyordu. Celâl'in Mev-lâna ve Mevlevilikle ilişkisini açıklayabilecek son ipucunun
peşinden gitmek için bazı anılarından sözettiği köşe yazılarını okumaya başladığında, şehirde
akşam yemeği vakti gelmiş, pencerelerden Teşvikiye Caddesine televizyonların mavi ışıkları
vurmaya başlamıştı.
Celâl Mevleviliğe, yalnızca okuyucularının anlaşılmaz bir bağlılık duygusuyla bu konuya
dalacaklarını bildiği için değil, üvey babası bir Mevlevi olduğu için de ilgi duymuştu. Annesinin
Avrupa'dan ve Kuzey Afrika'dan bir türlü geri dönmeyen Melih-Amcadan ayrılmak zorunda
kaldıktan sonra, dikiş dikerek oğlunu ve kendisini geçindiremediği için evlendiği bu adamın
Yavuz Sultan'in arka sokaklarında, Bizans'dan kalma bir sarnıcın yanıbaşın-daki bir
Mevlevihaneye devam ettiğini Galip, Celâl'in laik bir öfke ve Voltaire'ce bir mizahla tasvir ettiği
gizli bir ayine giden "hım hım kambur bir avukat"in varlığından anladı. Bu üvey babayla aynı
çatı altında yaşadığı günlerde para kazanmak için Celâl'in sinemalarda yer göstericiliği
yaptığını, karanlık ve kalabalık salonlarda çıkan kavgalarda sık sık dayak atıp dayak yediğini,
film aralarında gazoz sattığını, gazoz satışını arttırmak için çörekçiyle anlaşıp çöreklere tuz ve
biber koydurttuğunu okurken Galip, kendini
yer göstericinin, kavgacı seyircilerin, çörekçinin ve en sonunda, iyi bir okur gibi Celâl'in de
yerine koydu.
Böylece Celâl'in Şehzadebaşı'ndaki sinemadaki işinden ayrıldıktan sonra yanına girdiği ciltçinin
tutkal ve kâğıt kokan dükkânında geçen günlerini anlatan anı yazısını okurken gözüne çarpan
bir cümle, Galip'e bir an kendi durumuna ilişkin çok önceden düşünülmüş bir öngörü olarak
gözüktü. Anılarında kendilerine acıklı ve övünülecek bir geçmiş icat eden bütün yazarların
kullandığı sıradan cümlelerden biriydi bu: "Elime ne geçerse okurdum," diye yazmıştı Celâl ve
Celâl hakkında eline ne geçerse okuyan Galip, Celâl'in ciltçi dükkanındaki günlerinden değil,
kendisinden sözetti-, ğini anlamıştı.
Geceyarısı sokağa çıkana kadar Galip bu cümleyi her aklına getirişinde onu Celâl'in o anda
kendisinin ne yaptığını bildiğinin bir kanıtı olarak gördü. Böylece bir haftalık çabasını kendisinin
Celâl ve Rüya'nın izleri peşinden gittiği bir araştırma olarak değil, Celâl'in (ve belki de
Rüya'nın) kendisi için kurdukları bir oyunun parçası olarak gördü. Bu düşünce Celâl'in insanları
küçük tuzaklar, belirsizlikler ve yazılarla, uzaktan usulca yönetme isteğine de denk düştüğü
için, Galip, bu yaşayan müzedeki araştırmalarının artık kendisinin değil, Celâl'in özgürlüğünün
belirtileri olduğunu düşünüyordu.
Yalnızca bu boğucu duyguya ve okumaktan ağrıyan gözlerinin acısına dayanamadığı için değil,
mutfakta yiyecek bir şey bulamadığı için de bir an önce evden çıkmak istiyordu. Kapının
yanındaki dolaptan Celâl'in koyu lacivert paltosunu çıkarıp giydi ki, kapıcı İsmail ile karısı
Kamer hâlâ uyumamışlarsa uykulu gözlerle kapıdan çıkışını görecekleri bacakları ve paltoyu
Celâl'in sansınlar. Lambaları,yakmadan merdivenleri indi, kapıcı dairesinin sokak kapısına
bakan alçak penceresinden hiçbir ışık sızmadığını gördü. Anahtarı olmadığı için sokak kapısını
bütünüyle çekmedi. Kaldırıma adımını atarken ürperdi bir an: Uzun zamandır düşün-memeye
çalıştığı telefondaki kişinin karanlığın bir köşesinden çıkıp geleceğini düşledi. Hiç de yabancı
olmayacağını sezdiği bu adamın elinde yeni bir askeri darbenin hazırlıklarını kanıtlayacak
dosyanın değil, daha korkunç ve daha ölümcül bir şeyin olabileceğini de hayâl etti, ama
sokakta kimsecikler yoktu. Sokaklarda yü-
rürken telefondaki bu sesin kendisini izlediğini kurdu. Hayır, kendisini kendinden başka
kimsenin yerine koymuyordu. "Her şeyi olduğu gibi görüyorum," diye düşündü karakolun
önünden geçerken. Ellerinde makineli tüfekler, karakolun önünde nöbet tutan polisler ona
uykulu ve şüpheli baktılar. Galip duvarlarda gördüğü afişlerin, neon lambaları cızırdayan
reklâm panolarının ve siyasal sloganların üzerlerindeki harfleri okumamak için önüne baka
baka yürüdü. Nişantaşı'ndaki bütün lokantalar ve büfeler kapalıydı.
Çok sonra, hâlâ eriyen kar sularının yağmur oluklarında kederli sesler çıkararak aktığı
kaldırımlardan, at kestanesi, servi ve çınar ağaçlarının altından kendi ayak seslerini ve mahalle
kahvelerinden gelen gürültüyü dinleyerek uzun uzun yürüdükten ve Kara-köy'deki bir
muhallebicide de karnını tıka basa tavuk, çorba ve ekmek kadayıfıyla doldurduktan sonra, bir
manavdan meyve, bir büfeden ekmek peynir alıp Şehrikalp Apartmanına döndü.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HİKÂYE ANLATAMAYANLARIN HİKÂYESİ
'"Evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha; işte bunu anlıyor re hayran
oluyorum buna. Tanı ayın şeyi ben de yüzlerce kere düşünmüştüm.'' Başka deyişle, bu adanı
bana kendi zekâmı hatırlattı ve bu yüzden ona hayranlık duyuyorum."
Coleridge
Hayır, biz farkına bile varmadan bütün hayatımızın içine gömüldüğü esrarı deşifre eden en
önemli yazım Şam, Kahire ve İstanbul haritaları arasındaki inanılmaz benzerlikleri ortaya
koyduğum on altı yıl dört ay önceki incelemem değildir. (İsteyenler Darb-el Müstakim, bizim
Kapalıçarşı ve Halili Hanının şehrin içinde birer mim gibi duruşu ve bu mimlerin hangi yüzü
hatırlattığını o yazımdan öğrenebilirler.)
Hayır, bir zamanlar gene aynı cinsten bir heyecanla kaleme sarılarak anlattığım, zavallı Şeyh
Mahmut'un, tarikatının sırlarını bir Frenk casusuna ölümsüzlük karşılığında satıp, sonra pişman
olmasının iki yüz yirmi yıllık hikâyesi de değildir en 'en anlamlı' hikâyem. (Şeyhin, kendi yerine
geçerek, kendi ölümsüzlüğünü yüklenecek bir fedai bulabilmek için, savaş meydanlarında
kanlar içinde can çekişen cengâverleri nasıl kandırmaya çalıştığını öğrenmek isteyenler, o
yazımdan okuyabilirler.)
Bir zamanlar sözünü ettiğim Beyoğlu haydutlarının, hafızasını kaybeden şairlerin, sihirbazların,
çift kimlikli şarkıcı kadınların, iflah olmaz âşıkların hikâyelerini hatırladıkça, bugün en önemli
gördüğüm konuyu hep atladığımı, ıska geçtiğimi ya da tuhaf bir tutuklukla konunun çevresinde
dolaştığımı anlıyorum. Ama yalnız ben değilim ki bunu yapan! Otuz yıldır yazıyorum, yazdığım
kadar olmasa bile, ona yakın zamanı okumaya verdim; ne Doğu'dan ne Batı'dan bir yazarın
şimdi anlatacağım gerçeğe dikkat çektiğini gördüm hiç.
Şimdi, şu yazacaklarımı okudukça, anlattığım yüzleri bir bir
gözünüzün önüne getirin lütfen. (Zaten okumak yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz
sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki?) Aklınızın beyaz perdesinde Doğu
Anadolu şehirlerinin birinde bir attar dükkânı canlandırın. Havanın erkenden karardığı soğuk
kış öğleden sonrasında, çarşıda pek bir hareket olmadığı için, dükkânını çırağa bırakan karşı
berber, emekli bir ihtiyar, berberin küçük kardeşi ve oraya alışverişten çok, ahbaplık için gelen
mahalleden bir müşteri, attarın dükkânında sobanın çevresinde toplanmışlar, gevezelik
ediyorlar. Askerlik anılarını anlatıyorlar, gazeteler karıştırılıyor, dedikodu ediliyor, arada bir
gülüşülüyor da; ama en az anlattığı, kendini en az dinletebildiği için, huzursuz olan biri var
aralarında: Berberin kardeşi. Onun da ötekiler gibi anlatacak hikâyeleri, şakaları var aklında;
ama o kadar istemesine rağmen, anlatmayı, hikâye etmeyi, parlak olabilmeyi bilmiyor. Bütün
öğleden sonra, bir kere olsun bir hikâye anlatmaya kalktığında öbürleri, farkına bile varmadan,
onun sözünü kesiyorlar. Şimdi, sözü kesildiği, hikâyesi yarıda kaldığı zaman berberin
kardeşinin yüzünün aldığı ifadeyi gözünüzün önüne getirin lütfen.
Batılılaşmış, ama pek de öyle zenginleşememiş İstanbullu bir doktor ailesinin evinde yapılan
bir nişan törenini düşünün lütfen: Evi bütünüyle işgal eden konuklardan bir kısmı, nişanlanan
kızın odasında, üzerine paltolar yığılmış yatağın çevresinde bir ara, gelişigüzel toplanıyorlar.
Güzel ve sevimli bir genç kızla ona ilgi duyan iki erkek de var aralarında: Biri öyle pek yakışıklı
ya da fazla akıllı da değil, ama girgin ve geveze. Bu yüzden, odadaki amcalarla birlikte güzel
kız da onun hikâyelerini dinliyor, ona dikkat ediyor. Geveze delikanlıdan daha akıllı ve duyarlı,
ama kendisini din-letebilmeyi bilmeyen öteki delikanlının yüzünü düşünün şimdi lütfen.
Şimdi de, ikişer yıl arayla, üçü de evlenmiş ve en küçüklerinin evliliğinden iki ay sonra,
annelerinin evinde toplanmış üç kız-kardeş düşünün lütfen. İçinde kocaman bir duvar saatinin
tiktakla-nnın işitildiği ve kafesinde sabırsız bir kanaryanın tıkırdadığı orta halli bir tüccar
ailesinin evinde, kış öğleden sonrasının kurşuni ışığında çay içerlerken, her zaman neşeli her
zaman konuşkan en küçük kızkardeş, iki aylık evlilik deneyimini öyle bir anlatıyor, kimi
durumları, gülünç olayları öyle bir hikâye ediyor ki, bu durumları
yıllardır yaşamasına rağmen, en büyük ve en güzel abla, belki kendi hayatında, belki kendi
kocasında bir eksiklik olduğunu düşünüyor hüzünle. Şimdi de, bu hüzünlü yüzü gözlerinizin
önüne getirin lütfen!
Düşündünüz mü? Hepsi tuhaf bir şekilde birbirlerine benzemiyor mu bu yüzlerin? Bu kişileri
tıpkı derinden derine birbirlerine bağlayan o görünmez bağ gibi, yüzlerini de birbirine benzeten
bir şey yok mu sizce? Sessizlerin, anlatmayı bilmeyenlerin, kendini dinletemeyenlerin, önemli
gözükmeyenlerin, dilsizlerin, o iyi cevabı hep olaydan sonra evde düşünenlerin, insanların
hikâyelerini merak etmediği o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha anlamlı, daha dolu değil mi?
Sanki anlatamadıkları hikâyelerin harfleriyle kaynaşıyor bu yüzler, sanki sessizliğin, ezikliğin,
hatta yenilginin işaretleri var onlarda. Kendi yüzünüzü de düşünmüştünüz değil mi bu yüzlerin
içinde? Ne kadar kalabalığız hepimiz, ne kadar acıklıyız hepimiz; ne kadar çaresisiz çoğumuz!
Ama sizleri gene kandırmak istemem: Ben sizlerden biri değilim. Eline kâğıt kalem alıp bir
şeyler döktürebilen, bu döktürdüklerini de başkalarına iyi kötü okutabilen kişi, biraz olsun
kurtulmuş sayılır bu hastalıktan. İşte bunun için, belki de bu en önemli insanlık durumundan
hakkıyla söz edebilen bir yazara rastgelme-" dim hiç. Artık elime kalemi her alışımda yalnızca
bir tek konu olduğunu anlıyorum: Yüzlerimizin gizli şiirine, bakışlarımızın korkunç esrarına
girmeye çalışacağım artık, hazırlanın.
BEŞİNCİ BÖLÜM YÜZLERDEKİ BİLMECELER
"Genellikle yüzlerdir farkettneden geçti&mtiz." Lewis Carroll
Salı sabahı Galip üzeri köşe yazılarıyla kaplı masaya oturduğunda bir önceki sabahki kadar
iyimser değildi. Bir günlük çalışmadan sonra aklındaki Celâl imgesi hiç istemediği bir şekilde
değişmiş, sanki bu yüzden de araştırmalarının hedefi belirsizleşmiş-ti. Köşe yazılarını,
koridordaki dolaptan çıkardığı notlarını okuyarak Celâl ile Rüya'nın gizlendiği yere ilişkin bazı
varsayımlar kurmaktan başka bir çaresi olmadığı için masada oturup okurken, bir felaket
karşısında yapılabilecek tek şeyi yapabilmenin gönül rahatlığını hissediyordu. Üstelik,
çocukluğundan beri anılarıyla mutlu olduğu bu odada oturup Celâl'in yazılarını okumak,
Sirkeci'deki tozlu yazıhanede ev sahibinin saldırılarından korunmak isteyen kiracıların
sözleşmeleriyle, birbirlerini kazıklayan demir ve halı tüccarlarının dosyalarını okumaktan iyiydi.
