Jules Amcam Seçme Hikayeler - 2
Total number of words is 4094
Total number of unique words is 2136
32.6 of words are in the 2000 most common words
46.0 of words are in the 5000 most common words
53.0 of words are in the 8000 most common words
Sözün kısası, karım beni saat altıda uyandırdı. Yataktan atladım. Çarçabuk kısa pantolonumu ve iş gömleğimi giydim. Yüzüme bir avuç su, haydi Dalila'ya. Ama çok geç. Ben oyuğa vardığım vakit onu kapmışlardı! Bu hiç başıma gelmemişti. Bay başkan, üç yıldan beri hiç! Bana malımı göz göre göre çalıyorlarmış gibi bir hal oldu. 'Vay canına! Vay canına!' diyordum. Bir yandan da karım dalıma binmeye başladı: 'Nasıl, pamuk takkeni içtin mi? Gör şimdi sarhoş! Hoşuna gitti mi koca hödük?'
Hiç tınmıyordum, bütün bunlar doğruydu.
Bununla birlikte artıklardan yararlanmaya çalışmak üzere o yerin yanında kıyıya çıktım. Belki de o adam bir şey tutamazdı ve oradan giderdi!
Bu, beyaz keten giysili, geniş hasır şapkalı, ufak tefek birisiydi. Onun da karısı vardı. Arkasında, iş işleyen şişman bir kadın.
Bizim oranın yanında yerleştiğimiz görünce bu kadın:
'Kıyıda başka yer mi yok sanki?' diye mırıldandı.
Hırslanıp duran benimki de: 'Yol yordam bilen insanlar başkalarının yerine çökmeden önce bir sorup soruşturur,' yanıtını verdi.
Hırgür istemediğim için kendisine:
'Sus Melie,' dedim; 'aldırış etme. Hele görürüz.'
İşte böyle, Dalila'yı söğütlerin altına çekmiş, kendimiz de inmiş, Melie ile omuz omuza, tam öteki çiftin yanıbaşında balık tutuyorduk.
Burada ayrıntıya girmeliyim, bay başkan.
Beş dakika oldu olmadı, komşunun oltası iki kez, üç kez dalakoydu. Sonra da hop, budum kadar bir balık çıktı. Belki de biraz daha küçük, fakat hemen hemen o kadar! Yüreğim çarpmaya başladı. Şakaklarımı ter bastı. Melie de üstelik: 'Nasıl sarhoş, gördün mü?' dedi.
Bu aralık Poissy bakkalı Bay Brau, bir kaya balığı meraklısı, kayıkla geçti ve bana seslendi: 'Yerinizi mi almışlar, bay Renard'. Kendisine: 'Evet, Bay Bru, dünyada yol yordam bilmeyen görgüsüz adamlar da var,' yanıtını verdim.
Yandaki ketenli bücür işitmemiş gibiydi. Karısı da öyle; o şişman karısı, o dana!"
Başkan, sözünü ikinci kez kesti: "Dikkat edin! Dul Bayan Flameche'i aşağılıyorsunuz."
Renard özür diledi: "Bağışlayın, bağışlayın, heyecana kapıldım.
İşte, bir çeyreğe varmadan ketenli bücür bir balık daha tuttu. Hemen arkasından bir daha ve beş dakika sonra bir daha.
Artık benim gözlerim dolmuştu. Üstelik Bayan Renard'ın da içinden kaynadığını duyumsuyordum. Bana boyuna laf yetiştiriyordu: 'Ah, miskin! Görmüyor musun? Balıklarını çalıyor! Görmüyor musun? Sen hiçbir şey tutamayacaksın! Kurbağa bile! Hiç, hiç, hiçbir şey! Bak, avuçlarım yanıyor 'Yalnızca bunu düşünmekten!'
Ben kendi kendime: 'Öğleyi bekliyelim,' diyordum; 'bu otlakçı yemeğe gider, ben de yerimi ele geçiririm'. Çünkü ben, Bay Başkan, her pazar oralarda yemek yerim. Yiyeceğimizi Dalila ile götürürüz.
Hah! İşte saat de öğleyi çalıyor! Fakat hainin gazeteye sarılı bir pilici varmış. Hem yerken bir balık daha tuttu!
Biz de Melie ile çarçabuk bir iki lokma yedik. Adeta bir şey yemedik. Hiç iştahımız yoktu.
Bunun üzerine, sindirim için gazetemi aldım. Her pazar şöyle su kıyısında, gölgede Gil Blas'ı okurum. Pazar, Colombine'in günüdür. Bildiğiniz, makaleler yazan Colombine'in. Bu Colombine'i tanıdığımı ileri sürerek Bayan Renard'ı kızdırmayı alışkanlık edinmiştim. Oysa aslı yoktur. Kendisini tanımam, hatta görmüş bile değilim. Neyse, güzel yazar. Sonra bir kadın için pek damdan düşercesine şeyler söyler. Ben, hoşlanırım. O tür yazı yazan çok kimse yoktur.
İşte, karımı kızdırmaya başladım. Fakat o, hâlâ hırçın, hemen küstü. Onun için sustum.
Tam o sırada buradaki tanıklarımız Bay Ladureau ile Bay Durdent ırmağın öbür yanından geldiler. Birbirimizi gözle tanırız.
Bücür yine balık tutmaya koyulmuştu. Öyle tutuyordu ki ben tirtir titriyordum. Karısı: 'Yer olağanüstüymüş; buraya her zaman gelebilirim, Désiré!' demeye başladı.
Sırtımda bir üşüme duydum. Bayan Renard habire yineliyordu: 'Sen adam değilsin, sen adam değilsin. Damarlarında piliç kanı var.'
Birdenbire kendisine: 'Bak,' dedim; 'kalkıp gitmek daha iyi olacak; bir münasebetsizlik yapacağım'.
O, burnuna bir kızgın demir koymuş gibi boyuna üzerime üflüyordu: 'Sen adam değilsin. İşte şimdi de kaçıyorsun. Kaleyi teslim ediyorsun! Bazaine, sen de!' (1)
Bu sözlerin içime işlediğini duydum. Bununla birlikte kendimi kaptırmadım.
Fakat öteki bir sazan tuttu. Hiç de öylesini görmemiştim! Ama hiç!
Ve karım, sanki düşünüyormuş gibi, yine yüksek sesle söylenmeye başladı. Isırganlığını buradan görüyorsunuz. 'İşte çalma balık buna derler,' diyordu; 'burayı yemleyen biziz. Bari yem için harcadığımız para ödenseydi!'
O vakit ketenli bücürün duba karısı da yanıt vermeye kalktı: 'Bize mi kızıyorsunuz, bayan?'
'Başkalarının harcadığı paradan yararlanan balık hırsızlarına kızıyorum.'
'Balık hırsızları dediğiniz biz miyiz?'
Sonunda ağızlardan baklalar çıktı ve sıra sövgülere geldi. Aman Tanrım, haspalar neler, ne oturaklı şeyler de biliyorlarmış! Öyle bağırıyorlardı ki öbür kıyıda olan iki tanığımız seslenip alay ettiler: 'Hey! susun biraz. Kocalarınıza balık tutturmayacaksınız.'
İşin doğrusu, ketenli bücürle ben iki kütük gibi kıpırdamıyorduk. Bir şey işitmiyormuş gibi, burnumuz suda, öyle duruyorduk.
Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: 'Siz bir yalancısınız. - Siz bir sürtüksünüz. - Siz bir şıllıksınız. - Siz bir şırfıntısınız.' Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez.
Birdenbire arkamda bir gürültü duydum. Döndüm. Öteki, şişko karı, karımın üzerine şemsiyeyle yürümüştü. Pat! Pat! Melie iki tane yedi. Fakat Melie'nin kızması korkunçtur. Kızınca da vurur. Şişmanı saçlarından bir yakaladı ve şırak, şırak, şırak, tokatları erik gibi yağdırmaya başladı.
Ben onları kendi hallerine bırakırdım. Kadınlar birbiriyle, erkekler birbiriyle. Hiç el karıştırmamalıdır. Fakat ketenli bücür ecinni gibi kalktı ve karımın üzerine zıplamak istedi. Ama yok, ama yok, işte bu olmadı arkadaş! Bu turnayı bir elimle tuttum. Ve güm, güm. Bir tane burnuna, bir tane de karnına. Adam kollarını kaldırdı, bacağını kaldırdı ve sırtüstü ırmağın içine, tam oyuğun ortasına düştü.
Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi şişko da üstün gelmiş, Melie'yi adamakıllı tartaklıyordu. Öteki gargara edip dururken beride onun yardımına koşmamalıydım, biliyorum. Fakat sudakinin boğulacağını hiç düşünmemiştim. 'Adam sende! biraz serinler!' diyordum.
Onun için kadınları ayırmaya seğirttim. Yumruklar yedim, tırmanlandım, dişlendim. Ne katır şeyler, Tanrım!
Özetle bu iki kancayı birbirinden ayırıncıya kadar beş, belki de on dakika geçti.
Döndüm. Ortada bir şey yok. Su, göl gibi durgun. Ötekiler haykırıyor: 'Kurtarın onu, kurtarın onu.'
Bunu söylemek kolay, Ama ben yüzme bilmem. Hele dalma, kesinlikle hiç!
Sonunda barajcı ve kancalarıyla öbür iki bay geldiler. Fakat bu kocaman bir çeyrek saat sürdü. Onu oyuğun dibinde, dediğim gibi, sekiz ayak suyun altında buldular. Ketenli bücürcük oradaydı!
Ant içerim ki işler böyle oldu. Şerefsizim, hiç suçum yok."
Tanıklar da bu yolda tanıklık ettiklerinden sanık aklandı.
