25
BATILI GÖZLER ALTINDA
Hem kişi olarak, hem de cemaat olarak hepimiz yabancıların,
tanımadıklarımızın hakkımızda ne düşündüğü ile bir dereceye kadar dertleniriz.
Bu dertlenme bize acı çektirecek, gerçek ile ilişkimizi bulandıracak, gerçeğin
kendisinden daha önemli olacak boyutlara varırsa, bizim için sorunlu demektir.
Batılı gözlerin şehrimde gördükleriyle benim ilişkim -pek çok İstanbullu gibi- so-
runludur ve şehrin bir gözünü Batı'ya dikmiş bütün yazarları gibi benim de bu
konularda kafam zaman zaman karışır.
Gazete ve dergilerin yardımıyla İstanbulluların da benimseyeceği bir şehir
imgesini ve edebiyatını Yahya Kemal ile birlikte ilk defa geliştirecek olan Ahmet
Hamdi Tanpınar, tıpkı Yahya Kemal gibi Nerval'in ve Gautier'nin İstanbul
yolculuğu notlarım çok dikkatle okumuştu. Tanpınar'ın Beş Şehir adlı kitabının
İstanbul kısmı, yirminci yüzyılda İstanbul üzerine bir İstanbullu tarafından
yazılmış metinlerin en önemlisidir ve kısmen Nerval ve Gautier'nin yazdıklarıyla
konuşa konuşa ve yer yer tartışa tartışa yazıldığı söylenebilir.
Bu metnin bir yerinde Tanpınar, İstanbul'a gelmiş Fransız yazar ve siyasetçisi
Lamartine'in Padişah Abdülmecit'in çok "itinalı bir portresini" çizdiğini
belirttikten, Lamartine'in Türkiye Tarihi'nin (dedemin kütüphanesinde 8 ciltlik
şık bir kopyası vardı) Abdülmecit'in parasıyla yazdırılmış olabileceğini ima ettik-
ten sonra Nerval ve Gautier'nin Abdülmecit'e olan ilgilerinin çok daha hafif
olduğunu, çünkü gazeteci oldukları için onların "önceden hükmünü vermiş"
Batılı okurun beklentilerine seslenmek zorunda olduklarını hatırlatır.
Gautier'nin (ya da İstanbul'a geldikten hemen sonra bunu yapmaya başlayan
Batılı gezginlerin) padişahın haremindeki kadınları düşlemesini ve kendi
yanındaki İtalyan kadına padişahın bir göz atmasıyla övünmesini Tanpınar
"hafifmeşrep" bulur, ama bu yüzden de Gautier'e kızmamamız gerektiğini söyler:
çünkü "harem mevcuttu".
Bu küçük notta ve uyarıda, Batılı gözlemcinin şehirde gördüğü şeylerden aşırı
huzursuz olan okumuş yazmış İstanbullunun bütün ikilemleri vardır. Bir yandan
Batılılaşma yüzünden, Batılı yazarın değerleri ve hükmü İstanbullu okur için
aşırı önemli hale gelmiştir, bir yandan da ve bu yüzden de Batılı gözlemcinin her-
hangi bir konuda ölçüyü kaçırması o yazarı ve temsil ettiği Batı kültürünü
tanımakla övünen İstanbullu okurun kalbini hemen kırar. Üstelik "ölçüyü
kaçırmanın" ne olduğu da hiç bilinmez. Çoğunlukla insanlar gibi şehirlerin de
karakterini yapan şeyin "ölçüyü kaçırma" ya da dışarıdan bakan gözlemcinin
bazı şeyleri ölçüyü kaçırarak fazla gözlemlemesinden ibaret olduğu hep
unutulur. Bir örnek: Batılı gözlemci İstanbul'da mezarlıkların şehrin gündelik
hayatına girişini, bence "ölçüyü kaçırarak" gözlemler. Ama Flaubert'in de
farkettiği gibi, daha sonra Batı etkisiyle yok edilecek bu nitelik şehrin o zamanki
önemli bir özelliğidir de.
Batılılaşma ile birlikte, eş zamanlı olarak Türk milliyetçiliğinin de yükselmesi bu
ilişkiyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. On sekizinci yüzyılın ikinci
yarısı ve on dokuzuncu yüzyılda İstanbul'a adım atan Batılı gözlemcilerin
vazgeçilmez konuları olan harem, esir pazarı (Mark Twain'in esir pazarındaki en
son hasat Çerkez ve Gürcü kızlarının cins ve fiyatlarının büyük Amerikan
gazetelerinin borsa sayfalarında nasıl yer alacağı yolunda alaycı bir fantezisi
vardır), dilenciler, hamalların sırtındaki inanılmaz yük (çocukluğumda,
sırtlarında metrelerce yükseklikte teneke yığınları, Galata Köprüsü'nde
yürürken gördüğüm ve korktuğum hamalların Avrupalı turistlerce
fotoğraflarının çekilmesi hepimizi huzursuz ederdi, ama aynı konuyu İstanbullu
bir fotoğrafçı, [mesela Hilmi Şahenk] fotoğraflayınca kimse huzursuz olmaz),
derviş tekkeleri (Nerval'in tanıdığı bir paşa, Fransız misafirine oralarına bu-
ralarına şişler batıran Rufai dervişlerinin "deli" olduklarım, boşu boşuna onların
tekkelerine gitmemesini öğütler) ve kadınların kapalılığı aynı zamanda
Batılılaşmış İstanbullularca da eleştiri konusu yapılan şeylerdi. Ama aynı
eleştiriler ünlü bir Batılı yazarın kaleminden okununca, çoğu zaman
beklenmedik kalp kırıklıklarına ve milliyetçi tepkilere yol açar.
Bu aşk ve nefret ilişkisinin hiç bitmemesinin bir nedeni de Batılılaşmacı
aydınların Batı'dan onay alma, Batılılar gibi olduklarını Batı'nın en seçkin
kalemlerinden ve yayın organlarından işitme hırsıdır. Oysa Pierre Loti gibi
yazarlar da aslında tam tersi bir nedenden İstanbul'u ve Türkleri çok
sevdiklerini hiç saklamazlar: Batılılara benzemeyen, Doğulu, "egzotik" yanlarını
korudukları için. Pierre Loti Batılılaştıkları, geleneksel karakterlerini
kaybetmeye başladıkları için İstanbulluları eleştirirken, onu Türkiye'de sevip
okuyanlar da Batılılaşan küçük bir azınlık içinden çıkar. Ama Pierre Loti'nin
iyice şekerlenmiş egzotik romanlarının ve yazılarının dünyasıyla, Batılılaşmış
İstanbullu okurlar uluslararası siyasi sorunlar çıktığı zaman çok gerekli olan bir
"Türkseverlik" noktasında buluşurlar.
Andre Gide'in 1914'teki Türkiye yolculuğunu anlattığı anılarında ise bu her
derde çare "Türkseverlik" de yoktur. Tam tersi Gide, Türklerden hiç
hoşlanmadığını, üstelik millet kelimesini değil de yavaş yavaş moda olan ırk
kelimesini kullanarak açıklar: Bu ırk, giydiği berbat kıyafetlere müstehaktır!
Türkiye yolculuğunun ona Batı medeniyetinin, hatta Fransa'nın ne kadar üstün
olduğunu hatırlattığım övünerek yazar. Yayımlandığında, başta Yahya Kemal
olmak üzere dönemin önde gelen Türk yazarlarını çok gücendiren bu laflara,
böyle durumlarda günümüzde yapıldığı gibi popüler Türk basını, gazete ve
dergilerde cevap yetiştirmemiş, İstanbullu Türk aydınları hakaretleri milletten
sır gibi saklayıp, için için üzülmüşlerdi. Bunun bir nedeni Batılılaşmış aydınların
Gide'in hakaretlerine gizlice hak vermeleriydi elbette. Gide'in Türklerin kıya-
fetlerini aşağılayan yazılarının kitap olarak yayımlanışından bir yıl sonra, en
büyük Batılılaşmacı Atatürk, kıyafet devrimi yaparak Batılı olmayan bütün bu
kıyafetlerin giyilmesini yasakladı.
Batılı gözlemcinin şehri derin bir şekilde eleştirip aşağılayan yazısını ona
katılarak okumak isteği bende de vardır ve bu tür yazıları okumak İstanbul'un
ne güzel, ne tuhaf, ne harika ve kendine özgü bir yer olduğunu tekrarlayıp duran
Pierre Loti gibi yazarları okumaktan daha zevklidir. Sorun, çoğu zaman yerlerin.
manzaranın güzelliği, insanların canayakınlığı, hatta Batılı gezgine gösterilen
itibar değil, yazarın şehirden, okurun da şehir yazısından ne beklediğinde
düğümlenir. On dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren Fransız-İngiliz
edebiyatında hep aynı temalar ve konularla zenginleşen bir İstanbul imgesi
ortaya çıktı. Derviş tekkeleri, yangınlar, mezarlıkların güzelliği, saray ve harem,
dilenciler, sokak köpekleri, içki yasağı, kadınların gizlenmesi, şehrin esrarı,
Boğaz'a bir yolculuk ve manzaranın ve siluetin güzelliği gibi konularda hepsi
birbirlerinden etkilenen ve kimi zaman aynı yerlerde kalıp aynı rehberlerle
gezdirilen bu yazarlar İstanbul'da daha önceden okudukları şeyleri buldukları
için bir hayal kırıklığına uğramıyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöken ve Avrupa'ya göre geri kalan bir devlet
olduğunu yavaş yavaş sezen bu yeni kuşak Batılı gezginler, önceki yüzyıllarda
merak konusu olan Osmanlı ordusunun gücünün sırrı, devlet aygıtının
bilinmeyen incelikleri gibi konularla fazla ilgilenmiyor, şehri ve insanlarını
eskiden olduğu gibi korkutucu, erişilmez ve anlaşılmaz bulmak yerine tuhaf,
eğlenceli ve turistik olarak görmeyi öğreniyorlardı. Zaten ta İstanbul'a kadar
gelmiş olmak bile onlar için yeterince bir başarı ve eğlenceydi ve geldikleri yerde,
kendileri gibi başka Batılı yazarların gördüklerini görüp yazmak, bu yazarlara
yolculuklarının zaferi olarak gözüktüğü için, hiçbirinin hayal kırıklığına
uğramaya niyeti yoktu.
Buharlı gemilerin ve demiryollarının İstanbul'u Batı'ya yaklaştırması, bir anda
kendini İstanbul sokaklarında bulan Batılı gezgine neden buraya geldiğini, bu
berbat yerde ne işi olduğu sorusunu kendi kendine sorma lüksünü ve zevkini
vermeye başladı. Züppelikle bilgisizliğin, yaratıcı cesaretle dürüstlüğün
buluştuğu bu noktada Andre Gide gibi "kültürlü" gezginler, kültürlerin
farklılığını, törelerin ve geleneklerin tuhaflığını ya da ülkenin ve kültürün yapı-
sal özelliklerini anlamaya çalışmak yerine, gezginin İstanbul'da eğlenme,
oyalanma, mutlu olma hakkını talep etmeyi keşfettiler. Şehir hakkında ilginç bir
şey söyleyemiyorsa, kendisini değil, İstanbul'u sıkıcı ve özelliksiz ilan edecek
kadar kendine güveni olan bu son dönemin turist yazarları Batı medeniyetinin
askeri ve ekonomik zaferlerinin en "eleştirel" Batılı aydınlara bile
saklayamadıkları bir gurur ve güven verdiğini, artık onların da Batı'nın bütün
insanlık için bir ölçü olduğuna içtenlikle inandıklarını gösterir.
Bu yazarlar ve sonrakiler İstanbul'a olan egzotik ilginin iyice azaldığı bir
dönemde ortaya çıktılar. Bu ilgisizliğin nedeni, Batılılaşma ve Atatürk
devrimlerinin yasaklamaları sonucu harem, derviş tekkeleri, padişah gibi pek
çok turistik unsurun ahşap evlerle birlikte yok olması ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun yerini Batı'yı taklit eden küçük Türkiye Cumhuriyeti'nin
almasıydı. Kimsenin İstanbul'a gelip birşeyler yazmadığı, yerel gazetecilerin
İstanbul Hilton Oteli'ne gelen her yabancı ile röportaj yaptığı bu dönemin
sonunda, 1985'te Rus-Amerikan şairi Joseph Brodsky New Yorker dergisinde
"Bizans'tan Kaçış" adlı uzun bir yazı yayımladı.
Şair Auden'in İzlanda hakkında yazdığı alaycı ve her şeyi küçümseyen bir
yazının edasından etkilenen Brodsky, yazısının başında özür dileyen bir havayla
İstanbul'a geliş (uçakla) bahanelerini uzun uzun sayar. O sırada şehirden çok
uzakta olduğum ve İstanbul hakkında iyi birşeyler okumak istediğim içi.
alaycılığıyla benim de kalbimi kıran bu yazıda, gene de Brodsky'nin İstanbul için
"Burada her şey ne kadar yıllanmış," deyişini severim. "Eski değil, köhne değil,
kadim, hatta moda dışı da değil, yalnızca yıllanmış!" diye ısrar etmişti ve
haklıydı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp gidince ve Türkiye Cumhuriyeti ne
olduğuna da karar veremediği kendi Türklüğünden başka bir şey göremeyip
dünyadan kopunca İstanbul eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı günlerini
kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-
beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüştü.
Benim çocukluğum ve gençliğimin İstanbul'u şehrin kozmopolit yapısının hızla
kaybolduğu bir yerdi. Gautier, aynı gözlemi yapan başka pek çok gezgin gibi
1852 yılında, doğumumdan yüz yıl önce İstanbul sokaklarında aynı anda Türkçe,
Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce (ve son ikisinden daha çok da
Ladino diye eklemeliydi) konuşulduğunu ve bu "Babil kulesinde" pek çok kişinin,
aynı anda bu dillerin birkaçını birden konuştuğunu gözlemledikten sonra, çoğu
Fransız gibi Fransızcadan başka bir dil bilmediği için biraz utanır. Türkiye
Cumhuriyeti kurulduktan sonra fethin sürmesi, İstanbul'un Türkleştirilmesinin
şiddetlenmesi ve şehirde devletin yaptığı bir çeşit etnik temizlik bütün bu dilleri
kuruttu. Bu kültürel temizliğin çocukluğumdan aklımda kalan bir parçası,
sokaklarda yüksek sesle Rumca, Ermenice (Kürtler zaten etrafta dilleriyle pek
görülmezdi) konuşanları "Vatandaş, Türkçe konuş!" diye susturmaktı. Sağda
solda asılı böyle tabelalar da vardı.
Batılı gezginlerin zaman zaman güven duyulmaz da olan seyahat yazılarına olan
merakım yalnızca bir aşk ve nefret ilişkisinden ya da karmaşık bir acı çekme ve
onaylanma isteğinden kaynaklanmıyordu. Sokaklarda yanlış şeyler yapan
İstanbulluları eleştiren bir avuç şehir mektupçusunu ve ayrıntılı devlet
belgelerini bir yana bırakırsak, yirminci yüzyılın başına kadar, İstanbullular
İstanbul hakkında pek az şey yazmışlardı. Şehrin sokaklarının, atmosferinin,
havasının, günlük hayat ayrıntılarının bir bütün olarak tasviri, günün her
anında şehrin nasıl soluk alıp verdiğinin, nasıl koktuğunun kayda geçirilmesi,
ancak edebiyatla yapılabilecek bu iş yüzyıllar boyunca hep Batılı gezginler
tarafından yapıldı.
Tıpkı 1850'lerde İstanbul sokaklarının nasıl gözüktüğünü ve kimin hangi
kıyafetlerle gezindiğini bilebilmek için Du Camp'ın fotoğraflarına ya da Batılı
ressamların gravürlerine bakmak gerektiği gibi, bütün hayatımı geçirdiğim
sokaklarda, caddelerde, meydanlarda yüz yıl önce, iki yüz yıl önce, dört yüz yıl
önce neler olup bittiğini, hangi meydanın yerinde eskiden boş bir arazi, hangi boş
arazinin olduğu yerde de eskiden sütunlu bir meydan olduğunu, buralarda nasıl
yaşandığını da (Osmanlı arşivlerinin labirentlerinde yıllar geçirmeyeceksem)
ancak Batılı gezgin yazarların sayfalarında okuyabilirim. Onların çoğunun
dikkati de egzotik ve pitoresk olana yöneliktir.
Walter Benjamin "Flâneur'ün Geri Dönüşü" adlı bir yazısında Franz Hessel'in
Berlin'de Yürüyüşler adlı kitabını tanıtırken, "Eğer şimdiye kadar yapılmış şehir
tasvirlerini yazarlarının doğum yerlerine göre ikiye ayırırsak," der, "o şehirde
doğup büyümüş yazarların yazdıkları çok azınlıkta kalır." Benjamin'e göre şehre
dışarıdan gelen ve çoğunlukta olanları heyecanlandıran şey, egzotik ve pitores.
görüntülerdir. Orada doğup büyümüş olanların kendi şehirlerine ilgisi ise her
zaman kendi hatıralarıyla karışır.
Benim özel konumum, Batılılaşma sonucu İstanbullu okurların ve yazarların, (ve
belki de artık bütün dünyanın kaçınılmaz olan Batılılaşması sonucu) dünyanın
Batı dışındaki bütün şehirlerinde yaşayanların çok da özel olmayan konumudur.
Yaşadığım şehrin benden önceki kuşaklara nasıl gözüktüğünün, yani İstanbul
hayatının günlüğünü ve hatıra defterini yabancılar tutmuştur.
Belki de bu yüzden Batılı gezginlerin şehir hakkında yazdıklarını, bazan bunlar
bir başkasının egzotik düşü değil de kendi hatıralarımmış gibi okurum. Ayrıca,
benim farkettiğim, ama başka kimse sözünü etmediği için farkettiğimi
farketmediğim bir şeyi, Batılı gözlemcinin hissedip yazması hoşuma gider hep.
Dubalar üzerindeki çocukluğumun Galata köprüsünün yük altında hafif hafif
sallanışını Knut Hamsun'un farketmesi ya da Hans Christian Andersen'in
mezarlıklardaki servilerin "karanlık" olduğunu yazması bu türden gözlemlerdir.
İstanbul'a bir yabancı gibi bakmak benim için her zaman zevkli ve cemaat
duygusu ve milliyetçiliğe karşı da özellikle gerekli bir alışkanlıktır. Bazan
gerçekçilikle anlatılan harem ya da tasvir edilen kıyafet ve töreler benim
hayatıma o kadar uzak gelir ki, anlatılanın düş olmadığını bilsem de, bunlar
benim değil, bir başkasının şehrinin geçmişiymiş gibi gelir bana. Batılılaşma
bana ve milyonlarca İstanbulluya kendi geçmişlerini "egzotik" bulma zevki
vermiştir.
Şehri her biri başka çeşit çeşit bakış açısından görmek onunla ilişkimi canlı tutar
diye kandırırım kendimi. Bazan kendi evimden başka hiçbir yere gitmediğimi,
İstanbul'da bir yerde beni sabırla bekleyen öteki Orhan'ı bile aslında aramaya
çıkmadığımı kendime söyleyip bunun kafamı kemikleştireceğini, bir şehre bu
kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm.
O zamanlar şehre bakışımda Batılı gezginlerin kitaplarını okuya okuya
edindiğim bir yabancılık olduğunu da düşünerek kendimi teselli ederim. Bazan
şehrin hiç değişmeyen bazı ana caddeleri ve arka sokakları, yıkılmakta olan
ahşap evleri, seyyar satıcıları, boş arsaları ve hüznü hakkında bir Batılı
gözlemciden okuduklarım bana kendi hatıralarımmış gibi gelir.
Bunda İstanbul'un, nüfusunun benim hayatım boyunca on misline çıkmasının,
bazı caddelerin, meydanların hiç değişmemelerine rağmen, kalabalıklar
yüzünden sanki başka mekânlara dönüşmesinin elbette payı vardır. Şehrin
tenha ve boş olduğu zamanları özlerim hep.
Batılı gezginlerin kendi kuruntularını ya da Doğu'ya ilişkin hayallerini
İstanbul'a yakıştırmalarında, şehir hiçbir zaman Batı sömürgesi olmadığından,
İstanbullular için hiçbir zarar yoktur. Sözgelimi Gautier'de, Türklerin yangının
felaketleri karşısında gözyaşı dökmediklerini, böyle durumlarda çok ağlayan
Fransızların tersine vakur davrandıklarını, çünkü kaderci olduklarını okursam,
bu görüşe hiç hak vermesem de çok büyük bir haksızlığa uğradığımı düşünmem.
Ama bu akla inanacak Fransız okurlarının İstanbulluların yüz elli yıldır neden
hüzün duygusundan kurtulamadıklarını anlayamayacaklarını hissederim.
Batılı gezginlerin İstanbul hakkında yazdıklarının asıl acı verici yanı, bazıları
çok parlak yazarlar olan bu gözlemcilerin şehrin ve İstanbulluların özelliği diye
abartarak sözünü ettikleri şeylerin, kısa bir süre sonra İstanbul'dan yok
olduğunu farketmektir. Çünkü Batılı gözlemciler, İstanbul'da Batılı olmayan
"egzotik" şeyleri görüp yazmayı seviyor, şehre hâkim olmaya çalışan
Batılılaşmacı hareket de bu özellikleri, kurumları, gelenekleri Batılı olmaya
engel oluyor diye kısa sürede dağıtıp yok ediyor. İşte küçük bir liste:
On dokuzuncu yüzyıla kadar Batılı gezginlerin hakkında en çok yazdıkları
şeylerden biri olan Yeniçeri Ordusu dağıtıldı önce. Bir diğer Batılı gezgin merakı
olan esir pazarı da hakkında çok yazıldıktan sonra yok oldu. Batılı gözlemcilerin
çok sevdiği oralarına buralarına şişler sokan Rufai dervişlerinin ve Mevlevilerin
tekkeleri de, Cumhuriyet ile birlikte kapatıldı. Batılı ressamların o kadar çok
resmettiği Osmanlı kıyafetleri de Andre Gide'in şikâyetinden kısa bir süre sonra
bırakıldı. Harem de Batılı yazarların çok sevdiği bir konuydu, artık yok.
Flaubert'in sevgili arkadaşına onun adını çarşıdaki hattatlara yazdıracağını
söylemesinden yetmiş beş yıl sonra bütün Türkiye Arap alfabesinden Latin
alfabesine geçti ve bu egzotizmin zevki de bitti. Bütün bu kayıplardan
İstanbullular için bence en ağır olanı bahçelerin, meydanların, günlük hayatın
içine sokulmuş olan mezarların ve mezarlıkların da Batılılaşma adına hapishane
duvarlarına benzer yüksek duvarlarla çevrili, servisiz, ağaçsız, manzarasız
korkunç yerlere taşınmasıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca da turistlerin çok ilginç
bulduğu sırt hamalları ve mesela Joseph Brodsky'nin dikkat ettiği eski Amerikan
arabaları da, haklarında çok yazıldıktan sonra kısa sürede yok oldular.
Bütün bu "Batılı gözlemci-yok oluş" sürecini iki şey kırabildi. Birinci takım
İstanbul'un arka sokaklarına hâlâ hükmeden köpek çeteleridir. Batı askeri
disiplinine uymuyorlar diye Yeniçerileri yok eden II. Mahmut'un ikinci hedefi
köpek çeteleriydi, ama başarısız oldu. Meşrutiyet'ten sonra Çingenelerin de
yardımıyla yapılan bir başka "reform" hareketiyle, şehrin tek tek toplanıp
Sivriada'ya sürülen köpekleri oradan gene zaferle dönmeyi bildiler. Bunun bir
nedeni, İstanbul'un her sokağındaki köpek çetelerini çok egzotik bulan
Fransızların, bu hayvanların hep birlikte Sivriada'ya tıkılmalarını daha da
egzotik bulup bu konuda alaycılıkla -Sartre bile yıllar sonra Akıl Çağı adlı
romanında bir şaka yapıyor- çok şey yazmaları da olabilir.
Bu egzotizmin farkında olan İstanbullu kartpostalcı Max Fruchtermann 19.
yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında yayımladığı bir dizi İstanbul manzarası
arasında sokak köpeklerine de, tıpkı dervişler, mezarlıklar, camiler gibi bir
kartpostallık yer ayırırdı hep.
26
YIKINTILARIN HÜZNÜ: TANPINAR İLE YAHYA KEMAL KENAR MAHALLELERDE
Tanpınar ile Yahya Kemal İstanbul'un ücra, uzak ve fakir semtlerine birlikte
uzun yürüyüşlere çıkarlardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Tanpınar bir kere tek
başına gene aynı yerlerde, "Kocamustafapaşa ile surlar arasındaki o geniş ve
fakir semtlerde" dolaşırken bu yürüyüşlerin kendisi için ne kadar öğretici
olduğunu anlatır. Buralar Gautier'nin de 1853'te yürüyüp şehrin hüznünü içinde
hissettiği yerlerdir.