Bir felaket sonucu da olsa, daha ilgi çekici bir görevle daha iyi bir çalışma masasına verilmiş bir
memurun heyecanı vardı içinde.
Sabahın ikinci kahvesini içerken bu heyecanla elindeki bütün ipuçlarını yemden gözden geçirdi.
Kapının altından atılan Milliyet gazetesindeki 'Özürler ve Alaylar' başlıklı köşe yazısının yıllarca
önce bir kere daha yayımlandığını hatırladığına göre, Celâl pazar günü gazeteye yeni yazı
vermemişti. Bu, gazetede yayımlanan eski yazıların altmcısıydı. Yedekler dosyasında da
yalnızca bir günlük yazı kalmıştı. Otuz altı saat içinde Celâl gazeteye yeni yazı yetiştir-mezse
perşembeden başlayarak köşesi boş kalacak anlamına geliyordu bu. Otuz beş yıldır her sabah
güne Celâl'in yazısıyla başladığı, Celâl öbür köşe yazarları gibi hastalık ya da izin bahanesiyle
köşesini bir kere olsun terketmediği için Galip gazetenin ikinci sayfasında açılabilecek bu
boşluğu her düşünüşünde yaklaşmakta olan bir felâketin dehşetini hissediyordu. Boğaz'in
sularının çekileceği günü hatırlatıyordu bu felâket.
Ulaşabileceği bütün ipuçlarına açık olmak için apartman dairesine girdiği akşam fişten çektiği
telefonu gene fişine taktı. Telefonda kendini Mahir İkinci olarak tanıtan o sesle konuştuklarını
gözden geçirdi. Adamın 'sandık cinayeti' ve askeri darbe üzerine söyledikleri Galip'e, Celâl'in
bazı eski köşe yazılarını hatırlattı. Onları kutulardan çıkardı, dikkatle okudu ve Celâl'in Mehdiler
üzerine bazı yazı ve paragraflarını hatırladı. Çeşitli yazılarının içine serpiştirilen bu parçacıkların
tarihlerini ve izlerini bulmak o kadar çok vaktini aldı ki, masaya oturduğunda bütün bir gün
çalışmış kadar yorgundu.
Altmışlı yılların başında Celâl köşe yazılarında bir askeri darbenin kışkırtıcılığını yaparken,
Mevlâna yazılarının gerekçelerinden birini hatırlamış olmalıydı: Bir düşünceyi geniş bir okur
yığınına kabul ettirmek isteyen bir köşe yazarı, okuyucularının belleklerinde, her biri
Karadeniz'in dibinde yüzyıllardır yatan kayıp kalyon leşleri gibi uyuyan o çürük düşünce ve anı
tortularını canlandırıp yüzdürmeyi bilmelidir! Bu amaçla Celâl'in tarihi kaynaklardan derlediği
hikâyeleri okurken, Galip kendi belleğinin tortularının da harekete geçmesini iyi bir okur gibi
bekledi, ama yalnızca hayâl gücü canlandı.
On ikinci imamın bir gün Kapahçarşı sokaklarında hileli terazi kullanan kuyumculara dehşet
saçacağını okurken, Silâhtar Tari-hi'nde hikâye edilen ve babası tarafından Mehdi ilân edilen
Şeyh oğlunun nasıl Kürt çobanlarıyla, demirci ustalarını peşinden sürükleyip kalelere
saldırdığını okurken ve rüyasında Muhammed'i Beyoğlu'nun çirkefle kaplı parke taşlarının
üzerinden geçen üstü açık beyaz bir Cadillac'ın arka koltuğunda gördükten sonra, orospuları,
çingeneleri, yankesicileri, garibanları, yurtsuzları, sigaracı çocukları, ayakkabı boyacılarını
büyük gangsterlerle pezevenklere karşı ayaklandırmak üzere kendini Mehdi ilân eden bulaşıkçı
çırağının hikâyesini okurken Galip okuduklarının renklerini kendi hayatının ve hayâllerinin
kiremit kırmızısı ve şafak turuncusu renkleri olarak gözünün önünde gördü. Hayâl gücü kadar
belleğini harekete geçiren hikâyelere de rastladı: Şehzadeliğinden ve padişahlığından sonra
kendini peygamber de ilân eden düzmece Avcı Mehmet'in hikâyesini okurken Celâl'in kendi
yerine köşe yazılarını yazabilecek bir 'Sahte Celâl' yetiştirebilmek için yapılması gereken-
leri tartıştığı (Benim hafızamı edinebilecek biri demişti merakla), bir akşam Rüya'nın her
zamanki uykulu ve iyimser bakışıyla gü-lümsediğini hatırladı. Aynı anda Galip ölümcül bir
tuzağa açılan tehlikeli bir oyuna sürüklendiğini hissederek korkmuştu.
Telefon defterinin içindeki ad ve adresleri tek tek telefon reh-berindeki ad ve adreslerle
karşılaştırarak yeniden okudu. Şüphesini çeken birkaç numarayı aradı: Biri Lâleli'deki bir
plastik atölye-siydi; bulaşık leğenleri, kovalar, çamaşır sepetleri yapıyorlardı; kalıp örneği
verilirse her renkte, her nesneden yüzlercesini bir hafta içinde teslim edebilirlerdi. İkinci
telefonu bir çocuk açtı, evde babası, annesi ve ninesiyle oturduklarını söyledi, baba evde
yoktu, anne telefonu kuşkuyla eline almadan önce adı anılmayan büyük ağabey söze karışıp
tanımadıkları kimselere adlarını vermediklerini söyledi. "Kimsiniz, kimsiniz?" dedi dikkatli ve
korkulu anne, "Yanlış numara."
Galip, Celâl'in otobüs ve sinema biletlerinin üzerine yazdıklarını okumaya başladığında vakit
öğleyi bulmuştu. Dikkatli bir elya-zısıyla Celâl, bazı filmler hakkında düşüncelerini, bazılarının
da oyuncularının adlarını yazmıştı. Galip bu oyuncu adlarının altlan çizili olanlarından bir anlam
çıkarmaya çalıştı. Otobüs biletlerinin üzerinde de bazı adlar ve kelimeler vardı: Bir biletin
üzerine Lâtin harflerinden oluşan bir yüz resmi çizilmişti. (On beş kuruşluk bir bilet olduğuna
göre altmışlı yılların başında kesilmiş olmalıydı) Biletin üzerindeki harfleri, bazı eski sinema
eleştirilerini, ilk röportajlardan bazılarını, (Ünlü Amerikan artisti Mary Marlove dün
şehrimizdeydi!) bitirilmemiş bulmaca taslaklarını, gelişigüzel seçtiği bazı okuyucu mektuplarını
ve Celâl'in üzerine yazı yazmayı planladığı bazı Beyoğlu cinayetlerine ilişkin gazete kesiklerini
okudu. Yalnızca kesici mutfak âletlerinin kullanılması, işlenme saatlerinin geceyarısı olması ve
katilin, maktulün ya da ikisinin de aşırı sarhoş olması bakımından değil, sert erkek duyarlılığına
ve "karanlık işlere girenlerin sonu budur!" ahlakçılığına yaslanan bir üslupla anlatıldıkları için
de cinayetlerin çoğu birbirlerini taklit eder gibiydiler. 'İstanbul'un Müstesna Köşeleri'ni
(Cihangir, Taksim, Lâleli, Kurtuluş) anlatan bazı gazete kesiklerinden Celâl, bu cinayetleri
yeniden anlattığı bazı köşe yazılarında yararlanmıştı. Aynı kutudan çıkan 'Tarihimizde İlkler'
diye başlayan bir dizi yazıdan Ga-
lip, Lâtin harfleriyle Türkiye'de ilk kitabı Maarif Kütüphanesi sahibi Kasım Bey'in 1928 yılında
yayımladığını hatırladı. Aynı adamın çıkardığı Saatli Maarif Takvimlerinin her gün kopartılan
yapraklarının üzerinde, Rüya'nın sevdiği yemek listelerinden, Atatürk'ün, İslâm büyüklerinin ve
Benjamin Franklin ve Bottfolio gibi yabancı ünlülerin özdeyişlerinden ve hoş şakalardan başka
namaz saatlerini gösteren kadran resimleri olurdu. Galip saklanmış bazı takvim yapraklarının
üzerinde bu akrepli yelkovanlı kadranları uzun bıyıklı ya da uzun burunlu yuvarlak insan
yüzlerine çeviren Celâl'in kalem rötuşlarını görünce yeni bir ipucu bulduğuna kendini
inandırarak temiz bir kâğıda not aldı. Öğle yemeği olarak ekmek, beyaz peynir ve elma yerken
aldığı notun kâğıdın üzerinde duruşuna tuhaf bir ilgiyle baktı.
'Altın Böcek,' 'Yedinci Harf adlı çeviri polisiye romanların özetlerinin yazıldığı ve Majino Hattı ve
Alman casuslarına ilişkin kitaplardan derlenmiş şifrelerin ve anahtarların kaydedildiği bir
defterin son sayfaları üzerinde titreye titreyc ilerleyen bir tükenmez kalemin yeşil izini gördü.
Kahire, Şam ve İstanbul haritalarının üzerinde ilerleyen yeşil kalemlerin izine benziyordu belki
bu izler, belki bir yüze, bazan da çiçeklere, bazan ovada kıvrılan incecik bir nehrin kıvrımlarına.
İlk dört sayfanın asimetrik ve anlamsız eğrilerinden sonra, Galip çizgilerin sırrını beşinci
sayfada çözdü. Boş sayfanın orta yerine bir karınca bırakılmış, telâşlı hayvanın beyaz sayfada
izlediği kararsız yol hemen arkasından gelen tükenmez kalemle işaretlenmişti. Beşinci sayfanın
orta yerinde, yorgun karıncanın kararsız daireler çizdiği noktada defterin üzerine kapanmasıyla
sabitleşen kurumuş ölüsü vardı. Galip, hiçbir sonuca ulaşamadığı için cezalandırılan mutsuz
karıncanın ölüsünün kaç yıllık olduğunu, bu tuhaf deneyin Celâl'in Mevlâna yazılarıyla bir ilişkisi
olup olmadığını anlamak için araştırdı. Mesnevi'nin dördüncü cildinde Mevlâna, müsveddelerin
üzerinde yürüyen karıncanın hikâyesini anlatmıştı: Hayvan önce Arap harflerinde nergisler ve
zambaklar görüyor, sonra kelime bahçesini kalemin yarattığını, sonra kalemi elin hareket
ettirdiğini, sonra eli aklın hareket ettirdiğini "Ve sonra", diye de eklemişti bir yazısında Celâl, "o
aklı da başka bir aklın hareket ettirdiğini," farkediyordu. Mutasavvıf şairin hayalleriyle Celâl'in
rüyaları böylece bir kere daha birbirine
karışmıştı. Galip, defterin tutulduğu tarihle yazılar arasında anlamlı bir ilişki kuracaktı belki,
ama defterin son sayfalarında yal-nı?xa bazı eski İstanbul yangınlarının yerleri, tarihleri ve
yaktıkları ahşap konak sayısı yazılmıştı.
Celâl'in yüzyıl başında kapı kapı dolaşıp kitap satan bir sahaf çırağının çevirdiği dolaplara ilişkin
bir yazısını okudu: Her gün vapurla İstanbul'un bir başka semtindeki zengin konaklarına giden
sahaf çırağı, bohçasındaki kitapları harem kadınlarına, evden çıkamayan ihtiyarlara, işi
başından aşkın memurlara, hülyalı çocuklara pazarlıkla salıyordu. Asıl müşterileri ise,
Abdülhamit'in hafiyeleri aracılığıyla denetlediği yasağı yüzünden, bakanlık binasından ve
konaklarından başka hiçbir yere çıkamayan nazır paşalardı. Sahaf çırağının, nazır paşalara
sattığı kitapların kelimeleri içine sıkıştırdığı mesajları, bu mesajları çözmek için gerekli Hurufi
sırlarını paşalara ("okuyucularına" diye yazmıştı Celâl) sezdire sezdire nasıl öğrettiğini okurken
Galip, yavaş yavaş ve istediği gibi bir başka birisi olduğunu düşündü. Bu Hurufi sırlarının
çocukken Celâl'in bir cumartesi öğleyin Rüya'ya hediye getirdiği ve uzak denizlerde geçen
basitleştirilmiş bir Amerikan romanının sonundaki işaretler ve harflerin sırrı gibi çocuksu bir sır
olduğunu anladığında insanın okuya okuya başka biri olabileceğini iyice biliyordu. Telefon bu
sırada çaldı, çaldıran tabii ki gene aynı kişiydi.
"Telefonunu fişe takmana sevindim Celâl Bey!" diye başladı Galip'e orta yaşın üzerinde birini
hatırlatan sesiyle. "Her an en korkunç gelişmelerin beklendiği bugünlerde senin gibi birinin
bütün şehirden, bütün ülkeden kopabileceğini düşünmek bile istemiyordum."
"Rehberin kaçıncı sayfasına geldin?"
"Çok çalışıyorum ama sandığımdan yavaş gidiyor. Saatlerce rakam okuyunca insan hiç
düşünmediği şeyleri düşünüyor. Rakamların içinde sihirli formüller, simetrik düzenler,
tekrarlar, kalıplar, şekiller görmeye başladım. Hızımı düşürüyor bunlar."
"Yüzler de mi?"