JULES AMCAM
M. Achille Benouvelle'e
Ak saçlı yaşlı bir yoksul, bizden sadaka istedi. Arkadaşım Joseph ona beş frank verdi. Şaşırdım. Bana:
- Bu zavallı, şimdi sana da anlatırım ya, hiç unutamadığım bir olayı yine aklıma getirdi; dedi.
Benim aslında Le Havrelı olan ailem, zengin değildi. Kendi yağıyla kavrulurdu. İşte o kadar. Babam çalışır, daireden geç döner ve çok bir şey kazanmazdı. İki kızkardeşim vardı.
Annem, içinde yaşadığımız darlıktan çok sıkılır ve çok kez kocasına söyleyecek iğneli sözler, sinsi ve üstü kapalı sitemler bulurdu. O vakit zavallı adam bana pek dokunan bir hal alırdı. Açık elini, yoktan bir ter siliyormuş gibi alnından geçirir ve hiç yanıt vermezdi. Ben onun elinden bir söz gelmediğine üzüldüğünü anlardım. Her şeyden kısırdı. Karşılık yapılmamak için hiçbir çağrıya gidilmezdi. Dükkân artığı ucuz yiyecek alınırdı. Kızkardeşlerim giysilerini kendileri dikerler ve metresi otuz santimlik bir şeridin fiyatı üzerinde uzun uzun çekişirlerdi. Her günkü yemeğimiz iç yağlı bir çorbayla türlü sığır yahnileriydi. Sözde bunlar hem sağlıklı, hem de doyurucudur. Ama ben doğrusu, başka şeyleri yeğlerdim.
Yitmiş düğmeler ve yırtılmış pantalonlar için beni pek kötü paylarlardı.
Fakat her pazar giyinip kuşanarak gezmeye giderdik. Babam, sırtında redingotu, başında silindir şapkası, ellerinde eldivenleri, kolunu, bayram gemisi gibi süslenip püslenmiş olan anneme verirdi. Önceden hazırlanan kızkardeşlerim, yürüyüş işaretini beklerlerdi. Fakat son dakikada kesinlikle aile babasının redingotunda unutulmuş bir leke görülür, çarçabuk onu benzine batırılmış bir bezle silmek gerekirdi.
Annem miyop gözlüğünü takıp lekelenmesin diye eldivenlerini çıkararak işe sarılırken babam, başında silindir şapkası, gömlekle iş bitsin diye beklerdi.
Yola törenle çıkılırdı. Kız kardeşlerim kol kola, önden yürürlerdi. İkisi de evlenme yaşındaydılar. Bu bahaneyle kentte görünmüş olurlardı. Ben, sağında babam bulunan annemin soluna geçerdim. Zavallı annemle babamın bu pazar gezintilerindeki pohpohlu tavırlarını, yüzlerinin asıklığını, yürüyüşlerinin ciddiliğini, hâlâ anımsarım. Sanki son derece önemli bir iş onların davranışına bağlıymış gibi vücutları dik, bacakları gergin, sert adımlarla ilerlerlerdi.
Ve her pazar, uzak ve bilinmez ülkelerden gelen büyük gemilerin limana girdiğini görünce babam, hiç değiştirmeden, hep aynı sözleri söylerdi:
- Ha, ister misiniz Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın?
Jules amcam, babamın kardeşi, önce umacısı olduktan sonra, ailenin tek umuduna dönüşmüştü. Çocukluğumdan beri onun sözünü işitirdim. Onu düşünmeye o kadar alışkındım ki görsem hemen tanıyacağımı sanıyordum. Onun Amerika'ya gittiği güne kadar yaşamının bütün olaylarını, - bu dönemden hep alçak sesle söz edilmiş olmasına karşın - biliyordum.
O galiba kötü yola sapmış, yoksul ailelere göre suçların en büyüğünü işlemiş, yani birkaç para yemişti. Zenginler için eğlence peşinde koşan adam yalnızca budalalık etmektedir. O, gülümsenerek söylendiği gibi, hovardanın biridir. Yoksullardaysa ana babayı sermayeden yemek zorunda bırakan bir oğul kötü kişidir, serseridir, haylazdır!
Bu ayırdediş de, iş aynı olmakla birlikte, yerindedir. Çünkü davranışların önemini ancak sonuçları belirtir.
Özetle, Jules amca babamın güvendiği mirası, kendi payını son meteliğine kadar yedikten başka, epeyce de azaltmıştı.
Onu, o vakitler görenek olduğu gibi, Le Havre'dan New-York'a giden bir tüccar gemisine bindirerek Amerika'ya yolladılar.
Bir kez oraya varınca Jules amcam bilmem ne satıcısı olarak yer tuttu ve hemen babama biraz para kazandığını, kendisine karşı yaptığı haksızlığı onarmak umudunda olduğunu yazdı. Bu mektup bütün aileyi derin bir heyecana düşürdü. Hani, nasıl derler, iki para etmeyen Jules birdenbire namuslu bir adam, iyi yürekli bir çocuk, bütün Davranchelar gibi doğru, gerçek bir Davranche oluverdi.
Ayrıca bir kaptan da bize onun büyük bir dükkân kiraladığını ve büyük işler yaptığını haber verdi.
İki yıl sonra ikinci bir mektup şöyle diyordu: "Sevgili Philippe, sana sağlığım için merak etmeyesin diye yazıyorum. İyiyim. İşlerim de iyidir. Yarın Güney Amerika'da uzun bir geziye çıkıyorum. Herhalde, birçok yıl sana bir haber ulaştıramayacağım. Eğer yazmazsam merak etme. Zengin olur olur olmaz Le Havre'a döneceğim. Bunun o kadar uzun sürmeyeceğini ve hep birlikte rahatça yaşıyacağımızı umarım..."
Bu mektup ailenin İncili olmuştu. Her vesileyle okunuyor, herkese gösteriliyordu.
Gerçekten Jules amca on yıl bir haber yollamadı. Fakat zaman geçtikçe babamın umudu büyüyordu. Annem de çok kez:
- Şu iyi Jules gelince durumumuz değişecek, diyordu. İşini bilen adam o!
Ve her pazar, babam kocaman kara vapurların gökyüzüne dumandan yılanlar çıkarta çıkarta ufuktan gelişlerine bakarak her zamanki tümcesini yinelerdi:
- Ha, ister misiniz, Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın? Ve adeta onun, bir mendil sallar ve "Hey! Philippe!" diye seslenirken görülmesi beklenirdi.
Bu güvenilen dönüş üzerine bin hülya kurulmuştu. Amcamın parasıyla Ingouville yakınlarında küçük bir yazlık ev bile alınacaktı. Hatta babamın bu konuda bazı pazarlıklara girişmemiş olduğunu hiç de ileri süremem.
Kız kardeşlerimin büyüğü o vakitler yirmi sekiz yaşındaydı. Öteki de yirmi altı. Evlenemiyorlardı ve bu herkese büyük bir dert oluyordu.
Sonunda küçüğüne bir istekli çıktı. Zengin olmamakla birlikte namuslu bir memur. Delikanlının duraksamalarına son veren ve onu karara vardıran şeyin, Jules amcanın bir akşam kendisine gösterilen mektubu olduğuna hep inanmışımdır.
İstek hemen kabul edildi ve evlenmeden sonra bütün ailenin Jersey'e küçük bir gezi yapması kararlaştı.
Jersey, geziye çıkmak sevdasında olan yoksul insanlar için aranıp da bulunmaz bir yerdir. Uzak değildir. Deniz, posta vapuruyla geçilir ve adacık İngilizlerin olduğu için insan kendini yabancı bir ülkeye gelmiş sanır. Bu nedenle bir Fransız iki saatlik bir gemi yolculuğundan sonra komşu insanları ülkelerinde görür ve açık konuşmayı sevenlerin dediği gibi, Britanya bayrağının koruduğu bu adadaki esasen yürekler acısı yaşayış biçimini inceleyebilir.
Bu Jersey gezisi bütün düşüncemiz, her saniyelik hülyamız oldu; tek beklediğimiz şeye dönüştü.
Sonunda yola çıkıldı. Bunu dünkü gibi görüyorum: Vapur Granville rıhtımında istim üzerinde; babam telaşlı, üç dengimizin yüklenmesine bakıyor; meraklı annem, ötekinin gidişinden beri kuluçkasından arta kalmış tek piliç gibi ziyan olmuşa benzeyen bekar ablamın kolunda; arkamızda da hep geriye kalıp bana çok kez başımı çevirten yeni evliler.
Vapur düdük çaldı. İşte biz de bindik ve gemi rıhtımdan ayrılarak yeşil mermer levha gibi dümdüz denize açıldı. Bütün seyrek yolculuk edenler gibi hoşnut ve kurumlu, kıyıların geride kalışına bakıyorduk.
Babam daha o sabah bütün lekeleri dikkatle silinen redingotunun altından karnını çıkarıyor ve çevresine gezinti günlerinin, o bana pazarları tanıtan, benzin kokusunu yayıyordu.
Birdenbire uzakta iki bayın istiridye ikram ettiği iki süslü bayan gördü. Eski püskü giysili yaşlı bir gemici, kabukları bir bıçakla açarak baylara veriyor, onlar da hemen onları bayanlara uzatıyordu. Bayanlar giysilerini lekelememek için kabuğu zarif bir mendil üzerinde tutarak ve ağızlarını uzatarak kibar kibar yiyorlardı. Sonra küçük bir hareketle suyunu da içiveriyorlar ve kabuğu denize atıyorlardı.
Babam herhalde böyle yola çıkmış bir gemide istiridye yeme kibarlığına bayılmıştı. Bunu yerinde, ince, üstün bir davranış saydı ve annemle ablalarıma yaklaşarak:
- İster misiniz, birkaç istiridye ikram edeyim? diye sordu.