Tanpınar ile Yahya Kemal bu mahallelerde "mütareke yıllarında" yürümeye
başlamışlardı. Nerval ve Gautier'nin şehre gelişi ile, bu iki Fransız arkadaş
yazarın eserlerini hayranlıkla bilen, onların yolculuk kitaplarını, İstanbul
hakkında yazdıklarını çok dikkatle okumuş bu en büyük iki Türk yazarın bu
uzak mahallelerde yürüyüşü arasındaki yetmiş yılda, Osmanlı Devleti bütün
Balkan ülkelerindeki ve Ortadoğu'daki topraklarım kaybede kaybede, küçüle
küçüle yok olmuş, İstanbul'u besleyen gelir kaynakları kurumuş, özellikle
Balkanlarda kurulan yeni devletlerin uyguladığı etnik temizlikten kaçan
Müslüman göçmenlerin İstanbul'a akın akın gelmesine karşın yüzbinlerce kişi de
Birinci Dünya Savaşı'nda öldüğü için şehrin nüfusu ve zenginliği artmamıştı.
Tam tersi, bu yetmiş yılda Avrupa ve Batı çok büyük bir teknolojik ilerleme ve
zenginleşme yaşarken İstanbul fakirleşmiş, dünyadaki gücünü ve çekimini
kaybettiği için işsiz ve ücra bir kent olmaya başlamıştı. Ben çocukluğumu bir
büyük dünya şehrinde değil, büyük ve yoksul bir taşra şehrinde yaşadığımı
hissederek geçirdim.
Tanpınar7in "Kenar Semtlerde Bir Gezinti" başlığıyla anlattığı kendi yürüyüşü
ve daha çok da Yahya Kemal'le beraber yaptıklarından söz ettiği yürüyüşlerde
yalnızca fakir ve ücra İstanbul'a, kenar mahallelere gitmek değil, Türkiye ve
İstanbul'un dünyada fakir ve ücra bir yer olmasına ruhsal bir hazırlık da vardır.
Kenar semtlerin bir manzara olarak keşfi, Türkiye'nin ve İstanbul'un da kenar
mahalle olmasıyla ilgilidir. Tanpınar, benim de çocukluğumda bol bol gördüğüm
yangın yerlerinden, harap eserlerden, yıkık duvarlardan söz eder. Sonra bu fakir
ve yıkıntı mahallede "nasılsa ayakta kalmış büyük ve ahşap bir Hamit devri
konağından" gelen kadın seslerine (eski alışkanlıkla "harem cıvıltısı" der
Tanpınar) dikkat kesilir ama yazının kurduğu siyasi-kültürel programa uygun
olarak bu seslerin Osmanlı'dan değil, "bir çorap fabrikasında ya da dokuma
tezgâhında" çalışan fakir şehirli kadının modern çalışmasından geldiğini anlatır.
Tanpınar7in "hepimizin çocukluğumuzdan beri tanıdığımızı" söylediği ve Ahmet
Rasim'in herhangi bir sayfasında okuduğumuzu hatırlattığı ve bir köşesinde
"küçük asma veya salkım çardaklı çeşmesi, güneşe serilmiş çamaşırı, çocuğu,
kedisi köpeğiyle, mescidi ve mezarlığıyla" kenar mahalledir burası. Nerval ve
Gautier okuyarak şehrin ücra mahallelerinden, yıkıntılardan, izbelerden ve şehir
surlarının çarpıcı görüntüsünden öğrendiği melankoliyi, Tanpınar yerli bir hüzn.
çevirir ve bu hüznü yerli bir manzaraya ve çalışan modern kadının hayatına
ustalıkla taşır.
Yaptığı şeyin anlamının tam ne kadar farkındaydı bilemeyiz. Ama kenar
mahallelere, şehrin yıkıntılarına, unutulmuş boş sokaklarına "izbe" dediği
yangın yeri, yıkıntı, imalathane, depo ve yıkılmakta olan ahşap konaklara özel
bir güzellik ve anlam yüklemeye çalıştığının farkındaydı. Çünkü aynı yazıda
şöyle der Tanpınar:
"Bu harap semtlerin macerasını bir sembol olarak görüyordum. Bir şehrin sadece
bir semtine bu yüzü verebilmek için ne kadar zaman ve ne kadar vaka, hadise
lazımdı. Kaç fetih, kaç bozgun, kaç hicretle bu insanlar buralara gelmişler, hangi
yıkılışlar ve yapılışlardan sonra bu görünüşü alabilmiştiler?"
Şimdi, belki okurun da aklını kurcalayan şu soruya bir cevap verebiliriz: Osmanlı
Devleti'nin yıkılışının, İstanbul'un Batı karşısında bir yandan kendi kimliğini
kaybederken, bir yandan da fakir düşüşünün, bütün bu büyük kayıpların
uyandırdığı melankoli-hüzün duygusu şehre bu kadar bağlı bu iki büyük yazarda
niye Nerval tarzı bir içe çekilme, bu içe çekilmeye denk düşecek bir "saf şiir"
(Yahya Kemal "halis şiir" derdi) arayışı yaratmadı?
Nerval'in Aurelia'smda, aşkta kaybedince yükselen melankolinin, onun hayattaki
diğer faaliyetleri "kaba saba oyalanmalar" düzeyine indirmesine neden olduğunu
görüyoruz. Nerval, İstanbul'a melankolisini unutmak için gelmişti. (Farkına
varmadan bu melankoliyi Gautier'nin şehre bakışına taşıdı.) Türk edebiyatının
yirminci yüzyıldaki en büyük şairiyle en büyük romancısı olacak Yahya Kemal ve
Tanpınar bu hüzünlü, ücra semtlerde dolaşırken sanki kaybettikleri şeyleri ve
melankoliyi daha da fazla içlerinde duymak istiyorlardı. Niye?
Siyasi bir amaçları vardı: İstanbul'un yıkıntıları içerisinde Türk milletini ve
Türk milliyetçiliğini keşfetmek, büyük Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıldığını,
ama onu yapan Türk milletinin (Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri ve
diğer azınlıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle birlikte unutmaya hevesle
hazırdılar) hüzünle de olsa ayakta durduğunu göstermek istiyorlardı.
Ama Türk milliyetçiliği fikrini, milliyetçi olmaları gerektiğini öğrenir öğrenmez,
güzellikten yoksun otoriter bir söylem kullanan milliyetçi Türk devletinin
ideologları gibi değil, emir ve zordan uzak bir "güzellik" ile geliştirmek
istiyorlardı. Yahya Kemal Paris'te Fransız şiirini ve edebiyatını tanıyarak on yıl
geçirmişti ve Türk milliyetçiliğinin, ancak "Batılı gibi" düşünerek, bu milliyet-
çiliğe uygun Batı tarzı bir imgeyle "güzelleştirilerek" yapılabileceğini biliyordu.
Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması, İstanbul'un
Tanpınar'ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanındaki deyişiyle "esir şehir"
olması, Boğaz'da, padişahın kaldığı Dolmabahçe Sarayı'nın önünde demirleyen
İngiliz ve Fransız zırhlıları, İstanbul'un ve Anadolu'nun geleceğinde Türk
kimliğinin öne çıkarılmadığı çeşitli siyasi tasarılar onları Türk milliyetçisi
olmaya zorlamıştı. (İleriki yıllarda devletle ilişkilerini kolaylaştırarak onları elçi
ve milletvekili yaptıracak bu zorunluluktan, milliyetçi olmaktan, 6-7 Eylül gibi
Hıristiyanlık ve Batı karşıtı etnik şiddet olayları karşısında sessiz durmaktan
şikâyetçi değildiler..
Anadolu'da Yunanistan ordusuna karşı savaş sürerken, savaşı, siyaseti ve
askerleri çok da fazla sevmeyen Yahya Kemal Ankara'ya gitmemiş, Tanpınar'ın
romanının başlığında ima ettiği gibi, İstanbul'da "sahnenin dışında" kalmış ve
bir yandan geçmiş Türk zaferlerini anan şiirler yazarken, bir yandan da bir
"Türk İstanbul" imgesi geliştirmeyi üzerine vazife edinmişti.
Yahya Kemal'in başarıyla tamamladığı bu siyasi programının edebi yanı, Farisi
edebiyattan devralınmış geleneksel şiir biçimleri ve ölçüleri (aruz) ile yazılıp
konuşulan Türkçenin havasını ve edasını birleştirmek ve Türk milletini büyük
zaferler kazanmış ve büyük eserler vermiş büyük bir millet olarak anlatmaktı.
İstanbul'u milletin en büyük eseri olarak göstermesinin iki amacı vardı: Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra, mütareke yıllarında eğer İstanbul bir Batı sömürgesi
olacaksa, bu şehrin yalnız Ayasofya ve kiliselerle hatırlanan bir yer olmadığını,
İstanbul'un "Türk" kimliğinin de göz önünde tutulması gerektiğini sömürgecilere
anlatmak. Kurtuluş Savaşı'ndan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından
sonra ise Yahya Kemal İstanbul'un Türklüğünün altını "yeni bir millet olmaya"
çalışıldığı için çiziyordu. Her iki yazarın da İstanbul'un kozmopolit, çok dilli, çok
dinli yanını görmezlikten gelen, İstanbul'un "Türkleştirilmesine" ideolojik destek
veren "Türk İstanbul" adlı uzun makaleleri vardır.
Tanpınar, yıllar sonra yazdığı bir yazıda "Biz acı mütareke senelerinde mazideki
eserlerimize nasıl sarılmıştık!" diye hatırlar. Yahya Kemal de "İstanbul
Surlarında" başlıklı bir yazısında, aynı yıllarda öğrencileriyle Topkapı
tramvayına binip "Marmara'dan Haliç'e kadar kule kule, diş diş, göz alabildiğine
giden surun yanından" yürüdüğünü, "yekpare düşmüş duvar kütlelerinin"
üstünde oturup dinlendiğini anlatır. İstanbullun bir Türk şehri olduğunu ka-
nıtlamak için bu iki yazar "turistik" Batılı gözlemcinin altını çizdiği şehrin
uzaktan gözüken siluetiyle, camiler ve kiliselerle yapılmış gölgesiyle
yetinemeyeceklerinin farkındaydılar.
Lamartine'den Le Corbusier'ye kadar bütün yabancı gözlemcilerin dikkat ettiği
siluet (Ayasofya'nın da hâkimiyeti yüzünden) Türk İstanbul'un etrafında
toplanabileceği "milli" bir imge değil, kozmopolit bir güzellikti. Yahya Kemal ve
Tanpınar gibi milliyetçi İstanbulluların yenik, ezik, yoksul İstanbul'un
Müslüman nüfusunu vurgulayacak, onun varlığını ve hâlâ kimliğini hiç
kaybetmeden yaşadığını kanıtlayacak ve kayıp ve yenilgi duygusunu ifade
edecek hüzünlü bir güzelliğe ihtiyaçları vardı. Bu yüzden kenar mahallelere
yürüyüşlere çıktılar, şehirde yaşayan insanla eskinin, yıkıntının, geçmişin
hüzünle buluştuğu güzel görüntüleri aradılar ve Gautier gibi gezginlerin yetmiş
yıl önce keşfettiği (ve çok iyi okudukları) melankolik kenar mahalle
manzaralarını buldular. Bütün milliyetçiliğine rağmen Tanpınar Batılı bir gezgin
bakışıyla kimi zaman "pitoresk", kimi zaman da "peyzaj" dediği kenar
mahallelerin geleneksel, bozulmamış ve Batı etkisine girmemiş bu yanını
anlatmak için "haraptı, fakir ve biçareydi, fakat kendine göre bir hayatı ve
üslubu vardı" diye yazmıştı.
Parisli iki arkadaş şair-yazardan, İstanbullu iki arkadaş şair-yazarın Osmanlı
Devleti'nin yıkıldığı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllarda
etkilenmesinin milliyetçilik, yıkım, Batılılaşma, şiir, manzara gibi iplerle teker
teker örülmüş hikâyesini düğüm düğüm anlatmaya çalıştım. Bazan ipler.
birbirine istemeden dolayarak ortaya çıkarmaya çalıştığım bu hikâyenin
sonunda İstanbulluların dana sonra yaygınlaştırarak benimseyecekleri bir fikir,
bir hayal çıktı ortaya. İlk kaynağını şehir surlarında ve civarında ıssız, izbe ve
yoksul mahallelerden alan bu hayale "yıkıntıların hüznü" demek, bu hüznün en
iyi hissedildiği şehir manzaralarına da, dışarıdan bakan birinin bakış açısıyla
(Tanpınar gibi) pitoresk demek uygun olacak. İlk olarak pitoresk manzarada bir
güzellik olarak keşfedilen hüzün, İstanbulluların kayıp ve yoksullaşma yüzünden
daha yüz yıl yaşayacağı hüzne denk düşüyordu.
27
KENAR MAHALLEDE PİTORESK
İngiliz sanat tarihçisi ve yazar John Ruskin, The Seven Lamps of Architecture
(Mimarlığın Yedi Lambası) adlı kitabının "Hafıza" kısmında pitoresk güzellik
hakkında kafa yorarken, bu çeşit mimari güzelliğin niyet edilmiş, planlanmış asıl
klasik güzellikten farklarından birinin onun "rastlantısallığı" olduğunu söyler.
Etimolojik olarak "resim gibi" anlamına gelen pitoresk, bu bakış açısına göre, bir
mimari manzarada, söz konusu yapıların tasarlanırken düşünülmüş güzellik
neden ve merkezlerinden uzakta bir yerde belirir. Ruskin için bu yüzden pitoresk
güzellik, bir eserin yapılmasından yüzyıllar sonra, onun etrafında beliren
sarmaşıklar, otlar, bitkiler ve doğanın diğer uzantılarıyla (dalgalar, deniz,
kayalar, hatta bulutlar da olabilir) kaynaşmasından oluşur. Bir binayı ilk
yapıldığı şekilde ve görmemizin istendiği gibi değil, bambaşka bir açıdan ve
tarihin bize dayattığı yeni perspektiflerden, bambaşka bir şekilde seyrederken
ortaya çıkan rastlantısal güzelliktir söz konusu olan.
Yani Süleymaniye Camii'ne, bütün hatlarını, kubbeden aşağı hacımların
zarafetle inişini, yan kubbeciklerinin açılışını, duvarlarının ve boşluklarının
oranını, ağırlık kulelerinin ve küçük kemerciklerinin bir müzik parçasında
olacağı gibi çıkardığı karşı sesleri, yapının tepeye ve araziye oturuşunu,
beyazlığının ve kubbelerindeki kurşunun sadeliğini içimde hissederek
baktığımda bu güzellikten aldığım tat, pitoresk bir manzaradan alınan tat
değildir. Çünkü yapılışından dört yüzyıl sonra da olsa, Süleymaniye Camii'ne
bakarken, yapıyı hâlâ ilk yapıldığı bütünlük ve amaç içerisinde ve görülmesinin
istendiği gibi seyrederim. İstanbul'un yalnız siluetinin değil, manzarasının gücü
de Süleymaniye'den başka Ayasofya, Yavuz Sultan Selim, Beyazıt gibi şehrin
kalbinde yer alan ve selatin camileri (sultan camileri) denen pek çok eski ve
güçlü yapının hâlâ ilk yapıldıkları zamanki güzellik fikriyle ışıldamalarından
kaynaklanır. Bu yapıların olsa olsa bir sokak aralığından ya da incir ağaçlarıyla
kaplı bir yokuştan, denizin ışık oyunlarıyla bir parçası gözüktüğü vakit
alacağımız tada, pitoresk bir güzellik diyebiliriz.
Kenar mahallelerin İstanbulluya sunduğu güzellik ise, yıkıntı halindeki şehir
surlarında ya da çocukluğumda olduğu gibi, Rumelihisarı'nın ya da
Anadoluhisarı'nın duvarları ve kuleleri üzerinde otlar, yeşillikler, sarmaşıklar,
hatta ağaçlar bittiği zaman belirir. Bu güzellik daha çok kenar mahalledeki kırık
dökük bir çeşme, boyası dökülmüş yarı harap eski bir konak, yüz yıllık bir
gazhane binasının yıkıntıları, yarı yıkık bir cami duvarı, iyice eskiyerek
siyahlaşmış ahşap duvarlarla sarmaşıkların, çınar ağaçlarının özel
birleşimlerinde, rastlantısal olarak ortaya çıkar.
Benim çocukluğumda arka mahallelerde yapılan herhangi bir gezinti, durup res-
me bakar gibi insanda bakma isteği uyandıran bu çeşit "pitoresk" güzellikleri o
kadar çok gösterirdi ki, bunlara bir noktadan sonra rastlantısal demek de yanlış
olurdu: Bugün çoğu yok olmuş bütün bu hüzünlü yıkıntılar benim çocukluğumda
İstanbul'un ruhuydu. Ama yıllar sonra, o zamanlar şehrin ruhu olduğun.
söyleyebildiğim şeyin "keşfedilmesi", güzel olduğuna, "temel bir nitelik" olduğuna
karar verilebilmesi, içinde rastlantılar ve pek çok tepkiler olan çok dolambaçlı bir
yoldan gerçekleşmiştir.
İlk başta, arka mahallelerin ya da yıkıntılarla ağaçların, otların ve doğanın bu
rastlantısal güzelliğinden tat alabilmek için o mahalleye, yıkıntılarla kaplı o
yoksul yere "yabancı" olmak gerekir. Yıkık bir duvar, yasaklamalar yüzünden
boşalmış ve bakımsız kalmış ahşap bir tekke binası, musluğu akmayan bir
çeşme, artık üretim yapmayan seksen yıllık bir imalathane, milliyetçi baskılarla
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler kovalandığı için boşalmış evler, kırık dökük
yapılar, perspektife meydan okur gibi hepsi bir başka yana hafifçe yatmış (ya da
kimileri, karikatüristlerin çok sevdiği gibi, birbirlerine yaslanarak eğilmiş) evler,
çatıları, cumbaları, pencere pervazları yamulmuş yapılar, oralarda yaşayanlarda
sağlamlık ve güzellik duygusu değil, yoksulluk, imkânsızlık, çaresizlik ve ihmal
duygusu uyandırırlar.
Kenar mahallelerin bu yoksulluk görüntüleriyle, bakımsız tarihi köşelerin
sunduğu rastlantısal "güzellikten" zevk alanlar ya da yıkıntılardan pitoresk
tatlar çıkaranlar bu yerlere dışarıdan gidenlerdir. (Tıpkı şehir halkı
ilgilenmezken Roma'nın yıkıntılarından zevk alan, onların resmini yapan kuzey
Avrupalılar gibi.) Yahya Kemal ve Tanpınar "fakir ve ücra İstanbul'u", arka so-
kaklarda bütün gücüyle yaşayan geleneksel hayatı över, Batılılaşma yüzünden
bu "halis" kültür yok oluyor diye dertlenir, bu mahallelerin sunduğu "güzel"
görüntülerin tadını çıkarır ve bu mahallelerde bir lonca ahlakı ve çalışma
terbiyesiyle yaşayan "atalarımız, ecdadımız" düşüncesini icat edip kabul
ettirmeye çalışırken; Pera'da, Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler" dediği ve
Tanpınar7in nefrete yakın bir küçümseme ile bahsettiği, daha konforlu
Beyoğlu'nda yaşıyorlardı.
Walter Benjamin'in şehirde egzotik ve pitoresk olanla oraya dışarıdan gelenler
ilgilenir dediğini, bu iki milliyetçi yazarın şehrin "güzelliğini" ancak ona yabancı
oldukları yerlerde bulabildiklerini hatırlayalım. Bu durum, geleneksel bir Japon
evi nasıl olmalı, nasıl korunmalı fikrini Gölgeye Övgü adlı kitabında uzun uzun
geliştirdikten sonra, bir hikâyeye göre karısına, Batı konforları olmayan böyle bir
evde kendisinin asla oturmayacağını söyleyen büyük Japon romancı Tanizaki'nin
tutumuna da benzetilebilir.
Bu kararsız tutumları nasıl Tanpınar ile Yahya Kemal'i tam anlamıyla birer
İstanbullu yapıyorsa, şehrin içinde pitoresk güzellikler bulanlar da yalnızca
dışarıdan gelenler değildi. İstanbul'un en büyük özelliği, içeride yaşayanların da,
şehre bazan Batılı gözlüklerle, bazan Doğulu gözlüklerle bakmasıdır. İstanbul'un
tarihinin İstanbul basınında temsil edilmesi de Fransızların "bizarreries" dediği
ve Binbir Gece Masalları'nın İngilizce çevirmeni Richard Burton'un ya da
Nerval'in düşkün olduğu tuhaflıkların öne çıkarılmasıyla oldu ilk. İstanbul'un
tarihine başka bir uygarlığın tarihine bakar gibi "tuhaflıklar" içinden en iyi
bakan yazar Koçu idi elbette. Benim çocukluğumda şehrin dünyadan en kopuk
olduğu zamanlarda bile İstanbul halkı kendini bir yanıyla şehre hep yabancı
hissetmiştir. Şehir, halkının bakış açısına göre, orada yaşayanlara bazan fazla
Doğulu, bazan fazla Batılı gözükerek hafif bir huzursuzluk ve tam oraya ait
olamama endişesi verir.
Yahya Kemal ve Tanpınar'in İstanbul'un bir köşesinde (Batılılaşmış Pera)
yaşarken, bir başka köşesinde (eski şehrin kenar mahalleleri) keşfettikleri güzel,
milli, hüzünlü, pitoresk görüntüler, daha sonra İstanbulluların kendilerini
anlamak, yaşadıkları şehir hakkında ortak bir hayal oluşturmak istediklerinde
benimseyip yaydıkları imgeyi oluşturdu. Bu kenar mahalle hayali, 1930'larda ve
1940'larda muhafazakâr gazete ve dergilerde sık sık yayımlanan Batılı
ressamların kopya edile edile kabalaştırılmış gravürleriyle yaygınlaştı önce.
Kimin tarafından, hangi yüzyılda, nerede yapıldığı hiç hatırlatılmayan, bir
Batılının pitoresk düşü olduğu büyük okuyucu yığınlarından gizlenen bu
görüntülere, İstanbullu ressamların siyah-beyaz kenar mahalle desenleri,
karakalem arka sokak manzaraları eşlik ederdi. Bu geleneksel fakir mahalle
manzarasını en sade, en az egzotik yanıyla işleyen ressam Hoca Ali Rıza'nın
karakalem resimlerinin o sıralarda dergilerde yayımlanan
röprodüksiyonlarından çok hoşlanırdım.
Turistlerin ilk anda dikkat ettikleri İstanbul'un gösterişli siluetine, camileriyle
sularının arasındaki ışık oyunlarına değil de, şehrin Batılılaşmamış ya da
modernleşme gayreti yarıda kalmış sokaklarına ressam Hoca Ali Rıza'nın on
dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında gösterdiği bu dikkati,
daha sonraları Ara Güler fotoğraflarıyla gösterdi. İstanbul'u, bir Batılılaşma
gayreti içinde olsa da, geleneksel hayatın sürdüğü, eski ile yeninin bir yıpranma,
yoksulluk ve alçakgönüllülük müziğiyle birleştiği ve manzaraları gibi
insanlarının yüzü de aşırı hüzünlü bir yer olarak gösteren Ara Güler'in siyah-
beyaz fotoğrafları; özellikle 1950'ler ve 60'larda, geçmişin şaşaası ve Osmanlı
Batılılaşmasının banka, han ve devlet yapıları artık iyice yıpranıp kabuk kabuk
dökülürken ortaya çıkan özel dokuyu çok şiirsel bir duyarlıkla saklamıştır. Ara
Güler'in Kayıp İstanbul albümünde yanyana getirdiği harika fotoğraflar
çocukluğumun Beyoğlu ve İstanbul'unu, tramvayları, parke taşı kaplı caddeleri,
sokak ilanları ve siyah-beyaz havasıyla şehrin yorgunluğunun, yıllanmışlığının
ve hüznünün altını çizerek kenar mahalle pitoreskiyle birleştirdi.
Bu siyah-beyaz, kırık dökük, yıpranmış, "fakir ama onurlu ve kimlik sahibi" ücra
kenar mahalle imgesi, özellikle Ramazan'larda gazetelerde yayımlanan Tarih ve
İstanbul köşelerinde eski gravürlerin, siyah-beyaz İstanbul resimlerinin gittikçe
daha da kabalaştırılarak yaygınlaştırılan yeni basımlarıyla halka da sevdirildi.
Bu işin üstadı, çıkardığı İstanbul Ansiklopedisi'nde ya da gazetelere hazırladığı
popüler tarih köşelerinde kimseye atfedilmeyen bir gravürün röprodüksiyonunu
da değil, o gravüre baka baka ve kabalaştırılarak yapılmış bir resmini (ince
ayrıntılı bir gravürün iyi bir klişesini çıkarmak hem pahalı, hem de teknik
olarak daha zor olduğu için) yayımlayan Reşat Ekrem Koçu idi.
Gravürler de, Batılı ressamların kimi zaman renkli resimlerinden çıkartıldığı
için, renkli resmin siyah-beyaz gravürünün siyah-beyaz desen resmi olan ve
çamur gibi bir kâğıda kötü basılan bu kenar mahalle manzaralarının altında
özgün resmi ya da kopyasını yapan ressamın adı yer almaz, yalnızca "bir
gravürden" diye bir not olurdu. Geleneksel kimliği koruduğu düşünüldüğü için
fakir oluşu utanılacak bir şey olarak değil, tam tersi neredeyse onur verici bir şey
gibi gösterilen kenar mahalle hayali, yoksul şehir hayatının sert gerçekliğinden
çok, gazete dergi okuyan yarı Batılılaşmış İstanbul burjuvalarının milliyetç.
kimlik düşlerine uygun düştüğü için sevildi. Bu hayal ve eski İstanbul mahallesi
fikri, şehrin artık sadece "ücra" kesimlerini değil, silueti hariç hepsini temsil
ederken, bir yandan da onu anlamlandıran bir edebiyat gelişti.