"Evet, ama senin o yüzlerin bazı rakam düzenlemelerinden sonra çıkıyor. Her zaman da
konuşmuyor rakamlar, bazan susuyorlar. Bazan dörtlerin bana bir peyler fısıldadığını
hissediyorum, ardarda gelmeye başlıyorlar. İkişer ikişer derken, simetrik bir şe-
kilde hane değiştiriyorlar; bir bakıyorsun on altı olmuşlar. Derken ~ onların boşalttıkları yere
yediler giriyor, onlar da aynı düzenin melodilerini fısıldıyorlar. Bütün bunların saçma
rastlantılar olduğunu düşünmek istiyorum, ama 140 22 40'ta oturan Timur Yıldırımoğ-lu sana
da 1402'deki Ankara savaşını, barbar Timur'un, zaferden sonra Yıldırım'ın karısını kendi
haremine kattığını hatırlatmaz mıydı? Bizim bütün tarihimizle, bütün İstanbul'la kıpır kıpır
kaynaşıyor rehber! Bunları göreceğim diye rehberin sayfalarını çeviremiyor, sana
yetişemiyorum, oysa en büyük kumpası ancak senin durdurabileceğini de biliyorum. Onu
harekete geçiren oku senin yayın gerdiği için bu askeri darbeyi ancak sen durdurabilirsin Celâl
Bey!"
"Neden?"
"Geçen konuşmamızda boş yere Mehdiye inandıklarını, O'nu beklediklerini söylemedim. Bir
avuç askerler, ama yıllar önceki bazı yazılarını okumuşlar. İnanarak okumuşlar hem de, benim
gibi. 1961'in ilk aylarında yazdığın bazı yazıları hatırla, 'Büyük Engizi-tör'e yazdığın nazireye,
Milli Piyango biletlerinin üzerinde gördüğün aile resimlerindeki mutluluğa (Anne örgü örüyor,
baba gazete okuyor -belki de senin yazını- oğul yerde ders çalışıyor, kediyle nine sobanın
başında uyukluyor. Herkes bu kadar mutluysa, benim ailem gibiyse bütün aileler, neden
piyango biletleri o kadar satılıyor?) bu mutluluğa neden inanamadrğını anlattığın o ukalâ
yazının sonuç bölümüne ve bazı sinema yazılarına yeniden bak! Yerli filmlerle o sıralarda
neden o kadar alay ettin? O kadar insanın iyi kötü zevkle seyrettiği ve bizim 'duygularımızı'
dile getiren o filmleri seyrederken sen neden yalnızca çevre düzenlemesini, yatak başlarındaki
komodinlerin üzerinde duran kolonya şişelerini, çalınmayan örümcekli piyanoların üzerine
dizilmiş fotoğrafları, aynaların kenarına iliştirilmiş kartpostalları, aile radyolarının üzerinde
uyuyan köpek biblolarını gördün?" "Bilmiyorum."
"Ah, biliyorsun! Bunları sefaletimizin ve yıkılışımızın işaretleri olarak göstermek için. Apartman
aralıklarına atılan sefil nesnelerden, hep birlikte aynı apartmanın ayrı dairelerinde oturan
ailelerden ve böyle yaptıkları için evlenen amca çocuklarından, yıpranmasın diye kaplanan
koltukların kılıflarından da aynı şekilde sözet-
tin: durdurulmaz bir yıkımın, içine gömüldüğümüz sıradanlığın acıklı işaretleri olarak gösterdin
bunları. Sonra ama, sözüm ona tarihi yazılarda, kurtuluşun her zaman mümkün olabileceğini
sezdiriyordun; en kötü günde bile, sefaletin içinden bizi çıkartacak birisi belirebilirdi. Daha
önce, belki de yüzyıllarca önce yaşamış olan bir kurtarıcının yeniden dönüşü, bir başka biri
olarak dirilişi olacaktı o kişi, Mevlâna Celâleddin ya da Şeyh Galip ya da bir köşe yazan olarak
beş yüzyıl sonra bu sefer İstanbul'a geri geliyor! Sen bunlardan sözederken, kenar
mahallelerde çeşme başlarında su bekleyen kadınların hüznünden ve eski tramvayların koltuk
arkalarındaki ahşaba kazınmış acıklı aşk çığlıklarından sözederken sen, yazdıklarına inanan
genç subaylar vardı. İnandıkları bir Mehdi'nin yeniden gelişiyle bütün bu hüznün ve sefaletin
biteceğini ve bir anda her şeyin düzene konacağını düşünüyorlardı. Onları inandırdın! Onları
tanıdın! Onlar için yazdın!"
"Ne istiyorsun peki şimdi sen?"
"Seni bir göreyim, yeter."
"Sebebi ne? Dosya mosya yok aslında, değil mi?"
"Seni bir göreyim, hepsini anlatacağım:"
"Adın da takma!" dedi Galip.
"Seni görmek istiyorum!" dedi ses, "Seni seviyorum!" diyen bir seslendirme sanatçısının hem
yapmacıklı, hem de tuhaf bir şekilde acıklı ve inandırıcı olan sesiyle. "Seni görmek istiyorum.
Görünce anlayacaksın neden görmek istediğimi. Kimse benim kadar tanıyamaz seni, kimse.
Geceleri kendi elinle pişirdiğin çayları, kahveleri, kaloriferin üzerinde kuruttuğun Maltepe
sigaralarını içerek sabahlara kadar hayâl kurduğunu biliyorum. Yazılarını daktiloyla yazıp yeşil
tükenmez kalemle düzelttiğini ve kendinden ve hayatından memnun olmadığını biliyorum.
Sabahlara kadar odalarda aşağı yukarı yürüdüğün gecelerde hep bir başkasının yerinde olmak
istediğini, ama yerinde olmak istediğin bu başkasının kimliği konusunda bir türlü karar
veremediğini de biliyorum."
"Çok yazdım bunları" dedi Galip.
"Babanı sevmediğini ve yeni karısıyla Afrika'dan döndükten sonra sığıştığın çatı katından seni
attığını da biliyorum. Annenin yanına döndüğün yıllarda çektiğin sıkıntıları da biliyorum, ah
kardeşim benim! Yoksul bir Beyoğlu muhabiriyken ilgi çekmek için
olmamış cinayetler icat ettin! Hiç çekilmemiş Amerikan filmlerinin varolmayan yıldızlarıyla Pera
Palas'ta görüşmeler yaptın! Bir Türk afyonkeşinin itiraflarını yazabilmek için afyon çektin!
Takma adla yayımladığın bir güreş tefrikasını bitirebilmek için çıktığın Anadolu yolculuğunda
dayak yedin! Kendi hayatını 'İster İnan, İster İnanma' köşesinde gözyaşlarıyla anlattın, kimse
anlamadı bile! Ellerinin terlediğini, iki kere trafik kazası geçirdiğini, hayatında daha su
geçirmeyen ayakkabı bulup giyemediğini, yalnızlıktan korktuğun halde hep yalnız kaldığını da
biliyorum. Minarelere çıkmaktan, pornografik yayınlardan, Alaaddin'in dükkânında
eşelenmekten, üvey kızkardeşinle ahbaplık etmekten hoşlanırsın. Benden başka kim bilebilir
bunları?"
"Pek çok kişi," dedi Galip. "Hepsi yazılarımdan öğrenilebilir çünkü. Beni gerçekten neden
görmek istediğini söyleyecek misin?"
"Askeri darbe!" "Telefonu kapıyorum..."
"Yemin ediyorum!" dedi ses telâş ve umutsuzlukla. "Bir görsem seni her şeyi anlatacağım."
Galip telefonu fişten çekti. Dün ilk gördüğünde aklına takılan bir yıllığı koridordaki dolaptan
alıp, akşamlan yorgun argın buraya döndüğü zaman CelâPin oturduğu koltuğa oturdu. 1947
yılının iyi ciltlenmiş Harb Okulu Yıllığı'ydı bu: Atatürk'ün, Cumhurbaşkanının, Genelkurmay
Başkanının, bütün ordu kumandanlarının, Harbiye kumandanı ve hocalarının resimleri ve
vecizeleri dışında cildin geri kalan bütünü öğrencilerin özenle çekilmiş fotoğraflarıyla doluydu.
Aralarına pelür kâğıdı konmuş safyaları çevirirken Galip telefon konuşmasından sonra neden
bu yıllığa bakmak istediğini tam bilmiyor, bütün yüzlerin, bütün bakışların, tıpkı kafalarındaki
şapkalar ve yakalarındaki demirler gibi birbirine şaşılacak kadar benzediğini düşünüyordu. Bir
an, sahafların, dükkân önlerinde döküntü ve ucuz kitapları sergiledikleri tozlu kutulardan
bulduğu ve sayfalarındaki gümüş mangır örneklerini ve üzerlerindeki figürleri ancak
uzmanların birbirinden ayırabileceği eski bir nümismatik dergisini karıştınyormuş gibi hissetti
kendini. Sokaklarda yürürken, vapur salonlarında otururken duyduğu bir müziğin içinde
yükseldiğini farketti: Yüzlere bakmaktan hoşlanıyordu.
Sayfalan çevirirken çıkmasını haftalarca beklediği bir resimli çocuk dergisinin matbaa
mürekkebi ve kâğıt kokaiı yeni sayısını karıştırırken duyduğu şeyi hatırlıyordu. Tabii, her şey
kitaplarda yazdığı gibi birbiriyle ilgiliydi. Fotoğraflarda sokaklarda yürürken gördüğü yüzlerin o
bir an parlayan ifadelerini görmeye başladı: Gözlerini yüzler kadar anlamla da doyuruyordu
sanki.
Altmışlı yılların başında tezgâhlanan ve başarısızlıkla sonuçlanan askeri darbeleri
tasarlayanların çoğu - kendilerini tehlikeye at-mayıp genç darbecilere uzaktan göz kırpan
paşaların dışında- bu yıllıkta resimleri yayımlanan genç subaylar arasından çıkmış olmalıydı.
Yıllığın sayfalarına, bazan da bu sayfaların üzerine kapanan pelür kâğıtların üzerine CelâPin
yazıp çiziştirdiklerinde askeri darbelerle ilgili bir şey yoktu ama. Bazı yüzlerin üzerine tıpkı bir
çocuğun yapacağı gibi bıyıklar ve sakallar çizilmişti, bazı yüzlerin elmacık kemikleri ya da
bıyıkları hafifçe karalanarak gölgelendiril-mişti. Bazılarının alın çizgileri, üzerinde anlamsız
Lâtin harflerin okunduğu alınyazılarına dönüştürülmüş, bazılarının gözaltı torbaları O ve C
harflerini tamamlayan düzgün yuvarlaklara çevrilmiş, bazılarına yıldızlar, boynuzlar, gözlükler
takılmıştı. Genç subayların çene kemikleri, alın kemikleri, burun kemikleri işaretlenmiş, kimi
yüzlerin üzerine genişlik ve uzunluk, burun ve dudak, alın ve çene oranlarını araştıran çizgiler
çizilmişti. Bazı fotoğrafların altında ise, başka sayfalardaki fotoğraflara göndermeler vardı.
Birçok subay adayının yüzüne sivilceler, et benleri, lekeler, Halep çıbanları, morluklar ve yanık
izleri eklenmişti. Üzerine hiçbir çizgi ve harf iliştirilemeyecek kadar parlak ve temiz olan bir
yüzün yanına şu cümle yazılmıştı: "Rötuşlanmış fotoğraflar ruhları öldürüyor!"
Galip dolabın aynı köşesinden çıkardığı başka bazı yıllıkları da karıştırırken aynı cümleyle
karşılaştı: Mühendislik Mektebi öğrencilerinin, Tıp Fakültesi profesörlerinin, elli yılında meclise
giren milletvekillerinin, Sivas-Kayseri tren hattında görev alan mühendis ve yöneticilerin,
Bursa'yı Güzelleştirme Derneğinin ve Kore Savaşına İzmir Alsancak'tan gönüllü yazılanların
fotoğraflarında da Celâl'in aynı çizgilerini ve karalamalarını gördü. Yüzlerin çoğu ortadan çizilen
dik bir çizgiyle ikiye bölünmüş, böylece iki yarım yüzdeki harfler daha belirgin kılınmak
istenmişti. Galip bazan sayfaları hızlı hızlı çeviriyor, bazan bir fotoğrafa uzun uzun bakı-
yordu: Sanki güçlükle hatırladığı bir anıyı unutuşun sonsuz uçurumuna düşmeden önce son
anda kurtarır gibi, sanki karanlıkta götürüldüğü karanlık bir evin adresini sonradan çıkarmaya
çalışır gibi. Bazı suratlar ilk anda gösterdikleri şeylerden fazlasını daha sonra vermiyorlardı;
bazılarıysa durgun ve sakin yüzeyleri içinden hiç beklenmedik bir anda bir hikâyeye
başlıyorlardı. Bazı renkleri hatırlıyordu Galip o zaman, yıllar önce seyrettiği bir yabancı filmde
şöyle bir gözüken garson kızın hüzünlü bakışını; dinlemek istediği, ama her seferinde kaçırdığı
bir müziğin radyodan son kere çalmışını hatırlıyordu.
Hava kararırken Galip koridordaki dolaptan bulabildiği bütün yıllıkları, bütün albümleri, gazete
ve dergilerden kesilmiş resimleri, şuradan buradan toplanmış fotoğraflarla dolu bütün kutuları
çalışma odasına getirmiş sarhoş gibi karıştırıyordu. Fotoğraflarının nerede, nasıl, ne zaman
çekildiği hiç belli olmayan yüzler görüyordu; genç kızlar, fötr şapkalı beyefendiler, başörtülü
kadınlar, temiz suratlı delikanlılar, yitip gitmiş umutsuzlar. Fotoğrafları nerede, nasıl çekildiği
anlaşılan mutsuz suratlar görüyordu: Bakanların ve koruma polislerinin hoşgörülü bakışları
arasında Başbakana dilekçe veren muhtarlarını endişeyle seyreden iki vatandaşımız;
Beşiktaş'ta Dereboyu'nda çıkan yangından dengini ve çocuğunu kurtarabilen anne; Mısırlı
Abdülvahap'ın Elhamra'da oynayan filmine bilet almak için kuyrukta bekleyen kadınlar;
üzerinde esrarla yakalanan ünlü göbek dansözü ve film yıldızı Beyoğlu Karakolunda polisler
arasında; zimmetine para geçirdiği anlaşıldıktan sonra yüzündeki ifade birdenbire boşalan
muhasebeci. Kutulardan gelişigüzel çektiği bu resimler kendi varoluş ve saklanış nedenlerini
kendileri açıklıyordular sanki: "Bir fotoğraftan, bir insanın yüz ifadesinin saklandığı bir
belgeden daha anlamlı, daha doyurucu, daha meraklı ne olabilir ki?" diye düşündü Galip.
