Kara Kitap - 1 Kısım - 13 - 19

ONUNCU BÖLÜM - GÖZ

"Hayatının o deyir faaliyetinde yazdığı yazılarının
miktarı yevmiye beş sahifeden aşağı düşmemiştir."
Abdurrahman Şeref
Bu anlatacağım vaka bir kış gecesi başımdan geçti. Karamsar bir zamammdı: Gazeteciliğin ilk
ve zor yıllarını atlatmıştım, ama biraz olsun tutunabilmek için yaptıklarım mesleğe girişteki o
heyecanımı çoktan kurutmuştu. Soğuk kış gecelerinde, "Sonunda ayakta kalabildim!" derken
kendime, içimin boşalmış olduğunu da bilirdim. O kış, bütün hayatım boyunca beni takip
edecek bir uykusuzluk hastalığına da yakalandığım için, hafta içlerinde, bazı günler gece
sekreteriyle birlikte geç saatlere kadar gazetede kalır, sabahları günlük kargaşa ve kalabalık
içinde yazamayacağım bazı yazıları hazırlardım. O zamanlar, Avrupa gazete ve dergilerinde de
pek moda olan 'İster İnan İster İnanma' köşesi bu gece çaljşmala-rı için biçilmiş kaftandı.
Daha önceden orasından burasından kesilerek delik deşik edilmiş Avrupa gazetelerinin birini
açar, 'İster İnanma' köşesindeki resimleri bir süre dikkatle inceler, (herhangi bir yabancı dili
öğrenmeyi gereksiz, hatta hayâl gücüm için zararlı bulmuşumdur hep) ve resmin ilham
ettiklerini bir tür sanat coşkusuyla hemen kaleme alırdım.
O kış gecesi, bir Fransız Gazetesinde (Illustration) gördüğüm tuhaf suratlı bir ucubenin
(gözünün biri aşağıdaydı, biri yukarıda) resmine bir an baktıktan sonra 'tepegöz'ler üzerine bir
çırpıda bir-şeyler çiziktirmiştim: Dede Korkut'ta genç kızları korkutan, Ho-meros'un destanında
Siklop adlı hain yaratıklara dönüşen, Buha-ri'nin Peygamberler Tarihi' nde Deccal'in ta kendisi
olan,- Binbir Gece Masalları'nda vezirlerin haremine giren, Dante'nin Cennet'inde bana pek
tanıdık gelen sevgili Beatrice'i ile buluşmadan önce, üzerinde mor bir elbiseyle şöyle bir
gözüküveren, Mevlâna Celalettin'in Mesnevi'sinde kervanların yolunu kesen ve pek sevdiğim
Vathek'te de bir zenci kadın kılığına bürünen bu gözüpek ya-
ratığın geçmişini özetledikten sonra, alnın tam ortasında karanlık bir kuyu gibi duran bu tuhaf
ve tek gözün neye benzediğini, neden bizleri irkilttiğini, ondan neden korkmanız ve sakınmanız
gerektiğini yazmış, bir heyecan dalgasıyla kalemimin ucuna geliveren iki hikâyeciği de, kısa
'monografime' ekleyivermiştim: Haliç kıyısındaki yoksul mahallelerden birinde yaşayan ve
geceleri çamurlu, mazotlu o bulanık suya girerek kimbilir nereye gittiği söylenen Tepegöz'le
onunla buluştuğu, ya da onun kendisi olduğu söylenen ve geceyarılan başından kalpağını
çıkarınca Pera'nın lüks kerhanelerinde nice kızı korkudan bayıltan kibar -'Lord' diyorlarmış ona-
Tepegöz.
Bu tür konulara bayılan ressama yazıyı kısa bir notla (Bıyık çizme lütfen!) bıraktıktan sonra,
geceyarısım biraz geçe gazeteden çıkmış, soğuk ve boş evime hemen dönmek istemediğim
için, eski İstanbul sokaklarında yürümeye karar vermiştim. Kendimden, her zamanki gibi
memnun değildim, ama yazımdan ve hikâyemden memnundum. Bu küçük yazı zaferimi uzun
bir yürüyüşle hayâl edersem, belki hiç geçmeyen bir hastalık gibi üzerime sinen mutsuzluk
duygusundan biraz olsun kurtulurum sanıyordum.
Birbirlerini düzensiz eğrilerle kesen ve gittikçe darlaşarak ka-ranlıklaşan ara sokaklarda
yürüdüm. Cumbaları eğilerek birbirine yaklaşmış karanlık evlerin kör karanlık pencereleri
arasında kendi ayak seslerimi dinleyerek yürüdüm. Köpek çetelerinin, uykulu bekçilerle
esrarkeşlerin ve hayaletlerin bile artık adım atmaktan çekindiği o bütünüyle unutulmuş
sokaklarda yürüdüm.
Bir yerlerden bir gözün beni seyrettiği duygusuna kapıldığımda önce pek telaşlanmadım. Az
önce çiziştirdiğim yazıyla ilgili bir yanılsama duygusu olmalı bu, diyordum, çünkü sandığım gibi
ne dar sokağa sarkan çarpık cumbanın yan penceresinde, ne de boş arsadaki karanlığın içinde
beni gözetleyen bir göz vardı. Beni gözetlediğini sezdiğim şey, belli belirsiz bir hayâldi, önem
vermek istemedim. Ama bekçi düdüklerinden ve uzak mahallelerde uluyarak birbirlerine
saldıran köpek sürülerinden başka, hiçbir şeyin işi-tilmediği uzun sessizliklerde bu gözetlenme
duygusu ağır ağır yükselerek öyle bir yoğunlaştı ki, bir süre sonra, yokmuş gibi davranarak bu
boğucu baskıdan kurtulamayacağımı anladım.
Her şeyi gören ve her yerde beni bulan bir göz, artık hiç sak-
lanmadan gözetliyordu beni! Hayır, uydurduğum hikâyelerin kahramanlarıyla hiçbir ilgisi
yoktu; onlar gibi korkutucu, çirkin ya da gülünç değildi; yabancı ve soğuk da değildi; hattâ,
evet, tanıdık bir şeydi: Göz beni tanıyordu, ben de onu. Uzun zamandır birbirimizden
haberliydik, ama birbirimizin bu kadar açıkça farkına varmamız için, o geceyarısı hissettiğim o
özel duygu, yürümekte olduğum o özel sokak ve o sokaktaki görüntünün şiddeti gerekmişti.
İstanbul'u iyi tanımayan okuyucularıma bir şey ifade etmeyeceği için, Haliç sırtlarındaki bu
sokağın adını vermeyeceğim. Başımdan geçen bu metafizik deneyden otuz yıl sonra, bir
çoğunun hâlâ yerlerinde durduğunu gördüğüm karanlık ve ahşap evlerden, . cumba
gölgelerinden, ışığın çarpık dalların kestiği soluk bir sokak lambasından oluşan parke kaplı bir
sokak düşünün, yeter! Kaldırımlar kirli ve dardı. Küçük bir mahalle camiinin duvarı, hiç sonu
gelmeyecek bir karanlığa doğru uzanıyordu. Sokağın, duvarın -perspektifin- uzandığı karanlık
noktada, bu saçma (başka ne diyebilirdim ki?) göz de beni bekliyordu. Artık anlaşılmıştır
sanıyorum: Öyle kötü bir şey için, ne bileyim, beni korkutmak, boğmak, bıçaklamak, öldürmek
için değil; sonraları düşündüğüm gibi, daha çok bir rüyayı hatırlatan bu 'metafizik deney'e bir
an önce gireyim diye, bana yardım etmek için bekliyordu 'göz' beni.
Çıt yoktu. İlk anda, bütün bu deneyin, gazetecilik mesleğinin benden alıp götürdükleriyle,
içimin boşluğuyla ilgili bir şey olduğunu hemen sezdim. İnsan en gerçek kâbusları yorgunken
görür! Ama kâbus değildi, daha kesin, berrak ve neredeyse matematiksel bir duyguydu.
"İçimin bomboş olduğunu biliyorum." Böyle düşünmüştüm. Durup cami duvarına yaslanınca da
şöyle: "İçimin bomboş olduğunu biliyor!" Ne düşündüğümü biliyordu, şimdiye kadar neler
yaptığımı biliyordu, ama bunlar bile önemli değildi, çünkü başka bir şeye, hem de çok açık olan
başka bir şeye işaret ediyordu 'göz'. Ben onu yaratmıştım, o da beni! Bu düşünce, kimi zaman
insanm kaleminin ucuna geliveren saçma bir kelime gibi, aklımın ucundan bir an geçip gidecek
sandım, ama kaldı orada. Böylece ben de düşüncenin açtığı kapıdan, -tarladaki delikten
boşluğa düşen o İngiliz tavşanı gibi- yeni bir âleme girdim.
Başlangıçta, bu 'göz'ü ben yaratmıştım. Tabii ki, beni görsün ye gözlesin diye. Onun bakışı
içinden çıkmak istemiyordum. Ken-
dimi bu bakışın altında, bu bakıştan oluşturmuştum ve bu bakıştan hoşnuttum. Her an
gözlendiğimin bilincinde olduğum için varoluyordum çünkü. Sanki bu göz beni görmese ben de
varolmayacaktım. Bu öyle açık bir gerçekti ki, onu kendimin yarattığını da unutup beni var
eden bu göze şükran duyuyordum. Onun buyruklarına uymak istiyordum! Böylece daha hoş bir
'varoluşun' içine girecektim, ama zordu bunu yapmak, öte yandan acı veren bir şey değildi bu
zorluk, hayatın biçimiydi, doğal karşılanması gereken rahat bir şeydi. Bu yüzden cami duvarına
yaslanırken içine düştüğüm düşünce alemi, bir kâbus gibi değil, 'İster İnan İster İnanma'
köşesinde tuhaflıklarım özetlediğim o varolmayan ressamların yaptığı resimler gibi anılar ve
tanıdık görüntülerle örülmüş bir tür mutluluktu.
Bu mutluluk bahçesinin orta yerinde kendimi gördüm, cami duvarına geceyarısı yaslanmış,
kendi düşüncemi seyrediyordum.
Düşüncemin ya da hayâlin, yanılsama aleminin -ne derseniz deyin- ortasında gördüğüm şeyin
benim bir benzerim değil, kendim olduğunu da hemen anladım. O zaman bakışımın, az önce
gördüğüm o 'göz'ün bakışı olduğunu hissettim. Demek ki şimdi ben, az önceki 'göz' olmuştum
ve kendimi dışarıdan seyrediyordum. Ama tuhaf ve yabancı bir duygu değildi bu, korkunç bir
şey hiç değildi. Kendimi dışarıdan görür görmez hatırlamış ve anlamıştım zaten kendimi
dışarıdan görmeyi alışkanlık edindiğimi. Yıllardır, kendimi dışarıdan görürken kendime
çekidüzen veriyordum. Kendimi dışarıdan görürken, "Evet, her şey yerli yerinde," diyordum;
kendimi dışarıdan görürken, "Yeterince benzemiyo-rum," diyordum, "benzemek istediğim şeye
yeterince benzemiyo-rum." Ya da "Benziyorum, ama daha gayret etmeliyim," diyordum
yıllardır ve sonradan yeniden kendimi dışarıdan görerek, "Evet, benzemek istediğim şeye
benzedim sonunda!" diyordum mutlulukla, "evet benzedim ve ben O oldum!"
Kimdi bu 'O'? Harikalar alemindeki gezimin bu noktasında, benzemek istediğim bu 'O'nun bana
neden göründüğünü anladım önce. Uzun gece yürüyüşü sırasında O'na benzemek istemediğim,
o sıra hiçbir şeyi taklit etmediğim için. Yanlış anlaşılmasın, insanın taklit etmeden, bir başkası
olmak istemeden yaşayabileceğini sanmıyorum, ama o akşam yorgunluktan içimin
boşluğundan ben-
deki istek o kadar düşmüştü ki, yıllardır buyruklarına uyduğum O'nunla ilk defa 'eşit' olmuştuk.
O'ndan korkmadığıma, O'nun beni çağırdığı hayâl alemine çekinmeden girişime bakarak da
anlayabilirdiniz bu 'görece' eşitliği. O'nun bakışı altındaydım, ama o güzel kış akşamında
özgürdüm de. Kendi iradem ve zaferimle değil de, yorgunluk ve yenilgimle elde ettiğim bir
duygu da olsa, bu özgürlük ve eşitlik duygusu, O'nunla aramda senli benli bir yakınlığın
kapısını açmıştı. (Bu samimiyet üslûbumdan da anlaşılıyordur.) Böylece yıllardır ilk olarak, O
bana sırlarını açıyor, ben de O'nu anlıyordum. Evet, kendi kendime konuşuyordum tabii, ama
bütün bu tür konuşmalar kendi içimize gömdüğümüz ikinci, sonra üçüncü kişiyle fısıldaşarak
ahbaplık etmekten başka nedir ki?
Dikkatli okurlarım kelimeler arasındaki yer değiştirmelerden çoktan anlamışlardır zaten, ama
ben gene de yazayım: 'O', tabii ki, 'göz'dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce 'göz'ü değil,
O'nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim 'O' da kendinden bana uzanan o
korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan 'göz', her şeyimi görüp
yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılıp
kalmıştı. Sözlerime kanıp şikâyet ettiğimi sanmayın sakın. 'Göz'ün bana sunduğu pırıl pırıl
manzaradan hoşnuttum.
Bu geometrik ve tertemiz manzarada, (hoş yanı da buydu ya zaten) kendimi dışarıdan
seyrederken O'nu kendimin yarattığını hemen anlamıştım, ama nasıl yarattığımı ancak belli
belirsiz sezinleyebiliyordum. Bazı ipuçları, O'nu kendi hayat malzemem ve anılarımdan
çıkardığımı gösteriyordu. Taklit etmek istediğim O'nda çocukluğumda okuduğum bazı resimli
roman kahramanlarına, bazı yabancı dergilerde resimlerini gördüğüm düşünür 'yazar'larm, ve
bu kasıntılı kişilerin kütüphanelerinin, çalışma masalarının ya da 'derin ve anlamlı'
düşüncelerini geliştirdikleri kutsal mekânların önünde fotoğrafçılara verdikleri pozların etkisi
vardı. Tabii ki onlar gibi olmak istemiştim, ama ne kadar? Bu metafizik coğrafyada O'nu kendi
geçmişimin hangi ayrıntılarından yaptığıma ilişkin başka bazı umut. kırıcı ipuçları da gördüm:
Annemin hayranlıkla sözünü ettiği çalışkan ve zengin bir komşu, Batılılaşarak kendini
memleketini kurtarmaya adamış bir paşanın gölgesi, baştan sona
108 ¦ .
beş kere okunmuş bir kitaptaki kahramanın hayâli, bizleri sessizli-ğiyle cezalandıran bir
öğretmen, annesine babasına "siz" diyen ve her gün başka bir temiz çorap giyecek kadar
zengin bir sınıf arkadaşı, Şehzadebaşı ve Beyoğlu sinemalarında gösterilmiş yabancı filmlerin
akıllı, başarılı ve hazırcevap kahramanları, onların içki bardaklarını tutuşları, kadınların, güzel
kadınların karşısında öyle rahat, öyle şakacı, gerektiğinde kararlı olabilmeleri, ünlü yazarlar,
filozoflar, alimler, kaşifler ve mucitlerin ansiklopediler ve kitap önsözlerinde okuduğum hayat
hikâyeleri, bazı askerler, gece uyu-yamadığı için bütün şehri sel felâketinden koruyan hikâye
kahramanları... Bütün bu kişiler geceyarısını çok geçe, cami duvarına yaslanırken içine
girdiğim harikalar âleminde, bir haritanın orasından burasından bana el eden tanıdık mekânla*
gibi bana bir bir gözüktüler. Yıllardır içinde yaşadığı sokağı mahalleyi ömründe ilk defa harita
üzerinde gören birisi nasıl şaşırırsa, aynı çocuksu heyecanla şaşırdım önce. Sonra, haritaya ilk
defa bakan aynı kişi, hatırlanması bütün bir ömür alacak binaların, sokakların, parkların,
evlerin kendi anılarıyla yüklü bütün o yerlerin nasıl birer küçük çizgiyle, noktayla işaretlenip
geçiştirildiklerini, koca haritayı kaplayan öteki çizgi ve işaretlerin yanında ne kadar küçük,
önemsiz ve anlamsız olduğunu görüp nasıl hayal kırıklığına kapılırsa, öyle bir tatsızlığın tadını
aldım.
Bütün bu anılar ve anılaşmış kişilerle kurmuştum ben O'nu. O'nun tepeme salıverdiği ve şimdi
benim bakışıma dönüşen 'göz'ün bakışında, tek tek görerek hatırladığım bütün bu kalabalıktan
yapılmış bir kolajın, bir ucubenin ruhu vardı. Bu bakışın içinden şimdi, kendimi ve bütün
hayatımı görüyordum. Bu bakışla gözetlenmekten ve bu sayede kendime çekidüzen vermekten
memnun, O'nu taklit ederek, O'na taklitle ulaşmaya çalışarak, bir gün O olacağıma, en azından
O'nun gibi olabileceğime inanarak yaşayıp gidiyorum. Hayır, bu umutla birlikte değil, bu umut,
bir başkası, O olma umudu için yaşıyordum. Okuyucularım bu 'metafizik deney'in bir çeşit
uyanış, 'gerçeklere gözleri açış' türünden öğretici bir vaka olduğunu da düşünmesinler. Cami
duvarına «yaslanırken içine girdiğim harikalar âleminde her şey, suç ve günahtan, haz ve
cezadan arınmış pırıl pırıl bir geometriyle parlıyordu. Bir keresinde, bir rüyamda aynı sokağın
ve aynı perspektifin uzandığı
ve aynı gece laciverdiyle kaplı gökte asılı parlak dolunayın ağır ağır parlak bir saat kadranına
dönüştüğünü görmüştüm. Gördüğüm manzara, işte o rüyadaki gibi açık, berrak ve simetrikti.
İnsanın içinden doya doya seyretmek ve apaçık gözüken eğlenceli çeşitlemeleri bir bir işaret
edip saymak geliyordu.
Bunu yapmadım da değil: Üzerinde üç taş oynayan laciver-dimsi bir mermerin üzerindeki
taşların duruşu hakkında yorum yapar gibi, "Cami duvarına yaslanan ben, O olmak istiyor,"
diyordum kendi kendime. Kıskandığı 'O'na ulaşmak istiyor bu adam. 'O' ise kendisini taklit
eden 'ben'in uydurduğu bir şey olduğunu bilmezlikten geliyor. Bunun için zaten 'göz'ün
bakışında o güven var. 'O'cami duvarına yaslanan adam kendine ulaşsın diye 'göz'ü yarattığını
da unutmuş gibi, ama bu belli belirsiz gerçeğin farkında duvara yaslanan adam. Bir hamle
yapıp eğer, 'O'na ulaşır da, 'O'olursa, o zaman, 'göz' hem açmazda ya da tam anlamıyla
boşlukta kalacak, hem de ... vs. vs.
Kendimi dışarıdan seyrederken düşünüyordum bunları. Sonra, dışarıdan seyrettiğim 'ben',
cami duvarı boyunca, duvar bitince birbirlerini tekrarlayan cumbalı ahşap evler, boş arsalar,
çeşmeler, kepengleri indirilmiş dükkânlar ve mezarlık boyunca kendi evine ve yatağına doğru
yürümeye başladı.
Kalabalık bir caddede yüzlere ve insan lekelerine baka baka yürürken bir dükkân vitrininde ya
da bir dizi mankenin arkasındaki geniş aynada kendimizi görür de, nasıl bir an şaşırırsak,
kendimi dışarıdan seyrederken de sürekli aynı hayrete kapılıyordum. Ama tıpkı bir rüyadaki
gibi dışarıdan seyrettiğim bu kişinin 'ben, kendim' olmasında pek şaşılacak bir yan olmadığını
da biliyordum. Şaşılacak şey, o kişiye duyduğum inanılmayacak kadar yumuşak, tatlı, sevgi
dolu o yakınlıktı. Ne kadar kırılgan, ne kadar acıklı, ne kadar zavallı, ne kadar çaresiz ve
kederli olduğunu seziyordum: Bir tek o kişinin gözüktüğü gibi olmadığım biliyor, bir baba,
hatta bir tanrı gibi bu dokunaklı çocuğu, bu kulu, bu zavallı ve iyi yaratığı korumak,
kanatlarımın altına almak istiyordum. O ise uzun uzun yürüdükten sonra (Ne düşünüyordu,
niye kederliydi, niye o kadar yorgun ve yılgın?) anacaddeye çıktı. Arada bir lambası yanmayan
muhallebicilerin, bakkalların vitrinlerine bakıyordu dalgınlıkla. Ellerini ceplerine sokmuştu.
Daha sonra başı da önüne
düştü. Şehzadebaşı'ndan Unkapam'na kadar yanından tek tük geçen araçların, boş taksilerin
hiçbiriyle ilgilenmeyerek yürüdü. Belki parası da yoktu.
Unkapanı köprüsünden geçerken bir an Halic'e baktı, köprünün altından geçecek bir
römorkörün ince uzun bacası, karanlıkta zor seçilen bir tayfanın çektiği iple indiriliyordu.
Şişhane yokuşunu çıkarken yoldan inen bir sarhoşla bir iki kelime konuştu, İstiklâl Caddesinin
iyi aydınlatılmış vitrinleriyle biri hariç ilgilenmedi: Bir gümüşçü dükkânının vitrinini uzun uzun
seyretti. Ne vardı aklında? Endişeyle titreyerek, sevgiyle seyrederek merak ediyordum.
Taksim'de bir büfeden sigara ve kibrit aldı, hüzünlü vatandaşlarımızda sık sık gördüğümüz o
ağır hareketlerle paketi açtı, sigarasını yaktı: Ah, ağzından çıkan o ince ve acıklı duman! Her
şeyi biliyordum, her şeyi tanıyordum, her şeyi yaşamış görüp geçirmiştim, ama ilk defa bir
hayatla bir insanla karşılaşmış gibi korkuyla endişeleniyordum. "Dikkat et, çocuk!" demek
geliyordu içimden; her sokağı geçişinde, her adımını atışında izlediğim bu kişinin başına bir
kötülük gelmedi diye şükrediyor, olabilecek bir felâketin izlerini sokakta, karanlık apartman
cephelerinde, lambaları sönmüş pencerelerde görüyordum.
Şükür, başına bir şey gelmeden Nişantaşı'ndaki bir apartmanın (Şehrikalp'ti adı) kapısından
içeri girdi! Çatı katındaki dairesine girdiğinde anlamak ve çare bulmak istediğim dertleriyle
birlikte uyur sanıyordum. Hayır, bir koltuğa oturup sigara içerek gazete karıştırdı bir süre.
Sonra eski eşyalarının, kırık dökük masasının, soluk perdelerin, kâğıtlarının, kitaplarının
arasında aşağı yukarı yürüdü. Birden masasına oturdu, gıcırdayan sandalyesinin üstünde
kıpırdandı ve kaptığı bir dolmakalemle boş bir kâğıdın üzerine birşeyler yazmak için eğildi.
Hemen yanıbaşındaydım; karmakarışık masasının üzerindey-dim sanki. Çok yakından
seyrediyordum onu: Çocuksu bir dikkatle, sevdiği bir filmi seyreden birinin huzurlu keyfiyle,
ama içe dönmüş bakışlarla yazıyordu. Sevgili oğlunun kendisi için yazdığı ilk mektubun kaleme
almışını bir baba gururla nasıl seyrederse, onu öyle seyrediyordum. Cümlelerin sonuna doğru
dudaklarının kenarlarını hafifçe büzüyor, kelimelerle birlikte gözü de kâğıdın üzerin-
de titreyerek ilerliyordu. Bir sayfayı doldurmak üzere olduğunu görünce yazdıklarını okudum
ve derin bir acıyla irkildim.
Tanımak için can attığım kendi ruhunun sözlerini değil, benim şu okuduğunuz cümlelerimi
yazmıştı yalnızca. Bu onun dünyası değil, benim dünyam, onun kelimeleri değil, şimdi her
birinin acele acele üzerinden geçtiğiniz (biraz yavaş lütfen) benim kelime-lerimdi. Karşı
koymak, ona, kendi kelimelerini yazmasını söylemek istedim, ama tıpkı bir rüyadaki gibi onu
seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden: Cümleler, kelimeler herbiri bana biraz daha
acı vererek birbirlerini izlediler.
Yeni bir paragrafın başında bir an durdu bir süre. Bana baktı, sanki beni gördü, sanki göz göze
geldik. Hani eski kitaplarda, dergilerde ilham perisiyle yazarın tatlı tatlı sohbet ettikleri
sahneler vardır; şakacı ressamlar yazının kenarına kalemi boyundaki sevimli küçük ilham
periciği ile dalgın yazarın birbirlerine gülümseyen resimlerini çizerler. İşte öyle gülümsedik
birbirimize. Bu anlayışlı bakıştan sonra her şeyin aydınlanacağını tabii ki iyimserlikle bekledim.
Gerçeği anlayacak ve o, çok merak ettiğim kendi dünyasının hikâyelerini yazacak, ben de
keyifle onun kendisi olabilmesinin kanıtlarını okuyacaktım.
Hayır, hiç de olmadı böyle bir şey. Bir an bana yeniden mutlulukla gülümsedikten sonra, sanki
aydınlanması gereken şey aydınlanmış, sanki bir dama problemini çözmüş gibi heyecanla
durakladı ve benim dünyamda her şeyi anlaşılmaz bir karanlıkta bırakan son kelimeleri de
yazdı.