Kenar mahallenin Batılılaşmış, halis Türk ve Müslüman yanını vurgulamak
isteyen muhafazakâr yazarlar, burada paşanın iktidarının ve paşalığının
sorgulanmadığı, ailesinin ve maiyetinin töre ve geleneklere (tabii ki bunlar
alçakgönüllülük, itaatkârlık ve kanaatkârlık idi) bağlılıklarının öne çıkarıldığı
bir Osmanlı cenneti kurdular. Osmanlı kültürünün, Batılılaşmış cumhuriyetçi
orta sınıf zevklerine aykırı gelecek harem, ikinci-üçüncü karı, paşanın dayak
gücü, cariye gibi öğeleri yumuşatılıp ehlileştirilirken, paşalar ve çocukları da
olduklarından daha modern gösterildi (Samiha Ayverdi).
Ahmet Kutsi Tecer Köşebaşı adlı çok sevilen oyununda kenar mahalle
kahvehanesini merkez alarak (örnek aldığı yer İstanbul'un eski semtlerinden
Rüstempaşa Mahallesi'dir), tıpkı Karagöz'de olduğu gibi, şehrin bütün tiplerinin
birbiriyle bizi güldürmek için çatıştığı ve bütün gerilimlerin bir "biz" havasıyla
yumuşatıldığı bir İstanbul sokağı çizdi. Bir zamanlar Cibali'nin arka so-
kaklarında (karısı tütün fabrikasında çalışırdı) oturan romancı ve hikayeci
Orhan Kemal ise arka sokakları, yoksulluk ve arkadaşlığın ekmek kavgası
yüzünden çatıştığı yerler olarak gösterdi. Ben kenar mahalle düşünü, bizimki
gibi kalabalık ve modern bir büyük aile hayaline çeviren (üstelik bizimkinin
aksine huzurlu bir büyük aile) ve bir yandan da evde bir "Arap bacı"
barındırabilen "Uğurlugiller Ailesi'nin her akşamüstü radyoda yayımlanan kü-
çük serüvenlerini severdim.
Arkasında yıkım ve hüzün olan arka sokak hayali ya da pitoresk, izbe ve ücra
İstanbul düşü İstanbul yazarlarınca bilinçaltının tehlikeli, karanlık ve kötücül
yaratıklarıyla hiçbir zaman birleştirilmedi. Çünkü milli ve geleneksel olan aynı
zamanda masum ve evimize uygun bir şey olmalıydı. Kenar mahalleli öksüz,
yoksul ve iyi kalpli çocukların yazarı Kemalettin Tuğcu, on yaşlarımdayken çok
sevdiğim melodramatik ve İstanbul'u iyi anlatan çocuk hikâyelerini, insanın en
ücra sokakta da yaşasa, çalışkanlık ve iyi ahlakla (çoğu zaman bütün milli ve
ahlaki değerlerin kaynağı zaten kenar mahalledir) bir gün mutlu olabileceğini,
bütün şehrin aksine yavaş yavaş fakirleşen bizlere anlatırdı.
Ruskin, pitoresk olanın rastlantısallığı yüzünden "muhafaza" edilemeyeceğini
ima eder. Zaten manzarayı güzel kılan şey, mimarinin korunması değil,
korunmaması, yıkıntı halinde bulunmasıdır. Bütün İstanbullularca da
benimsenmiş, sevilmiş, yaygınlaşmış "güzel İstanbul" imgesi, hüzünlü bir
yıkıntının havasından çok şey taşımak zorundadır. Restore edilip pırıl pırıl
boyanan ve üzerlerindeki karartı, çürümüş tahta rengi giderilerek ilk
yapıldıkları gibi ya da on sekizinci yüzyılda şehir muzaffer ve zenginken olduğu
gibi yepyeni hale getirilen eski ahşap konaklara İstanbulluların neden bir türlü
ısınamadıklarını da açıklar bu. İstanbulluların son yüzyılda severek ya da nefret
ederek benimsedikleri şehir imgesi yoksulluk, yenilgi ve yıkımdan çok şey taşır.
On beş yaşımda kendi kendime şehrin resimlerini yaparken, özellikle "arka
sokakları" resmederken bu hüznün sonuçları beni zorlamaya başladı.
28
İSTANBUL'U RESMETMEM
On beş yaşımdan itibaren takıntılı bir şekilde İstanbul manzaraları resmetmeye
başladım. Özel bir İstanbul sevgisi yüzünden yapmıyordum bu resimleri.
Natürmort ya da insan gövdesi resmetmeyi bilmiyor, sevmiyordum. Dünyanın
geri kalanı, yani sokağa çıktığımda ya da pencereden baktığımda gördüğüm her
şey İstanbul'du zaten.
Şehrin iki türlü resmini yapıyordum.
1. Boğaz manzaralarına, denizle şehrin içice geçişine, şehrin siluetine dayanan
resimler. Bu resimler genel olarak son iki yüz yılda şehre gelen Batılı gezginlerin
"büyüleyici" bulduğu İstanbul manzaralarından yola çıkıyordu. Cihangir'deki
evin, apartmanlar arasından gözüken Boğaz, Kızkulesi, Fındıklı ve Üsküdar
manzarası ve daha sonra taşındığımız Beşiktaş Serencebey'deki, Boğaz'a tepeden
bakan dairenin ve Boğaz'ın girişi, Sarayburnu, Topkapı Sarayı ve eski şehrin
siluetinden oluşan geniş manzarası, bu resimleri evden çıkmadan yapmam için
yeterliydi. Resmim yaptığım şeyin ünlü "İstanbul manzarası" olduğunu aklımın
bir köşesinde hep tutuyordum. Yaptığım şeyin güzelliği zaten herkesin bildiği,
var olan bir güzel görüntüye dayandığı için, kendime bu resmin neden güzel
olduğunu daha az sorardım. Resim bitip de, bütün hayatım boyunca kendime ve
yakınlarıma on binlerce kere soracağım "güzel mi?", "güzel olmuş mu?" sorularını
sorduğumda, zaten seçtiğim konudan dolayı bir "evet" cevabına yaklaşmış
olduğumu bilirdim.
Konusundan dolayı, resmin güzel bulunacağına biraz güvenim olduğu için bu
resimleri yaparken içimden geldiği gibi davranır, herhangi bir Batılı ressam gibi
hissetmek için kendimi zorlamam gerekmezdi. Belirgin olarak herhangi bir Batılı
ressamı taklit etmiyordum, ama pek çok küçük ayrıntıda, onlardan öğrendikleri-
mi kullanıyordum. Boğaz'ın dalgalarını Dufy gibi çocuksu yapar, bulutları
Matisse gibi çeker, giremediğim küçük ayrıntıları "izlenimciler gibi" boya
lekeleriyle kapardım. Kimi zaman İstanbul kartpostallarından ya da takvim
görüntülerinden de yararlanırdım. Fransa'da ortaya çıkışlarından kırk-elli yıl
sonra izlenimcileri taklit ederek İstanbul'un bütün ünlü güzel görüntülerini
resimleyen Türk izlenimcilerinden farklı değildi yaptıklarım.
Konumun herkesin kendiliğinden "güzel" bulduğu İstanbul manzarası gibi bir
şey olması, beni bir resim yaparken kendimi ve başkalarını ikna etmem gereken
"güzellik" sorunundan büyük ölçüde kurtardığı için rahatlatıcıydı. Büyük ve
derin bir hevesle resim yapmak istediğim kâğıdın, kalemin, tuvalin başına geçip,
beni ikinci dünyaya götürecek boyaları ve fırçaları elime aldığım ama ne resmi
yapacağımı bilemediğim çok olmuştur. Mesele konu değil resim yapmak olduğu
için, sonunda evimizin pencerelerinden gözüken kartpostal manzaralarından
birini daha yapmaya hevesle girişirdim. Aynı konuyu, benzer bir resmi yüzüncü
kere yapmak hiç sıkmazdı beni.
Önemli olan bir an önce resmin ayrıntılarına gömülmek, bu dünyadan kaçmaktı:
Boğaz'dan geçen bir gemiyi manzaraya, perspektife uygun olarak oturtmak
(Melling'den beri Boğaz resmi yapan bütün ressamların özel derdi), arkadaki
cami siluetinin ayrıntılarına dalmak, servileri, araba vapurunu iyi çizmek,
kubbeleri, Sarayburnu'ndaki feneri, kenarda balık tutan adamları rahatça
çizivermek bana o çizdiğim şeylerin arasında olduğumu hissettirirdi.
Resim yaparken, yaptığım resmin bir parçası olduğumu sanırdım. Kafamdaki
ikinci dünya, ben resmin en "güzel" yerindeyken, yani resim başarıyla bitmek
üzereyken birden çok kuvvetli bir gerçeklik, eşyamsı bir nitelik kazanır, bu da
tuhaf bir coşkuyla zevkten başımı döndürürdü. Sanki herkesin bildiği (ve bu
yüzden seveceği) bir Boğaz ve İstanbul manzarasını değil de kendi hayalimdeki
harika bir şeyi yapmışım gibi gelirdi bana. Resim bitmek üzereyken coşkuyla ona
dokunmak, resimle ilgili bir şeyi kucaklamak, hatta ağzıma almak, ısırmak,
yemek isterdim. Bazan da hâlâ iç saflığı ve ahengi tam bozulmamış olan
çocuksuluk ve oyunculuğum bir tıkanmayla karşılaşır, yani resmi yaparken
tamamen kendimi unutamadığımı ve oynadığım oyunda beni dışarı iten bazı
sorunlar çıktığım hissetmeye başlardım (bu gittikçe daha çok oluyordu) ve
içimden otuz bir çekmek gelirdi.
Bu birinci tarz resmetmenin, Schiller'in şairler için kullandığı anlamda naive
(saf) ressamlık olduğu söylenebilir. Resmettiğim şeyin konusu, daha da önemlisi,
sırf içimden geldiği gibi resim yapıyor olmak, nasıl resmettiğimden, üslubum ya
da kullandığım tekniklerden çok daha önemliydi.
2. Ama bu resimlerin çocuksu, renkli, neşeli ve sorunsuz dünyası gün geçtikçe
bana da "saf" gözükmeye, bu da resim yapma zevkimin şiddetini azaltmaya
başladı. Bazı oyuncaklarım, -bir zamanlar halıların kenarında düzenle park
etmeyi üzerime vazife edindiğim küçük arabalar ya da kovboy tabancaları, baba-
mın Fransa'dan getirdiği tren rayları ve vagonlar- nasıl artık bana kendimi ve ev
içlerinin sıkıntısını unutturmaya yetmiyorsa, çok renkli, saf ressamlığım da artık
beni sıradan dünyanın boğuculuğundan kurtarmıyordu.
Şehrin herkesin bildiği manzaralarını değil, sakin yan sokaklarını, unutulmuş
küçük meydanlarını, parke taşı kaplı yokuşlarını (Boğaz'a inen bir yokuşsa
arkadan deniz, Kızkulesi, karşı yaka gözükebilirdi) cumbalı ahşap evlerini
resmetmeye başladım. Bazan resim kâğıdına siyah-beyaz, bazan da karton ya da
tuval üzerine bol beyaz ve çok az renkle yağlıboya yaptığım bu resimlerin
arkasında iki farklı ilham kaynağı vardı.
Gazetelerin tarih köşelerinde, dergilerde gittikçe daha çok yayımlanan siyah-
beyaz arka sokak resimlerinden etkileniyor, sessiz, hüzünlü kenar mahallelerin
şiirini çok seviyordum. Küçük mescitleri, yıkık duvarları, bir kenarı gözüken
Bizans kemerlerini, cumbalı ahşap evleri, yeni yeni öğrenerek tadını çıkardığım
perspektifin kurallarına boyun eğerek, uzun bir sokak boyunca gittikçe
küçülerek uzaklaşan alçakgönüllü evleri resmediyordum. İkinci etki kaynağı,
röprodüksiyonlar aracılığıyla resimlerini tanıdığım ve melodramla
romanlaştırılmış hayat hikâyesini okuduğum Utrillo'ydu. Utrillo tarzı bir resim
yapmak istediğimde, etrafta cami, minare fazla görünmediği için Beyoğlu'nun,
Tarlabaşı ve Cihangir'in arka sokaklarından bir manzara seçerdim.
Bu amaçla sokak sokak gezerek burada birkaç tanesini yayımladığım yüzlerce
fotoğraf çekmiştim, içimde resim yapmak hevesi yükseldiğinde bu siyah-beyaz
fotoğraflardan birine baka baka bir Beyoğlu manzarası yapar, İstanbul'da çok
seyrek kullanılmasına rağmen tıpkı Paris'te olduğu gibi apartman dairelerinin
pencerelerine pancur çizerdim. Bir resmi bitirirken hissettiğim coşku sırasında
artık, eskiden olduğu gibi, yaptığım manzara resminin hem kendi hayalim, hem
gerçek olduğunu; ya da resimde beliren tanıdık ve buna rağmen güzel dünyanın
bir parçası olduğumu daha az düşünürdüm.
Bir resim yapmak için gerekli olan kendimden kaçma ya da kendimi arkada
bırakma isteğimi şimdi (resmettiğim konu ve dünya ile safça kendimi
özdeşleştirmek yerine) daha karmaşık ve daha "kurnazca" bir ruhsal sıçramayla,
bir zamanlar Paris'te buna benzer resimler yapmış Utrillo diye biriyle kendimi
özdeşleştirerek gerçekleştiriyordum. Tabii ki tam bir özdeşleşme değildi bu; tıpkı
Boğaz manzaraları resmederken yaptığım gibi, resmettiğim dünyanın bir parçası
olduğuma nasıl aklımın yalnızca bir parçasıyla inanıyorsam, Utrillo olduğuma da
gene ruhumun sadece küçük bir yanıyla inanırdım.
Bu duygu, onu yaptığım sırada resmin değerinden ya da onu başkalarının "güzel"
ya da "anlamlı" bulmasından kuşkuya düştüğüm zamanlarda ve çoğunlukla da
nereden geldiğini kendime bile açıklayamadığım güvensizlik anlarında
başvurduğum bir şeydi. Bu inanca fazla bağlanmanın beni daralttığını
hissederdim. Yaptığım resim -tıpkı yakın zamanda yaşayacağım cinsel deneyim
sırasında olduğu gibi- kimi zaman benim denetimimden çıkar, büyük bir
coşkuyla, beni de kavrayarak zevkle yükseltir ve sahile vurup dağılan büyük bir
dalga gibi bittikten ve üzerimdeki hüzün ve şaşkınlığı da attıktan sonra biraz
dinlenirdim.
Kendi çektiğim bu fotoğraflardan birine bakarak yaptığım ıslak bir resmi odanın
bir köşesine, duvara asılsaydı göz hizasında olacak bir yere koyar, ona sanki bir
başkasının resmiymiş gibi bakmaya çalışırdım. Eğer aceleyle bitirdiğim resmi
hemen beğenirsem bir haz ve güven sarardı içimi. Kenar mahallenin, arka
sokağın hüznü bir zafer duygusuyla içimi doldururdu. Ama çoğu zaman içimi bir
eksiklik, yetersizlik duygusu kaplar, kafamı sağa sola oynatarak, görüş açımı
değiştirerek, uzaklaşıp-yakınlaşarak, resme yeni açılardan bakarak, bazan da
ona fırçayla umutsuzca birşeyler ekleyerek, yaptığım şeyi kendime kabul
ettirmeye çalışırdım. Resmi yaparken hissettiğim kuvvetle Utrillo olduğuma ya
da bende ondan birşeyler olduğuna artık inanamadığım için, tıpkı sevişme
sonrasında olduğu gibi bu sefer manzaradan değil resmin başarısızlığından gelen
bir keder kaplardı içimi. Ne Utrillo, ne de bir başkasıydım; Utrillo'nunkilere
benzer bir resim yapmış biriydim.
Gene de ama, daha sonraki yıllarda daha da derinleşerek resim yapmamı bir
dert haline getirecek o hüzün duygusu, ancak kendimi bir başkası gibi hissederek
resim yapabildiğim gerçeği, bir utanç halini almadan dağılırdı. Bir üslubu, özel
bir görme ve resmetme yöntemi olan bir ressamı taklit ettiğim (bu kelimeyi hiç
kullanmazdım) ya da o sıralarda hissettiğim gibi, biraz bir başkası gibi olduğum
için, şimdi benim de kişisel bir üslubum ve bir kişiliğim olduğu için belli belirsiz
bir gurur duyardım. Daha sonraki yıllarda kafamı kurcalayacak olan şeyi, ancak
başkalarını taklit ederek bir kişiliğe sahip olabileceğimiz gerçeğini, Batılıları.
"paradoks" dediği bu kendi içinde çelişkili durumu ilk o zamanlarda sezmeye
başlamıştım. Başka bir ressamın etkisi altında olduğum için çektiğim sıkıntıları,
daha hâlâ çocuk olduğumu ve yaptığım resmin gene de bir resim yapma
oyununun bir parçası olduğunu düşünerek hafifletirdim. Daha kolay teselli,
resmini yaptığım şehrin, fotoğraflarını çektiğim İstanbul'un, resimdeki etkiden
daha önemli bir kuvvet olduğunu düşünmekteydi.
Kendimi kaptırıp resim yaptığım zamanlarda, bazan çatkapı odama giren
babam, resmetme heyecanımı, tıpkı çok küçükken çükümle oynarken beni
görünce yaptığı gibi saygıyla karşılarken, arada bir hiçbir küçümseme taşımayan
bir edayla bana "Nasılsın bakalım Utrillo?" derdi. Bu sözün söylenişindeki şakacı
hava bana, hâlâ bir başkasını bir çocuk gibi taklit edebilecek yaşta olduğumu
hatırlatırdı. On altı yaşındaydım ve resim konusundaki ısrarımı bilen annem, Ci-
hangir'de bir zamanlar oturduğumuz ve o sırada kendisinin ve anneannemin pek
çok eski eşyasının durduğu dairenin anahtarını, orasını atölye diye kullanmam
için bana vermişti. Hafta sonları, bazan Robert Kolej'den çıktıktan sonra bu boş
ve soğuk daireye girer, sobayı yakıp iyice ısındıktan sonra kendi çektiğim bu
fotoğraflardan bir-iki tanesini seçer, onlardan bir ilhamla bir hamlede iki tane
kocaman resim yapıp yorgun argın ve tuhaf bir hüzünle eve dönerdim.
29
RESİM ve AİLE MUTLULUĞU
Annemin resim yapayım diye anahtarını bana verdiği, Cihangir'de, dedemin
apartmanındaki dairede ilk işim oflaya puflaya gaz sobasını yakmak olurdu. (On
bir yaşında, bu dairede hep birlikte otururken içimdeki piromanyağı -ateşle
oynayıp yangın çıkartmayı seven kişi- çok mutlu eden gaz sobasını yakma zevki,
çocukluğun bu tür pek çok tuhaf zevki gibi bir "allahaısmarladık" bile demeden
bir gün çekip gitmişti de çok sonra farketmiştim.) Yüksek tavanlı dairenin
ellerimdeki soğuğu alacak kadar ısındığını hissettikten ve boyalar içerisindeki
buruş buruş resim elbiselerimi giydikten sonra -hele uzun zamandır da resim
yapmamışsam-, hırsla kendimden geçerek yaptığım İstanbul resimlerini bir
başkasına hemen ya da bir-iki gün içerisinde gösterememek hevesimi kaçırırdı.
Gide gele duvarlarını resimlerle doldurduğum Cihangir'deki daire bir küçük
galeriye dönmüştü, ama oraya ne annem ne babam, kimse uğrayıp benim ne
harika şeyler yaptığımı söylemiyordu. Resimlerimin yalnızca görülmesini değil,
ayrıca o resimleri yaparken, bir süre sonra onları seyredecek insanları çevremde
hissetmeyi, mutlu bir ailenin hareketlerini, ev içindeki ayak seslerini ya da
gürültülerini de duymak istediğimi bu dairede resim yaparken keşfettim. İyi
ısıtılmamış, toz ve küf kokan eski eşyalarla dolu hüzünlü bir dairede İstanbul'un
manzaralarını yapmak beni daha da hüzünlendiriyordu.
Çoğunluğu kayıp olan resimlerim arasında evde on altı-on yedi yaşlarımdayken
yaptığım ve Tolstoy'un seveceği kelimelerle söylersem bir "aile mutluluğu"nu
anlatan bazı resimleri bugün bulabilmeyi çok isterdim. Yedi yaşımdayken eve
çağrılmış profesyonel bir fotoğrafçıya verilmiş yandaki pozdan anlaşılabileceği gi-
bi "mutlu aile" taklidi yapmak bazan bana çok zor geldiğinden bu resimlerin
benim için olağanüstü bir önemi var. Bunlar İstanbul'un arka sokaklarının ya da
Boğaz manzaralarının değil, bizlerin, annemle babamın sıradan günlük hayat
içerisinde, evin içinde yaşarken yapılmış resimleriydi. Bu resimleri, annemle
babam arasındaki gerilim yumuşadığı, kimsenin ötekini iğnelemediği, herkesin
rahat davrandığı zamanlarda, bir köşedeki radyoda ya da teypte müzik çalarken,
hizmetçi kadın az sonra yiyeceğimiz öğle ya da akşam yemeğini mutfakta
pişirirken ya da hep birlikte çıkacağımız bir gezi ya da yolculuktan önce, çok
mutlu olmasak da herkesin hayatından memnun olduğunu hissettiğim
zamanlarda bir hamlede yapardım.
Babam çoğu zaman salondaki divanda uzanmış olurdu: Evdeki vakitlerinin
çoğunu hep aynı divan üzerinde ya uzanıp gazete, dergi, kitap okuyarak
(gençliğinde okuduğu edebi kitaplar yerine briç kitapları) ya da düşünceli, dertli
bir şekilde tavana bakarak geçirirdi çünkü. Keyifli olduğu zamanlarda teybe
koyduğu orkestral müziği, mesela Brahms'ın birinci senfonisini çalan hayali bir
orkestrayı yönetmek için uzandığı yerden kalkar, eliyle koluyla bir orkestra
şefinin, bana öfkeli, hırslı, tutkulu gözüken hayali hareketlerini yapardı. Hemen
yanındaki koltukta oturan annem, gözünü o sırada okumakta olduğu gazetede.
ya da örmekte olduğu örgüden kaldırır, bana şefkat ile sevgi arasındaymış gibi
görünen bir şekilde, babama gülümserdi.
Bazan evin içindeki bu aile mutluluğu görüntüsü, kendisine dikkat çeken hiçbir
özel hareket ya da konuşma yapılmadığı halde -çoğu zaman da bu yüzden- benim
dikkatimi çekerdi. O zaman, içime girmiş bir cinden söz eder gibi yarı utangaç
yarı coşkulu bir şekilde "resim yapacağım" diye fısıldadıktan sonra, koşa koşa
içeri odama gider, resim malzemelerimi -ya yağlıboya takımımı ya da babamın
İngiltere'den getirdiği "Guitar" marka yüz yirmi renkli yağlı pastel boya
kutusunu ve teyzemin her doğum günümde çeşit çeşit boylarda kestirip bana
hediye ettiği Schöler marka resim kâğıtlarından birkaç tanesini- alıp getirir,
babamın yazıhanesine her ikisini görebileceğim bir şekilde yerleştikten sonra
hızla ev içinin resmini yapardım.
Bütün bu süre boyunca ne annem ne babam belki de tek kelime söylemedikleri
ve birden içimden karşı konulmaz bir resim yapma isteği gelmesini doğal
karşıladıkları için, bana sanki kısa bir süreliğine Allah benim için zamanı
durdurmuş gibi gelirdi. (Benim bütün ilgisizliğime karşın, gerekli yerlerde O'nun
bana özel bir ilgi gösterdiğine ve torpil yaptığına arada bir inanırdım.) Belki de,
annem ile babam hiçbir şey konuşmadıkları için bana mutlu görünüyorlardı. Aile
denen şey, her geçen gün bana, sevildiğine inanmak ve kendini huzurlu, rahat ve
güvende hissetmek için herkesin bir süreliğine içindeki cinleri ve şeytanları
saklayıp susturarak mutluluk taklidi yaptığı bir kalabalık olarak görünüyordu.
Taklit edile edile gerçek sanılan ve çoğu zaman da başka yapacak bir şey
olmadığı için takınılan bu mutluluk pozu bir süre sonra, içindeki cinleri ve
şeytanları yatıştıramazsa, babam, -annem aynı sabırla örgüsüne devam ederken-
gözünü okumakta olduğu satırlardan çekip pencereden dışarıya, uzaklara, Boğaz
manzarasına -güzelliğiyle pek de ilgilenmeden- bakıp hayaller kurardı. 1970'lerin
başından itibaren Türkiye'de yaygınlaşan televizyon bizim evin salonunda da
yerini alınca, annemin, babamın, salonda hiç kıpırdamadan ve hiç konuşmadan
yarattıkları o sihirli sessizlikler ve sessizlik yüzünden aynı anda hissettiklerini
sandığım tuhaf mutluluk ya da tuhaf bir varolma acısı yerini hep birlikte biraz
utanarak baktıkları televizyonun oyalama gücüne bırakınca, bir daha onların
resmini yapmak içimden gelmedi. Çünkü benim için mutluluk belki de beni
seven yakınlarım içlerindeki cinleri, şeytanları bastırırken, benim kendi
içimdekileri coşku ve oyunculukla ortaya dökebilmemdeydi.