Rötuşlarla, beylik fotoğraf hileleriyle anlamı ve ifadesinin derinliği sakatlanmış en 'boş' yüzlerin
bile arkasında anılar ve korkularla yüklü bir hikâye, gizlenmiş bir sır, kelimelerle
anlatılamayacağı için gözlere, kaşlara, bakışlara vurmuş bir keder olduğunu tuhaf bir hüzünle
hissediyordu. Milli Piyangodan en büyük ikramiyeyi kazanan bir yorgancı çırağının mutlu ve
şaşkın yüzüne bakarken, karısını bıçaklayan sigorta memurunun ve üçüncü seçilerek
bizi Avrupa'da 'en iyi şekilde temsil eden' güzellik kraliçemizin fotoğraflarına bakarken Galip'in
gözlerinden yaşlar akacaktı.
Bazı yüzlerde Celâl'in yazılarında okuduğu bir kederin izlerini görerek o yazıların bu
fotoğraflara bakılarak yazıldığına karar verdi: Fabrika ardiyelerine bakan yoksul evlerinin
bahçelerine asılı çamaşırların anlatıldığı bir yazı 57 kg. amatör boks şampiyonumuzun yüzüne
bakarak yazılmış olmalıydı; eğri büğrü Galata sokaklarının aslında yalnız yabancılar için eğri
büğrü olduğunu anlatan yazı, Atatürk'le yattığını gururla ima eden yüz on bir yaşındaki ses
sanatçımızın mor beyaz yüzünden yola çıkılarak kaleme alınmıştı; Mekke'den dönerken trafik
kazasına uğrayan hacı otobüsün-deki takkeli ve ölü hacı yüzleri, Galip'e eski İstanbul harita ve
gravürleri üzerine bir yazıyı hatırlattı. Bu yazıda Celâl bazı haritaların üzerinde hazinelerin, bazı
Frenk gravürlerinde ise padişahımıza suikast yapmak üzere İstanbul'a gelmiş bazı çılgın
düşmanlarımızın işaretlendiğini yazmıştı. Galip, CelâPin İstanbul'un bir köşesindeki gizli
apartman katında haftalarca kimseyi görmeden oturduğu günlerin birinde kaleme aldığı bu
yazıyla, üzerleri yeşil kalemin çizgileriyle işaretlenmiş haritalar arasında bir ilişki olduğunu
düşündü.
İstanbul haritası üzerindeki semtleri hecelemeye başladı. Her kelime günlük hayat içinde yıllar
boyunca binlerce defa kullanıldığı için o kadar anıyla yüklüydü ki tıpkı 'su' ya da 'şey'kelimeleri
gibi Galip'e artık hiçbir şey hatırlatmıyordu. Hayatında daha az yer tutan semt adlan ise,
yüksek sesle tekrarlandıklarında hemen bir şey çağrıştırıyordu. Galip, Celâl'in İstanbul'un bazı
semtlerini anlattığı bir dizi yazısını hatırladı. Dolaptan çıkardığı bu yazılar 'İstanbul'un Gizli
Kalmış Köşeleri' ortak başlığını taşıyordu, ama Galip onları okudukça İstanbul'un gizli
köşelerinden çok Celâl'in küçük hikâyecilikleriyle dolu olduğunu gördü. Başka zaman
gülümseyerek karşılaşacağı bu hayâl kırıklığı birden o kadar canını sıktı ki, öfkeyle Celâl'in
bütün yazı hayatı boyunca yalnız okuyucularını değil bilinçle kendisini de aldattığını düşündü.
Fatih-Harbi-ye tramvayındaki küçük kavganın, Feriköy'deki evinden bakkala yollanıp bir daha
hiç geri dönmeyen bir çocuğun ve Tophane'deki bir saatçi dükkanındaki tıkırtılı müziğin
anlatıldığı bu yazıları okurken Galip kendi kendine, "Artık aldanmayacağım," diye mırıldan-
di. Az sonra Celâl'in, Harbiye'de, Feriköy'de ya da Tophane'deki bir evde saklanabileceği aklına
ister istemez gelince, bir anda öfkesini, kendisini bir tuzağa çeken CelâPe değil, Celâl'in
yazılarında ipuçları gören aklına yöneltti. Böylece sürekli eğlence arayan bir çocuktan nefret
eder gibi hikâyesiz yaşayamayan aklından nefret etti. Bir anda, dünyada işaretlerin,
ipuçlarının, ikinci ve üçüncü anlamların, gizlerin, sırların yeri olmadığına karar verdi: Bütün
işaretler anlamak ve bulmak isteyen kendi aklının ve hayâllerinin kuruntularıydı. Her eşyanın
yalnızca o eşya olarak varolduğu bir dünyada huzurla yaşayabilme isteği yükseldi içinde; o
zaman ne yazılar, ne harfler, ne yüzler, ne sokak lambaları, ne Celâl'in masası, ne Melih
Amcadan kalma şu dolap, ne de Rüya'nın parmak izlerini, taşıyan bu makasla tükenmez kalem
kendi dışındaki bir sırrın şüpheli bir işareti olacaktı. Yeşil tükenmez kalemin yalnızca bir yeşil
tükenmez kalem olacağı ve kendisinin de başka birisi olmak istemeyeceği bu âleme nasıl
girebilirdi acaba? Seyrettiği filmdeki uzak ve yabancı ülkede yaşadığını hayâl eden çocuk gibi
Galip, bu âlemde yaşadığına kendini inandırmak isteyerek masanın üzerindeki haritalara baktı:
Bir an bir ihtiyar adamın alnı kırışıklıklarla dolu yüzünü görür gibi oldu, sonra hepsi birbirine
karışan padişah yüzleri gözünün önünde belirdi, bu görüntüyü tanıdık birinin yüzü, belki de bir
şehzadenin yüzü izledi, ama seçene kadar o da kayboldu.
Daha sonra Celâl'in otuz yılda biriktirdiği yüz fotoğraflarına, içinde yaşamak istediği o yeni
âlemin görüntüleriymiş gibi bakabileceğini düşünerek koltuğa oturdu. Kutulardan gelişigüzel
çektiği fotoğraflardaki yüzlere üzerlerinde bir sır ya da işaret görmemeye çalışarak bakmaya
çalıştı. Böylece her surat tıpkı nüfus ya da ikametgâh kağıtlarındaki fotoğraflar gibi, yalnızca
burun, gözler, ağız ile kaplı fiziksel bir nesnenin tarifi olarak gözükmeye başladı. Arada bir,
elindeki sigorta karnesinde gördüğü derin anlamlı ve güzel bir kadın yüzündeki acıya dalan biri
gibi, bir an kederlendiğinde kendini toplayarak hemen başka bir resme, kendinden başka hiçbir
acıyı ve hikâyeyi göstermeyen başka bir yüze bakıyordu. Yüzlerin hikâyelerine de kendini
kaptırmamak için fotoğrafların altındaki yazıları ve Celâl'in resimlerin kenarlarına ve üzerlerine
yazdığı harfleri okumuyordu hiç. Uzun bir süre, fotoğraflara baktıktan,
onları yalnızca insan yüzlerinin haritaları olarak görebilmek için kendini zorladıktan sonra,
Nişantaşı Meydanında akşam trafiği birikirken gözlerinden yeniden, yeniden yaşlar akmaya
başladığında Celâl'in otuz yılda biriktirdiği fotoğrafların yalnızca küçük bir kısmını elden
geçirebilmişti.
ALTINCI BÖLÜM CELLÂT VE AĞLAYAN YÜZ
"Ağlama, ağlama, ah lütfen ağ/ama." Halit Ziya
Gözyaşları içindeki bir erkek niye telâşlandırır bizi? Ağlayan, bir kadını, günlük hayatımızın sıra
dışı, ama duygulu ve acıklı bir parçası olarak görebilir, içtenlik ve sevgiyle benimseriz onu.
Ağlayan bir erkek ise bir çaresizlik duygusuyla doldurur içimizi. Tıpkı dünyanın sonuna gelir
gibi ya yapılabilecek şeylerin sonuna gelmiştir bu adam -bir sevdiğinin ölümünde olduğu gibi-
ya da dünyasında bizimkiyle uyuşmayan bir yan vardır; huzursuz edici, hatta dehşet verici bir
yan. Yüz dediğimiz ve tanıdığımızı sandığımız haritada hiç tanımadığımız bir ülkeye
rastgelmenin şaşkınlığını ve dehşetini hepimiz biliriz. Bu konuda, Naima'nın 'Tarih'inin VI.
cildinde ve Mehmet Halife'nin 'Tarihi Gılmani'sinde anlatılan bir hikâyeye, Edirneli Kadri'nin
'Cellâtlar Tarihi'nde de rastgeldim.
Çok değil, üç yüzyıl önce bir bahar gecesi, dönemin en namlı cellâtı Kara Ömer, atıyla Erzurum
Kalesine yaklaşıyordu. On iki gün önce padişah kararı ve Bostancıbaşı'nın görevlendirilmesiyle
eline tutuşturulan bir fermanla Erzurum Kalesine hükmeden Abdi Paşa'yı idam etmeye
yollanmıştı. O mevsimde sıradan bir yolcunun bir ayda alacağı İstanbul-Erzurum yolunu on iki
günde aldığı için memnundu; bahar gecesinin serinliği içinde yorgunluğunu unutmuştu, ama
gene de görev öncesi hissetmediği bir durgunluk vardı üzerinde: Sanki işini hakkıyla ve
yüzakıyla yapmasını engelleyecek bir lanetin gölgesini ya da bir kararsızlığın kuşkusunu
hissediyordu.
İşi zordu zor olmasına: Hiç tanımadığı ve görmediği bir Pa-şa'nın adamlarıyla dolu konağına
tek başına girecek, fermanı verecek, kendi sarsılmaz varlığı ve güveniyle Paşa'ya ve çevresine
padişahın kararına karşı çıkmanın boşluğunu hissettirecek, küçük bir ihtimal ama, Paşa bu
boşluğu hissetmekte gecikirse, hiç vakit geçirmeden ve çevresindekiler suça niyet etmeden
onu hemen öldü-
recekti. Bu işte öylesine deneyimliydi ki, hissettiği kararsızlık bu yüzden olamazdı hiç: Otuz
yıllık meslek hayatında yirmiye yakın şehzade, iki sadrazam, altı vezir, yirmi üç paşa, hırlı
hırsız, suçlu suçsuz, kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, hıristiyan, müslüman altı yüzün üzerinde
kişiyi idam etmiş, çıraklığından başlayarak bugüne kadar binlerce kişiyi işkenceden geçirmişti.
Bahar sabahı, cellât şehre girmeden önce bir su kıyısında atından indi ve kuşların neşeli
cıvıltıları arasında abdest aldı, namaz kıldı. İşlerinin yolunda gitmesini Allahtan dilemek, dua
etmek pek seyrek yaptığı bir işti. Ama her seferinde olduğu gibi Tanrı bu çalışkan kulunun
duasını kabul etti.
Böylece her şey yolunda gitti. Kuşağında yağlı kemendiyle ve usturayla kazılı kafasında kızıl
keçeden külahıyla cellâtı görür görmez tanıyan Paşa, başına gelecekleri hemen anladı, ama
kuraldışı denebilecek hiçbir zorluk çıkarmadı. Belki de suçunu bildiği için kaderine kendini
çoktan hazırlamıştı.
Önce, fermanı, en azından on kere ve her seferinde aynı dikkatle okudu. (Kurallara bağlı
olanlarda görülen bir özellik.) Okuduğu fermanı gösterişli bir edayla öpüp başına koydu. (Hâlâ
çevresinde etki bırakmayı düşünebilenlerde görülen ve Kara Ömer'in budalaca bulduğu bir
tepki.) Kuran okumak, namaz kılmak istediğini söyledi. (Vakit kazanmak isteyenlerde ve
gerçekten inananlarda görülen bir istek.) Namazını kıldıktan sonra, üzerindeki kıymetli taşlan,
takıları, yüzükleri cellâtına kalmasın diye, "Beni hatırlarsınız," diyerek çevresindeki adamlarına
dağıttı. (Dünyaya sıkı sıkı bağlı olanlar ve cellâtına kin duyabilecek kadar yüzeysel olanlarda
görülen bir tepki.) Ve bu tepkilerin bir ya da birkaçını değil, ama hepsini gösterenlerin çoğu
gibi, boynuna kement geçirilmeden önce, küfürler ederek boğuşmaya da kalktı. Ama çenesinin
kenarına sıkı bir yumruk yedikten sonra çöktü ve ölümü beklemeye başladı. Ağlıyordu.
Ağlamak da böyle durumlarda kurbanların gösterdiği sıradan tepkilerden biriydi, ama Paşa'nın
ağlayan yüzünde öyle bir şey gördü ki cellât, otuz yıllık meslek hayatında ilk defa bir
kararsızlık geçirdi. Böylece, hiç yapmadığı bir şeyi yaptı: Boğmadan önce kurbanının yüzüne
bir kumaş örttü. Başka meslekdaşlarmda gördüğü zaman eleştirdiği bir davranıştı bu; çünkü
işini duraksamadan ve
kusursuz yapabilmek için bir cellâtın kurbanının gözlerine sonuna kadar bakabilmesi
gerektiğine inanırdı.
Öldüğüne emin olduktan sonra, hiç vakit kaybetmeden ölünün başını gövdesinden 'şifre'
denilen özel usturayla ayırdı ve yanında getirdiği içi balla dolu kıldan bir torbanın içine sıcağı
sıcağına daldırdı. Görevini başarıyla yaptığını kanıtlayabilmesi için, İstanbul'da onu teşhis
edeceklere kurbanının kellesini hiç bozulmadan götürmeliydi çünkü. İçi balla dolu kıldan
torbaya dikkatlice yerleştirirken, Paşa'nın yüzündeki o ağlayan bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet
verici ifadeyi bir daha, hayretle gördü ve ömrünün pek de uzak olmayan sonuna kadar hiç
unutamadı.