ON BİRİNCİ BÖLÜM HAFIZAMIZI SİNEMADA KAYBETTİK

"Sinema çocuğun yalnız gözünü değil, aklını da bozar."
Ulunay
Galip, uyanır uyanmaz karın yeniden yağdığını anladı. Belki de bunu uykusunda farketmişti;
çünkü şehrin gürültüsünü örtüvc-ren kar sessizliğini, uyanır uyanmaz hatırladığı ama
pencereden dışarı bakarken unuttuğu rüyasında da duymuştu. Hava kararalı çok oluyordu.
Galip şofbenin bir türlü ısıtamadığı suyla yıkandıktan sonra giyindi. Bir kâğıt kalem alıp masaya
oturdu, ipuçları üzerinde bir süre çalıştı. Tıraş olduktan çok sonra, Rüya'nın kendisine
yakıştırdığı ve bir eşi de Celâl'de olan balık sırtı ceketiyle kalın kaba paltosunu giyip sokağa
çıktı.
Kar dinmiş, park edilmiş arabaların üzerinde, kaldırımlarda dört parmak birikmişti. Cumartesi
akşamı ellerinde paketlerle alışverişten dönenler, yeni yeni alışmaya başladıkları bir gezegenin
yumuşak yüzeyine basar gibi dikkatle yürüyorlardı.
Nişantaşı Meydanına geldiğinde, anacaddenin açık olmasına sevindi. Geceleri bir bakkalın
girişine yerleşen gazetecinin tezgâhından, çıplak kadın ve rezalet dergileri arasından ertesi
günün Milliyet'ini aldı. Karşı kaldırımdaki lokantaya girip yoldan geçenlerin göremeyeceği bir
köşeye yerleşti, domates çorbasıyla ızgara köfte ısmarladı. Yemeğini beklerken, gazeteyi
masanın üzerine yerleştirip Celâl'in pazar yazısını dikkatle okudu.
Yıllarca önce yazılmış yazıyı, bir de bu sabah gazetede okuduğu için Celâl'in hafıza üzerine
kurduğu bazı cümlelerini tek tek hatırlıyordu. Kahvesini içerken, yazıya bazı işaretler koydu.
Lokantadan çıktıktan sonra kendisini Bakırköy'e, Sinan Paşa'ya götürecek bir taksi buldu. .
Uzun yolculuk sırasında Galip, İstanbul'u değil bambaşka bir şehri gördüğü duygusuna kapıldı.
Gümüşsüyü yokuşunun Dolma-bahçe'ye ulaştığı yerde, üç belediye otobüsü birbirine bindirmiş,
çevrelerini bir kalabalık sarmıştı. Dolmuş ve otobüs durakları
bomboştu. Şehrin üzerine kar, bir tür eziklik duygusu gibi inmiş, lambalar daha solmuş,
geceleri şehri şehir yapan hareket durmuş, kapıları kapalı, kaldırımları boş bir ortaçağ gecesi
geri gelmişti. Cami kubbelerinin, ardiyelerin, gecekonduların üzerinde kar, beyaz değil,
maviydi. Aksaray civarında mor dudaklı, mavi suratlı orospuları, surların önünde tahta
merdivenle kayan gençleri, garajların çıkışında yolcuları korkulu gözlerle bakan otobüsleri
denetleyen polis arabalarının mavi lâmbalarını gördüler. İhtiyar şoför, Halic'in donduğu uzak ve
inanılmaz bir kışa ilişkin uzak ve inanılmaz bir hikâye anlattı: Galip 59 model Plymouth'un iç
ışığında Celâl'in pazar yazısını rakamlar, işaretler, harflerle doldurdu, ama hiçbir sonuca
ulaşamadı. Şoför daha fazla gidemeyeceğini söylediği için Sinan Paşa'da arabadan inip yürüdü.
Güntepe Mahallesi anacaddeye hatırladığından da yakınmış. İki katlı, gecekondudan bozma
perdeleri çekili beton evler ve vitrin ışıkları söndürülmüş dükkânlar arasındaki yol, hafif bir
yokuşu çıktıktan sonra, birdenbire küçük bir alana ulaştı. Sabah Şehir Rehben'nde küçük
dikdörtgenini gördüğü Atatürk büstü (heykel değil) ortadaydı. Haritadan hatırladıklarına
güvenerek duvarlarına siyasal sloganlar yazılmış büyükçe caminin yanındaki sokaktan girdi.
Kimilerinin soba boruları pencerelerinin ortasından çıkan, kimilerinin balkonları hafifçe öne
eğilmiş bu evler içinde Rüya'yı düşünmek bile istemiyordu, ama on yıl önce buraya gene bir
geceya-nsı geldiğinde, düşünmek bile istemediği şeyi, evin açık pencerelerine sessizce
yaklaşınca görmüş, ve hemen geri dönmüştü: O sıcak Ağustos akşamında, Rüya, üzerinde
basmadan kolsuz bir elbise, üstü kâğıt yığmlarıyla dolu bir masanın başında, arada bir saçının
bir lülesiyle döndüre döndüre oynayarak çalışıyor, sırtı Galip'e dönük olan kocası çayını
karıştırıyor, başlarının hemen üstündeki çıplak ampulün çevresinde, az sqnra ölecek bir
pervane, gittikçe düzensizleşen son dairelerini çiziyordu. Karıyla kocanın aralarında bir tabak
incir ve sivrisinekler için bir spray vardı. Galip çay fincanının içindeki kaşığın şıngırtısını,
yakınlardaki çalılar içindeki cır-cırböceklerinin ötüşünü çok iyi hatırlıyordu, ama yarısı karla
kaplı bir elektrik direğine asılmış 'Refet Bey Sokağı' levhasını görünce, içinde evin yerleştiği
köşeye ilişkin hiçbir şey uyanmadı.
Bir ucunda çocukların kartopu oynadığı, öteki ucunda bir lambanın irice bir sinema afışindeki,
gözleri karalanarak kör edilmiş özelliksiz bir kadını aydınlattığı sokağı boydan boya iki kere
yürüdü. Bütün evler iki katlı olduğu, ve hiçbirinin kapı numarası olmadığı için, ilk yürüyüşünde
gönül rahatlığıyla tanımazlıktan geldiği pencereyi, on yıl önce tutmaktan çekindiği kapı
kulpunu, o sı-vasız ve yavan duvarları ikinci sefer istemeye istemeye hatırladı. Yukarı bir kat
çıkılmıştı. Bahçeye bir duvar yapılmıştı. Toprağın yerini beton almıştı. Alt kat kapkaranlıktı.
Ayrı bir girişi olan ikinci katın çekili perdeleri arasından sızan televizyonun mavimsi ışığıyla,
duvardan sokağa bir namlu gibi uzanan soba borusunun ucundan tüten kükürt sarısı linyit
dumanlan, geceyarısı kapıyı çalacak tanrı misafirine burada sıcak bir aş, sıcak bir ocak ve
televizyona alık alık bakan sıcak insanlar bulacağını müjdeliyordu.
Galip, karla kaplı merdivenleri ihtiyatla çıkarken, bitişik evin bahçesinden bir köpek uğursuz
uğursuz havladı. "Rüya'yla çok fazla konuşmayacağım!" diyordu kendi kendine Galip, ama
bunu kendi kendine mi, hayalindeki eski kocaya mı dediğinden emin değildi pek. Ondan, 'terk
mektubu'nda açıklamadığı sebepleri açıklamasını rica edecek, sonra, bir an önce eve gelip
bütün eşyalarını kitaplarını, sigaralarını, çorap teklerini, boş ilâç kutularını, firketelerini, miyop
gözlüklerinin kılıflarını, yarısı ısırılmış çikolataları, -tokalarını, çocukluktan kalma tahta
vakvaklan alıp gitmesini isteyecekti. "Seni hatırlatan her şey beni dayanamayacağım kadar
üzüyor." Tabii bunu, o herifin önünde söylemeyeceği için. en iyisi, hemen Rüya'yı 'aklı başında
insanlar' gibi oturup konuşacakları bir yere gitmeye ikna etmekti. Bir kere o yere gidilince ve
baştaki 'a-kıl' söz konusu olunca, Rüya'yı başka şeylere de ikna etmek pekâla mümkündü, ama
erkek kahveleri dışında gidilecek o yeri bu mahallede nasıl bulacaktı? Kapının zilini çoktan
çalmıştı.
Önce bir çocuğun (Anne kapı!), sonra aynı aşikâr gerçeğe dikkati çeken ve karısı, yirmi beş
yıllık sevgilisi, otuz yıllık arkadaşıyla uzaktan yakından hiçbir benzerliği olamayacak bir kadının
sesini duyunca Galip, Rüya'yı burada bulacağını düşünmekle ne kadar aptallık ettiğini anladı.
Bir an kaçıp sıvışmayı düşündü, ama kapı açıldı. Galip görür görmez 'eski koca'yı tanıdı, ama o
Galip'i değil. Orta yaşlarda, orta boydaydı; hayâlini kurduğu gibiydi ve
bir daha kurmayacağı biri gibiydi de.
Galip gözlerini dışardaki tehlikeli dünyanın karanlığına alıştırmaya çalışan eski kocaya,
kendisini hatırlayabilmesi için yeterli zamanı tanırken, önce yeni karının, sonra bir çocuğun,
sonra ikinci çocuğun meraklı başlan içeriden teker teker uzandı: 'Kim baba?" Baba, sorunun
beklenmedik yanıtını bulmuş, bir anlık şaşkınlık geçiriyordu; Galip bunun eve girmeden
buradan kaçabilmek için tek fırsat olduğuna karar vererek bir solukla anlattı:
Geceyarısı rahatsız ettiği için çok özür diliyordu, çok sıkışık bir durumdaydı; başka bir zaman
dostluk için (hatta Rüya'yla), geleceği bu eve, şimdi çok acil bir sorun için, bir kişi, belki de bir
ad hakkında bilgi almak için gelmişti. Savunmasını üstüne aldığı bir üniversite öğrencisi,
işlemediği bir cinayetten suçlanıyordu. Hayır, ortada bir ölü yok değildi, ama takma adla bir
hayalet gibi şehirde gezdiği söylenen asıl katil, bir zamanlar...
Hikâyesini bitirebildiğinde Galip içeri alınmış, çıkardığı ayakkabıların yerine ayaklarına küçük
gelen birer terlik verilmiş, çayın demlendiği söylenerek eline bir fincan kahve tutuşturulmuştu.
Galip konuyu toparlamak için, söz konusu kişinin adını, (bir rastlantıya yer vermemek için
yepyeni bir ad icat etmişti) bir kere daha tekrar ettikten sonra, Rüya'nın eski kocası anlatmaya
başladı. O anlattıkça, Galip hikâyelerin üzerine uyku gibi çökeceğini, evden çıkmasının gittikçe
zorlaşacağını hissediyordu. Bir ara dinlemekle Rüya'ya ilişkin birşeyler, hiç olmazsa bazı
ipuçları öğrenebileceğini düşünerek kendisini avutmaya çalıştığını hatırlayacaktı daha sonra,
ama bu, ölümcül bir ameliyat öncesi bayılmakta olan bir hastanın kendini avutmasına
benziyordu daha çok. Üç saat sonra, hiçbir zaman açılmayacağını sandığı sokak kapısına
yaklaşabildiğinde, eski kocanın, hiçbir engel tanımadan akan sel suları gibi çağlayan
hikâyelerinden şunları öğrenmişti:
Çok şey bildiğimizi sanıyor, ama hiçbir şey bilmiyorduk. Doğu Avrupa ve Amerika'daki
Yahudilerin çoğunun Kafkaslar ve Volga arasında bin yıl önce hüküm süren Yahudi Hazar
Devleti ahalisinden geldiğini biliyorduk meselâ. Hazarların aslında Yahudiliğe geçen Türkler
olduğunu da biliyorduk. Ama bilmediğimiz şey, Yahudilerin Türk olması kadar, Türklerin de
Yahudi olduğuydu. Kardeş olan bu iki kavmin, yirmi yüzyıl boyunca, göç-
lerle, birbirlerine kavuşamadan, ama hep birbirlerine teğet geçerek, gizli bir müziğin ritmiyle
birbirleriyle dans eder gibi, birbirlerine mahkûm umutsuz ikizler gibi dalgalanmalarını izlemek
ne kadar, ne kadar ilginçti.
Harita içeriden gelince Galip bir tür masal gibi içine girdiği o dalgınlıktan birden uyanıp ayağa
kalkmış, sıcakta gevşeyen gövdesini hareket ettirmiş ve masanın üzerine yayılan masal
gezegeninde yeşil renkli bir tükenmezle işaretlenmiş oklara hayretle bakmıştı. Tarihin
simetrilerle konuştuğu tartışmasız bir gerçek olduğuna göre, şimdi biz mutluluğumuz kadar
uzun sürecek bir mutsuzluğa hazırlanmalıydık vs.
Önce Boğazlarda bir devlet kurulacaktı. Bu sefer bin yıl önce yapıldığı gibi, yeni ülkeye yeni
insanlar yerleştirmeyeceklerdi ama; yalnızca eski insanları, kendilerine hizmet edebilecek 'yeni
insan' yapacaklardı. Bu amaçla, hafızalarımızı çözeceklerini, bizi geçmişsiz, tarihsiz, zaman dışı
zavallılara çevireceklerini tahmin etmek için İbni Haldun okumaya bile gerek yoktu.
Hafızalarımızı tahrip etmek içiri, Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki, Boğaz tepelerindeki karanlık
misyoner okullarında, Türk çocuklarına eflatun renkli bazı (rengin adına dikkat edin demişti
kocasını dikkatle dinleyen anne) sıvılar içirildiği biliniyordu. Sonraları, bu pervasız yöntem
Batının 'insancıl kanat'ı tarafından kimyasal sakıncalarından dolayı fazla tehlikeli bulunmuş,
daha ılımlı, ama uzun vadeli çözüm olan 'sinema-müzik' yöntemine başvurulmuştu.
İkonlardan çıkmış o güzel kadın yüzleriyle, kilise orglarının güçlü simetrik müziğiyle, ilâhileri
hatırlatan o görüntü tekrarlarıy-la, göz alıcı, pırıl pırıl içki, silah, uçak ve giyecek
manzaralarıyla, sinema yönteminin misyonerlerin Latin Amerika ve Afrika'da denediği
yöntemlerden çok daha köktenci ve sonuç alıcı olduğundan kuşku yoktu. (Galip daha Önceden
de kurulduğu anlaşılan bu uzun cümlelerin başka kimler tarafından dinlenildiğini merak etti:
Mahalle komşuları? İş ortaklan? Kimliksiz dolmuş yolcuları? Kayınvalide?) İstanbul'da ilk
sinemaların Şehzadebaşı'nda, Beyoğlu'nda faaliyete başladığı günlerde yüzlerce kişi düpedüz
kör olmuştu. Sinema salonlarında kendilerine yapılan korkunç şeyi sezerek isyan edenlerin
umutsuz çığlıkları polisler ve deli doktorları tarafından susturulmuştu. Aynı içten tepkiyi bugün
gösteren çocuk-
lan, yeni görüntülerle körleşmiş gözlerine yalnızca birer sigorta gözlüğü takmakla
yatıştırabiliyorlardı artık. Ama bu kadar kolay avutulmayacak olanlar çıkıyordu her zaman. İki
mahalle uzakta, on altı yaşında bir delikanlıyı, bir geceyansı reklâm afişlerine umutsuzca
kurşun sıkarken görmüş, hemen anlamıştı. Bir başkası, elinde benzin tenekeleri, sinema
girişinde yakalandığında kendisini tartaklayanlardan gözlerini geri istemişti; evet eski
görüntüleri görebilen gözlerini... Malatyalı bir çoban çocuğunun, bir haftada sinemalara
ahştırıldığım, sonra evine dönüş yolunu, bütün bildiklerini ve bütün hafızasını kaybettiğini
gazeteler yazmıştı, acaba Galip okumuş muydu? Beyaz perdenin üstünde gördükleri sokakları,
giysileri, kadınları istedikleri için artık eski hayatlarına geri dönemeyip sersefil olanların
hikâyelerini anlatmaya günler yetmezdi. Kendilerini sinemada gördükleri o kişilerin yerine
koyanlar ise sayılamayacak kadar çok olduğu için onlara 'hasta' ya da 'suçlu' denmiyordu,
hatta yeni efendilerimiz onları işlerine ortak ediyorlardı. Hepimiz kör olmuştuk, hepimiz,
hepimiz...
Rüya'nın eski kocası, ev sahibi şimdi soruyordu: İstanbul'un çöküşüyle sinemaların yükselişi
arasındaki koşutluğu bu devletin hiçbir görevlisi gerçekten görmemiş miydi? Soruyordu:
Ülkemizde sinemalarla kerhanelerin hep aynı sokaklarda açılması bir rastlantı mıydı?
Soruyordu: Sinemalar neden o kadar, o kadar karanlık, hep kapkaranlıktı?
Burada, bu evde, on yıl önce Rüya Hanım ile bütün içtenlik-leriyle inandıkları bir dava için
takma adlarla, sahte kimliklerle yaşamaya çalışmışlardı, (Galip tırnaklarına bakıyordu arada
bir). Hiç gitmedikleri bir ülkeden gelen ve hiç gitmedikleri bir ülkenin diliyle yazılmış bildirileri,
o uzak ülkelerin diline benzetmeye çalışarak 'dilimize' çeviriyorlar, hiç görmedikleri insanlardan
öğrendikleri siyasi kehanetleri, bu yeni dille yazıp hiç göremeyecekleri insanlara duyurmak için
daktilo ve teksir ediyorlardı. Aslında yalnızca bir başkası olmak istiyorlardı tabii. Yeni tanıdıkları
birinin, takma adlarını ciddiye aldığını öğrendiklerinde ne kadar da sevinirlerdi! Bazan ikisinden
biri, pil fabrikasındaki saatlerin yorgunluğunu, yazılacak yazıları, zarflanacak bildirileri unutur,
elindeki yeni kimliğe dakikalarca bakar, bakardı. Gençlik heyecanı ve iyim-serliğiyle
"Değiştim!" demekten, "Artık bambaşka biriyim!" de-
mekten öyle hoşlanırlardı ki, birbirlerine bu sözü söyletecek fırsatlar yaratırlardı. Yeni kimlikleri
sayesinde dünyada şimdiye kadar okuyamadıkları anlamlar okuyorlardı: Dünya baştan sona
okunabilecek yepyeni bir ansiklopediydi; okudukça ansiklopedi de değişirdi, onlar da; öyle ki,
baştan sona okuyup bitirdikten sonra, geri dönüp ansiklopedi-dünyayı birinci ciltten yeniden
okumaya başlar, sayfaların arasında, kaçıncısı olduğunu unuttukları yeni kimliklerinin
sarhoşluğuyla kendilerinden geçerlerdi. (Ev sahibi öteki sözleri gibi ilk defa kullanmadığı bu
ansiklopedi benzetmesinin sayfaları arasında kaybolmuşken, Galip, büfenin bir gözünde
saklanan ve bir gazetenin fasikül fasikül dağıttığı Bilgi Hazinesi'nin ciltlerini gördü.) Oysa şimdi,
yıllar sonra bu döngünün 'onlar' tarafından düzenlenmiş bir tür avuntu olduğunu anlamıştı: Bir
başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin
mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti. Yolun ortasında bir yerde, artık
anlamlandırama-dıkları işaretler, mektuplar, bildiriler, resimler, suratlar, tabancalar arasında
karı-koca yollarını kaybettiklerini anlamışlardı. O zaman, bu ev kıraç bir tepenin üzerinde, tek
başınaydı. Bir akşam, Rüya,.küçük çantasına birkaç eşya tıkıştırıp daha güvenli bulduğu eski
evine, ailesinin yanına dönmüştü.
Bakışları, Galip'e, bazan eski bir çocuk dergisindeki 'Hınzır Tavşan'ı hatırlatan ve kelimelerinin
şiddetine kapıldıkça oturduğu koltuktan kalkıp aşağı yukarı yürüyen ve Galip"e uykulu bir baş-
dönmesi veren ev sahibi, 'onların' oyunlarını boşa çıkarmak için her şeyin başına, ta başlangıca
dönmemiz gerektiğine böyle karar vermişti işte. Galip Bey görüyordu: Evi tam bir 'küçük
burjuvanın' ya da 'orta sınıftan birinin' ya da 'geleneksel vatandaşımızın' eviydi. Üzerine çiçekli
basmadan kılıflar geçirilmiş eski koltukları, sentetik kumaştan perdeleri, kenarları kelebekli
emaye tabaklan, içinde bayram misafirlerine çıkarılan şekerlikli, hiçbir zaman kullanılmayan
likör takımlarının saklandığı çirkin bir 'büfe'leri ve rengi solmuş, pestil gibi bir halıları vardı.
Karısının Rüya gibi okumuş, öyle aman aman bir kadın olmadığını da biliyordu: Annesi gibiydi,
sadeydi, basitti, kendi halindeydi, (Kadın, Galip'in sırrını çözemediği bir anlamla önce ona,
sonra kocasına gülümsedi) amcasının kızıydı. Çocukları da kendi gibiydiler. Sağ olsaydı, hiç de-
ğişmeseydi, kendi babasının kuracağı hayattı bu. Bu hayatı bilinçle seçip, bilinçle yaşayarak iki
bin yıllık bir kumpası boşa çıkarıyor, bir başkası olmayı reddediyor, kendi 'öz' kimliğinde
direniyordu.
Galip Beyin odada rastlantısal olarak gördüğü her şey de bu amaca göre düzenlenmişti. Duvar
saati, bu tür bir eve böyle tıkır-dayan bir duvar saati gerektiği için özellikle seçilmişti. Böyle
evlerde, bu saatlerde hep açık durduğu için, televizyon bir sokak lambası gibi sürekli açık
bırakılmış, üzerindeki el işi örgü, bu tür ailelerin televizyonlarının üzerinde bu tür örtüler
durduğu için serilmişti. Masanın üzerindeki dağınıklık, kuponları kesildikten sonra atılı
atıhverilmiş eski gazeteler, hediyelik çikolata kutusundan bozma dikiş kutusunun kenarındaki
reçel damlası, hatta, doğrudan kendisinin yapmadığı şeyler, kulağı andıran kulpunu çocukların
kırdığı bir fincan, korkutucu sobanın yanında kurutulan çamaşırlar, her şey, inceden
düşünülmüş bir tasarının sonucuydu. Bazan, karısıyla, çocuklarıyla konuştukları şeyleri,
masalarda sandalyelerde oturuş şekillerini, bir an durup, film seyreder gibi seyreder,
sözlerinin, hareketlerinin, tam böyle ailelerdeki gibi olduğunu far-kederek keyiflenirdi.
Mutluluk, insanın bilinçle, istediği hayatı ya-şamasıysa, mutluydu da. Üstelik, bu mutluluk
aracılığıyla, iki bin yıllık bir tarihi kumpası da boşa çıkardığı için daha da mutlu oluyordu.
Bu sözü bir kapanış cümlesi olarak görmek isteyen Galip, onca çay kahveye rağmen üzerinde
bir baygınlık hissi, karın yeniden başladığını söyleyerek, kalkıp kapıya doğru sendeleyerek
yürüdü. Ev sahibi, Galip'le duvara asılı paltosu arasına girerek devam etti: Bütün bu çöküşün
başladığı İstanbul'a geri dönüyor diye Galip Bey için üzülüyordu. İstanbul bir mihenk taşıydı:
Değil orada, i yaşamak, oraya adım atmak bile bir teslimiyet, bir yenilgiydi. Kor- i kunç şehir,
ilk başlarda yalnızca karanlık sinemalarda gördüğümüz o çürümüş görüntülerle kaynaşıyordu
şimdi. Umutsuz kalabalıklar, eski arabalar, ağır ağır suya gömülen köprüler, teneke yığınları,
delik deşik asfalt, anlaşılmaz iri iri harfler, okunmayan afişler, anlamsız yırtık panolar, boyaları
akmış duvar yazıları, şişe ve sigara resimleri, ezansız minareler, taş yığınları, toz, çamur vs.
vs. Bu çöküntüden beklenebilecek hiçbir şey yoktu. Yeni bir diriliş
bir gün gerçekleşecekse eğer -ki ev sahibi kendisi gibi bütün hayatlarıyla direnen başkalarının
varlığından da emindi- bunun buralarda, kendi öz cevherimizi hâlâ koruduğu için "beton
gecekondu" diye küçümsenen bu mahallelerde başlayacağından emindi. Böyle bir mahallenin
kurucusu, yol açıcısı olmakla iftihar ediyor, Galip'i buraya, bu hayata davet ediyordu, hem de
şimdi. Bu gece burada kalabilirdi, hiç olmazsa tartışırlardı...
Galip paltosunu giymiş, sessiz anne ve dalgın çocuklarla veda-laşmış, kapıyı açmış çıkıyordu.
Ev sahibi, dışardaki kara bir an dikkatle baktıktan sonra, söyleyiş şekli Galip'in de hoşuna
giden bir kelimeyi heceledi: "Be-yaz". Yalnızca beyazlar giyen bir şeyh tanımıştı, ama onu
tanıdıktan sonra bembeyaz bir rüya görmüştü. Bembeyaz rüyada, bembeyaz bir Cadillac'in
arka koltuğunda Mu-hammed ile birlikteydiler. Önde suratı gözükmeyen şoför ve beyaz
elbiseler içinde Muhammed'in iki torunu küçük Hasan ile Hüseyin vardı. Beyaz Cadillac afişler,
reklâmlar, sinemalar, kerhanelerle dolu Beyoğlu'ndan geçerken torunlar arkaya, dedelerine
dönüp, yüzlerini ekşitiyorlardı.
Galip karla kaplı merdivenleri inecekti, ev sahibi devam etti: Hayır rüyalara da, yine de
gereğinden fazla önem vermiyordu. Yalnızca bazı kutsal işaretleri okumayı öğrenmişti o kadar.
Öğrendiklerinden Galip Bey de, Rüya da yararlansın isterdi. Başkaları yararlanıyordu çünkü:
Üç yıl önce, politik hayatının en hareretli günlerinde, takma adla yayımladığı bazı politik
çözümlemelerini, "dünya tahlillerini" şimdi kelimesi kelimesine Başbakan'ın ağzından duymak
zevk oluyordu. Tabii, "adamların" ülkede çıkan en küçük dergiyi bile izleyen, gereğinde yukarı
ileten geniş bir istihbarat örgütleri vardı. Geçenlerde Celâl Salik'in bir yazısına gözü ilişmiş,
onun da aynı kanallardan aynı yazılara ulaştığını anlamıştı, ama umutsuz bir vakaydı o: Bitmiş
bir davanın, yanlış bir çözümünü satıldığı köşede boş yere arıyordu.
Bu iki vakada ise, ilginç olan bazılarının bitmiş, tükenmiş diye artık kapısını bile çalmadıkları bir
inançlının düşüncelerinin, hangi yollardan geçerek, başbakanlarca ve ünlü köşe yazarlarınca
kullanılmasrydı. Kimsenin okumadığı o fraksiyon dergisindeki yazıdan bazı ifadeleri, hatta bazı
cümleleri bu iki muhteremin olduğu
gibi nasıl aldıklarını tek tek kelimeleriyle kanıtlamayı, bu pervasız fikir hırsızlığını basına
açıklamayı düşünmüştü bir ara, ama şartlar henüz böyle bir baskın için elverişli değildi. Daha
sabırla beklemek gerektiğini, kapısının bir gün bu insanlarca da çalınacağını da adı gibi
biliyordu. Galip Bey'in, hiç de inandırıcı olmayan bir takma ad bahanesiyle, karlı bir gece bu
uzak semte kadar gelmesi de bunun işaretiydi: Bu işaretleri iyi okuduğunu Galip Bey'in
bilmesini istiyor ve Galip en sonunda karlı sokağa indiğinde ona son sorularını sessizce
soruyordu:
Galip Bey, tarihimizi bu yeni görüşle okuyabilir miydi? Yolları karıştırmadan anacaddeye kadar
tek başına yürüyemezse ev sahibi yanında gelebilir miydi? Aynı yoldan Galip yeniden ne zaman
ziyarete gelebilirdi? Peki, Rüya'ya çok selâm söyleyebilir miydi?

ON İKİNCİ BÖLÜM
ÖPÜŞ

"İbnii Rüşd'ün anti-mnemonicler va da hafızayı zayıflatan şeyler sınıflandırmasına gazete dergi
okumak da uygun bir şekilde eklenebilirse..."
Coleridge
Tam bir hafta önce, birisi sana selâm söyledi. "Tabii ki söylerim selâmını," dedim, ama arabaya
binene kadar da unutmuşum. Selâmı değil, selâm söyleyen adamı. Üzülüyor da değilim hani
buna. Bana kalırsa, akıllı bir koca, karısına selâm söyleyen bütün erkeklerin selâmını
unutmalıdır. Çünkü ne olur ne olmaz. Hele karınız ev kadınıysa: Çarşı pazarda gördüğü
bakkalla çakkalın ve akraba çevresinin dışında, ev kadını denen talihsiz kişi zaten o bıktırıcı
kocasından başka erkek de görmez hayatında. O zaman, biri ona selâm söylerse düşünür o
ince kişiyi,, buna vakti de olur. Gerçekten de incedir ya bu kişiler. Eskiden böyle bir gelenek mi
vardı Al-lahaşkına? İnce kişiler olsa olsa kimliksiz, belirsiz bir hareme saygı yollardı o güzel
eski zamanlarda. Eski tramvaylar daha iyiydi.
Evlenmediğimi, hiç evlenmediğimi, gazeteci olduğum için hiç evlenemeyeceğimi bilen
okurlarım ilk cümleden başlayarak bir şaşırtmaca verdiğimi anlamışlardır. Kimdi bu
seslendiğim "sen"? Ho-kus-pokus! Yaşlı köşe yazarınız yavaş yavaş kaybettiği hafızasından
sözedecek; benimle birlikte bahçemin solan güllerini koklamaya buyurun siz de gelin,
anlarsınız. Ama fazla sokulmayın, iki adım ötede durun bakalım, da çok da aman aman bir şey
olmayan yazı numaramızı, hilelerimiz anlaşılmadan rahat rahat yapalım.
Şöyle bir otuz yıl önce, gazeteciliğimin ilk yıllarında Beyoğlu muhabiriyken kapı kapı dolaşır
haber yakalamaya çalışırdım. Pavyonlarda, esrar tüccarları, Beyoğlu gangsterleri arasında yeni
bir cinayet, intiharla biten bir aşk hikâyesi var mı diye bakar, otel otel gezer, İstanbul'a ünlü
bir yabancı geldi mi, ya da ünlü bir yabancı diye okurlarına sunabileceğim ilgi çekici bir Batılı
şehrimize uğradı mı diye, ayda bir, bir iki buçukluk toka ettiğim kâtiplerden
T2';
kayıt defterlerini alır okurdum. O zamanlar dünya şimdiki gibi ünlülerle dolup taşmıyordu;
hiçbiri gelmezdi İstanbul'a. Kendi ülkelerinde hiç tanınmadıkları halde, gazetemde ünlü diye
tanıttıklarım da, gazetedeki resimlerini gördüklerinde, sonucu hep vefasızlık olan bir şaşkınlığa
kapılmışlardır. Aralarında biri, onun için gazetemde öngördüğüm şan ve şöhrete yıllar sonra
gerçekten ülkesinde ulaştı da: Ünlü kadın modacısı filanca dün şehrimizdeydi, diye ben haberi
geçtikten yirmi yıl sonra, gerçekten ünlü bir Fransız -ve egzistansiyalist- modacısı oldu, ama
bana bir teşekkür yok; Batılı nankördü.
Vasıfsız ünlüler ve yerli gangsterlerle (şimdi bunlara Mafya deniyor) uğraştığım o günlerin
birinde, ilginç bir haber olabilecek ihtiyar bir eczacıyla tanıştım. Bu adam, benim şimdi
çektiğim uykusuzluk ve hafıza kaybı hastalıklarının ikisine de yakalanmıştı. Bu iki hastalığın
yan yana gelmesindeki korkunç yan, biriyle (uykusuzluk sonucu fazla zaman) ötekini (hafıza
eksikleri) kapatacağınızı sanırken, tam tersi olmasıdır bunun: Uykusuzluk gecelerinde, tıpkı
benim gibi, anıları ihtiyardan öyle bir kaçıyormuş ki, bir türlü geçmeyen zamanın ve gecenin
ortasında, kimliksiz, kişiliksiz, kokusuz, renksiz bir dünyada, o zamanlar yabancı dergilerden
çeviri yazılarda sözü çok edilen "Ay'ın öteki yüzünde" yapayalnız olduğunu sanıyormuş adam.
İhtiyar, hastalığını benim gibi yazı yazarak tedavi edeceğine, eczanesinin laboraluvarında bir
ilaç icat etmişti. Benimle birlikte, bir de, bir akşam gazetesinden esrarkeş bir muhabirin
katıldığı iki kişilik (eczacıyla birlikte üç ediyorduk) basın toplantısında, kamuoyuna tanıttığı
pembe renkli sıvısını şişesinden bir bardağa gösterişle doldurup doldurup içtikten sonra,
gerçekten yıllardır aradığı uykusuna kavuşmuştu da. Uykusu kadar hafızasının cennet anılarına
da kavuştu mu, ihtiyar eczacı hiç uyanmadığı için, bir Türk, en sonunda bir şey icat etti
heyecanına kapılan kamuoyu bunu hiç öğrenemedi.
¦ Karanlık bir gün, sanırım iki gün sonra, gittiğimiz cenazesinde, hatırlamak istediği şeyin ne
olduğunu düşünmüştüm hep. Hâlâ da düşünürüm: Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük
taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği vükler midir, en
ağırlan mı, yoksa en kolay düşenler mi?
İstanbul'un en güzel köşelerindeki küçük odalarda tül perdeler arasından süzülen güneş
ışığının gövdelerimize nasıl vurduğunu ben unuttum. Gişedeki soluk Rum kızına âşık olarak
deliren bilet karaborsacısının, hangi sinemanın kapısında çalıştığını unuttum. Gazeteniz için
rüyalarınızı yorumlarken, benimle aynı rüyaları gören sevgili okuyucularımın adlarını ve onlara
mektupla yolladığım esrarı çoktan unuttum.
Yıllar sonra, köşe yazarınız, o kayıp zamana yeniden bakarken, geceyarısı uykusuzluk içinde
tutunacak bir dal ararken, aklına İstanbul sokaklarında geçirdiği korkunç bir gün geliyor: Bir
keresinde bütün gövdemi, bütün ruhumu sonuna kadar kaplayan bir öpüşme isteğine
kapılmıştım.
Eski sinemaların birinde, bir cumartesi öğleden sonra, belki sinemadan da eski bir Amerikan
dedektif filmini (Kızıl Fener) seyrederken pek de uzun olmayan bir öpüşme sahnesi
görmüştüm. Siyah beyaz filmlerdeki Öteki öpüşme sahnelerinden farkı olmayan ve bizim
sansürcüler tarafından dört saniyeden fazlası kesilmiş sıradan bir öpüşme sahnesiydi, ama
nasıl oldu bilmiyorum, bir kadınla aynı şekilde, dudaklarını onun dudaklarına bastırarak, evet,
bütün gücümle bastırarak öpüşme isteği öyle bir şekilde yükseldi ki içimde, mutsuzluktan
tıkanacak gibi oldum. Yirmi dört yaşındaydım, ama daha kimseyle dudaktan öpüşmemiştim.
Hayır, kerhanelerde kadınlarla yatmamış değildim hiç, ama o kadınlar hiç öpüşmedikleri gibi,
ben de istemezdim onların dudaklarını öpmeyi-
Caddeye çıktığımda film bitmemişti; şehrin bir yerinde bir yerde, benimle öpüşmek isteyen bir
kadın beni bekliyormuş gibi bir sabırsızlık ve telâş vardı üzerimde. Tünele kadar koşturur gibi
yürüdüğümü, sonra gerisin geri hızla Galatasaray'a döndüğümü ve umutsuzca, karanlıkta bir
şey aranır gibi, bir yüzün anısını, bir gülümseyişi, bir kadın hayâlini çıkarmaya çalıştığımı
hatırlıyorum. Öpüşebileceğim hiçbir tanıdık, hiçbir akraba yoktu; bir sevgili bulabilme umudu
hiç yoktu; sevgilim olabilecek bir kimseyi tanımıyordum ki hiç! Sanki kalabalık şehir bomboş
gibiydi.
Ama, gene de, Taksim'e gelir gelmez, bir otobüse binmiş buldum kendimi. Ana tarafımdan
uzak bir akraba ailesi, babam bizi terkettiği yıllarda bize ilgi göstermişti; benden iki yaş küçük
ve o
zamanlar birkaç kere dokuz taş oynadığım bir kızları vardı. Bir saat sonra, ta Fındıkzade'deki
evlerine varıp kapılarını çaldığımda, öpmeyi hayâl ettiğim kızın çoktan evlendiğini hatırladım.
Bugün ikisi de rahmetli olan anneyle baba beni içeri buyur ettiler. Biraz şaşırmışlar, yıllar sonra
neden geldiğimi anlayamamışlardı. Şundan bundan konuşarak (gazeteci olmam bile ilgilerini
çekmiyordu: Dedikoduculuk gibi aşağılık bir meslekti bu onlar için), radyodaki futbol maçını
dinleyerek çay içtik, simit yedik. Akşam yemeğine de kalmamı bekliyorlardı iyi niyetle, ama
birden birşeyler mırıldanarak kendimi dışarı attım.
Dışarı çıktığımda, soğuk havayı hissettiğimde, öpüşme isteği bütün şiddetiyle içimde alev alev
yanıyordu hâlâ: Sanki tenim buz gibi, ama etim ve kanım alevler içinde olduğu için, derin,
dayanılmaz bir huzursuzluk duyuyordum. Eminönü'nden vapura binip Kadıköy'e geçtim.
Mahallesindeki öpüşken bir kızın (yani evlenmeden önce öpüşen bir kızın) maceralarını anlatan
bir lise arkadaşım vardı. Fenerbahçe'ye onun evine yürürken, o kız olmasa bile, arkadaşım
onun gibi başkalarını bilir, diye düşünüyordum. Arkadaşımın bir zamanlar oturduğu yerde,
karanlık ahşap konaklar ve servi ağaçlarının çevresinde dört döndüm, ama evini bulamadım.
Bugün çoktan hepsi yıkılmış o ahşap yapılar arasında yürürken bazı aydınlık pencerelere
bakıyor ve evlenmeden önce öpüşen kızın orada oturduğunu hayâl ediyordum. "İşte, benimle
öpüşecek kız orada!" diye düşünüyordum bir pencereye bakarak. Aramızda çok bir uzaklık
yoktu, bir bahçe duvarı, kapı, ahşap merdivenler, ama ulaşamıyordum ona; öpüşemiyordum;
herkesin bildiği o esrarlı, tuhaf, inanılmaz ve rüya kadar yabancı ve sihirli şey, o korkutucu ve
çekici şey o an ne kadar yakın ve ne kadar da uzaktı!
Yeniden Avrupa yakasına dönerken, vapurda gördüğüm kadınlardan birini zorla ya da bir an bir
yanlışlık olmuş gibi yaparak öpsem ne olur diye düşündüğümü hatırlıyorum, ama ince eleyip
sık dokuyacak gibi olmadığım halde, çevremde öyle bir yüz- göre-miyordum. Hayatımın başka
dönemlerinde de İstanbul kalabalıkları içersinde soluk alıp verirken umutsuzluk ve acıyla şehrin
boş, bomboş olduğu duygusuna kapıldığım zamanlar olmuştur, ama hiçbir zaman bu duyguyu
o günkü gibi şiddetle hissetmemiştim. Üzeri nemle kaplı kaldırımlarda uzun uzun yürüdüm. Bu
boş, bomboş şehire istediğini elde etmek için, başka bir zaman, şan ve şöhretle gelecektim
elbette. O anda ise, köşe yazarınızın annesiyle oturduğu evine gidip, zavallı Rastignac'ı Türkçe
çevirisinden anlatan Balzac'tan başka hiçbir tesellisi yoktu. Ama kitapları, o zamanlar, kendi
keyfim için değil, tam bir Türk gibi, ilerde bana yararı olacak şeyler diye görev duygusuyla
okurdum. İlerde yararı olacak şey ise şimdiyi hiç mi hiç kurtarmaz! Böylece, odama
kapandıktan az sonra, sabırsızlık içinde dışarı çıktım. Banyonun aynasına baktığımı, insanın hiç
olmazsa kendisini öpebileceği-ni düşündüğümü, aynaya bakarken filmdeki oyuncuları gözümün
önüne getirdiğimi hatırlıyorum.
Zaten o oyuncuların dudakları hiç gitmiyorlardı gözümün önünden (Joan Bennett, Dan
Duryca). Ama kendimi bile değil, en fazla aynayı öpecektim; dışarı çıktım. Annem, masaya
oturmuş, kimbilir hangi uzak akrabanın zengin akrabasından aldığı patronlar ve şifon kumaş
kesikleri arasında, bir düğün için gece elbisesi yetiştiriyordu.
Ona birşeyler anlatmaya başladım. İlerde yapacağım şeyleri, başarılarımı, hayâllerimi
çağrıştıran hikâyeler ve hayâller olmalıydı bunlar, ama annem kendini vererek beni
dinlemiyordu. Anladım ki, ne anlatırsam anlatayım, önemli değildi; önemli olan bir cumartesi
akşamı evde annemle oturup yârenlik etmemdi. Bir öfke duymaya başladım. Saçları o akşam
nedense bakımlı ve taralıydı, dudaklarına belli belirsiz bir boya sürmüştü; kiremit kırmızısı
rengini hâlâ hatırladığım bir dudak boyası. Annemin dudaklarına, sık sık benimkine benzetilen
ağzına bakarken kalakalmışım.
"Tuhaf tuhaf ne bakıyorsun öyle bana?" dedi korkuyla.
Uzun bir sessizlik oldu. Anneme doğru yürüdüm, ama iki adım sonra da durdum; bacaklarım
titriyordu. Daha fazla yaklaşmadan, bütün gücümle bağırmaya başlamışım. Ne söylediğimi açık
seçik hatırlayamıyorum şimdi; ama hemen, aramızda sık sık çıkan o korkunç kavgalardan biri
başlamıştı. Komşular bizi dinliyor korkusu bir anda ikimizin de yüreğinden çıkmıştı. İnsanın
karşısındakine her şeyi söyleyiverdiği o öfke ve özgürlük anlarından biriydi: Böyle durumlarda
bir fincan kırılır ya da soba devrilivere-cekmiş gibi olur.
Zorlukla kendimi evden dışarı attığımda, şifon kumaşların,
makaraların ve ithal toplu iğnelerin (ilk Türk toplu iğnesi 1976'da Atlı firmasınca üretilmiştir)
arasında annem ağlıyordu. Geceyarısı-na kadar şehrin sokaklarında dolaştım durdum.
Süleymaniye Ca-miinin avlusuna girdim, Atatürk Köprüsünden geçtim, Beyoğlu'na çıktım.
Sanki ben, ben değildim; sanki bir çeşit öfke ve intikam ruhu beni izliyordu; sanki olmam
gereken kişi peşimdeydi.
Beyoğlu'nda bir muhallebiciye oturmuştum; sırf kalabalık içersinde olmak için; ama cumartesi
akşamının o sonsuzluk saatini doldurmaya çalışan benim gibi biriyle göz göze gelirim diye
kimseye de bakmıyordum: Benim gibi olanlar, birbirlerini hemen tanır ve küçümserler çünkü.
Az sonra, bir karı-koca bana yaklaştılar. Adam birşeyler anlatmaya başladı. Anılarımın
arasındaki bu beyaz saçlı hayalet kimdi?
Fenerbahçe'deki evini bir türlü bulamadığım eski arkadaşmış. Evlenmiş, Devlet Demir
Yolları'nda çalışıyormuş, saçları şimdiden beyazlamış, o yılları da çok iyi hatırlıyormuş. Yıllar
sonra rastladığınız eski bir arkadaşınız, yanındaki karısı ya da ahbabına, kendi geçmişini ilginç
gösterebilmek için, sizi çok ilginç buluyormuş, ortak ne anılarınız, ne sırlarınız varmış gibi
yaparak sizi şaşırtır ya, o da öyle yaptı bana, ama ben şaşırmadım. Yalnızca hayâli anıları daha
da ilginç kılan o role, benim onun geçmişte bıraktığı sefil ve acıklı hayata hâlâ devam ettiğim
oyununa girmedim.
Şekersiz, su muhallebimi kaşıklarken, çoktan evlendiğimi, çok iyi para kazandığımı, senin beni
evde beklediğini, Chevrolet arabamı Taksim'e bırakıp, senin nazın üzerine buraya sana
tavukgöğsü almaya geldiğimi, Nişantaşı'nda oturduğumuzu, onları arabamla yolum üzerinde
bir yere bırakabileceğimi itiraf ettim: Teşekkür etti, hâlâ Fenerbahçe'de oturuyormuş çünkü.
Meraklı olduğu için önce çekine çekine, sonra, senin "iyi bir aileden" olduğunu öğrenince de, iyi
ailelere olan yakınlığını karısına kanıtlamak için soruşturdu: Fırsatı kaçırmadım ve seni
hatırlaması gerektiğini söyledim. Memnuniyetle hatırladı. Sana derin saygılarını yolladı. Elimde
tavukgöğsü paketi muhallebiciden çıkarken önce onu, sonra filmlerden öğrenilmiş kibar Batılı
havasıyla karısını da öptüm. Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BAK, KİM GELDİ