Onlar tıpkı fotoğraf makinesine poz verir gibi, hiç kıpırdamadan durur ve ben
elim kolum gittikçe hızlanarak bu mutlu aile tablosunu bitirmeye çalışırken
bazan aralarında konuştukları da olurdu. Biri okuduğu gazeteden öğrendiği şeyi
söyler, öbürü uzunca bir sessizlikten sonra o habere ilişkin bir yorum yapar,
bazan da hiçbir şey demezdi. Başka zamanlarda da iki kişi, mesela annemle ben
konuşurken, uzandığı yerde bizimle hiç ilgili değilmiş gibi duran babam, bizim
konuştuğumuz konu hakkında fikir sahibi olduğunu belli eden bir şeyi çok sonra
söyleyiverirdi.
Uzun sessizlikler, Beşiktaş Serencebey'deki evin bütün genişliğince gördüğü
Boğaz'dan geçen tuhaf radarlı, korkutucu bir Sovyet gemisi ya da baharın
gelişiyle, Afrika'dan Avrupa'ya göç ederken üzerimizden geçen leylekle.
hakkında kısacık bir cümleyle (leylekler geçiyor!) kesilirdi. Ama hep birlikte
salonda otururken, herkesin içine çekildiği kendi dünyasının derinliğini
hissettiren bu sessizliklerin bana verdiği huzur ve mutluluğun geçici olduğunu
da bilirdim. Elim bütün hızıyla resmin son ayrıntılarına yetişmeye çalışırken, bir
yandan da sırf resim yaptığım için annemin, babamın gövdelerinin sanki şimdiye
kadar hiç dikkat etmediğim bazı ayrıntılarını korkuyla farkederdim. Yüzünde
yarı iyimser, yarı mutlu bir ifadeyle, gözünde gözlük, örgü ören annemin elindeki
şişlerden çıkan yün iplik önce kucağına, sonra daha aşağıya, ayaklarının dibine
iner ve bir plastik torbanın içindeki yün topuyla birleşirdi.
Annemin bu saydam plastik torbanın yanında duran ve ister babamla konuşsun,
ister kendi kendine dalıp gitsin, terliğinin içinde hiç kıpırdamayan ayağına onu
iyi çizebilmek için uzun uzun bakarken, içimden tuhaf bir ürperme geçerdi:
Kollarımızın, ayaklarımızın, ellerimizin, hatta kafalarımızın, tıpkı annemin içine
taze papatyalar ya da kokinalar koyduğu vazolar, küçük sehpalar ya da duvara
asılı İznik tabakları gibi eşyamsı bir yanı vardı. Başarıyla mutlu bir aile taklidi
yapıyor olmamıza ve tıpkı tiyatro seyrederken olduğu gibi, içimdeki inançsızlığı
başarıyla askıya almama rağmen, burada, bu salonda, üçümüzün birer köşede
durmamızda, bizleri babaannemin müze salonunu tıkış tıkış dolduran
eşyalardan birine benzeten bir yan vardı.
Hep birlikte paylaşılan bu sessizlikleri hep birlikte bir oyun oynadığımız (papaz
kaçtı, yılbaşında tombala) seyrek zamanlar gibi çok severdim ve sanki o güzel anı
kaçırmamak için, resmi hızla bitirirdim. Matisse'in hızlı hareket ettiğini
sandığım fırçasından, Bonnard'ın ev içi resimlerinden birşeyler taklit etmeye
çalışarak halıları, perdeleri küçük virgüller ve arabesk vuruşlarla doldururken,
bazan dışarıda havanın kararmakta olduğunu, bu yüzden babamın başucundaki,
ayaklı lambanın daha kuvvetli bir ışık yaydığını farkederdim. Hava iyice
kararıp, Boğaz'ın ve göğün renginin koyu ve çekici bir laciverde dönüştüğünü
gördüğümde, ayaklı lambanın turuncu ışığında, Boğaz'a bakan büyük
pencerelerde şimdi Boğaz manzarasının, araba vapurlarının, Beşiktaş-Üsküdar
gemisinin ve gemi dumanlarının değil, bizim evin içinin yansıdığını görürdüm.
Akşamları sokaklarda yürürken ya da pencereden dışarı bakarken pencereler
arasından lambaların turuncu ışığında ev içlerini dikizlemeyi hâlâ çok severim.
Bazan bir pencerede, tıpkı babamın eve geri gelmediği uzun kış akşamlarında
annemin masaya oturup saatlerce sigara içip sabırla "pasyans" açtığı pozda, bir
masada tek başına fal açan bir kadın görürüm. Bazan alçakgönüllü küçük bir
zemin katında ve bizimki gibi turuncumsu bir ışığın altında hep birlikte
konuşarak akşam yemeği yiyen bir aile görür, dış görünüşe bakarak onların
mutlu olduğuna saflıkla karar veririm. Bir şehri yapan şeyin onun dış görünüşü
kadar ev içlerinin ve iç mekânların manzarası olduğunu, yabancı gezginler, en
çok İstanbul'da unutmak zorunda kalırlar.
30
BOĞAZ'DA GEMİ DUMANLARI
Su buharı ile işleyen gemilerin yaygınlaşması ve Akdeniz'de kullanılmaya
başlanması, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa'nın
merkezleri ile İstanbul'un uzaklığını azaltıp, şehre kısa süreliğine gelen,
alelacele birşeyler yazan ve biriktirdikleri edebi malzeme ile daha sonra
İstanbullu yazarların geliştireceği İstanbul fikrinin oluşmasına yol açan pek çok
Batılı gezgini İstanbul'a getirmekten başka, şehrin manzarasını da beklenmedik
bir şekilde değiştirdi. İlk adı Şirket-i Hayriye olan, daha sonra halkın deyişiyle
Şehir Hatları adını alan şirketin kurulup, bütün küçük Boğaz köylerine tek tek
iskeleler yapılıp, Boğaz'da buharlı gemilerin aşağı yukarı işlemeye başlamasıyla
birlikte aslında yalnız Boğaz'ın değil, bütün İstanbul'un manzarası değişti.
(Bu değişikliğin iki yanına da işaret ettiği için Frenkçe su buharı anlamına gelen
kelimenin, İstanbul Türkçesine ve şehrin gündelik hayatına "vapur" olarak çok
başarılı bir şekilde uyum sağladığını hatırlayalım.) Bu değişiklikten, iskelenin
etrafında gelişen meydanın ve vapurlar yüzünden her biri kısa sürede şehrin bir
parçası konumuna gelen Boğaz ve Haliç köylerinin hızla büyümesini
kastetmiyorum yalnızca. (İskele ve vapurlardan önce pek çok Boğaz köyüne yol
yoktu.)
Boğaz'da aşağı yukarı yolcu taşımaya başlamalarıyla birlikte bu gemilerin her
biri tıpkı Kızkulesi, Ayasofya, Rumelihisarı, Galata Köprüsü gibi bütün şehirde
tanınmaya başladılar ve günlük hayatın içine de fazlasıyla girdikleri için
İstanbullulara bir büyük şehirde hep birlikte yaşadıklarını duyuran birer
bayrağa, simgeye dönüştüler. Bu yüzden tıpkı Venediklilerin vaperottolarına
(vapurcuk diye çevrilebilir) bağlılıkları, onların biçim ve modellerine
gösterdikleri özel sevgi ve dikkat gibi, İstanbullular da Şehir Hatları vapurlarına
tek tek bağlanıp sevgi duyar ve onların resimleriyle dolu kitaplar yayımlarlar.
Gautier her İstanbul berberinin duvarında bir gemi resminin asılı olduğunu
yazar. Babam kendi çocukluk ve ilkgençliğinde hizmete girmiş, gününün
gösterişli gemilerinin her birini uzaktan, siluetinden tanır, bana hâlâ şiir gibi
gelen adını ve numarasını bazan hemen, bazan bir an düşünüp söylerdi: Elli Üç
İnşirah; Altmış Yedi Kalender; Kırk Yedi Tarz-ı Nevin; Elli Dokuz Kamer...
Benim sorularım üzerine babam hepsi birbirine benzer gibi gözüken bu gemilerin
aralarındaki görüntü farklarını tek tek anlatırdı. Babamın bazan Boğaz'da araba
gezintisine çıktığımızda, bazan da bütün Boğaz trafiğine hâkim Beşiktaş'taki
evin salonunda yaptığı bu açıklamalar sayesinde bu gemilerin bazı özelliklerine,
kiminin kamburuna, kiminin upuzun bacasına, kiminin gaga gibi burnuna,
tombul kıçına ya da akıntıda hafif yan yatarak sürüklenişine dikkat etmeyi
öğrenmiştim, ama onları gene de birbirlerinden ayıramazdım.
Böylece ben de, benim doğum yılımda, 1952'de İtalya'da, Taranto'da yapılmış ve
adları bahçe ekiyle biten İngiliz yapımı Fenerbahçe ve Dolmabahçe adlı diğer iki
kardeşinden -tıpkı babamın yaptığı gibi- dikkatli bir bakışla ve bacasını.
yassılığı sayesinde ayırabildiğim Paşabahçe'yi kendi uğurlu gemim olarak
benimsedim ve şehirde günlük hayatımın içinde, dalgın dalgın yürürken, denizi
gören bir yokuşun aralığından ya da bir pencereden onu her görüşümde uğurlu
rakamıyla karşılaşmış biri gibi içtenlikle sevinme alışkanlığımı hiç
kaybetmedim.
Boğaz gemilerinin İstanbul manzarasına asıl büyük katkıları, bacalarından
çıkan dumanlardı. Geminin yerine, cinsine, Boğaz'ın akıntısına ve tabii ki en çok
da rüzgâra göre değişen bu karanlık kömür dumanlarını, yaptığım Boğaz
manzaralarına eklemeyi çok severdim. Boyaya iyice batırılmış fırçamla gemilerin
bacalarından çıkan dumanları resmin üzerinde işaretlemeden önce bütün resmin
bitmiş, hatta birazcık da olsa kurumuş olması gerekirdi. Baca dumanları, bitmiş,
tamamlanmış bir dünyaya, tıpkı az sonra resmin bir kenarına kendimi
önemseyerek atacağım imzam gibi, geminin vurduğu özel bir mühürmüş gibi
gelirdi bana.
Dumanı kalınlaştırdıkça ve baca dumanından buluta çevirdikçe sanki
İstanbul'daki benim dünyam kararıyor ya da üstü örtülüyor gibi hissederdim.
Boğaz'da sahil boyunda yürürken ya da gemiyle giderken bir başka geminin
salıverdiği boğum boğum ve kalın dumanların altından geçmeyi, rüzgâra göre
belli belirsiz bir kurum yağmurunu yüzümde zayıf bir örümcek ağı gibi
hissetmeyi ve milyonlarca küçük siyah "kurum" noktacığından yapılmış dumanın
yanık ve madeni kokusunu içime çekmeyi ve Galata Köprüsü ve civarında
yanyana bağlanmış vapurların bacalarından aynı anda çıkan dumanların şehrin
üzerine dağılışını seyretmeyi severim.
Pek çok kereler bir resmin coşkuyla getirdiğim sonunu, Boğaz gemilerinin
bacalarından çıkan dumanlarla taçlandırdığım ve dumanın resimde duruşu bana
hep bir sorun çıkardığı için (bazan fazla duman ekleyerek bir resmi bozardım)
Boğaz gemilerinin çıkardığı dumanın çeşitli biçimler alarak kıvrılışı, dağılışı, yok
oluşunu, daha sonra yapacağım resimlerde hatırlamak üzere aklımda tutardım.
Ama resme coşkuyla vurduğum son fırça darbeleri, resmin kendisine o kadar
dönük olurdu ki, gördüğüm şeyi, duman bulutlarının gerçek biçimini sonunda
hep unuturdum.
En çok hoşuma giden, "mükemmel" duman görüntüsü çok az rüzgârlı bir havada,
dumanın aşağı yukarı 45 derecelik bir açıyla biraz yükseldikten sonra, denize
paralel bir konum alarak ilk başta dağılmadan havada durması, geminin
Boğaz'da aldığı yolu gösteren zarif bir hat çizerek yayılmasıydı. İskelede
bekleyen bir geminin, rüzgârsız bir günde koyuverdiği ince, ama koyu kömür
rengi dumanın, bir yoksul evinin küçük bacasından tüten ince duman gibi hü-
zünlü bir yanı olurdu. Vapurun ve rüzgârın hafifçe yön değiştirmeleri yüzünden,
bacadan çıktıktan sonra dumanın kıvrımlar ve yaylar çizerek Boğaz'ın üzerinde
Arap harflerine benzer şekiller çizmesini de severdim.
Ama bir Boğaz manzarasında Şehir Hatları gemisinin çizeceği duman,
manzaranın ve resmin hüznünü vurgulayacak temel bir unsur olduğu için, bu
neşeli ve rastlantısal biçim beni huzursuz ederdi. En az rastlanan görüntü,
bütünüyle rüzgârsız bir günde, bacasından güçlü ve koyu dumanlar çıkaran bir
geminin Boğaz'da kıvrıla kıvrıla ilerlerken arkasında bütün bu kıvrımlar.
gösteren ve uzun bir süre gökte asılı kalan hüzünlü bir yolculuk izi bırakmasıdır.
Kara ve koyu dumanların, Turner'in resimlerinde olduğu gibi, ufuktaki alçak ve
tehdit edici karanlık bulutlarla birleşmesi de hoşuma giderdi. Gene de bir resmi
bitirirken, duman bulurunun ya da birkaç gemi varsa bulutlarının şeklini, bütün
bu zevklerim kadar, izlenimci ressamların, Monet'nin, Sisley'nin ve Pisarro'nun
manzaralarını, Monet'nin St. Lazare istasyonu adlı resmindeki mavimsi bulutu
ya da onlardan apayrı bir dünyaya ait olan Dufy'nin dondurma gibi top top ve
neşeli bulutlarını aklımdan geçirerek de çizerdim.
Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimlerine dikkat
ettiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği
için (başka nedenlerle de) Flaubert'! çok severim. Başka bir konuya, başka bir
temaya geçiş olarak yazdığım bir önceki cümlenin, geleneksel Osmanlı
müziğindeki adı "ara taksim"di ve "solo" icra edilirdi. "Taksim" kelimesi aynı
zamanda bölmek, dağıtmak ve suyun ikiye ayrıldığı yer anlamına geldiği için,
Nerval'in manzaraya, satıcılara ve mezarlıklara bakarak oyalandığı yüksek
düzlüğe, onun gelişinden on yıl önce inşa edilen su dağıtım merkezi yüzünden
İstanbullular çok sonra Taksim demeye başladılar. Çevresinde bütün hayatımı
geçirdiğim bu yere hâlâ öyle derler. Ama oraya Taksim denmeden önce oradan
Nerval gibi Flaubert de geçmişti.
31
FLAUBERT İSTANBUL'DA: DOĞU, BATI VE FRENGİ
Gustave Flaubert, İstanbul'a Nerval'den yedi yıl sonra, 1850 Ekim'inde,
Beyrut'ta yeni kaptığı frengi ve fotoğrafçı yazar arkadaşı Maxime du Camp ile
birlikte geldi ve beş haftaya yakın kaldı. Şehirden ayrıldıktan sonra arkadaşı
Louis Bouilhet'ye Atina'dan yazdığı bir mektupta "insan İstanbul'da altı ay
kalmalı" demesini ciddiye almamalı: Flaubert arkada bıraktığı her şey için özlem
duyan biriydi. Constantinople diye tarih düşerek yazdığı mektuplardan kolayca
anlaşılabileceği gibi, yolculuğa çıktığından beri en çok Rouen'deki evini, çalışma
odasını ve kendisinden ayrılırken uzun uzun ağladığı sevgili anneciğini özlemişti
ve bir an önce geri dönmek istiyordu.
Flaubert de, Nerval gibi Doğu yolculuğunda önce Mısır ve Kahire'ye, sonra
Kudüs ve Lübnan'a gitmişti. Nerval gibi bu yerlerde gördüğü sert, korkutucu,
çirkin, mistik, egzotik Doğu görüntülerinden, kendi hayallerinden ve
hayallerinden daha "oriental" gerçeklerden yorulmuş, bıkmış olduğu için
İstanbul ile çok ilgilenmedi. (Asıl niyeti İstanbul'da üç ay kalmaktı.) İlgisizliğinin
bir nedeni İstanbul'un onun aradığı Doğu olmamasıydı. Batı Anadolu'daki yol-
culuğu sırasında manzaraya bakıp Lord Byron'u hatırladığını Louis Bouilhet'ye
İstanbul'dan yazdığı bir mektupta anlatmıştı. Byron'un ilgilendiği "Türk-Doğu,
hançerin, Arnavut kıyafetlerinin, mavi denize bakan kafesli pencerelerin"
Doğu'suydu. Flaubert ise "bedevilerin, çöllerin, Afrika'nın derinliklerinin,
timsahın, devenin ve zürafanm fırından çıkmış Doğu'sunu" tercih ediyordu.
Üstelik, yirmi dokuz yaşındaki genç yazar, Doğu yolculuğundan, özellikle
Mısır'dan, hayatı boyunca kendisinde kalacak pek çok hayali hafızasına artık
almıştı. Annesine ve Bouilhet'ye yazdığı mektuplardan anlaşılabileceği gibi aklı
şimdi gelecek ile ilgili planlarında ve yazacağı kitaplardaydı. (Yolculuğu
sırasında bir gün yazmayı düşlediği kitaplar arasında uygar bir Batılı ile barbar
bir Doğulunun yavaş yavaş birbirlerine benzeyerek yer değiştireceği Harel Bey
adlı bir roman da vardı.)
Annesine yazdığı mektuplarda ise, daha sonra sanatından başka hiçbir şeyi
ciddiye almayan, sıradan burjuva hayatından, evlilikten, iş güç sahibi olmaktan
nefret eden Flaubert efsanesini oluşturacak malzeme, daha o zamandan gelişmiş
haliyle vardı. Yüz yıl sonra bütün modernist edebiyat ahlakının temelini
oluşturacak şu satırların, benim doğumumdan yüz iki yıl önce, benim bütün
hayatımı geçireceğim sokaklarda düşünülüp kâğıda geçirilmiş olması bazan
aklıma takılır:
"Toplum bana vız gelir, gelecek, başkalarının ne diyeceği, herhangi bir kurum,
hatta geçmişte geceler boyu düşleyerek hayalini kurduğum edebi ün de vız gelir
bana. Böyleyim işte ben." (Flaubert'den annesine, 15 Aralık 1850, İstanbul.)
Batılı gezginlerin İstanbul hakkında ne dedikleri, şehirde neler yapıp neler
düşledikleri, annelerine neler yazdıkları beni niye bu kadar ilgilendiriyor?
Kısmen bu gezginlerin bazılarıyla zaman zaman kendimi özdeşleştirdiğim içi.
(Nerval, Flaubert, Amicis) ve tıpkı bir zamanlar İstanbul resmi yapabilmek için
kendimi Utrillo ile özdeşleştirmem gerektiği gibi, hayatımın daha sonraki
dönemlerinde, onlardan etkilenerek ve onlarla çarpışarak kendimi yaptığım için.
İstanbul'un geçmiş manzaraları ve günlük hayatı hakkında Batılı gezginler
şehirlerine hiç dikkat etmeyen İstanbullu yazarlardan bana daha çok şey
gösterdikleri için de.
İster yanlış bilinç, ister fantezi, hatta ister eski usûlle ideoloji diyelim, hepimizin
kafasında hayatta yapıp ettiğimiz şeyleri anlamlandıran kısmen gizli, kısmen
okunabilir bir metin vardır. Hayatımızın anlamını veren bu metnin örgüsü içinde
Batılı gözlemcinin dedikleri geniş bir yer kaplar. Benim gibi, İstanbul'da, bir aya-
ğı bir kültürde, bir ayağı başka bir âlemde oturanlar için bu "Batılı gözlemci"
gerçek biri değil, bazan benim kurgum, hayalim, hatta yanılsamam da olabilir.
Ama aklım geleneksel hayatın eski metinlerini tek metin olarak kabul edemediği
için, yaşadığım hayatı yeni bir metinle, yazıyla, resimle, filmle anlamlandıracak
bu yabancıya ihtiyaç duyarım. Üzerimde Batılı bakışların eksikliğini hissettiğim
zaman, ben kendi kendimin Batılısı olurum.
İstanbul hiçbir zaman onun hakkında yazan, çizen, onu resmeden, filme çeken
Batılıların sömürgesi olmadığı için geçmişimin ve tarihimin Batılı gezginler için
"egzotik" malzeme olması beni huzursuz etmez ve üzmez. Aynı heyecanla ben de
bu gezginleri, benim hakkımdaki korkularını ve düşlerini egzotik bulurum ve
çoğu zaman eğlenmek, bilgilenmek ya da şehrin onların fırçasıyla nasıl
resmedildiğini görmek için değil, onların alemiyle haşır neşir olmak için de
okurum onları. Üstelik düşleri, takıntıları, devletlerinin genişleme azmi ya da
kendi sınırlarını merak etmeleri yüzünden kalkıp benim evim dediğim yere
gelmişler, gördüklerini yazmışlar ve benim âlemim, onların yazılarının ve
resimlerinin içerisine sızmıştır.
Öncelikle on dokuzuncu yüzyılda gelen Batılı gezginleri okudukça, sırf onlar
daha çok ve daha anlaşılır bir dille yazdığı, kaydettiği, benzettiği ve düşlediği
için "benim" dediğim şehrin de, tam benim olmadığını anlarım. Kendim ve ait
olduğum yer hakkındaki bu kırılganlığımı ve kararsızlığımı kabul etmeyi seve-
rim. Tıpkı, İstanbul'un siluetine, benim yıllarca baktığım açıdan, -Galata ve bu
satırları yazdığım Cihangir'den- baktıkları için bakışlarıyla kendimi
özdeşleştirdiğim Batılı ressamlara yaptığım gibi, bazan İstanbul hakkında
yazdıklarını okurken, kendimi Batılı gezginlerin ayrıntılara giren, sayan, tartan,
sınıflayan, hüküm veren ve çoğu zaman da kendi düşlerini, sınırlarını, isteklerini
yansıtan bakışlarıyla özdeşleştiririm.
Beni Batılı bakışların hem öznesi, hem de nesnesi yapan ve şehre içeriden
bakmakla dışarıdan bakmak arasında gidip gelen bütün bu kararsızlıklarım da,
tıpkı sokaklarda dalgın dalgın yürürken bazan hissettiğim gibi, şehir hakkında
her zaman kaygan, değişik ve birbiriyle çelişen düşünceler üretmeme yol açar:
Ne bütünüyle buralı hissederim kendimi, ne de bütünüyle yabancı. Bu, son yüz
elli yılda İstanbul halkının da şehir hakkındaki düşüncesidir.
Bu dediklerimi bir örneğe oturtmak için Flaubert'in o günlerde en büyük derdi
olan çüküyle ilgilenelim. Dertli yazarımız İstanbul'a gelişinin ikinci günü Louis
Bouilhet'ye yazdığı bir mektupta, Beyrut'ta kaptığı hastalık yüzünden çükünd.
yedi şankr (frengi yarası) olduğunu, ama sonra bunların birleşip bire indiğini
söyler. "Her sabah ve akşam zavallı çüküme ilaçlar sürüyorum!" diye yazar Fla-
ubert İstanbul'dan. Hastalığı bir Maruni'den aldığını düşünür ilk ya da "küçük
bir Türk hanımdan mı? Türk mü, Hıristiyan mı?" diye alaycılıkla devam eder:
"İşte Doğu sorununun Revue deş Deux Mondes'un (İki Dünya Dergisi)
hayalinden bile geçmeyen yeni bir cephesi!" Aynı günlerde annesine asla
evlenmeyeceğini anlatan mektuplar yazmaktadır. Ama kaptığı hastalık
yüzünden değildir bu.
Kısa süre içerisinde saçlarının dökülmesine, hatta en sonunda annesine
kavuşunca onun kendisini tanıyamamasına yol açan frengiyle hâlâ uğraşırken,
Flaubert İstanbul'da da kerhaneye gider. Bütün Batılı gezginlere şehrin aynı
yerlerini gösteren dragoman -çevirmen, rehber- onu Galata'da öyle "pis" bir yere
götürür, kadınlar "o kadar iğrençtir" ki Flaubert çıkmak ister. Flaubert'in yaz-
dığına göre, tam o sırada evin sahibi "madam" Fransız misafirine, kızını önerir.
Flaubert'in pek beğendiği on altı-on yedi yaşlarında bir kızdır bu. Ama Flaubert
ile birlikte olmak istemez. Evdekiler kızı zorlar -insan bu zorlama sırasında
yazarın ne yaptığını merak ediyor- ve sonunda ikisi yalnız kalınca kız
İtalyancasıyla Flaubert'in hasta olup olmadığını anlamak için organını görmek
ister. "Yaramı görmesinden korktuğum için, hakarete uğradığımı söyleyip
terkettim orayı!" diye yazar Flaubert.