Hemen atına binip şehirden çıktı. Kurbanının gövdesi gözyaşlarıyla ve iç bayıltacak kadar acıklı
bir cenaze töreniyle gömülürken, cellât atının terkisindeki kelleyle, olay yerinden en azından iki
günlük uzaklıkta olmayı isterdi hep. Böylece, birbuçuk gün süren sürekli bir yolculuktan sonra,
Kemah kalesine vardı. Kervansarayda karnını doyurdu, torbasıyla hücresine çekildi ve uzun bir
uykuya yattı.
Yarım gün süren deliksiz bir uykudan uyanırken, rüyasında çocukluğunun Edirne'sinde
görüyordu kendini: Annesinin, kaynata kaynata yalnız bütün evi ve bahçeyi değil, bütün
mahalleyi mayhoş bir incir kokusuyla kokutarak yaptığı incir reçeliyle dolu, koskoca bir
kavanoza yaklaştığı zaman, incir diye gördüğü o küçük yeşil yuvarlakların ağlayan bir kellenin
gözleri olduğunu anlıyordu önce; sonra yasak bir şey yapmaktan çok ağlayan yüzdeki o
anlaşılmaz dehşete tanık olmanın suçluluk duygusuyla kavanozun kapağını açıyor ve içinden
ağlayan yetişkin bir erkeğin hıçkırıkları gelmeye başlayınca, elini kolunu bağlayan bir
çaresizlikle donuyordu.
Ertesi gece, bir başka kervansarayda bir başka yataktaki uykusunun orta yerinde kendini ilk
gençliğinin akşamüstlerinden birinde buldu: Hava kararmadan az önce, Edirne'nin içinde, ara
sokakların birindeydi. Kim olduğunu çıkaramadığı için bir arkadaşının uyarısı üzerine, göğün bir
ucunda batan güneşi, öbür ucunda yükselen soluk dolunayın beyaz yüzünü görüyordu. Daha
sonra, güneş battıkça ve hava karardıkça ayın yusyuvarlak yüzü aydınlanarak belirginleşiyor
ve çok da geçmeden ışıl ışıl parlayan bu yüzün bir insan yüzü, ağlayan bir yüz olduğu
anhşılıyordu. Hayır, Edirne
sokaklarını başka bir kentin, huzursuzluk verici, anlaşılmaz sokaklarına dönüştüren şey, ayın
yüzünün ağlayan bir yüze dönüşmesin-deki acıklı yan değil, anlaşılmaz yandı.
Ertesi sabah, cellât uykusunun orta yerinde keşfettiği bu gerçeğin kendi anılarıyla uyuştuğunu
düşündü. Meslek hayatı boyunca, binlerce erkeğin ağlayan yüzünü görmüştü, ama o yüzlerin
hiçbiri bir acımasızlık, korku ya da suçluluk duygusuna sürükleme-mişti onu. Sanılanın tersine,
kurbanları için üzülür kederlenirdi, ama bu duygu bir adalet, bir zorunluluk, bir geri
dönülmezlik mantığıyla dengelenirdi hemen. Kafalarını kestiği, boğduğu, boyunlarını kırdığı
kurbanlarının kendilerini ölüme götüren nedenler zinciri konusunda cellâtlarından her zaman
daha bilgili olduklarını bilirdi çünkü. Gözyaşlarıyla çırpınarak, sümükler içinde yalvara-rak,
hıçkırarak, katılarak ölüme giden bir erkeğin görüntüsünde dayanılmayacak, katlanılamayacak
h,içbir şey yoktu..İdamlıklardan tarihe, efsanelere geçecek gösterişli tavırlar, cesur sözler
bekleyen bazı budalalar gibi, cellât ne küçümserdi ağlayan erkekleri, ne de hayatın rastlantısal
ve geri dönülmez acımasızlığını hiç mi hiç anlayamamış başka çeşit budalaların yaptıkları gibi,
elini kolunu bağlayan bir acıma duygusuna kapılırdı onlar karşısında.
Rüyalarında elini kolunu bağlayan şey neydi peki? Güneşli ve pırıl pırıl bir sabah, atının
terkisinde kıldan torba, kayalarla kaplı derin uçurumlar arasından geçerken, cellât, elini kolunu
bağlayan tutukluğun Erzurum'a girmeden önce duyduğu kararsızlıkla, ruhunda gölgesini
hissettiği belli belirsiz o lanet duygusuyla ilgili olduğunu düşündü: Boğmadan önce bir aba
parçasını kurbanının yüzüne örtmeye kendini zorlayan bir esrarı görmüştü kurbanının
unutulması gereken yüzünde. Uzun gün boyunca cellât, şaşırtıcı biçimleri olan sarp kayalıklar
(tencere gövdeli bir yelkenli, başı yerine bir incir yerleşmiş bir aslan) her zamankinden daha
yabancı ve daha şaşırtıcı çam ve kayın ağaçlan ve buz gibi derelerin kıyılarındaki tuhaf, ne
tuhaf, çakıltaşlan arasından atını sürerken, terkisinde taşıdığı yüzün ifadesini bir daha hiç
düşünmedi. Daha şaşırtıcı olan dünyaydı artık; yeniden keşfettiği, ilk defa farkettiği yeni bir
dünya.
Bütün ağaçların uykusuz gecelerde hatıralarının arasında kıpırdanan karanlık gölgelere
benzediğini yeni farkediyordu. Yeşe-
ren yamaçlarda koyun sürülerini otlatan günahsız çobanların omuzlarının üstünde başlarını, bir
başkasının eşyasını taşır gibi taşıdıklarını ilk defa seziyordu. Dağ eteklerinde kurulmuş on evlik
küçük köylerin, cami kapılarında sıra sıra dizilen boş ayakkabıları hatırlattığını ilk defa
anlıyordu. Yarım gün sonra aralarından geçeceği Batıdaki mor dağların ve onların tam
üstündeki, minyatürlerden çıkma bulutların, dünyamn çıplak, çırılçıplak bir yer olduğuna işaret
ettiğini yeni görüyordu. Bütün bitkilerin, nesnelerin, ürkek hayvanların hatıralar kadar eski,
çaresizlik kadar yalın ve kâbuslar kadar korkutucu bir âlemin işaretleri olduğunu şimdi
kavrıyordu. Batıya doğru ilerledikçe ve uzayan gölgeler anlam değiştirdikçe, cellât, çatlayan bir
çömlekten sızan kan gibi, çevresine esrarını çözemediği işaretlerin, belirtilerin sızdığını hissetti.
Karardık çökerken girdiği kervansarayda, karnını doyurdu, ama torbayla bir hücreye kapanıp
uyuyamayacağını anladı. Uykusunun orta yerinde, patlayan bir yaradan akacak irin gibi, ağır
ağır yayılacak korkulu rüyaya; bu rüyada her gece, bir başka anının kıyafetlerine bürünerek
ağlayacak o çaresiz yüze katlanamayacağını biliyordu. Kervansaray kalabalığı içindeki insan
yüzlerine hayretle bakarak bir süre dinlendi ve yoluna devam etti.
Gece soğuk ve sessizdi; rüzgar yoktu, tek dal kıpırdamıyordu ve yorgun atı da kendi yolunu
kendi buluyordu. Uzun bir süre hiçbir şey görmeden ve eski mutlu günlerinde olduğu gibi,
kafasmı tedirgin edici hiçbir soruyla kurcalamadan yoluna devam etti: Daha sonraları, karanlık
yüzünden diye düşünecekti. Çünkü bulutlar arasından ay belirince ağaçlar, gölgeler, kayalar
ağır ağır çözülmez bir esrarın işaretlerine dönüştüler. Korkutucu olan ne mezarlıklar-daki acıklı
taşlardı, ne yapayalnız serviler, ne de ıssız gecedeki kurt ulumaları. Dünyayı korkulacak kadar
şaşırtıcı yapan şey, sanki bir hikâye anlatmaya kalkmasıydı onun. Dünya, cellâta sanki bir şey
söylemek istiyor, bir anlamı işaret ediyor, ama bir rüyadaki gibi bu söz dumanlı bir belirsizlik
içinde kayboluyordu. Sabaha doğru cellât kulaklarının dibinde hıçkırık seslerini işitmeye
başladı.
Gün ağarırken, hıçkırık seslerinin, yeni çıkan rüzgârın dallarda oynadığı bir oyun olduğunu
düşündü, daha sonra, yorgunluk ve uykusuzluğun sonucu olduğuna hükmetti. Öğleye doğru
terkisinde-
ki torbadan gelen hıçkırık sesleri öyle belirginleşti ki, tıpkı, bir ge-ceyarısı iyi kapanmamış bir
pencerenin sinir bozucu gıcırtısını kesmek için sıcak yatağından çıkan biri gibi, atından indi,
torbayı terkiye bağlayan ipleri gere gere iyice sıkıştırdı. Ama daha sonra, acımasızca yağan
yağmurun altında yalnızca hıçkırıkları duymak değil, ağlayan yüzün gözyaşlarını da
hissedecekti teninin üzerinde.
Güneş yeniden açtığında dünyanın esrarının ağlayan yüzün ifadesindeki bir sırla ilişkili
olduğunu anladı. Sanki eskiden, o pek bildik ve tanıdık gelen anlaşılabilir dünyayı, yüzlerin
üzerindeki sıradan bir anlam, sıradan bir ifade ayakta tutuyordu da, tıpkı tılsımlı bir kasenin,
şangırdayarak kırılmasından, sihirli ve billur bir sürahinin çatlamasından sonra, her şeyin altüst
olması gibi, ağlayan yüzün üzerinde o tuhaf ifadenin belirmesinden sonra, âlemin anlamı da,
cellâtı korkulu bir yalnızlığa bırakarak kaybolmuştu. Üzerindeki ıslak elbiseleri güneşte
kururken, her şeyin eski düzenine dönebilmesi için, torbadaki başın yüzünde bir maske gibi
taşıdığı ifadeyi değiştirmesi gerektiğini anladı. Öte yandan, meslek ahlâkı, kestikten sonra
sıcağı sıcağına bal dolu torbaya bastırdığı başı İstanbul'a hiç bozmadan, olduğu gibi getirmesini
de ona buyuru-yordu.
At üstünde uykusuz geçen ve torbadan gelen bitip tükenmeyen hıçkırıkların sinir bozucu bir
müziğe dönüştüğü çıldırtıcı bir gecenin sabahında, cellât dünyayı o kadar değişmiş buldu ki,
kendisinin kendisi olduğuna inanmakta zorluk çekti. Çınar ve çam ağaçları, çamurlu yollar,
kendisini görenlerin dehşetle kaçıştıkları köy çeşmeleri, hiç tanımadığı, bilmediği bir dünyadan
çıkmaydılar. Öğle vakti varlığını daha önce bilmediği bir kasabada hayvani bir içgüdüyle
atıştırdığı yiyecekleri de tanımakta güçlük çekti. Kasaba dışında, atını dinlendirmek için bir
ağacın altına uzandığında, bir zamanlar gökyüzü sandığı şeyin hiç bilmediği, hiç görmediği
tuhaf ve mavi bir kubbe olduğunu anladı. Güneş batarken atına binip yoluna devam etti, ama
daha altı günlük yol vardı önünde. Torbadaki hıçkırıkları dindirmezse, ağlayan yüzün ifadesini
değiştirmezse, dünyasını o eski bildik dünyaya dönüştürecek o sihirli işlemi yapmazsa
İstanbul'a hiç varamayacağını anlamıştı artık.
Hava karardıktan sonra, havlayan köpeklerini işittiği bir köyün kıyısında bir kuyuya rastlayınca,
atından indi. Atının terkisin-
den kıl torbayı indirdi, ağzını çözdü ve saçlarından dikkatle tuttuğu kelleyi balın içinden çıkardı.
Kuyudan çektiği kova kova sularla, yeni doğmuş bir bebeği yıkar gibi, kafayı özenle yıkadı. Bir
kumaş parçasıyla saçlarının içinden kulaklarının deliklerine varıncaya kadar kuruladıktan sonra,
dolunayın ışığında yüzüne baktı: Ağlıyordu; hiç bozulmamıştı, aynı dayanılmaz, unutulmaz,
çaresizlik ifadesi vardı üzerinde.
Kafayı kuyunun kenarına bıraktı, atının terkisinden meslek aletlerini, iki özel bıçağı, kenarları
küt demir işkence çubuklarını alıp döndü. Önce, bıçaklarla ağzının kenarlarını, deriyi ve kemiği
kanırtarak ağır ağır düzeltmeye girişti. Uzun bir çabadan sonra dudakları iyice parçalamış, ama
ağzı belli belirsiz ve yılık da olsa gülümsetmeyi başarmıştı. Sonra, daha ince bir işe girişip
acıyla kasılmış gözleri açmaya başladı. Çok uzun ve yorucu bir çabadan sonra gülümseyişi
bütün yüze yayabildiğinde, yorulmuş gevşemişti artık. Gene de, boğmadan önce Abdi Paşa'nın
çenesinin kenarına indirdiği yumruğun mor izini derinin üstünde görünce sevindi. Her şeyi
yoluna koyabilmenin çocuksu sevinciyle koşarak aletlerini atının terkisine yerleştirdi.
Geri döndüğünde bıraktığı yerde baş yoktu. İlk anda, gülümseyen başın bir oyunu olarak gördü
bunu. Kafanın kuyuya düştüğünü anlayınca, hiç kararsızlık geçirmeden, en yakın eve koştu,
kapıyı vurarak içerdekileri uyandırdı. İhtiyar bir babayla, genç bir oğulun emirlerine korkuyla
uymaları için, karşılarında cellâtı görmeleri yetti. Sabaha kadar, üçü birlikte, pek de derin
olmayan kuyunun dibinden kelleyi çıkarmaya çalıştılar. Gün ışırken, boğma ipiyle belinden
kuyuya sarkıttıkları oğul, saçlarından tuttuğu kelleyle ve dehşetle bağıra bağıra yeryüzüne
döndü. Kafa parça parça olmuştu, ama ağlamıyordu artık. Cellât huzurla kafayı kuruladı, bal
dolu torbaya bastırdı ve ellerine birkaç kuruş tutuşturduğu babayla oğlunun köyünden
mutlulukla Batıya uzaklaştı.