"Çok eskiden rast/aşacaktık." Türkân Şoray
Rüya'nın eski kocasının evinden çıktıktan sonra indiği anacad-' dede, Galip kendini alacak
hiçbir araç bulamadı. Arada bir durdurulmaz bir kararlılıkla geçen şehirler arası otobüsleri
hızlarını bile kesmiyorlardı. Bakırköy tren istasyonuna kadar yürümeye karar verdi. Bakkalların
vitrin niyetine kullandıkları o döküntü buzdolaplarını hatırlatan tren istasyonuna varana kadar,
kara bata çıka yürürken, sayısız kereler hayâlinde Rüya ile buluşmuş, her zamanki günlük
hayatlarına dönmüşler, Rüya'nın çok basit ve anlaşılır olduğu anlaşılan 'terk' nedeni neredeyse
unutulmuş, ama hayâllerinde yeniden başlayan günlük hayatta, eski kocayla karşılaşmasını
Rüya'ya anlatamamıştı bir türlü.
Yarım saat sonra kalkan trende bir ihtiyar, Galip'e, kırk yıl önce gene aynı soğukluktaki bir kış
gecesi yaşadığı bir hikâyeyi anlattı. Savaşın bize de bulaşmasını bekledikleri yokluk yıllarında,
Trakya'da bir köyde bölüğüyle zor bir kış geçirmişti ihtiyar. Bir sabah gizli bir emir alınca,
bütün bölük atlarına binip köyden ayrılmışlar, bütün bir gün süren uzun bir yolculuktan sonra
İstanbul'a yaklaşmışlar, ama şehre girmemişlerdi: Haliç tepelerinde geceyi beklemişlerdi önce.
Şehirde hayat iyice durunca karanlık sokaklara inmişler, karartılmış lambaların soluk ışığı
altında, buzlu parke taşlarının üzerinde atlarını sessizce sürüp Sütlüce'deki salhaneye
hayvanları teslim etmişlerdi. İhtiyarın anlattığı kanlı kesim sahnelerini, atların bir bir devrilişini
yayları, dışarı fırlamış koltuk gibi, iç organları dışarı sarkan, barsakları kanlı taşlara yayılıveren
hayvanların şaşkınlığını, kasapların öfkesini, sırasını bekleyen atların yüzündeki hüzünlü
bakışla, adi adımla şehirden suçlu gibi çıkan askerlerin yüzlerindeki ifadenin nasıl birbirine
benzediğini dinlerken Galip, trenin gürültüsü içersinde kelimeleri, heceleri zorlukla seçiyordu.
Sirkeci'de, istasyonun önünde hiçbir araç yoktu. Galip bir an, hana yürüyüp geceyi
yazıhanesinde geçirmeyi düşündü, ama U dönüşü yapan bir taksinin kendisini almak için
duracağını sezdi. Ama araba kaldırıma çok daha önce yanaşınca, siyah beyaz filmlerden çıkma,
eli çantalı, siyah beyaz bir adam kapısını açıp içeri girdi. Yolcusunu aldıktan sonra, şoför
Galip'in önünde de durdu, "beyefendiyle" birlikte onu Galatasaray'a bırakabileceğini söyledi.
Galip taksiye bindi.
Galatasaray'da taksiden indiğinde siyah beyaz filmlerden çıkma adamla hiçbir şey konuşmadığı
için pişmandı. Karaköy Köprüsüne bağlı ve lambaları yanan boş Boğaz vapurlarına bakarken
Galip, adama şöyle diyebileceğini düşünmüştü: "Beyefendi, bir keresinde yıllar önce, gene
böyle karlı bir gecede..." Sanki anlatmaya başlasaydı, başladığı rahatlıkla hikâyesinin sonunu
getirebilir, adam da onu beklediği ilgiyle dinleyebilirdi.
Atlas Sinemasının az ilerisindeki bir kadın ayakkabıcısının vitrinine (Rüya'nın ayaklan otuz yedi
numaradır) bakarken, küçük ince bir adam Galip'e yaklaştı. Elinde kapı kapı dolaşan havagazı
tahsildarlarının taşıdığı deri taklidi plastik çantalardan vardı. "Yıldızları sever misin?" diye
sordu. Ceketini boynuna kadar düğmeleyerek palto niyetine giymişti. Galip, bulutsuz
gecelerde, Taksim Meydanına teleskopunu kurup meraklılara yüz liraya yıldızları seyrettiren
adamın bir meslektaşına rastladığını düşünüyordu ki, adam çantasından bir 'albüm' çıkardı.
Galip adamın kendi eliyle çevirdjği sayfalarda bazı ünlü film yıldızlarımızın iyi kâğıda basılmış
inanılmaz fotoğraflarını gördü.
Hayır tabii, fotoğraflar ünlü yıldızların değil, onların kıyafetlerini giyen, takılarını takan ve en
önemlisi, pozlarını, duruşlarını, sigara içişlerini, dudaklarının yuvarlaklığını ya da öpecek gibi
ileri uzanışını taklit eden benzerlerinin fotoğraflarıydı. Her yıldızın sayfasına, gazete
manşetlerinden kesilmiş çarpıcı adıyla, magazin dergilerinden alınmış renkli bir fotoğrafı
yapıştırılmış, çevresine, yıldızın benzerinin aslına benzemeye çalıştığı çeşitli 'çekici' pozları
eklenmişti.
Fotoğraflarla ilgilendiğini görünce, çantalı ince adam, Galip'i Yeni Melek Sinemasına çıkan dar
ve boş sokağa çekip kendi eliyle karıştırsın diye albümü uzattı. Tavanından ince ipliklerle sarkı-
130 ¦ . ' "
tılmış kesik kollar, bacaklar, eldivenler, şemsiyeler, çantalar, çoraplar sergilenen tuhaf bir
vitrinin ışığında Galip, dans ederken çingene elbiseleri sonsuza kadar açılan, yorgun yorgun bir
sigara yakan Türkân Şoray'lan; muz soyan, çapkınca kameraya bakan, pervasız bir kahkaha
atan Müjde Ar'ları; gözünde gözlük, çıkardığı sutyenini diken, bulaşık yıkarken öne eğilen ve
sonra dertli mahzun ağlayan Hülya Koçyiğit'leri dikkatle inceledi. Aynı dikkatle, kendisini
inceleyen albüm sahibi, yasak kitap okuyan öğrencisini yakalayan öğretmenin kararlılığıyla
albümü birden Galip'in elinden bir hamlede çekip çantasına tıkıştırdı. "Götüreyim mi seni
onlara?" "Neredeler?"
"Sen efendi adama benziyorsun, gel bakalım." Ara sokaklardan geçerlerken, Galip ısrarlı
sorular üzerine bir seçim yapmak için, Türkân Şoray'dan hoşlandığını söyledi.
"Kendisidir!" dedi çantalı adam, sır verir gibi. "O da sevinecek, senden çok hoşlanacak."
Beyoğlu Karakolunun yanında, üzerinde 'Dostlar' yazan eski bir taş evin toz ve kumaş kokan
ilk katına girdiler. Yarı karanlık odada, dikiş makineleri ya da kumaş yoktu, ama- nedense
Galip'in içinden "Dostlar Terzihanesi" demek geldi. Yüksek ve beyaz bir kapıdan girdikleri ışıl
ışıl ikinci oda, Galip'e pezevenge para vermesi gerektiğini hatırlattı.
"Türkân!" dedi adam, parayı cebine koyarken. "Türkân, bak İzzet geldi seni arıyor."
Kâğıt oynayan iki kadın gülüşerek dönüp Galip'e baktılar. Eski ve döküntü bir tiyatro sahnesini
hatırlatan odada, borusu iyi çekmeyen sobalı mekânlara özgü o uykulu havasızlık, uykulu bir
parfüm kokusu ve yorucu bir 'yerli-pop' müziğinin gürültüsü vardı. Bir divanda ne bir yıldıza,
ne de Rüya'ya benzeyen bir kadın, Rüya'nın polisiye roman okurken aldığı duruşla (bir bacağı
divanın arkalığının üstünde) uzanmış bir mizah dergisini karıştırıyordu. Müjde Ar'ın Müjde Ar
olduğu, gömleğinin göğsündeki Müjde Ar yazısından anlaşılıyordu. Garson kılığında yaşlı bir
adam, televizyonda, İstanbul'un fethinin dünya tarihi içindeki önemini tartı-§an açık
oturumcular karşısında uyuyakalmıştı.
Galip, saçları permalı ye blucinli genç bir kadını, adını unut-
tuğu bir Amerikan yıldızına benzetebildi, ama bu benzerliğe niyet edildiğinden emin değil pek.
Öteki kapıdan giren bir adam, Müjde Ar' a yaklaşıp, yaşadıkları şeylere gazete manşetlerinde
okuyunca inananlar gibi, gömleğinin üzerindeki yazılı adını ilk hecesini yutarak sarhoş
ciddiyetiyle uzun uzun okudu.
Leopar elbiseli kadının Türkân Şoray olması gerektiğini Galip, kendisine yaklaşmasından ve
yürüyüşündeki belli belirsiz bir ahenkten anladı. Belki de en çok o benziyordu aslına: Upuzun
sarı saçlarının hepsini sağ omuzunun üstünde toplamıştı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi hoşça gülümseyerek. Dudaklarına filtresiz bir sigara yerleştirdi.
"Yakar mısınız?"
Galip çakmağıyla sigarayı yakınca, kadının başının çevresinde inanılmaz yoğunlukta bir duman
oluştu. Müziğin gürültüsünün işi-tilmediği o tuhaf sessizlikte, sisler içinden beliren bir azizenin
başı gibi, iri kirpikli gözleri ve başı dumanın içinden çıkınca, Galip hayatında ilk defa, Rüya'dan
başka bir kadınla yatabileceğim düşündü. Kendisine "İzzet Bey" diyen memur kılıklı bir adama
parayı verdi. Yukarı kata, dikkatlice döşenmiş bir odaya çıktıkları zaman, kadın elindeki
bitmemiş sigarayı bir Akbank küllüğüne bastırıp paketinden bir yenisini çıkardı.
"Bir sigara içebilir miyim?" dedi sonra aynı ses ve edayla. Sigarayı aynı pozla dudaklarının
kenarına yerleştirmiş aynı mağrur bakışla hoşça gülümsüyordu. "Yakar mısınız?"
Başını gene aynı şekilde, göğüslerini gösterecek bir biçimde, hoş bir hareketle hayâli bir
çakmağa doğru eğdiğini farkettiğinde Galip, bu sigara yakma jestinin ve kadının sözlerinin,
Türkân Şoray'ın bir filminden çıktığını, kendisinin de aynı filmdeki baş erkek oyuncu İzzet
Günay olması gerektiğini anladı. Sigarayı yakınca, kadının başı çevresinde gene aynı inanılmaz
yoğunluktaki duman birikti ve iri kirpikli iri kara gözler, bu sisin içinde ağır ağır belirdiler.
Ancak stüdyoda çıkarılabilecek bu kadar dumanı ağzıyla nasıl çıkarabiliyordu?
"Niye susuyorsun?" dedi kadın gülümseyerek. "Susmuyorum," dedi Galip.
"Anasının gözü gibi gözüküyorsun, ama saf mısın yoksa?" dedi kadın yapmacıklı bir merak ve
öfkeyle. Aynı cümleyi aynı jestlerle bir daha söyledi. Çıplak omuzlarma kadar sarkan iri
küpeleri
vardı.
Sırtı kalçaya kadar açık leopar elbiseyi, pavyon kadınını oynayan Türkân Şoray'ın, yirmi yıl
önce İzzet Günay'la başrolü paylaştığı 'Vesikalı Yarim' filminde giydiğini yuvarlak komodin
aynasının kenarlarına iliştirilmiş 'lobi' fotoğraflarından anladığında, Galip, kadımn ağzından
Türkân Şoray'ın aynı filmde söylediği başka sözleri de işitmişti: (Mahzun ve şımarık bir çocuk
gibi boynunu bükerek, çenesinin altında birleştirdiği ellerini birden açarak): "Uyunmaz ki
şimdi; içince de canım eğlenmek ister." (Komşu çocuğu için meraklanan iyi teyze havasıyla):
"İzzet, gel bende kal köprü kapanıncaya kadar!" (Birdenbire coşarak): "Kısmet senin-leymiş,
bugüneymiş!" (Hanımefendi gibi): "Tanıştığımıza memnun oldum, tanıştığımıza memnun
oldum, tanıştığımıza memnun oldum..."
Galip kapının yanındaki sandalyeye geçmiş, kadın da filmdeki aslma oldukça benzeyen
yuvarlak komodinin taburesine oturmuş, boyalı uzun sarı saçlarını tarıyordu. Aynanın
kenarında bu sahnenin de fotoğrafı vardı. Kadının sırtı aslından güzeldi. Bir an aynada gördüğü
Galip'e baktı.
"Çok eskiden rastlaşacaktık..."
"Çok eskiden de rastlaştık," dedi Galip, kadının aynadaki yüzüne bakarak. "Okuldayken aynı
sıralarda oturmazdık, ama sıcak bahar günlerinde sınıfta uzun tartışmalardan sonra pencere
açıldığında, hemen arkasındaki kara tahtanın karasından aynalaşan camın içinde yansıyan
yüzünü şimdiki gibi seyrederdim."
"Hmm... Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Çok eskiden rastlaştık," dedi Galip. "İlk rastlaştığımızda bacakların o kadar ince, o kadar narin
gözükmüştü ki bana, onların kırılıvereceğinden korkmuştun. Tenin sanki çocukken daha sertti
de, büyüdükçe, ortaokuldan sonra renklenerek inanılmaz bir incelikle yumuşadı. Evin içinde
oynamaktan kudurduğumuz sıcak yaz günlerinde, bizi bir plaja götürmüşlerse eğer, dönüş
yolunda, ellerimizde Tarabya'dan aldığımız dondurmalarla yürürken, sivri tırnaklarımızla
kollarımıza, üzerindeki tuzu kazıyarak harfler yazardık. İnce kollarının üzerindeki küçük tüyleri
severdim. Güneş yanı-ğıyla pembeleşen bacaklarını severdim. Başımın üzerindeki raftan bir
şey almak için uzandığında yüzüne dökülüveren saçlarını sever-
dim.'.."
"Çok eskiden rastlaşacaktık."
"Annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman
saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve baş parmaklarınla dilinin
ucundaki tütün parçasını yakalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin
altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yeyişini, anahtarlarını
kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim. Gözlerini kısıp uzaktaki
bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka birşey düşündüğünü anlayınca seni
endişeyle severdim. Aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını
korkuyla korkuyla severdim, Allahım!"
Galip, Türkân Şoray'm aynadaki yüzünde belli belirsiz bir endişe görerek sustu. Kadın
komodinin yanıbaşındaki yatağa uzandı.
"Hadi gel," dedi. "Hiçbir şey için değmez, hiçbir şey için, anlıyor musun?" Ama Galip
kararsızlıkla oturuyordu. "Türkân Şoray'ı-nı sevmiyor musun yoksa?" diye ekledi kadın, Galip'in
gerçek mi, oyun mu olduğunu tam çıkaramadığı bir kıskançlıkla.
"Seviyorum."
"Gözlerimi kırpıştırışımı da severdin değil mi?"
"Severdim."
"Fıstık gibi Maşallah'da plaj merdivenlerinden inişimi, 'Vesikalı Yarim'de sigara yakışımı,
'Bomba Gibi Kız'da ağızlıkla sigara içişimi severdin değil mi?"
"Severdim."
"Hadi canım, gel o zaman."
"Daha konuşalım."
"Ne?"
Galip düşünüyordu.
"Adın ne senin, ne iş yaparsın?"
"Avukatım."
"Bir avukatım vardı," dedi kadın. "Bütün paramı aldı, ama kocamın elinden üstüme yaptığı
arabayı alamadı. Araba benimdi, anladın mı benim, şimdi bir orospunun elinde: İtfaiye kırmızısı
renginde 56 Chevrolet. Bana arabamı geri getiremiyorsa ben avukattan ne anladım? Kocamın
elinden bana arabamı alabilir misin?"
"Alırım," dedi Galip.
"Alır mısın?" dedi kadın umutla. "Ahrsın. Alırsın, ben de seninle evlenirim. Beni bu hayattan
kurtarırsın. Yani film hayatından. Artistlikten bıktım. Bu geri zekâlı millet artiste sanatçı değil,
orospu diye bakıyor. Artist değilim ben, sanatçıyım, anlıyor musun?"
"Tabii..."
"Evlenir misin benimle?" dedi kadın neşeyle. "Evlenirsen arabamla gezeriz. Evlenir misin? Ama
beni sevmen gerek."
"Evlenirim." '
"Ha^ır hayır sen sor bana... Evlenir misin diye sor."
"Türkân, benimle evlenir misin?"
"Öyle değil! İçten, hissederek sor, filmlerdeki gibi! Önce ayağa kalk, bu soruyu hiç kimse
otururken sormaz."
Galip, İstiklâl Marşını söyleyecekmiş gibi ayağa kalktı: "Türkân! Benimle, benimle, evlenir
misin?"
"Ama ben bakire değilim," dedi kadın. "Başımdan bir kaza geçti benim."
"Ata binerken mi, tırabzandan kayarken mi?" "Hayır, ütü yaparken. Gülüyorsun, ama ben daha
dün duydum Padişahımızın senin boynunun vurulmasını emrettiğini. Evli misin?"
"Evliyim."
"Evliler de hep beni bulur zaten!" dedi kadın, 'Vesikalı Yarim' filminden çıkma bir havayla.
"Ama önemli değil. Önemli olan Devlet Demir Yolları. Sence bu yıl hangi takım şampiyon
olacak? Sence bu gidişat nereye? Sence askerler ne zaman bu anarşiye dur diyecek? Biliyor
musun, saçlarını kestirsen daha iyi olur." "Kişiliğimle ilgili şeyler söyleme," dedi Galip.
"Ayıptır." "Ama ne dedim şimdi ben?" dedi kadın yapmacık bir şaşkınlıkla, gözlerini kocaman
kocaman açıp Türkân Şoray gibi kırpıştırarak. "Benimle evlenirsen arabamı kurtarır mısın,
dedim. Hayır, arabamı kurtarırsan benimle evlenir misin, dedim. Plakasını vereyim: 34 CG 19
Mayıs 1919. Samsun'dan yola çıktı bütün Anadolu'yu kurtardı. 56 Chevrolet."
"Bana Chevrolet'yi anlat!" dedi Galip.
"İyi ama, birazdan kapıya vururlar. Vizita bitiyor."
"Türkçesi ziyaret." "Efendim?"
"Para önemli değil," dedi Galip.
"Bence de," dedi kadın. "56 Chevrolet'im tırnaklarımın kırmı-zısıydı, aynen bu renkte. Biri
kırılmış değil mi? Belki Chevrolet'im de bir yere çarpmıştır. Kocam olacak o rezil, o orospuya
hediye etmeden önce buraya hergün arabamla gelirdim. Ama şimdi yalnızca yollarda
görüyorum onu, yani arabayı. Bazan Taksim Meydanını dönerken görüyorum, içinde başka bir
şoför oluyor, bazan Karaköy iskelesinde yolcu beklerken, gene başka bir şoför. Kan arabaya
düşkün, her gün boyatıyor. Bir gün bakıyorum Chev- . rolet'im kestane rengi olmuş, ertesi gün
bu sefer nikelajlar, lambalar takılmış ve sütlü kahve renginde. Ertesi gün çiçeklerle bezenmiş,
önüne bebek oturtulmuş pembe bir gelin arabası, derken, bir hafta sonra bir bakıyorum,
karalara boyanmış, içinde de altı tane kara bıyıklı polis, olmuş mu sana bir polis arabası?
Üzerinde 'polis' bile yazıyor, yanılmak mümkün değil. Tabii, her seferinde plaka numaraları da
değiştiriliyor ki, anlamayayım." "Tabii."
"Tabii," dedi kadın. "Polisler de, şoförler de karının kırıkları, ama benim boynuzlu kocam
dünyayı mı görüyor? Bir gün beni öyle terketti gitti. Seni hiç öyle bırakıp gittiler mi? Bugün
ayın kaçı?"
"On ikisi."
"Vakit nasıl geçiyor. Sen de beni bak hâlâ konuşturuyorsun. Yoksa özel bir şey mi istiyorsun.
Söyle, seni sevdim, kibar adamsın, ne olacak. Çok paran var mı şimdi yanında, gerçekten
zengin misin? Yoksa İzzet gibi bir manav mı? Hayır, bir avukat. Bana bir bilmece sor bakalım
avukat bey... Peki, ben sana sorayım: Padişahla Boğaz Köprüsü arasında ne fark vardır?"
"Bilmiyorum."
"Atatürkle, Muhammed arasında?"
"Bilmiyorum." j
"Çok kolay teslim oluyorsun!" dedi kadın. Kendini seyrettiğL
komodin aynasından kalkıp, Galip'in kulağına cevapları kıkırdayaf
rak fısıldadı. Sonra kollarını Galip'in boynuna doladı. "Evlenej
lim," diye mırıldandı. "Kaf Dâğı'na gidelim. Birbirimizin olalım!
Başka birer insan olalım. Al beni, al beni, al beni."
Aynı oyun havası içinde öpüştüler. Rüya'yı hatırlatan bir şey var mıydı bu kadında? Yoktu, ama
Galip hayatından da memnundu. Yatağa devrildiklerinde kadın Rüya'yı hatırlatan bir şey yaptı,
ama tam Rüya gibi de yapmamıştı bunu. Rüya dilini ağzının içine sokunca, her seferinde,
karısının bir anda, bambaşka biri olduğunu düşünerek kaygılanırdı Galip. Türkân Şoray'ın
taklidi ise Rüya'nınkinden daha büyük ve daha ağır dilini, Galip'in ağzının içine bir çeşit zafer
duygusuyla, ama tatlılıkla ve şaka yapar gibi sokunca, kollarının arasındaki kadının değil,
Galip, kendisinin bambaşka biri olduğunu hissetti ve çok da heyecanlandı. Kadının bir oyun
duygusuyla iteklemesiyle, yerli filmlerdeki o hiç gerçekçi olmayan öpüşme sahnelerinde olduğu
gibi, alt alta üst üste, önce biri alta, sonra öbürü üste çıkarak, dönerek, büyük yatağın bir
ucundan öbür ucuna yuvarlandılar. "Başımı döndürüyorsun!" dedi kadın orada olmayan bir
hayâli taklit ederek ve başı gerçekten dönmüş gibi yaparak. Galip yatağın bu ucundan aynada
kendilerini görebildiklerini anlayınca, bu tatlı yuvarlanma sahnesine neden gerek duyulduğunu
anladı. Kadın kendini ve Galip'i soyarken, aynadaki görüntüyü seyrediyordu zevkle. Daha
sonra, ikisi birlikte, sanki bir üçüncü kişiyi seyreder gibi ve jimnastik yarışmasında zorunlu
hareketleri yapan yarışmacıyı değerlendiren jüri üyeleri gibi, belki onlardan biraz daha neşeyle,
kadının hünerlerini aynada gözlerini do-yura doyura tek tek seyrettiler. Daha sonra, Galip'in
aynaya baka-madığı bir an, "İkimiz bir başka biri olduk," dedi kadın, yatağın sessiz yaylarıyla
yaylanırken. "Kimim ben, kimim ben, kimim ben?" diye sordu, ama Galip işitmek isteyeceği
cevabı vermedi ona: Kendini koyuvermişti. Kadının, "İki kere iki dört," dediğini, "Dinle, dinle,
dinle!" diye mırıldandığını, ve belli belirsiz bir padişahtan, zavallı şehzadesinden, bir masal
söyler gibi, bir rüyayı anlatır gibi misli geçmiş zamanı kullanarak sözettiğini işitti.
"Ben sensem, sen de ben," dedi daha sonra giyinirlerken kadın, "ne çıkar bundan, sen ben
olmuşsun ben de sen!" Kurnaz bir bakışla gülümsüyordu. "Türkân Şoray'ını sevdin mi?"
"Sevdim."
"Kurtar o zaman beni bu hayattan, kurtar beni, çıkar beni buradan, al beni, başka bir yere
gidelim, kaçalım, evlenelim, yeni
bir hayata başlayalım."
Hangi oyunun, hangi filmin parçasıydı bu? Galip kararsız kaldı. Belki de, kadının istediği de
buydu. Galip'e evli olduğuna inanmadığını söyledi; evli erkekleri iyi tanırmış çünkü.
Evlenirlerse, 56 Chevrolet'yi Galip kurtarmayı başarırsa, birlikte Boğaz gezintisine çıkacaklar,
Emirgân'da kâğıt helvası alacaklar, Tarabya'da denize bakacaklar, Büyükdere'de yemek
yiyeceklerdi.
"Büyükdere'yi sevmem," dedi Galip.
"O zaman boşuna bekliyorsun O'nu." dedi kadın. "Hiçbir zaman gelmeyecek O."
"Acelem yok!"
"Benim var," dedi kadın inatçılıkla. "Gelince O'nu tanıyamamaktan korkuyorum. O'nu
herkesten sonra görmekten korkuyorum. Sona kalmaktan korkuyorum."
"O kim?" diye sordu Galip.
Kadın esrarlı bir şekilde gülümsedi. "Sen hiç film seyretmiyor musun, oyunun kurallarını
bilmiyor musun? Böyle şeyleri ağzından kaçıranları bu memlekette sağ koyarlar mı? Ben
yaşamak istiyorum."
Esrarengiz bir şekilde yok olan, büyük bir ihtimalle öldürülüp cesedi Boğaz'a atılan bir
arkadaşının hikâyesini anlatırken, birisi kapıyı vurmaya başladı. Kadın sustu. Galip odadan
çıkarken kadın arkasından fısıldadı:
"Hepimiz O'nu bekliyoruz, hepimiz, hepimiz O'nu bekliyoruz."

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM HEPİMİZ ONU BEKLİYORUZ

"Esrarlı şeyleri dehşetli smerim." Dostoyevski
Hepimiz O'nu bekliyoruz. Hepimiz yüzyıllardır O'nu bekliyoruz. Bazılarımız, Galata köprüsü
üzerindeki kalabalıktan bunalıp Halic'in kurşuni mavi sularına kederle bakarken; bazılarımız,
Sur-dibi'ndeki iki göz odayı bir türlü ısıtmayan sobaya odun atarken; bazılarımız, Cihangir'in
arka sokağındaki Rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken; bazılarımız ücra
bir Anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye, İstanbul
gazetesindeki bulmacayı çözerken; bazılarımız da, o gazetede sözü edilen ve resmi basılan
uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel gövdelere sarılabilmeyi hayâl ederken, O'nu
bekliyoruz. Ellerimizde yüz kere okunmuş gazetelerden katlanmış kese kâğıtları, en ucuz
plastikle yapıldığı için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan plastik torbalar, avuç
içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu kaldırımlarda
hüzünle yürürken de O'nu bekliyoruz. Cumartesi akşamları şişeleri ve camlan kıran erkeklerle,
dünya güzeli kadınların doyum olmaz maceralarını seyrettiğimiz sinemalardan, yalnızlık
duygusunu arttıran orospularla yattığımız kerhanelerin sokağından, küçük saplantılarımız var
diye acımasız arkadaşlarımızın bizimle alay ettiği meyhanelerden ve gürültücü çocukları bir
türlü uyuyamadığı için radyolarındaki tiyatroyu bile tadını çıkararak dinleyemediğimiz komşu
evinden dönerken, hepimiz O'nu bekliyoruz. Bazılarımız O'nun arsız çocukların sapanlarıyla
sokak lambalarını kırdıkları arka mahallelerin karanlık köşelerinde ilk görüneceğini söylüyor,
bazıları da Milli Piyango, Spor Toto, çıplak kadınlı dergi, oyuncak, tütün, prezervatif ve her
türlü ıvır zıvır satan günahkârların dükkânlarının önünde. Nerede, ama nerede ilk görünürse
görünsün, ister küçük çocukların günde on iki saat kıyma yoğurduğu köfteci dükkânlarında,
ister binlerce gözün tek
bir isteğin bakışıyla yanarak tek bir göze dönüştüğü sinemalarda, ister melek kadar günahsız
çobanların mezarlıklardaki servilerin büyüsüne kapıldığı yeşil tepelerde ilk ortaya çıksın, O'nu
ilk gören talihlinin hemen tanıyacağını ve sonsuzluk kadar uzun ve bir göz kırpma kadar kısa
süren bekleyişin sona erip, kurtuluş vaktinin geldiğinin hemen anlaşılacağını söylüyor herkes.
Kuran bu konuda yalnızca harfleri okumasını bilenler için açık ('El İsra' Suresinin 97. ayeti, 'Ez-
Zümer' Suresinin Allah'ın Kuran'ı "birbirine benzer ve çift inzal" ettiğini söyleyen 23. ayeti vs.)
Kuran'ın misinden üç yüz elli yıl sonra yazan Kudüslü Mutah-har İbn Tahir'in 'Başlangıç ve
Tarih' adlı kitabına göreyse, bu konudaki tek kanıt, Muhammed'in "adı, görünüşü ya da işi
benimkini tutan birinin yol göstereceği" yolundaki sözleri ya da bu ve benzeri hadislere
kaynaklık eden öbür tanıkların şahitlikleri. Bundan gene üç yüz elli yıl sonra, Şiilerin
Samarra'daki Hakim-ül Vakt Türbesinin yer altındaki mahzeninde, O'nun zuhur etmesinin
törenlerle beklendiğini İbn Batuta'nın 'Seyahatname'sinde kısaca değindiğini biliyoruz. Otuz yıl
sonra ise, Firuz Şah'in kâtibine yazdırdığına göre, Delhi'nin sarı ve tozlu sokaklarında, O'nu ifşa
edeceği harflerin esrarıyla birlikte bekleyen binlerce mutsuz varmış. Yine aynı yıllarda, İbni
Haldun'un O'nun ortaya çıkışıyla ilgili hadisleri aşırı Şii kaynaklarından ayıklayarak tek tek ele
aldığı 'Mukaddime'sinde, bir başka noktanın yeniden üzerinde durulduğunu biliyoruz: O'nunla
birlikte Deccal'in, Seylan'ın ya da frenklerin anlayış ve diliyle söylersek Anti-Christ'in görüleceği
ve o kıyamet ve kurtuluş gününde O'nun Deccal'i öldüreceği.
Şaşırtıcı olan şey ise, ücra bir Anadolu kasabasındaki evinde kurduğu bir hayâli bana yazan
değerli okurum Mehmet Yılmaz'-dan, ondan yedi yüz yıl önce, bu hayâli kurup 'Ankayı
Mugrib'inde yazan îbn Arabi'ye, bizden bin yüz on bir yıl önce, O'nun kurtardıklarını peşine
takıp İstanbul'u Hristıyanlardan feth edeceğini rüyasında gören filozof El Kindi'den, çok
sonraları gerçekleşen bu rüyanın bir arka sokağında, Beyoğlu'ndaki bir manifaturacı
dükkânında makaralar, düğmeler ve naylon çoraplar arasında, O'nun düşünü kuran tezgâhtar
kıza kadar, herkesin büyük kurtarıcıyı düşlerken ve beklerken O'nun yüzünü bir türlü hayâl
edeme-
mesi.
Oysa Deccal'i çok iyi hayâl edebiliyoruz: Buhari'nin 'Enbiya'sına göre, Deccal tek gözlü ve kızıl
saçlıdır, 'Hacc'ma göre, yüzünün üzerinde kim olduğu yazılıdır; Tayalisi'ye göre kalın boyunlu
olan Deccal, ondan bin yıl sonra, İstanbul'da hayâl kuran Hoca Nizamettin Efendi'nin
'Tevhid'ine göre ise kırmızı gözlü ve kemiklidir. Benim ilk gazetecilik yıllarımda Anadolu'da çok
okunan Karagöz gazetesindeyse, bir Türk cengâverinin serüvenlerinin anlatıldığı çizgi romanda,
Deccal, yılık ve çarpık ağızlı çizilirdi. Henüz fethedilmemiş Konstantinopolis'in dilberleriyle
sevişen cengâveri-mizin, inanılmaz hileleriyle boğuştuğu (bazılarını ressama ben önerirdim)
Deccal, geniş alınh, iri burunlu ve bıyıksızdı. Deccal'in hayâl gücümüzü bu kadar
hareketlendirmesine karşılık, hfcpimizin beklediği kurtarıcıyı, O'nu bütün renkleriyle
canlandırabilen tek yazarımız Doktor Ferit Kemal'in eseri 'Le Grand Pacha'yı Fransızca yazıp,
ancak 187O'te Paris'te yayımlayabilmesini bazılarımız edebiyatımız için bir kayıp olarak
görüyorlar.
O'nu bütün gerçekliğiyle tasvir eden bu tek eseri, 'Le Grand Pacha'yı Fransızca yazıldığı için
Türk edebiyatının bir parçası olarak görmemek ne kadar yanlışsa, 'Şadırvan' ya da 'Büyük
Doğu' gibi Doğucu dergilerde, bazılarının bir eziklik duygusuyla, Rus romancısı Dostoyevski'nin
'Karamazov Kardeşler'indeki Büyük En-gizitör parçacığının bu küçük risaleden yürütüldüğünü
ileri sürmeleri de o kadar acıklıdır. Doğu'dan Batı'ya, ya da Batı'dan Do-ğu'ya yürütülmüş
eserler efsanesi, bana hep şu düşüncemi hatırlatır: Dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir
uykudagezerin şaşkınlığı içinde kapısından girîverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak
istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler. Şimdi:
1. Bu düşler evinin odalarındaki tıkırtıh saatlerin birinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemek
saçmadır.
2. Odalardaki saatlerden birinin öbüründen- beş saat ileri olduğunu söylemek de saçmadır,
çünkü aynı saatin yedi saat geri olduğu sonucu da aynı mantıkla çıkarılabilir.
3. Saatlerden biri dokuzu otuz beş geceyi gösterdikten her hangi bir süre sonra, evdeki başka
bir saatin dokuzu otuz beş ge-çeyi göstermesinden, ikinci saatin birincisini taklit ettiğini
sonucunu çıkarmak da saçmadır.

Sayısı iki yüzü aşan mutasavvıfane kitap yazan İbn Arabi, İbn Rüşd'ün Kurtuba'daki
cenazesinde bulunmadan bir yıl önce Fas'taydı ve Kuran'in yukarıda sözünü ettiğim (dizgici
şimdi sütunun üstündeysek "yukarıda" değil "aşağıda" yaz!) 'El İsra Suresi'nde anlatılan,
Muhammed'in bir gece Kudüs'e götürülüp oradan merdivenle (Arapçası Miraç) göğe çıkması,
Cenneti, Cehennemi iyi bir seyretmesi hikâyesinden (rüyasından) ilhamla bir kitap yazıyordu.
Şimdi, İbn Arabi'nin rehberi eşliğinde göğün yedi katını nasıl dolaştığını, oralarda gördüklerini,
rastladığı Peygamberlerle neler söyleştiklerini anlatışına ya da bu kitabı tam 35 yaşında (1198)
yazışına bakıp, Nizam adlı bu rüyalardan çıkma kızın doğru, Beatri-ce'in yanlış; ya da İbn
Arabi'ni doğru, Dante'nin yanlış; ya da 'Ki-tab al İsra ile Makam al Asra'nın doğru, 'Divina
Commedia'nın yanlış olduğuna hükmetmek, demin sözünü ettiğim birinci cins saçmalığa
örnektir.
Endülüslü filozof İbn Tufeyl'in ıssız adaya düşen bir çocuğun doğayı, nesneleri kendisine
emziren bir geyiği, denizi, ölümü, gökleri ve 'ilahi gerçekleri' tanıyarak, orada tek başına
yıllarca yaşayışını ta on birinci yüzyılda kaleme almasına bakıp, Hayy İbn Yak-zan'ın Robinson
Cruzoe'dan altı yüz yıl ileri olduğuna karar vermek; ya da ikincisinin eşyaları ve araçları daha
ayrıntıyla anlatmasına bakıp İbn Tufeyl'in Daniel De Foe'dan altı yüzyıl geri olduğunu söylemek
de ikinci cins saçmalığa örnektir.
Üçüncü Mustafa devri şeyhülislâmlarından Hacı Veliyyüdin Efendi, 1761 yılı Mart ayında, bir
cuma akşamı evine gelip yazı odasındaki muhteşem dolabı gören geveze bir dostunun, "Hoca
Efendi, dolabın da aklın kadar karışıkmış!" yolundaki saygısız ve münasebetsiz sözü üzerine,
ani bir ilhama kapılıp, hem aklında, hem de ceviz dolabında her şeyin yerli yerinde olduğunu,
ikisini birbirine benzeterek kanıtlayan uzun bir mesnevi yazmaya başlamış. Bu eserde, iki
kapaklı, dört gözlü ve on iki çekmeceli Ermeni işi o şahane dolapta olduğu gibi, aklımızın içinde
de, saatleri, mekânı, sayıları, kâğıtları ve bugün 'nedensellik', 'varlık', 'zorunluluk' dediğimiz
nice ıvır zıvırı saklayan on iki göz olduğunu Alman Filozof Kant'in saf aklın on iki kategorisini
sıraladığı o ünlü eserini yayımlayışından yirmi yıl önce göstermesine bakıp, Almanın onu taklit
ettiği sonucunu çıkarmak da üçüncü cins saçmalığa
örnektir.
Doktor Ferit Kemal, hepimizin beklediği büyük kurtarıcıyı, O'nu bütün canlılığıyla resmederken,
yüz yıl sonra soydaşlarının kendisine bu türden saçmalıklarla yaklaşacağını bilseydi şaşmazdı;
çünkü bütün hayatı kendisini bir rüyanın sessizliğine bırakan bir ilgisizlik ve unutuluş halesiyle
çevriliydi zaten. Bugün, onun hiçbir fotoğrafta göremediğimiz yüzünü, bir rüyadagezerin
hayâletimsi yüzü gibi düşleyebiliyorum ancak: Bir esrarkeşti. Kendisi gibi, Paris'teki birçok
hastasını afyonkeş ettiğini Abdurrahman Şerefin 'Yeni Osmanlı'lar ve Hürriyet' adlı küçültücü
çalışmasından çıkartıyoruz. 1866'da, -evet, Dostoyevski'nin ikinci Avrupa yolculuğundan bir yıl
önce- belli belirsiz bir isyan ve hürriyet duygusu yüzünden Paris'e gitmiş, Avrupa'da
yayımlanan Hürriyet ve Muhbir gazetelerinde bir iki makalesi çıkmış, ama Jöntürkler sarayla
uzlaşıp tek tek İstanbul'a dönerlerken, o Paris'te kalmış. Başka bir iz yok. Kitabının önsözünde
Baudelaire'in 'Paradis Artifici-els'inden sözettiğine göre, benim çok sevdiğim De Quincey'den
haberliydi belki; belki de, afyonla deneylere de girmişti; ama O'nu anlattığı sayfalarda bu
deneylerin değil, tam tersi, bugün bizim ihtiyacımız olan kuvvetli bir mantığın izleri görülüyor.
Bu yazıyı, bu mantığı tartışmak, silahlı kuvvetlerimizin yurtsever subaylarına 'Le Grand
Pacha'daki karşı durulmaz düşünceleri tanıtmak için yazıyorum.
Ama bu mantığı anlamak için, önce kitabın havasına girmek gerekiyor. Mavi ciltli, 1861'de
Paris'de yayımcı Poulet-Malassis tarafından kalınca bir saman kâğıda basılmış bir kitap
düşünün. Yalnızca doksan altı sayfa. Bir Fransız ressama (De Tennielle) çizdirilmiş, o zamanın
İstanbul'undan çok, bugünün taş binalı, kaldırımlı, parke kaplı İstanbul sokaklarına benzeyen,
o zamanki taş hücrelerden ve ilkel işkence aletlerinden çok, bugünkü beton fare deliklerini ve
askılı, manyetolu işkence aletlerini hatırlatan çevrelerin, eşyaların ve gölgelerin resimlerini
düşünün.
Kitap, bir geceyarısı, İstanbul'un arka sokaklarından birini tasvirle açılıyor. Bekçilerin
kaldırımları döğen bastonlarından ve uzak mahallelerde birbirleriyle boğuşan köpek çetelerinin
ulumalarından başka hiçbir ses yok. Ahşap evlerin kafeslerle kaplı pencerelerinden hiçbir ışık
sızmıyor. Bir soba borusundan çıkan belli
belirsiz bir duman, damların, kubbelerin üstüne inmiş incecik sise karışıyor. Bu derin sessizlik
içinde, boş kaldırımlarda yürüyen ayak sesleri duyuluyor. Herkes bir müjde gibi duyuyor bu
tuhaf, yeni, beklenmedik ayak seslerini; hırka üzerine hırka giyip soğuk yataklarına girmeye
hazırlananlar da, kat kat yorganlar altmda rüya görenler de.
Ertesi gün ise, gecenin kasvetinden uzak güneşli bir şenliktir. Herkes O'nu tanımış, herkes
O'nun O olduğunu anlamış, herkes karamsarlık zamanlarında hiç bitmeyeceğini sandığı acılarla
yüklü sonsuzluk saatinin dolduğunu kavramıştır. Bu bayram havası içinde dönen atlıkarıncalar,
barışan eski düşmanlar, elma şekeri ve macun yiyen çocuklar, birlikte şakalaşan kadınlar ve
erkekler, çalıp oynayanlar arasındadır O. Güzel günlere götüreceği, zaferden zafere
koşturacağı mutsuzlar arasında yürüyen üstün bir Kurtarıcı'dan çok, kardeşleri arasında
yürüyen bir ağabeydir O. Ama, bir kuşkunun gölgesi de vardır yüzünde; bir düşüncenin, bir
sezginin. İşte o zaman, sokaklarda böyle düşünceli yürürken O, Grand Pacha'mn adamları O'nu
yakalayıp şehrin taş kemerli soğuk zindanlarından birine tıkarlar. Geceyarısı, elinde bir kandil
Grand Pacha O'nu hücresinde ziyarete gelir, bütün gece konuşur.
Kimdi Grand Pacha? Buna yazar gibi, ben de, okuyucunun kendi özgürlüğüyle karar vermesini
istediğim için, bu çok kendine özgü kişinin adını bile büsbütün Türkçeye çeviremiyorum. Paşa
olmasına bakıp bir büyük devlet adamı, bir büyük asker ya da büyük rütbeli herhangi bir asker
olduğunu düşünebiliriz. Sözlerindeki mantığın doğruluğuna bakıp, aynı zamanda bir filozof ya
da bizde çok görülen ve kendinden çok devleti, milleti düşünen kişilerde hissettiğimiz bir tür
bilgeliğe erişmiş yüce bir kişi olduğunu da düşünebiliriz. Bütün gece o zindan hücresinde Grand
Pacha anlatacak, O dinleyecektir. İşte Grand Pacha'nın O'nu susturan ve ikna eden mantığı ve
sözleri:
-1. Herkes gibi ben de hemen senin O olduğunu anladım (diye sözlerine başlar Grand Pacha).
Bunu anlamam için yüzlerce, binlerce yıldır yapıldığı gibi, harflerin, rakkamların sırlarına,
gökteki ya da Kuran' daki belirtilere, senin hakkında yazılmış kehanetlere başvurmama gerek
kalmadı hiç. Kalabalığın yüzündeki sevinci ve zafer heyecanını görünce anladım senin O
olduğunu. Şimdi,
acıları ve kederi unutturmanı, kaybettikleri umudu vermeni, onları zaferden zafere koşturmanı
bekliyorlar senden, ama sen bunları verebilecek misin onlara? Yüzyıllarca önce Muhammed
mutsuzlara umut verebilmişti, çünkü kılıcıyla zaferden zafere koşturmuştu onları. Oysa, bugün
imanımız ne olursa olsun, İslâmın düşmanlarının silâhları bizimkilerden çok daha güçlü. Hiçbir
askeri başarı imkânı yok! Kendilerini 'O' diye tanıtan düzmece Mehdi'lerin Hindistan'da,
Afrika'da İngilizlere, Fransızlara bir süre kök söktürmelerinden sonra, ezilip yok olmalarından,
daha büyük yıkımlara yol açmalarından da belli değil mi bu? (Bu sayfalardan, yalnızca İslâmın
değil, Doğu'nun Batı önünde büyük çaplı bir zafer kazanmasının da artık bir hayâl olduğunu
gösteren askeri, iktisadi karşılaştırmalar var: Grand Pacha, Batı'nın zenginlik düzeyiyle
Doğu'nun sefaletini gerçekçi bir siyasetçinin yapacağı gibi dürüstçe karşılaştırıyor ve O, bir
şarlatan değil, gerçekten O olduğu için, çizilen bu iç karartıcı resmi sessizce ve hüzünle
onaylıyor.)
2. Ama bu içler acısı sefalet, mutsuzlara bir zafer umudu verilemeyeceği anlamına gelmez tabii
(diye devam ediyor Grand Pacha sözlerine, vakit geceyarısını çok geçmişken). Yalnızca 'dış'
düşmanlarımıza karşı savaş açamayız. Ama ya içerdekiler? Bütün sefaletin, acılarımızın
kaynağı içimizdeki günahkârlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde sureti
haktan gözükenler olmasın sakın? Mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve mutluluğun umudunu
yalnızca içimizdeki düşmana karşı açacağın savaşla verebileceğini sen de görüyorsun değil mi?
O zaman, bu savaşın kahraman askerlerle, gazilerle değil, muhbirlerle, cellâtlarla, polisle,
işkencecilerle birlikte verilecek bir savaş olduğunu da görüyorsun demektir. Umutsuzlara
sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne
ineceğine inanabilsinler. Bizim son üç yüz yıldır yaptığımız da yalnızca budur. Kardeşlerimize
umut verebilmek için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara. Onlar da, ekmek kadar umut
da istedikleri için inanıyorlar. Suçluların aralarında en zeki ve en dürüst olanları, her şeyin bu
mantıkla yapıldığını gördükleri için, cezaları infaz edilmeden önce, varsa eğer, küçük suçlarını
bire on katıp anlatıyorlar ki, mutsuz kardeşleri hiç olmazsa biraz daha umutlanabilsinler.
Bazılarını af bile ediyoruz, aramıza katılıp suçlu avına çıkı-
yorlar. Kuran gibi, umut da, yalnız vicdani hayatımızı değil, bizim dünyevi hayatımızı da ayakta
tutuyor: Umudu ve özgürlüğü, ekmeği beklediğimiz yerden bekleriz çünkü.
3. Senden beklenilen bütün bu güç işleri başarabilecek kadar kararlı, kalabalıklar içinden
suçluları gözünü kırpmadan çekip çıkarabilecek kadar adil ve pek istemeden de olsa, onları
işkenceden geçirebilecek kadar, bütün bu işlerin üstesinden gelebilecek kadar güçlü olduğunu
biliyorum: Çünkü O'sun sen. Ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? Bir
süre sonra, işlerin düzelrhediğini görecekler. Ellerindeki ekmek büyümediği için senden
aldıkları umut da tükenmeye başlayacak. O zaman, kitaba ve her iki dünyaya olan inançlarını
kaybetmeye başlayacaklar gene; kendilerini, bir gün önce yaşadıkları derin karamsarlığa,
ahlâksızlığa, ruhsal sefalete kaptıracaklar. En kötüsü, senden şüphelenmeye, senden nefret
etmeye başlayacaklar. Muhbirler senin cellâtlarına ve çalışkan işkencecilerine seve seve teslim
ettikleri suçlular için vicdan azabı duymaya başlayacaklar; polisler ve gardiyanlar yaptıkları
işkencelerin anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak onları,
ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; daraağaçlarından salkım salkım üzümler gibi
sallandırıhveren talihsizlerin boşu boşuna kurban edildiğine karar verecekler. O kıyamet
gününde, artık ne sana, ne senin onlara anlattığın hikâyelere inanacaklarını görüyorsundur.
Ama daha kötüsünü de görüyorsundur: Hep birlikte inanacakları bir hikâye kalmayınca, hepsi
tek tek kendi hikâyesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikâyesi olacak, herkes kendi
hikâyesini anlatmak isteyecek. Kalabalık şehirlerin kirli sokaklarında, bir türlü çekidüzen
verilemeyen çamurlu meydanlarında, milyonlarca sefil, başlarının çevresinde bir mutsuzluk
halesi taşır gibi taşıdıkları kendi hikayeleriyle uykudagezerler gibi hüzünle gezinecekler. O
zaman onların gözünde sen O değil, Deccal olacaksın artık, Deccal de sen! Bu sefer senin değil
Deccal'in. O'nun hikâyelerine inanmak isteyecekler. Zaferle geri dönen ben ya da benim gibi
biri olacak Deccal. O da bu mutsuzlara senin yıllardan beri onları kandırdığını, umut değil,
onlara yalan aşıladığını, aslında O değil Deccal olduğunu söyleyecek. Belki buna da gerek
kalmayacak, ya Deccal'in kendisi ya da yıllardır senin kendisini kandırdığına karar vermiş
bir mutsuz, bir geceyarısı, karanlık bir sokakta tabancasının kurşunlarını senm bir zamanlar
kurşun işlemez sanılan Ölümlü gövdene boşaltıverecek. Böylece, yıllarca onlara umut verdiğin
ve yıllarca onları kand.rd.ğ,n için, artık alışıp sevmeye başladığın çamurlu sokakların, kırlı
kaldırımların birinde, bir gece ölünü bulacaklar