Oysa yolculuğunun başında Kahire'de bir hastanede doktorun bir işaretiyle
pantolonlarını indirip Batılı gözlemciye frengi yaralarını gösteren hastaları
dikkatle seyretmiş ve gördüklerini defterine -tıpkı Topkapı Sarayı avlusundaki
cücenin boyuna poşuna, kıyafetine dikkat edip yazdığı gibi- Doğu'ya ilişkin yeni
bir tuhaflık, pislik ya da tıbbi vaka görmenin zevkiyle yazmıştır. Güzel,
unutulmaz manzaralar seyretmek, hatıralar edinmek kadar, Flaubert Doğu'ya
başkalarının hastalığını ve tuhaflığını görmeye de gelmişti, ama bunu yaparken
kaptığı kendi hastalığını ve kendi tuhaflığını göstermeye niyeti yoktu hiç.
Edward Said, İstanbul'da ne yazık ki milliyetçi duyguları okşamak ve Batılılar
olmasa "Doğu"nün ne harika bir yer olduğuna bir kere daha inanmak için
okunan Şarkiyatçılık adlı parlak kitabında Nerval ve Flaubert hakkında son
derece anlayışlı satırlar yazarken Kahire'deki hastane sahnesine gönderme ya-
par, ama onu tamamlayan İstanbul'daki kerhane sahnesinden söz etmez hiç.
Belki de İstanbul hiçbir zaman bir Avrupa sömürgesi olmadığı için.
Oysa Batılı gezginler gibi milliyetçi Türkler de (bütün dünyaya Amerika'dan
yayıldığı sanılan) bu hastalığı öteki medeniyetlere yakıştırdıkları için ona
"frengi" demişlerdi. Flaubert'in İstanbul'a gelişinden elli yıl sonra ilk Türkçe
sözlüğü İstanbul'da yayımlayan Arnavut kökenli Şemsettin Sami frenginin "bize
Avrupa'dan geldiğini" yazar. Flaubert ise Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü'nde,
tıpkı hastalığın kendisi gibi bulaşıcı olan bu "kim bulaştırdı?" sorusunu, yıllar
sonra yeni bir Doğu-Batı şakasına çevirmeden sonuçlandırır: Frengiye herkes az
çok yakalanmıştır.
Mektuplarda çok açık ve samimi olan Flaubert tuhaf, korkunç, pis ve acaip olana
merakı yüzünden mezarlıklarda geceleri askerlerle buluşan "mezarlık
orospuları"ndan, boş leylek yuvalarından, şehrin soğuğundan ve İstanbul'u
Sibirya gibi soğuk yapan Karadeniz rüzgârlarından, şehrin büyük
kalabalıklarından bahseder. İstanbullular hariç herkesin hakkında yazdığı
mezarlıklar üzerine Flaubert en duyarlı satırlarını yazmıştır. Şehrin ve hayatın
içindeki mezar taşlarının, tıpkı yavaş yavaş unutulan ölülerin hatıraları gibi,
eskidikçe toprağa batıp kaybolduklarını sanki ilk o farketmiştir.
32
AĞABEY-KARDEŞ: İTİŞ-KAKIŞ
Altı ile on altı yaşlarım arasında ağabeyimle sürekli kavga ettik ve ondan
gittikçe artan bir şiddetle dayaklar yedim. O benden çok daha güçlü kuvvetliydi.
Aralarında on sekiz aylık bir yaş farkı olan iki erkek kardeşin birbirleriyle
dalaşması, boğuşması, dövüşmesi, İstanbul'da o zamanlar ve belki şimdi de
sıradan, hatta sağlıklı bir şey olarak görüldüğü için başıma gelenleri durduracak
güçlü bir irade yoktu. Ben de yediğim dayakları kişisel birer başarısızlık ve kendi
güçsüzlüğüm ve beceriksizliğimin birer sonucu olarak algıladığım; ayrıca ilk
yıllarda öfke ve aşağılanma anlarında kimi zaman şiddete ilk başvuran taraf da
olduğum ve zaman zaman dayağı hak ettiğime aklımın bir köşesiyle inandığım
için tabii ki şiddete karşı ilkeye dayalı bir karşı çıkış gösteremezdim.
Bir kavga çıktığı, evde camlar, bardaklar kırıldığı, sağım solum morardığı,
kanlar içinde kaldığım zamanlarda bile olay yerine gelen annem, bizim
birbirimize güçle vurmamızdan, sonuçta benim dayak yememden değil, evde
düzenin bozulmasından, gene birşeyleri bölüşememiş olmamızdan, komşuların
gürültüden şikâyet etmesinden yakınırdı.
Yıllar sonra bütün bu kavgaları ve şiddeti anneme ve ağabeyime hatırlattığımda
bütün bunlar hiç olmamış da, ben, her zamanki gibi ilginç birşeyler yazabilmek
için kendime çarpıcı ve melodramatik bir geçmiş icat ediyormuşum gibi
davrandılar bana. Öylesine içtendiler ki onlara hak verdim ve her zamanki gibi,
beni hayatın değil hayallerimin daha çok etkilediğini düşündüm. Bu yüzden bu
sayfaları okuyan okur kimi zaman ölçüyü kaçırdığımı, kimi zaman da tıpkı hasta
olduğunu bilmesine rağmen takip edildiği yanılsamasından bir türlü
kurtulamayan kederli bir paranoyak gibi kendi kuruntularımdan bir türlü
çıkamadığımı aklında tutsun. Ama bir ressam için şeylerin gerçekliği değil
biçimi, romancı için olayların sırası değil düzeni ve hatıra yazarı için de geçmişin
doğruluğu değil, simetrisi önemlidir.
Bu yüzden kendimi anlatırken İstanbul'u, İstanbul'u anlatırken kendimi
anlatmaya çalıştığımı farkeden okur bu çocuksu ve acımasız kavgaların başka
birşeylere hazırlık olduğunu çoktan anlamıştır. Zaten ağabeyimle ilk
itişmelerimiz ve kavgalarımızda aralarındaki küçük anlaşmazlıkları içgüdüsel
bir şiddetle ifade etmeye çalışan çocukların "doğallığı"ndan fazla bir şey de
yoktu. On-on iki yaşma kadar ağabeyimle dışa kapalı bir dünya kurmuştuk.
Başka çocuklarla okul dışında fazla görüştürülmezdik. Çoğunu bizim icat
ettiğimiz ya da başkalarından öğrenip yeni kurallarla değiştirerek kendimizin
kıldığımız pek çok oyunla meşguldük.
Gölgelerle kaplı evin içinde korkutmaca, saklambaç, mendil kapmaca, yılan,
balıkçı kaptan, seksek, amiral battı, isim şehir, dokuztaş, dama, satranç,
kanatları açılan masa topu (çocuklar için yapılmış bir masada), büyük yemek
masasında pinpon ve daha pek çok oyun oynardık. Sıkıştırılmış gazete kâğıdı
dahil her çeşit malzemeden çeşitli büyüklüklerdeki toplarla evin her yerinde.
annem yokken, kan ter içinde kalıncaya kadar oynadığımız futbolun itiş ka-
kışları sırasında kavgalar çıkardı.
Erkeksi futbol dünyasını, bütün toplumsal yankıları ve efsaneleriyle
oyunlaştırdığımız "bilya maçı"na çok yıllar verdik. Tavla pullarıyla da
oynadığımız bu oyun futbolun kurallarını, oyuncuların sahaya yayılışını, hücum
ve savunma taktiklerini iyi taklit ettiği ve zamanla gelişen bir parmak hünerine
ve biraz da zekâ ve "taktiğe" dayandığı için zevkliydi. On birerlik tavla (ya da
bilya) takımlarıyla halı sahaya yerleşen iki takım, marangoza kestirip
yaptırdığımız ağlı kalelere, yüzlerce kavga sonunda bir düzen ihtiyacıyla
incelikle geliştirdiğimiz çeşitli kurallar içerisinde gol atmaya çalışırdı. Bilyaların
zamanın futbolcularından alınmış adları vardı, onları tekir kedileri sevgiyle
birbirinden ayıranlar gibi bir bakışta tanırdık.
Ağabeyim, tıpkı İstanbul radyosunda o zamanlar "naklen futbol maçı anlatan"
Halit Kıvanç gibi oynadığımız oyunu hayali bir seyirci kitlesine anlatır, gol
olunca da, atan taraf tribünlerdeki seyirci gibi "gool" diye bağırır, arkasından bir
de uğultu çıkarırdı. Hem futbol federasyonu, hem oyuncu, hem basın, hem de
taraftar rolünü başarıyla, hakem rolünü başarısızlıkla canlandırdığımız bu bilya
maçlarının sonunda, tıpkı futbolun bir oyun olduğunu unutarak birbirlerini
bıçaklayan ateşli taraftarların yaptığı gibi biz de oyunun oyununu oynadığımızı
unutur ve içtenlikle kavgaya tutuşur, birbirimizi yaralayıp canını yakana kadar
dövüşürdük. Çoğu zaman ben dayakla sinerdim.
Daha çok yenilgi, kıskançlık, kurallara uymama, aşırı alay edilme sonucu çıkan
bu ilk kavgaların belirleyici duygusu rekabetti elbette. Ama ahlakımızı,
kanaatkârlığımızı ya da terbiyemizi gösterme yarışından çok, hüner, güç, bilgi ve
zekâ rekabetiydi bu. Dünyanın ya da oyunun kurallarını bir an önce öğrenme
endişesiyle, akıl ve beceriyle hükmetme arzusunun renkleriyle yapılmıştı.
Amcamın apartmanda bizi durdurup sorduğu bilmecelerle matematik
problemlerinin ya da her katta bir başka futbol takımı tutulduğu için yarı şaka
yarı ciddi süren çekişmelerin, Osmanlı-Türk askeri zaferlerinin ballandırılarak
anlatıldığı okul kitaplarının ya da Keşifler ve icatlar Ansiklopedisi gibi
hediyelerin yavaş yavaş kurduğu bir kültürün gölgeleri vardı bu rekabette.
Elbette annemin günlük hayatı kendine kolaylaştırmak için ikide bir her türden
yarışma ilan etme alışkanlığının payı da hissediliyordu. "Kim erken pijamalarını
giyip yatağına girerse ona bir öpücük," derdi annem. "Kim üşütmeden,
hastalanmadan bu kışı geçirirse ona bir hediye alacağım." "Kim önüne dökmeden
yemeğini ilk bitirirse onu daha çok seveceğim." Ama bu anne kışkırtmaları olsa
olsa iki erkek çocuğu daha "erdemli", daha "uslu" ve "uyumlu" yapmaya yönelik
şeylerdi.
Oysa bizim kavgalarımızın arkasında iddiacı, yarışmacı, başarı elde etmeye ve
kendimizi özdeşleştirdiğimiz kimi kahramanlar gibi, hükmetmeye ve kazanmaya
yönelik bir yan vardı. Tıpkı derslerde parmak kaldırıp bildiğimizi gösterdikçe,
sınıf birincisi oldukça, kendimizi diğer "kafasızlardan" güvenle ayırdıkça
yaptığımızı sandığımız gibi, birbirimizi yenip, ezip geçmek isterken ruhlarımızın
karanlık bir yerinde İstanbul'un onulmaz kaderi yıkım ve hüzün duygusundan
uzaklaşabileceğimizin hayalini saklıyor olmalıydık. Çünkü biraz daha iler.
yaşlarda her İstanbullu, şehrin kaderiyle kendi kaderinin örtüşmesi durumunda
hayat diye kendisini kanaatkârlık, duygusallık ve en fazla küçük bir mutluluk
kılığına girmiş bir hüznün beklediğini hissetmeye başlar.
Ağabeyim derslerinde her zaman benden daha başarılıydı. Bütün adresleri bilir,
rakamları ve telefon numaralarını, matematik formülleri gibi gizli bir müzikle
aklında tutar (birlikte bir yere giderken ben vitrinlere, gökyüzüne, kafamın
takıldığına, o da apartman numaralarına ve adlarına bakardı), futbol kurallarını,
maç sonuçlarını, başkentleri, araba markalarını ve atletizm derecelerini kırk yıl
sonra kimi rakip profesörlerin yetersizliklerini ya da citation mdej'teki
(uluslararası bilimsel alıntı dökümü) sınırlı yerlerini bildiği heyecanla sayıp
dökebilirdi. Resim yapmaya o kadar bağlı olmamın, kâğıt kalem ile bir süre
yalnız kalma ihtiyacımın arkasında ağabeyimin bu işlere hiç ilgi duymamasının
payı vardı elbette.
Ama resimle saatlerce uğraştıktan sonra aradığım mutluluğu bulamadığımda,
ağır perdelerin ve eşyaların evin içinde biriktirdiği karanlık ruhuma hüzün gibi
çökmeye başladığında, kendime, bütün İstanbul'un düşü olan kısa yoldan bir
zafere ulaştıracak bir hayat fırsatı ya da onun yerini alacak yarışmalı bir oyun
aradığımda ona gider, o sırada hangi oyuna meraklıysak -bilya maçı, satranç ya
da bir zekâ oyunu- onu bir daha oynarız diye lafı bir dolandırırdım.
Başını kitaptan kaldıran ağabeyim "Gene kaşınıyorsun galiba," derdi, oyunun
sonunda çıkan kavgadan ve sonra gelen dayaktan çok, bu tür oyunların çoğunda
beni yendiğini kastederek. "Yenilen pehlivan güreşe doymazmış!" derdi, en son
oyunda da beni yenmiş olduğunu hatırlatarak. "Bir saat daha çalışayım, sonra."
Önündeki kitaba dönerdi.
Onun çalışma masası her zaman ne kadar düzenli, derli topluysa, benimkisi her
zaman o kadar dağınık, bir deprem sonrası görünümündeydi.
Bu ilk dönemin kavgaları tıpkı oynadığımız oyunlar gibi, hayatın kurallarını
onları taklit ederek öğrenmemizi sağlıyordu. Daha sonraları ise, yaşlarımız
ilerleyip şiddet, dayak ve yenilgi ruhumda izler bırakmaya başladığında, hayatın
kurallarının bizimle oynamaya başladığını hissettim. Sık sık ortalıktan yok olan
bir babanın eksikliğini doldurmaya çalışan, bu eksiklik yokmuş gibi yaparsa
şehrin hüznü evine girmeyecekmiş gibi davranan dikkatli bir annenin bakışları
ve öğüt yağmuru altındaki yoldaşça iki kardeşten, artık kendi dünyalarını
kurmaya kararlı iki ergen iddialı erkeğe doğru evriliyorduk.
Yıllar boyunca oyun oynarken ve evde yaşarken kavga çıkmasın diye aramızda
geliştirdiğimiz hukuk ve kurallar (kim ilk nereye oturacak, dolabın neresi kime
ait, hangi kitap kimin, arabada kim ne kadar süre babamın yanında oturacak,
gece yataklarımıza yattıktan sonra odamızın açık kalmış kapısını ya da
mutfaktaki lambayı kim hangi nedenle kapayacak, eve alınan Tarih dergisini ilk
kim okuyacak) yavaş yavaş yeni kavga nedenlerine dönüşüyordu. Küsmeler, alay
etmeler, tehditler, "oraya dokunma, o benim"ler, "bak sonra kötü olur" lar ile
çözülemeyen pek çok sorun, kol bükme, yumruk, dayak ve şiddetle
sonuçlanıyordu. Kendimi korumak için ben de tahta askı, sobanın maşası ya da
süpürgenin sapı, elime ne geçerse kılıç gibi elime alırdım.
Daha da kötüsü hayati olarak gördüğümüz bir oyunu (gerçek bir futbol maçını)
taklit eden bir bilya maçının sonunda gurur ve onur nedenlerinden çıkan
kavgalar artık doğrudan hayatla ilgili gurur ve onur sorunlarından da patlak
veriyordu. İkimiz de birbirimizin zayıf noktalarını fazlasıyla biliyorduk ve tuhaf
bir rekabetle birbirimizin kırılgan noktalarını acımasızca iğneliyorduk. Üstelik
artık şiddete bir anlık öfkeyle değil planlı bir acımasızlıkla başvuruyorduk.
Onu böyle yaralayabildiğim bu zamanların birinde ağabeyim "Akşam annemle
babam sinemaya gidince seni döveceğim!" demişti bana. Akşam yemeğinde
annemle babama sinemaya gitmemelerini, tehditler aldığımı söylediysem de,
böyle durumlarda olduğu gibi güvenlik güçleri olayların yatıştığını, tarafların
barıştığını sanarak bizi birlikte bırakıp gittiler.
Evde kimse yokken bütün gücümüzü verdiğimiz bu yoğun boğuşmaların bir
yerinde, kan ter içindeyken, bazan kapı çalınır, bir kavganın ortasında
komşulara yakalanmış karı-koca gibi bir anda kendimizi toparlar, ateşli
eğlencemizi orta yerinde kesen lüzumsuz misafiri ya da komşuyu "efendim"li,
"buyrun lütfen oturun"lu bir kibarlıkla içeri alır, ağabeyimle birbirimize neşeli
kaş göz işaretleri yaparken, annemin birazdan geleceğini söyler, ama yalnız
kaldığımızda, kavgasız yapamayan kan-kocaların aksine hiçbir şey olmamış gibi
mutlu ve dalgın günlük işlerimize dönerdik.
Bazan da ben çok hırpalandıktan sonra kendi cenazesini hayal edip içlenen
çocuklar gibi ağlaya ağlaya halıların birinin üzerinde uyuyakalırdım. İnsanlığı ve
iyi kalpliliği benden hiçbir zaman az olmayan ağabeyim masasında biraz
çalıştıktan sonra bana acır, uyandırır, kalkıp giyinip yatmamı söylerdi, ama ben
o masasında hâlâ ders çalışırken elbiselerimle yatağa kendimi atıp uyumayı
severdim. Ruhumda kendime acımayla hüzün arası karanlık bir yer olduğunu
keşfediyordum.
Elde etmek için "kaşındığım", sonunda hak ettiğim hüzün, yenilgi ve ezilmiş,
aşağılanmış olma duygusu beni, öğrenilmesi gereken bütün kurallardan,
çözülmesi gereken matematik problemlerinden, Karlofça Anlaşması'nın
ezberlenmesi gereken maddelerinden ve hayatın zorunluluklarından kurtarır,
her şeye boş verebilirdim. Dayak yiyip aşağılandıktan sonra kendimi özgür his-
sederdim. Her şeye boş verecek kadar özgürleştiğim için bazan bu dayakları
kendime rağmen isterdim; "kaşınma" diyen ağabeyim de bunu sezerdi. Bazan
bunu sezdiği, akıl ve iktidar da onda olduğu için onunla bütün gücümle
dövüşmek ister, dayağımı yerdim.
Her dayaktan sonra karanlık bir duygu, beni tek başıma yakalar, kötü olduğum,
beceriksiz, suçlu ya da tembel olduğum düşünceleriyle aklımda oynaşırdı. "Ne
var!" derdi içimden gelen bir ses, "Kötüyüm." Bir anda bana sarsıcı bir özgürlük
veren bu cevap önüme yepyeni dünyalar açardı. Kötü olmaya sonuna kadar razı
olursam istediğim zaman resim yapabileceğimi, derslere boş verebileceğimi,
elbiselerimle uyuyabileceğimi anlardım.
Öte yandan yenik, yıkık, ezik, kolu, bacağı morluklarla kaplı, bazan dudağı
patlamış, burnu kanamış, orası burası fena hırpalanmış, daha kötüsü karşı
koymaya yetişemediğim bir güçle göstere göstere ezilmiş, aşağılanmış ve gururu
kırılmış halimden tuhaf bir şekilde hoşlanırdım. Belki de o sırada zevkl.
kurduğum düşlerin renginin, hayallerin, bir rüzgâr gibi içimi saran bir gün
büyük bir şey yapma hırsının canlılığı, gerçekliği beni büyülerdi. Bütün bu
şiddetin, gururun ve hayallerin kötülük ya da ahlak gibi şeylerle hiç
ilişkilendirilemeyecek bir gücü, canlılığı vardı.
Bana derin bir mutluluk ve yeni bir hayat vaadeden ikinci dünya üstelik
şimdinin şiddetinden beslendiği için çok daha canlı ve çekiciydi. Böyle
zamanlarda şehrin hüznünü içimde hissetmeyi içgüdüler ve rastlantılarla
keşfediyor, bu hüzünle elime kâğıdı kalemi aldığım zaman hem çizdiklerimi daha
çok seviyordum, hem de duygunun karanlık yanı, oyunla, bütün dünyayı
unutmanın zevkleriyle ağır ağır arkada kalıyordu.
33
YABANCI OKUL, OKULDA YABANCI
Robert Kolej'de İngilizce öğrendiğim bir hazırlık yılıyla birlikte dört yıl lise
okudum ve çocukluğumun sona erdiğini, dünyanın benim çocukken sandığımdan
daha karmaşık, yetişmesi zor ve sınırsızlığıyla insana acı veren bir yer olduğunu
anladım. Bütün çocukluğumu anne-baba-ağabey-ev-sokak-mahalleden oluşan ve
benim için dünyanın merkezi olan bir yerde geçirmiştim. Liseye kadar olan
eğitimim, bu kişisel ve coğrafi âlemi hayatımın merkezi yapmak kadar, onun
dünyanın geri kalanının ölçüsü olduğuna kendimi inandırmakla geçmişti. Şimdi
lisede, bu yerlerin ne dünyanın merkezi ne de -bu daha da acıydı- her şeyin
ölçüsü olduğunu kavrıyordum.
Yerimin, bilgimin ve inançlarımın kırılganlığını ve dünyanın bitip
tükenmezliğini (kolejin Amerikalı laik hocalarca kurulan kütüphanesinin alçak
tavanlı ve hoş bir eskimiş kâğıt kokusuyla kokan labirentlerinde kaybolmayı,
saatlerce kitap karıştırmayı severdim) keşfetmek bana şimdiye kadar hiç
hissetmediğim bir yalnızlık ve güçsüzlük duygusu veriyordu.
Yalnızlık duygusunun bir kısmı ağabeyimin yokluğu yüzündendi. Onunla sürekli
çekişip dursam da, pek çok şeyi sınıflayıp, yargılayıp, kafamın içinde bir köşeye
yerleştirmekte benim için babamdan ve annemden daha güçlü bir anlama
merkezi olan ağabeyim, ben on altı yaşımdayken Amerika'ya, Yale
Üniversitesi'ne okumaya gitti. Hayal gücümü ve aylaklığımı özgürleştirdiği, ikide
bir yarışmaktan, aşağılanmaktan ve hırpalanmaktan beni kurtardığı için bu
yalnızlıktan fazla şikâyetçi olmadım. Ama gene de özellikle hüzne kapıldığım zor
zamanlarda onun yoldaşlığını arardım.
Zorluklar, içimdeki bir merkezin dağılması yüzündenmiş gibi gelirdi bana. Ama
kafamdaki, ruhumdaki bu merkezin tam ne olduğunu çıkaramıyordum. Bu
yüzden derslere, çalışmaya ya da hayata kendimi bütünüyle veremiyordum
sanki. Sınıfta eskiden alıştığım gibi hiçbir özel emek harcamadan en parlak
öğrenci olamamak da bazan kalbimi kırardı, ama hiçbir şey için yeterince üzülüp
sevinemeyecekmiş gibiydim. Mutlu olduğuma karar verdiğim çocukluğumda
hayat, kadife yumuşaklığında, masal havası da taşıyan eğlenceli ve meraklı bir
hikâye idi.
On üç-on dört yaşımdan sonra ise bu tek hikâye dağılarak ve solarak çeşit çeşit
parçalara ayrıldı. Bu parçaların her birine zaman zaman heyecanla inanır, tıpkı
her yeni okul döneminin başında sınıf birincisi olmaya karar verip bunu sonra
başaramamam gibi, bir süreliğine bu hayat parçacıklarından birinin sonuna
kadar gitmeye niyet eder, ama bir şekilde dağılırdım. Dünya benden uzaklaşıyor
gibi gelirdi bazan bana. Üstelik ona karşı tenimin, aklımın ve duyargalarımın en
iştahla açıldığı sırada.
Bütün bu akıl karışıklığı içerisinde bitip tükenmeyen cinsel düşler bana her
zaman geri dönüp sığınılabilecek bir âlemin var olduğunu hatırlatırdı. Cinselliği,
bir başkasıyla paylaşılan bir şey olarak değil, tek başına kurulan bir hayal olara.
tanıyordum. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim günlerde kafamın içinde sürekli
konuşan harfleri seslendirme makinesi gibi, şimdi de her ipucundan bir cinsel
hayal ve haz imkânı çıkartan yeni bir makine kafamın içinde bütün renkleriyle
ve şaşırtıcı kararlılığıyla çalışmaya başlamıştı. Hiçbir kutsal tanımadan
çevremdeki herkesi ve gazete dergilerde gördüğüm her resmi hayalimdeki kesip
yapıştırma işlemleriyle dayanılmaz cinsel hayaller şekline soktuğum
zamanlarda, tek başıma odama kapanırdım.
Daha sonra, geride bıraktığım ortaokul yıllarından kalma, biri aşırı şişman, biri
de kekeme iki sınıf arkadaşımla yaptığım bir konuşmanın hatıraları suçluluk
duyguları içerisinde beni bulurdu. "Sen hiç yapıyor musun?" demişti kekeme
olanı zorlana zorlana konuşarak. Evet, ortaokuldayken de yapıyordum, ama
utancımdan ne evet, ne hayır anlamına gelen birşeyler mırıldanmıştım. "Sakın
hiç yapma!" demişti böyle şeyleri benim gibi akıllı, uslu, çalışkan birine
yakıştıramayan kekeme, kekeledikçe suratı daha da kızararak.