Annem para harcanacak düşüncesiyle yutkunuyordu. Fakat iki ablam hemen kabul ettiler. Annem küskün bir sesle:
- Mideme dokunmasından korkarım, dedi; sen onu yalnızca çocuklara ikram et. Ama fazla kaçırma, midelerini bozarsın.
Sonra bana dönerek ekledi:
- Joseph'e öyle şeyler gerekmez; hem küçükleri şımartmamalı.
Bu ayırdedişi haksız bularak annemin yanında kaldım. İki kızıyla damadını yaşlı partal gemiciye doğru kurula kurula götüren babamı gözlerimle kolluyordum.
İki bayan henüz çekilmişti. Babam ablama, suyunu dökmeden istiridyeyi yemek için nasıl davranacaklarını anlatıyordu. Hatta örnek göstermek istedi ve bir istiridye aldı. Fakat bayanlar gibi yapayım derken ansızın bütün suyunu redingotuna boca etti. Annemin:
- Yerinde dursaydı daha iyi ederdi; diye mırıldandığını duydum.
Yalnızca babam bana birden telaşlanmış göründü. Birkaç adım uzaklaştı, istiridyecinin başına toplanmış olan kızlarına ve damadına uzun uzun baktı ve ansızın bize doğru geldi. Bakışında bir tuhaflık vardı, sararmışa benziyordu. Hafif sesle anneme:
- Olur şey değil, dedi; şu istiridye açan adam Jules'e öyle benziyor ki!
- Annem kestiremeyerek sordu:
- Hangi Jules'e?
Babam yine:
- Canım... kardeşime, dedi; eğer Amerika'da iyi durumda olduğunu bilmesem odur derdim.
Annem şaşırmış kekeledi:
- Sen delisin! O olmadığını bildiğin halde ne diye böyle saçmalıyorsun?
Fakat babam üsteliyordu:
- Git sen de bak Glarisse; kendi gözlerinle görüp emin olman daha iyi.
Kadıncağız kalktı ve kızlarının yanına gitti. Adama ben de bakıyordum. Yaşlı, pis, buruş buruştu ve gözlerini işinden ayırmıyordu.
Annem döndü. Titremekte olduğunu gördüm. Çabuk çabuk:
- Odur sanırım, dedi; hadi git, kaptandan öğren. Ama önlemli davran da bu haylaz şimdi yine üstümüzde kalmasın!
Babam uzaklaştı. Ben de arkasından gittim. İçimde garip bir heyecan duyuyordum.
Kaptan, iri, zayıf, uzun çatal sakallı bir bay, Hint postasına komuta ediyormuş gibi, kurumla köprüsünde geziniyordu.
Babam törenle kendisine yaklaştı, koltuk vererek mesleği üzerine soruşturmalara başladı:
- Jersey'in önemi neydi? Ürünleri, halkı, özellikleri, görenekleri nelerdi? Toprağı nasıldı? ve dahası.. ve dahası..
İnsan hiç değilse Amerika Birleşik Devletlerinden söz ediliyor sanırdı.
Sonra bildiğimiz gemiden, ekspresten laf açıldı. Sonra da tayfalara gelindi. Sonunda babam titrek bir sesle:
Orada dikkate değer görünen yaşlı bir istiridyeciniz var, dedi, adamcağız hakkında bir şeyler biliyor musunuz?
Bu konuşmadan artık sıkılmaya başlayan kaptan kuru kuru yanıt verdi:
- Bu, yaşlı bir Fransız serserisidir. Geçen yıl Amerika'da buldum ve yurduna getirdim. Görünüşe bakılırsa Le Havre'da akrabaları var ama onlara borçlu olduğundan yanlarına dönmek istemiyor. Adı Jules'dür... Jules Darmanche, yahut Davranche, işte onun gibi bir şey. Orada bir zamanlar zengin olmuşmuş. Fakat bakın şimdi ne duruma girmiş!
Yüzü gittikçe kararan babam, boğazı kurumuş, gözleri dönmüş:
- Ya! ya! diye kekeledi; âlâ.. çok iyi.. buna hiç de şaşmıyorum... Size çok teşekkür ederim kaptan.
Ve denizci arkasından alık alık bakarken o çekip gitti.
Annemin yanına öyle perişan döndü ki kadın kendisine:
- Otur, dedi; farkına varacaklar. O:
- Kendisi! Ta kendisi! diye kekeleyerek sıranın üstüne düştü.
Sonra:
- Şimdi ne yapacağız?... diye sordu.
Annem sert yanıt verdi:
- Çocukları uzaklaştırmalı, Joseph her şeyi bildiği için gidip onları alsın. Özellikle damadımızın bir şeyden kuşkulanmamasına dikkat etmeli.
Babam bitmiş görünüyordu.
- Ne yıkım! diye mırıldandı.
Annem ansızın öfkelenmiş, ekledi:
- Zaten bu hırsızın bir şey yapmayacağından ve yine bize yük olacağından hiç kuşku duymamıştım! Sanki, bir Davranche'tan başka ne beklenebilirdi?
Babam karısının azarları karşısında hep yaptığı gibi elini alnından geçirdi.
Annem yine:
- Şimdi Joseph'e para ver de gitsin o istiridyelerin hesabını görsün, diye ekledi; bir de bu dilenci kendisini tanırsa tamam olur. İş gemide ne güzel etki bırakır! Hadi kalkın öbür uca gidelim. Sen öyle davran ki bu adam bize yaklaşmasın!
Kendisi hemen kalktı. Elime beş frank sıkıştırdıktan sonra uzaklaştılar.
Ablalarım şaşırmış, babalarını bekliyorlardı. Annemi biraz deniz tuttuğunu söyledim ve istiridyeciye:
- Borcumuz ne kadar efendim? diye sordum.
Amca demek için içim titriyordu. O yanıt verdi:
- İki buçuk frank.
Ben beş franklığı uzattım. O da gerisini verdi.
Eline bakıyordum, baştan başa kırışmış, yoksul bir gemici eli; yüzüne bakıyordum, bitkin, üzgün, yaşlı ve sefil bir yüz. İçimden de:
- Bu benim amcam, babamın kardeşi, amcam! diyordum.
Kendisine elli santim bahşiş verdim. Sadaka alan bir yoksul sesiyle:
- Tanrı sizi kazadan, beladan esirgesin, küçük bayım! diye teşekkür etti.
Onun ötede de dilenmiş olacağını düşündüm!
Kız kardeşlerim cömertliğime şaşmışlar, bana bakıyorlardı.
Babama iki frank geri verdiğim zaman annem şaşırarak sordu:
- Üç frank mıymış?.. Olamaz.
Ben katı bir sesle:
- Elli santim bahşiş verdim, dedim.
Annem yerinden hoplayarak gözlerimin içine baktı:
- Sen delisin! Bu adama, bu dilenciye elli santim vermek ha!...
Damadını işaret eden babamın bir bakışı üzerine kesti.
Sonra herkes sustu.
Karşımızda, ufukta, denizden menekşe renkli bir gölge çıkıyor gibiydi. Bu Jersey'di.
İskeleye yanaşıldığı zaman içimden Jules amcamı bir daha görmek, kendisine yaklaşmak, tatlı, avutucu bir şey söylemek için şiddetli bir istek geldi.
Fakat artık kimse istiridye yemediğinden o kaybolmuş, kuşkusuz, yattığı pis anbarın dibine inmişti.
Biz kendisine raslamamak için Saint-Malo vapuruyla döndük.
Annem sıkıntıdan ölüyordu.
Ondan sonra babamın kardeşini hiç görmedim!
İşte bunun için beni bazen serserilere beşer frank verirken göreceksin.
DÖNÜŞ
Deniz, kısa ve hep birbirinin aynı dalgalarla kıyıyı kamçılıyor. Hızla esen rüzgârın sürdüğü küçük beyaz bulutlar geniş, mavi göğün ortasından kuş gibi çabuk çabuk geçiyor. Ve köy, okyanusa doğru inen koyağın büklümünde güneşe karşı ısınıyor.
Martin-Lévesquelerin evi köyün tam ağzında, yolun kıyısında tek başına. Bu, duvarları kerpiçten, çatısı mavi süsenlerle donanmış samandan, küçük bir balıkçı kulübesi. İçinde soğan, birkaç lahana, maydanoz yetişmiş mendil kadar bir bahçe kapısının önünde yayılıyor. Bahçeyi yol boyunca bir çit çevreliyor.
Adam balıkta. Kadın evin önünde, kocaman bir örümcek ağı gibi duvara gerilmiş büyük, esmer bir serpmenin ilmiklerini tutturuyor. On dört yaşında bir kızcağız, bahçe kapısında hasır bir iskemleye oturmuş, arkaya yaslanmış, çamaşır, önce de yamalanıp söküğü dikilmiş yoksul çamaşırı onarıyor. Ondan bir yaş daha küçük başka bir kız, kollarında henüz yürüyemeyen, konuşamayan bir bebeği sallıyor. İki üç yaşlarında iki yumurcak da yere oturmuş, burun buruna, beceriksiz elleriyle toprak kazıyor ve avuç avuç birbirlerinin yüzüne atıyorlar.
Kimse konuşmuyor, yalnızca uyutulmaya çalışılan yaramaz, ekşi ve güçsüz bir sesçeğizle boyuna ağlıyor. Pencerede bir kedi uyuyor. Duvarın dibinde açan şebboylar da, üzerlerinde bir yığın sinek vızıldayan, beyaz, güzel bir şerit oluşturuyor.
Kapıda dikiş diken kızcağız birden sesleniyor:
- O yine geldi.
Anne yanıt veriyor:
- Gördüm.