ON BEŞİNCİ BÖLÜM KARLI GECENİN AŞK HİKÂYELERİ

"İşsiz güçsüz adamlarla masal, hikâye arayanlar"
Mevlâna
Sirkeci'den Galatasaray'a gelirken takside yanma oturduğu siyah beyaz filmlerden çıkmış
adamı yeniden gördüğünde, Galip, Türkân Şoray benzerinin odasından yeni ayrılmıştı. Beyoğlu
Karakolunun önündeydi, nereye gideceğine karar veremiyordu, mavi ışığı yanıp sönen bir polis
arabası köşeyi dönüp kaldırıma yanaşınca bir an durakladı. Arabanın aceleyle açılan arka
kapısından ite kaka çıkarılan adamı hemen tanıdı: İki polisin arasındaydı, üzerindeki o siyah
beyaz filmlere yakışır hava kaybolmuş, gecenin lacivert ve suçlu renklerine uygun bir canlılık
gelmişti yüzüne. Dudağının kenarında, karakolun cephesini her türlü baskına karşı ışıl ışıl
aydınlatan lambaların parlak ışığının yansıdığı koyu kırmızı bir kan izi vardı, ama silmiyordu.
Takside sıkı sıkıya sarıldığı iş adamı çantası polislerin birinin elindeydi, suçunu kabul etmişlerin
tevekkülüyle önüne bakarak yürüyordu, ama hayatından da fazlasıyla memnun gibiydi.
Karakolun dış merdivenlerinin önünde Galip'i görünce, bir an, tuhaf ve korkutucu bir keyifle
baktı: "İyi akşamlar beyefendi!" "İyi akşamlar!" dedi Galip kararsızlıkla. "Kim o?" diye sordu
polislerden biri Galip'i işaret ederek. Adamı iterek karakoldan içeri soktukları için, Galip
konuşmanın devamını işitemedi.
Anacaddeye çıktığında, saat biri geçiyordu; karla kaplı kaldırımlarda hâlâ gelip geçenler vardı.
"İngiliz Konsolosluğu'nun bahçesine paralel sokaklardan birinde," diye düşünüyordu Galip,
"yalnız Anadolu'dan para yemeye gelen hacıağaların değil, okumuş yazmışların da gittiği
sabaha kadar açık bir yer varmış!" Bu bilgileri, böyle yerlerden alaycı bir dil kullanıyormuş gibi
yaparak söz eden sanat dergilerinden Rüya edinirdi.
Tokatlıyan Oteli' nin eski binasının önünde, Galip, İsken-
der'le karşılaştı. Nefesinden bol bol rakı içtiği anlaşılıyordu: C'den gelen televizyoncu takımım
Pera Palas'tan almış, "bir bin bir gece İstanbul'u yaptırmak" için onları gezdirmiş, (çöp
tenekelerini karıştıran köpekler, esrar ve halı tüccarları, göbekli göbek dansözleri, pavyon
kabadayıları vs.), arka sokakların birinde de bir pavyona götürmüş. Eli çantah tuhaf bir adam
anlaşılmayan bir kelime yüzünden kavga çıkarmış orada, onlarla değil, başkalarıyla, polisler
gelip, adamı yaka paça götürmüşler, bir başkası da pencereden tırmanıp kaçmış, bu
kargaşadan sonra da masalarına çevreden gelen başkaları da oturmuş ve böylece, isterse
şimdi Ga-lip'in de katılabileceği eğlenceli bir gece başlamış. Galip filtresiz sigara arayan
İskenderle Beyoğlu'nda aşağı yukarı yürüdükten sonra, kapısmda 'Gece Kulübü' yazan
pavyona gitti.
Galip'i neşe, ilgisizlik ve gürültüyle karşıladılar. İngiliz gazete-. çiler arasındaki güzel bir kadın,
hikâyesini anlatıyordu. Fasıl heyeti susmuş, numarasına başlayan hokkabaz, kutuların içinden
kutular, o kutuların içinden başka kutular çıkarıyordu. Yardımcısı kızın bacakları çarpıktı,
göbeğinin biraz altında 'sezaryen' ameliyatının dikiş izleri vardı. Galip kadının herhangi bir
çocuğu değil, yalnızca elindeki uykulu tavşanı doğurabileceğini düşündü. Zati Sun-gur'dan
yürütme 'kaybolan radyo' numarasından sonra, kutulardan gene kutular çıkmaya başlayınca
pavyonda ilgi dağıldı.
Masanın öteki ucunda oturan İngiliz kadının anlattıklarını İskender Türkçeye çeviriyordu. Galip
başım kaçırdığı hikâyenin anlamını kadının anlamlı yüzünden okuyabileceğine iyimserlikle
inanarak dinledi. Hikâyenin geri kalan kısmından, bir kadının (hikâyeyi anlatan kadının kendisi
diye düşündü Galip) kendisini dokuz yaşından beri tanıyan ve seven bir erkeği apaçık bir
gerçeğe, bir dalgıcın getirdiği bir Bizans parasının üzerindeki belirli bir anlama inandırmak
istediği, ama kadına duyduğu sevgiden başka bir şey göremeyen erkeğin gözlerinin, birlikte
tanık oldukları bu sihi-re kapandığı, yalnızca, aşkının heyecanıyla şiirler yazabildiği
anlaşılıyordu. "Böylece dalgıcın denizin dibinde bulduğu Bizans parası yüzünden, amca
çocukları en sonunda evlenebilmişler.Ama paranın üzerinde gördüğü yüzün büyüsüne inanan
kadının hayatı bütünüyle değişirken, erkek hiç bir şey anlayamamış," dedi kadının dediklerini
Türkçe söyleyen İskender. Bu yüzden, kadın ömrünün so-
nuna kadar tek basma kulede yaşamış. (Galip kadının erkeği ter-kettiğini düşündü.) Hikâyenin
sonunun geldiği anlaşılınca uzun masada oturanların takındıkları d 'insani duygular'a saygılı
'insancıl' sessizlik Galip'e saçma gözüktü. Güzel bir kadın, budala bir erkeği terketti diye
herkesin kendisi gibi sevinmesini istemiyordu belki, ama 'güzel kadının' güzelliği yanında,
yarısını dinlediği hikâyenin trajik (böyle gösterişli kelimeleri izleyen o yapmacıklı ve budalaca
sessizliğe bürünmüşlerdi çünkü) ve acıklı sonu gülünçtü. Hikâyesini bitirdiğinde Galip anlatıcı
kadının güzel değil yalnızca canayakm olduğuna karar vermek istedi.
Bundan sonraki hikâyeye başlayan uzun boylu adamın, adını şurada burada daha önceleri
işittiği bir yazar olduğunu Galip, İskender'in sözünden anladı. Gözlüklü adam anlatacaklarının
gene bir yazara ilişkin olduğunu söyleyerek dinleyicilerini bu yazarın kimliğini kendisininkiyle
karıştırmamaları için uyardı. Yazar bunu, biraz utanan, biraz da sofradakilerle yakınlık kurmak
ister bir tavırla söylerken, tuhaf bir şekilde gülümsediği için, Galip yazarın niyeti konusunda
kararsız kalmıştı.
Yazarın anlattığına göre, uzun yıllar, kendi evinde, kendi başına, hiç kimseye göstermediği,
gösterse de kimsenin yayımlamayacağı romanlar, hikâyeler yazmış bu adam. Saplantıyla bağlı
olduğu işine (o zamanlar iş de değilmiş) kendini o kadar vermiş ki, yalnızlık yazar için bir tür
alışkanhk olmuş: İnsanları sevmediği ya da hayatlarına itirazları olduğu için değil, kapalı kapı
ardındaki yazı masasından bir türlü ayrılamadığı için insan içine çıkamıyormuş. Masasının
başında yapayalnız yasaya yasaya, yazarın 'toplumsal hayat' alışkanlıkları öyle körelmiş ki, kırk
yılın tekinde, insan arasına çıktığında, kalabalık içine girdiğinde şaşırıp bir köşeye çekilir,
masasının basma döneceği saatleri beklermiş. Masasının başında hergün on dört saatten fazla
zaman geçirdikten sonra, sabaha doğru günün ilk ezan sesleri şehrin minarelerinde ve
tepelerinde birbiri arkasından duyulurken, yazar yatağına girer, onca yılda bir kere, o da
rastlantıyla görebildiği sevgilisini düşlermiş, ama bu kadını, herkesin sözünü ettiği cinsten bir
'aşk'la ya da 'cinsellik' duygusuyla değil, yalnızca yalnızlığın tersi olabilecek düşsel bir yoldaşlık
özlemiyle hayâl edermiş.
'Aşk'ı yalnızca kitaplardan anlayabildiğini, cinsellik konusun-
15Ö
da ise fazla heyecanlı olmadığını söyleyen yazar, düşlediği bu olağanüstü güzel kadınla, yıllar
sonra evlenmiş de. Tıpkı o sıralarda yayımlanan kitapları gibi, hayatında fazla bir değişiklik
yapmamış bu evlilik. Gene günde on dört saati yalnız başına masasında oturarak geçiriyormuş
yazar, gene hikâyelerindeki cümleleri sabırla, ağır ağır yeniden kuruyor, yeni hikâyeler için
ayrıntılar düşlerken saatlerce masasının üzerindeki boş kâğıtlara bakıyormuş. Hayatındaki tek
değişiklik, sabaha doğru girdiği yatağında, sessizce uyuyan güzel ve sessiz karısının gördüğü
rüyalarla, kendisinin sabah ezanını dinlerken alışkanlıkla kurduğu düşler arasında hissettiği
koşutlukmuş. Karısının yanında uzanıp hayâl kurarken artık yazara kendi düşleriyle
karısınınkiler arasında bir ilişki var gibi geliyormuş. Tıpkı nefes alıp verişlerinde farkında
olmadan kurulan ve alçakgönüllü bir müziğin iniş çıkışlarını hatırlatan ahenk gibi. Yazar . yeni
hayatından memnunmuş, uzun yalnızlık yıllarından sonra, başka birisinin yanında uyumak ona
zor gelmiyormuş, güzel kadının nefesini dinleyerek hayâl kurmaktan, rüyalarının birbirine
karıştığına inanmaktan hoşlanıyormuş.
Bir kış günü karısı, üzerinde fazla durulabilecek bir bahane göstermeden kendisini terkedince,
yazar için zor günler başlamış. Sabah ezanını dinleyerek yattığı yatağında eskisi gibi düş
kuramı-yormuş bir türlü. Evliliğinden önce ve evliliği sırasında kolaylıkla kurup huzuruyla
uyuduğu hayâller, istediği 'inandırıcılık' ya da 'parlaklık' düzeyine bir türlü çıkamıyormuş.
İstediği gibi yazamadığı bir romandaki gibi, sanki düşlerinde sırrı ortaya çıkmayan, yazarı
korkulu çıkmaz sokaklara sürükleyen bir yetersizlik, bir kararsızlık varmış. Karısının kendisini
terk ettiği ilk günlerde yazarın rü-yalarındaki bu düşüklük öyle bir hale gelmiş ki, her zaman
sabah ezanlarıyla uyuyabilen yazar, ilk kuşların ağaçlarda ötmesinden, martıların geceleri hep
birlikte toplaştıkları şehrin damlarını terk etmesinden, çöp kamyonuyla ilk belediye otobüsünün
geçmesinden çok sonra bile, uyuyamıyormuş. Daha da kötüsü, düşlerindeki ve uykusundaki bu
eksikliğin yazarın yazdığı sayfalarda da kendisini göstermesiymiş. Yirmi kere yeniden yazsa da,
en basit cümleye bile istediği canlılığı veremediğini görüyormuş yazar.
Bütün dünyasını saran bu buhrandan çıkabilmek için yazar Çok emek vermiş, kendini yeni bir
sıkı düzene sokmuş, eski düşle-
rinin ahengini bulabilmek için onları tek tek hatırlamaya zorlamış kendini. Haftalar sonra, gene
sabah ezanlarıyla huzurla uyuduğu bir uykunun hemen arkasından, uykuda yürür gibi kalkıp
başına oturduğu yazı masasında istediği canlılık ve güzellikte cümleler yazmaya başlayınca
buhrandan çıktığını anlamış, bunu başarabilmek için, farkında olmadan keşfettiği tuhaf bir
hileye başvurduğunu da.
Karısının terkettiği kişi, istediği düşleri kuramadığı için yazar, önce kendi eski halini
düşlüyormuş, yatağım kimseyle paylaşmayan, hayâlleri hiçbir güzel kadının rüyalarıyla
karışmayan kendi eski halini. Geçmişte bıraktığı o kişiliği kararlılıkla ve o kadar yoğunlukla
düşlüyormuş ki, sonunda hayâlini kurduğu o kişinin yerine geçiyor ve böylece onun hayâllerini
kurmaya başlayarak huzurla uyuyabiliyormuş. Kısa bir süre sonra .da bu ikili hayata ahştığf
için. hayâl kurmak ya da yazabilmek amacıyla kendisirfi zorlamasına bile gerek kalmamış. Aynı
sigaralarla küllüğü doldurarak, aynı fincanla kahveler içerek bir başkası olup yazıyor, aynı
yatakta, aynı saatlerde, kendi geçmişinin hayaletine bürünerek huzurla uyuya- i
biliyormuş.
Bir gün karısı, gene üzerinde fazla durulabilecek bir bahane göstermeden kendisine (eve
demişmiş kadın) geri döndüğünde yazar için gene alışamadığı zor bir dönem başlamış. İlk
terkedildiği günlerde düşlerinde başgösteren belirsizlik yeniden bütün hayatına sinmiş çünkü.
Uğraşa uğraşa uyuduğu uykularından kâbuslarla uyanıyor, eski kimliğiyle de, yeni kimliğiyle de
bir huzur bulamadan, ikisi arasında evinin yolunu şaşırmış bir sarhoş gibi boşu boşuna
dolanıyormuş. Bu uykusuzluk sabahlarının birinde, yatağından kalkıp, elinde yastık, yazı
masasıyla kâğıtlarının durduğu kalorifer ve toz kokan odaya gitmiş yazar, oradaki küçük
divana büzüşerek uzanınca, hemen derin bir uykuya dalmış. O sabahtan sonra, sessiz ve
esrarlı karısının yanında, onun anlaşılmaz rüyalarıyla değil, hep orada, yazı masasıyla
kâğıtlarının yanıbaşında uyumuş yazar. Uyanır uyanmaz, uykuyla uyanıklık arasında, yazı
masasına oturup düşlerinin devamı gibi gözüken hikâyelerine huzurla devam edebiliyormuş,
ama şimdi korktuğu başka bir derdi varmış.
Karısı kendisini terk etmeden önce, birbirlerinin yerine geçen, birbirlerinin benzeri iki adam
üzerine, sonraları okuyucuları-
nın 'tarihi' dediği bir kitap yazmışmış. Huzurla uyuyabilmek, yazabilmek için, eski kişiliğinin
hayaletine büründüğünde yazar, bu hikâyeyi yazan kişi oluyor, kendi geleceğini de, bu
hayaletin geleceğini de yaşayamadığı için aynı heyecanla eski 'benzerler hikâyesini' yeniden
yazarken buluyormuş kendini! Her şeyin her şeyi taklit ettiği, bütün hikâyelerin ve insanların
kendilerinden başka şeylerin taklidi ve aslı olduğu ve bütün hikâyelerin başka hikâyelere
açıldığı bu dünya, yazara bir süre sonra, o kadar gerçek gözükmeğe başlamış ki, bu kadar
'aşikâr' bir gerçekle yazılan hikâyelere kimsenin kanmayacağım düşünerek, kendisinin
yazmaktan, okuyucularının inanmaktan hoşlanacağı gerçekdışı bir dünyaya girmeye karar
vermiş. Bu amaçla, güzel ve esrarlı karısı yatağında sessizce uyurken, yazar, geceyarıları
şehrin karanlık sokaklarında, lambaları kırık arka mahallelerinde, Bizans'tan kalma yeraltı
dehlizlerinde, esrarkeş ve gariban kahvelerinde, meyhane ve pavyonlarında geziniyormuş.
Şimdiye kadar gördükleri, ona 'şehrimizdeki' hayatın hayâl edilmiş bir dünya kadar gerçek
olduğunu öğretmiş: Bu, âlemin bir kitap olduğunu, tabii ki, doğruluyormuş. Bu hayatı
okumaktan, şehrin ona her an sunduğu yeni sayfalar içinde rastladığı yüzlere, işaretlere,
hikâyelere baka baka her gün saatlerce yürüyüp köşe köşe sürtmekten o kadar hoşlamyormuş
ki, yatağında uyuyan güzel karısına ve yarıda bıraktığı hikâyesine hiç geri dönememekten
korkuyormuş şimdi.
Aşktan çok yalnızlığın, hikâyenin kendisinden çok, hikâye anlatmanın üzerinde durduğu için,
yazarın hikâyesi sessizlikle karşılandı. Galip, herkesin bir 'nedensiz terkedilme' hatırası olduğu
için, yazarın karısının onu neden terkettiğinin özellikle merak edildiğini düşündü.
Bundan sonraki hikâyeye başlayan konsomatris kadın, anlatacaklarının gerçek olduğunu birkaç
kere tekrarlayıp "turist arkadaşlarımızın" da, bu önemli noktadan haberli kılındıklarından
özellikle emin olmak istedi: Çünkü hikâyesinin yalnız Türkiye'ye değil, bütün dünyaya ibret
olmasını istiyordu. Yakın tarihte, gene bu pavyonda başlıyordu hikâye. İki amca çocuğu, yıllar
sonra, aynı pavyonda karşılaşıp çocukluk aşklarının yeniden alevlendirmişler. Kadın
konsomatris, erkek de kabadayı (yani pezevenk, dedi kadın 'turistlere' dönerek,) olduğu için
böyle durumlarda beklenileceği
gibi aralarında erkeğin kızı vurmasına yol açacak bir 'namus' durumu da yokmuş. O zamanlar
pavyon da memleket gibi süt limanmış, gençler birbirlerini sokaklarda kurşunlamaz, öperler,
bayramlarda birbirlerine bomba değil, şekerli paket yollarlarmış. Kızla oğlan da mutluymuşlar.
Kızın babası aniden öldüğü için, aynı evde yaşar, ama ayrı yataklarda yatarlar, dört gözle
evlenecekleri günü beklerlermiş.
O gün geldiğinde, kadın yanında bütün Beyoğlu'nun konsomatrisleri, boyanıp süslenir, kokular
sürünürken, erkek düğün tıraşı olduktan sonra çıktığı anacaddede güzeller güzeli bir kadının
ağına yakalanmış. Bir anda aklını başından alan kadın, onu Pera Palas'daki odasına
götürdükten, doya doya da seviştikten sonra sırrını açıklamış: İran Şah'ıyla İngiliz Kraliçesi'nin
piçiymiş bu bahtsız kadın. Kendisini bir zevk gecesinden sonra yüzüstü bırakan annesiyle
babasından intikam alacak bir büyük planın parçası olarak Türkiye'ye gelmiş. Kabadayımızdan
bir yarısı Milli Emni-yet'te bir yarısı Gizli Polis Teşkilâtı'nda olan bir haritayı elde etmesini
istiyormuş.
Tutkunun alevleriyle yanan delikanlı izin isteyip düğünün yapılacağı pavyona koşmuş;
davetliler dağılmışmış, ama kız bir köşede ağlarmış. Önce onu avutmuş, sonra bir "milli
dava"mn peşine düştüğünü söylemiş. Nikâhlarını ertelemişler, bütün pavyon kadınlarına,
göbek dansözlerine, randevuculara, Sulukuleli çingenelere haber salıp İstanbul
batakhanelerine düşen polisleri tek tek elden geçirtmişler. Sonunda, iki parçasını da elde edip
haritayı birleştirdiklerinde, kız, amcaoğlunun İstanbul'un bütün çalışkan kadınları gibi,
kendisine de oyun oynadığım, İran Şahıyla İngiliz Kraliçesinin kızına aşık olduğunu anlamış.
Sol göğsüne sakladığı haritayla birlikte, en düşük kadınlarla, en ahlaksız erkeklerin gittiği
Kuledi-bindeki bir kerhanenin bir odasına kendini kederle sürgün edip gizlenmiş.
Amcaoğlu, cadaloz prensesin emriyle İstanbul'u karış karış aramağa başlamış. Aradıkça ama,
aratanı değil, aradığını, herhangi bir kadını değil, aşkı, prensesi değil, çocukluğunun amca
kızım sevdiğini anlamış. En sonunda bulduğu Kuledibindeki kerhanede, bir dikiz aynasından
seyrettiği çocukluk aşkının, papyon kravat takan bir zengine karşı "saflığını korumak" için ne
numaralar yaptı-
ğını görünce, kapıyı kırıp kızı kurtarmış. Kabadayının yüreği yanarak (yan çıplak sevgilisinin
kaval çalışını) seyrettiği deliğe uydurduğu gözünün üstünde acıdan koskoca bir et beni çıkmış,
bir daha da kaybolmamış. Aşklarının aynı nişanından kızın da sol memesinin altında varmış.
Polisle birlikte Pera Palas'ı basıp cadaloz kadını yakaladıklarında ise, erkek yutan prensesin
çekmecelerinden tek tek kandırıp siyasi kolleksiyonuna kattığı onbinİerce masum delikanlının
çeşitli pozlarda çekilmiş çırılçıplak resimleri çıkmış. Ayrıca, bu geniş politik yelpazenin yanında,
televizyonda anarşistlerle birlikte sergilenen kitaplardan yüzlercesi, orak çekiçli bildirilerle son
ibne padişahın vasiyeti ve üzerine Bizans Haçı işlenmiş Türkiye'yi bölme planları da varmış.
Polis, memlekete anarşiyi, tıpkı frengi belâsı gibi, bu kadının soktuğunu çok iyi biliyormuş
bilmesine, ama kadımn fotoğrafları arasında nice polisimizin de eli çoplu, anadan doğma resmi
çıktığı için, olay gazetelere geçmeden örtbas edilmiş. Yalnızca, amca çocuklarının düğün
haberinin bir fotoğrafla birlikte yayımlanmasına izin verilmiş. Bir köşesinden hikayecimizin
bizzat kendisinin de, üzerinde yakası tilki kürkünden şık paltosu ve şu anda da taktığı inci
küpeleriyle gözüktüğü bu fotoğraflı gazete kesiğini konsomatris çantasından çıkardı ve masada
elden ele dolaştırılmasını söyledi.
Daha sonra, hikâyesinin bazı şüpheler, hatta yer yer gülümsemelerle karşılandığını gören
kadın, öfkelenerek, anlattıklarının gerçek olduğunu söyleyip içeri seslendi: Prensesin
kurbanlarıyla birlikte nice edepsiz fotoğrafını çeken fotoğrafçı da buradaydı. Pavyon kadım
masaya yaklaşan kurşuni saçlı fotoğrafçıya, "misafirlerimizin" iyi bir aşk hikâyesi karşılığında
hem fotoğraf çektireceklerini, hem de bolca bahşiş bırakacaklarını söyleyince yaşlı fotoğrafçı
bir hikâyeye başladı:
Bundan en azından otuz yıl önce, küçük stüdyosuna uğrayan bir uşak, fotoğrafçıyı Şişli'de
tramvay yolu üzerindeki evlerden birine çağırmış. Zengin eğlenceleri için daha uygun onca
meslektaşı varken 'pavyon fotoğrafçısı' diye bilinen kendisinin neden arandığını merak ederek
gittiği bu evde, fotoğrafçımızı karşılayan genç, güzel ve dul bir kadın, ona bir 'iş' teklifi yapmış:
Yüklüce bir para karşılığında, her gece Beyoğlu pavyonlarında çektiği yüzlerce fotoğrafın birer
kopyasını sabah kendisine bırakmasını öneriyormuş
fotoğrafçıya.
Fotoğrafçı, biraz da meraktan kabul ettiği bu işin arkasında bir 'aşk hikâyesi' olduğunu
sezerek, kumral saçlı, şehla gözlü kadının elinden geldiğince yakından izlemeye karar vermiş.
İlk iki yılın sonunda, kadının daha önceden tanıdığı ya da resmini gördüğü belirli bir erkeği
aramadığını anlamış, çünkü kadının her sabah elden geçirdiği yüzlerce fotoğrafın içinden arada
bir seçip başka pozlarını, büyütülmüş fotoğraflarını istediği erkeklerin yüzleri de, yaşları da
birbirini hiç tutmuyormuş. Daha sonraki yıllarda, biraz işbirliğinin verdiği yakınlık, biraz da
sırdaşlığın verdiği güvenle, kadın, fotoğrafçıya açılmaya başlamış:
"Bu boş suratlıların, bu anlamsız bakışlıların, bu ifadesiz yüzlerin fotoğraflarım boşu boşuna
bana getirme!" diyormuş. "Hiçbir anlam, hiçbir harf göremiyorum onlarda!" Belli belirsiz bir
anlamı okuyabildiği (bu kelimeyi ısrarla kullanıyormuş kadın,) bir suratın öbür fotoğrafları ise,
her seferinde kadını hayâl kırıklığına sürükler, o zaman hep şunu söylermiş: "Hüzünlülerin,
mahzunların gittiği pavyonlar ve meyhanelerde bütün bulacağımız bu kadarsa, o iş yerlerinde,
o dükkân tezgâhlarında, o memur masalarında ne kadar, ne kadar boş bakıyorlardır allahım?"
İkisini de umutlandıracak bir-iki 'vaka'ya da hiç rastlamamış değillermiş ama: Bir keresinde,
sonradan kuyumcu olduğunu öğrendikleri ihtiyar bir adamın kırış kırış yüzünde, üzerinde uzun
uzun durduğu bir anlam okumuş kadın, ama çok eski ve çok dur-gunmuş bu anlam. Alnının
kırışıkları ve göz altlarındaki harf zenginliği, hep kendini tekrar eden ve bugüne hiç ışık
tutmayan kapalı bir anlamın son nakaratlarıymış yalnızca. Yaşadıkları güne işaret eden,
gerilimli harflerle kıpır kıpır bir surata üç yıl sonra rastladıkları sıra, muhasebeci olduğunu
öğrendikleri bu adamın fotoğraflarım büyütüp fırtınalı suratıyla heyecanlandıkları günlerin
birinde, karanlık bir sabah, kadın, fotoğrafçıya bu muhasebecinin gazetelerde çıkan koskoca bir
fotoğrafını göstermiş: "Zimmetine Yirmi Milyon Geçirdi." Suçluluğun, kural dişiliğin heyecanı
bitince, gevşeyen muhasebecinin, bıyıklı polisler arasından okuyuculara huzurla bakan yüzü,
kınalar sürülmüş kurbanlık bir koyununki kadar boşmuş artık.
Tabii ki sofrada oturanlar, asıl aşkın fotoğrafçıyla kadm ara-
sındaki aşk olduğunu aralarında fısıldaşarak, kaş göz işaretleriyle anlaşarak çoktan karar
vermişlerdi, ama 'aşk hikâyesi'nin sonunda, bambaşka bir kahraman vardı: Serin bir yaz
sabahı, elindeki kalabalık bir pavyon masasının fotoğrafında, anlamsız suratlar arasında pırıl
pırıl parıldayan o inanılmaz yüzü gördüğü an, kadın, on bir yıldır sürdürdüğü araştırmalarının
hiç de boşa gitmediğine hemen karar vermiş. Aynı gece, gene pavyonda görüldüğü için bu
harika ve genç yüzün, rahatlıkla çekilip büyütülen fotoğraflarında çok yalın, çok sade, çok açık
bir anlam okunuyormuş: Aşk imiş bu anlam. Sonraları, Karagümrük'te küçük bir dükkânda
saat tamirciliği yaptığını öğrendikleri otuz üç yaşındaki bu adamın, temiz ve açık suratında
kelimenin üç 'yeni' harfi o kadar kolay okunuyormuş ki, kadın bu harflerin hiçbirini göremeyen
fotoğrafçıya kör olduğunu söylemiş öfkeyle. Ondan sonraki günleri de, görücüye çıkacak bir
gelin gibi titreyerek, yenilgiye mahkûm olduğunu daha baştan bilen bir âşık gibi peşinen acılar
çekerek ve küçük bir umut ışığı gördüğü zamanlarda da, gerçekleşebilecek bütün mutluluk
ihtimâllerini kılı kırk yaran bir titizlikle hayâl ederek geçirmiş. Bir haftada, saatçinin çeşitli
bahane ve hilelerle çekilmiş yüzlerce fotoğrafı kadının salonunun her köşesine asılmış.
Fotoğrafçının daha yakından, daha ayrıntılı fotoğraflar çektiği bir akşamdan sonra, inanılmaz
yüzlü saat tamircisinin pavyondan ayağı kesilince, kadın deliler gibi olmuş. Fotoğrafçıyı
saatçinin peşinden Karagümrük'e yollamış, ama dükkânında da, mahallelinin gösterdiği evinde
de yokmuş adam. Bir hafta sonra, yeniden gittiğinde dükkân, 'devren satılık'mış, ev de
boşaltılmış. Bundan sonra, fotoğrafçının artık yalnızca 'aşkı için' getirdiği fotoğraflarla kadın
ilgilenmez olmuş, saatçinin dışında en ilginç yüzlere bile gözünün ucuyla olsun bakmıyormuş.
Erken gelen o rüzgârlı sonbahar sabahlarının birinde, elinde kadını ilgilendirebilecek ilginç bir
'parça', kapısını çaldığı zaman, apartmanın her zaman meraklı kapıcısı, hanımefendinin adresi
belli olmayan bir başka yere taşındığını zevkle söylediğinde, fotoğrafçı kederle hikâyesinin
bittiğini sanmış: Artık geçmişi düşünerek kuracağı kendi hikâyesi başlıyormuş belki de.
Ama hikâyenin asıl sonunu, yıllar sonra, dalgın dalgın okuduğu bir gazetenin manşetinden
çıkarmış: 'Suratına Kezzap Attı!'
r
Kezzap atan kıskanç karının ne adı, ne suratı, ne de yaşı Şişli'deki hammefendininkini
tutuyormuş; suratına kezzap atılan koca da saat tamircisi değil, haberin çıkış yeri olan bir Orta
Anadolu kasabasında Cumhuriyet Savcısıymış. Dahası, gazetedeki ayrıntıların hiçbiri yıllardır
hayâlini kurduğu kadınla, güzel saatçinin özelliklerini tutmuyormuş, ama daha 'kezzap'
kelimesini görür görmez fotoğrafçımız bu çiftin 'onlar' olduğunu sezmiş; onların yıllardır birlikte
olduğunu, kendisini kullanarak birlikte kaçtıklarını, kendisi gibi kimbilir hangi mutsuz erkeği
aradan çıkarmak için bu oyuna başvurduklarını anlamış. O gün aldığı başka bir rezalet
gazetesinde saatçinin tamamen eriyerek anlamdan ve harflerden bütün bütün kurtulan mutlu
yüzünü görünce ne kadar haklı olduğunu da anlamış.
Fotoğrafçı özellikle yabancı gazetecilere bakarak anlattığı hikâyesinin takdir ve ilgiyle
karşılandığını görünce zaferini taçlandıracak son bir ayrıntıyı askeri bir sır verir gibi açıkladı:
Aynı rezalet gazetesi, suratı erimiş aynı yüzü, Ortadoğu'da yıllardır sürüp giden bir savaşm son
kurbanın resmi olarak (yıllar sonra bir kere daha) bastıktan sonra, altına şu anlamlı cümleyi
yazmış: "Aşk için imiş diyorlar öyleyse her şey"
Masadakiler neşeyle, hep birlikte fotoğrafçıya poz verdiler. Aralarında Galip'in uzaktan tanıdığı
bir iki gazeteci ve reklamcı, gözünün ısırdığı kabak kafalı bir adam, sofraya ucundan katılmış
birkaç yabana da vardı. Sofrada, bir geceliğine bir hanı, ya da fazla önemli olmayan bir kazayı
paylaşan insanlar arasındaki o rastlantısal dostluk ve merak duygusu oluşmuştu. Pavyon iyice
boşalıp sessizleşmiş, sahne ışıkları da çoktan sönmüştü.
Galip pavyonu Türkân Şoray'ın pavyon kadınını oynadığı 'Vesikalı Yarim'in çekildiği yere
benzetince, bunu yanına çağırdığı yaşlı garsona sordu. Belki de, o sırada herkesin kendisine
dönmesinden, belki de, kulak misafiri olduğu öteki hikâyelerin heyecanıyla yaşlı garson da,
kısa bir hikâye anlattı:
Hayır, o filme değil, ama burada bu pavyonda çekilen ve Rüya sinemasında gösterildiği hafta,
kendisinin de on dört kere kendisini seyrettiği eski bir filme ilişkindi hikâyesi. Prodüktörle
birlikte, filmde oynayan güzel kadın da ondan bir iki sahnede gözükmesini isteyince garson
memnuniyetle kabul etmiş. İki ay sonra sey-
rettiği filmde gözüken suratı ve elleri garsonun kendi suratı ve el-leriymiş, ama başka bir
sahnedeki sırtı, omuzları ve ensesi kendisinin değilmiş ve filmi her seyredişinde bu garsonu
hem korkutuyor, hem de tuhaf bir zevkle ürperüyormuş. Dahası ağzından bir başkasının,
üstelik başka filmlerde de sık sık işiteceği bir başkasının sesinin çıkmasına alışamıyormuş bir
türlü. Filmi seyreden ya-kınlarıysa bu tüyler ürpertici, akıl karıştırıcı rüyamsı yer
değiştirmelerle onun kadar ilgilenmemişler, ne film hilesi denen şeyi, ne de asıl önemli gerçeği,
bir küçük hileyle insanın bir başkasını kendisi, kendisini de bir başkası olarak gösterebileceğini
anlamışlar.
Garson, çift film gösterdikleri yaz haftalarında Beyoğlu sinemaları kendisinin bir an gözüktüğü
o filmi oynatırlar diye yıllarca boşu boşuna beklemiş. Filmi bir daha görebilseymiş, kendi
gençli-ğiyle karşılaştığı için değil, yakınlarının anlamadığı, ama bu seçkin sofradakilerin
anlayacağı öteki 'malûm' nedenden yepyeni bir hayata başlayabileceğine inamyormuş.
Yaşlı garsonun arkasından öteki 'malûm neden'in ne olduğu konusunda sofrada uzun uzun
konuşuldu. Çoğuna göre tabii ki, aşk idi bu neden; garson kendine ya da kendinde gördüğü
dünyaya, ya da 'sinema sanatı'na âşıktı. Pavyon kadını ise, garsonun, bütün eski güreşçiler
gibi 'ibne' olduğunu söyleyerek konuyu bağladı: Çırılçıplak soyunup aynada kendine kötülük
yaparken, mutfakta genç komileri sıkıştırırken yakalanmıştı.
Galip'in gözünün ısırdığı kabak kafalı ihtiyar, pavyon kadının ata sporumuzu yapan güreşçiler
hakkındaki bu "temelsiz önyargısına karşı çıkıp bir zamanlar özellikle Trakya'da çok yakından
takip ettiği bu müstesna insanların örnek aile hayatlarına ilişkin gözlemlerini saymaya başladı.
İskender de aynı sırada ihtiyarın kim olduğunu Galip'e anlattı: İngiliz gazetecilerin günlük
programlarını yapıp iki ayağını bir pabuca sokmaya çalıştığı o telâşlı günlerde İskender, Celâl'i
ararken -evci, belki de Galip'e telefon ettiği o günün akşamında- Pera Palas'in lobisinde
karşılaşmış bu kabak ihtiyarla. Adam ona Celâl Beyle tanıştığını, kendisinin de kişisel bir İŞ için
onu aradığını söyleyerek araştırmalarına katılmış. Sonraki günlerde şurada burada karşısına
çıkarak, yalnızca Celâl'i bulmak için değil, başka bazı ufak tefek işlerden de geniş çevresi
sayesinde -emekli askerdi- ona ve İngiliz gazetecilere yardım etmiş..
Çat pat İngiüzcesiyle bir iki kelime söylemekten pek hoşlanıyor-muş. Besbelli, boş vakitlerinde
yararlı şeyler yapmak isteyen, dostluğa meraklı ve İstanbul'u da iyi tanıyan bir emekliymiş.
İhtiyar Trakyalı güreşçilerden sonra, asıl hikâyenin sırası geldiğini söyleyerek kendi hikâyesini
anlattı:
Hikâyeden çok bir soruydu aslında bu: Gün ortasında güneş tutulduğu için kendiliğinden köye
dönen koyun sürüsünü ağıla kapatıp evine dönen ihtiyar bir çoban, çok sevdiği karısını
yatağında âşığıyla yakalıyor, bir an kararsızlık geçirdikten sonra, eline geçirdiği bıçakla ikisini
de öldürüyordu. Teslim olduktan sonra, kadı önünde kendisi savunurken karısını ve sevgilisini
değil, kendi yatağında gördüğü, hiç tanımadığı bir kadınla âşığını öldürdüğünü söylerken,
çobanın ileri sürdüğü mantık çok yalındı: Yıllardır aşkla birlikte yaşadığı, inandığı, tanıdığı
'kadının', bunu 'kendisi'ne yapmasına imkân olmadığına göre, 'kendisi'de, yataktaki "kadın" da
aslında başka biriydiler. Çoban bu şaşırtıcı değişime, güneşin de verdiği olağanüstü işarete
güvenerek hemen inanmıştı. Bir anda büründüğü ve hatırladığı o başka kişiliğin suçunun
cezasını çekmeye elbette hazırdı çoban, ama yatağında öldürdüğü kadınla erkeğin de, evine
girip kendi yatağının nimetlerinden hayasızca istifade etmiş iki hırsız olarak görülmesini
istiyordu. Cezasını, ne olursa olsun, çektikten sonra, güneşin tutulduğu günden beri
göremediği karısını aramaya yollara düşecek, onu bulduktan sonra da, kaybettiği kendi
kişiliğini, belki de karısının yardımıyla aramaya başlayacaktı. Kadı, çobana ne ceza vermişti
acaba?
Emekli albayın sorusuna masadakilerin verdiği cevapları dinlerken Galip, bu hikâyeyi ve soruyu
bir başka yerde okuduğunu, ya da dinlediğini düşünüyordu, ama o yerin neresi olduğunu hatır-
layamıyordu bir türlü. Fotoğrafçının banyodan getirip masadakilere dağıttığı fotoğraflardan
birine bakınca, hikâyeyi ve kabak kafalı adamı nereden hatırladığını çıkaracağını sandı bir an; o
an sanki kendisi de adama aslında kim olduğunu söyleyeverecek ve bir anda tıpkı fotoğrafçının
hikâyesindeki suratlar gibi, anlamı zor okunan yüzlerden birinin de esrarı çözülecekti. Galip,
sırası gelince, kadının çobanı affetmesi gerektiğini söylerken, emekli askerin yüzündeki
anlamın sırrını çözdüğünü hissetti: Sanki hikâyesini anlatmaya başladığında bir kişiydi emekli
asker, hikâyesini bitirdiğinde
bir başka kişi. Hikâyeyi anlatırken ona ne olmuştu, hikâyesini anlatırken onu değiştiren şey
neydi?
Anlatma sırası kendisine gelince, Galip, yıllar önce, bir başka köşe yazarından dinlediğini
söyleyerek yaşlı ve yalnız bir gazetecinin aşk hikâyesini anlatmaya başladı. Bütün hayatını
Babıâli gazetelerine, dergilere çeviriler yaparak, en son filmler ve oyunlar üzerine yazılar
yazarak geçirmişmiş bu adam. Kadınlardan çok, kadınların elbiselerine ve takılarına ilgi
duyduğu için hiç evlenmemiş* Beyoğlu'nun bir arka sokağındaki iki odalı küçük dairesinde,
kendinden de yaşlı ve yalnız gözüken tekir kedisiyle birlikte yapayalnız yaşarmış. Olaysız geçen
hayatında tek sarsıntı, Marcel Pro-ust'un geçmiş zamanın peşine düştüğü o okumakla
bitmeyecek kitabını ömrünün sonuna doğru okumaya başlamasıymış.
Yaşlı gazeteci, kitabı o kadar çok sevmiş ki, bir süre önüne gelen herkese ondan sözetmiş,
ama değil kendisi gibi ne emekler vererek o ciltleri Fransızca okuyup sevecek birini bulmak,
heyecanını bile paylaşacak kimseye bile rastlayamamış. Bunun üzerine içine kapanmış ve
kimbilir kaç kere okuduğu ciltlerdeki hikâyeleri, sahneleri bir bir kendine anlatmaya başlamış.
Gün boyunca ne zaman bir sıkıntıyla karşılaşsa, duygusuz, incelikten yoksun, hırslı ve
böylelerinin hep olduğu gibi 'kültürsüz' kişilerin kabalıklarına ve acımasızlıklarına ne zaman
katlanmak zorunda kalsa, "Zaten, şimdi burada değilim ben!" diye düşünüyormuş. "Şimdi ben,
evimde, yatak odamdayım ve içerdeki odada uyuyan ya da uyanmakta olan Albertine'imin ne
yaptığını düşlüyorum ya da uyandıktan sonra Albertine'in evin içinde gezinirken çıkardığı o
yumuşak, o tatlı ayak seslerini dinliyorum keyifle, sevinçle!" Sokaklarda, mutsuzlukla
yürürken, tıpkı Proust'un romanındaki anlatıcının yaptığı gibi, evinde kendisini bekleyen genç
ve güzel bir kadın olduğunu, bir zamanlar tanışmayı bile mutluluk sayacağı Albertine adlı bu
kadının kendisini beklediğini ve beklerken de Albertine'in neler yaptığını hayâl ediyormuş.
Sobası bir türlü iyi yanmayan iki odalı kendi evine döndüğündeyse, ihtiyar gazeteci,
Albertine'in Pro-ust'u terkettiği öteki ciltteki sayfalan kederle hatırlar, boş evin hüznünü içinde
hisseder, bir zamanlar burada Albertine ile gülüşerek konuştukları şeyleri, onun kendisini
ancak zili çaldıktan sonra zıyaret etmesini, sabah kahvaltılarını, kendi bitip tükenmeyen kıs-
kançlık nöbetlerini, birlikte çıkacakları Venedik yolculuğunun hayâllerini tek tek, sanki kendisi
hem Proust hem de kapatması Albertine imiş gibi, gözlerinden hüzün ve mutluluk yaşları
akana kadar hatırlarmış.
Tekir kedisiyle evinde geçirdiği pazar sabahları, kaba saba hikâyeler yayımlayan gazeteye
öfkelendiğinde, meraklı komşuların, anlayışsız uzak akrabalarm ve sivri dilli terbiyesiz
çocukların söyledikleri o alaycı sözleri hatırladığında, kendi eski çekmecesinin gözünde bir
yüzük bulmuş gibi yapar, bunun hizmetçisi Françoise'ın gül ağacından masanın çekmecesinde
bulduğu ve Albertine'in unuttuğu yüzük olduğunu düşünür, sonra hayâli hizmetçiye dönerek:
"Hayır, Françoise," dermiş tekir kedinin işitebileceği kadar yüksek sesle konuşarak, "Albertine
bunu unutmadı, yüzüğü ona geri yollamamız da boşuna olur, çünkü nasıl olsa pek yakın
zamanda eve dönecek Albertine."
Kimse Albertine'i tanımadığı, kimse Proust'u bilmediği için bu kadar sefil ve acıklı bizim
ülkemiz, diye düşünürdü ihtiyar gazeteci. Bir gün Proust'u ve Albertine'i anlayacak birileri bu
ülkede çıktığında, evet belki o zaman sokaklardaki bıyıklı ve yoksul insanlar daha iyi bir hayat
yaşamaya başlayacaklar, belki o zaman, ilk kıskançlık anında birbirlerini bıçaklayacaklarına,
Proust gibi sevgililerinin hayâlini gözlerinin önünde nasıl canlandırdıkları üzerine hayâllere
dalacaklardı. Okumuş yazmış kabul edildikleri için gazetelerde çalıştırılan bütün o yazarlar,
çevirmenler de Proust okumadıkları, Albertine'i tanımadıkları ihtiyar gazetecinin Proust'u
okuduğunu bilmedikleri, onun Proust ve Albertine'nin bizzat kendisi olduğunu anlamadıkları
için bu kadar kötü ve anlayışsızdılar.
Ama hikâyede şaşılacak yan, yaşlı ve yalnız gazetecinin kendini bir roman kahramanı ya da
yazarı sanması değilmiş; çünkü kimsenin okumadığı bir Batı eserini aşkla seven her Türk, bir
süre sonra, kitabı yalnızca, çok severek okuduğuna değil, onu yazdığına da içtenlikle inanmaya
başlarmış. Daha sonra bu kişi, çevresindeki insanları, yalnız bu kitabı okumadıkları için değil,
kendisinin yazdığı gibi bir kitap yazamadıkları için de küçümsermiş. İşte bu yüzden, şaşırtıcı
olan şey ihtiyar gazetecinin yıllarca kendini Pro-ust ya da Albertine sanması değil, yıllarca
herkesten sakladığı bu sırrım bir gün genç bir köşe yazarına açmasıymış.
Belki de ihtiyar gazeteci, bu genç köşe yazarına çok özel bir sevgi duyduğu için ona açılabilmiş,
çünkü Proust ve Albertine'i andıran bir güzellik varmış bu delikanlı köşe yazarında: Badem
bıyıklı, sağlam ve klasik yapılı, güzel kalçalı, uzun kirpikli ve Proust ve Albertine gibi de esmer
ve kısaca boyluymuş; teninin bir Pakistanlıyı hatırlatan yumuşacık ipeksi derisi pırıl pırıl
parlarmış. Ama benzerlik de bu kadarmış işte: Avrupa edebiyatı zevki Paul de Kock ve
Pitigrilli'den öte geçmeyen genç ve güzel köşe yazarı, ihtiyar gazetecinin sırlarının ve aşkının
hikâyesini dinleyince, önce kahkahalarla gülmüş, sonra da bu ilginç hikâyeyi bir köşe yazısında
yazacağını söylemiş.
Yaptığı hatayı anlayan ihtiyar gazeteci, her şeyi unutması için genç ve güzel meslektaşına
yalvarmış, ama hâlâ gülen öteki, oralı olmamış bile. İhtiyar gazeteci evine döndüğünde, bir
anda, bütün - dünyasının yıkıldığını anlamış: Boş ^inde artık ne Proust'un kıskançlıklarım
düşünebiliyormuş, ne de Albertine ile geçirdikleri güzel zamanlan, ne de Albertine'nin nereye
gittiğini. İstanbul'da yalnızca ve yalnızca kendisinin bildiği, yaşadığı o olağanüstü ve büyülü
aşk, hayatının tek gurur kaynağı olan ve kimsenin kirletemediği o yüce aşk, pek yakında
yüzbinlerce anlayışsız okura kabaca anlatılacak, yıllardır tapındığı Albertine'in sanki ırzına
geçilecekmiş. İhtiyar gazeteci, en son başbakanın hırsızlıklarıyla, en son radyo programlarının
kusurlarından başka hiçbir şey okuyamayan budala okurların, daha sonra çöp tenekesinin
altına koyacakları ya da üzerinde balık ayıklayacakları kâğıt parçaları üzerinde, Albertine'in
adının, o çok sevdiği, ölürcesine kıskandığı, kendisini terke-dince mutsuzluktan yıkıldığı ve
Balbec'te ilk gördüğü zaman bisiklete binişini hiç mi hiç unutamadığı sevgili Albertine'in güzel
adını göreceğini düşündükçe yalnızca ölmek istiyormuş.
Bu yüzden, son bir cesaret ve kararlılıkla, badem bıyıklı ipek <¦ tenli genç köşe yazarına
telefon etmiş ve ona bu şifa bulmaz ve özel aşkı, bu insanlık durumunu, çaresiz ve sınırsız
kıskançlığını "yalnızca ve yalnızca" kendisinin anlayacağını söyleyerek, Proust'-tan ve
Albertine'den hiçbir köşe yazısında, hiçbir zaman sözetme-sini yalvararak istemiş. Bir cesaretle
de eklemiş: "Hem siz zaten Marcel Proust'un o eserini okumadınız bile!" "Kimin, hangi eserini?"
diye sormuş, "niye?" diye sormuş konuyu ve ihtiyar gazeteci-
nin aşkını çoktan unutmuş olan genç köşe yazarı. İhtiyar, her şeyi gene anlatmış ve genç ve
acımasız köşe yazan gene aynı kahkahayla gülüp, evet, evet, işte bu hikâyeyi yazması
gerektiğini söylemiş sevinçle. Hatta belki de ihtiyarın konunun yazılmasını istediğini düşündüğü
için de.
Yazmış da. Bir hikâyeye benzeyen o köşe yazısında ihtiyar köşe yazarı şu dinlediğiniz
hikâyedeki gibi anlatılıyormuş: Tuhaf bir Batı romanının kahramanına âşık olan ve kendisini
hem yazarı hem kahramanı sanan İstanbullu, yalnız ve acıklı bir ihtiyar olarak. Hikâyedeki
ihtiyar gazetecinin de, gerçek ihtiyar gazeteci gibi bir tekir kedisi varmış. Köşe yazısındaki
ihtiyar gazeteci de, bir köşe yazısında anlatılan hikâyede kendisiyle alay edildiğini görünce
sarsıhyormuş. O anlatılan hikâyenin içindeki hikâyede de ihtiyar gazeteci, Proust'un ve
Albertine'in adlarım gazetede görünce ölmek istiyormuş. Hikâyenin içindeki hikâyenin içindeki,
hikâyenin içindeki yalnız gazeteciler, Proust'lar ve Albertine'ler ihtiyar yazarın hayatının son
mutsuz gecelerinin kâbuslarmda dipsizlik ve sonsuzluk kuyularından birer birer ortaya
çıkmışlar. Geceyarılarmda kâbuslarla uyandığında, ihtiyar gazetecinin, kimse bilmediği için
hayalleriyle mutlu olabileceği bir aşkı da yokmuş artık. Acımasız köşe yazısının
yayımlanmasından üç gün sonra, bir sabah kapısı kırılarak açıldığında, bir türlü yanmayan
sobanın borusundan sızan dumanla ihtiyar gazetecinin uykusunda sessizce öldüğü anlaşılmış.
Tekir kedisi iki gündür açmış, ama gene de efendisini yemeye cesaret edememiş.
Bütün ötek hikâyeler gibi, Galip'in anlattığı hikâyede de onca hüznüne rağmen dinleyicileri
birbirlerine bağlayarak neşelen-dirmişti. Aralarında yabancı gazetecilerin de olduğu birkaç kişi
masalardan kalkıp gözükmeyen bir radyonun müziğiyle konsomatrislerle birlikte pavyon
boşalana kadar oynadılar, eğlendiler, güldüler.