"Otuz bir çekmek çok korkunç bir alışkanlık, bir kere başladın mı hiç
bırakamıyorsun." Bu noktada, aşırı şişman olan arkadaşım da, hatırladıkça bana
daha da acıklı gelen o kederli bakışıyla bakmış, otuz bir dünyasından uzak
durmamı fısıltıyla öğütlerken, yüzünde, hiç vazgeçemediği bir uyuşturucuya
alışmış, bütün hayatı bu yüzden mahvolmuş ve bu korkunç sonucu da artık -
şişmanlık gibi- tevekkülle kabullenmiş birinin ifadesi belirmişti.
Aklımda o yılların hatıralarıyla birleşen, aynı suçluluk ve yalnızlık duygusuyla
yaptığım ve daha sonra Teknik Üniversite'de mimarlık okurken devam ettiğim
bir başka şey de, okuldan kaçmaktı. Oysa bu faaliyete de çok eskiden, ta
ilkokuldayken başlamıştım.
İlk başlarda, ilkokuldayken, sıkıldığım için, kimsenin farketmediği bir
eksikliğimden utandığım için ya da o gün okulda aşı yapılacağını bildiğim için
kaçardım. Okulun kendisiyle ilgisiz nedenlerle de okuldan kaçtım: Annemle
babam kavga ettiği için ya da düpedüz tembellik ve sorumsuzluktan ya da uzun
süren ve evde el bebek gül bebek ihtimamla bakıldığım hastalıklardan sonra
okula gitme alışkanlığımı kaybettiğim için.
Ezberlenmesi gereken bir şiir, ortaokuldayken başedilmesi zor bir kabadayının
hırpalamaları ve lise ve üniversitedeyken hüzün, iç sıkıntısı ya da egzis-
tansiyalist bunalım da okuldan kaçmak için bahaneydi. Bazan bir ev kedisi
olduğum için de okuldan kaçardım. Ağabeyim okuldayken annemle yalnız
kaldığım, odada kendi başıma dilediğim şeyleri daha iyi yaptığım, zaten
ağabeyim kadar iyi bir öğrenci olamayacağımı da çoktan anladığım için
kaçardım. Ama asıl neden daha arkalarda, hüzünle ilgili bir yerdeydi.
Babamın, dedemden kalan bütün paraları bitirmesinden, bir iş bulduğu
Cenevre'ye annemle gitmesinden sonraki kış, bize bakan babaannemin gücü
bana yetmediği için okuldan kaçmaya başladım. Her sabah ağabeyimle beni
okula götüren kapıcı İsmail Efendi zili çalınca, ağabeyim elinde çanta kapıdan
çıkar, sekiz yaşımdaki ben ise bir bahane mırıldanarak evin içinde dolanmaya
başlardım: Çantamı yapmayı bitirememiştim, son anda unuttuğum bir şey
aklıma gelmişti, babaanne bana bir lira verir miydi, karnım ağrıyordu,
ayakkabım ıslaktı, gömleğimi değiştirmem gerekiyordu... Benim kötü niyetim.
sezen ve sınıfa geç girmekten hiç hoşlanmayan ağabeyim, "Biz gidelim İsmail,"
derdi. "Sen sonra gelir, Orhan'ı alır götürürsün."
Kapıcının bizi götürüp getirdiği okul, Işık Lisesi, dört dakika uzaklıktaydı. İsmail
Efendi, ağabeyimi okula bıraktıktan sonra beni götürmek için geri geldiğinde
okulda ders artık başlamak üzere olurdu. Bir süre daha oyalanır, eksik ya da
hazır olmayan bir şeyden başkalarını suçluyormuş gibi yapar ya da kapıcı kapıda
beklerken karnımın ağrısından zilin çaldığını duymamış gibi davranırdım. Bütün
bu yalan dolan ve numaralar beni gerdiği ve bir de her sabah nefretle içtiğim ve
köpüklü kaynar sıcaklığını ve pis kokusunu genzimde tiksintiyle hissettiğim süt
yüzünden karnım gerçekten biraz ağrıyor olurdu. Bir süre sonra babaannemin
yufka yürekliliği tutardı:
"Peki İsmail, artık geç oldu, zil çoktan çalmıştır, bugün de gitmesin bari," der,
kaşlarını çatarak bana dönerdi. "Bak yarın gideceksin ama, anlaşıldı mı, yoksa
polis çağırırım. Annenle babana da mektupta yazarım."
Yıllar sonra, lisedeyken kaçaklığımı kimse bilmediği için, okulu kırmak daha
zevkli bir şey oldu. Suçluluk duygusu, şehrin sokaklarında attığım her adımı
hem bedeli ödendiği için daha kıymetli kılar,, hem de aklımda okulu kırmaktan
başka bir amaç olmadığı için, sokaklardaki gezintim sırasında gerçek bir
amaçsızın, bir aylağın, bir serserinin görebileceği şeylere takılırdım: Şu kadının
geniş kenarlı şapkası, her gün önünden geçtiğim halde farketmediğim bu
dilencinin yanık yüzü, dükkânlarında gazete okuyan berberler ve çırakları,
karşıdaki apartmanın yan duvarındaki konserve reklamındaki kız, ancak liseden
kaçıp bu saatte buraya gelirsen nasıl tamir edildiğini görebileceğin Taksim
Meydanı'ndaki kumbara şeklindeki saatin içi, hamburgerci dükkânlarının
boşluğu, Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki anahtarcılar, eskiciler, koltuk
tamircileri, bakkallar, Yüksekkaldırım yokuşundaki pulcular, müzik malzemesi,
eski kitap, el damgası ya da daktilo satan dükkânlar, her şey, başka zamanlarda,
mesela çocukluğumda annemle gezerken ya da arkadaşlarımla oralardan
geçerken hissetmediğim kadar hakiki, güzel ve dokunmak isteyeceğim kadar
ilginç olurdu.
Sokaklarda gördüğüm satıcılardan simit, midye tava, pilav, kestane, cızbız köfte,
balık ekmek, un kurabiyesi, ayran, şerbet, canım ne istiyorsa alırdım. Bir köşede
durup, elimde bir şişe gazoz, sokakta futbol oynayan çocukları (onlar da benim
gibi okuldan mı kaçmışlardı, yoksa hiç mi gitmiyorlardı?) seyrettiğim ya da hiç
bilmediğim bir yokuştan aşağı yürüdüğüm aşırı mutluluk anlarım da olurdu,
gözüm saatimde, aklım o sırada okulda yapılan şeylerde, suçluluk duygularıyla
hüzne boğulduğum zamanlar da.
Lise yıllarımda derslerden kaçarak Bebek'i, Ortaköy'ün arka sokaklarım,
Rumelihisarı tepelerini, çoğu o zamanlar hâlâ işleyen Rumelihisarı, Emirgân,
İstinye vapur iskelelerini ve çevrelerindeki balıkçı kahvelerini, sandal çekme
yerlerini, oralardan binilen vapurlarla gidilebilecek yerleri, Boğaz vapurlarına
binmenin zevklerini, Boğaz köylerini, pencerede uyuklayan yaşlı teyzeleri, mutlu
kedileri ve sabah kapıları kilitlenmeyen eski Rum evlerinin hâlâ görüldüğü arka
sokakları keşfettim.
Bu suçlarımdan sonra beni doğru yola sokacak pek çok karar alırdım: Daha iyi
bir öğrenci olacak, daha çok resim yapacak, Amerika'ya gidip resim okuyacak,
her biri aşırı iyi niyetten birer karikatüre dönüşmüş Amerikalı hocalarla,
bezginlik ve kötü niyetten, can sıkmaktan başka bir şey yapamayan Türk
hocaların canını sıkacak şeyleri de yapmayacak, derslerden de atılmayacaktım.
Kısa bir sürede suçluluk duygularının da yardımıyla hırslı bir "idealist"
olmuştum. Bu idealizmle, yalan söyleyen, tembellik ya da iki yüzlülük eden,
numara yapan yetişkinleri, hocaları, büyükleri hiç duraksamadan mahkûm
ediverirdim.
O yıllarda benim için yetişkinlerin en sık işledikleri ve en affedilmez günah
yeterince dürüst, hakiki, özgün ya da samimi olmamaktı. Birbirlerinin hatırını
sormalarından biz öğrencileri tehdit etmeye, çarşı pazar alışverişinden siyasal
nutuklara kadar hayatın her anında yetişkinlerin sürekli iki yüzlü
davranmaları, bana hayat tecrübesi denilen ve bende eksik olduğu sürekli
hatırlatılan şeyin, insanın belirli bir yaşa geldikten sonra bu iki yüzlülükleri,
numaraları hiç zorlanmadan yapıvermesi, sonra da pişkinlikle hiçbir şey
olmamış gibi davranabilmesi olduğunu düşündürürdü.
Yanlış anlaşılmasın: Ben de pek çok hile yapıyor, iki yüzlülük ediyor, herkes
kadar yalan da söylüyordum ama bunları yaptıktan sonra çektiğim suçluluk
duyguları, yakalanma korkuları ve ruhumdaki sarsıntılar öylesine şiddetli
oluyordu ki, bir süre kendimi dengeli ya da "normal" hissedemiyor, bu da
yaptığım iki yüzlülüğün ya da söylediğim yalanın bedelini yükseltiyordu. Yeni
bir yalanı söylemekten ya da iki yüzlülük etmekten, vicdanım bunları kabul
etmediği ya da bu ikisi.aynı şey oldukları için değil, daha sonraki bu tuhaf
sarsıntılar beni çok yorduğu için kaçınmaya çalışırdım.
Gittikçe arttığını ve sıklaştığını farkettiğim ruhumdaki bu sarsıntılar yalnız
yalan söyledikten ya da yetişkinler gibi iki yüzlülük ettikten sonra değil, hayatın
içinde her an beni bulabilirdi. Bir arkadaşımla elle kolla şakalar yaparken,
Beyoğlu'nda bir sinemanın bilet kuyruğunda tek başıma beklerken ya da yeni
tanıştığım güzel bir kızın elini sıkarken, bir anda sanki içimden bir göz çıkar, bi-
raz ötede havada asılı kalır ve dikkatli bir film kamerası gibi o sırada yapmakta
olduğum her şeyi (elimi uzatmış kulübedeki kadına bilet için para veriyorumdur
ya da güzel kızın elini sıktıktan sonra umutsuzca söylenecek bir şey
arıyorumdur) ve söylemekte olduğum sıradan, iki yüzlü ve aptalca sözleri
(Rusya'dan Sevgilerle için ortalardan bir bilet lütfensiz de bu partilere ilk defa
mı geliyorsunuz?) dikkatle gözlemeye başlardı.
Bir anda kendimi bir filmin hem yönetmeni hem de oyuncusu, hem hayatın
içinde, hem de içinde olduğum hayatın alaycı bir gözlemcisi durumunda bu-
lurdum. Her şey "normalmiş" gibi davranmaya ancak birkaç saniye devam
edebildiğim bu anlardan sonra o utanç, korku, dehşet ve yabancı kalma
telaşından oluşan bir ruhsal sarsıntı beni bütünüyle kavrardı. Sanki ruhum
kendi içine doğru kapana kapana katlanarak küçülen bir kâğıt gibi kendi
kendine sarsıla sarsıla küçülürken bütün iç organlarım, her şeyim bu bunalım
sırasında sallanmaya başlardı.
Böyle durumlarda bana iyi gelecek tek ilacın bir odaya girip, kapısını kilitleyip,
orada tek başıma kalmak olduğunu bilirdim. Odada tek basınayken ruhumun
dayanamadığı, beni sarsan ânı yeniden yeniden düşünür, o ânı yeniden oynar,
bazan beni utandıran sıradan sözlerimi kendi kendime tekrarlardım. Elime kâğıt
kalem alıp birşeyler yazar, çizer, çiziştirirsem iyi gelir, kısa sürede "normal"
halime dönebilir, insan arasına çıkabilirdim.
Bazan da, bayağı, iki yüzlü ya da sahte bulunabilecek hiçbir şey yapmadığım
halde, birdenbire kendimi çok yapmacıklı bulduğum olurdu. Sokaklarda
yürürken bir vitrinde yansıyan kendi görüntüme gözüm takıldığında ya da
Beyoğlu'nda o yıllarda tek tek açılan yeni sandviççi-hamburgerci büfelerinden
birinde bir kenara oturmuş, cumartesi akşamı eğlencesi olarak sinemada film
seyrettikten sonra ayran içip sosisli sandviç yerken, bir anda karşımdaki aynada
gördüğüm kendi görüntüm bana fazla gerçek, fazla ham ve fazla dayanılmaz
gelirdi. O ana dayanamadığını için ölmek isterdim, ama bir acı çekme iştahıyla
elimdeki sandviçi yerken kendimi seyretmeye devam ederdim.
Bir süre sonra kendimi Goya'nın resmindeki oğlunu yiyen deve benzetirdim.
Aynadaki görüntü, bana suçlarımı, günahlarımı, berbat bir herif olduğumu
hatırlatırdı. O yıllarda Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki randevuevlerinde,
tanışma ve buluşma salonlarında aynı şekilde çerçeveletilip asılmış kocaman
aynalar olduğu için değil yalnızca, tepemdeki çıplak ampul, kirli duvar,
oturduğum tezgah, büfenin iç rengi, her şey fazla bakımsız, sıradan ve çirkin
olduğu için de böyle hissederdim. Sanki önümde mutluluk, sevinç ve zaferlerle
geçecek bir hayat değil, üzerinde fazla durulmadan geçiştirilmesi gereken sıkıcı
ve uzun bir zaman parçası vardı ve ayrıntılara ve anlara hiçbir özel dikkat
göstermeden öldürülmesi gereken bu zamanı öldürüyormuş gibi hissederdim
kendimi.
Az önce seyrettiğim Hollywood filmindeki gibi güzel ve anlamlı asıl hayatları,
Amerika'nın ya da Avrupa'nın mutlu insanları yaşayabilirdi; dünyanın büyük
çoğunluğunu oluşturan ve benim de dahil olduğum geri kalan kalabalığı ise kırık
dökük, özelliksiz, iyi boyanmamış, eskimiş, yıpranmış ve ucuz yerlerde, kimsenin
öyle fazla dikkat etmeyeceği ikincil, önemsiz ve özensiz hayatlar bekliyordu ve
ben böyle bir hayata hazırlandığım fikrine yavaş yavaş alışıyordum. Batı tarzı
bir hayat İstanbul'da ancak zenginler çevresinde yaşanabileceği ve bu çevreler de
bana dayanılmayacak kadar yapmacıklı ve ruhsuz geldiği için yavaş yavaş şehrin
arka sokaklarını ve hüzünlü görüntülerini daha çok seviyor, tek başıma
geçirdiğim cuma ve cumartesi akşamları buralarda ve sinemalarda kendi
kendime oyalanıyordum.
Kimseyle paylaşmadan kitaplar okuyup, resim yapıp şehrin arka yüzünü
keşfetmeye çalıştığım bu hayata hiç karıştırmadığım bazı berbat arkadaşlar da
edinmiştim. Babaları fabrikatör, tekstilci ve madenci olan bir arkadaş "grubu"na
girmiştim. Robert Kolej'e babalarının Mercedes'ini kulanarak gelen, akşam
okuldan dönüşte Şişli'nin, Bebek'in caddelerinde gördükleri güzel kızların
yanında arabalarını yavaşlatarak onları arabaya davet eden ve kepçe denilen bu
davete kızlar uyar da arabaya binerlerse onlarla cinsel birşeyler yaşama
hayalleri kuran bu arkadaşlarım benden yaşça büyük ama kafasızdılar.
Hafta sonları da Maçka, Nişantaşı, Taksim, Harbiye civarında arabalarıyla
sürekli fır dolanarak gene kepçeye çıkarlar, kendileri gibi yabancı liselere giden,
her kış on gün Uludağ'a kayak yapmaya çıkan, yazları Suadiye ve Erenköy'de
tatil yapan kızlarla tanışmak isterlerdi. Benim de bazan katıldığım bu kepçe
avları sırasında bazı kızlar bizlerin kendileri gibi zararsız çocuklar olduğumuzu
bir bakışta nasıl hemen anlar da arabaya hiç korkmadan binerlerdi şaşardım.
Bir keresinde benim de yolculuk ettiğim arabaya iki kız binmiş, yoldan geçen
lüks arabalara binmek çok sıradan bir şeymiş gibi onlarla gelişigüzel bir sohbete
dalmış, sonra hep birlikte bir klübe gidip limonata ve kola içip dağılmıştık.
Benim gibi Nişantaşı'nda oturan, sık sık buluşup poker oynadığım bu
arkadaşlarımdan başka, arada bir satranç veya pinpon oynamak ya da resimden
ve sanattan söz etmek için buluştuğum arkadaşlarım da vardı ve onları da
ötekilere yaptığım gibi, birbirleriyle tanıştırıp, görüştürmeydim hiç.
Bu arkadaşlarımın her birinin yanında ayrı bir kişilik, ayrı bir mizah, ayrı bir
ses ve ayrı bir ahlak edinirdim. Bukalemuna benzer çevreden çevreye değişen bu
halim planlı, sinsice ve sinikçe yaptığım bir şey değildi. Çoğu zaman bu
kimlikleri, bu arkadaşlarımla sohbet ilerledikçe, konuştuğumuz konularla
heyecanlara kapıldıkça kendiliğinden edinirdim. Kolaylıkla iyiyle iyi, kötüyle
kötü, tuhafla tuhaf olmama yol açan bu rahatlığımın beni, pek çok arkadaşımın
başına geldiğinin tersine, yirmi yaşından sonra sinik ve aşırı alaycı olmaktan
koruduğunu düşünüyorum. İlgilendiğim her konuya, kalbimin bir yanıyla inanıp
içtenlikle kapılır giderdim.
Ama kimi zaman hiç durmadan saatlerce gülmeme engel değildi bu! Bazan şaka
yaparak, alay ederek, kıkırdayıp gülerek saatler geçirirdim. Çoğu zaman Robert
Kolej'de, sıkıcı derslerde kafamda da bir vida gevşediği zaman olurdu bu: Bir
süre sonra bütün sınıfa duyuracak şekilde fısıldayarak yaptığım şakalarla, "su-
luluklarla" öğretmenden daha dikkatle dinlenen bir hikâye anlatıcısı olduğumu
görmek beni coşturur, mizah oklarımı sıkıcı Türk hocalara da yöneltirdim.
Bazıları bir Amerikan okulunda hocalık etmenin huzursuzluğuyla, öğrenciler
arasında kendisini Amerikalılara ihbar eden "casuslar" olduğunu ima eden,
bazıları Türk milliyetçisi sıkı nutuklar atan Türk hocaların, Amerikalılara
kıyasla daha heyecansız, yorgun, yaşlı ve bezgin olduklarını, bizleri de,
kendilerini de, hayatı da artık fazla sevmediklerini hissederdik. İyi niyetle,
arkadaş olmaya çalışan Amerikalı hocaların aksine içlerinden ilk gelen şey
ezberletmek ve cezalandırmak olduğu için çoğumuz bu bürokrat ruhlu
hocalardan nefret ederdik.
Türk hocalara kıyasla çoğu genç olan Amerikalı hocalar, olduklarından da daha
saf ve iyi niyetli sandıkları Türk öğrencilere Batı medeniyetinin harikalarını
öğretmek için aşırı iyi niyet ve saflıkla öyle bir çırpınırlardı ki onların neredeyse
dini boyutlara varan eğitim gayretkeşliği bütün sınıfı zaman zaman acımayla gü-
lümseme arasında kararsız bırakırdı. Bazıları uzak ve yoksul ülkelerdeki cahil
üçüncü dünyalı çocukları eğitmek için Türkiye'ye gönüllü gelmiş, çoğu 1940'larda
doğmuş solcu olan bu Amerikalı hocalar bize Brecht okutur, Shakespeare'in sol
yorumunu yapar, edebi metin okurken de bütün kötülüklerin kaynağının iyi
insanları yoldan çıkaran "kötü" toplumlarda yattığını göstermeye çalışırlardı.
Edebi metin yorumlarken toplumun kendisine boyun eğmeyen iyi insanları dışarı
"ittiğini" göstermek için sık sık "you are pushed" diyen bir hocaya sınıftan bazı
alaycılar "yes sir you are pushed" diye ikide bir cevap yetiştirirken, yalnızca son
kelimenin Türkçedeki bir hakaretle okunuşunun aynı olduğunu bilmeyen
Amerikalı öğretmene farketmediği ve bütün sınıfı gizlice gülümseten bir küfür
etmiş olmazlar, aynı zamanda sınıfta pek çok öğrencinin de Amerikalı hocalara
gizli gizli duyduğu bir öfkeyi de ortaya çıkarmış olurlardı. Dönemin hem
milliyetçi, hem solcu havasına uygun bu utangaç Amerikan düşmanlığı, okuldaki
Anadolu kökenli, burslu, parlak öğrencilerin kafasını daha çok meşgul ederdi.
Zor sınavları geçerek bu ayrıcalıklı Amerikan lisesinde okumaya hak kazanmış,
çoğu gerçekten zeki ve çalışkan taşra kökenli yoksul öğrenciler bir yandan
Amerikan kültürü, özgürlük düşüncesi ve daha önemlisi üniversiteyi okumak
için Amerika'ya gitmek ve orada kalmak gibi hayallerle büyülenirken, diğer
yandan Vietnam Savaşı'nın da etkisiyle Amerikalılara karşı zaman zaman
denetleyemedikleri bir öfke duyarlardı. İstanbullu zengin ya da orta sınıf
ailelerinin ya da benim zengin çocuğu arkadaşlarımın ise böyle dertleri yoktu
pek: Onlar Robert Kolej'de okumayı, ileride sahibi ya da yöneticisi olacakları
büyük şirketlerde çalışmaya başlamanın ya da bir büyük yabancı şirketin
Türkiye temsilciliğini açmanın ilk adımı olarak görürlerdi yalnızca.
Ben ise ileride ne olacağımı tam bilmiyordum, ama soranlara İstanbul'dan
ayrılmayacağımı ve mimarlık okuyacağımı söyleyiveriyordum. Mimar olmam
konusunda, yalnız ben değil, bütün aile zaten çoktan oybirliğiyle karar vermişti.
Dedem, babam ve amcam gibi makul bir insan olduğuma göre, ben de İstanbul
Teknik Üniversitesi'nde mühendislik okumalıydım, ama madem resim yapmaya
bu kadar eğilimim vardı, aynı yerde mimarlık okumak bana yakışırdı. Kimin ilk
düşünüp söylediğini bile hatırlamadığım bu basit mantığı ben de lisede okurken
çoktan benimsemiş, içselleştirmiştim.
İstanbul'dan ayrılmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Şehre çok bayıldığım,
onu bilinçle ya da tutkuyla sevdiğim için filan değil: İçgüdüsel olarak,
alışkanlıklarımı, yaşadığım yerleri zor terkedebilen, mekân, çevre, ev, mahalle
değiştirmekte son derece tembel davranan biri olduğum için. Daha o zamandan
her gün aynı kıyafetleri giyip, aynı şeyleri yiyip vahşi hayaller kurarak yüzlerce
yıl hiç sıkılmadan yaşayabilecek biri olduğumu keşfetmeye başlamıştım.
Hayatta ne olacağım, hayatın anlamının ne olduğu ve ne olması gerektiği gibi
temel konuları o yıllarda pazar sabahları ikimiz birlikte yaptığımız araba
gezintilerinde babamla konuşurduk. Babam müdürü olduğu Aygaz'ın
Büyükçekmece yakınlarında, Ambarlı'da yaptırdığı bazı depo ve dolum istasyonu
inşaatlarını denetlemek ya da Boğaz'a gezmeye gitmek, bir şey satın almak ya da
babaanneme uğramak gibi bahanelerle her pazar sabahı beni arabaya bindirir
(1966 model Ford Taunus), radyoyu açar ve gaza basardı.
1960'ların sonunda, 1970'lerin başlarında, pazar sabahları boş olan İstanbul
caddelerinde, sokaklarında, daha önce hiç gitmediğimiz mahallelerde radyoda
çalan "hafif batı müziği" parçalarını dinleyerek (Beatles'lar, Slyvie Vartan, Tom
Jones gibi şeyler) ilerlerken babam bana hayatta insanın içinden geldiği gibi
davranmasının en iyi şey olduğunu, paranın bir amaç değil, mutlu olmak içi.
gerekliyse kullanılması gereken bir araç olduğunu ya da bir zamanlar bizi
terkederek gittiği Paris'te otel odalarında nasıl şiirler yazdığını, Valery'nin
şiirlerini nasıl Türkçeye çevirdiğini ve yıllar sonra bir Amerika yolculuğunda
şiirler ve çevirilerle dolu bavulunu nasıl hırsızlara kaptırdığını neşeyle anlatırdı.