Kadınlar sabahtanberi telaşta. Çünkü evin çevresinde bir adam, yoksul kılıklı yaşlı bir adam dolaşıyor. Onu, babayı esenlemek için kayığına götürürlerken görmüşlerdi. Kapılarının karşısında hendeğin yanına oturmuştu. Sonra deniz kıyısından döndükleri zaman kendisini yine orada, eve bakıyor buldular.
Adam hasta ve çok yoksul görünüyordu. Bir saatten çok kıpırdamadan kalmıştı. Sonra kendisine bir haydut gözüyle bakıldığını görerek kalkmış ve bacağını sürüye sürüye gitmişti.
Fakat işte çok geçmeden, ağır ve yorgun adımlarla yeniden geldiğini görüyorlardı. Bu kez, sanki kendilerini gözetlemek ister gibi, biraz daha uzağa oturmuştu.
Anneyle kızlar korkuyordu. En çok anne telaş ediyordu. Çünkü hem yapısı korkaktı, hem de kocası Lévesque denizden ancak karanlık basarken dönebilirdi.
Kocasının adı Lévesque'ti. Kendisine Martin derlerdi. Her ikisine birden Martin-Lévesque adını vermişlerdi. Nedeni de şuydu: Önce, her yaz Terre-Neuve'e, morina avına giden Martin adında bir gemiciye varmıştı.
İki yıl evlilikten sonra küçük bir kızın anası ve ayrıca altı aylık gebeyken, kocasının bindiği gemi, İki-Kız kardeşler adlı Dieppe üç direklisi kayboldu.
Gemiden hiçbir haber gelmedi. İçindeki denizcilerden hiçbiri dönmedi. Onun için gemi hem can, hem mal bakımından kayıp sayıldı.
Bayan Martin, iki çocuğunu bin sıkıntıyla büyüterek kocasını on yıl bekledi. Sonra, iyi ve çalışkan bir kadın olduğu için kendisini, bir oğlu olan dul bir adam, köyün balıkçılarından Lévesque istedi. O da ona vardı ve üç yılda iki çocuk daha doğurdu.
Çok çalışıyorlar, zor geçiniyorlardı. Ekmek pahalıydı ve et evde hemen hemen bilinmezdi. Kışın, kasırga aylarında bazan fırıncıya borç edilirdi. Bununla birlikte küçüklerin sağlığı yerindeydi.
- Şu Martin Lévesqueler özlü insanlar, denirdi; Martin kadın zora dayanır. Levesque'in de balıkta eşi benzeri yoktur.
Bahçe kapısında oturan küçük kız yine:
- Sanki bizi tanıyor, dedi; herhalde Eyréville veya Auzebosc'tan bir yoksuldur.
Fakat anne aldanmıyordu. Hayır, hayır, bu adam kesinlikle köyden değildi!
Adam kazık gibi kımıldamadan durduğu ve gözlerini Martin-Lévesquelerin evinden hiç ayırmadığı için bayan Martin kızdı ve korkunun verdiği cesaretle bir kürek yakalayıp kapının önüne çıktı. Serseriye:
- Ne yapıyorsunuz orada? diye haykırdı.
Adam kısık bir sesle:
- Şöyle hava alıyorum! diye yanıt verdi; size bir zararım var mı?
Kadın yine:
- Ya niye evimin önünde öyle gözetler gibi duruyorsunuz? dedi.
Adam da:
- Ben kimseye kötülük etmiyorum, dedi; burada yola oturmak yasak mı?
Kadın verecek yanıt bulamıyarak evine girdi.
Gün ağır ağır geçti. Öğleye doğru adam kayboldu. Fakat saat beş sularında yeniden ortaya çıktı. Sonra akşam görülmedi.
Lévesque karanlık basarken döndü. Sorunu kendisine söylediler.
- Bu ya bir zavallıdır yahut da zararlı bir adamdır, dedi.
Ve telaşsız yattı. Oysa karısı kendisine o kadar acayip gözlerle bakmış olan bu serseriyi düşünüp duruyordu.
Sabahleyin hava çok rüzgârlıydı. Gemici denize çıkamayacağını görerek ağlarını onaran karısına yardım etti.
Saat dokuza doğru, ekmek almaya gitmiş olan büyük kız, Martinlerden biri, karmakarışık bir yüzle koşarak döndü ve:
- Anne; adam yine geldi! diye haykırdı.
Ana sarsıldı ve sapsarı, kocasına:
- Git Lévesque, onunla konuş, dedi; bizi böyle gözetlemesin, çünkü bu, sinirlerimi oynatıyor.
Tuğla renkli, kızıl ve sık sakallı, kara beneklerle delinmiş mavi gözlü, kalın enseli, açık denizin rüzgâr ve yağmur korkusundan hep yünlere sarılı, iri bir gemici olan Lévesque telaşsız çıktı ve serseriye yaklaştı.
Anayla çocuklar üzüntü içinde titreyerek onlara uzaktan bakıyorlardı.
Birden yabancı ayağa kalktı ve Lévesque'le birlikte eve doğru geldi.
Bayan Martin, şaşırmış, geriliyordu. Kocası kendisine:
- Buna bir parça ekmekle bir bardak elma şarabı ver, dedi; önceki günden beri ağzına bir lokma koymamış.
İkisi de, arkalarında kadın ve çocuklar, içeri girdiler. Serseri oturdu ve herkesin bakışı karşısında başı eğik, yemeye başladı.
Anne, ayakta, gözlerini onun yüzünden ayırmıyordu. İki büyük kız, Martinler, biri en küçük çocuğu taşıyarak kapıya dayanmışlar, meraktan açılan gözlerini ona dikmişlerdi. Ocağın küllerinde oturan iki yumurcak bile sanki bu yabancıyı seyretmek için kara tencereyle oynamayı bırakmışlardı.
Lévesque bir sandalye çekerek adama sordu:
- Demek uzaktan geliyorsunuz?
- Cette'den geliyorum.
- Hep yayan mı?
- Evet, yayan. Çare olmayınca öyle olur.
- Ye nereye gidiyorsunuz?
- Buraya geliyordum.
- Burada bir tanıdığınız mı var?
- Bulunabilir.
Sustular. Adam aç olmakla birlikte ağır yiyor ve her ekmek lokmasından sonra bir yudum elma şarabı içiyordu. Her yanı aşınmış, buruşmuş, çukurlaşmış bir yüzü vardı ve çok çekmişe benziyordu.
Lévesque birdenbire sordu.
- Adınız ne?
Adam burnunu kaldırmadan yanıt verdi:
- Adım Martin.
Anayı garip bir titreme sarstı. Sanki serseriyi daha yakından görmek için bir adım attı ve kolları sarkık, ağzı açık, onun karşısında durdu.
Artık kimse bir şey söylemiyordu. Sonunda Lévesque yine sordu:
- Buradan mısınız?
Adam yanıt verdi:
- Buradanım.
Ve sonunda başını kaldırdığı için kadının gözleriyle kendi gözleri karşılaştı ve sanki bakışları, birbirlerine takılmış gibi, oldukları durumda, birbirine geçmiş kaldı.
Kadın birdenbire değişik, basık ve titrek bir sesle:
- Sen kocam mısın? dedi.
Adam ağır ağır konuştu:
- Evet, benim.
Ve ekmeğini çiğnemeyi sürdürerek kımıldamadı.
Lévesque, heyecanlanmaktan çok şaşmış, kekeledi:
- Sen misin Martin?
Öteki yalnızca:
- Evet, benim; dedi.
İkinci koca sordu:
- Nerden geliyorsun, öyleyse?
Birincisi anlattı:
- Afrika kıyılarından. Bir kayaya çarptık. Üç kişi kurtulduk. Picard, Vatinel ve ben. Sonra vahşilere yakalandık. Bizi on iki yıl tuttular. Picard ile Vatinel öldü. Bir İngiliz gezgini beni geçerken aldı ve Cette'e getirdi. Ben de buraya geldim.
Bayan Martin, yüzü önlüğünde, ağlamaya başlamıştı.
Lévesque:
- Ya şimdi ne yapacağız? dedi.
Martin sordu:
- Sen onun kocası mısın?
Lévesque yanıt verdi:
- Evet, kocasıyım.
Bakıştılar ve sustular.
O vakit Martin, çevresinde halka olan çocuklara bakarak başıyla iki kızı gösterdi:
- Bunlar benimkiler mi?
Lévesque:
- Seninkiler, dedi.
Adam kalkmadı; adam onları kucaklamadı; yalnızca:
- Güzel Tanrım! Ne kadar da büyümüşler! dedi.
Lévesque yineledi:
- Ne yapacağız?
Martin, şaşkın, ne diyeceğini bilmiyordu. Sonunda karar verdi:
- Ben, nasıl istersen öyle yaparım. Sana zarar vermek istemem. Bununla birlikte ev konusunda iş çarpaşık. Benim iki çocuğum var; senin üç; herkesinki kendine. Anaları sende mi kalacak, bende mi? Ben sana uygun gelene razıyım. Ama ev benim. Çünkü onu bana babam bıraktı. Ben burada doğdum. Noterde kâğıtları da var.
Bayan Martin, önlüğün mavi bezinde boğulan küçük hıçkırıklarla hep ağlıyordu. İki büyük kız birbirlerine sokulmuş, heyecanla babalarına bakıyorlardı.
Adam yemeği bitirmişti. Bu kez o:
- Ne yapacağız? diye sordu.
Lévesque'in aklına bir şey geldi:
- Papaza gidelim; o bir karar verir.
Martin kalktı. Karısına doğru ilerlerken o hıçkırarak kollarına atıldı:
- Kocacığım! Sonunda geldin! Martin, benim zavallı Martinim! Sonunda geldin!
Ansızın bir geçmiş zaman havasına, kendisini yirmi yaşına ve ilk kucaklaşmalarına götüren bir anılar sarsıntısına kapılmış, onu sımsıkı tutuyordu.