ON ALTINCI BÖLÜM
KENDİM OLMALIYIM

"Neşeli va da hüzünlü ya da dalgın ya da düşünceli ya da kibar olmak istiyorsan, bu durumları
tek tek bütün a'vrmtı-lanyla ovnaman gerekivordu valnızca."
Patricia Highsrtıith
Yirmi altı yıl önce, bir kış gecesi başımdan geçen bir metafizik deneyi, yıllar sonra hatırlayarak
bir köşe yazımda, bu sütunlarda kısaca anlatmıştım. Bundan on bir ya da on iki yıl önce, iyi
çıkartamıyorum, (Ne yazık ki hafızamın iyice zayıfladığı bugünlerde bu gibi durumlarda
başvurduğum 'gizli arşivim' elimin altında değil!) yazdığım bu uzunca yazıdan sonra,
okuyucularımdan bir yığın mektup aldım. Her zaman olduğu gibi, bekledikleri, alıştıkları türden
bir yazı yazmadığım için öfkelenen (Niye her zamanki gibi yurt sorunlarından sözetmiyordum,
niye her zamanki gibi yağmurlu İstanbul sokaklarının hüznünü anlatmıyordum?) okuyucularım
arasında, başka 'çok önemli bir konuda' benimle aynı görüşte olduğunu 'sezen' bir
okuyucumun mektubu da vardı. Kısa bir süre sonra beni ziyaret edecek, ve ortak anlaşma
noktalarımız olarak gördüğü bazı 'özel' ve 'derin' konularda bana sorular soracaktı.
Berber olduğunu yazan (bu da tuhaftı) bu okuyucumun mektubunu unutmak üzereydim ki, bir
öğleden sonra kendisi gerçekten çıkageldi. Sayfaların bağlanma vaktiydi, yarı kalmış yazıları
bitirip aşağıya yollamak üzereydik, hiç vaktim yoktu. Üstelik, berberin, dertlerini uzun uzun
anlatacağını, bu biçip tükenmez dertlere sütunlarımda niye yeterince yer veremeyeceğimi
sorarak beni sıkıştıracağını da düşünüyordum. Başımdan savmak için başka bir zaman
gelmesini söyledim. Geleceğini önceden yazdığını hatırlattı bana, zaten 'başka bir zamana' da
vakti olmadığını söyledi; hemen cevaplandırabileceğim iki soru soracakmış, ayak üstü bile
cevap verebilirmişim. Berberin konuya doğrudan doğruya girmesinden hoşlandığım için
soruları hemen sormasını söyledim. "Kendiniz olmakta güçlük çekiyor musunuz?" Tuhaf bir
şeyin, bir eğlencenin, sonradan hep birlikte gülüne-
cek bir şakanın yaklaştığını sezdikleri için masanın başına küçük bir kalabalık toplanmıştı:
Ağabeylik ettiğim genç gazeteciler, şakalarıyla herkesi güldüren şişman ve gürültücü bir futbol
yazarı..: Böylece, soruya cevap olarak, böyle durumlarda benden beklenilen o 'zeki' şakalardan
birini yaptım. BerberJ)u şakayı istediği bir cevap gibi dikkatle dinledikten sonra ikinci sorusunu
sordu.
"İnsanın yalnızca kendisi olabilmesinin bir yolu var mıdır acaba?"
Kendi merakını doyurmak için değil de, sözcülüğünü ettiği bir başkasının isteği üzerine aracılık
eder gibi sormuştu bu sefer. Besbelli, soruyu daha önceden hazırlayıp ezberlemişti. İlk
şakamın etkisi hâlâ havadaydı, gülüşmeleri işiten başkaları da gelmişti, böyle bir durumda
'insanın kendisi olabilmesi' üzerine ontolojik bir nutuk atmak yerine, heyecanla beklenen ve
taşı gediğe oturtacak ikinci şakayı patlatmaktan daha doğal ne olabilir? Üstelik, bu ikinci
şakayla, birinci şakanın etkisi de artıyor, her şey yokluğumda da anlatılacak şık bir hikâye
haline dönüşüyordu. Bugün de hatırlamadığım bu ikinci şakadan sonra, berber:
"Zaten anlamıştım!" deyip gitti.
Milletimiz çift anlamlı sözlere ancak ikinci anlamda bir tür hakaret ya da aşağılama olduğu
sürece ilgi gösterdiği için berberin alınganlığıyla ilgilenmedim bile. Hatta diyebilirim ki, bir
genel helada köşe yazarınızı tanıyıp, pantolonunu ilikleyen adama, hayatın anlamını ya da
Allaha inanıp inanmadığını soran heyecanlı okuyucuları küçümser gibi küçümsedim de onu.
Fakat aradan zaman geçtikçe... Bu yarım kalmış cümleden sonra, küstahlığımdan pişman
olduğumu, berberin sorusunun ne kadar yerinde olduğunu hep düşündüğümü, hatta bir gece
rüyamda onu görüp suçluluk duyguları ve kâbuslarla uyandığımı yazaca1 ğımı sanan
okuyucularım, anlaşılan beni hâlâ tanımamışlar. Berberi, bir kere hariç,, hiç düşünmedim bile,
O düşündüğüm "bir kerede" de, düşüncem berberin kendisinden yola çıkmıyordu. Onu
tanımadan, yıllar önce düşündüğüm bir düşüncenin devamıydı aklıma gelen. Hatta ilk başta
buna düşünce bile denemezdi; çocukluğumdan beri zaman zaman aklıma takılan bir nakarat,
birden kulaklarımın dibinde, hayır, aklımın, ruhumun derinliklerinde bir yerde yemden tekrara
başlamıştı: "Kendim olmalıyım, kendim ol-
malıyım, kendim olmalıyım..."
Kalabalık içinde, akrabalar ve iş 'arkadaşları' arasında geçirdiğim bir günden1 sonra, geceyarısı
yatağıma girmeden önce evimin öbür odasındaki eski koltuğa oturmuş, ayaklarımı sehpaya
uzatmış, sigara içerek tavana bakıyordum. Bütün gün gördüğüm insanların bitip tükenmeyen
sözleri, gürültüleri, istekleri sanki birleşip bir tek ses olmuş da kulağımın dibinde tatsız ve
yorucu bir baş ağrısı gibi, dahası sinsi bir diş ağrısı gibi çınlıyordu. 'Düşünce' demekten
çekindiğim bu eski 'nakarat' da bu çınlamaya karşı, -nasıl desem- sanki bir tür 'karşı ses'
olarak başladı önce. Kalabalığın bitip tükenmeyen gürültüsünden beni kurtarmak için, kendi iç
sesime, kendi mutluluk ve huzuruma, hatta kokuma gömüleyim diye bana çıkış yolunu
hatırlatıyordu. "Kendin olmalısın, kendin olmalısın, kendin olmalısın!"
Geceyarısı bütün kalabalıktan ve onların, (cuma vaazını veren imamın, öğretmenlerin,
halamın, babamın, amcamın, politikacıların, hepsinin) 'hayat' diyerek içine iyice gömülmemi,
gömülmemizi istedikleri o iğrenç kargaşanın çamurundan uzakta oturmaktan ne kadar
memnun olduğumu o zaman sezdim! Onların tatsız ve yavan masallarının değil de, kendi
hayâllerimin bahçesinde gezinmekten öyle memnundum ki, koltuktan sehpaya doğru uzanan
ince bacaklarıma, zavallı ayaklarıma bile' sevgiyle bakıyor, dumanını tavana üflediğim sigarayı
ağzıma götürüp getiren beceriksiz ve çirkin elimi bile hoşgörüyle süzüyordum. Kırk yılın
tekinde kendim olabilmiştim! Kırk yılın tekinde kendim olabildiğim için, sonunda kendimi
sevebilmiştim! İşte, bu mutluluk anında 'nakarat' da renk değiştirdi. Cami duvarı boyunca
yürürken her taşta aynı kelimeyi tekrarlayan mahallenin budalası gibi ya da trenin
penceresinden bir bir bir telgraf direklerini sayan ihtiyar yolcu gibi, nakarat aynı kelimeleri
tekrarlayacağına, yalnız beni değil, hiddeti ve sabırsızlığıyla içinde oturduğum o benim eski ve
zavallı odayı da kaplayarak bütün 'gerçekliği' saran bir tür şiddet haline dönüştü. İçine
düştüğüm bu şiddetle artık bu sefer 'nakarat' değil, mutlu bir öfkeyle ben kendim
tekrarlıyordum:
Kendim olmalıyım, diye tekrarlıyordum, onlara hiç aldırmadan onların seslerine, kokularına,
isteklerine, sevgilerine ve nefretlerine aldırmadan kendim olmalıyım ben, kendim olmalıyım,
diye
tekrarlıyordum, sehpanın üzerinde memnun duran ayaklanma ve tavana doğru üflediğim
sigara dumanına bakarak; çünkü kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum
ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o
dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım ya da hiç olmayayım daha iyi, diye
düşünüyordum, çünkü gençliğimde amcamların ve halamların evine gidince "Ne yazık ki
gazetecilik yapıyor, ama çok çalışıyor ve böyle çalışırsa inşallah bir gün başarılı olacak," diye
baktıkları kişi oluyordum ve o kişi olmaktan kurtulmak için yıllarca çalıştıktan sonra bu sefer,
bir katında yeni karısıyla babamın da oturduğu o apartmana ben, koca adam, gidince, "Çok
çalıştı ve yıllar sonra biraz olsun başarılı oldu," diye gördükleri kişi oluyordum ve daha kötüsü,
ben de kendimi başka türlü göremediğim için, bu hiç sevemediğim kişilik etimin üzerine çirkin
bir deri gibi yapışıyor ve biraz sonra, onlarla birlikteyken ben kendimin değil bu kişinin sözlerini
söylerken yakalıyordum kendimi ve akşam eve döndüğümde olmak istemediğim bu kişinin
sözlerini nasıl söylediğimi kendime işkence etmek için bir bir hatırlıyor ve "bu haftaki uzun
yazımda bu konuya değindim", "en son Pazar yazımda bu meseleyi ele aldım", "yarınki
yazımda şunu da söylüyorum", "Bu Salı, uzun yazıda şunu da deşiyorum" gibi bayağı sözleri,
mutsuzluktan boğulacak gibi oluncaya kadar tekrarlıyordum ki, en sonunda biraz kendim
olabileyim.
Bütün hayatım bu tür kötü hatıralarla doluydu. Ayaklarımı uzatarak oturduğum koltukta
kendim olabilmenin tadını daha da çıkarabilmek için kendim olamadığım zamanları bir bir
hatırladım.
Askerliğimin ilk gününde silâh 'arkadaşlarım' benim öyle biri olduğuma karar verdiler diye,
bütün askerliğimi 'en zor durumda şaka yapmaktan vazgeçmeyen biri' olarak geçirdiğimi
hatırladım. Vakit geçirmekten çok serin bir karanlıkta yalnız başıma oturmak için gittiğim kötü
filmlerin 'beş dakika aralarında sigara içen işsiz güçsüz kalabalığın bakışlarından beni 'çok
anlamlı işler yapmaya aday değerli bir genç' olarak gördüklerine karar verdiğim için 'çok
anlamlı, hatta ulvi düşüncelere boğulmuş bir dalgın' gibi davrandığımı hatırladım. Bir askeri
darbenin hazırlık planlarına ve iktidarı ele geçireceğimiz günlerin hayâllerine gömüldüğümüz
sıra-
larda, askeri darbe bir gecikir de, milletimin çektiği sıkıntılar daha da uzar korkusuyla, geceleri
uyuyamayacak kadar milletini seven biriymişim gibi davrandığımı hatırladım. Kimselere
gözükmeden gizlice gittiğim randevuevlerinde, orospular öylelerine daha iyi davranıyorlar diye,
yakın geçmişte başımdan korkunç ve umutsuz bir aşk macerası geçmiş bir umutsuz gibi
yaptığımı hatırladım. Kaldırım değiştirecek vaktim yoksa, polis karakollarının önünden iyi uslu
bir vatandaş gibi gözükmeye çalışarak geçtiğimi hatırladım. Sırf, yılbaşı gecesi denilen o
korkunç geceyi tek başıma geçirecek cesaretim olmadığı için gittiğim babaannelerimin evinde,
herkese katılmak için tombala oynarken çok eğleniyormuş gibi yaptığımı hatırladım. Hoşuma
giden kadınların yanında kendim gibi olmayıp da onların hoşuna böylesi gider diye, kimine
evlilikten, hayat mücadelesinden başka bir şey düşünmeyen biri gibi, kimine memleketin
kurtuluşundan başka hiçbir şeye vakit ayırmamaya kararlı biri gibi, kimine de ülkemizdeki
yaygın duyarsızlıktan ve anlayışsızlıktan bıkmış duygulu biri gibi hatta bayağı bir deyişle 'gizli
şair' gibi gözükmeye çalıştığımı hatırladım. Sonra, (evet, en sonunda) iki ayda bir gittiğim
berberimde asıl kendim olamadığımı, taklit ettiğim bütün bu kişilerin toplamı olan kendimi
taklit ettiğimi hatırladım.
Oysa kendimi koyvermeye giderdim ben bu berbere. (Yazımın başındakinden başka bir berber
tabii!) Ama berberle birlikte kesilecek saçlara, bu saçları taşıyan kafaya, omuzlara, gövdeye,
ay-'nanın içine, bakmaya başladığımız zaman, hemen anlardım bu kol-. tukta oturan ve
aynanın içinde seyrettiğimiz kişinin 'ben' değil de, bir başkası olduğunu. Berberin "Önden ne
kadar alacağız?" derken elinde tuttuğu bu kafa, bu kafayı taşıyan boyun, omuzlar ve gövde
benim değil de, köşe yazarı Celâl Beyindi. Benimse hiç ilgim bile yoktu bu adamla. O kadar
açık seçik bir gerçekti ki bu, berber de farkedecek sanırdım, ama o hiç oralı olmazdı. Üstelik,
ben değil de, 'köşe yazarı' olduğumu daha fazla hissettirmek ister gibi, bir köşe yazarına
sorulacak sorulan sorardı bana: "Harp çıksa şimdi biz Yunanlıları yener miyiz?", "Başbakanın
karısının orospu olduğu doğru mu?", "Pahalılığı manavlar mı çıkarıyor?" gibi. Nereden geldiğini
bir türlü çıkaramadığım anlaşılmaz bir güç, bu sorulara benim kendimin cevap vermeme izin
vermez, benim yeri-
me, aynada benim de tuhaf bir şaşkınlıkla seyrettiğim köşe yazarı, her zamanki ukalâ
havasıyla birşeyler mırıldanırdı: "Barış iyi şeydir!", "Adam asmakla fiyatların düşmeyeceğini
bilmek lazım!" gibi.
Her şeyi bildiğini sanan, bilmediği zaman da bilmediğini bilen, kendi eksiklik ve fazlalıklarına
hoşgörüyle bakmayı da ukalâca öğrenmiş bu köşe yazarından nefret ediyordum! Her sorusuyla
beni daha çok "köşe yazarı Celâl Bey" yapan berberden de nefret ederdim! Bana tuhaf sorular
sormaya gazeteye gelen berberi de işte kötü anılarımın bu noktasında hatırladım.
O noktada, gecenin geç saatlerinde, beni ben yapan kendi koltuğumda, ayaklarımı sehpaya
uzatarak oturmuş, kulaklarımın dibinde bana kötü anılarımı hatırlatan o eski nakaratın yeni
öfkesini dinlerken, "Evet, berber efendi!" diyordum kendi kendime, "insanın kendisi olmasına
bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar." Ama
nakaratın vezni ve öfkesiyle söylediğim bu sözler, beni yalnızca içine girmek istediğim huzura
daha da fazla gömüyordu. O zaman bütün bu hikâyede, berberin ziyaretinde ve başka bir
berber aracılığıyla tazelenen anısında, başka yazılarımda da anlattığım ve ancak pek sadık
okurlarımın farkedeceği bir düzen, bir anjam, hatta nasıl desem 'esrarlı bir simetri' olduğuna
hükmettim. Geleceğime dönük bir işaretti bu: Uzun bir günün, hatta akşamın ardından insanın
yalnız başına kalıp, kendi koltuğuna oturup kendisi olabilmesi, yıllar süren uzun ve maceralı bir
yolculuktan sonra yolcunun kendi evine dönmesine benziyor.

ON YEDİNCİ BÖLÜM BENİ TANIDINIZ MI?