Güneş doğarken, kuşlar açan bahar ağaçlan arasında cıvıldaşırken, cellât dünyanın yeniden o
eski ve bildik dünya olduğunu, gökyüzü kadar geniş bir sevinç ve yaşama heyecanıyla anladı.
Torbanın içinden hıçkırık sesleri duyulmuyordu artık. Öğle olmadan, çamla kaplı tepelerin
arasındaki bir gölün kıyısında atından indi ve günlerdir beklediği derin ve deliksiz uykuya
mutlulukla yattı.
Uyumadan önce, uzandığı yerden sevinçle kalkmış, göl kıyısına yürümüş ve suyun aynasında
kendi yüzünü seyredip dünyanın yerli yerinde olduğunu bir kere daha anlamıştı.
Beş gün sonra, İstanbul'da, Abdi Paşa'yı iyi tanıyan tanıklar, kıl torbadan çıkarılan kellenin
onun kellesi olmadığını söylerlerken ve yüzün gülümseyen ifadesinin hiç de Paşa'yı
hatırlatmadığını anlatırlarken, cellât gölün aynasında huzurla seyrettiği kendi mutlu yüzünü
hatırlayacaktı. Abdi Paşa'dan aldığı bir rüşvet karşılığında bir başka birinin, sözgelimi, katlettiği
günahsız bir çobanın kellesini torbaya koyup getirdiği, sahtekârlığı anlaşılmasın diye de, yüzü
hırpalayarak bozduğu yolundaki suçlamaları da hiçbir işe yaramayacağını bildiği için
cevaplamadı. Çünkü kendi kellesini gövdesinden ayıracak cellâtın kapıdan girdiğini görmüştü
bile.
Abdi Paşa yerine günahsız bir çobanın kafasının kesildiği söylentisi ise çok çabuk yayıldı; öyle
çabuk ki, Erzurum'a yollanan ikinci cellâtı, konağına kurulan Abdi Paşa karşıladı ve hemen
idam ettirdi onu. Böylece, bazılarının yüzündeki harflere bakarak düzmece olduğunu söylediği
Abdi Paşa'nın yirmi yıl süren ve altı-bin beşyüz kelleye mal olan isyan hareketi başlamış oldu.
YEDİNCİ BÖLÜM HARFLERİN ESRARI VE ESRARIN KAYBI
"Binlerce, bin/erce sır bilinecek
O gizli viiz gösterince kendini."
Attar
Şehirde akşam yemeği vakti geldiğinde, Nişantaşı Meydanında trafik açılıp köşedeki polisin
öfkeli düdüğü dindiğinde, Galip o kadar uzun bir süredir fotoğraflara bakıyordu ki, vatandaş
yüzlerinin içinde uyandırabileceği bütün hüzün, keder ve acı tükenmişti artık; gözlerinden yaş
akmıyordu. Yüzlerin içinde uyandırabileceği neşe, sevinç ve heyecan da tükenmişti; sanki
hayattan bir şey de beklemiyordu. Fotoğraflara bakarken bütün belleğini, umutlarını ve
geleceğini yitirmiş birinin kayıtsızlığını duyuyordu: Aklının bir köşesinde kıpırdanarak, yavaş
yavaş büyüyerek bütün gövdesini saracağa benzeyen bir sessizlik vardı. Mutfaktan getirdiği
peynirle, ekmeği yerken, bayat çayını içerken bile, üzerleri ekmek kırıntılarıyla kaplanan
resimlere baktı. Şehirdeki kararlı ve inanılmaz hareket dinmiş, gecenin sesleri başlamıştı.
Buzdolabının motorunu, sokağın ta öbür ucunda indirilen bir dükkân kepengini, Alaad-n'in
oradan gelen bir kahkahayı duyabiliyordu artık. Bazan, kaldırımlarda hızlı hızlı ilerleyen bir
topuklu ayakkabının sesine dikkat ediyor, bazan bir fotoğraftaki surata bir dehşet ve korku
ifadesiyle, kendisini de yoran bir hayretle bakarken sessizliği de unutuyordu.
Harflerin sırları ile yüzlerin anlamı arasındaki ilişkiyi işte bu sırada düşünmeye başladı: Celâl'in
yüz fotoğrafları üzerine çiziştir-diklerinin anlamını çözmekten çok, Rüya'nın okuduğu polisiye
romanların kahramanlarını taklit etme isteğiyle. "Polis romanlarının, eşyalar içinde sürekli
ipuçları görebilen kahramanları gibi olabilmek için," diye düşünüyordu Galip yorgunlukla,
"İnsanın çevresindeki nesnelerin kendisinden bir sır sakladıklarına inanıvermesi yeter." Celâl'in
Hurufilikle ilgili kitapları, risaleleri, gazete ve dergi kesiklerini ve binlerce resimle fotoğrafı
sakladığı kutuyu kori-
dordaki dolaptan çıkarıp çalışmaya başladı.
Arap harflerinden yapılmış yüzler gördü, gözler vav'lar ve ayın'lardan, kaşlar zcierden ve
rıiardan, burunlar eliflerden yapılmış, Celâl de eski alfabeyi öğrenen iyi niyetli bir öğrencinin
titizliğiyle harfleri teker teker işaretlemişti. Taş baskısı bir kitabın sayfalarında vav'lardan ve
cim'lerden yapılmış ağlayan gözler gördü, cim'in noktası sayfanın dibine damlayan gözyaşıydı.
Eski ve rö-tuşsuz bir siyah beyaz fotoğrafta kaşlardan, gözlerden, burun ve dudaklardan aynı
harflerin kolaylıkla okunabildiğini gördü; fotoğrafın altına bir Bektaşi şeyhinin adını Celâl
okunaklı harflerle yazmıştı. Harflerden yapılmış 'Ah miner aşk!' levhaları gördü, fırtınalarda
çalkalanan kadırgalar, gökten göz, bakış ve dehşet olarak inen yıldırımlar, ağaçların dallarına
karışmış çehreler, her biri ayrı bir harf olan sakallar gördü. Gözleri oyularak fotoğraftan
çıkarılmış soluk yüzler gördü, dudaklarının kenarına bulaşmış günah izleri harflerle işaretlenmiş
masumlar gördü, korkunç geleceklerinin hikâyesi alınlarındaki kırışıklar arasına sıkıştırılmış
günahkârlar gördü. Beyaz idam gömleklerinin ve boyunlarına asılı hüküm zabıtlarının
üzerinden ayaklarının ulaşamadığı toprağa bakan asılmış haydutların ve başbakanların dalgın
ifadesini gördü; ünlü bir sinema artistinin boyalı gözlerinden orospuluğunu okuyanların
yolladığı soluk renkli resimleri ve kendilerini padişahlara, paşalara, Rudolph Valentino ile
Mussolini'ye benzetenlerin benzerlerinin ve kendi fotoğraflarının üzerine işaretledikleri harfleri
gördü. Ce-lâl'in yazdığı bir yazıda, Allah'ın son işareti olan 'h' harfinin özel yer ve anlamlarını
göstererek okuyucularına yolladığı tebliği deşifre edenlerin, 'sabah', 'yüz', 'güneş' kelimeleriyle
bir ay, bir hafta, bir yıl boyunca çizdiği simetrileri açıklayanların, harflerle uğraşmanın puta
tapmaktan farkı olmadığını kanıtlamak için yazılmış uzun okuyucu mektuplarında, Celâl'in
keşfettiği gizli harf oyunlarının işaretlerini gördü. Hurufiliğin kurucusu Esterabadlı Fazlallah'ın
minyatürlerden kopya edilerek üzerine Arap ve Latin harfleri eklenmiş resimlerini, Alaaddin'in
dükkânında satılan gofretlerden ve ayakkabı lastiği sertliğindeki boyalı çiklet paketlerinden
çıkan futbolcuların ve sinema oyuncularının resimlerinin üzerine yazılmış kelimeleri ve harfleri,
okuyucularının Celâl'e yolladıkları katil, günahkâr ve şeyh fotoğraflarını gördü. Üzerleri
harflerle kay-
naşan yüzlerce, binlerce, onbinlerce 'vatandaş' resmi gördü: Son altmış yılda Anadolu'nun her
yerinden, tozla kaplı küçük kentlerden, yazlan güneşten toprağın çatladığı, kışları kar
yüzünden dört ay boyunca aç kurtlardan başka kimsenin uğrayamadığı ücra kasabalardan,
mayına basan erkeklerin yarısının topal gezdiği Suriye sınırındaki kaçakçı köylerinden ve kırk
yıldır yollarının yapılmasını bekleyen dağ köylerinden, büyük şehirlerdeki bar ve pavyonlardan,
mağaralara yerleşmiş salhanelerden, sigara ve esrar kaçakçılarının kahveleriyle, ıssız
demiryolu istasyonlarının 'müdüriyet' odalarından, sığır celeplerinin geceledikleri otel
salonlarıyla, Soğu-koluk'daki kerhanelerden, Celâl'e yollanmış binlerce vatandaş resmi gördü.
Devlet dairelerinin, vilayet binalarının, arzuhalci masalarının yanıbaşına kurulmuş üç ayaklı ve
nazar boncuklu şipşakçı makineleriyle kara bir çarşafın altına giren fotoğrafçının bir simyacı ya
da falcı gibi eczalı camlar, kara kapaklar, pompalar ve körüklerle uğraşarak çalıştırdığı eski
Leicaiarla çekilmiş binlerce fotoğraf gördü. Objektife bakarken vatandaşların belli belirsiz bir
ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteğiyle ürpertici bir zaman duygusuna kapıldığını hissetmek güç
değildi. Galip, bu derin isteğin yüzlerde ve haritalarda işaretlerini tanıdığı yıkım ve ölüm ve
yenilgi ve mulsıız-lukla ilgili olduğunu hemen görüyordu. Sanki mutluluk yıllarını izleyen büyük
yenilgiden sonra, patlayan bir yanardağın saçtığı küller ve toz, geçmişin üzerini olanca
kalınlığıyla örtmüştü de, anıların bu gizli ve kaybolmuş esrarlı anlamını ortaya çıkarabilmek için
onların yüzlere bulaşmış işaretlerini Galip'in okuyup çözmesi gerekiyordu.
Bazı fotoğrafların Celâl'in ellili yılların başında bilmeceler, film eleştirileri ve 'İster İnan İster
İnanma' köşesiyle birlikte sorumluluğunu üzerine aldığı 'Yüzünüz Kişiliğiniz' köşesine
yollandığı, arkalarına yazılmış bilgilerden anlaşılıyordu; bazılarının daha sonraki yıllarda Celâl'in
köşe yazılarında yaptığı bir çağrıya uymak için (Okurlarımızın fotoğraflarını görmek ve
bazılarını da bu köşede yayımlamak istiyoruz!) ve bazılarının da, kutulardan çıkardığı kâğıtlar,
mektuplar ve fotoğraf arkalarındaki yazılardan, Galip'in okudukça içeriğini tam olarak
sökemediği bazı mektuplara cevap olarak yollandığı anlaşılıyordu. Uzak bir geçmişteki bir anıyı
hatırlar ya da ufukta belli belirsiz gözüken uzak bir kara parçası
275 '
üzerinde bir an çakıp parlayan bir yıldırımın yeşilimsi ışığına bakar gibi, kameraya bakmışlardı;
karanlık bir bataklıkta ağır ağır batmakta olan kendi geleceklerini alışkın gözlerle seyreder gibi,
kaybettikleri belleklerinin bir daha hiç geri gelmeyeceğinden kuşkusu olmayan unutkanlar gibi:
Galip, bu yüz ifadelerindeki sessizliğin aklının bir köşesinde büyüdüğünü hissederken, Celâl'in
yıllardır bütün bu resimleri, kesikleri, yüzleri, bakışları neden harflerle doldurmuş olabileceğini
apaçık seziyor, ama bu nedeni kendi hayatını Celâl'in ve Rüya'nın hayatına bağlayan bağa, bu
hayalet evden çıkışın ve kendi geleceğinin hikâyesinin bir anahtarı olarak kullanmak istediği
zaman, tıpkı fotoğraflarda gördüğü suratlar gibi, bir an durgunlaşıyor, olayları birbirine
bağlaması gereken aklı, yalnızca harflerle yüzler arasına sıkışmış bir anlamın sisleri içinde
kayboluyordu. Yüzlerce okuyacağı ve yavaş yavaş içine gireceği dehşete işte böyle böyle
yaklaşmaya başladı.
Taşbaskısı kitaplardan, imlâ hatalarıyla dolu risalelerden Hurufiliğin kurucusu ve peygamberi
Fazlallah'ın hayatını okudu. Horasan'da, Hazer Denizi yakınlarındaki Esterabad'da 1339'da
doğmuştu. On sekiz yaşındayken kendini tasavvufa vermiş, hacca gitmiş, Şeyh Hasan adlı
birinin müridi olmuştu. Azerbaycan'da, İran'da şehir şehir gezerek görgüsünü nasıl artırdığını,
Tebriz'deki, Şirvan'daki, Baku'deki şeyhlerle neler konuştuklarını okurken Galip, kendi hayatına
da, bu tür taşbaskısı kitapların dediği gibi 'yeniden başlamak' için içinde karşı konulmaz bir
istek duydu. Fazlallah'ın kendi geleceğine ve ölümüne ilişkin sonradan gerçekleşen öngörüleri,
Galip'e başlamak istediği yeni hayatı yaşayacak herhangi birinin başından geçecek sıradan
olaylar gibi gözüktü. Fazlallah ilk rüya yorumlarıyla ünlenmişti. Bir keresinde, rüyasında iki
hüdhüd kuşunu, kendisini ve Süleyman Peygamberi görmüş, kuşlar ağaçtan bakarken ağacın
altında uyuyan Fazlallah ile Süleyman Peygamber'in rüyaları birbirine karışmış, böylece,
ağaçtaki iki kuş da tek bir hüdhüd kuşu olmuştu. Bir başka seferinde, rüyasında çekildiği
mağarada kendisini ziyarete gelecek bir dervişi görüyor, sonradan, gerçekten kendisini ziyaret
eden o derviş de. Fazlallah'a rüyasında onu gördüğünü söylüyordu: Mağarada bir kitabın
sayfalarını birlikte çevirdiklerinde harflerin içinde kendi yüzlerini, birbirlerine dönüp
baktıklarında ise yüzlerinin içinde kitap-
taki harfleri görüyorlardı.