Martin de heyecanlanmış, kadını başlığından öpüyordu. Ocaktaki çocuklar, annelerinin ağladığını duyarak bir ağızdan ulumaya başladılar. Martin kızlardan küçüğünün kucağındaki bebek de yalancı bir düdük gibi ince bir sesle bir makam tutturdu.
Lévesque, ayakta, bekliyordu:
Hiç tınmıyordum, bütün bunlar doğruydu.
Bununla birlikte artıklardan yararlanmaya çalışmak üzere o yerin yanında kıyıya çıktım. Belki de o adam bir şey tutamazdı ve oradan giderdi!
Bu, beyaz keten giysili, geniş hasır şapkalı, ufak tefek birisiydi. Onun da karısı vardı. Arkasında, iş işleyen şişman bir kadın.
Bizim oranın yanında yerleştiğimiz görünce bu kadın:
'Kıyıda başka yer mi yok sanki?' diye mırıldandı.
Hırslanıp duran benimki de: 'Yol yordam bilen insanlar başkalarının yerine çökmeden önce bir sorup soruşturur,' yanıtını verdi.
Hırgür istemediğim için kendisine:
'Sus Melie,' dedim; 'aldırış etme. Hele görürüz.'
İşte böyle, Dalila'yı söğütlerin altına çekmiş, kendimiz de inmiş, Melie ile omuz omuza, tam öteki çiftin yanıbaşında balık tutuyorduk.
Burada ayrıntıya girmeliyim, bay başkan.
Beş dakika oldu olmadı, komşunun oltası iki kez, üç kez dalakoydu. Sonra da hop, budum kadar bir balık çıktı. Belki de biraz daha küçük, fakat hemen hemen o kadar! Yüreğim çarpmaya başladı. Şakaklarımı ter bastı. Melie de üstelik: 'Nasıl sarhoş, gördün mü?' dedi.
Bu aralık Poissy bakkalı Bay Brau, bir kaya balığı meraklısı, kayıkla geçti ve bana seslendi: 'Yerinizi mi almışlar, bay Renard'. Kendisine: 'Evet, Bay Bru, dünyada yol yordam bilmeyen görgüsüz adamlar da var,' yanıtını verdim.
Yandaki ketenli bücür işitmemiş gibiydi. Karısı da öyle; o şişman karısı, o dana!"
Başkan, sözünü ikinci kez kesti: "Dikkat edin! Dul Bayan Flameche'i aşağılıyorsunuz."
Renard özür diledi: "Bağışlayın, bağışlayın, heyecana kapıldım.
İşte, bir çeyreğe varmadan ketenli bücür bir balık daha tuttu. Hemen arkasından bir daha ve beş dakika sonra bir daha.
Artık benim gözlerim dolmuştu. Üstelik Bayan Renard'ın da içinden kaynadığını duyumsuyordum. Bana boyuna laf yetiştiriyordu: 'Ah, miskin! Görmüyor musun? Balıklarını çalıyor! Görmüyor musun? Sen hiçbir şey tutamayacaksın! Kurbağa bile! Hiç, hiç, hiçbir şey! Bak, avuçlarım yanıyor 'Yalnızca bunu düşünmekten!'
Ben kendi kendime: 'Öğleyi bekliyelim,' diyordum; 'bu otlakçı yemeğe gider, ben de yerimi ele geçiririm'. Çünkü ben, Bay Başkan, her pazar oralarda yemek yerim. Yiyeceğimizi Dalila ile götürürüz.
Hah! İşte saat de öğleyi çalıyor! Fakat hainin gazeteye sarılı bir pilici varmış. Hem yerken bir balık daha tuttu!
Biz de Melie ile çarçabuk bir iki lokma yedik. Adeta bir şey yemedik. Hiç iştahımız yoktu.
Bunun üzerine, sindirim için gazetemi aldım. Her pazar şöyle su kıyısında, gölgede Gil Blas'ı okurum. Pazar, Colombine'in günüdür. Bildiğiniz, makaleler yazan Colombine'in. Bu Colombine'i tanıdığımı ileri sürerek Bayan Renard'ı kızdırmayı alışkanlık edinmiştim. Oysa aslı yoktur. Kendisini tanımam, hatta görmüş bile değilim. Neyse, güzel yazar. Sonra bir kadın için pek damdan düşercesine şeyler söyler. Ben, hoşlanırım. O tür yazı yazan çok kimse yoktur.
İşte, karımı kızdırmaya başladım. Fakat o, hâlâ hırçın, hemen küstü. Onun için sustum.
Tam o sırada buradaki tanıklarımız Bay Ladureau ile Bay Durdent ırmağın öbür yanından geldiler. Birbirimizi gözle tanırız.
Bücür yine balık tutmaya koyulmuştu. Öyle tutuyordu ki ben tirtir titriyordum. Karısı: 'Yer olağanüstüymüş; buraya her zaman gelebilirim, Désiré!' demeye başladı.
Sırtımda bir üşüme duydum. Bayan Renard habire yineliyordu: 'Sen adam değilsin, sen adam değilsin. Damarlarında piliç kanı var.'
Birdenbire kendisine: 'Bak,' dedim; 'kalkıp gitmek daha iyi olacak; bir münasebetsizlik yapacağım'.
O, burnuna bir kızgın demir koymuş gibi boyuna üzerime üflüyordu: 'Sen adam değilsin. İşte şimdi de kaçıyorsun. Kaleyi teslim ediyorsun! Bazaine, sen de!' (1)
Bu sözlerin içime işlediğini duydum. Bununla birlikte kendimi kaptırmadım.
Fakat öteki bir sazan tuttu. Hiç de öylesini görmemiştim! Ama hiç!
Ve karım, sanki düşünüyormuş gibi, yine yüksek sesle söylenmeye başladı. Isırganlığını buradan görüyorsunuz. 'İşte çalma balık buna derler,' diyordu; 'burayı yemleyen biziz. Bari yem için harcadığımız para ödenseydi!'
O vakit ketenli bücürün duba karısı da yanıt vermeye kalktı: 'Bize mi kızıyorsunuz, bayan?'
'Başkalarının harcadığı paradan yararlanan balık hırsızlarına kızıyorum.'
'Balık hırsızları dediğiniz biz miyiz?'
Sonunda ağızlardan baklalar çıktı ve sıra sövgülere geldi. Aman Tanrım, haspalar neler, ne oturaklı şeyler de biliyorlarmış! Öyle bağırıyorlardı ki öbür kıyıda olan iki tanığımız seslenip alay ettiler: 'Hey! susun biraz. Kocalarınıza balık tutturmayacaksınız.'
İşin doğrusu, ketenli bücürle ben iki kütük gibi kıpırdamıyorduk. Bir şey işitmiyormuş gibi, burnumuz suda, öyle duruyorduk.
Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: 'Siz bir yalancısınız. - Siz bir sürtüksünüz. - Siz bir şıllıksınız. - Siz bir şırfıntısınız.' Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez.
Birdenbire arkamda bir gürültü duydum. Döndüm. Öteki, şişko karı, karımın üzerine şemsiyeyle yürümüştü. Pat! Pat! Melie iki tane yedi. Fakat Melie'nin kızması korkunçtur. Kızınca da vurur. Şişmanı saçlarından bir yakaladı ve şırak, şırak, şırak, tokatları erik gibi yağdırmaya başladı.
Ben onları kendi hallerine bırakırdım. Kadınlar birbiriyle, erkekler birbiriyle. Hiç el karıştırmamalıdır. Fakat ketenli bücür ecinni gibi kalktı ve karımın üzerine zıplamak istedi. Ama yok, ama yok, işte bu olmadı arkadaş! Bu turnayı bir elimle tuttum. Ve güm, güm. Bir tane burnuna, bir tane de karnına. Adam kollarını kaldırdı, bacağını kaldırdı ve sırtüstü ırmağın içine, tam oyuğun ortasına düştü.
Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi şişko da üstün gelmiş, Melie'yi adamakıllı tartaklıyordu. Öteki gargara edip dururken beride onun yardımına koşmamalıydım, biliyorum. Fakat sudakinin boğulacağını hiç düşünmemiştim. 'Adam sende! biraz serinler!' diyordum.
Onun için kadınları ayırmaya seğirttim. Yumruklar yedim, tırmanlandım, dişlendim. Ne katır şeyler, Tanrım!
Özetle bu iki kancayı birbirinden ayırıncıya kadar beş, belki de on dakika geçti.
Döndüm. Ortada bir şey yok. Su, göl gibi durgun. Ötekiler haykırıyor: 'Kurtarın onu, kurtarın onu.'
Bunu söylemek kolay, Ama ben yüzme bilmem. Hele dalma, kesinlikle hiç!
Sonunda barajcı ve kancalarıyla öbür iki bay geldiler. Fakat bu kocaman bir çeyrek saat sürdü. Onu oyuğun dibinde, dediğim gibi, sekiz ayak suyun altında buldular. Ketenli bücürcük oradaydı!
Ant içerim ki işler böyle oldu. Şerefsizim, hiç suçum yok."
Tanıklar da bu yolda tanıklık ettiklerinden sanık aklandı.
JULES AMCAM
M. Achille Benouvelle'e
Ak saçlı yaşlı bir yoksul, bizden sadaka istedi. Arkadaşım Joseph ona beş frank verdi. Şaşırdım. Bana:
- Bu zavallı, şimdi sana da anlatırım ya, hiç unutamadığım bir olayı yine aklıma getirdi; dedi.
Benim aslında Le Havrelı olan ailem, zengin değildi. Kendi yağıyla kavrulurdu. İşte o kadar. Babam çalışır, daireden geç döner ve çok bir şey kazanmazdı. İki kızkardeşim vardı.