'Yine şimdi o zamanlara doğnı irca-i nazar ettikçe karanlıkta yürüyen bir izdiham sezinler gibi
oluyorum." .. „ ¦
Hikâye anlatanlar pavyondan çıkınca hemen dağılmamış, hafif hafif atıştıran karın altında ne
olduğunu kestiremedikleri yeni bir eğlenceyi bekliyor, bir yangına ya da bir cinayete tanık
olduktan sonra, bir ikincisi de patlak verir diye olay yerinde çakılanlar gibi, birbirlerinin yüzüne
bakıyorlardı. Kafasına kocaman bir fötr şapkayı çoktan geçirmiş kabak adam, "Öyle herkese
açık bir yer değil, İskender Bey," dedi. "Bu kalabalığı kaldıramazlar. Yalnızca İngilizleri
götürmek istiyorum. Memleketimizin bu yanından da ibret alsınlar." Galip'e döndü. "Siz de
gelebilirsiniz tabii..." Ötekiler gibi atlatamadıkları için, son anda onlara katılan iki kişiyi,
antikacılık yapan bir kadınla, fırça bıyıklı orta yaşlı bir mimarı da aralarına alarak Tepebaşma
doğru yürüdüler.
Amerikan Konsolosluğunun önünden geçerlerken, "Celâl Beyin Nişantaşı ve Şişli'deki evlerine
gittiniz mi?" diye sordu fötr şapkalı adam. "Ne için?" dedi Galip, adamın pek de anlamlı
bulmadığı yüzüne yakından bakarak. "İskender Bey, sizin Celâl Salik'in yeğeni olduğunuzu
söyledi. Onu aramıyor musunuz? İngilizlere memleketimizin meselelerini anlatması iyi olmaz
mıydı? Bakın, dünya da artık bize ilgi gösteriyor," "Tabii," dedi Galip. "Sizde adresleri var
mıydı?" diye sordu fötr şapkalı adam. "Yok," dedi Galip, "kimseye vermez." "O evlere
kadınlarla kapandığı doğru mu?" "Hayır," dedi Galip. "Kusura bakmayın," dedi adam.
"Dedikodu işte. Neler söylemiyorlar ki! İnsanların ağzı torba değil ki büzesi-niz. Hele Celâl Bey
gibi gerçekten bir efsaneyseniz! Kendisini tanırım." "Öyle mi?" "Öyle. Bir keresinde beni
Nişantaşı'ndaki evlerinden birine çağırmıştı." "Neredeydi?" diye sordu Galip. "Çoktan yıkıldı
şimdi orası. O iki katlı, taş evde bana, bir akşamüstü yalnızlıktan şikâyet ettiydi. İstediğim
zaman kendisini aramamı söylemişti." "Ama kendisi istiyor yalnız olmayı," dedi Galip. "Onu iyi
tanımıyorsunuz belki," dedi adam. "İçimden gelen bir ses benden yar-
dim beklediğini söylüyor bana. Adresini hiç mi bilmiyorsunuz?" "Hiç," dedi Galip. "Ama
herkesin onda kendinden bir parça bulması boşuna değildir." "Müstesna bir kişilik!" dedi fötr
şapkalı adam durumu özetleyerek. Böylece Celâl'in son yazılarından söz etmeye başladılar.
Tünel'e çıkan sokakların birinde, kenar mahallerde işitilecek cinsten bir bekçi düdüğü
duyulunca hepsi dönüp dar sokağın mor bir neon lambanın aydınlattığı karlı kaldırımlarına
baktılar: Galata Kulesine açılan sokaklardan birine girdiklerinde, Galip'e, yolun iki tarafındaki
yapıların üst katları, ağır ağır kapanan bir sinema perdesi gibi, birbirlerine yaklaşıyorlarmış gibi
geldi. Kule'nin tepesinde, ertesi gün yağacak karı işaret eden kırmızı lambalar yanıyordu. Saat
gecenin ikisiydi, yakınlarda bir yerde bir dükkânın ke-pengi gürültüyle indirildi.
Kulenin çevresinde dolandıktan sonra, Galip'in daha önce hiç görmediği ara sokaklardan birine
girip, buz tutmuş karanlık kaldırımlarda yürüdüler. Fötr şapkalı adam, iki katlı küçük bir evin
eski kapısını vurdu. Çok sonra, ikinci katta bir lamba yandı, açılan bir pencereden mavimsi bir
baş uzandı. "Kapıyı aç, benim," dedi fötr şapkalı adam. "İngiliz misafirlerimiz var." Dönüp
mahcup, utangaç, İngilizlere gülümsedi sonra.
Üzerinde, 'Merih Manken Atölyesi' yazan kapıyı, soluk yüzlü, otuz yaşlarında, tıraşsız biri açtı.
Yüzü uykuluydu. Bacaklarında kara bir pantolon, üzerinde mavi çubuklu bir pijama gömleği
vardı. Misafirlerinin her birinin elini gizli bir davanın kardeşleriy-miş gibi esrarengiz bir bakışla
tek tek sıktıktan sonra, kutular, kalıplar, tenekeler ve çeşitli vücut parçalarıyla dolu ve boya
kokan ışıl ışıl bir odaya aldı onları. Bir köşeden çıkardığı broşürleri dağıtırken, tekdüze bir sesle
anlatmaya başladı.
"Müessesemiz, Balkanlar ve Orta Doğu'nun en eski manken-cilik kuruluşudur. Yüz yıllık
tarihimizden soma, bugün vardığımız aşama, aynı zamanda, sanayileşme ve modernleşme
konusunda Türkiye'nin de nerelere ulaştığının bir göstergesidir. Bugün artık, yalnız kolların,
bacakların, kalçaların, yüzde yüz kendi ülkemizde yapılması değil..."
"Cebbar Bey," dedi kabak kafalı adam sıkıntıyla, "arkadaşlarımız burayı değil, sizin
rehberliğinizde aşağı katları, yer altını, mut-
suzları, tarihimizi, bizi biz yapan şeyi görmeye geldiler."
Rehber, öfkeli bir hareketle düğmeyi çevirince geniş odadaki yüzlerce kol, bacak, kafa, gövde,
bir anda sessiz bir karanlığın içinde kalırken, bir merdivene açılan küçük bir sahanlığı
aydınlatan çıplak bir ampul yandı. Hep birlikte demir merdivenleri iniyorlardı, aşağıdan bir nem
kokusu gelince, Galip bir an durakladı. Cebbar Bey, şaşırtıcı bir rahatlıkla Galip'e yaklaştı.
"Aradığını burada bulacaksın, korkma!" dedi çok bilmiş bir havayla. "Beni O yolladı, yanlış
yollarda dolanmanı, kaybolmanı hiç istemiyor."
Başkalarına da söylüyor muydu bu anlamı belirsiz sözleri? Merdivenlerden ilk odaya
indiklerinde gördükleri mankenleri, "Babamın ilk eserleri," diye tanıttı rehber. Ondan sonraki
odada bazı osmanlı denizcilerinin, korsanların, kâtiplerin, bir yer sofrasının çevresinde bağdaş
kurarak oturan köylülerin çıplak bir ampulün ışığında gördükleri mankenlerine bakarken,
rehber gene belirsiz birşeyler mırıldandı. Bir başka odadaki çamaşırcı bir kadının, kafası
koparılmış zındığın, elinde iş aletleriyle bir celladın mankenlerini gördüklerinde, Galip ilk defa
rehberin sözlerini anlayabildi. "Yüz yıl önce, bu ilk odalarda gördüğünüz ilk eserlerini
yarattığında, dedemin aklında herkesin aklında olması gereken şu basit düşünceden fazlası
yoktu: Dükkân vitrinlerinde sergilenen mankenler bizim insanlarımız örnek alınarak yapılmalı,
diye düşünmüştü dedem. Ama iki yüz yıldır tezgâhlanan uluslararası ve tarihi bir kumpasın
mutsuz kurbanları onu engellediler."
Merdivenlerden indikçe, birbirlerine basamaklarla açılan kapılardan geçtikçe, tavanından sular
damlayan ve içinde bir elektrik kordonuyla ona bağlı çıplak ampullerin bir çamaşır ipi gibi
dolandığı odalarda yüzlerce manken gördüler.
Otuz yıllık genel kurmay başkanlığı sırasında milletinin hep düşmanlarla işbirliği etmesinden
korktuğu için, ülkenin bütün köprülerini havaya uçurmayı, Ruslara işaret olmasın diye
minarelerini yıkmayı ve düşmanın eline geçerse yolunu kaybedeceği bir labirente dönüşsün
diye İstanbul'u boşaltıp bir hayalet şehir ilan etmeyi düşünen Mareşal Fevzi Çakmak'in,
birbirleriyle evlene evlene, ana, baba, kız, dede, amca hepsi birbirlerinin tıpatıp aynısı olan
Konyalı köylülerin, kapı kapı dolaşarak, farkında olmadan, bizi
biz yapan bütün o eski eşyaları toplayan eskicilerin mankenlerini gördüler. Ne kendileri, ne
başka biri olabildikleri için oynadıkları filmlerde kendileri olamayan film kahramanlarını ya da
düpedüz kendilerini en iyi canlandırabilen ünlü Türk artistlerinin ve oyuncularının ve Batı'nm
bilim ve sanatını Doğu'ya taşımak için bütün ömürlerini çeviri ve 'adaptasyona' veren acıklı
şaşkınların ve İstanbul'un kargacık burgacık sokaklarından, Berlin'deki ıhlamurlu, Paris'deki
gibi yıldız biçiminde ve köprülü bulvarlar açabilmek için, bütün ömrünce haritalar üzerinde elde
büyüteç çalışan ve bütün ömrünce akşamları emekli Paşalarımızın Batılılar gibi tasmalarla
gezdireceği köpeklerini sıçtırabilecekleri modern kaldırımlar düşledikten sonra, hayâllerinin
hiçbirini gerçekleştiremeden ölüp mezarı kaybolan hayalperestlerin ve işkencede yeni
uluslararası değerlere değil, milli ve geleneksel yöntemlere bağlı kalmak istedikleri için erken
emekli edilen istihbarat görevlilerinin ve omuzlarında sırık, mahalle aralarında boza, palamut
balığı, ve yoğurt satan seyyar satıcıların mankenlerini gördüler. Rehberin, "Dedemin başladığı,
babamın geliştirdiği ve benim de devraldığım bir dizi," diyerek tanıttığı "Kahve Manzaraları"
arasında, başları omuzlarının arasında kaybolan işsizleri, dama ya da tavla oynarken
yaşadıkları yüzyılı ve kendi kimliklerini mutlulukla unutabilen talihlileri, ellerinde çay
bardaklarını tutarken ve ucuz sigaraları içerken kaybettikleri varoluş nedenini hatırlamaya
çalışır gibi sonsuzdaki bir noktaya bakan, kendi iç düşüncelerine çekilen ya da oraya da çekile-
medikleri için oyun kâğıtlarını, zarları ya da birbirlerini hırpalayan vatandaşları gördüler.
"Dedem ölüm döşeğindeyken karşısmdaki uluslararası güçlerin ne kadar büyük olduğunu
sezmişti artık," diye anlatıyordu rehber. "Milletimizin kendisi olabilmesini istemeyen tarihi
güçler, bizi en kıymetli hazinemiz olan günlük hayatımızın hareketlerinden, jestlerimizden
mahrum bırakmak istedikleri için, dedemi Beyoğlu'ndan, dükkânlardan, İstiklâl Caddesinden,
vitrinlerden kovdular. Babam, ölüm döşeğindeki dedemle birlikte gelecek olarak bir tek
yeraltının evet yeraltınm, kendisine bırakıldığını anladığında, İstanbul'un bütün tarihi boyunca,
her zaman bir yeraltı şehri olduğunu daha bilmiyordu. Bunu önce hayattan, sonra da
mankenlerini yerleştirecek yeni odalar açtıkça çamurun içinde, karşılaştığı
dehlizlerden öğrendi."
Yeraltındaki bu dehlizlere ulaşan merdivenleri inerlerken, artık oda bile denemeyecek çamurlu
mağaralardan, sahanlıklardan geçerlerken, yüzlerce umutsuzun mankenini gördüler. Çıplak
ampullerin ışığı altındaki mankenler, kimi zaman Galip'e, unutulmuş bir otobüs durağında
hiçbir zaman gelmeyecek bir otobüsü beklerken üzerleri yüzyılların toz ve çamuruyla kaplanan
sabırlı vatan-' daşlan, kimi zaman, İstanbul sokaklarında yürürken duyduğu bir yanılsamayı,
bütün mutsuzların birbirleriyle kardeş olduğu duygusunu hatırlatıyordu. Ellerinde torbaları,
tombalacıları gördü. Alaycı ve asabi üniversite öğrencilerini gördü. Fıstıkçı dükkânlarının
çıraklarını, kuş severleri ve define arayanları gördü. Batı bilim ve sanatının Doğu'dan
yürütüldüğünü kanıtlamak için Dante okuyanları ve minare denen şeylerin bir başka dünyaya
verilmiş işaret olduğunu kanıtlamak için harita çizenlerin ve yüksek gerilim hattına çarparak,
hep birlikte mavi elektrikli bir şaşkınlığa kapılıp, iki yüzyıl öncesinin günlük olaylarını
hatırlamaya başlayan imam hatip liseli öğrencilerin mankenlerini gördü. Çamurla kaplı
odalarda sıralanan mankenlerin sahtekârlar, kendileri olamayanlar, günahkârlar, başkalarının
yerine geçenler gibi takımlara ayrıldığını gördü. Mutsuz evlileri, huzursuz ölüleri, mezarından
çıkan şehitleri gördü. Yüzlerine, alınlarına harfler yazılmış esrarengiz kişileri, bu harflerin
sırlarını ortaya atmış bilgeleri ve bu bilgelerin halifeliğini yapan günümüz ünlülerini bile gördü.
Bir köşede, çağımızın ünlü Türk yazar-çizer, sanatçıları arasında, Celâl'i üzerinde yirmi yıl önce
giydiği yağmurlukla gösteren bir manken de vardı. Rehber, bir zamanlar babasının çok
umutlar-beslediği bu yazarın ondan aldığı harflerin esrarını kötü amaçlarla kullandığını, kendini
ucuz zaferler için sattığını söyledi geçerken. Yirmi yıl önce, Celâl'in rehberin babası ve dedesi
üzerine yazdığı bir yazı çerçevelettirilmiş ve idam hükmü gibi mankeninin boynuna asılmıştı.
Bir çok dükkâncının yaptığı gibi, belediyeden izin alınmadığı için kaçak kazılan çamurlu odaların
duvarlarından sızan nemi ve geniz yakan küf kokusunu ciğerlerinde hissederken Galip,
rehberin babasının karşılaştığı sayısız ihanetlerden sonra, nasıl bütün umutlarını Anadolu
yolculuklarında topladığı harflerin esrarına verdiğini ve nasıl bu esrarı mankenlerinin,
mutsuzlarının
L
yüzlerine kazırken, aynı günlerde, İstanbul'u İstanbul yapan yeraltı dehlizlerinin bir bir
kendisine açıldığını anlatıyordu. Galip, Celâl'in şişman, kocaman gövdeli, yumuşak bakışlı,
küçük elli mankeninin karşısında uzunca bir süre hiç kıpırdamadan kaldı. "Senin yüzünden
kendim olamadım hiç!" demek geldi içinden, "senin yüzünden beni sen yapan bütün o
hikâyelere inandım." Celâl'in mankenini, babasının iyi çekilmiş bir fotoğrafını yıllar sonra ilgiyle
inceleyen oğul gibi, dikkâtle uzun uzun seyretti. Üzerindeki pantolon kumaşının uzak bir
akrabanın Sirkeci'deki dükkânından indirimle alındığını, yağmurluğu kendisini İngiliz polisiye
romanlarının kahramanlarına benzettiği için Celâl'in çok sevdiğini, ceket ceplerinin
kenarlarındaki söküklerin ellerini bastırarak sık sık ceplerin içine soktuğu için açıldığını, alt
dudağın ve adem elmasının üzerindeki jilet kesiklerini son yıllarda göremediğini, ceketinin
cebindeki dolma kalemi Celâl'in bugün hâlâ kullandığım hatırladı. Onu seviyordu ve ondan
korkuyordu: Celâl'in yerinde olmak istiyordu ve Celâl'den kaçıyordu: Onu arıyordu ve unutmak
istiyordu. Sanki hayatının deşifre edemediği anlamını, Celâl'in bildiği, ama kendisinde gizlediği
bir sırrı, dünyanın içindeki ikinci âlemin esrarını, şakayla başlayarak bir kâbusa dönüşmüş bir
oyunun çıkış kapısını ondan öğrenebilmek için, Celâl'in ceketini, yakasına yapışır gibi tuttu.
Uzaktan, rehberin artık alşıkanlık kadar heyecan da taşıyan sesi duyuluyordu.
"Babam, harfler aracılığıyla yüzlerine, artık sokaklarımızda, evlerimizde, toplumumuzun hiçbir
yerinde görülemeyecek anlamlar yerleştirdiği mankenlerini öyle bir hızla yaratıyordu ki, onlar
için yeraltında açtığımız odalarda yeterince yer bulamıyorduk. Bu yüzden, bizi tarihin yeraltına
bağlayan dehlizleri tam aynı sıralarda bulmamız bir rastlantıyla açıklanamaz. Artık tarihimizin
yeraltında hüküm süreceğini, yeraltındaki hayatın yer üstündeki çöküntünün sonuna bir işaret
olduğunu, uçları birer birer evimize açılan dehlizlerin, iskeletlerle kaynaşan yeraltı yollarının,
ancak bizim yarattığımız gerçek vatandaş yüzleriyle hayat ve anlam bulacak tarihi fırsatlar
olduğunu babam çok iyi görüyordu."
Galip yakasını bırakınca, Celâl'in mankeni, kurşun bir asker gibi ayaklarının üstünde sağa sola
ağır ağır sallandı. Galip bu tuhaf, dehşet verici ve gülünç görüntüyü bir daha hiç unutmayacağını
düşünerek bir iki adım geriledi, bir sigara yaktı. Öteki ziyaretçilerle birlikte "birgün iskeletler
kadar mankenlerle de kıpır kıpır kaynaşacak" yeraltı şehrinin ağzına inmek gelmiyordu hiç
içinden. Böylece, rehber, 'misafirlerine', Halic'in öte yakasında, bundan bin üç yüz altı yıl önce,
Attilâ'nın saldırısından korkan Bizans-lılarca açılıp, bir ucu ta bu yakaya ulaşmış dehlizin ağzını
gösterirken ve bu ağızdan elde bir lamba içeri girerseniz, göreceğiniz iskeletlerin ve bu
iskeletlerin bekçilik ettiği ve bundan altı yüz yetmiş beş yıl önce, Latin istilacılarından
saklanmış hazinelerin ve örümcek ağlarından gözükmeyen masalarla sandalyelerin hikâyesini
öfkeyle anlatırken rehber, Galip bu görüntülerin ve hikâyelerin işaret ettiği bir bilmeceyi çok
eskiden Celâl'in yazılarının birinde okuduğunu düşünüyordu. Rehber, babasının, yeraltı
dünyasına inişi, mutlak bir çöküşün zorunlu bir alameti olarak gördüğünü anlatırken, Bizantion
da, Buzos da, Nova Roma da, Romani de, Tsarg-rad da, Miklagard da, Kostantinopolis de,
Cospoli de, İstin-Polin de yeraltına doğru kaçınılmaz bir zorunluluk sonucu kazılan her
dehlizden, her derin tünelden sonra yer üstünde inanılmaz alt üst oluşların gerçekleştiğini,
yeraltı uygarlığının kendisini oraya iten yeryüzünden intikamını her seferinde aldığını öfkeyle
anlatırken rehber, Galip, bir yazısında Celâl'in, apartman katlarından yeraltı uygarlıklarının bir
uzantısı gibi sözettiğini hatırlıyordu. Rehber, hikâyesinin öfkesiyle, yeraltınm alameti olduğu o
muazzam yıkıma, karşı konulamayacak o kıyamete katılmak için, babasının bütün dehlizleri,
sıçanlar, iskeletler ve örümceklerle kaplı hazinelerle kaynaşan bütün yeraltı yollarını
mankenleriyle doldurmak istediğini anlatırken, bu muazzam yıkım şöleninin hayalleriyle
babasının hayatına yeni bir anlam verdiğini anlatırken ve kendisinin de, yüzlerini harflerin
esrarıyla doldurduğu eserleriyle bu yolda ilerlediğini heyecanla anlatırken rehber, Galip
rehberin her sabah herkesten önce bir Milliyet alıp, Celâl'in yazısını hırsla, kıskançlıkla, nefretle
ve aynı öfkeyle okuduğuna inanmak üzereydi. Rehber, Abbasi kuşatmasından korkuya kapılıp
yeraltına inen Bizanslılarla, Haçlı istilasından kaçan Yahudilerin birbirlerine sarılarak ölümsüzle-
Şen iskeletlerini seyretmeye tahammülü olanların, tavanlarından altın gerdanlıklarla bileziklerin
sarktığı bu inananılmaz dehlize girebileceklerini söylerken, Galip, rehberin Celâl'in en son
yazıları-
L
nı dikkâtle okuduğunu anlamıştı. Rehber, Bizanslılar, bundan yedi yüz yıl önce şehirdeki altı
bini aşkın İtalyanı katlederken kaçan Cenevizlilerin, Amalfililerin, Pisalıların iskeletleriyle, bir
Azak gemisiyle şehre giren vebadan kurtulanların altı yüz yıllık iskeletlerinin, ta Avarların
muhasarası sırasında yeraltına indirilmiş masalarda, birbirlerine yaslanarak, oturup kıyamet
saatini sabırla beklediklerini anlatırken, Galip, Celâl'deki sabrın kendisinde de olduğunu
düşünüyordu. Rehber, Bizans'ı yağmalayan Osmanlılardan kaçmak için, Ayasofya'dan Aya
İrini'ye uzanan, oradan Pantokra-tor'a açılan ve daha sonra içine sığışılamadığı için, bir ucu ta
bu yakaya varan dehlizlere, iki yüz yıl sonra IV. Murat'ın kahve ve tütün ve afyon yasağından
kaçmak için kendilerini atanların, üzerlerine kar gibi inmiş ipeksi bir toz tabakası içinde,
ellerinde kahve değirmenleri, cezveleri, nargileleri, çubukları, tütün ve afyon keseleri ve
fincanlarıyla, bir gün kendilerine kurtuluş yolunu gösterecek mankenleri beklediklerini
anlatırken, Galip, aynı ipeksi toz tabakasının bir gün Celâl'in iskeletini de örteceğini
düşünüyordu. Rehber, Bizans'dan kovulan Yahudilerin sığındığı dehlizlere, yedi yüz yıl sonra,
saray kumpasında başarısızlığa uğradıktan sonra, yeraltına inmek zorunda kalan III. Ahmet'in
şehzadesinin ve ondan yüz yıl sonra, sevgilisiyle haremden kaçan Gürcü kızının iskeletlerinden
başka, bugün sahte para basan matbaacıları ellerinde ıslak banknotlar, renk kontrolü yaparken
ya da bodrum katındaki küçük tiyatroda soyunma odası olmadığı için, bir kat aşağı inen
Müslüman Lady Macbeth'i aynalı masasında, kaçak kasaplardan aldığı bir fıçı dolusu manda
kanıyla ellerini, dünyada hiçbir sahnede görülmemiş özgün bir kırmızıya boyarken ya da
ihracat heyecanına kapılmış genç kimyagerlerimizi paslı Bulgar gemileriyle Amerika'ya sevk
edecekleri nefis eroini damıttıkları camdan fanusların başında görebileceğimizi söylerken
rehber, Galip bütün bunları Celâl'in yazıları kadar yüzünden de okuyabileceğini düşünüyordu.
Çok sonra, rehber 'misafirlerine' bütün dehlizleri ve bütün mankenleri gösterdikten ve
babasının ve kendisinin en büyük düşü olduğunu söylediği şeyi, sıcak bir yaz günü, yukarıda
bütün İstanbul ağır bir öğle sıcağının içinde sinekler, çöpler ve toz bulutları içersinde
uyuklarken, aşağıda, yeraltınm soğuk, nemli ve karanlık dehlizlerinde sabırlı iskeletlerle, bizim
insanlarımızın hayatiye-
tiyle kıpır kıpır yaşayan mankenlerin, hepbirlikte bir şölen, büyük bir eğlence, yaşamı ve ölümü
kutsayan ve zamanın ve tarihin ve yasaların ve yasakların ötesine geçen bir şenlik
düzenleyeceklerini anlattıktan ve bu şenlikte mutlulukla dans eden iskeletlerle mankenlerin
kırılan şarap kaseleriyle fincanların, müziğin ve sessizliğin ve çiftleşme takırtılarının dehşetini
ve coşkusunu, misafirler korkuyla düşledikten ve rehberin hikâyelerini bile anlatma gereğini
duymadığı yüzlerce 'vatandaş' mankeninin yüzündeki acıyı gördükten sonra, dönüş yolunda,
Galip dinlediği bütün hikâyelerin, gördüğü bütün yüzlerin ağırlığını üzerinde hissediyordu.
Bacakla-rındaki halsizlik, ne çıktıkları yokuşun dikliğindendi, ne de uzun günün
yorgunluğundan. Önünden hiç durmadan geçtikleri nemli odalarda çıplak ampullerin
aydınlattığı kaygan basamaklarda karşısına çıkan kardeşlerinin yüzlerindeki yorgunluğu kendi
gövdesinde hissediyordu. Bükük boyunlar, eğrilmiş beller, kamburlaşmış sırtlar, çarpılmış
bacaklar bütün o vatandaş dertleri ve hikâyeleri kendi gövdesinin uzantılarıydı. Bütün yüzlerin
kendi yüzü, bütün umutsuzlukların kendi umutsuzluğu olduğunu hissettiği için, kendisine kıpır
kıpır yaklaşan o mankenlere hiç bakmamak, onlarla göz göze gelmemek istiyordu, ama kendi
ikizinden uzaklaşamayan biri gibi, gözlerini alamıyordu da onlardan. Bir ara Galip, tıpkı ilk
gençliğinde Celâl'in yazılarını okurken yaptığı gibi, gördüğü dünyanın arkasında, çözerse
etkisinden sıyrılabileceği basit bir sır olduğuna kendini inandırmak istedi; reçetesi bulunursa
inşam özgür-leştirecek bir esrar; ama tıpkı Celâl'in yazılarını okurken hissettiği gibi, bu
dünyanın içine o kadar fazla gömülmüş buldu ki kendini, esrarı çözmek için kendini her
zorlayışında, hafızasını kaybetmiş biri gibi, çaresizleşip çocuklaştığını hissetti: Mankenlerin
işaret ettiği dünyanın ne anlama geldiğini bilmiyordu, burada bu yabancı insanlarla ne işi
olduğunu bilmiyordu, harflerin ve suratların anlamını ve kendi varoluşunun sırrını da
bilmiyordu. Üstelik, yeryüzüne yaklaştıkça, yukarılara çıktıkça, derindeki sırlardan daha da
uzaklaştığı için, burada görüp öğrendiklerini de unutmaya başladığını seziyordu. Yukarı
odalarm birinde, rehberin üzerinde durmadığı bir dizi 'sıradan vatandaş' mankeni görünce,
onlarla aynı yazgıyı paylaştığım, aynı şeyleri düşündüğünü hissetti: Bir zamanlar, hepbirlikte,
anlamlı bir hayat yaşamışlardı, ama bilinmeyen bir ne-
denden, bu anlamı, tipti hafızaları gibi kaybetmişlerdi şimdi. Bu anlamı yeniden bulmaya her
kalkışlarında, hafızaların örümcekli dehlizlerine her girişlerinde kayboldukları için, akıllarının
kör karanlık sokaklarında dönüş yolunu bulamadıkları için, hafızalarının dipsiz kuyusuna
düşmüş yeni hayatın anahtarını hiçbir zaman bulamadıkları için evlerini, yurtlarını,
geçmişlerini, tarihlerini kaybedenlerin o çaresiz acılarına kapılıyorlardı. Bu evden uzakta kalma,
yolunu kaybetme acısı öyle şiddetli, öyle dayanılmazdı ki, artık kayıp anlamı, ya da esrarı,
hatırlamaya bile kalkmadan yalnızca sabretmek, sessizce, sonsuzluk zamanının dolmasını
tevekkülle beklemek en iyisiydi. Ama Galip, yeryüzüne yaklaştıkça, bu boğucu bekleyişe
katlanamayacağını, aradığını bulamadan huzur bulamayacağını da seziyordu. Geçmişini,
belleğini hayâllerini kaybetmiş biri olmaktansa, bir başkasının kötü bir taklidi olmak daha iyi
değil miydi? Demir merdivenlerin eşiğine geldiğinde, kendini Celâl'in yerine koyarak bütün
mankenleri, onları yaratan düşünceyi küçümsemek istedi: Saçma bir düşüncenin saplantıyla
tekrarından ibaretti her şey; kötü bir karikatürdü; soğuk bir şakaydı; hiçbir bütünlüğü olmayan
sefil bir budalalıktı! İşte, kendi kendisinin karikatürü olan rehber sanki bu düşünceyi
kanıtlamak için, babasının 'İs-lâmda resim yasağı' denen şeye inanmadığını, 'düşünce' denen
şeyin kendisinin zaten suretten başka bir şey olmadığını, burada da bir suretler dizisi
gördüklerini anlatıyordu. İşte, ilk girdikleri odaya vardıklarında, rehber bu 'muazzam
tasavvurun'ayakta kalabilmesi için manken piyasasına da iş yapmaları gerektiğini açıklıyor,
misafirlerinden yeşil yardım sandığına gönüllerinden kopan bir şeyi atmalarını rica ediyordu.
Galip, yeşil sandığa bin lira attıktan sonra, antikacı kadınla göz göze geldi.
"Beni tanıdınız mı?" dedi kadın. Yüzünde rüyalardan çıkma bakış ve çocuksu ve oyuncu bir
ifade vardı. "Anneannemin hikâyelerinin hepsi doğruymuş." Gözleri yarı karanlıkta kedi gözü
gibi parlıyordu.
"Efendim?" dedi Galip utançla.
"Hatırlayamadın," dedi kadın. "Orta okuldayken aynı sınıftaydık. Belkıs."
"Belkıs," dedi Galip, bir an bütün sınıfta Rüya'dan başka hiç-
bir kızı gözünün önüne getiremediğini farkederek.
"Arabam var," dedi kadın. "Ben de Nişantaşı'nda oturuyorum. Seni bırakabilirim."
Temiz havaya çıkan kalabalık ağır ağır dağıldı. İngiliz gazeteciler Pera Palas'a gittiler, fötr
şapkalı adam kartvizitini Galip'e verdi, CelâPe selam söyledi ve Cihangir'in arka sokaklarına
daldı. İskender bir taksiye bindi, fırça bıyıklı mimar da Belkıs ve Ga-lip'le yürüyordu. Atlas
Sinemasını geçtiklerinde, bir ara, sokağın girişindeki satıcıdan tabakta pilav alıp yediler.
Taksim'e doğru bir saatçinin buz tutmuş vitrininde gözüken saatlere, sihirli oyuncaklara bakar
gibi baktılar. Galip gecenin bulanık laciverdiyle aynı renkteki yırtık bir film afişine ve çoktan
öldürülmüş eski bir başbakanın bir fotoğrafçı dükkânının vitrinindeki resmine bakarken, mimar
onları Süleymaniye Camiine götürmeyi önerdi: "Manken Cehennemi" dediği yerdekinden daha
da ilginç bir şey gösterecekti onlara; dört yüz yıllık cami ağır ağır yerinden oynuyormuş!
Belkıs'in, Talimhane'de bir arka sokakta bıraktığı arabasına binip, sessizce yola koyuldular. İki
katlı, karanlık korkunç evlerin arasından geçerlerken "korkunç, korkunç!" demek geldi Galip'in
içinden. Hafif hafif kar yağıyor, bütün şehir uyuyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra, camiye geldiklerinde mimar hikâyesini anlatmıştı: Restorasyon ve
tamiratında çalıştığı için caminin yeraltı dehlizlerini biliyor, birkaç kuruş karşılığında bütün
kapıları açmaya hazır imamı tanıyordu. Arabanın motoru susunca Galip dışarı çıkmayacağını,
onları bekleyeceğini söyledi.
"Arabada donarsın!" dedi Belkıs.
Galip, kadının kendisiyle sizli bizli konuşmadığına dikkât etti önce, sonra güzelliğine rağmen
üzerindeki ağır paltosu ve o anda başına sardığı başörtüsüyle, uzak bir teyzeye benzediğine.
Bayram ziyaretlerine gittikleri o uzak teyzenin çıkardığı badem ezmeleri o kadar şekerli olurdu
ki, ısrarla tutulan bir ikincisini yemeden önce su içmesi gerekirdi Galip'in. Rüya niye gelmezdi
bu bayram ziyaretlerine?
"Gelmek istemiyorum!" dedi Galip kararlı bir sesle.
"Niye ama?" dedi kadın. "Sonra minareye de çıkarız." Mimara döndü. "Minareye çıkabilir
miyiz?"
Bir an bir sessizlik oldu. Çok da uzak olmayan bir yerde bir
köpek havladı, Galip kar altındaki şehrin uğultusunu duydu. "Benim kalbim merdivenlere
dayanmaz," dedi mimar, "Siz çıkarsınız"
Minareye çıkma düşüncesi hoşuna gittiği için Galip arabadan indi. Çıplak ampullerin karla kaplı
ağaçlan aydınlattığı birinci avluyu geçip caminin iç avlusuna girdiler. Taş kütlesi burada birden,
olduğundan küçük gözükünce, cami, sırlarını gizleyemeyen tanıdık bir yapıya dönüştü. Mermeri
kaplayan buzlaşmış kar tabakası, yabancı saat reklâmlanndaki ay yüzeyi gibi karanlık ve çukur
çukurdu.
Revakın bir köşe yaptığı yerde mimar, madeni bir kapıya takılı asma kilidi işgüzarlıkla
kurcalamaya başladı. Bir yandan da, üzerinde kurulduğu tepe ve kendi ağırlığıyla birlikte
caminin yüzyıllardır, her yıl beş on santim Halic'e kaydığını, aslında, şimdiye kadar çok daha
hızla su kıyısına inmesi gerektiğini, ama temeller arasında dolaşan ve sırrı hâlâ anlaşılamayan
"bu taş duvarların", bugün hâlâ tekniğini aşamadığımız "bu lağım tertibatının", bu kadar ince
düşünülüp dengelenmiş "su terazisinin" bundan dört yüz yıl önce hesaplanmış "dehlizler
manzumesinin" caminin hareketini yavaşlattığını anlatıyordu. Kilitle birlikte kapı karanlık bir
dehlize açıldığında Galip kadının parlayan gözlerinde hayata bağlı bir merak gördü. Öyle
olağanüstü bir güzelliği yoktu belki Belkıs'm, ama insan onun ne yapacağını merak ediyordu.
"Batılılar bu sırrı çözemediler!" dedi mimar bir sarhoş gibi ve bir sarhoş gibi dehlize girdi. Galip
dışarıda kaldı.
Kenarları buz tutmuş sütunların gölgeleri içinden imam çıka-geldiğinde Qalip dehlizden gelen
sesleri dinliyordu. İmam sabahın bu saatinde uyandırılmaktan şikâyetçi görünmüyordu hiç.
Dehlizden gelen seslere o da kulak verdikten sonra, sordu: "Kadın turist midir?" "Hayır," dedi
Galip, sakalın imamı olduğundan yaşlı gös-¦ terdiğini farkederek. "Sen de hoca mısın?" dedi
imam. "Hocayım." "Fikret Bey gibi profesörsün!" "Evet." "Caminin yerinden oynadığı doğru
mu?" "Doğru, Onun için geldik." "Allah sizden razı olsun!" dedi imam. Kuşkulu bir hali vardı.
"Kadının yanında çocuğu var mıydı?" "Yok," dedi Galip. "İçerde, derinde saklanan bir çocuk
var." "Yüzyıllardır kayıyormuş cami," dedi Galip güvensizlikle. "Onu biliyorum," dedi imam,
"oraya girmek de yasaktır, ama bir turist karı çocuğuyla girdi içeri, gördüm. Sonra tek başına
çıktı. Çocuk içeride kaldı." "Polise söyleseydin," dedi Galip. "Gerek yok," dedi imam, "çünkü
sonra çocuğun da, karının da resmi gazetelerde çıktı: Habeş kralının torunuymuş çocuk. Onu
oradan çıkarsınlar artık." "Çocuğun suratında ne vardı?" dedi Galip. "Bak, görüyor musun,"
dedi imam kuşkuyla, "sen de biliyorsun.« Çocuğun gözünün içine bakamıyordun." "Ne
yazıyordu suratında?" diye sordu Galip ısrarla. "Suratında çok şey yazıyordu," dedi imam
kendine olan güvenini yitirerek. "Sen surat okumayı bilir misin?" dedi Galip. İmam sustu.
"Kaybettiği bir yüzü yeniden bulabilmek için insanın yüzün anlamı peşinden koşması yeterli
midir?" dedi Galip. "Artık orasını sen daha iyi bilirsin," dedi imam kaygıyla. "Cami açık mı?"
dedi Galip. "Kapısını yeni açtım," dedi imam. "Birazdan sabah namazı için gelirler. Git."
Caminin içi boştu. Neon lambaları, bir denizin yüzeyi gibi uzanan mor halılardan çok, çıplak
duvarları aydınlatıyordu. Ga-lip'in çoraplı ayaklan buz kesti. Kubbeye, sütunlara, başının
üstündeki muazzam taş kütlesine etkilenmek isteyerek baktı; ama içinde kendi etkilenme
isteğinden başka bir şey uyanmadı: Bir bekleyiş duygusu, belli belirsiz bir ne olacak merakı...
Tıpkı örüldüğü taşlar gibi, caminin kendi varlığı kendine yeten, kapalı, koskocaman bir nesne
olduğunu hissetti. Mekân ne bir yere çağırıyordu insanı, ne de başka bir yere gönderiyordu.
Hiçbir şey, hiçbir şeyin işareti olmadığı gibi, her şey her şeyin işareti de olabilirdi. Bir an mavi
bir ışık görür gibi oldu, sonra güvercin kanadına benzeyen bir şeyin acele vuruşlarını duydu,
ama hemen sonra her şey yeni bir anlam bekleyen o eski sessiz durgunluğuna döndü. O
zaman eşyanın, taşların olması gerekenden 'çıplak' olduğunu düşündü: Eşyalar kendisini "bize
bir anlam ver!" diyerek çağırıyorlardı sanki. Az sonra, fısıldaşarak yürüyen iki ihtiyar ağır ağır
yaklaşıp mihrabın hemen önüne çökünce Galip nesnelerin çağrısını da duymaz oldu.
Belki de bu yüzden, minareye çıkarken Galip'in içinde, başına yeni bir şey geleceğine ilişkin bir
beklenti yoktu hiç. Mimar, Belkıs Hanım'ın beklemeden yukarı çıktığını söyleyince, Galip hızla
merdivenleri çıkmaya başlamıştı, ama çok geçmeden, yüreğinin vuruşlarını şakaklarında
hissedince durakladı. Bacakları ve kalçalarında bir ağrı başlayınca oturdu. Basamakları
aydınlatan çıplak
ampullerden her birini geçince oturuyor, sonra gene çıkıyordu. Yukarlarda bir yerde, kadının
ayak seslerini duyunca hızlandı, ama çok sonra, ancak şerefeye çıktığı vakit yetişebildi ona.
Kadınla birlikte, sessizce, hiçbir şey konuşmadan uzun uzun karanlık içindeki İstanbul'u, şehrin
belli belirsiz ışıklarını, atıştıran karı seyrettiler.
Galip karanlığın yavaş yavaş aralandığını farkettiğinde, şehrin kendisi, uzak bir yıldızın ışık
almayan yüzü gibi daha uzun bir süre gecenin içinde kalacakmış gibi görünüyordu. Daha
sonra, soğuktan titrerken, baca dumanlarına, cami duvarlarına, beton yığınlarına vuran ışığın
şehrin dışından değil, içinden sızdığını düşündü. Tıpkı, daha oluşumunu tamamlamakta olan bir
gezegenin yü-. zeyi gibi, üzeri beton, taş, kiremit, ahşap ve pleksiglas ve kubbeyle kaplı inişli
çıkışlı şehir parçacıkları, sanki ağır ağır aralanacaklar ve karanlığın içinden esrarlı yeraltının
alev rengi aydınlığı sıza-caktı, ama bu belirsizlik saati de çok sürmedi. Tek tek duvarlar,
bacalar, damlar arasından sigara ve banka reklâmlarının iri harfleri gözükmeye başlayınca
hemen yanı başlarındaki hoparlörden sabah ezanını okuyan imamın madeni sesini duydular.
Merdivenleri inerken Belkıs, Rüya'yı sordu. Galip karısının evde kendisini beklediğini söyledi;
ona bugün üç tane polisiye roman almıştı; Rüya geceleri polisiye roman okumayı severdi.
Belkıs yeniden Rüya'yı sorduğunda kadının kişiliksiz Murat'ı-, na binmişler, fırça bıyıklı mimarı
her zaman geniş, her zaman tenha Cihangir Caddesine bırakmışlar, Taksim'e çıkıyorlardı. Galip
Rüya'mn bir işte çalışmadığını, polisiye romanlar okuduğunu, arada bir okuduğu romanlardan
birini de ağır ağır çevirdiğini söyledi. Taksim Meydanında dönerken kadın, Galip'e Rüya'mn bu
çevirileri nasıl yaptığını sordu. Galip "yavaş yavaş" yaptığını söyledi: Galip sabahlan
yazıhanesine gidiyor, Rüya da kahvaltı ettikleri masayı toplayıp oraya yerleşiyordu, ama
Rüya'yı o masada çalışırken bir kere görmediği gibi hayâl de edemiyordu. Başka bir soru
üzerine Galip, bir uykudagezerin dalgınlığıyla, bazı sabahlar, Rüya yatağından kalkmadan önce
evden çıktığını söyledi. Haftada bir kere ortak teyzelerine, halalarına akşam yemeğine
gittiklerini söyledi, bazan, akşamları Konak Sinemasına gittiklerini söyledi.
"Biliyorum," dedi Belkıs. "Sizi sinemada görürdüm. Sen haya-
tından memnun, lobideki resimlere bakarken, kolundan şefkatle tuttuğun karını balkona çıkan
kapıya kalabalıkla birlikte götürürken o, duvarlardaki afişlerde ve kalabalığın içinde kendisine
başka bir dünyanın kapılarını açacak bir yüzü arardı. Senden çok uzakta bir yerde, yüzlerin
gizli anlamını okuduğunu anlardım."
Galip sustu.
"Beş dakikalık arada, sen hayatından memnun iyi uslu bir koca gibi karını sevindirecek
hindistan cevizli çikolatayı ya da buzlu pengueni almak için tahta kutusunun altına parayla
vuran satıcıya el ederken ve ceplerinde bozuk para ararken, ben, sinemanın soluk ışıkları
altında perdedeki halı süpürgesi ya da portakal sıkacağı reklâmına mutsuzlukla bakan karının o
reklâmlarda bile kendisini başka bir ülkeye götürecek sihirli bir bildirinin izlerini aradığını
sezerdim."
Galip susuyordu.
"Geceyarısına doğru insanlar, birbirlerinden çok, birbirlerinin pardesü ve paltolarına yaslanarak
Konak Sinemasından çıkarlarken, ben, sizin de kolkola girip önünüze baka baka evinize
yürüdüğünüzü görürdüm."
"En sonunda," dedi Galip, belli belirsiz bir öfkeyle, "bir kere sinemada görmüşsün bizi."
"Bir değil, on iki kere sinemada, altmış kereden fazla sokakta, üç kere lokantada, altı kere
dükkânlarda gördüm sizi. Eve döndüğümde, tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi, yanındaki kızın
Rüya değil, ben olduğumu düşünürdüm."
Bir sessizlik oldu.
"Ortaokuldayken," diye devam etti kadın, az önce sözünü ettiği Konak Sinemasının önünden
arabasını sürerken, "teneffüslerde, saçlarını ıslatarak arka ceplerinden çıkardıkları tarakla
tarayan ve anahtarlıklarını pantolonlarmdaki kemer halkalarına asan oğlanların hikâyelerine o
gülerken, ben, senin sıranın üzerindeki kitaptan başını kaldırmadan, gözucuyla seyrettiğinin
Rüya değil ben olduğumu düşünürdüm. Kış sabahları, yanında sen olduğun için yolun açık olup
olmadığına bakmadan karşıdan karşıya geçerken gördüğüm o neşeli kızın Rüya değil, kendim
olduğunu düşünürdüm. Bazı Cumartesi öğleden sonraları, yanınızda sizleri gülümseten bir
amca, Taksim dolmuşlarına doğru yürüdüğünüzü
gördüğümde, seninle birlikte Beyoğlu'na benim de götürüldüğümü hayal ederdim ben."
"Ne kadar sürdü bu oyun?" dedi Galip, arabanın radyosunu açarken.
"Oyun değildi," dedi kadın, sokağın önünden hiç yavaşlamadan geçerken ekledi. "Sizin sokağa
sapmıyorum."
"Müziği hatırladım," dedi Galip, kendi evinin sokağına uzak bir kentin kartpostalına bakar gibi
bakarken. "Bunu Trini Lopez söylerdi."
Sokakta ve apartmanda Rüya'nın eve döndüğüne ilişkin hiçbir belirti yoktu. Galip elleriyle bir
şey yapmak isteyince radyonun istasyon düğmesini çevirdi. Terbiyeli ve şefkatli bir erkek sesi
ahır-larımızdaki tarla farelerinden korunmak için alınacak önlemlerden sözediyordu. "Hiç
evlenmedin mi?" diye sordu Galip, araba Nişantaşı'nın arka sokaklarına girerken.
"Dulum," dedi Belkıs. "Kocam öldü."
"Seni okuldan hiç hatırlamıyorum," dedi Galip, nedensiz bir acımasızlıkla. "Sana benzeyen
başka bir yüz geliyor aklıma. Çok sevimli, utangaç bir Yahudi kızıydı, Meri Tavaşi; babası Vog
çoraplarının sahibiydi, yılbaşlarında bazı oğlanlar hattâ hocalar, ondan, üzerinde çorap giyen
kızların göründüğü Vog takvimlerinden isterler, o da utana sıkıla getirirdi."
"Nihat'la evliliğimizin ilk yıllarında mutluyduk," diye anlattı kadın bir sessizlikten sonra.
"İnceydi, sessizdi, çok da sigara içerdi. Pazarları gazeteleri karıştırır, radyodan futbol maçını
dinler, o sıralarda eline geçirdiği bir flütü çalmaya çalışırdı. Çok az içerdi, ama çoğu zaman en
acıklı sarhoşlardan hüzünlüydü yüzü. Bir ara utana sıkıla başındaki ağrılarından sözetti. Meğer
yıllardır beyninin bir köşesinde kocaman bir uru sabırla büyütüyormuş. İnatçı ve sessiz
çocuklar vardır hani, avuçlarını sıkıp içine bir şey saklarlar da, ne kadar uğraşsan açıp
vermezler: Onlar gibi beynindeki uru inatla korudu, en sonunda avucunu açıp içindeki boncuğu
size verirken nasıl bir an gülümser o veletler, beyin ameliyatına girerken öyle memnun
gülümsedi bana, orada sessizce öldü."
Hâle Halaların evinden pek de uzak olmayan bir yerde, Ga-lip'in çok fazla geçmediği, ama
varlığını kendi sokağı gibi bildiği bir köşede, dış görünüşü ve kapısı Şehrikalp Apartmanına
şaşırtıcı
derecede benzeyen bir apartmana girdiler.
"Ölümüyle benden bir tür intikam aldığını biliyordum," diye devam etti kadın eski
asansördeyken. "Benim Rüya'nın bir taklidi olduğum kadar, kendisinin de, senin bir taklidin
olması gerektiğini anlamıştı. Çünkü konyağı fazla kaçırdığım bazı akşamlar, kendimi tutamayıp
ona, Rüya'dan ve senden uzun uzun söz de ederdim."
Bir sessizlikten sonra eve girip, kendi evindekine benzer eşyalar arasına oturunca Galip, özür
diler gibi, "Nihat'ı bizim sınıftan hatırlıyorum," dedi kaygıyla.
"Sana benzer miydi sence?"
Galip hafızasının derinliklerinden bir-iki sahneyi zorlanarak bulup çıkardı: Galip'le Nihat derse
katılamayacaklarını bildiren veli imzalı 'mazeret kâğıtlarını' ellerinde tutarken jimnastik hocası
tarafından lapacılıkla suçlanıyorlar; Galip'le Nihat, sıcak bir bahar günü leş kokulu öğrenci
kenefinin musluklarına ağızlarını dayayarak su içiyorlar: Şişmandı, beceriksizdi, ağırdı, yavaştı,
pek parlak da değildi. Galip bütün iyiniyetine rağmen iyi hatırlayamadığı benzerine yakınlık
duyamadı.
"Evet," dedi Galip. "Nihat bana benzerdi biraz."
"Hiç benzemezdi," dedi Belkıs. Gözleri, Galip'in ona ilk dikkât ettiği zamandaki gibi tehlikeli bir
ışıkla parladı bir an. "Hiç benzemediğini biliyorum. Ama aynı sınıftaydık. Bana senin Rü-ya'ya
baktığın gibi baktırabilmiştim onu. Öğle teneffüslerinde, ben Rüya ve öteki oğlanlarla birlikte
Sütiş Muhallebicisi'nde sigara içerken, onun kaldırımdan, aralarında benim de olduğumu bildiği
içerdeki neşeli kalabalığa kaygıyla bir gözattığını görürdüm. Akşamın erken bastırdığı acıklı
sonbahar akşamlarında, üzerine apartmanların soluk ışıkları vuran çıplak ağaçlara baktığımda,
onun da bu ağaçlara bakarak senin Rüya'yı düşündüğün gibi, beni düşüneceğini bilirdim."
Kahvaltı sofrasına oturduklarında açık perdeler arasından odaya parlak bir güneş ışığı
vuruyordu.
"İnsanın kendisi olmasının ne kadar zor olduğunu bilirim," dedi Belkıs, uzun zamandır hep aynı
hikâyeyi düşünenler gibi birdenbire konuya girerek. "Ama, bunu otuz yaşımdan sonra anladım.
Ondan önce, sorun bana yalnızca bir başkası gibi olabilme
ya da basit bir kıskançlık gibi gözüküyordu. Geceyanlan sırtüstü uzandığım yatağımda
uyuyamadan tavandaki gölgeleri seyrederken o başkasının yerinde o kadar çok olmak isterdim
ki, derimin içinden, eldiveninden çıkan bir el gibi sıyrılıp çıkabileceğime, sonra sırf bu isteğimin
şiddetiyle o başkasının derisine bürünerek yeni bir hayata başlıyabileceğime inanırdım. Bazan,
bu öteki insanı düşünmekten, kendi hayatımı onun hayatı gibi yaşayamam aktan o kadar acı
çekerdim ki, bir sinema koltuğunda otururken ya da kalabalık bir pazar yerinde kendi
dünyalarına gömülmüş insanları seyrederken gözlerimden yaşlar fışkırırdı."
Kadın, kızarmaktan sertleşmiş ince ekmek diliminin üzerinde yağsız bıçağını yağ sürermiş gibi
dalgın dalgın gezdiriyordu.
"İnsanın niye kendi hayatını değil de, başka birinin hayatını yaşamak istediğini onca yıldan
sonra da çıkaramıyorum," diye devam etti. "Hatta, niye şu ya da bu insanın değil de, Rüya'nın
yerinde olmak istediğimi de çok açıkça söyleyemem. Söyleyebileceğim şey, uzun yıllar
boyunca bunun gizli tutulması gereken bir hastalık olduğuna inandığımdır. Hastalığımdan, bu
hastalığa yakalanan ruhumdan, bu hastalığı taşımaya mahkûm gövdemden utanıyordum.
Hayatımın olması gereken 'asıl hayat'm bir taklidi olduğunu, bütün taklitler gibi utanılması
gereken, acıklı, zavallı bir şey olduğunu düşünüyordum. O zamanlar, bu mutsuzluktan
kurtulabilmek için elimden yalnızca 'aslımı' daha çok taklit etmekten başka bir şey gelmezdi.
Bir ara, okul, mahalle ya da çevre değiştirmeyi kurdum, ama sizlerden uzaklaşmanın, yalnızca
sizleri daha çok düşünmekten başka sonuç vermeyeceğini de biliyordum. Yağmurlu bir
sonbahar günü, öğleden sonra, hiçbir şey yapmak gelmeyince içimden, camlara vuran
damlacıklara bakarak saatlerce bir koltukta otururdum. Sizleri düşünürdüm; Rüya ile Galip'i.
Elimdeki ipuçlarına bakarak Rüya ile Galip'in o anda ne yaptığını düşünürdüm, öyle ki, bir-iki
saat sonra karanlık odadaki koltukta oturan kişinin ben değil Rüya olduğuna inanasım gelir, bu
korkunç düşünceden müthiş zevk de alırdım.
Kadın arada bir mutfaktan çay ya da kızarmış ekmek getirirken uzak bir tanıdık hakkında hoş
bir hikâye anlatır gibi rahatça gülümseyebildiği için, Galip anlatılanları huzursuzluk duymadan
dinliyordu. «
"Kocam ölünceye kadar sürdü bu hastalık. Hâlâ da sürüyor belki, ama artık bir hastalık gibi
yaşamıyorum onu. İnsanın kendisi olabilmesinin bir yolu olmadığına kocamın ölümünden
sonraki yalnızlık ve pişmanlık günlerinden sonra karar verdim. O günlerde aynı hastalığın bir
başka çeşidi olan yoğun bir pişmanlık duygusuyla, yıllardır Nihat'la yaşadığım şeyleri, gene
aynı şekilde, ama bu sefer yalnızca kendim olarak yaşayabilmek isteğiyle yanıp tutuşuyordum.
Pişmanlığın da, hayatımın geri kalanını berbat edeceğini fark ettiğim bir geceyarısı, şu garip
düşünce geçti aklımdan: Böylece hayatımın ilk yarısını bir başkası olmak istediğim için kendim
olamadan, ikinci yarısını da kendim olamadığım yıllar için pişman olduğum için bir başkası
olarak geçirecektim. O kadar gülünç geldi ki bu düşünce bana, geçmişim ve geleceğim olarak
gördüğüm dehşet ve mutsuzluk bir anda herkesle paylaştığım ve üzerinde pek fazla durmak
istemediğim bir yazgıya dönüşüverdi. Hiç kimsenin kendisi olamayacağını bir daha hiç
unutulmayacak kesin bir bilgi gibi öğrenmiştim artık. Bir otobüs durağında kuyruk olmuş
kalabalık içinde kendi dertlerine gömülmüş olarak gördüğüm ihtiyarın, hâlâ yıllar önce yerinde
olmak istediği bazı 'gerçek' kişilerin hayaletlerini içinde canlı tuttuğunu bilirdim. Bir kış sabahı
parka çocuğunu güneşlendirmeye çıkarmış o güçlü sağlıklı ananın, çocuğunu parka çıkaran bir
başka ananın suretinin kurbanı olduğunu bilirdim. Sinemalardan dalgın dalgın çıkan
kederlilerin, kalabalık caddelerde, gürültülü kahvehanelerde kıpır kıpır kıpırdanan mutsuzların,
yerine geçmek istedikleri asıllarının hayâletleriyle sabah akşam huzursuz edildiklerini bilirdim."
Kahvaltı sofrasında sigaralarını içiyorlardı. Kadın anlattıkça, Galip odanın gittikçe artan
sıcaklığıyla birlikte, karşı konulmaz bir uykunun, insanın ancak bir rüyada farkına varabileceği
bir suçsuzluk duygusu gibi ağır ağır bütün gövdesini sardığını hissetti. Kaloriferin yanıbaşındaki
bir divanda "biraz kestirmek" için izin istediğinde Belkıs ona "bütün bunlarla ilişkili" gördüğü
Şehzadenin Hikâyesini anlatmaya başladı.
Evet, bir zamanlar, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi olabilmesi ya da olamaması
olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı, ama Galip hikâyenin renklerini gözünün önüne
canlandırmaya başlayınca önce bir başka kişiye, sonra uyuyakalan bir kişiye dönüştüğünü
hissederek uyudu.