Fazlallah'a göre ses, varlık ile yokluk arasındaki ayrım çizgi-siydi. Gayb âleminden maddi
âleme geçip, elle dokunulabilir olan her şeyin çıkartacağı bir ses vardı çünkü: 'En sessiz'
nesneleri bile birbirine çarpmak bunu anlamaya yeterdi. Sesin en gelişmiş şekli ise tabii ki
'söz'dü, 'kelâm' denen yüce şeydi, 'kelime' denen sihirdi ve o da harflerden oluşuyordu.
Varlığın özü, anlamı ve Allahın yeryüzünde görünüşü demek olan harfleri ise insan yüzünde
apaçık seçmek mümkündü. Yüzlerimizde doğuştan gelen iki kaş, dört kirpik ve bir de saç
çizgisinden oluşan yedi hat vardı. Bu işaretlere, sonradan, ergenlikle birlikte, 'geç açan' burun
çizgisi de eklendiğinde, harfler on dört ediyor, bu hatların hayâli varlığı ile ondan daha şiirsel
olan gerçek görüntüsü de iki olarak hesaba katılınca, Muhammed'in konuştuğu, Kuran'ın dile
geldiği yirmi sekiz harfin hiç de rastlantı olmadığı anlaşılıyordu. Fazlallah'ın konuştuğu ve ünlü
kitabı 'Cavidanname'yi yazdığı Farsça'daki otuz iki harfe varmak için saçları ve çene altındaki
hattı daha bir dikkatle inceleyip, ikiye ayırıp, iki ayrı harf olarak görmek gerektiğini
okuduğunda Galip kutulardan bulup çıkardığı bazı fotoğraflardaki yüzlerin ve saçların niye bin
dokuzyüz otuzların Amerikan filmlerinde briyantinli oyuncuların yaptığı gibi ortadan ikiye
ayrıldığını anladı. Her şey çok basit gözüküyordu ve Galip bir anda bu çocuksu yalınlıktan
hoşlanarak bir kere daha Celâl'i harf oyunlarına çeken şeyin ne olduğunu anladığını hissetti.
Tıpkı CelâPin hikâyesini yazdığı 'O' gibi, Fazlallah kendini bir kurtarıcı, bir peygamber,
museviler'in beklediği Mesih, hıristi-yanlar'ın gökten inişine hazırlandıkları ve Muhammed'in
müjdelediği Mehdi olarak ilan etmiş, İsfahan'da kendisine inanan yedi kişiyi çevresine
topladıktan sonra, dinini yaymaya başlamıştı. Galip, Fazlallah'ın şehir şehir gezerek dünyanın
anlamını ilk bakışta teslim eden bir yer olmadığını, sırlarla kaynaştığını, bu sırlara ulaşabilmek
için harflerin esrarını bilmek gerektiğini vaaz ettiğini okurken bir iç huzuru duydu: Beklediği ve
hep istediği gibi, kendi dünyasının da sırlarla kaynaştığı kolaylıkla kanıtlanmıştı sanki. Galip
duyduğu iç huzurunun, bu kanıtın basitliğiyle ilgili olduğunu da seziyordu: Dünyanın sırlarla
kaynaşan bir yer olduğu doğruysa, masanın üzerinde gördüğü kahve fincanının, küllüğün,
kitap açacağı-
nın ve*hatta açacağın yanında dalgın bir yengeç gibi dinlenen kendi elinin de işaret ettiği ve
bir parçası olduğu gizli dünyanın varlığı gerçekti. Rüya bu dünyadaydı. Galip bu dünyanın
eşiğindeydi. Az sonra, harflerin sırrıyla içeri girecekti.
Bunun için dikkatle biraz daha okuması gerekiyordu. Fazlal-lah'm hayatını ve ölümünü,
yeniden okudu. Kendi ölümünü rüyasında gördüğünü ve ölümüne bir rüya görür gibi gittiğini
anladı. Allaha değil, harflere, insanlara ve putlara tapıyor, kendini Mehdi ilan ediyor ve
Kuran'ın gerçek ve görünen anlamına değil gizli ve görünmez anlamı dediği kendi hayâllerine
iman ediyor diye zındıklıkla suçlanmış, yakalanmış, yargılanmış ve asılmıştı.
Fazlallah'ın ve yakınlarının öldürülmesinden sonra İran'da tutunmakta zorlanan Hurufılerin
Anadolu'ya geçişi, Fazlallah'ın halifelerinden şair Ncsimî sayesinde olmuştu. Fazlallah'ın
kitaplarıyla Hurufiliğe ilişkin elyazmalarını sonraları Hurufıler arasında efsanevi bir nitelik
kazanacak yeşil bir sandığa yükleyen şair, Anadolu'yu şehir şehir gezerek, örümceklerin
uyukladığı ücra medreselerde, kertenkelelerin kaynaştığı miskin tekkelerinde yeni yandaşlar
bulmuş, yetiştirdiği halifelerine yalnız Kuran'ın değil, dünyanın da sırlarla kaynaştığını
göstermek için, çok sevdiği satranç oyunundan çıkarılmış kelime ve harf oyunlarına
başvurmuştu. İki mıs-rada, sevgilisinin yüzündeki hattı ve beni harfle noktaya, bu harfle
noktasını deniz dibindeki süngerle inciye, kendisini bu inci peşinde ölen dalgıca, ölüme istekle
dalan bu dalgıcı Tanrıya koşan âşığa ve böylece, daireyi tamamlayarak, Tanrıyı da sevgilisine
benzeten şair Nesimi, Halep'te tutuklanmış, uzun uzun yargılanmış, derisi yüzülerek
öldürülmüş, ölüsü asılarak şehirde teşhir edildikten sonra, yedi parçaya ayrılan cesedi ibret
olsun diye kendine taraftar bulduğu ve şiirlerinin ezberlendiği yedi ayrı şehire gömülmüştü.
Nesimi'nin etkisiyle Bektaşiler arasında Osmanoğlu ülkesinde hızla yayılan Hurufilik,
İstanbul'un fethinden on beş yıl sonra, Fatih Sultan Mehmet'i de heyecanlandırmıştı. Padişahın
elinde Fazlallah'ın risaleleri, dünyanın esrarından, harflerin sorduğu sorulardan ve yeni
yerleştiği sarayından seyrettiği Bizans'ın sırlarından sözettiğini, elleriyle bir bir işaret ettiği her
bacanın, her kubbenin, her ağacın yer altındaki başka bir âlemin esrarına nasıl
278 '
anahtar olabileceğini araştırdığını çevresindeki ulema öğrenince, bir kumpas düzenleyip
Sultana yakınlaşabilen Hurufileri diri diri yaktırmışlardı.
II. Dünya Savaşının başında, Erzurum yakınlarında, Horasan'daki bir matbaada gizlice basıldığı
elyazısıyla son sayfasına eklenmiş bir nottan anlaşılan (ya da öyle anlaşılsın istenen) bir küçük
kitapta, Galip, Fatih'in oğlu II. Beyazıt'a yapılan başarısız suikasttan sonra, boynu vurulan ve
yakılan Hurufileri yanarken gösteren bir resim gördü. Başka bir sayfada, Kanuni Süleyman'ın
sürgün enirine boyun eğmediği için yakılan Hurufiler de aynı çocuksu çizgilerle ve aynı dehşet
ifadesiyle resmedilmişlerdi. Dalgalanarak gövdeleri saran alevlerin içinde aynı 'Allah'
kelimesinin aynı elifleri ve lam'ları gözüküyor, daha da tuhafı, Arap harfleriyle cayır cayır
yanan gövdelerin gözlerinden Latin alfabesinin O'lar U-lar ve C'lerle bezenmiş gözyaşları
fışkırıyordu. Galip, 1928'deki 'Alfabe Devrimi', Arap harflerinden Latin harflerine geçiş üzerine
ilk Hurufi yorumuna bu resimde rastladı, ama aklı daha o sıralarda çözülmesi gereken sırrın
formülünde olduğu için gördüğünü anlamlandıramadan kutudan bulduklarını okumaya devam
etti.
Allah'ın asıl niteliğinin bir 'gizli ha/ine', bir 'kanz-i mahfi', bir esrar olduğuna ilişkin sayfalarca
yazı okudu. Bütün sorun bu esrara ulaşabilmenin yolunu bulmaktı. Bütün sorun bu esrarın
dünyada yansıdığını anlamaktı. Bütün sorun esrarın,her yerde, her şeyde, her nesnede, her
insanda görüldüğünü kavramaktı. Dünya bir ipuçları deniziydi; her damlasında arkasındaki
esrara varacak bir tuz tadı vardı. Galip yorgun ve kızarmış gözlerle okudukça bu denizin
sırlarına gireceğini biliyordu.
Belirtileri her yerde ve her şeyde olduğu için, esrar da her yerde ve her şeydeydi. Tıpkı
şiirlerdeki sevgilinin yüzü, inciler, güller, şarap kadehleri, bülbüller, sırma saçlar, geceler ve
alevler gibi, Galip okudukça, çevresindeki nesnelerin de hem kendilerinin, hem de yavaş yavaş
yaklaştığı bu esrarın birer işareti olduklarını çok iyi görüyordu. Üzerine lambanın soluk ışığı
vuran perdenin, Rüya'nın anılarıyla kaynaşan eski koltukların, duvarlardaki gölgelerin,
korkutucu telefon ahizesinin bu kadar anlam ve hikâyeyle yüklü olması Galip'e çocukluğunda
bazan hissettiği gibi, farkına varmadan bir oyuna girdiği duygusunu verdi: Herkesin bir başka
kişiyi, her şeyin bir başka şeyi taklit ettiği bu korkutucu oyundan,, tıpkı çocukluğundaki gibi bir
başkası olabilirse çıkabileceğine inandığı için belli belirsiz bir güvensizlik duyarak ilerlemeye
devam etti. "Korkuyorsan, lambayı yakayım," derdi Galip birlikte karanlıkta oynadıkları
zamanlar Rüya'nın da aynı korkuya kapıldığını anladığında. "Yakma," derdi oyunu ve korkuyu
seven cesur Rüya. Galip okudu.
17. yüzyılın başında bazı Hurufiler, Anadolu'yu allak bullak eden Celâli isyanları sırasında
paşalardan, kadılardan, haydutlardan, imamlardan kaçan köylülerin boşalttıkları ücra köylere
yerleşmişlerdi. Galip bu Hurufi köylerindeki mutlu ve anlamlı hayatı anlatan uzunca bir şiirin
dizelerini sökmeye çalışırken, Rüya'yla geçirdiği kendi çocukluk günlerinin mutluluk anılarını
yeniden hatırladı.
O eski ve uzak ve mutlu zamanlarda anlamla hareket birdi. O cennet çağlarda evlerimize
doldurduğumuz eşyalarla o eşyalara ilişkin hayâllerimiz hep birdi. O mutluluk yıllarında elimize
aldığımız aletlerin ve eşyaların, hançerlerin ve kalemlerin yalnızca gövdelerimizin değil,
ruhlarımızın da bir uzantısı olduğunu herkes bilirdi. O zamanlar şairler ağaç deyince herkes
tastamam bir ağacı hayâlinde canlandırabilir, şiirin içindeki kelimenin ve ağacın, hayatın ve
bahçenin içindeki şeyi ve ağacı işaret edebilmesi için uzun uzun hüner gösterip yaprakları ve
dalları saymaya gerek olmadığını herkes bilirdi. Kelimelerle anlattıkları şeylerin birbirine çok
yakın olduğunu o zamanlar herkes o kadar bilirdi ki, dağlar arasındaki o hayalet köye sis indiği
sabahlarda, kelimelerle aplattıkları şeyler birbirine karışırdı. O sisli sabahlarda uykularından
uyananlar rüyalarla gerçekliği, şiirlerle hayatı ve adlarla insanları da birbirlerinden
ayıramazlardı. O zamanlar hikâyelerle hayatlar O kadar gerçekti ki, kimsenin aklına, hangisi
hayatın aslı, hangisi hikâyenin aslı diye sormak gelmezdi. Rüyalar yaşanır, hayatlar
yorumlanırdı. O zamanlar, her şey gibi insanların yüzleri de o kadar anlamlıydı ki, okuma
yazma bilmeyenler ve alfayı meyve, a'yı şapka ve elifi mertek sananlar bile, yüzlerimizin
üzerlerindeki apaçık anlamın harflerini kendiliğinden okumaya başlarlardı.