Annem, içinde yaşadığımız darlıktan çok sıkılır ve çok kez kocasına söyleyecek iğneli sözler, sinsi ve üstü kapalı sitemler bulurdu. O vakit zavallı adam bana pek dokunan bir hal alırdı. Açık elini, yoktan bir ter siliyormuş gibi alnından geçirir ve hiç yanıt vermezdi. Ben onun elinden bir söz gelmediğine üzüldüğünü anlardım. Her şeyden kısırdı. Karşılık yapılmamak için hiçbir çağrıya gidilmezdi. Dükkân artığı ucuz yiyecek alınırdı. Kızkardeşlerim giysilerini kendileri dikerler ve metresi otuz santimlik bir şeridin fiyatı üzerinde uzun uzun çekişirlerdi. Her günkü yemeğimiz iç yağlı bir çorbayla türlü sığır yahnileriydi. Sözde bunlar hem sağlıklı, hem de doyurucudur. Ama ben doğrusu, başka şeyleri yeğlerdim.
Yitmiş düğmeler ve yırtılmış pantalonlar için beni pek kötü paylarlardı.
Fakat her pazar giyinip kuşanarak gezmeye giderdik. Babam, sırtında redingotu, başında silindir şapkası, ellerinde eldivenleri, kolunu, bayram gemisi gibi süslenip püslenmiş olan anneme verirdi. Önceden hazırlanan kızkardeşlerim, yürüyüş işaretini beklerlerdi. Fakat son dakikada kesinlikle aile babasının redingotunda unutulmuş bir leke görülür, çarçabuk onu benzine batırılmış bir bezle silmek gerekirdi.
Annem miyop gözlüğünü takıp lekelenmesin diye eldivenlerini çıkararak işe sarılırken babam, başında silindir şapkası, gömlekle iş bitsin diye beklerdi.
Yola törenle çıkılırdı. Kız kardeşlerim kol kola, önden yürürlerdi. İkisi de evlenme yaşındaydılar. Bu bahaneyle kentte görünmüş olurlardı. Ben, sağında babam bulunan annemin soluna geçerdim. Zavallı annemle babamın bu pazar gezintilerindeki pohpohlu tavırlarını, yüzlerinin asıklığını, yürüyüşlerinin ciddiliğini, hâlâ anımsarım. Sanki son derece önemli bir iş onların davranışına bağlıymış gibi vücutları dik, bacakları gergin, sert adımlarla ilerlerlerdi.
Ve her pazar, uzak ve bilinmez ülkelerden gelen büyük gemilerin limana girdiğini görünce babam, hiç değiştirmeden, hep aynı sözleri söylerdi:
- Ha, ister misiniz Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın?
Jules amcam, babamın kardeşi, önce umacısı olduktan sonra, ailenin tek umuduna dönüşmüştü. Çocukluğumdan beri onun sözünü işitirdim. Onu düşünmeye o kadar alışkındım ki görsem hemen tanıyacağımı sanıyordum. Onun Amerika'ya gittiği güne kadar yaşamının bütün olaylarını, - bu dönemden hep alçak sesle söz edilmiş olmasına karşın - biliyordum.
O galiba kötü yola sapmış, yoksul ailelere göre suçların en büyüğünü işlemiş, yani birkaç para yemişti. Zenginler için eğlence peşinde koşan adam yalnızca budalalık etmektedir. O, gülümsenerek söylendiği gibi, hovardanın biridir. Yoksullardaysa ana babayı sermayeden yemek zorunda bırakan bir oğul kötü kişidir, serseridir, haylazdır!
Bu ayırdediş de, iş aynı olmakla birlikte, yerindedir. Çünkü davranışların önemini ancak sonuçları belirtir.
Özetle, Jules amca babamın güvendiği mirası, kendi payını son meteliğine kadar yedikten başka, epeyce de azaltmıştı.
Onu, o vakitler görenek olduğu gibi, Le Havre'dan New-York'a giden bir tüccar gemisine bindirerek Amerika'ya yolladılar.
Bir kez oraya varınca Jules amcam bilmem ne satıcısı olarak yer tuttu ve hemen babama biraz para kazandığını, kendisine karşı yaptığı haksızlığı onarmak umudunda olduğunu yazdı. Bu mektup bütün aileyi derin bir heyecana düşürdü. Hani, nasıl derler, iki para etmeyen Jules birdenbire namuslu bir adam, iyi yürekli bir çocuk, bütün Davranchelar gibi doğru, gerçek bir Davranche oluverdi.
Ayrıca bir kaptan da bize onun büyük bir dükkân kiraladığını ve büyük işler yaptığını haber verdi.
İki yıl sonra ikinci bir mektup şöyle diyordu: "Sevgili Philippe, sana sağlığım için merak etmeyesin diye yazıyorum. İyiyim. İşlerim de iyidir. Yarın Güney Amerika'da uzun bir geziye çıkıyorum. Herhalde, birçok yıl sana bir haber ulaştıramayacağım. Eğer yazmazsam merak etme. Zengin olur olur olmaz Le Havre'a döneceğim. Bunun o kadar uzun sürmeyeceğini ve hep birlikte rahatça yaşıyacağımızı umarım..."
Bu mektup ailenin İncili olmuştu. Her vesileyle okunuyor, herkese gösteriliyordu.
Gerçekten Jules amca on yıl bir haber yollamadı. Fakat zaman geçtikçe babamın umudu büyüyordu. Annem de çok kez:
- Şu iyi Jules gelince durumumuz değişecek, diyordu. İşini bilen adam o!
Ve her pazar, babam kocaman kara vapurların gökyüzüne dumandan yılanlar çıkarta çıkarta ufuktan gelişlerine bakarak her zamanki tümcesini yinelerdi:
- Ha, ister misiniz, Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın? Ve adeta onun, bir mendil sallar ve "Hey! Philippe!" diye seslenirken görülmesi beklenirdi.
Bu güvenilen dönüş üzerine bin hülya kurulmuştu. Amcamın parasıyla Ingouville yakınlarında küçük bir yazlık ev bile alınacaktı. Hatta babamın bu konuda bazı pazarlıklara girişmemiş olduğunu hiç de ileri süremem.
Kız kardeşlerimin büyüğü o vakitler yirmi sekiz yaşındaydı. Öteki de yirmi altı. Evlenemiyorlardı ve bu herkese büyük bir dert oluyordu.
Sonunda küçüğüne bir istekli çıktı. Zengin olmamakla birlikte namuslu bir memur. Delikanlının duraksamalarına son veren ve onu karara vardıran şeyin, Jules amcanın bir akşam kendisine gösterilen mektubu olduğuna hep inanmışımdır.
İstek hemen kabul edildi ve evlenmeden sonra bütün ailenin Jersey'e küçük bir gezi yapması kararlaştı.
Jersey, geziye çıkmak sevdasında olan yoksul insanlar için aranıp da bulunmaz bir yerdir. Uzak değildir. Deniz, posta vapuruyla geçilir ve adacık İngilizlerin olduğu için insan kendini yabancı bir ülkeye gelmiş sanır. Bu nedenle bir Fransız iki saatlik bir gemi yolculuğundan sonra komşu insanları ülkelerinde görür ve açık konuşmayı sevenlerin dediği gibi, Britanya bayrağının koruduğu bu adadaki esasen yürekler acısı yaşayış biçimini inceleyebilir.
Bu Jersey gezisi bütün düşüncemiz, her saniyelik hülyamız oldu; tek beklediğimiz şeye dönüştü.
Sonunda yola çıkıldı. Bunu dünkü gibi görüyorum: Vapur Granville rıhtımında istim üzerinde; babam telaşlı, üç dengimizin yüklenmesine bakıyor; meraklı annem, ötekinin gidişinden beri kuluçkasından arta kalmış tek piliç gibi ziyan olmuşa benzeyen bekar ablamın kolunda; arkamızda da hep geriye kalıp bana çok kez başımı çevirten yeni evliler.
Vapur düdük çaldı. İşte biz de bindik ve gemi rıhtımdan ayrılarak yeşil mermer levha gibi dümdüz denize açıldı. Bütün seyrek yolculuk edenler gibi hoşnut ve kurumlu, kıyıların geride kalışına bakıyorduk.
Babam daha o sabah bütün lekeleri dikkatle silinen redingotunun altından karnını çıkarıyor ve çevresine gezinti günlerinin, o bana pazarları tanıtan, benzin kokusunu yayıyordu.
Birdenbire uzakta iki bayın istiridye ikram ettiği iki süslü bayan gördü. Eski püskü giysili yaşlı bir gemici, kabukları bir bıçakla açarak baylara veriyor, onlar da hemen onları bayanlara uzatıyordu. Bayanlar giysilerini lekelememek için kabuğu zarif bir mendil üzerinde tutarak ve ağızlarını uzatarak kibar kibar yiyorlardı. Sonra küçük bir hareketle suyunu da içiveriyorlar ve kabuğu denize atıyorlardı.
Babam herhalde böyle yola çıkmış bir gemide istiridye yeme kibarlığına bayılmıştı. Bunu yerinde, ince, üstün bir davranış saydı ve annemle ablalarıma yaklaşarak:
- İster misiniz, birkaç istiridye ikram edeyim? diye sordu.
Annem para harcanacak düşüncesiyle yutkunuyordu. Fakat iki ablam hemen kabul ettiler. Annem küskün bir sesle:
- Mideme dokunmasından korkarım, dedi; sen onu yalnızca çocuklara ikram et. Ama fazla kaçırma, midelerini bozarsın.
Sonra bana dönerek ekledi:
- Joseph'e öyle şeyler gerekmez; hem küçükleri şımartmamalı.