Müziğin iniş çıkışlarına şehrin sokaklarının ardarda dizilişine ya da hikâyelerin
akışına uygun olarak konudan konuya sıçrayarak bana anlattığı her şeyi,
1950'lerde Jean Paul Sartre'ı Paris kaldırımlarında nasıl sık sık gördüğünü ya da
Nişantaşı'ndaki Pamuk Apartmanı'nin nasıl yapıldığını veya ilk iflaslarından
birinin hikâyesini bir daha hiç unutamayacağımı bilirdim. Babamın bazan
manzaranın güzelliğine, bazan kaldırımlardaki güzel kadınlara dikkatimi
çekerek anlattığı bu hikâyeleri ve altını fazla çizmeden ve bana rahatça
veriverdiği hayat hakkındaki bilgece öğütleri dinlerken kurşuni renkli o kış
sabahlarında arabanın ön camından akmakta olan İstanbul görüntülerini
seyrederdim.
Galata Köprüsü'nden geçen araçları, hâlâ yıkılmamış ahşap evlerle çevrili kenar
mahalleleri, dar sokakları, futbol maçına giden kalabalıkları ya da kömürle
yüklü sandalları çeken ince bacalı bir römorkörün Boğaz'da ilerleyişini
seyrederken, babamın bana hayat hakkında verdiği bilgece öğütleri, mesela
insanın kendi içgüdülerini, kafasına takılanları ve takıntılarını dikkatle izlemesi
gerektiğini ya da hayatın aslında çok çabuk geçtiği ve insanın ne yapmak
istediğini bilmesinin iyi bir şey olduğunu ya da aslında insanın ancak yazmak,
çizmek ve resim yapmakla hayatta bir derinlik elde edebileceğini ima eden
sözlerini dikkatle dinler ve görüntülerle sözlerin kafamda birleştiğini
hissederdim.
Bir süre sonra, dinlediğim müzik, arabanın penceresinden akan İstanbul
görüntüleri, babamın "buraya da sapalım mı?" diye gülümseyerek arabayı
soktuğu parke kaplı kimi dar sokakların ve kaldırımların havası, hepsi kafamda
birleşir ve bana hayatta sorduğumuz temel sorulara hiçbir zaman bir cevap
bulamayacağımızı, ama onları sormamızın iyi olduğunu, hayatın amacının ve
mutluluğunun da bizim tam farkedemediğimiz ya da farketmek istemediğimiz
yerlerde olduğunu, ama bütün bu dertler kadar önemli olan bir başka şeyin de,
bu dertleri kafamıza takarken ya da hayatta haz ya da derinlik peşinde koşarken
arabanın, evin, geminin pencerelerinden gördüğümüz görüntüler olduğunu,
çünkü zamanla hayatın tıpkı müzik, resim ya da hikâyeler gibi iniş çıkışlarla
biteceğini, ama gözlerimizin önünden akan şehir görüntülerinin, yıllar sonra bile
rüyalardan çıkma hatıralar gibi bizimle kalacağını hissettirirdi.
34
MUTSUZLUK KENDİNDEN ve ŞEHİRDEN NEFRET ETMEKTİR
Bazan şehir bambaşka bir yere dönüşür. Sokakların insana kendini evinde
hissettiren renkleri birden çekiliverir, her görüşümde bana esrarlı gözüken
kalabalıkların aslında kaldırımlarda yüzyıllardır amaçsızca yürüdüklerini
anlayıveririm. Bütün parklar çamurlu ve tatsız arazilere, elektrik direkleri ve
reklam panolarıyla kaplı meydanlar betondan yavanlıklara, şehir de ruhum gibi
boş, bomboş bir yere dönüşüvermiştir.
Ara sokakların kiri, pisliği, açık çöp tenekelerinden şehre yayılan kötü koku,
sokaklardaki, kaldırımlardaki bitmez tükenmez çukurlar, inişler, çıkışlar,
İstanbul'u İstanbul yapan bütün o düzensizlik, kargaşa ve itiş kakış bana şe-
hirden çok kendi ruhum ve hayatımın yetersiz, kötü ve eksik olduğu duygusunu
verir. Sanki bu şehir bana, benim hak ettiğim bir ceza olduğu gibi, ben de onu
kirleten bir şeyimdir. Şehirden bana, benden şehre yoğun bir keder ve hüzün
sızarken şehirde de, bende de iş kalmadığını hissederim: Ben de şehir gibi
yaşayan bir ölü, soluk alıp veren bir ceset, sokakların ve kaldırımların bana
hissettirdiği gibi yenilgiye ve pisliğe mahkûm bir sefilimdir. Her biri olanca
ağırlığıyla ruhuma çöken çirkin, yeni ve beton apartmanlar arasından titreyen
bir mendil gibi Boğaz'ı görmek bile, bu gibi durumlarda umut vermez.
O zaman daha da kötüsünün, kahredici ve öldürücü asıl hüzün duygusunun,
uzaktaki görülmez sokaklardan bana yaklaşmakta olduğunu, tıpkı sonbahar
akşamlarında şehir sokaklarına usulca sızan yosun ve deniz kokusundan, lodos
fırtınasının yaklaşmakta olduğunu sezen tecrübeli İstanbullu gibi anlarım ve
tıpkı yıkımı, ölümü, depremi ya da lodos fırtınasını sokakta değil, kendi evinde
geçirmek isteyenler gibi hızlı hızlı evime dönmek isterim.
Ama hüznün ve mutsuzluğun karanlığının yaklaşmakta olduğunu anladığım an
evdeki yarı karanlık, loş ve kuytu köşem benden gittikçe uzaklaşır ve acıklı ve
çirkin sokaklar, düzensiz, bıktırıcı kaldırımlar ve bir anda hepsi birbirine
benzemeye ve içimdeki sefaleti sezdikleri için beni aralarına almamaya gizli bir
yemin etmiş gibi gözüken insanlar hiç bitmemeye, hatta korkutucu bir şekilde
çoğalmaya başlar.
Güneşin birden bütün gücüyle ortaya çıktığı, şehrin yoksul, düzensiz ve başarısız
yanlarını acımasızca aydınlattığı bahar öğleden sonralarını sevmem. Taksim'den,
Harbiye ve Şişli üzerinden ta Mecidiyeköy'e (annem, çocukluğunu geçirdiği
buralardaki dutluklardan kayıp bir masal ülkesinden bahseder gibi söz ederdi)
kadar uzanan ve her iki yanı 1960 ve 1970'lerde yapılmış "uluslararası üslup"lu,
kimileri be-te-be ile kaplı, kocaman pencereli apartman binalarıyla çevrili
Halaskârgazi Caddesi'ni sevmem. Şişli'nin (Pangaltı), Nişantaşı'nın (Topağacı),
Taksim'in (Talimhane) kimi arka sokakları bende oralardan bir an önce kaçıp
gitme isteği uyandırır: Yeşilliklerden uzak, Boğaz'ın hiç gözükmediği bu yerler,
aile kavgaları, küçük mülkiyet heyecanları yüzünden bolüne bolüne ufacık
kalmış arsalar üzerinde yükselen çarpık çurpuk apartmanlarla kaplı inişli çıkışl.
bu tepeler ve çukurlar bana o kadar havasız ve enerjisiz gelir ki, sokaklarda
yürürken pencerelerden bakan bütün kötü niyetli teyzelerle yaşlı ve bıyıklı
amcaların benden nefret ettiklerini, üstelik de haklı olduklarını hissederim.
Nişantaşı ile Şişli arasındaki arka sokaklarda olduğu gibi konfeksiyoncuların ya
da Galata ve Tepebaşı arasındaki bazı sokaklarda olduğu gibi avize ve lamba
satıcılarının ya da bir zamanlar Taksim Talimhane civarında olduğu gibi araba
yedekparça satıcılarının (hayatının en uçucu döneminde, dedemin servetini
birbiriyle ilgisiz çeşit çeşit ticari girişimle eğlene eğlene tükettikleri yıllarda,
başka işlerinin yanında, babam ile amcam buralarda böyle bir dükkân da
açmışlar, ama araba yedekparçası ticaretinden çok, ilk Türk konserve
fabrikasına hazırlık olarak domates suyu sıkıp içine aşırı miktarda biber koyup
gözleri acıdan yaşaran hademelere içirmek gibi şeylerle uğraşmışlardı) ya da
Süleymaniye civarındaki sokaklarda olduğu gibi çevreyi çekiç gürültüsü ve pres
patırtısına boğan kapkacak imalathanelerinin bütünüyle işgal ettiği, onlara
hizmet eden taksilerin ve kamyonetlerin de trafiği tıkadığı İstanbul
sokaklarından da nefret ederim.
Şehirden ve kendimden nefretin içimde hızla yükselmekte olduğu bu gibi
zamanlarda, sokaklardaki bütün tabelalar, kendi adlarım, işlerini, mesleklerini,
başarılarını iri harflerle şehir kalabalığına duyurmak için çırpınan bütün o
beyefendilerin renk renk, biçim biçim harfleri bende onlardan çok kendime karşı
bir öfke uyandırır. Bütün o profesör, doktor, operatörler, yeminli mali
müşavirler, baroya kayıtlı avukatlar, şen dönerciler, hayat bakkaliyeleri ve
Karadeniz gıda pazarları ve banka, sigorta, deterjan ve gazete adları,
duvarlardaki sinema, sigara, blucin ve renkli gazoz afiş ve reklamları, spor toto,
milli piyango, içme suyu ve bütangaz satan dükkânların tepesinde gururlu iri
harflerle yazılmış bayilik duyurulan, bana bütün İstanbul'un, tıpkı benim gibi,
kafasının karışık ve mutsuz olduğunu söyler ve şehrin gürültüsü ve harfleri beni
boğmadan önce karanlık bir köşeye, kendi odacığıma çekilmem gerektiğini
hatırlatır.
Ama geç kalmışımdır. Berbat sokaklardan kendimi apartman içlerinin
serinliğine atamadan önce, şehri benim için fazla tanıdık, klostrofobik, "bizim" ve
boğucu bir yer yapan reklam panolarının, duvar yazılarının, afişlerin ve harflerin
gürültüsü, kafamın içindeki okuma makinesini kendi kendine harekete
geçirmiştir bile.
AKBANKSABAHDÖNERCİSİMEFRUŞATGÜVENCESİDİRİÇİNİZHERGÜNSABUNLARIMÜCEVHERATÜLKERSAATİDİRTAKSİTLEAVUKATNURİBAYAR
En sonunda şehrin yıldırıcı kalabalığından ve bitip tükenmez kargaşasından ve
bütün çirkinliği gösteren öğle güneşinden kaçıp kendimi kurtarmışımdır ama
kafamın içindeki okuma makinesi, sokaklarda gelişigüzel okuduğu her şeyi
yorgunluk, bezginlik ve keder zamanlarında bir mutsuzluk türküsü gibi
hatırlayarak tekrarlar.
BAHARİNDİRİMİSELAMİBÜFEUMUMİTELEFONSTARBEYOĞLUNOTERİPİYALEMAKARNASIANKARAPAZARISHOWKUAFÖRSAĞLIKAPTRADYOVETRANSİSTÖRLER.
Yatıp uzandığım yerde beni o kadar mutsuz eden şeyin şehrin kalabalığı,
eskimişliği ve kiri olduğunu düşünürüm. İstanbul'da her şeyin bir yenilgiyle
yarıda kalmış olması şehri eksik bir yere çevirmiştir. Duvarlardaki ilanların, pek
çoğu İngilizce ve Fransızcadan alınmış dükkân, dergi, şirket adlarının ima ettiği
Batılılaşmayı, şehir, konuştuğu kadar yaşamaz hiç. Camilerin, minare ka-
labalığının, ezanların ve tarihin ima ettiği geleneği de yaşamaz şehir. Her şey
yarım, yetersiz ve kusurludur.
TRAŞBIÇAKLARIGİDİNİZÖĞLETATİLİNDEPHILIPSYETKİİBAYİİDOKTORDEPOSUHALILARIKAPININZÜCCACİYE-AVUKATFAHİR
Hüznümün nedeninin şehir olduğunu düşünmek bir an beni bir saflık hayaline
sürükler. Şehre, "bütünüyle kendisi" ve "güzel bir bütün olduğu" bir altın çağ, bir
saflık ve hakikilik anı yakıştırırım. Ama Melling'in resimlediği, Nerval ile
Gautier ya da Amicis gibi Batılı gezginlerin anlattığı on sekizinci yüzyıl sonu, on
dokuzuncu yüzyıl başı İstanbul'una, artık ruhumun ve kafamın iyice yabancı
olduğunu acıyla bilirim. Üstelik, evin içinde harekete geçen mantığım, şehri saf
olduğu için değil, karmakarışık bir yer, yarım kalmış ve yıkıntılaşmış bir yapılar
yığını olduğu için sevdiğimi bana söyler. Ama kendi eksik ve kusurlarımdan
kurtulmaya niyetli yanım şehrin dayattığı hüzünden kurtulmam gerektiğini de
söyler bana. Sokakların gürültüsü hâlâ aklımın içindedir.
SOKAKPARANIZINİSTİKBALİNİZİNSİGORTAGÜNEŞBÜFEZİLİÇALINIZNOVASAATLERİARTİNYEDEKPARÇAVOGBA-LİVİZONÇORAPLARI
Belki de şehre bütünüyle ait olamadığım için suçluluk duyuyorumdur. Bayram
günleri öğle yemeğinden sonra likörün ve biranın neşesiyle bütün aile
babaannemin dairesinde gülüşürken ya da yağmurlu bir kış günü Robert Kolejli
zengin çocuğu arkadaşlarımdan birinin babasının arabasıyla şehirde fır
dönerken ya da bahar öğleden sonraları sokaklarda yürürken içimde yükselmeye
başlayan değersiz olduğum, hiçbir yere ait olmadığım, demek ki yanlış olduğum,
demek ki bu insanlardan uzaklaşıp bir köşeye saklanmam gerektiği yolundaki
fikir, hayır, fikirden öte, hayvani içgüdü, aynı zamanda, şehrin sunduğu cemaat
duygusundan, kardeşlik ve dayanışma havasından, Allah'ın her şeyi gören ve
bağışlayan bakışından kaçıp tek başıma kalmak anlamına geldiği için yoğun bir
suçluluk duyarım.
Liseye başladığım yıllarda yalnızlığı geçici bir durum olarak görürdüm, henüz
onu bir kader olarak benimseyecek olgunlukta değildim. (Umut bir çocukluk hali,
hayal gücünün direnmesidir.) Bir gün sinemaya birlikte gideceğim iyi bir
arkadaşımın olacağını hayal ederdim (böylece film aralarında sinemaya yalnız
geldiğim, arkadaşsız olduğum için endişelenmeyecektim). Bir gün okuduğum
kitapları ya da yaptığım resimleri, yapmacıklı bir duruma düşmeden tadını
çıkararak konuşacağım insanları tanıyacağımı düşlerdim. Bir gün, kendimi
bildim bileli yaptığım gibi çükümle ya da gövdemin başka yerleriyle oynama
zevkini, gizli gizli yasak ve zevkli bir şey yapma heyecanını paylaşacağım güzel
bir sevgilim olacağını kurardım. Yaşım artık belki uygundu bu gibi şeylere, ama
çok derinden istediğim için utandığım ve beni korkutan bu istekleri karşılamaya
ruhumun hazır olmadığını da hissederdim.
Güçsüzlük, yaşadığınız yere, eve, aileye, daha çok da şehre ait olmadığınızı
hissetmektir diye düşünüyordum o zamanlar. Şehirde yaşayan herkesi bütün
gücüyle sarıp sarmalayan o "ağabey"li, "biz"li, futbol maçlı cemaat ruhundan bir
şekilde kopuyordum. Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan
yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat
tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on
sekiz yaşlarımda bir dönem, herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle
arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi
başardım.
Yavaş yavaş yaklaşan bir deliliği gizlemek için karanlıkta ıslık çalan biri gibi,
sürekli şakalar yapıyor, fıkralar anlatıyor, derslerde arkasından hocayı taklit
ederek herkesi güldürüyordum ve yaptığım şakalar aile toplantılarında efsane
gibi, yeniden yeniden anlatılıyordu. Bu oyunu fazla ileri götürdüğüm zamanlarda
temsil ettiği şeylerin pisliğini gizlemek için aşırı gayret sarfeden bir diplomat
gibi hissederdim kendimi. Bütün bu oyun bitip, tek başıma odama
kapandığımda, beni bütün bu dünyanın yapmacıklığından, sefaletinden ve kendi
iki yüzlülüğümden bir an önce kurtaracak tek şey olarak aklıma otuz bir çekmek
gelirdi.
Herkesin sağlıklı ya da öfkeli, neşeli ya da şefkatli, ama rahatlıkla ve doğallıkla
kurabildiği ilişkileri, arkadaşlıkları ben kurarken, neden zorlanmaya ve rol
kestiğim duygusuna kapılmaya başlamıştım? Günlük hayatı sürdürebilmek için
herkesin kafayı öyle fazla takmadan, -belki de hiç takmadan- yaptığı şeyleri
yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da "poz
yaptığım" için kendimden nefret etmem gerekiyordu?
Bazan oynadığım role, "manik" bir coşkuyla kendimi öyle bir kaptırırdım ki, oyun
oynamakta olduğum endişesi beni bütünüyle terkeder, hem herkes gibi, hem de
oyunculuğum ve alaycılığımla herkesten de eğlenceli olabilmenin zevklerini
keyifle çıkarır, bu arada başkalarının arasındayken kendimi ikiyüzlü ve sahtekâr
bulmamın acılarından da en sonunda tam kurtulduğumu sanırken, birden hü-
zünlü bir rüzgâr bütün bu coşkunun ortasında beni allak bullak eder ve bir
köşeye sığınıp evime, odama, kendi karanlığıma dönmek isterdim. Bütün bu
insanlarla birlikte olduğum ve cemaatten kopmamak için bu kadar çırpındığım
için kendimden nefret ederdim önce. Ama böyle durumlarda hep olduğu gibi,
aşağılayıcı bakışlarım kendime döndükçe çevreme, artık aile demekte zorlandı-
ğım anne-baba-ağabey ve akraba kalabalığına, okul arkadaşlarına, diğer
tanıdıklara ve bütün şehre yönelirdi.
Beni sefil ve ikiyüzlü duruma düşüren şeyin İstanbul'un kendisi olduğunu
sezerdim. Suçlanacak, şehrin çok sevdiğim camileri, surları, küçük meydanları,
Boğaz'ı, gemileri ve bana hep fazlasıyla tamdık gelen geceleri, ışıkları ve
kalabalıkların kendisi de değildi elbette. Ama şehrin insanlarını birleştiren,
onlar arasında iletişimi, ticareti, üretimi, hayatı yaşamayı kolay kılan bir başka
şey vardı, ona uyum sağlayamadığımı sezerdim.
Herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesin sınırlarını bildiği, herkesin herkese
benzemesinin istendiği, alçakgönüllülüğün gerçekçi bir vurguyla Önemsendiği,
geleneklere, sizden öncekilere, büyüklere, tarihe ve efsanelere saygılı şu "bizi.
dünya"ya "kendim" olarak uyum sağlamam gittikçe güçleşiyordu. Kalabalık
içerisinde, aile, arkadaş, okul çevresinde "kendim" olamıyordum. Seyirci değil de
oyuncu olmam beklenen herhangi bir kalabalık çevresinde, mesela bir doğum gü-
nü partisinde, bir süre sonra, tıpkı bir rüyada olacağı gibi kendimi dışarıdan
görmeye, şaka yaparken, "n'aber ağbi" derken, bir başkasının sırtını sıvazlayıp
onunla da çok özel, çok samimi ve hakiki bir yakınlık paylaşıyormuş -zaten
bütün bu ahbaplıklar, ilişkiler, en sıradan mesleki karşılaşmalar da işte böyle
"hakiki" olmalıydı-gibi yaparken, bir yandan da, aklımın bir köşesiyle, kendi
kendimi dışarıdan dikizliyor ve herkesi kandırmakta olduğumu düşünüyordum.
Odama dönüp kendi kendime kaldıktan bir süre sonra ("niye artık kapını
kilitliyorsun hep?" demeye başlamıştı annem) ikiyüzlülüğün ve kusurun yalnız
bende değil, insan ilişkilerini kuran o cemaat ruhunda, "biz" söyleminde, insanın
ancak sapıtarak dışarıdan görebileceği "şehir ideolojisi"nde olduğunu sezerdim.
Ama bu kavramlar ruhunda olup bitenleri yıllar sonra hatırlayıp onları anlamlı
ve eğlenceli bir hikâyeye dökmeye çalışan elli yaşındaki yazarınızın sözleri. On
altıyla on sekiz yaşlarımdayken yalnız kendimi değil, İstanbul'da yaşadığım
çevreyi ve kültürü, olup bitenlerin anlamını bize açıklayan resmi ve gayriresmi
siyasal söylemi, gazetelerin manşetlerini ve şehrin ve şehirlilerin kendilerini ol-
duklarından daha başka gösterme isteğini ve aslında kendilerini hiç anlamama
isteğini, sokaklarda kafamın içinde zonklamaya başlayan harfleri ve reklam
panolarını fazlasıyla boğucu bulur, kendimi ve şehri saran yüzeyselliği
küçümserdim.
Sorunum belki de çocukluğuma rengârenk bir mutluluk ve hakiki bir derinlik
veren "ikinci dünya" nin taleplerini on beş yaşımdan sonra karşılayamamaktı.
Resim yapmak, haklarında kitaplar okuduğum Fransız ressamları gibi yaşamak
istiyordum, ama ne o dünyayı İstanbul'da kuracak gücüm, ne de İstanbul'un o
dünyaya benzetilebilecek bir yanı vardı. Türk izlenimcilerinin camili, Boğaz'lı ve
ahşap konaklı ve karlı sokak manzaralarının en kötüleri bile bana zevk
vermiştir. Ama resim oldukları için değil, resmettikleri İstanbul olduğu için.
Başkalarının yaptığı ya da kendi yaptığım bir resim İstanbul'a benzerse iyi resim
olmuyor; iyi resim olursa, benim istediğim kadar İstanbul'a benzemiyordu. Belki
de şehri bir resim, bir manzara olarak görmekten vazgeçmeliydim.
On altı-on sekiz yaşlarımda, bir yandan radikal bir Batılılaşmacı gibi, şehrin ve
kendimin bütünüyle Batılı olmasını istiyor, bir yandan da içgüdülerim,
alışkanlıklarım ve anılarımla sevdiğim İstanbul'a ait olmak istiyordum.
Çocukken bu iki talebi (bir çocuk ileride hem serseri, hem de büyük bir bilim
adamı olacağını aynı anda sorunsuzca düşleyebilir) aklımın iki ayrı köşesinde
koruyabilme yeteneğini yaşım ilerledikçe kaybetmem, beni yavaş yavaş, hüzünlü
bir kişiye çeviriyordu.
İstanbul'un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden
kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman
alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda
kederleniyordum da denebilir. Yaşım ilerledikçe, bütün İstanbul'un hem tevek-
külle, hem de gururla sahiplendiği hüzün, benim ruhuma da böyle sızıyordu işte.
Ama aynı hüzün müydü bu, yoksa şehrin hüznüne teslim olmanın "hüznü" müydü?
Belki de asıl neden ne İstanbul'un yoksulluğuydu, ne de yıkıcı bir yük olarak
şehrin taşıdığı hüzün duygusu. Zaman zaman, ölmekte olan, yaralı bir hayvan
gibi bir köşeye saklanıp tek başına kalma isteğim, her geçen gün daha da
sıklaşan bu istek dışarıdan değil, doğrudan içimden geliyordu belki de.
Kaybettiğim için onca hüzünlendiğim şey neydi o zaman? Neden, kimden ayrı
düştüğüm için kederliydim?
35
İLK AŞK
Bu bir hatıra kitabı olduğuna göre, onun adını saklamak, Divan şairleri gibi gizli
sevgili hakkında bir ipucu veriyorsam, tıpkı şimdi anlattığım aşk hikâyesi gibi bu
adın da yanıltıcı olabileceğini sezdirmeliyim. Adı Farsça kara gül anlamına
geliyordu ama ne neşeyle denize atladığı rıhtımlarda, ne de gittiği Fransız
okulunun sınıflarında, bu anlamı bilen yokmuş gibi gelirdi bana. Çünkü uzun,
parlak saçları siyah değil kestane rengiydi, gözleri de bir derece daha koyu
kahverengi. Bunu ona ukalaca söylediğimde, birden çok ciddileştiği zamanlarda
yaptığı gibi kaşlarını çatmış, kiraz dudaklarını ileri doğru uzatıp anlamını tabii
ki bildiği bu adın Arnavut anneannesinin adı olduğu için kendisine annesi
tarafından verildiğini anlatmıştı.
Benim annemin anlattığına göre ise "o kadın", yani annesi, çok erken evlenmiş
olmalıydı, çünkü annem, ağabeyimle beni, bizler üç ve beş yaşındayken
Nişantaşı'ndan Maçka Parkı'na götürdüğü kış sabahları "bir genç kıza" benzeyen
annesinin salladığı kocaman bir çocuk arabasında uyuklayan onu da görürmüş.
Annem Arnavut anneannenin İstanbul'un işgali günlerinde kimi kötülükler
yapmış olduğunu ya da Atatürk'e karşı çıktığı için küçümsememiz gereken bir
paşanın hareminden çıktığını da ima etmişti bir kere, ama o yıllarda yanan
Osmanlı konakları ve eski İstanbul aileleriyle ilgili hikâyelere hiç meraklı
olmadığım için bu ayrıntılar aklımda kalmamış. Babam ise, küçük kara gülün
babasının İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hükümette tanıdığı nüfuzlu
yakınlarının da torpiliyle bazı Amerikan ve Hollanda şirketlerinin
acentalıklarını alarak bir anda zengin olduğunu hiç de düşmanca olmayan bir
havayla söylemişti.