Galip, o uzak ve mutlu zamanlardaki insanların daha zamanı bile tanımadıkları günleri
anlatmak için, şairin tasvir ettiği akşa-
müstlerinde ufuktaki portakal renkli güneşin nasıl hiç kıpırdamadığını ve cam ve kül rengindeki
hareketsiz denizin üzerinde esmeyen bir rüzgarla yelkenlerini şişiren kalyonların, yol
almalarına rağmen, nasıl hiç yer değiştirmediklerini okurken, bu denizin kıyısında hiçbir zaman
kaybolmayacak birer serap gibi yükselen bembeyaz camilerle onlardan da beyaz minarelerle
karşılaştığında, 17. yüzyıldan da günümüze kadar gizli kalmış Hurufi hayâl ve hayatının
İstanbul'u da kucakladığını anladı. Üç şerefeli beyaz minare-. ler arasında ufka doğru kanat
çırpan leyleklerin, ankalann, albatrosların ve simurgların gökte asılı kalmış gibi yüzyıllarca
İstanbul'un kubbeleri üstünde nasıl salındıklarını ve hiçbiri birbirini dik kesmeyen ve nasıl
keseceği de hiç belli olmayan İstanbul so-kaklarındaki her gezintinin sonsuzluğa yapılmış bir
bayram yolculuğu gibi eğlenceli ve başdöndürücü olduğunu ve bu gezintilerden sonra,
yolcunun sokaklarda çizdiği eğrileri haritanın üzerinde parmağı ile izlediğinde gördüğü
resimlerden kendi yüzünün üzerindeki harflerin ve hayatının esrarını nasıl hemen
kavrayıverdiğini ve sıcak ve mehtaplı yaz gecelerinde kuyulara sarkıtılan kovalar, buz gibi su
kadar esrarın ve yıldızların işaretleriyle de geri döndüğünde, herkesin nasıl sabahlara kadar
işaretlerin anlamından ve anlamın işaretlerinden dem vuran şiirler söylediğini Galip okurken,
hem su katılmamış Hurufiliğin altın çağının bir zamanlar İstanbul'da da yaşandığını, hem de
Rüya'yla kendi mutluluk yıllarının çoktan geride kaldığını anlamıştı. Ama kısa sürmüş olmalıydı
bu mutlu ve altın çağ. Çünkü esrarın apaçık olduğu altın çağdan hemen sonra, sırların daha da
karıştığını, tıpkı hayalet köylerdeki Hurufiler gibi, bazılarının anlamı iyice gizlemek için kandan,
yumurtadan, boktan ve kıldan yaptıkları iksirlerden medet umduklarını, bazılarının ise
İstanbul'un gizli köşelerindeki evlerinden gizlerini gömmek için dehlizler kazdığını okudu Galip.
Dehlizcilcr kadar talihli olamayan bazılarının, Yeniçeri isyanına katıldıkları için yakalanıp
asıldıkları ağaçlarda, boyunlarındaki yağlı ilmiğin kravat gibi sıkıştırmasıyla büzülen yüzlerinde
harflerin biçimsizleştiğini ve geceyarıları kenar mahallelcrdeki tekkelere ellerinde sazları Hurufi
sırlarını fısıldamaya giden âşıkların tam bir anlayışsızlık duvarı ile karşılaştıklarını da okudu.
Bütün bu belirtiler ücra ve hayalet köyler kadar, İstanbul'un da gizli köşelerinde, esrarlı
sokakla-
nnda yaşanan o altın çağın büyük bir mutsuzlukla kesintiye uğradı- -ğını doğruluyordu.
Kenarlarını farelerin kemirdiği ve bazı köşelerinde camgöbeği ve göztaşı rengindeki
küfçiçeklerinin hoş bir kâğıt ve nem kokusuyla açtığı eski şiir kitabının son sayfasına gelince,
Galip, bu konudaki daha geniş bilginin başka bir risalede ele alındığını belirten bir nota rastladı.
Risalenin son sayfalarına eklenmiş yayımevi ve basımevi adresleri ve dizgi ve baskı tarihleri ile
yekahenk şiirin son mısraları arasına Horasanlı dizgicinin küçük puntolarla sığıştırdığı uzunca
ve düşük bir cümleye göre, gene Erzurum yakınlarındaki Horasan'da aynı dizinin yedinci kitabı
olarak yayımlanan 'Esrar-ı Huruf ve Esrarın Kaybı' adlı bu eser, F.M.Üçüncü tarafından kaleme
alınmış ve İstanbullu gazeteci Selim Kaçmaz; in övgülerine de mazhar olmuştu.
Galip, kelime ve harf hayâlleri ve Rüya'nın düşleriyle dumanlanan bir uykusuzluk ve
yorgunlukla Celâl'in gazeteciliğe ilk başladığı yılları hatırladı. O günlerde, CelâPin harf ve
kelime oyunlarıy-. la ilişkisi 'Bugünkü Falınız: ve 'İster İnan, İster İnanma' köşelerinde eş-
dost-akrabaya ve sevgililerine özel selâmlar yollamaktan ileri gitmiyordu. Kâğıt, dergi ve
gazete tomarları içerisinde risaleyi hırsla aradı. Ortalığı iyice altüst ettikten sonra, biraz da
umutsuzlukla baktığı kutulardan birinde, altmışlı yılların başında Celâl'in kesip sakladığı çeşitli
gazete kesikleri, yayımlanmamış polemik yazıları ve bazı tuhaf fotoğraflar arasında kitabı
bulduğunda, saat ge-ceyarısını çoktan geçmiş, şehrin sokaklarında, sıkıyönetim dönemlerinde
gece sokağa çıkma yasağı ilan edildiği zaman duyulan o umut kırıcı ve ürpertici sessizlik
başlamıştı.
'Esrar-ı Huruf ve Esrarın Kaybı', yayımlandığı ya da yayımlanmak üzere olduğu ilan edilen bu
çeşit birçok 'eser' gibi, yıllar sonra ve başka bir şehirde yayımlanabilmişti ancak: 1962'de, Ga-
lip'in o zamanlar bir matbaası olduğuna şaştığı Gördes'de, iki yüz yirmi sayfalık bir kitap
olarak. Sararmış kapakta kötü klişe ve mürekkeple basılmış karanlık bir resim vardı: İki yanına
kestane ağaçları dizili bir yol, sonsuzluğun kaybolan perspektifine gidiyordu. Kestane
ağaçlarının her birinin arkasında ise harfler vardı, tüyler ürpertici korkunç harfler.
İlk bakışta kitap, o yıllarda 'idealist' subaylarca sık sık yazı-
lan "İki Yüz Yıldır Batıya Neden Yetişemiyoruz?", "Acaba Nasıl Kalkınırız" türünden kitaplardan
birine benziyordu. Yazarın kendi parasıyla ücra bir Anadolu kasabasında bastırılan o
kitaplardaki ithaflardan biri de vardı başında: "Harb Okulu öğrencisi! Bu ülkeyi kurtaracak olan
sensin!" Ama, sayfalan çevirmeye başlayınca Galip, bambaşka bir 'eser' karşısında olduğunu
anladı. Koltuktan kalktı, CelâTin masasına geçti ve dirseklerini kitabın iki yanına koyup dikkatle
okumaya başladı.
'Esrar-ı Huruf ve Esrarın Kaybı' ilk ikisinin başlığı kitabın adında buluşan üç ana kısımdan
oluşuyordu. Birinci bölüm, 'Esrar-ı Huruf, Hurufiliğin kurucusu Fazlallah'ın hayat hikayesiyle
açılıyordu. Hikâyeye F.M.Üçüncü laik bir boyut eklemiş, Fazlal-lah'ın mutasavvıf ya da mistik
yönünden çok, akılcı, felsefeci, matematikçi ve dilbilimci kişiliğini öne çıkarmıştı. Fazlallah bir
peygamber, bir mehdi, bir şehit, bir aziz, bir evliya olduğu kadar ve belki de bunlardan daha
çok, ince düşünen bir filozof, bir dehaydı; ama 'bize özgü' bir kişiydi. Bu yüzden Batılı
Oryantalistlerin yaptığı gibi, Fazlallah'ın düşüncelerini Pantheism, Plotinusculuk, Pitagoras ya
da Kabala etkisiyle açıklamaya kalkmak, bütün ömrü boyunca karşı olduğu Batı düşüncesiyle
Fazlallah'ı vurmaktan başka bir şey değildi. Fazlallah su katılmamış bir Doğuluydu.
F.M.Üçüncü'ye göre, Doğu ve Batı, dünyanın iki yarısını paylaşıyorlardı: İyi ile kötü, ak ile
kara, şeytan ile melek gibi bütünüyle birbirinin tersi, reddi, karşıtıydılar. Bu iki âlemin,
hayalperestlerin sandığı gibi, birbirleriyle uzlaşıp barış içinde yaşamalarına imkan yoktu hiç. İki
âlemden biri, her zaman üstün gelmiş, her zaman iki dünyadan biri efendi, öteki köle olmak
zorunda kalmıştı. Bu bitip tükenmeyen ikizler savaşına örnek olsun diye, İskender'in bir kılıç
darbesiyle düğümü ("yani şifreyi" diyordu yazar) çözdüğü Gordium'dan (Kördüğüm'den) Haçlı
Seferlerine, Harun Reşit'in Charlmagne'a yolladığı sihirli saatin üzerindeki çift anlamlı harf ve
rakamlardan AnnibaPin Alpleri geçişine, Endülüs'teki islâm zaferinden, (Kurtuba Camiinin sütun
sayısı üzerine bütün bir sayfa ayrılmıştı), kendisi de bir Hurufi olan Fatih Mehmet'in Bizans'ı ve
İstanbul'u ele geçirişine, Hazer Devleti'nin çöküşünden Osmanlılar'm önce Doppio (Beyaz
Kale), sonra Venedik önünde yenilgiye uğramasına' kadar özel bir anlamla yüklü bir dizi
tarihsel
olay gözden geçirilmişti.
F.M.Üçüncü'ye göre bütün bu tarihsel gerçekler, daha önceden Fazlallah'ın eserlerinde üstü
örtülü olarak ifade ettiği önemli bir noktaya işaret ediyordu. Doğu'nun ve Batı'nın birbirlerine
üstün geldikleri dönemler rastlantısal değil, mantıksaldı. Bu âlemlerden hangisi "o tarihsel
dönemde" dünyayı içinde sırlar kaynaşan, çift anlamlı, esrarlı bir yer olarak görmeyi başarırsa
o âlem ötekini yenip eziyordu. Dünyayı, basit, tek anlamlı, esrarı olmayan bir yer olarak
görenler ise yenilgiye, bunun kaçınılmaz sonucu olan köleliğe mahkûmdular.
İkinci bölümü, F.M.Üçüncü, esrarın kaybının ayrıntılı bir tartışmasına ayırmıştı. İster antik
Yunan felsefesindeki 'idea'yı, ister Neo Platoncu hıristiyanlığın Tanrısını, ister Hint Nirvanasını,
ister Attar'ın Simurg kuşunu, ister Mevlâna'nın 'sevgilisi'sini, ister Hu-rufilerin 'Gizli Hazine'sini,
ister Kant'in 'noumena'smı, ister bir dedektif romanındaki suçlu kişiyi anlatsın, esrar her
seferinde dünyanın içine gizlenmiş bir 'merkez' anlamına geliyordu. Demek ki, diyordu
F.M.Üçüncü, bir uygarlığın 'esrar' düşüncesini kaybetmesinden, düşüncesinin 'merkez'den
yoksunlaşarak düzenini kaybetmesini anlamak gerekiyor.
Galip, sonraki sayfalarda Mevlâna'nın, 'sevgilisi' Şemsi Tebri-zi'yi neden öldürmek zorunda
kaldığına, bu ölümle 'tesis ettiği' esrarı korumak için neden Şam'a gittiğine, bu şehirdeki
gezintilerinin ve araştırmalarının 'esrar' düşüncesini ayakta tutmaya neden yetmediğine ve
Mevlâna'nın Şam'daki yürüyüşleri sırasında düşüncesinin kaybolmakta olan 'merkezini' bulmak
için uğradığı köşelere ilişkin anlamını çözemediği satırlar okudu. Suçlusu bulunama-yarak bir
cinayet işlemenin ya da ortalıktan sırra kadem basar gibi kaybolmanın kayıp esrarı yeniden
kurmak için iyi bir yöntem olduğunu söylüyordu yazar.
Daha sonra F.M.Üçüncü, Hurufilerin en önemli konusu olan 'harflerle yüzler' ilişkisine girmişti.
Fazlallah'ın 'Cavidanname'sin-de yaptığı gibi, gizlenen Tanrının insan suratında görüldüğünü
belirtmiş, uzun uzun insan yüzündeki hatları incelemiş, bu hatların Arap harfleriyle ilişkisini
kurmuştu. Nesimi, Rafii, Misali, Bağdatlı Ruhi ve Gül Baba gibi Hurufı şairlerinin dizelerinin
uzun uzun tartışıldığı çocuksu sayfalardan sonra, bir mantık kuruluyordu:
Mutluluk ve zafer çağlarında, tıpkı içinde yaşanılan dünya gibi, hepimizin yüzü de anlamlıydı.
Bu anlamı dünyanın içinde esrar ve yüzlerimizde harfler gören Hurufilere borçluyduk.
Hurufiliğin kay-boluşuyla, demek ki, dünyamızdaki esrar kadar, yüzlerimizdeki harfler de
kaybolmuştu. Boştu artık yüzlerimiz, üzerlerinden eskisi gibi bir şey okumaya olanak yoktu
onların; kaşlarımız, gözlerimiz, burunlarımız, bakışlarımız ifadelerimiz, boş yüzlerimiz
anlamsızdı. Masadan kalkıp aynada kendi yüzüne bakmak geliyordu Galip'in içinden, ama
dikkatle okudu.
Türk, Arap ve Hint film yıldızlarının yüzlerinde görülen ve Ay'ın görünmeyen yüzünü
düşündürten tuhaf topografya kadar, fotoğraf sanatının insanlara yöneldikçe korkutucu ve
karanlık sonuçlar vermesi de yüzlerimizdeki bu boşlukla ilgiliydi. İstanbul'un, Şam'ın ya da
Kahire'nin sokaklarını dolduran insanların, geceyarıları mutsuzluktan inleyen hayaletler gibi
birbirlerine benzemesi ve çatık kaşlı erkeklerin hep aynı bıyıkları bırakması ve hep aynı
başörtüsünü takan kadınların çamurlu kaldırımlarda yürürlerken hep aynı şekilde önlerine
bakmaları bu boşluk yüzündendi. Demek ki, yapılması gereken şey yüzlerimizin üzerindeki bu
boşluğu yeniden anlamlandıracak, yüzlerimizin üzerinde Latin harflerini görecek yeni bir dizge
kurmaktı. Kitabın ikinci bölümü, bu işin 'Keşf-ü Esrar' adlı üçüncü bölümde yapılacağını
müjdeleyerek bitiyordu.
Galip kelimeleri iki anlamda kullanan ve onlarla çocuksu bir saflıkla oynayan F.M.Üçüncü'yü
sevmişti. Celâl'i hatırlatan bir yan vardı onda.