Bu ayırdedişi haksız bularak annemin yanında kaldım. İki kızıyla damadını yaşlı partal gemiciye doğru kurula kurula götüren babamı gözlerimle kolluyordum.
İki bayan henüz çekilmişti. Babam ablama, suyunu dökmeden istiridyeyi yemek için nasıl davranacaklarını anlatıyordu. Hatta örnek göstermek istedi ve bir istiridye aldı. Fakat bayanlar gibi yapayım derken ansızın bütün suyunu redingotuna boca etti. Annemin:
- Yerinde dursaydı daha iyi ederdi; diye mırıldandığını duydum.
Yalnızca babam bana birden telaşlanmış göründü. Birkaç adım uzaklaştı, istiridyecinin başına toplanmış olan kızlarına ve damadına uzun uzun baktı ve ansızın bize doğru geldi. Bakışında bir tuhaflık vardı, sararmışa benziyordu. Hafif sesle anneme:
- Olur şey değil, dedi; şu istiridye açan adam Jules'e öyle benziyor ki!
- Annem kestiremeyerek sordu:
- Hangi Jules'e?
Babam yine:
- Canım... kardeşime, dedi; eğer Amerika'da iyi durumda olduğunu bilmesem odur derdim.
Annem şaşırmış kekeledi:
- Sen delisin! O olmadığını bildiğin halde ne diye böyle saçmalıyorsun?
Fakat babam üsteliyordu:
- Git sen de bak Glarisse; kendi gözlerinle görüp emin olman daha iyi.
Kadıncağız kalktı ve kızlarının yanına gitti. Adama ben de bakıyordum. Yaşlı, pis, buruş buruştu ve gözlerini işinden ayırmıyordu.
Annem döndü. Titremekte olduğunu gördüm. Çabuk çabuk:
- Odur sanırım, dedi; hadi git, kaptandan öğren. Ama önlemli davran da bu haylaz şimdi yine üstümüzde kalmasın!
Babam uzaklaştı. Ben de arkasından gittim. İçimde garip bir heyecan duyuyordum.
Kaptan, iri, zayıf, uzun çatal sakallı bir bay, Hint postasına komuta ediyormuş gibi, kurumla köprüsünde geziniyordu.
Babam törenle kendisine yaklaştı, koltuk vererek mesleği üzerine soruşturmalara başladı:
- Jersey'in önemi neydi? Ürünleri, halkı, özellikleri, görenekleri nelerdi? Toprağı nasıldı? ve dahası.. ve dahası..
İnsan hiç değilse Amerika Birleşik Devletlerinden söz ediliyor sanırdı.
Sonra bildiğimiz gemiden, ekspresten laf açıldı. Sonra da tayfalara gelindi. Sonunda babam titrek bir sesle:
Orada dikkate değer görünen yaşlı bir istiridyeciniz var, dedi, adamcağız hakkında bir şeyler biliyor musunuz?
Bu konuşmadan artık sıkılmaya başlayan kaptan kuru kuru yanıt verdi:
- Bu, yaşlı bir Fransız serserisidir. Geçen yıl Amerika'da buldum ve yurduna getirdim. Görünüşe bakılırsa Le Havre'da akrabaları var ama onlara borçlu olduğundan yanlarına dönmek istemiyor. Adı Jules'dür... Jules Darmanche, yahut Davranche, işte onun gibi bir şey. Orada bir zamanlar zengin olmuşmuş. Fakat bakın şimdi ne duruma girmiş!
Yüzü gittikçe kararan babam, boğazı kurumuş, gözleri dönmüş:
- Ya! ya! diye kekeledi; âlâ.. çok iyi.. buna hiç de şaşmıyorum... Size çok teşekkür ederim kaptan.
Ve denizci arkasından alık alık bakarken o çekip gitti.
Annemin yanına öyle perişan döndü ki kadın kendisine:
- Otur, dedi; farkına varacaklar. O:
- Kendisi! Ta kendisi! diye kekeleyerek sıranın üstüne düştü.
Sonra:
- Şimdi ne yapacağız?... diye sordu.
Annem sert yanıt verdi:
- Çocukları uzaklaştırmalı, Joseph her şeyi bildiği için gidip onları alsın. Özellikle damadımızın bir şeyden kuşkulanmamasına dikkat etmeli.
Babam bitmiş görünüyordu.
- Ne yıkım! diye mırıldandı.
Annem ansızın öfkelenmiş, ekledi:
- Zaten bu hırsızın bir şey yapmayacağından ve yine bize yük olacağından hiç kuşku duymamıştım! Sanki, bir Davranche'tan başka ne beklenebilirdi?
Babam karısının azarları karşısında hep yaptığı gibi elini alnından geçirdi.
Annem yine:
- Şimdi Joseph'e para ver de gitsin o istiridyelerin hesabını görsün, diye ekledi; bir de bu dilenci kendisini tanırsa tamam olur. İş gemide ne güzel etki bırakır! Hadi kalkın öbür uca gidelim. Sen öyle davran ki bu adam bize yaklaşmasın!
Kendisi hemen kalktı. Elime beş frank sıkıştırdıktan sonra uzaklaştılar.
Ablalarım şaşırmış, babalarını bekliyorlardı. Annemi biraz deniz tuttuğunu söyledim ve istiridyeciye:
- Borcumuz ne kadar efendim? diye sordum.
Amca demek için içim titriyordu. O yanıt verdi:
- İki buçuk frank.
Ben beş franklığı uzattım. O da gerisini verdi.
Eline bakıyordum, baştan başa kırışmış, yoksul bir gemici eli; yüzüne bakıyordum, bitkin, üzgün, yaşlı ve sefil bir yüz. İçimden de:
- Bu benim amcam, babamın kardeşi, amcam! diyordum.
Kendisine elli santim bahşiş verdim. Sadaka alan bir yoksul sesiyle:
- Tanrı sizi kazadan, beladan esirgesin, küçük bayım! diye teşekkür etti.
Onun ötede de dilenmiş olacağını düşündüm!
Kız kardeşlerim cömertliğime şaşmışlar, bana bakıyorlardı.
Babama iki frank geri verdiğim zaman annem şaşırarak sordu:
- Üç frank mıymış?.. Olamaz.
Ben katı bir sesle:
- Elli santim bahşiş verdim, dedim.
Annem yerinden hoplayarak gözlerimin içine baktı:
- Sen delisin! Bu adama, bu dilenciye elli santim vermek ha!...
Damadını işaret eden babamın bir bakışı üzerine kesti.
Sonra herkes sustu.
Karşımızda, ufukta, denizden menekşe renkli bir gölge çıkıyor gibiydi. Bu Jersey'di.
İskeleye yanaşıldığı zaman içimden Jules amcamı bir daha görmek, kendisine yaklaşmak, tatlı, avutucu bir şey söylemek için şiddetli bir istek geldi.
Fakat artık kimse istiridye yemediğinden o kaybolmuş, kuşkusuz, yattığı pis anbarın dibine inmişti.
Biz kendisine raslamamak için Saint-Malo vapuruyla döndük.
Annem sıkıntıdan ölüyordu.
Ondan sonra babamın kardeşini hiç görmedim!
İşte bunun için beni bazen serserilere beşer frank verirken göreceksin.
DÖNÜŞ
Deniz, kısa ve hep birbirinin aynı dalgalarla kıyıyı kamçılıyor. Hızla esen rüzgârın sürdüğü küçük beyaz bulutlar geniş, mavi göğün ortasından kuş gibi çabuk çabuk geçiyor. Ve köy, okyanusa doğru inen koyağın büklümünde güneşe karşı ısınıyor.
Martin-Lévesquelerin evi köyün tam ağzında, yolun kıyısında tek başına. Bu, duvarları kerpiçten, çatısı mavi süsenlerle donanmış samandan, küçük bir balıkçı kulübesi. İçinde soğan, birkaç lahana, maydanoz yetişmiş mendil kadar bir bahçe kapısının önünde yayılıyor. Bahçeyi yol boyunca bir çit çevreliyor.
Adam balıkta. Kadın evin önünde, kocaman bir örümcek ağı gibi duvara gerilmiş büyük, esmer bir serpmenin ilmiklerini tutturuyor. On dört yaşında bir kızcağız, bahçe kapısında hasır bir iskemleye oturmuş, arkaya yaslanmış, çamaşır, önce de yamalanıp söküğü dikilmiş yoksul çamaşırı onarıyor. Ondan bir yaş daha küçük başka bir kız, kollarında henüz yürüyemeyen, konuşamayan bir bebeği sallıyor. İki üç yaşlarında iki yumurcak da yere oturmuş, burun buruna, beceriksiz elleriyle toprak kazıyor ve avuç avuç birbirlerinin yüzüne atıyorlar.
Kimse konuşmuyor, yalnızca uyutulmaya çalışılan yaramaz, ekşi ve güçsüz bir sesçeğizle boyuna ağlıyor. Pencerede bir kedi uyuyor. Duvarın dibinde açan şebboylar da, üzerlerinde bir yığın sinek vızıldayan, beyaz, güzel bir şerit oluşturuyor.
Kapıda dikiş diken kızcağız birden sesleniyor:
- O yine geldi.
Anne yanıt veriyor:
- Gördüm.
Kadınlar sabahtanberi telaşta. Çünkü evin çevresinde bir adam, yoksul kılıklı yaşlı bir adam dolaşıyor. Onu, babayı esenlemek için kayığına götürürlerken görmüşlerdi. Kapılarının karşısında hendeğin yanına oturmuştu. Sonra deniz kıyısından döndükleri zaman kendisini yine orada, eve bakıyor buldular.
Adam hasta ve çok yoksul görünüyordu. Bir saatten çok kıpırdamadan kalmıştı. Sonra kendisine bir haydut gözüyle bakıldığını görerek kalkmış ve bacağını sürüye sürüye gitmişti.