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM APARTMAN KARANLIĞI

"... bu eski konağın manzarası, bende, bir insan yüzü etkisi bırakırdı."
Nathaniel Hawthorne
Yıllar sonra, bir akşamüstü o binayı görmeye gittim. Öğle saatlerinde ellerinde çantaları,
pasaklı ve kravatlı lise öğrencilerinin itiştiği ve akşamlan işlerinden dönen kocaların ve bir
eğlenceden çıkan ev kadınlarının yürüdüğü kaldırımlardan, o her zaman kalabalık sokaktan
daha önceleri sık, pek sık geçmiştim, ama hiçbir zaman o binayı, bir zamanlar benim için çok
şey ifade etmiş o apartmanı yıllar sonra yeniden görmek için değil.
Bir kış akşamıydı. Hava erkenden kararmış, bacalardan çıkan duman dar caddeye sisli bir gece
gibi inmişti. Binanın yalnızca iki katında ışık yanıyordu: Geç saatlere kadar çalışan iki iş yerinde
yanan soluk, ruhsuz lambalar. Apartman cephesinin geri kalanı kapkaranlıktı. Karanlık
dairelerin karanlık perdeleri çekilmişti; pencereler bir körün gözleri gibi boş ve korkutucuydu.
Geçmişle kıyaslandığında gördüpm soğuk, tatsız ve sevimsiz bir görüntüydü. Bir zamanlar
burada kalabalık bir ailenin, iç içe, kucak kucağa, gürültü patırtı içinde yaşadığını bile
düşünemiyordu insan.
Binaya gençlik günahlarının bir cezası gibi sinen bu yıkım ve çöküntüden zevk aldım. Bu
günahlardan hiçbir zaman payıma düşen mutluluğu alamadığım için bu duyguya kapıldığımı,
yıkımdan bir intikam tadı aldığımı biliyordum, ama aklımda başka bir şey vardı o sırada:
"Sonraları apartman aralığına dönüşen o kuyunun sakladığı esrar ne oldu acaba, içindekilerle
birlikte kuyu ne oldu?"
Apartmanın hemen yanıbaşındaki kuyuyu düşündüm, bir zamanlar yalnızca bende değil,
apartman katlarını dolduran güzel çocuklarda, kızlarda, yetişkinlerde geceleri korkulu bir
ürperti uyandıran o dipsiz kuyuyu. Bir masal kuyusu gibi içinde yarasalar, zehirli yılanlar,
akrepler, fareler kaynaşırdı. Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ında anlattığı ve Mevlâna'nın
Mesnevi'sinde hikâye ettiği kuyunun orası olduğunu bilirdim. Bazan içine sarkıtılan kovaların ipi
kesilirdi, bazan dipsizliğin dibinde bir zebellâ olduğunu söylerler-
di, apartman iriliğinde bir zenci! Çocuklar siz yaklaşmayın, derlerdi. Bir keresinde kemerinden
bağlanarak kuyudan içeri sarkıtılan kapıcı, karanlık bir zamanın sonsuzluğunda yaptığı
yerçekimsiz yolculuktan ciğerlerini sonsuza kadar karartan bir sigara ziftiyle ve gözlerinde
yaşlarla geri dönmüştü. Kuyu başında bekçilik eden zehirli çöl cadısının, kapıcının ay yüzlü
karısı kılığına girdiğini de bilirdim; kuyunun apartmanda yaşayanların hafızalarının
derinliklerinde yatan bir sırla yakından ilgili olduğunu da. İçlerindeki sırdan, sonsuza kadar
geçmişte kalamayacak bir günahtan korkar gibi korkarlardı. Sonunda* utançlarının üstünü
toprakla örten çaresiz hayvanlar gibi, içindeki yaratıklar, anılar ve esrarla birlikte kuyuyu
unuttular. Bir sabah, anlamsız insan yüzleriyle kaynaşan gece rengi bir kâbustan uyandığımda,
kuyunun üstünün örtüldüğünü gördüm. O zaman, aynı kâbusumsu duyguyla, kuyu denen
yerde, şimdi tersine çevrilmiş bir kuyunun yükseldiğini korkuyla anladım. . Esrarı ve ölümü
pencerelerimize getiren bu yeni yerden yeni kelimelerle söz ediyorlardı artık: Apartman aralığı,
apartman karanlığı...
Aslında, apartmanda yaşayanların tiksinti ve mutsuzlukla 'aralık' ya da 'karanlık' (diğer
İstanbulluların dediği gibi aydınlık değil) demeye başladıkları yeni yer, kuyudan önce apartman
aralığı da değildi, karanlık da, çünkü apartman ilk yapıldığında iki yanında boş arsalar vardı,
sonraları bütün sokağı kirli bir duvar gibi kaplayan çirkin apartmanlardan biri değil. Yandaki
boş arsa, bir gün bir inşaatçıya satılınca, apartmanın camiye ve tramvay yoluna, kız lisesine,
Alâaddin'in dükkânına ve bitişikteki kuyuya bakan mutfak pencereleri, ince uzun ve içerlek
koridorun pencereleri ve her katta başka amaçlarla kullanılan küçük odanın (sandık odası,
hizmetçi odası, çocuğun odası, fakir misafirin odası, ütü odası, uzak akraba teyzenin odası)
pencereleri yanda bitişik nizam yapılan yüksek apartmanın üç metre uzaktaki yeni
pencerelerine bakmaya başladı. Böylece, pislikten renksizleşmiş beton duvarlar ve birbirlerine
kendilerini ve alt katları yansıtan pencereler arasında kuyu içinin sonsuzluğunu hatırlatan
ışıksız, kıpırtısız ağır bir hava oluştu.
Kendi neşesiz, ağır eski kokusunu kısa zamanda oluşturan bu boşluğu güvercinler hemen
keşfettiler. İnsan elinin erişmediği ve
zamanla erişmekten çekindiği pencere önlerine, kendiliğinden kınlan denizliklere, beton
çıkıntılarına, yağmur oluklarının dirseklerine bitip tükenmeyen pisliklerini yığarak kokularına,
huzurlarına ve sürekli artan nüfuslarına uygun köşeler yaptılar. Yalnızca meteorolojik
felaketlerin değil, başka bazı belirsiz kötülüklerin de habercisi sayılan küstah martılar da ara
sıra katılırdı onlara, geceya-rılarmda yolunu şaşırarak dipsiz karanlık kuyunun kör
pencerelerine çarpan kara kargalar da... Basık tavanlı ve havasız kapıcı dairesinin dar bir hücre
girişini andıran küçük demir kapısından (bir zindan kapısı gibi de gıcırdardı) eğilerek geçilen
karanlığın zemininde, bazan bu kanatlı yaratıkların fareler tarafından didik didik edilmiş leşleri
bulunurdu. Gübre bile demlemeyecek bir pislikle kaplı bu iğrenç zeminde başka şeyler de
bulunurdu: Yağmur oluklarından üst katlara çıkaîi farelerin çalıp aşağı attıkları güvercin
yumurtalarının kabuklan, çiçekli masa örtülerinin ve uykulu yatak çarşaflarının içinden nefti
boşluğa düşmüş talihsiz çatallar ve bıçaklar, çorap tekleri, toz bezleri, sigara izmaritleri, cam,
ampul ve ayna kırıkları, paslı somya yayları, plastik kirpikli gözlerini umutsuzluk ve inatla hâlâ
açıp kapayan kolsuz pembe bebekler, küçük parçalara ayrılarak dikkatle yırtılmış bazı şüpheli
dergi ve gazete sayfalan, patlak toplar, kirli çocuk donları, parçalanmış korkutucu fotoğraflar...
Arada bir, kapıcı, bir ucundan tiksintiyle tuttuğu bu nesnelerden birini kimliği teşhis edilecek
bir suçlu gibi kat kat dolaştırırdı, ama apartmanda yaşayanlar öteki dünyanın çamurundan
beklenmedik bir günde kapılarına geri dönen bu şüpheli nesneleri sahip-lenmezlerdi: "Bizim
değil," derlerdi. "Oraya mı düşmüş?"
Orası, kaçmak isteyip de kaçamadıkları, unutmak isteyip de unutamadıkları bir korku gibiydi;
bulaşıcı ve çirkin bir hastalıktan sözeder gibi sözederlerdi oradan: Apartman aralığı dikkât
edilmezse boşluğun yuttuğu bu zavallı eşyaların talihsizliğiyle kazayla içine kendilerinin de
düşebileceği bir çirkefti; içlerine sinsice sokulmuş bir kötülük yuvasıydı. Besbelli, durup durup
hastalanan çocuklar gazetelerde hakkında çok yazılan o mikropları buradan alıyorlardı; erken
yaşta sözünü ettikleri hortlak ve ölüm korkusunu da. Evi kimi zaman bu korkular gibi saran
tuhaf kokular da pencere aralıklarından içeri buradan giriyordu; talihsizlik ve uğursuzlu-
ğun da buradan sızdığı hayâl edilebilirdi. Üstlerine boşluğun lacivert ve ağır dumanı gibi çöken
felâket bulutları da (iflâslar, borçlanmalar, evden kaçan babalar, aile içi aşklar, boşanmalar,
ihanetler, kıskançlıklar, ölümler) apartmandakilerin aklında karanlığın tarihiyle yakından
ilişkiliydi: Unutmak istedikleri için hafızalarında sayfaları birbirine karışan kitaplar gibi.
Ama şükür ki, böyle kitapların yasak sayfalarını karıştırıp hazineler bulan birileri çıkan her
zaman: Elektrik masrafı olmasın diye lambası yakılmayan koridorun karanlığında ürperen
çocuklar (Ah çocuklar!) sıkı sıkıya çekilmiş perdelerin arasına girip alınlarını apartman
aralığının karanlık pencerelerine merakla dayarlardı; Dedenin katında herkes için yemek
pişirdiği zamanlar, hizmetçi kız, yemeği sofraya koyduğunu .flit kattakilere (yan apartmandaki-
lere de) bağıra bağıra duyurmak için aralığı kullanır, en üst kata sürgün edilmiş anayla oğul bu
yemeklere çağrılmadıkları zamanlar, alt katlarda dönen dolapları, pişen yemekleri izlemek için
açık tuttukları mutfak pencerelerinden arada bir gözatarlardı; bir sağır ve dilsiz, kimi geceler
yaşlı annesine yakalanana kadar karanlığın pencerelerinden bakardı; yağmurlu günlerde küçük
odasında su oluklarıyla birlikte dertlenen hizmetçi kız da oraya bakarak hayâl kurardı, daha
sonraki yıllarda çöken bir ailenin tutunamayaca-ğı katlara zaferle geri dönecek olan bir
delikanlı da.
Gördükleri hazinelere biz de gelişigüzel bir gözatalım: Sesleri işitilmeyen kızların ve kadınların
buğulanmış mutfak camlarında soluklaşan görüntüleri; loş bir odada namaz kılan hayâletimsi
bir gölgenin ağır ağır doğrulup kalkan sırtı; yorganı açılmamış bir yatağın üzerinde, resimli bir
derginin yanında dinlenen yaşlı bir kadın bacağı (çok beklerseniz, bir elin derginin sayfalarını
çevireceğini, bacağı tembel tembel kaşıyacağını da görürsünüz); bir gün apartmandakilerin
üstünü örttükleri o esrarı keşfetmek için dipsiz kuyunun yanıbaşına zaferle geri dönmeye karar
vermiş bir delikanlının soğuk pencere camlarına dayanmış alnı. (Aynı delikanlı karşı camda
yansıyan kendi görüntüsünü seyrederken bazan alt karşı katın penceresinde kendi gibi hayâle
dalan sihirli güzellikteki üvey annesini görürdü.) Bu görüntülerin karanlıkta sinmiş güvercin
başları ve gövdeleriyle çerçevelendiğini, çevrenin koyu lacivert olduğunu, kıpırdanan
perdelerin, bir an yanıp sönen lambaların ve aydın-
hk odaların daha sonra aynı görüntülere ve pencerelere dönecek mutsuz ve suçlu hafızalarda
parlak turuncu bir iz bıraktığını ekleyelim: Az yaşıyoruz, az görüyoruz, az biliyoruz; bari hayâl
edelim. İyi pazarlar, sevgili okuyucular.