Fakat işte çok geçmeden, ağır ve yorgun adımlarla yeniden geldiğini görüyorlardı. Bu kez, sanki kendilerini gözetlemek ister gibi, biraz daha uzağa oturmuştu.
Anneyle kızlar korkuyordu. En çok anne telaş ediyordu. Çünkü hem yapısı korkaktı, hem de kocası Lévesque denizden ancak karanlık basarken dönebilirdi.
Kocasının adı Lévesque'ti. Kendisine Martin derlerdi. Her ikisine birden Martin-Lévesque adını vermişlerdi. Nedeni de şuydu: Önce, her yaz Terre-Neuve'e, morina avına giden Martin adında bir gemiciye varmıştı.
İki yıl evlilikten sonra küçük bir kızın anası ve ayrıca altı aylık gebeyken, kocasının bindiği gemi, İki-Kız kardeşler adlı Dieppe üç direklisi kayboldu.
Gemiden hiçbir haber gelmedi. İçindeki denizcilerden hiçbiri dönmedi. Onun için gemi hem can, hem mal bakımından kayıp sayıldı.
Bayan Martin, iki çocuğunu bin sıkıntıyla büyüterek kocasını on yıl bekledi. Sonra, iyi ve çalışkan bir kadın olduğu için kendisini, bir oğlu olan dul bir adam, köyün balıkçılarından Lévesque istedi. O da ona vardı ve üç yılda iki çocuk daha doğurdu.
Çok çalışıyorlar, zor geçiniyorlardı. Ekmek pahalıydı ve et evde hemen hemen bilinmezdi. Kışın, kasırga aylarında bazan fırıncıya borç edilirdi. Bununla birlikte küçüklerin sağlığı yerindeydi.
- Şu Martin Lévesqueler özlü insanlar, denirdi; Martin kadın zora dayanır. Levesque'in de balıkta eşi benzeri yoktur.
Bahçe kapısında oturan küçük kız yine:
- Sanki bizi tanıyor, dedi; herhalde Eyréville veya Auzebosc'tan bir yoksuldur.
Fakat anne aldanmıyordu. Hayır, hayır, bu adam kesinlikle köyden değildi!
Adam kazık gibi kımıldamadan durduğu ve gözlerini Martin-Lévesquelerin evinden hiç ayırmadığı için bayan Martin kızdı ve korkunun verdiği cesaretle bir kürek yakalayıp kapının önüne çıktı. Serseriye:
- Ne yapıyorsunuz orada? diye haykırdı.
Adam kısık bir sesle:
- Şöyle hava alıyorum! diye yanıt verdi; size bir zararım var mı?
Kadın yine:
- Ya niye evimin önünde öyle gözetler gibi duruyorsunuz? dedi.
Adam da:
- Ben kimseye kötülük etmiyorum, dedi; burada yola oturmak yasak mı?
Kadın verecek yanıt bulamıyarak evine girdi.
Gün ağır ağır geçti. Öğleye doğru adam kayboldu. Fakat saat beş sularında yeniden ortaya çıktı. Sonra akşam görülmedi.
Lévesque karanlık basarken döndü. Sorunu kendisine söylediler.
- Bu ya bir zavallıdır yahut da zararlı bir adamdır, dedi.
Ve telaşsız yattı. Oysa karısı kendisine o kadar acayip gözlerle bakmış olan bu serseriyi düşünüp duruyordu.
Sabahleyin hava çok rüzgârlıydı. Gemici denize çıkamayacağını görerek ağlarını onaran karısına yardım etti.
Saat dokuza doğru, ekmek almaya gitmiş olan büyük kız, Martinlerden biri, karmakarışık bir yüzle koşarak döndü ve:
- Anne; adam yine geldi! diye haykırdı.
Ana sarsıldı ve sapsarı, kocasına:
- Git Lévesque, onunla konuş, dedi; bizi böyle gözetlemesin, çünkü bu, sinirlerimi oynatıyor.
Tuğla renkli, kızıl ve sık sakallı, kara beneklerle delinmiş mavi gözlü, kalın enseli, açık denizin rüzgâr ve yağmur korkusundan hep yünlere sarılı, iri bir gemici olan Lévesque telaşsız çıktı ve serseriye yaklaştı.
Anayla çocuklar üzüntü içinde titreyerek onlara uzaktan bakıyorlardı.
Birden yabancı ayağa kalktı ve Lévesque'le birlikte eve doğru geldi.
Bayan Martin, şaşırmış, geriliyordu. Kocası kendisine:
- Buna bir parça ekmekle bir bardak elma şarabı ver, dedi; önceki günden beri ağzına bir lokma koymamış.
İkisi de, arkalarında kadın ve çocuklar, içeri girdiler. Serseri oturdu ve herkesin bakışı karşısında başı eğik, yemeye başladı.
Anne, ayakta, gözlerini onun yüzünden ayırmıyordu. İki büyük kız, Martinler, biri en küçük çocuğu taşıyarak kapıya dayanmışlar, meraktan açılan gözlerini ona dikmişlerdi. Ocağın küllerinde oturan iki yumurcak bile sanki bu yabancıyı seyretmek için kara tencereyle oynamayı bırakmışlardı.
Lévesque bir sandalye çekerek adama sordu:
- Demek uzaktan geliyorsunuz?
- Cette'den geliyorum.
- Hep yayan mı?
- Evet, yayan. Çare olmayınca öyle olur.
- Ye nereye gidiyorsunuz?
- Buraya geliyordum.
- Burada bir tanıdığınız mı var?
- Bulunabilir.
Sustular. Adam aç olmakla birlikte ağır yiyor ve her ekmek lokmasından sonra bir yudum elma şarabı içiyordu. Her yanı aşınmış, buruşmuş, çukurlaşmış bir yüzü vardı ve çok çekmişe benziyordu.
Lévesque birdenbire sordu.
- Adınız ne?
Adam burnunu kaldırmadan yanıt verdi:
- Adım Martin.
Anayı garip bir titreme sarstı. Sanki serseriyi daha yakından görmek için bir adım attı ve kolları sarkık, ağzı açık, onun karşısında durdu.
Artık kimse bir şey söylemiyordu. Sonunda Lévesque yine sordu:
- Buradan mısınız?
Adam yanıt verdi:
- Buradanım.
Ve sonunda başını kaldırdığı için kadının gözleriyle kendi gözleri karşılaştı ve sanki bakışları, birbirlerine takılmış gibi, oldukları durumda, birbirine geçmiş kaldı.
Kadın birdenbire değişik, basık ve titrek bir sesle:
- Sen kocam mısın? dedi.
Adam ağır ağır konuştu:
- Evet, benim.
Ve ekmeğini çiğnemeyi sürdürerek kımıldamadı.
Lévesque, heyecanlanmaktan çok şaşmış, kekeledi:
- Sen misin Martin?
Öteki yalnızca:
- Evet, benim; dedi.
İkinci koca sordu:
- Nerden geliyorsun, öyleyse?
Birincisi anlattı:
- Afrika kıyılarından. Bir kayaya çarptık. Üç kişi kurtulduk. Picard, Vatinel ve ben. Sonra vahşilere yakalandık. Bizi on iki yıl tuttular. Picard ile Vatinel öldü. Bir İngiliz gezgini beni geçerken aldı ve Cette'e getirdi. Ben de buraya geldim.
Bayan Martin, yüzü önlüğünde, ağlamaya başlamıştı.
Lévesque:
- Ya şimdi ne yapacağız? dedi.
Martin sordu:
- Sen onun kocası mısın?
Lévesque yanıt verdi:
- Evet, kocasıyım.
Bakıştılar ve sustular.
O vakit Martin, çevresinde halka olan çocuklara bakarak başıyla iki kızı gösterdi:
- Bunlar benimkiler mi?
Lévesque:
- Seninkiler, dedi.
Adam kalkmadı; adam onları kucaklamadı; yalnızca:
- Güzel Tanrım! Ne kadar da büyümüşler! dedi.
Lévesque yineledi:
- Ne yapacağız?
Martin, şaşkın, ne diyeceğini bilmiyordu. Sonunda karar verdi:
- Ben, nasıl istersen öyle yaparım. Sana zarar vermek istemem. Bununla birlikte ev konusunda iş çarpaşık. Benim iki çocuğum var; senin üç; herkesinki kendine. Anaları sende mi kalacak, bende mi? Ben sana uygun gelene razıyım. Ama ev benim. Çünkü onu bana babam bıraktı. Ben burada doğdum. Noterde kâğıtları da var.
Bayan Martin, önlüğün mavi bezinde boğulan küçük hıçkırıklarla hep ağlıyordu. İki büyük kız birbirlerine sokulmuş, heyecanla babalarına bakıyorlardı.
Adam yemeği bitirmişti. Bu kez o:
- Ne yapacağız? diye sordu.
Lévesque'in aklına bir şey geldi:
- Papaza gidelim; o bir karar verir.
Martin kalktı. Karısına doğru ilerlerken o hıçkırarak kollarına atıldı:
- Kocacığım! Sonunda geldin! Martin, benim zavallı Martinim! Sonunda geldin!
Ansızın bir geçmiş zaman havasına, kendisini yirmi yaşına ve ilk kucaklaşmalarına götüren bir anılar sarsıntısına kapılmış, onu sımsıkı tutuyordu.
Martin de heyecanlanmış, kadını başlığından öpüyordu. Ocaktaki çocuklar, annelerinin ağladığını duyarak bir ağızdan ulumaya başladılar. Martin kızlardan küçüğünün kucağındaki bebek de yalancı bir düdük gibi ince bir sesle bir makam tutturdu.
Lévesque, ayakta, bekliyordu:
You have read 1 text from Turkish literature.