ON DOKUZUNCU BOLUM
ŞEHİR İŞARETLERİ

"Bu saba/ı uyandığımda aynı kişi mivdim ben? Aynı kişi değilsem sorayım o zaman: Kimim
Attahaşkına ben?"
Lewis Carroll
• Galip uyandığında karşısında bambaşka bir kadın buldu. Bel-kıs elbisesini değiştirmiş, üzerine
Galip'e yabancı bir yerde yabancı bir kadınla olduğunu hatırlatan nefti bir etek giymişti. Yüzü
ve saçları da bambaşkaydı. Saçlarını, 'Pekin'de 55 Gün' filminde Ava Gardner'in yaptığı gibi
arkada toplamış, dudaklarını da filmin Supertechnirama kırmızısıyla boyamıştı. Galip kadının
bu yeni yüzüne bakarken, birden, insanların uzun zamandır kendisini aldattıklarını düşündü.
Az sonra, Galip kadının titizlikle bir askıya asıp dolaba kaldırdığı paltosunun cebinden gazeteyi
çıkarmış, aynı titizlikle toplanmış kahvaltı masasına yaymıştı. Celâl'in köşe yazısını yeniden
okurken, yazının kenarına daha önceden aldığı notlar, altını çizdiği kelime ve heceler Galip'e
saçma gözüktü. Yazının içindeki sırrı çözecek harflerin, işaretledikleri olmadığı o kadar açık bir
gerçekti ki, bir an Galip'e bu sır yokmuş gibi geldi: Sanki okuduğu cümleler, aynı anda, hem
kendilerini hem de başka şeyleri gösteriyordu. Öyle ki, belleğini kaybettiği için inanılmaz
keşfini insanlığa du-yuramayan kahramana ilişkin Celâl'in Pazar yazısındaki her cümle, Galip'e
herkesin anladığı ve bildiği başka bir insanlık durumuna ilişkin başka bir hikâyenin cümleleri
gibi gözüktü. Bu o kadar açık, gerçekti ki, bazı harfleri, heceleri, kelimeleri seçip yazıp yeniden
düzenlemeye gerek bile yoktu hiç. Yazının içindeki o 'gözükmeyen', 'gizli' anlamı çıkarmak için
yapılması gereken şey, yazıyı yalnızca bu inançla okumaktı. Gözü bir kelimeden ötekine
sıçrarken, Rüya'yla Celâl'in gizlendiği köşenin yeri ve anlamı kadar, Galip, hayatın ve şehrin
bütün sırlarını okuyacağına inanıyordu, ama başım yazıdan her kaldırışında, karşısında Belkıs'ın
yeni yüzünü her görüşünde bu iyimserliğini kaybediyordu. İyimserliğini kaybetmemek için bir
süre yalnızca yazıyı yeniden yeniden okumayı de-
nedi, ama kolaylıkla okuyup bulacağına inandığı o gizli anlamı açık seçik çıkaramadı. Hayatın
ve dünyanın esrarına ilişkin bir bilgiye yaklaştığını mutlulukla hissediyor, ama bu sırrı, aradığı
şeyi açık seçik düşünüp hecelemek istediği zaman, gözünün önünde odanın bir köşesinden
kendisini seyreden kadının yüzü beliriyor-du. Bir süre sonra, sırra sezgi ve inançla değil, akılla
yaklaşabileceğine karar vererek, kalemle yazının kenarına yeni notlar almaya, bambaşka hece
ve kelimeleri işaretlemeye başladı. Kendini işine vermişti ki Belkıs masaya yaklaştı.
"Celâl Salik'in yazısı," dedi. "Amcan olduğunu biliyordum. Yer altındaki mankeni, biliyor musun
dün akşam bana neden o kadar korkunç gözüktü?"
"Biliyorum," dedi Galip. "Ama amcam değil, amcamın oğlu"
"Manken ona o kadar benzediği için," dedi Belkıs. "Size rastlarım diye Nişantaşı'na çıktığım
zamanlarda size değil, aynı kıyafetle ona rastlardım."
"Yıllar önceki yağmurluğu o onun," dedi Galip. "Eskiden çok giyerdi"
"Hâlâ giyip Nişantaşı'nda hayalet gibi geziniyor" dedi Belkıs. "Kenarına aldığın notlar nedir
öyle?"
"Yazıyla ilgili değil," dedi Galip gazeteyi katlarken. "Kaybolan bir kutup kâşifine ilişkin.
Kaybolduğu için onun yerine bir başkası daha kayboluyor. İkinci kaybolan kişinin esrarım
derinleştirdi-ği birinci kaybolan ise, başka bir adla, unutulmuş bir şehirde yaşamaya devam
ediyormuş, ama öldürülmüş bir gün. Öldürülen takma adlı bu kişinin..."
Galip hikâyesini bitirdiğinde yeniden anlatmak zorunda kalacağını anladı. Yeniden anlatırken,
kendisini bu hikâyeyi yeniden yeniden anlatmak zorunda bırakan bütün insanlara derin bir öfke
duyuyordu. "Herkes artık kendisi gibi olsun ve kimsenin de hikâye anlatmasma gerek
kalmasın!" demek geliyordu içinden. Hikâyeyi ikinci defa anlatırken masadan kalkmış, katladığı
gazeteyi tekrar eski paltosunun cebine koyuyordu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs çekine çekine.
"Hikâyemi bitirmedim," dedi Galip öfkeyle.
Hikâyesini bitirirken Galip'e kadının suratmda bir maske varmış gibi geliyordu.
Supertechnirama kırmızısıyla ağzı boyanmış o
maskeyi kadımn suratından çekerse altından çıkacak yüzün üstünde bütün anlam açık seçik
okunacaktı, ama bu anlamın ne olması gerektiğini kestiremiyordu. Sanki çocukluğunda
cansıkıntısına gırtlağına kadar gömüldüğü zamanlarda yaptığı gibi, kendi kendine "Ne İçin
Varız?" oyunu oynuyordu. Oyunu oynarken de, çocukluğunda yaptığı gibi başka bir şeyle
meşgul olup hikâyesini anlatabiliyordu. Bir ara, CelâFin de hem hikâye anlattığı, hem de aynı
anda başka şeyler düşünebildiği için kadınların ilgisini o kadar çok çektiğini düşündü, ama
Belkıs kendisine Celâl'den bir hikâye dinleyen bir kadın gibi değil, yüzündeki anlamı
saklayamayan biri gibi bakıyordu şimdi.
"Rüya hiç merak etmez mi seni?" dedi Belkıs. "Etmez," dedi Galip. "Kaç gece geceyarıları eve
döndüm. Kayıp siyasiler, takma adla borç senedi düzenleyen sahtekârlar yüzünden; kirayı
ödemeden yok olan esrarengiz kiracılar, sahte kimlikle ikinci evliliğini yapan mutsuzlar
yüzünden kaç kere sabahlara kadar ben de kayboldum."
"Ama vakit öğleyi geçti," dedi Belkıs. "Seni evde bekleyen Rüya ben olsam, bir an önce telefon
etmeni isterdim." "Telefon etmek istemiyorum."
"Seni bekleyen ben olsaydım meraktan yatağa düşerdim," diye devam ediyordu Belkıs.
"Gözüm pencerede, kulağım telefonda olurdu. Benim mutsuzluğumu ve merakımı bile bile
aramadığını düşünerek daha da mutsuz olurdum. Hadi, telefon et ona. Burada olduğunu söyle,
benim yanımda olduğunu söyle."
Kadın ahizeyi bir oyuncak gibi yanına getirince, Galip eve telefon etti. Kimse cevap vermedi.
"Kimse yok."
"Nerededir?" dedi kadın meraktan çok bir oyun duygusuyla. "Bilmiyorum," dedi Galip.
Paltosunun cebinden gazeteyi çıkardı, yeniden masaya dönüp Celâl'in yazısını okumaya
başladı. Yazıyı yeniden yeniden o kadar uzun bir süre okudu ki, kelimeler anlamlarını kaybedip
yalnızca harflerden yapılmış bazı şekillere dönüştüler. Daha sonra, Galip, bu yazıyı kendisinin
de yazabileceğini, Celâl gibi yazı yazabileceğini düşündü. Çok geçmeden, dolaptan paltosunu
çıkarıp giydi, gazeteyi dikkâtle katlayıp, köşe yazısını yırtıp cebine koydu.
"Gidiyor musun?" dedi Belkıs. "Gitme."
Çok sonra bulabildiği bir taksinin pencerelerinden bu tamdık arka sokağa son defa bakarken
Galip, gitmemesi için ısrar eden Belkıs'ın suratını unutamamaktan korkuyordu; kadın aklında
başka bir yüzle, başka bir hikâyeyle yer etsin istiyordu. Rüya'nm okuduğu polisiye
romanlardaki gibi şoföre, "Filanca caddeye çek!" demek gelmişti içinden, ama yalnızca Galata
köprüsüne gideceğini söyledi.
Yürüyerek köprüyü geçerken pazar kalabalığının içinde yıllardır aradığı ve aradığının şimdi
farkına vardığı bir sırrı hemen çözü-verecekmiş duygusuna kapıldı. Bir rüyada olduğu gibi
derinden derine bu beklentinin bir yanılsama olduğunu seziyor, ama gene de birbirleriyle
çelişen bu iki gerçek Galip'i hiç de rahatsız etmeden kafasının içinde kıpırdanıyordu. Çarşı
iznine çıkmış erler, balık avlayanlar, vapura yetişmek için acele acele yürüyen çocuklu aileler
görüyordu. Hepsi Galip'in çözmekte olduğu bu sırrın içinde yaşıyorlardı, ama farkmda
değillerdi. Az sonra, Galip bu sırrı çözünce kucağında çocuğuyla bir pazar ziyaretine giden şu
babayla lastik ayakkabılı oğlu, otobüsün içindeki başörtülü ana kız, hayatlarını yıllardır
derinden derine belirleyen bu gerçeğin farkına varacaklardı.
Köprünün üzerinde, Marmara tarafındaki kaldırımdaydı, insanların üzerine üzerine yürümeye
başladı: Suratlarındaki o kaybolup gitmiş, yıllanmış, tükenmiş ifade, sanki böylece, bir an
aydınlanıyordu. Üzerlerine üzerlerine gelen kişinin kim olduğuna şöyle bir bakarlarken, Galip
de onların gözlerinin, yüzlerinin içine bakıyor ve sırrı orada okuyordu sanki.
Çoğunun paltoları ceketleri eskiydi, eski ve soluk. Yürürlerken bastıkları kaldırım kadar bütün
dünyayı da olağan karşılıyorlardı, ama iyice yerleşmiş değildiler bu dünyaya. Dalgındılar, ama
biraz kışkırtılınca belleklerinin derinliklerinden kendilerini geçmişte kalmış derin bir anlama
bağlayan bir merak, bir an suratlarının maskeleşmiş ifadesi içinde beliriyordu. "Onları huzursuz
etmek isterdim!" diye düşümlü Galip. "Onlara Şehzadenin hikâyesini anlatabilmek isterdim!"
Aklına gelen bu hikâye yepyeniydi şimdi, hikâyeyi yaşadığını, hatırladığını hissediyordu.
Köprüden geçenlerin çoğunun ellerinde plastik torbalar var-
di. İçlerinden kesekağıtları, maden ya da plastik parçacıkları, gazeteler, paketler fışkıran
torbalara ilk defa görüyormuş gibi bakarken üzerlerindeki yazıları dikkâtle okudu: Bir anda
torbaların üzerindeki kelimelerin, harflerin 'öteki gerçeği', 'asıl gerçeği' gösterecek işaretler
olduğunu hissettiği için umutlandı. Ama yanından geçen her yüzün anlamının da bir anlık bir
parlaklıktan sonra sönü-vermesi gibi, plastik torbaların üzerindeki kelimeler ve heceler de bir
an yeni bir anlamla ışıdıktan sonra teker teker kayboluyorlar-dı. Galip gene de uzun bir süre
onları okudu: "Muhallebicisi... Ataköy... Türksan... Yemişleri... saatidir... Sarayları..."
Balık tutan bir ihtiyarın torbasında harf değil, yalnızca bir leylek resmi görünce kelimeler kadar
torbaların üzerindeki resimlerin de okunabileceğini düşündü. Bir torbada dünyaya umutla
bakan neşeli bir anne babayla biri kız biri erkek iki çocuğun yüzlerini gördü, bir başka torbada
iki balık vardı, ayakkabı resimleri, Türkiye haritaları, bina siluetleri, sigara paketleri, kara
kediler, horozlar, at nalları, minareler, baklavalar, ağaçlar gördü torbaların üzerinde. Besbelli,
hepsi bir esrarın işaretleriydiler, ama hangi esrarın? Yeni Caminin önünde güvercinler için kuş
yemi satan yaşlı kadının yanındaki torbada bir baykuş resmi gördü. Bu baykuşun Rüya'nın
okuduğu polisiye romanların üzerindeki baykuşun kendisi ya da kurnazca gizlenen bir kardeşi
olduğunu anladığında, Ga-Kp, her şeyi gizli gizli düzenleyen bir 'el'in varlığını açık seçik
hissetti. İşte, ortaya çıkarılması, deşifre edilmesi gereken bu 'el'in oyunlarıydı, o gizli anlamdı,
ama kendisi hariç kimse metelik vermiyordu bu anlama. Üstelik gırtlaklarına kadar bu anlama,
kaybettikleri bir sırra gömülmüş olmalarına rağmen!
Galip, baykuşu yakından inceleyebilmek için cadıya benzeyen kadından bir tabak dolusu darı
alıp güvercinlere attı. Bir anda yemin çevresinde gürleyerek kapanan bir şemsiye gibi kara ve
çirkin güvercin yığını toplaştı. Plastik torbanın üzerindeki baykuş, Rüya'nın okuduğu polisiye
kitaplardaki baykuşun ta kendisiydi! Galip küçük kızlarının kuşlara yem atmasını gurur ve
mutlulukla seyreden bir anneyle babaya, bu baykuşun, bu açık gerçeğin, öbür işaretlerin,
herhangi bir işaretin, hiçbir şeyin farkına varmadıkları için öfke duydu. İçlerinde bir kuşku
kırıntısı, belli belirsiz bir sezgi bile yoktu. Unutmuşlardı. Kendisini evde beklerken Rüya'nın
okuduğunu kurduğu polisiye romanın kahramanının kendisi olduğunu düşledi. Çözülmesi
gereken düğüm, kendisiyle, her şeyi o çok gizli anlama işaret edecek bir şekilde ustalıkla
düzenleyip gene de kendisi saklı kalmayı başaran o gizli el arasındaydı.
Plastik torbaların üzerlerindeki kelimeler, harfler, resimler kadar, onların anlattıkları,
resmettikleri şeylerin de birer işaret olduğuna karar vermesi için Süleymaniye Camiinin
yakınındayken, bu caminin küçük boncuklarla yapılmış çerçeveli bir resmini taşıyan bir çırak
görmesi yetti. Resmin cırtlak renkleri camiden daha gerçekti. Yalnız yazılar, suratlar, resimler
değil bütün nesneler gizli 'el'in oynadığı oyunun taşlarıydılar. Bunu anlar anlamaz,
karmakarışık sokaklarında yürüdüğü Zindan Kapı mahallesinin adının da kimsenin
farkedemediği özel bir anlamı olduğuna karar verdi: Bir bulmacanın sonuna varan sabırlı
oyuncu gibi her şeyin artık kolayca yerli yerine yerleşmek üzere olduğunu hissediyordu.
Mahallenin derme çatma dükkânlarında, eğri büğrü kaldırımlarında gördüğü bahçe
makaslarının, yıldızlı tornavidaların, park edilmez işaretlerinin, salça tenekelerinin, ucuz
lokanta duvarındaki takvimlerin, üzerine pleksigias harfler asılmış bir Bizans kemerinin, kapalı
kepenglere takılı ağır kilitlerin de bu gizli anlamın işaretleri olduğunu seziyordu. İsterse, tıpkı
insan yüzlerini okur gibi bu nesneleri, işaretleri okuyabileceğini hissediyordu. Böylece
kerpetenin 'dikkâtin', bir kavanozdaki zeytinlerin 'sabrın', bir araba lastiği ilanındaki mutlu
şoförün de 'hedefe yaklaşmanın' işaretleri olduğunu anlayarak sabır ve dikkatle hedefine
yaklaştığına karar verdi. Ama çevresi, sökülmesi çok daha çetin işaretlerle doluydu: Telefon
kabloları, bir sünnetçi ilanı, trafik işaretleri, çamaşır sabunu paketleri, kulpsuz kürekler,
okunamayan siyasal sloganlar, buz parçalan, elektrik numaraları, işaret okları, yazısız kâğıt
parçaları... Belki az sonra anlaşılacak gibiydi, ama karmakarışıktı, yorucuydu, gürültülüydü her
şey. Oysa Rüya'nın okuduğu polisiye romanların kahramanları, yazarlarının onlara sunduğu
sınırlı sayıdaki ipucuyla çevrilmiş rahat ve huzurlu bir dünyada yaşıyorlardı.
Gene de ama Ahi Çelebi Camii anlaşılabilir bir hikâyenin işareti, bir teselli oldu: Yıllar önce
Celâl, bir rüyada kendisini bu küçük camide Muhammet ve bazı evliyalarla birlikte gördüğünü
yazmıştı. Rüyasını yordurmak için gittiği Kasımpaşa'daki bir yorum-
cu, ona, hayatının sonuna kadar yazı yazacağını söylemişti. O kadar çok yazıp hayâl kuracaktı
ki, hiç evinden çıkmasa bile ömrünün sonunda bütün hayatını uzun bir yolculuk olarak
hatırlayacaktı. Galip, bu yazının ünlü bir Evliya Çelebi parçasının uyarlaması olduğunu çok
sonra anlamıştı.
Halin önünden geçerken, "Böylece," diye düşündü Galip, "birinci okuyuşumda bir anlama, ikinci
okuyuşumda bambaşka bir anlama geliyordu hikâye". Üçüncü dördüncü okuyuşlarda da Ce-
lâl'in köşe yazısının daha başka anlamları olacağından kuşkusu yoktu hiç: Celâl'in bu hikâyeleri
her seferinde başka bir şeye işaret de etseler tıpkı çocuk dergilerindeki bulmacalar gibi, Galip'e
birbirine açılan kapılardan geçe geçe bir hedefe yaklaştığı duygusunu veriyorlardı. Galip,
meyve sebze halinin karmakarışık sokaklarında dalgın dalgın yürürken bir an önce Celâl'in
bütün yazılarını yeniden okuyabileceği bir yerde olmak istedi.
Halden çıktığında bir eskici gördü: Boş bir kaldırıma geniş. bir çarşaf sermiş, üzerine sebze
halinin inanılmaz uğultusu ve kokusundan hiçbir sonuca ulaşamadan şaşkınlıkla çıkan Galip'i
büyüleyen bir dizi nesne sermişti: iki tane boru dirseği, eski plâklar, bir çift kara ayakkabı, bir
lamba altlığı, kırık bir kerpeten, kara bir telefon, iki tane somya yayı, sedef bir sigara ağızlığı,
durmuş bir duvar saati, beyaz Rus banknotları, pirinç bir musluk, sırtı oklu bir Yunan
tanrıçasını -Diana?- canlandıran bir biblo, boş bir çerçeve, eski bir radyo, iki kapı tokmağı, bir
şekerlik.
Hepsini tek tek kelimeleri telâffuz ederek adlandırdı, hepsini dikkâtle seyretti Galip. Nesneleri
büyüleyici kılan şeyin aslında kendileri değil sergileniş şekilleri olduğunu hissetti. Her sokak
eskicisinin sergisinde görülebilecek bu eşyaları ihtiyar eskici, çarşafın üzerine büyük bir dama
tahtasına yerleştirir gibi dörderden dört sıraya dizmişti. Sınırlı sayıdaki kareli dama
tahtasındaki taşlar gibi, eşyaların aralarında ölçülü bir uzaklık vardı, birbirlerine değiniyorlardı,
ama duruşlarındaki bu kesinlik ve basitlik, rastlantısal değil sanki niyet edilmiş bir şeydi. Öyle
ki, Galip'in aklına hemen yabancı dil öğreten kitapların kelime testi sayfası geldi: O sayfalarda
da böyle yan yana dizilmiş on altı eşyanın resmini görür sonra öğrendiği yeni dilin kelimeleriyle
bu eşyaları adlandırırdı. Aynı heyecanla: "Boru, plak, telefon, ayakkabı, kerpeten..." de-
mek geliyordu Galip'in içinden.
Ama korkutucu olan şey, nesnelerin bir de başka bir anlama işaret ettiklerini Galip'in açık seçik
hissetmesiydi. Pirinç musluğa bakarken, bunun 'sözlük egzersizi'nde olduğu gibi, bir pirinç
musluğu gösterdiğini sanıyor, ama sonra, musluğun başka bir şeye daha da işaret ettiğini
heyecanla seziyordu. Çarşafın üzerindeki kara telefon, yabancı dil kitabının sayfasındaki telefon
resmi gibi telefon kavramına, fişe takılıp kadranı çevrilirse bizi başka kişilerin sesine
ulaştıracak o bilinen araca işaret ettiği kadar, Galip'in heyecanla tüylerini ürperten bir başka
anlamı da gösteriyordu.
İkinci anlamların esrarlı dünyasına nasıl girebilir, esrarı nasıl keşfedebilirdi? Bu âlemin eşiğinde
olduğunu mutlulukla hissediyor, ama içeri giren adımı atamıyordu bir türlü. Rüya'nm okuduğu
polisiye romanların sonunda düğüm çözüldüğü zaman, örtülerin altındaki ikinci âlem
aydınlanır, ama aynı anda bu sefer birinci dünya ilgisizliğin karanlığına bürünürdü. Geceyarısı
ağzı Alâad-din'in dükkânından aldığı leblebilerle doluyken Rüya, "Katil hakarete uğradığı için
intikam alan emekli albaymış!" dediğinde, Galip, İngiliz uşaklar, çakmaklar, yemek masaları,
porselen fincanlar ve tabancalarla kaynaşan kitabın bütün ayrıntılarını karısının unuttuğunu,
yalnızca bu eşyaların ve kişilerin işaret ettiği yeni ve gizli bir anlamın dünyasını aklında
tutacağını anlardı. Ama, kötü çevrilmiş o kitapların sonunda, dedektifle birlikte Rüya'yı da yeni
bir dünyaya sokan eşyalar, şimdi Galip'e yalnızca bu yeni dünyanın umudunu vermekle
yetiniyorlardı. Galip bu sırra ulaşabilmek için esrarlı nesneleri çarşafın üzerine dizen eskicinin
suratına dikkâtle baktı, sanki anlamı ihtiyarın yüzünde okuyacaktı.
"Telefon kaç para?"
"Alıcı mısın?" dedi eskici, bir pazarlığın kapısını açmak için dikkâtle.
Bu beklenmedik kimlik sorusu Galip'e şaşırtıcı geldi. "İşte onlar da beni başka şeylerin işareti
olarak görüyorlar!" diye düşündü bir an. Ama içine girmek istediğini dünya bu dünya değil,
Celâl'in yıllarını vererek kurduğu başka bir dünyaydı. Yıllarca köşe yazılarında nesneleri bir bir
adlandırarak, hikâyeler anlatarak Celâl'in, içine gizlendiği bu dünyanın duvarlarını ördüğünü ve
anahtarını gizlediğini hissetti. Eskicinin pazarlık heyecanıyla bir an parlayan
yüzü gene eski durgunluğuna dönmüştü.
"Bu neye yarar?" dedi Galip, küçük ve basit lamba altlığını göstererek.
"Masa ayağı," dedi eskici, "ama perde kornişlerinin ucuna da takıyorlar. Kapı kulpu da olur."
Atatürk köprüsüne çıktığında, "Artık yalnızca yüzlere bakacağım," diye düşündü Galip.
Köprüden gelip geçen her yüzün bir an parlayan ifadesi çeviri resimli romanların büyüyen soru
işaretleri gibi, bir an aklının içinde genişliyor, sonra, kaybolan yüzle birlikte, soru da, arkasında
küçük bir iz bırakarak yokoluyordu. Bir ara köprüden gözüken şehir manzarasıyla yüzlerin
aklında biriktirdiği anlam arasında bir ilişki kurar gibi olduysa da, yanıltıcıydı bu. Şehrin
eskiliğini, talihsizliğini, yitip gitmiş ihtişamını, hüznünü ve acık-lılığını vatandaşlarının yüzünde
de görmek mümkündü belki, ama bu özel olarak düzenlenmiş bir sırrın değil, paylaşılan bir
yenilginin, bir tarihin ve suç ortaklığının belirtisiydi. Römorkörlerin arkalarında bıraktıkları
köpüklü suda Halic'in soğuk ve kurşuni mavisi korkutucu bir kahverengiye dönüşüyordu.
Tünel arkalarında bir ara sokaktaki bir kahveye girdiğinde Galip yetmiş üç yeni surat
görmüştü. Bir masaya oturdu, gördüklerinden memnundu. Çıraktan çayını istedikten sonra
alışkanlıkla paltosunun cebinden gazeteyi çıkarıp Celâl'in yazısını yeniden yeniden okumaya
başladı. Kelimeler, cümleler ve harfler hiç de yeni değillerdi artık, ama Galip onları okurken
daha önce aklına hiç gelmemiş bazı düşüncelerinin doğrulandığını hissediyordu: Bu düşünceler
Celâl'in yazısından çıkmıyordu, kendi düşünceleriydiler, ama Celâl'in yazısı tuhaf bir şekilde
onları içeriyordu. Kendi düşünceleriyle Celâl'in düşünceleri arasındaki bu koşutluğu hissettiği
zaman, Galip, çocukluğunda yerinde olmak istediği bir kişiyi iyice taklit edebildiğine karar
verdiği zamanlardaki gibi, bir iç huzuru duydu.
Masanın üzerinde, koni şeklinde kıvrılmış bir kâğıt parçası vardı. Yanındaki ay çekirdeği
kabuklarından, bir seyyar satıcının Galip'ten önce masada oturanlara bu koninin içinde
ayçekirdeği sattığı anlaşılıyordu. Galip kâğıdın bir okul defterinden kopartılmış olduğunu
kenarlarından anladı. Öteki tarafındaki özenli bir çocuk yazısını okudu: "6 Kasım 1972. Ünite
12. Ödev: Evimiz,
bahçemiz. Evimizin bahçesinde dört tane ağaç var. Bunlar 2 tane kavak ağacı, bir tane büyük
söğüt bir tane küçük söğüt ağacı. Bahçemizin duvarlarını babam taşlardan ve telle ördü. Ev
insanları kışın soğuktan, yazın sıcaktan koruyan barınaktır. Ev bizi kötülüklerden korur.
Evimizin 1 kapısı, 6 penceresi, 2 bacası var." Yazının altında kurukalemle boyalı resimde Galip
bahçe içindeki evi, ağaçları gördü. Kiremitler önce tek tek çizilmiş, sonra sabırsızlıkla kırmızıya
karalanmıştı. Galip resimdeki kapı, pencere, ağaç ve baca sayısının yazıdakileri doğruladığını
görünce içindeki huzurun büyüdüğünü hissetti.
Bu huzurla, kâğıdın boş yüzünü çevirip hızlı hızlı yazmaya başladı. Çizgiler arasına yazdığı
kelimelerin, tıpkı çocuğun yazdığı kelimeler gibi gerçekten varolan bazı olgulara işaret
ettiğinden bir kuşkusu yoktu hiç. Sanki, uzun yıllardır dilini ve kelimelerini kaybetmişti de,
bu,ödev sayfası yüzünden onları yeniden buluyordu. Küçük harflerle yazdığı ipuçlarını alt alta
dizerek sayfanın dibine geldiğinde, "Her şey bu kadar basitmiş!" diye düşündü Galip. "Celâl'in
benim gibi düşündüğünden emin olmam için, daha çok yüz görmem gerek!" diye düşündü.
Kahvedekilerin yüzlerini seyrederek çayını içtikten sonra soğuk sokağa yeniden çıktı.
Galatasaray Lisesinin arkasındaki sokakların birinde, kendi kendine konuşarak yürüyen
başörtülü yaşlı bir kadın gördü. Bir bakkalın yarı açık kepenginin altından eğilerek çıkan kız
çocuğunun yüzünden, bütün hayatların birbirine benzediğini okudu. Buzda kayan lastik
ayakkabılarına baka baka yürüyen soluk elbiseli genç kızın yüzünde telâşın ne olduğunu bildiği
yazılıydı.
Galip yeniden bir kahveye girip oturduktan sonra, cebinden ev ödevini çıkarıp. Celâl'in köşe
yazısını okur gibi hızlı hızlı okumaya başladı. Yazılarını okuya okuya Celâl'in hafızasını edinirse
Celâl'in nerede olduğunu bulabileceğini çok iyi biliyordu artık. Demek ki, bu hafızayı edinmek
için önce Celâl'in bütün yazılarının saklandığı yeri bulması gerekiyordu. Yeniden yeniden
okuduğu ev ödevinden Galip bu müzenin bir 'ev' olması gerektiğini çoktan anlamıştı: "Bizi
kötülüklerden koruyacak bir yer." Ev ödevini okudukça nesneleri pervasızca adlandırabilen bir
çocuğun saflığını öyle duydu ki içinde, Rüya ile Celâl'in kendisini bekledikleri bu
yerin neresi olduğunu hemen söyleyivereceğini sandı. Kahve masasında otururken bu
heyecana her kapılışında, ev ödevinin arkasına yeni ipuçları yazmaktan fazlası da elinden
gelmiyordu.
Yeniden sokağa çıktığında Galip bu ipuçlarının bazılarını elemiş, bazılarını öne çıkarmıştı: Şehir
dışında olamazlardı, çünkü Celâl İstanbul'dan başka bir yerde yaşayamazdı. Anadolu yakasında
olamazdı, çünkü orasının yeterince 'tarihi' olmadığını söylerdi. Rüya ile Celâl birlikte bir
arkadaşlarının evine de sığınamazlardı, çünkü yoktu böyle arkadaşları. Rüya da bir arkadaşının
evinde olamazdı, çünkü öyle bir yere Celâl' le gidemezdi. Otel odalarında, anılardan yoksun
oldukları ve kardeş de olsalar biri kadın biri erkek iki kişi şüphe çekeceği için kalamazlardı.
Bundan sonraki kahveye oturduğunda, en azından yönünün doğru olduğundan emindi.
Beyoğlu'nun arkalarından Taksim'e doğru yürüyordu. Nişantaşı'na, Şişli'ye, kendi geçmişinin ta
kalbine doğru. Celâl'in, bir yazısında İstanbul sokaklarındaki atlardan uzun uzun sözettiğini
hatırladı. Duvara asılmış bir resimde Celâl'in hakkında uzun uzun konuştuğu rahmetli bir
güreşçiyi gördü. Resim siyah beyazdı, eski Hayat dergilerinin bir çok manavın, berberin ve
terzinin duvarlarını renklendiren orta sayfasından çıkartılıp çerçevelenmişti. Ellerini beline
koyarak alçakgönüllülükle gülümseyen Olimpiyat madalyalı güreşçinin fotoğraftaki ifadesine
bakarken, Galip, adamın bir trafik kazasında öldüğünü hatırladı. Böylece, on yedi yıl önceki bu
trafik kazasıyla güreşçinin yüzündeki alçakgönüllü anlatım, daha önceleri sık sık olduğu gibi
aklında üst üste oturup birleşti ve Galip ister istemez bu trafik kazasının bir işaret olduğunu
düşündü.
Olguları ve hayalleri birbirleriyle birleştirip bambaşka hikâyelerin işaretleri yapacak bu türden
rastlantı anlarına gerek vardı demek ki. Kahveden çıkıp arka sokakların birinden Taksim'e
doğru yürürken "sözgelimi," diye düşündü Galip, "Hasmın Galip Sokağının dar kaldırımına
yanaşmış şu arabanın ihtiyar ve yorgun atına bakarken, babaannemin bana okuma yazma
öğrettiği günlerde Alfabe'de gördüğüm o iri atın anısına başvurmak gereğini duyuyorum.
Altında 'At' olduğu yazılı o iri alfabe atı ise, bana o yıllarda Teşvikiye Caddesindeki apartmanın
en üst katında tek başına oturan Celâl ve Celâl'in kendine anılarına uygun olarak döşediği o
apartman katını hatırlatıyor. Daha sonra ise, bu katm Celâl'in benim hayatımda tuttuğu yerin
bir işareti olabileceğini de düşünüyorum."
Ama Celâl o katı boşaltalı yıllar olmuştu. Galip işaretleri yanlış da yorumlayabileceğini
düşünerek durakladı. Sezgilerinin kendisini yanıltabileceğine inanmaya başlarsa şehirde
kaybolacağından kuşkusu yoktu hiç: Hikâyelerdi kendisini ayakta tutan, bir körün elyordamıyla
bulup tanıdığı nesneler gibi sezgileriyle bulup çıkadı-ğı hikâyeler. Üç gündür şehirde yüzeylere
burnunu sürte sürte dolaşırken işaretlerden bir hikâye kurabildiği için ayakta kalabilmişti.
Çevresindeki dünyanın ve insanların da hikâyeler yüzünden ayakta durabildiğinden hiç kuşkusu
yoktu.
Yeni bir kahveye girip oturduğunda Galip aynı iyimserlikle 'kendi durumunu' gözden geçirebildi.
İpuçlarını sıralayan kelimeler, kâğıdın arkasındaki ev ödevinin kelimeleri gibi basit ve anlaşılır
gözüktü. Kahvenin uzak bir köşesindeki siyah beyaz televizyon, karlı bir sahada futbol
oynayanları gösteriyordu. Oyun sahasının kömürle çizilmiş çizgileriyle, çamura bulanmış futbol
topu siyahtı. Çıplak masaların üzerinde kâğıt oynayanlar dışında herkes bu kara futbol topuna
bakıyordu.
Galip kahveden çıktığında aradığı sırrın bu siyah beyaz futbol maçı gibi yalın olduğunu
düşündü. Yapılması gereken şey görüntülere ve yüzlere baka baka adımlarının kendisini
götüreceği yere yürümekti. İstanbul kahveyle doluydu; her iki yüz metrede bir kahveye
girerek insan bütün şehri baştan aşağı yürüyebilirdi.
Taksim yakınlarında birdenbire kendini boşalan bir sinemanın kalabalığı içinde buldu. Dalgın
dalgın önlerine bakarak, elleri ceplerinde ya da kolkola yürüyerek merdivenlerden sokağa
çıkan insanların yüzleri öyle bir anlamla yüklüydü ki, Galip içinde yaşadığı kendi kâbusümsu
hikâyesinin bile önemli olmadığını düşündü. Sinemadan çıkan^ kalabalığın yüzünde bir
hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların
huzuru vardı. Hem burada, bu sefil sokaktaydılar, hem de orada, içinde olmayı hemen
isteyiverdikleri o hikâyenin içinde. Çok daha önceden yenilgi ve acılarla boşaltılmış bellekleri,
şimdi, bütün hüznü ve hatırayı yatıştıran derin bir hikâyeyle doldurulmuştu: "Başka biri
olduklarına inanabiliyorlar!" diye düşündü Galip
özlemle. Kalabalığın az önce seyrettiği o filmi görüp, o hikâyenin içinde kaybolup bir başkası
olabilmek istedi bir an. Sokaklara dağılan insanların sıradan dükkân vitrinlerine baka baka
bildik tamdık eşyaların o bezdirici dünyasına geri döndüklerini görüyordu. "Kendilerini
koyuveriyorlar!" diye düşündü Galip.
Oysa, bir başkası olabilmek için, insan bütün gücünü kullanmalıydı. Taksim Meydanına
çıktığında Galip, içinde bu amaçla bütün iradesini harekete geçirebilecek bir kararlılık hissetti.
"Ben bir başkasıyım!" dedi kendi kendine. Hoş bir duyguydu bu, yalnız ayaklarının altındaki
buzlu kaldırımların, Coca-Cola ve konserve ilanlarıyla çevrili bütün meydanın değil, kendi
kişiliğinin de tepeden tırnağa değiştiğini hissettiriyordu. Kararlılıkla bu cümleyi tek-rarlaya
tekrarlaya bütün dünyanın değiştiğine de inanabilirdi insan, ama o kadar ileri gitmeye gerek de
yoktu: "Ben bir başkasıyım," dedi Galip kendi kendine. Adlandırmak istemediği bu başka
kişinin anıları ve kederiyle yüklü bir müziğin, içinde yeni bir hayat gibi yükseldiğini keyifle
hissetti. Bütün hayatının coğrafyasını belirleyen temel merkezlerden biri, Taksim Meydanı, iri
hindiler gibi dolanan otobüsleri ve dalgın ıstakozlar gibi ağır ağır hareket eden troleybüsleri ve
her zaman karanlıkta kalmaya kararlı belirsiz kö-şeleriyle bu müziğin içinde ağır ağır değişti ve
Galip'in ilk defa adım attığı fakir düşmüş umutsuz bir ülkenin allanıp pullanmış 'modern' bir
meydanına dönüştü. Karlarla kaplı Cumhuriyet Heykeli de, hiçbir yere çıkmayan o geniş Yunan
merdivenleri ve Galip'in on yıl önce cayır cayır yanışını zevkle seyrettiği 'Opera' binası da,
böylece, işareti olmak istedikleri hayâli ülkenin gerçek parçaları haline dönüştüler. Galip,
otobüs duraklarının önündeki telaşlı kalabalığın içinde, itişerek taşıtlara binen insanların
arasında ne esrarlı bir yüz görebildi, ne de örtüler arkasındaki ikinci dünyanın işareti olabilecek
plastik bir torba.
Böylece, insanların yüzlerini okumak için kahvelere girme gereği de duymadan, doğrudan
Harbiye üzerinden Nişantaşı'na yürüdü. Çok sonra, aradığı yeri bulduğuna inandığında, o yol
boyunca büründüğü kişiliği hatırlamaya çalıştığında kararsız kalacaktı. "Daha o sırada kendimi
Celâl olduğuma bütünüyle inandıramamıştım!" diye düşünecekti o zaman, Celâl'in bütün
geçmişini aydınlatan eski yazılar, defterler ve gazete kesikleri arasındayken. "Daha
o sırada, kendimi büsbütün arkada bırakamamıştım." Uçağı geciktiği için, görmeyi hayâlinden
bile geçirmediği bir şehirde yarım bir gün geçiren bir yolcu gibi bakmıştı gördüklerine: Atatürk
heykeli ülkenin geçmişinde önemli bir asker olduğuna, çamurlu ve ışıltılı sinema önlerindeki
kalabalıklar pazar öğleden sonraları canı sıkılan insanların başka ülkelerin düşleriyle
oyalandığına, ellerinde bıçaklar dükkân vitrinlerinden kaldırımlara bakan sandviççi ve börekçi
tezgâhtarları acıklı hayal ve hatıraların küllenmekte olduğuna, bulvarın ortasındaki çıplak ve
karanlık ağaçlar da akşamüstü daha da koyulaşarak çöken milli bir hüzne işaret ediyordu. "Ne
yapılır bu şehirde, bu caddede, bu saatte Allahım?" diye mırıldan-mıştı Galip, ama bu seslenişi,
Celâl'in kesip sakladığı eski bir yazısından aldığım da biliyordu.
Nişantaşı'na geldiğinde hava kararmıştı. Kış akşamlan trafik tıkandığında araçların egzoslarıyla,
apartman bacalarından çıkan dumanların biriktirdiği koku dar kaldırımlara sinmişti. Galip tuhaf
bir şekilde bu mahalleye özgü bulduğu bu geniz yakan kokuyu huzurla içine çekti. Nişantaşı'nın
köşesindeyken, bir başka kişi olma isteği öyle bir kuvvetle içinde yükseldi ki, on binlerce defa
gördüğü apartman cephelerini, dükkân vitrinlerini, banka panolarını ve neondan harfleri
bambaşka ve yepyeni şeyler olarak görebildiğini sandı. Yıllardır yaşadığı mahalleyi bambaşka
bir yer yapan hafiflik ve serüven duygusu, sanki bir daha hiç terketmeyecekmiş gibi Galip'in
içine işledi.
Karşıya geçip evine doğru yürüyeceğine, sağa Teşvikiye Caddesine saptı. Bütün gövdesini
kaplayan bu duygudan o kadar hoşnuttu ve büründüğü kişiliğin kendine sunduğu imkânlar o
kadar çekiciydi ki, Galip uzun yıllar aynı dört duvar arasında yaşadıktan sonra hastaneden
taburcu edilen bir hasta gibi gözlerini yeni görüntülerle doyuruyordu. "Yıllarca önünden
geçtiğim muhallebicinin vitrini iyi aydınlatılmış bir kuyumcu vitrinine benziyormuş meğer!"
demek geliyordu içinden. "Cadde daracık, kaldırımlar da eğri büğrüymüş meğer!"
Çocukluğunda kendi gövdesini ve ruhunu arkada bırakarak yepyeni birisi olan bu ikinci kişiyi
dışarıdan gözlerdi de, "şimdi Osmanlı Bankasının önünden geçiyor," diye düşündü Galip
çocukluğunda büründüğü yeni bir kişiliği izler gibi, "şimdi yıllarca annesi,
babası, dedesiyle oturduğu, Şehrikalp apartmanının önünden başını bile çevirmeden geçiyor.
Şimdi iğneci kadının oğlunun kasada oturduğu eczanenin önünde duraklayıp vitrinine bakıyor.
Şimdi, Karakol'un önünden hiç korkmadan geçiyor, şimdi Singer dikiş makinelerinin arasındaki
mankenlere eski dostlara bakar gibi sevgiyle bakıyor. Şimdi, kesin amaçlı, kararlı kişiler gibi bir
esrarın, yıllarca inceden inceye uğraşılarak hazırlanmış bir kumpasın kalbine doğru yürüyor..."
Karşı kaldırıma geçip aynı yolu bir kere daha gerisin geri yürüdükten sonra, gene karşıya geçip
tek tük ıhlamur ağaçlarının ve reklâm panolarıyla balkonların altından camiye kadar yürüdü.
Sonra, aynı kaldırımlarda bir de öteki yöne doğru yürüdü. Her seferinde caddenin biraz daha
aşağısından ve yukarısından dönerek, 'araştırma alanını' genişletiyor, her seferinde, eski
mutsuz kişiliği yüzünden farkedemediği bazı ayrıntıları dikkatle gözleyip belleğinin bir köşesine
yazıyordu: Alâaddin'in dükkânının vitrinine yığıl-, mış eski gazeteler, oyuncak tabancalar, ve
naylon çorap paketleri arasında sustalı bir çakı vardı, Teşvikiye Caddesini göstermesi gereken
'mecburi istikamet!' işareti Şehrikalp Apartmanını gösteriyordu, alçak cami duvarının üstüne
bırakılmış kuru ekmekler soğuğa rağmen küflenmişti, kız lisesinin kapısının kenarına yazılmış
siyasal sloganların bazı kelimeleri çift anlamlıydı, ışığı açık kalmış bir dersanesinin duvarındaki
fotoğraftan Atatürk, tozlu pencere camlarının arasından gene aynı yere, Şehrikalp Apartmanına
bakıyordu, tuhaf bir el çiçekçinin vitrinindeki güllerin goncalarına çengelli iğneler geçirmişti.
Yeni açılmış bir deri elbisecisinin vitrinindeki gösterişli mankenler de Şehrikalp Apartmanına,
bir zamanlar Celâl'in, daha sonraki zamanlar annesi ve babasıyla Rüya'nın yaşadığı o en üst
kata doğru bakıyorlardı.
Galip de mankenlerle birlikte apartmanın en üst katına uzun uzun baktı. Kendini, tıpkı o
mankenler gibi, başka ülkelerde düş-lenmiş hayâllerin ve hiç okumadığı ama Rüya'dan
dinlediği çeviri polisiye romanların külyutmaz kahramanlarının bir taklidi gibi hissettiği zaman
Celâl ile Rüya'nın orada, mankenlerin bakışlarıyla işaret ettikleri en üst katta olabilecekleri
düşüncesi Galip'e mantıklı gözüktü. Apartmanın önünden kaçar gibi çekilip Camiye doğru
yürüdü.
Ama bunu yapmak için bütün gücünü kullanması gerekmişti. Bacakları sanki Şehrikalp
Apartmanından uzaklaşmak istemiyor, bir an önce binadan içeri-girip, bildik tanıdık
merdivenlerden koşa koşa en üst kata çıkıp içerideki o yere, o karanlık ve korkulu noktaya
yetiştirip ona bir şey göstermek istiyorlardı. Bu görüntüyü düşünmek istemedi Galip. Bütün
gücünü kullanarak evden uzaklaştıkça kaldırımların, dükkânların, reklâm panolarındaki
harflerin, trafik levhalarının yıllardır işaret ettikleri o eski anlamlarına geri döndüklerini hissetti.
Orada olduklarını anlar anlamaz felâket duygusuna ve korkuya sonuna kadar gömülmüştü.
Alâad-din'in dükkânının köşesine geldiğinde karakola yaklaştığı için mi, yoksa köşedeki
'mecburi istikamet' işaretinin artık Şehrikalp Apartmanını göstermediğini farkettiği için mi
içindeki korkunun daha da yükseldiğini çıkartamadı. Öyle bir yorgunluk ve akıl karışıklığı
hissediyordu ki, birazcık olsun düşünebilmek için bir yere oturması gerekiyordu.
Teşvikiye-Eminönü dolmuş durağının köşesindeki eski büfeye oturdu, börek ve çay istedi.
Kendi geçmişine, kaybetmekte olduğu hafızasına bu kadar bağ'ı olan Celâl'in çocukluk ve
gençlik yıllarında oturduğu apartman dairesini yeniden kiralamasından ya da satın almasından
doğal ne olabilirdi? Böylece bir zamanlar kendisini oradan uzaklaştıranlar, şimdi parasızlık
yüzünden arka sokakların birindeki tozlu bir apartmanda çürürken, kendisi kovulduğu yere
zaferle geri dönmüş oluyordu. Bu zaferi, Rüya dışında bütün aileden saklamasını ve
anacaddede yaşamasına rağmen izini kimseye belli etmemesini de Galip tam CelâPe göre
buldu.
Ondan sonraki dakikalarda Galip, dikkatini büfeye yeni giren bir aileye verdi: Pazar akşamüstü
sinemadan çıktıktan sonra akşam yemeğini bir büfede geçiştiren anne, baba, kız ve erkek
çocuk. Anneyle baba Galip'in yaşındaydılar. Baba paltosunun cebinden çıkardığı gazetesine
dalıyordu arada bir; anne çocukların alevlenen kavgalarını kaşgöz işaretleriyle denetliyor,
sonra küçük çantasıyla masa arasında sürekli gidip gelen eli, şapkasından tuhaf nesneler
çıkaran bir sihirbazın hızı ve becerikliliğiyle öbür üçüne çeşitli eşyalar yetiştiriyordu: Oğlanın
akan burnuna bir mendil, babanın açık avucuna kırmızı bir hap, kızın saçlarına toka, Celâl'in
yazısını okuyan babanın sigarasına çakmak, oğlanın burnuna gene
aynı mendil vs.
Galip böreğini yiyip çayını bitirdiğinde babanın da ortaokul ve liseden sınıf arkadaşı olduğunu
hatırlamıştı. Kapıdan çıkarken içinden gelen bir dürtüye uyarak bunu babaya söylerken adamın
boynunda ve sağ yanağında korkutucu bir yanık izi gördü ve annenin de Rüya'yla hep birlikte
gittikleri Şişli Terakki Lisesinin aynı sınıfının çaçaron ve becerikli öğrencisi olduğunu hatırladı.
Büyükler konuşurken çocukların fırsat bilip kozlarını paylaştıkları hatırlama ve hatır sorma
süreci boyunca tabii ki, benzer öteki evliliğin simetrisini tamamlayan Rüya da sevgiyle anıldı.
Galip çocukları olmadığını, Rüya'nın şimdi evde polisiye roman okuyarak kendisini beklediğini,
akşam birlikte Konak Sinemasına gideceklerini, kendisinin bilet almaktan döndüğünü ve bugün
yolda bir başka sınıf ar-' kadaşıyla, Belkıs'la da karşılaştığını söyledi: Belkıs, hani şu kumral,
orta boylu Belkıs.
Yavan karı koca, hiç kuşkuya yer bırakmayan yavan bir kesinlikle belirttiler: "Bizim sınıfta
Belkıs diye biri yoktu!" Arada bir eski okul yıllıklarının ciltli kapaklarını açıyorlar, özel hatıra ve
hikayeleriyle birlikte herkesi tek tek anıyorlarmış; bu yüzden çok emin-lermiş.
Galip büfeden soğuğa çıkar çıkmaz hızlı hızlı Nişantaşı Meydanına doğru yürüdü. Rüya ile
CelâPin pazar akşamı 7.15'te Konak Sinemasına gideceklerine karar verdiği için koşa koşa
sinemaya gitti; ama kaldırımlarda da sinemanın girişinde de yoktular. Onları beklerken dün
öğleden sonra sinemada seyrettiği kadının fotoğrafını gördü ve içinde yeniden o kadının
yerinde olma isteği yükseldi.
Dükkânlara baka baka, kaldırımlardan geçen insanların yüzlerini okuya okuya dönüp dolaşıp
tekrar Şehrikalp Apartmanının karşısına geldiğinde çok vakit geçmişti. Her akşam saat sekizde,
bütün pencerelere vuran o mavimsi televizyon ışığı Şehrikalp Apartmanı dışında caddenin
bütün yapılarında pırıldıyordu, tîalip apartmanın karanlık dairelerine dikkâtle bakarken, en üst
katın balkon demirlerine bağlanmış koyu lacivert bir bez parçasını gördü. Otuz yıl önce, burada
bütün aile hep birlikte otururlarken, aynı balkona asılan aynı renkteki lacivert bir bez, sakaya
verilmiş bir işaret anlamına gelirdi. At arabasına yüklediği çinko tenekelerde
su dağıtan adam, bu mavi bezden hangi katlarda içme suyunun bittiğini anlar, ona göre yukarı
su çıkarırdı.
Galip de bezin bir işaret olduğuna karar verdi, nasıl okunacağı konusunda aklında değişik
düşünceler belirdi: Kendisine Celâl ile Rüya'nın burada olduğunu gösteren bir işaret olabilirdi.
Ce-lâl'in kendi geçmişinin bazı ayrıntılarına özlemle geri döndüğünün bir başka belirtisi de.
Sekiz buçuğa doğru kaldırımda dikildiği yerden kendi evine döndü.
Bir zamanlar, hem de çok eski zamanlarda da değildi o zamanlar, Rüya ile birlikte ellerinde
gazete ve kitaplarla oturup sigara içtikleri o eski salonun lambaları ve ışıkları, kaybolmuş bir
cennetin gazetelere düşmüş fotoğrafları gibi dayanılmayacak kadar anılarla dolu ve
dayanılmayacak kadar acıklıydı. Rüya'nın eve döndüğüne ya da uğradığına ilişkin hiçbir iz ve
belirti yoktu ortalıkta: Yuvaya dönen yorgun kocayı hüzünle selâmlayan aynı kokular ve
gölgeler. Galip, sessiz eşyaları lambaların hüzünlü ışıkları altında bırakıp karanlık koridordan
karanlık yatak odasına gitti. Paltosunu çıkarıp elyordamıyla bulduğu yatağına kendini sırtüstü
attı. Salon lambalarının, koridordan süzülen sokak lambalarının ışıkları odanın tavanında ince
yüzlü şeytani gölgelere dönüşmüştü.
Galip yataktan kalktıktan çok sonra ne yapacağını kesinlikle biliyordu. Gazeteden televizyon
programını okudu, çevredeki sinemaların hiç değişmeyen saatlerini ve filmlerin adlarını
öğrendi; Celâl'in yazısına son bir kere daha göz attı; buzdolabını açıp çürümenin ilk belirtileri
arasından birkaç zeytinle beyaz peynir çıkarıp kuru ekmekle karnını doyurdu. Rüya'nın
dolabından bulduğu irice bir zarfa gelişigüzel gazete parçalan sıkıştırdı, üzerine CelâPin adını
yazıp yanına aldı. On'u çeyrek geçe evden çıkmış, Şehrikalp Apartmanının karşısında, bu sefer
biraz daha ötede, beklemeye başlamıştı.
Çok geçmeden apartmanın merdiven ışıkları yandı ve binanın kırk yıllık kapıcısı İsmail, ağzının
kenarında sigara, içerden çıkardığı çöp tenekelerini iri kestane ağacının yanındaki büyük
bidona boşaltmaya başladı. Galip karşıya geçti.
"İsmail efendi, merhaba. Bu zarfı Celâl'e bırakmaya geldim."
"Aa, Galip!" dedi adam eski öğrencisini yıllar sonra tanıyan lise müdürü gibi, sevinçle ve
kuşkuyla. "Ama Celâl burada yok."
"Biliyorum, biliyorum burada ama, ben de kimseye söylemiyorum," dedi Galip kararlı adımlarla
apartmandan içeri girerken. "Sakın başka kimseye de söyleme. Bu zarfı, aşağıya İsmail
Efendiye bırak, dedi bana!"
Galip, kırk yıldır aym havagazı ve kızarmış yağ kokusuyla kokan merdivenlerden inip kapıcı
dairesine girdi. İsmail'in karısı Kamer, gene aynı koltukta oturmuş, üzerinde bir zamanlar
radyo duran sehpanın üzerindeki televizyona bakıyordu.
"Kamer, bak kim geldi," dedi Galip.
"Aa," dedi kadın. Ayağa kalktı, öpüştüler. "Bizi unuttunuz."
"Unutur muyuz?"
"Hepiniz kapının önünden geçiyorsunuz, ama bir uğramıyor-sunuz!"
"Bunu Celâl'e getirdim!" dedi Galip zarfı gösterek.
"İsmail mi söyledi?"
"Hayır, Celâl kendi söyledi," dedi Galip. "Ben biliyorum burada olduğunu, ama sakın kimseye
söylemeyin."
"Biz ne yapalım, söylemiyoruz." dedi kadın. "Bizi öyle bir ten-bihledi ki."
"Biliyorum," dedi Galip. "Yukardalar mı şimdi?"
"Hiç bilmiyoruz. Geceyarılan biz uyurken giriyor, uyurken çıkıyor. Kendini değil sesini
duyuyoruz. Çöpünü alıyoruz, gazetesini bırakıyoruz. Bazan o gazeteler orada, kapının altında
günlerce birikiyor."
"Ben yukarı çıkmayacağım," dedi Galip. Zarfı bırakacak bir yer arar gibi kapıcı dairesini
inceledi: Üzeri aynı damalı mavi muşamba kaplı yemek masası, kaldırımdan geçenlerin
bacaklarını ve çamurlu araba tekerleklerini örten aynı soluk perdeler; dikiş kutusu, ütü,
şekerlik, havagazı ocağı, isli kalorifer... Kaloriferin üzerindeki rafın kenarına çakılı çivide, her
zamanki yerinde, Galip anahtarı gördü. Kadın, kolluğuna oturmuştu.
"Sana çay yapayım," dedi. "Otur şu yatağın kenarına." Bir gözü televizyondaydı. "Rüya hanım
ne yapıyor? Çocuğunuz niye yok hâlâ?"
Kadının artık büsbütün baktığı-televizyon ekranında, uzaktan da olsa Rüya'yı andıran genç bir
kız beliriverdi: Rengi anlaşılamayan saçları dağınıktı, teni beyaz; bakışları takınılmış bir
çocuksu-
hıkla durgunlaşmıştı. Dudaklarım mutlulukla boyuyordu.
"Güzel kadın," dedi Galip, sessizce.
"Rüya hanım daha güzeldir," dedi Kamer hanım, aynı sessizlikle.
Saygıyla, bir çeşit korkulu hayranlıkla birlikte baktılar. Galip anahtarı çividen becerikli bir
hareketli çıkardı, cebine, ipuçlarryla dolu ev ödevinin yanına bıraktı. Kadın görmemişti.
"Zarfı nereye koyayım?"
"Ver bana!" dedi kadın.
Galip, İsmail Efendinin boş çöp tenekelerini bırakmak için apartmana girdiğini, sokak kapısına
bakan küçük pencereden gördü. Asansör lambaları soluklaştırarak, televizyondaki görüntüyü
bir an bozarak çalışınca kadınla vedalaştı. Merdivenleri çıkıp sokak kapısına sesli sesli yürüdü.
Kapıyı açtı ve içerde kalıp gürültüyle kapadı. Sessizce, geriye merdivene doğru yürüyüp,
denetleme-yediği bir heyecanla parmaklarının ucuna basa basa iki katı çıktı. İkinci kat ile
üçüncü katın arasında basamaklara oturup, boş tenekeleri üst katlara bırakan İsmail Efendinin
aşağı inmesini bekledi. Merdivenleri aydınlatan lambalar bir anda söndü. "Otomatik!" diye
mırıldandı Galip çocukluğunun bu sihirli ve uzak ülkeleri çağrıştıran kelimesini düşünerek.
Lambalar yeniden yandı. Kapıcının bindiği asansör aşağıya inerken Galip merdivenleri ağır ağır
çıkmaya başladı. Bir zamanlar babası ve annesiyle oturduğu katın kapısında bir avukatın pirinç
levhası vardı. Babaanneyle Dedenin katının kapısında bir jinekologun levhasıyla boş bir çöp
tenekesi gördü.
Celâl'in kapısının üzerinde ne bir işaret, ne de ad vardı. Galip havagazı makbuzunu getiren
çalışkan bir tahsildarın el alışkanlığıyla kapının zilini çaldı. Zili ikinci kere çalarken
merdivenlerin ışığı söndü. Kapının altından ışık sızmıyordu hiç. Zili üçüncü ve dördüncü kere
çalarken eli cebinin dipsiz kuyusunda anahtarı arıyor, anahtarı bulduğu zaman da eli zili sürekli
çalıyordu: "İçeride bir odaya gizleniyorlar!" diye düşündü, "Salonda karşılıklı iki koltuğa
oturmuş sessizce bekliyorlar!" Anahtarı önce kilidin deliğine uyduramadı, yanlış anahtar,
diyecekti, ama tıpkı her şeyi birbirine karıştıran bir belleğin, bir parlaklık anmda, kendi
budalalığını ve dünyanın karmakarışık düzenini keşfedivermesi gibi, anahtar kili-
din içine insanı şaşırtan tuhaf bir simetri ve mutluluk duygusuyla oturdu. Önce, kapının
karanhk bir daireye açıldığını farketti Galip, hemen sonra da, karanlık dairenin içinde bir
telefonun çalmaya başladığını.