Çocukluk yıllarında parktaki karşılaşmalardan sekiz yıl sonra, onu bu sefer
dönemin yeni zenginleri arasında, 1960 ve 70'lerde bir süre moda olan ve bizim
de bir ev aldığımız İstanbul'un doğusundaki Bayramoğlu Mahallesi'nde bisiklete
binerken görmeye başladım. Küçük mahallenin boş olduğu iyi zamanlarında bol
bol denize girer, balığa çıkıp çapariyle uskumru ve istavrit yakalar, futbol oynar
ve on altı yaşımdan sonra, yaz akşamları kızlarla dans ederdim. Daha sonra ise,
liseyi bitirdiğim ve mimarlık okumaya başladığım yıllarda, bizim evin zemin
katında resim yapıp kitap okurdum.
Bunda ders kitaplarından başka herhangi bir şey okuyan herkesi "entellektüel"
ve bu yüzden de şüpheli ve "kompleksli" sanan zengin çocuğu arkadaşlarımdan
uzaklaşmak istememin ne kadar payı vardı? "Kompleksli" kelimesini ekonomik
ve psikolojik nedenlerden huzursuz olan herkes için kullanan çocukluk
arkadaşlarım da belki artık bana burun kıvırıyorlardı. Benim için erken yaşta
kullanmaya başladıkları entellektüel kelimesiyle kastedilen "zengin düşmanı
özentili kişi" konumundan da rahatsız olduğum için kitaplarımı -Woolf, Freud,
Sartre, Mann, Faulkner- keyfi için okuduğumu söylediğimde, o zaman satır
altlarını niye çizdiğimi sormuşlardı bana.
Ama kara gülün ilgisini de, bir yaz sonunda bu kötü şöhretim yüzünden çektim.
Oysa yaz boyunca ve arkadaşlarımı daha çok gördüğüm önceki yazlarda ikimiz
de birbirimizi fazla farketmemiştik. Arkadaşlarıma takıldığım zamanlarda, gece
yarıları, yarım saat uzaklıktaki İstanbul'a, Bağdat Caddesi'ne, Mercedes,
Mustang ve BMVV'lerini yarıştırarak (ve bazan çarpıştırarak) gidip dis-
koteklerde dans edip geri gelmek; sürat .tekneleriyle gidilen ıssız bir kayalığa
yerleştirilen boş gazoz ve şarap şişelerine şık av tüfekleriyle ateş ederken çığlık
atan kızları yatıştırmak; Bob Dylan ve Beatles dinlerken poker ya da monopoli
oynamak gibi hep birlikte yapılan eğlenceler arasında, birbirimizle
ilgilenmemiştik hiç.
Bütün o gürültücü genç kalabalık, yaz sonunda yavaş yavaş dağılmış, her sene
Eylül ayında mutlaka bir iki sandalı parçalayan, yatları, sürat motorlarını
tehlikeye atan lodos fırtınası da arkasından yağmur getirerek dinmişti ki, on
yedi yaşındaki kara gül alt kata, benim kendimi fazla ciddiye alarak resim
yaptığım "atölyeye" gelip gitmeye başladı. Bütün arkadaşlarım zaman zaman
oraya uğradıkları, boyalarımla, fırçalarımla kâğıtlara birşeyler çiziştirip,
kitaplarımı şüpheyle kurcaladıkları için bunda olağanüstü bir yan yoktu. Üstelik
zengin-fakir, kız-erkek pek çok Türk yaşıtı gibi, onun da günlerini
doldurabilmek, vakit geçirebilmek için birileriyle gevezelik etmesi gerekiyordu.
İlk başlarda, arkada kalan yazın dedikodularından, kimin kime âşık olduğu,
kimin kimi nasıl kıskandığı gibi benim o yaz çok da iyi takip edemediğim
şeylerden konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ellerim pis olduğu için bir boya
tüpünün kapağını açmak ya da çay hazırlamak gibi şeylerde bazan bana yardım
eder, sonra gene köşedeki yerine geçer, ayakkabılarını çıkarır, elinin birini yastık
edip başının arkasına koyarak divana uzanırdı. Bir gün oturduğu yerden ona
haber vermeden karakalem bir resmini yaptım. Bundan hoşlandığını farkedince
sonraki gelişinde de yaptım. Bir başka sefer, resmini yapacağımı söylediğimde,
"Nasıl oturayım?" diye sordu bana, ilk defa kameraların karşısına çıkan bir film
yıldızı adayı gibi hem memnun, hem de elini kolunu nereye koyacağını
bilemeden.
İnce uzun bir burnu, iyi çizebilmek için gözlerimi diktiğimde kenarları belli
belirsiz bir gülümsemeyle açılan küçük bir ağzı, geniş bir alnı, uzun boyu,
güneşten yanmış uzun bacakları vardı ama bana geldiği zamanlar
anneannesinden kalma şık, uzun ve kapalı bir etek giydiği için yalnızca küçük ve
düzgün ayaklarını görürdüm. Resmini yaparken küçük göğüslerinin çevresine,
upuzun boynunun civarındaki olağanüstü beyaz tene baktığımda yüzünde hafif
bir utanma belirirdi.
İlk başlarda çok konuştuk, daha çok da o anlattı. Gözlerinde, dudaklarında
gördüğüm bir kederi işaret ederek, "O kadar kederli bakma!" dediğim için
beklemediğim bir dürüstlükle evdeki anne baba kavgalarını, kendinden küçük
dört erkek kardeşinin aralarındaki bitip tükenmeyen boğuşmaları, babasının
cezalarına -ev hapsi, sürat motoru yasağı, bir-iki tokat- karşı kimi zaman onları
nasıl koruduğunu, babası başka kadınların peşinden koştuğu için çok üzülen
annesini de teselli ettiğini; benim babamın da böyle şeyler yaptığını bildiğini,
çünkü annemin briç arkadaşı olan onun annesiyle dertleştiğini gözlerini
gözlerimin içine dikerek anlattı.
Ama yavaş yavaş bir suskunluğa gömülüyorduk. Her zamanki yerine gelip
oturuyor, ya benim yaptığım ve kuvvetli bir Bonnard etkisi taşıyan resim için poz
veriyor ya da etraftaki kitaplardan birini açıp aynı divanda çeşitli pozlarda
okuyordu. Daha sonra, onun resmini yapayım ya da yapmayayım, ben atölyede
çalışırken çat kapı gelip, sözü fazla uzatmadan köşedeki divana uzanıp kitap
okumayı, kitap okurken resmedilmeyi ve bazan da gözünün ucuyla kendi resmini
yapan beni seyretmeyi alışkanlık edindi. Her sabah çalışmaya başladıktan bir
süre sonra o gelsin diye beklediğimi, onun da beni fazla bekletmeden yüzünde
aynı utangaç gülümseyiş, neredeyse özür diler gibi yerine geçip uzandığını
hatırlıyorum.
Seyrekleşen konuşmalarımızın konularından biri de gelecekti: Ona göre ben çok
yetenekli ve çalışkandım ve ileride bütün dünyaca ünlü bir ressam olacaktım -
yoksa Türk ressamı mı demişti-, o da benim serginin Paris'teki kalabalık
açılışına Fransız arkadaşlarıyla gelecek ve "çocukluk" arkadaşı olduğumuzu
söyleyerek övünecekti.
Bir akşamüstü, yağmurdan sonra pırıl pırıl olan manzaraya ve bir süre beliren
gökkuşağına yarımadanın öteki ucundan bakmak bahanesiyle, benim karanlık
atölyemden çıkıp mahallenin sokaklarında ilk defa birlikte uzun uzun yürüdük.
Hiçbir şey konuşmadığımızı, yaz bittiği için yarı boşalmış mahalledeki birkaç
tanıdığın bakışlarından ve annelerimize rastlama ihtimalinden huzursuz ol-
duğumuzu hatırlıyorum. Ama bütün bu gezintiyi "başarısız" yapan şey, bunlar,
hatta gökkuşağının biz yetişemeden yok oluşu değil, aramızdaki gizli gerginlikti.
Boyunun ne kadar uzun, yürüyüşünün ne kadar hoş olduğunu ilk defa
farkediyordum.
Son cumartesi akşamı birlikte bir yere gitmeye karar verdik ve bizim gibi hâlâ
mahallede olan birkaç meraklı ve önemsiz arkadaşa bu konuyu hiç açmadan
buluştuk. Babamdan arabayı almıştım, gergindim. Makyaj yapmış, kısacık bir
etek giymiş, arabada uzun bir süre kalan hoş bir koku sürmüştü. Ama daha
eğlence yerine varmadan yürüyüşümüzü "başarısız" kılan o hayaletin gene ara-
mızda olduğunu hissettik. Yarı boş ama aşırı gürültülü diskotekte benim
atölyemdeki konuşmaların ve şimdi ne kadar derin olduğunu farkettiğimiz uzun
ve huzur verici sessizliklerin boşu boşuna taklitlerini yaparken bulduk
kendimizi.
Gene de yavaş bir müzik parçası çalarken dans ettik. Önce başkalarının da böyle
yaptıklarını gördüğüm için kollarımda onu sıktım, sonra içimden geldiği gibi ona
sarıldım ve saçlarının badem koktuğunu farkettim. Bir şey yerken ağzını küçük
hareketlerle oynatışını, meraklandığı zaman yüzünde beliren sincap bakışım
seviyordum.
Onu evine bırakmadan önce arabadaki sessizlikte ona "Resim yapalım mı?"
dedim. Çok bir heyecan göstermeden razı oldu, ama bizim bahçenin karanlığında
yürürken -elim elini tutuyordu- atölyenin ışıklarının açık olduğunu görünce -
içerde biri mi vardı?- vazgeçti.
Ertesi üç gün gene geldi ve divana uzanarak, sessizce oturup resim yapışımı,
elindeki kitabın sayfalarını ve dışarıdaki köpük köpük dalgalı denizi seyredip
fazla bir tören yapmadan gitti.
Ekim ayında İstanbul'da onu aramak hiç yoktu aklımda. Tutkuyla okuduğum
kitaplar, hırsla yaptığım resimler, radikal siyasete meraklı arkadaşlar ve
üniversite koridorlarında birbirlerini öldüren marksistler, milliyetçiler ve
polislerin yanında yazlık arkadaşlarımdan ve giriş kapısında barikatlar ve
bekçiler bekleyen zengin mahallesiyle ilgili her şeyden utanıyordum.
Ama kaloriferlerin yanmaya başladığı soğuk bir Kasım akşamı evlerine telefon
ettim. Telefonu annesi açınca, hiç konuşmadan ahizeyi kapadım ve hiçbir şey
olmamış gibi hayatıma devam ettim. Ertesi gün o saçma telefonu neden ettiğimi
sordum kendime. Âşık olduğumu anlamadığım gibi, ilerideki bütün aşk
maceralarımda yerlerde sürünecek kadar takıntılı biri olduğumu da henüz
keşfetmemiştim.
Bir hafta sonra, gene soğuk ve karanlık bir akşamüstü telefon ettim. O açtı.
Aklımın bir köşesinde daha önceden dikkatle hazırladığım cümleleri, kendime
bile farkettirmeden şimdi aklıma gelivermiş gibi söyledim: Yaz sonunda ona
bakarak yapmaya başladığım bir resim vardı ya hani, onu bitirmek istiyordum,
bunun için bir öğleden sonra bana poz verebilir miydi?
"Aynı kıyafetle mi?" diye sordu. Bunu düşünmemiştim. "Aynı kıyafetle," dedim.
Bir çarşamba günü, bir zamanlar annemin de gittiği Dame de Sion'un kapısında
onu beklerken, lise kapısında kız bekleyen benim gibi genç çapkınların, kapıdaki
ana-baba-aşçı-uşak kalabalığından uzak durduklarını, kenarlardaki ağaçların
arkasına, kapı eşiklerine sindiklerini gördüm. Fransız Katolik okulunun lacivert
etekli, beyaz gömlekli yüzlerce öğrencisi arasında belirince bana boyu kısalmış
gibi gözüktü, saçları toplanmıştı, ellerinde ders kitapları ve bana poz vereceği
yazlık kıyafeti taşıdığı bir plastik torba vardı.
Annemin bize çay-pasta ikram edeceğini sandığı bizim eve değil de, annemin
resim yapayım diye kullanmama izin verdiği Cihangir'deki eski eşyalarla dolu
atölye-daireme gittiğimizi öğrenince tedirgin oldu. Ama orada ben sobayı
yaktıktan ve o da yazlık evdeki gibi uzun bir divana yerleşip benim de "ciddi"
olduğumu gördükten sonra rahatladı, ısınan odada bana göstermeden yazlık
uzun elbisesini giyip uzandı.
Böylece, bir aşk ilişkisi şeklini almadan, on dokuz yaşındaki genç ressam ile
daha da genç modeli şeklinde yeniden başlayan ilişkimiz sanki notalarını
kendimizin de anlayamadığı tuhaf bir müziğin ahengiyle sürdü. Başlarda iki
haftada bir Cihangir'deki daireye geliyordu, sonra bu haftada bire indi. Benzer
pozlarda (divana uzanmış genç kız) başka resimlerini de yapmaya başladım.
Yazın son günlerinde konuştuğumuzdan da az konuşuyorduk artık. Ben
mimarlık fakültesi, kitaplar, ressam olma planları gibi şeylerle tıkış tıkış dolu
asıl hayatımın içine açılan bu ikinci hayatın saflığını bozmaktan korkar,
dertlerimi güzel ve kederli modelimle hiç konuşmazdım. O anlamayacağı için
değil, birbirlerinden çok ayrı durmalarını istediğim bu iki dünyayı
karıştırmamak için. Yazlık arkadaşlarımı, babalarının fabrikalarının başına
geçmeye hazırlanan lise arkadaşlarımın dünyasını terketmek istiyordum, ama
kara gülü haftada bir görmek -artık bunu kendimden saklayamıyordum- beni çok
mutlu ediyordu.
Bazan yağmurlu günlerde, tıpkı çocukluğumda aynı apartmanda teyzemde
misafir kalırken olduğu gibi Cihangir'deki Tavuk Uçmaz Yokuşu'nü çıkan
kamyonetler ve Amerikan arabaları, ıslak parke taşları üzerinde tekerleklerini
kaydıra kaydıra patinaj yapar, biz de dinlerdik. Ben resim yaparken gittikçe
uzayan ve hiç de şikâyetçi olmadığım bu sessizliklerde bazan gözgöze gelirdik. İlk
başta sırf gözgöze geldiğimiz ve o da böyle bir şeyden mutlu olacak kadar çocuk
olduğu için gülümser, bunun pozunu bozacağından endişelenerek hemen
dudaklarını eski şekline getirir ve iri kahverengi gözleriyle gözlerimin içine aynı
sessizlikle uzun uzun bakardı.
Çok uzun süren bu tuhaf sessizliklerin sonuna doğru, onun yüzüne pür dikkat
bakan benim yüzümde beliren ifadeden etkilendiğini hisseder, ben bakışımı hiç
bozmadan hâlâ gözlerinin içine bakmaya devam ederken, bakışlarımın
yoğunluğunun ona bir mutluluk verdiğini, dudaklarının kenarında belirmeye
başlayan ve bu sefer durduramadığı yeni gülümsemeden anlardım. Bir keresinde
bu biraz mutlu, biraz da derin gülümseyişine ben de dudağımın kenarıyla
anlayışlı bir şekilde gülümseyerek (bir yandan da fırçam tuvalin üzerinde
kararsızca geziniyordu) cevap verince güzel modelim özür dileyen bir havayla
neden güldüğünü -ve pozunu bozduğunu- açıklamak ihtiyacı hissetti.
"Bana öyle bakman çok hoşuma gidiyor."
Aslında yalnız gülümseyişini değil, haftada bir öğleden sonra Cihangir'deki bu
tozlu daireye neden geldiğini de açıklıyordu bu. Birkaç hafta sonra dudaklarının
kenarında gene aynı gülüşü görünce fırçayı boyayı bıraktım ve yanına gidip,
divanın kenarına oturup, son birkaç haftadır hayalini kurduğum gibi onu
cesaretle öpmeye başladım.
Çok geç başlayan fırtına, hava karardığı ve odanın kapkaranlık olması ikimizi de
rahatlattığı için kendi doğal akışıyla, hiçbir sınır tanımadan bizi alıp görürdü.
Yattığımız divandan Boğaz vapurlarının projektör ışıklarının karanlık sularda ve
odanın duvarlarında meraklı gezinişi gözüküyordu.
Her zamanki düzenimizi bozmadan buluşmaya devam ettik. Modelimle artık çok
mutluydum, ama böyle durumlarda ileride başkalarına bol bol sunacağım tatlı
aşk sözlerini, kıskançlık nöbetlerini, telaşlar, sakarlıklar ve benzeri duygusal
tepkileri ve aşırılıkları neden esirgiyordum güzelimden? İçimden gelmediği için
değil. Birbirimizi farkettirip bizi birbirimize bağlayan ressam-model ilişkisi bir
sessizlik gerektirdiği için belki. Aklımın en ücra köşesinde utançla ve
çocuksulukla düşündüğüm gibi, onunla evleneceksem ileride ressam değil bir
fabrikatör olmam gerektiğini anladığım için belki.
Sessizce resim yaptığım ve sessizce seviştiğimiz dokuz harika çarşambadan
sonra bu endişelerden çok daha basiti mutlu ressamla modeli arasına girdi.
Arada bir oğullarını denetlemeden yapamayan annem bir bahaneyle Cihangir'e
gitmiş, eski eşya deposu olarak da kullandığı benim atölyeye girip resimleri
görüp, bütün o Bonnard etkisine rağmen ressamın güzel modelini teşhis etmişti.
Her resimden sonra kumral saçlı modelimin benim kalbimi kırarak sorduğu "Bu
bana benziyor mu?" (bu önemli değil, derdim ukalaca) sorusuna kesin ve olumlu
bir cevap olduğu için annemin resimlerimden modeli çıkarması ikimizi de
sevindirmeliydi belki, ama aynı anda annemin modelin annesine telefon edi.
çocuklar arasındaki bu yakınlıktan mutlulukla söz etmesi ikimizi de korkuttu.
Çünkü kara gülün annesi Çarşamba öğleden sonraları kızının Fransız
Konsolosluğu'nda tiyatro kurslarına gittiğini zannediyordu: Öfkeli babasından
ise hiç bahsetmeyeyim.
Hemen çarşamba buluşmalarını durdurduk. Kısa bir aradan sonra başka
günlerde, okuldan erken çıktığı öğleden sonraları ya da benim için okulu kırdığı
kimi sabahlar buluşmaya başladık. Cihangir'deki daireye, annemin baskınları
sürdüğü, zaten orada sessizce oturup resim yapacak kadar artık vaktimiz
olmadığı ve bir süre de polis tarafından arandığını ısrarla söyleyen siyasi suçlu
bir sınıf arkadaşımın orada saklanmasına izin verdiğim için girmiyorduk hiç.
İstanbul'un sokaklarına çıkıyorduk, ama Nişantaşı, Beyoğlu ve Taksim'den,
"herkes" dediğimiz ortak tanıdıklarımızın gittiği yerlerden uzak duruyor, benim
Taşkışla'daki üniversiteme, onun Harbiye'deki Fransız Kız Lisesi'ne dörder
dakikalık uzaklıktaki Taksim'de buluşuyor, bir otobüse binip şehrin uzak
köşelerine gidiyorduk.
Önce Beyazıt Meydanı'nı, o zamanlar hâlâ eski havasını koruyan Çınaraltı
Kahvesi'ni (İstanbul Üniversitesi'nin ana kapısında siyasal çatışma başlayınca
garson çocuk istifini hiç bozmazdı), "burada Türkiye'de yayımlanan her kitaptan
bir tane var" diye övünerek gösterdiğim Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ni, gölgeler
içindeki Sahaflar Çarşısı'nı, havalar soğudukça küçük dükkânlarındaki gaz ya da
elektrik sobalarına daha yakın oturan yaşlı kitapçıları, Vezneciler'in boyası
dökülmüş ahşap konaklarla, Bizans yıkıntıları ve incir ağaçlarıyla çevrili
sokaklarını, amcamın kimi kış akşamları hepimizi arabaya bindirip götürdüğü
Vefa Bozacısı'nı ve orada çerçeve içinde duvarda asılı Atatürk'ün boza içtiği
bardağı gösterdim ona.
Nişantaşlı, "Avrupai" bir zengin kızı olarak, Bebek ve Taksim'deki bütün yeni ve
moda dükkân ve lokantaları bilen güzel modelimin, Haliç'in öte yakasında,
hüzünlü, yoksul ve eski İstanbul'un arka sokaklarında ona gösterdiğim onca şey
içerisinde, en çok bir boza bardağının otuz beş yıl yıkanmadan saklanmasına
dikkat etmesine fazla alınmadım. Çünkü, ellerini benim gibi paltosunun
ceplerine sokup, benim gibi hızlı hızlı yürümeyi seven yol arkadaşımdan
memnundum ve bu yerleri benim ilk defa iki-üç yıl önce kendi kendime
keşfederken gösterdiğim dikkatleri gösteriyor olması beni modelime daha aşk
acısı olduğunu tam keşfedemediğim tuhaf bir karın ağrısıyla bağlıyordu.
O da benim gibi, Süleymaniye'nin, Zeyrek'in arka sokaklarındaki yüzer yıllık
ahşap evlerin döküntü havasından, hemen ilk sarsıntıda yıkılacakmış gibi
durmalarından, yoksulluklarından korktu önce. Okulunun hemen karşısındaki
dolmuş durağından beş dakikada gittiğimiz Resim ve Heykel Müzesi'nin bomboş
olmasından büyülendi. Kenar mahallelerdeki kör çeşmeler, hiçbir şey yapmadan
kahveden sokağı seyreden ak sakallı takkeli ihtiyarlar, kuruldukları pencereden
her geçen yabancıyı bir köle taciri gibi dikkatle süzen teyzeler, biz geçerken bizim
hakkımızda bizim duyacağımız şekilde yorum yapan mahalleliler (kim ağbi
bunlar, -bunlar kardeş yahu- baksana yollarını şaşırmışlar) onda da tıpkı benim
gibi bir hüzün ve utanç uyandırırdı.
Hediyelik eşya satmak isteyen ya da düpedüz konuşmak isteyen (turist turist,
what is your name?) çocuklar peşimize takıldığı için, o da benim gibi "bizi niye
yabancı sanıyorlar?" diyerek sinirlenmezdi hiç, ama gene de Kapalıçarşı,
Nuruosmaniye gibi yerlerden uzak duruyorduk. Aramızdaki cinsel çekim
dayanılmaz olduğu zamanlarda -hâlâ Cihangir'e gidip resim yapmamızı
istemiyordu- biz de Resim ve Heykel Müzesi için sık sık gittiğimiz Beşiktaş'tan
gelişigüzel bir vapura binip (54, İnşirah) vaktimiz yettiğince Boğaz'ı, sonbahar
ilerledikçe bütün yaprakları dökülen koruları, poyraz esince yalı önlerinde
ürperir gibi titreyen denizi ve rüzgârla bulutlar yer değiştirdikçe renk değiştiren
akıntılı suları ve çam ağaçlarıyla kaplı yalı korularını seyrederdik.
Yıllar sonra bütün bu yürüyüş ve gezintiler sırasında niye hiç elele
tutuşmadığımızı kendime sorduğumda, asıl gerçeği, benim tutukluğumu gizleyen
pek çok cevap bulmuştum kendime: 1. Biz iki ürkek çocuk aşkımızı duyurmak
için değil, gizlenmek için İstanbul'a çıkıyorduk. 2. Elele tutuşarak yürümek
mutlu olan ve mutlu olduklarını bilerek göstermek isteyen âşıkların hareketiydi,
oysa ben, biz mutlu olsak bile bunu kabul edecek kadar yüzeysel olmaktan
korkuyordum. 3. Böyle bir mutluluk jesti, yıkıntılarla kaplı yoksul ve
muhafazakâr kenar mahallelere bir turist gibi "eğlenerek ve kalbimizi vermeden"
baktığımız anlamına gelecekti. 4. Kenar mahallelerin, yoksul ve yıkıntı İs-
tanbul'un hüznü ikimize de çoktan geçmişti zaten.
Bu hüzne iyice kapıldığım zamanlarda ben koşa koşa Cihangir'e gidip gördüğüm
İstanbul görüntülerine koşut bir resim yapmak isterdim, o resmin nasıl bir şey
olacağını bilmeden. Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı
bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
"Bugün moralim çok bozuk," demişti Taksim'de bir buluşmamızda. "Hilton
Oteli'ne gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi
bugün daha da bozacak. Zaten vaktimiz yok."
Üzerimde o zamanlar solcu öğrencilerin giydiği asker parkası vardı, tıraşsızdım,
beni Hilton Oteli'ne alsalar da acaba yanımda çay param var mıydı - gibi ayak
sürümelerimden sonra otele gittik. Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden
sonra burada çay içerse kendini Avrupa'da sanan bir çocukluk arkadaşı beni
tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra
kulağıma arkadaşım matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı
başka yerdeydi.
"Babam beni hemen okuldan alıp İsviçre'ye yollamak istiyor," dedi daha sonra
güzel sevgilim iri gözlerinin her birinden iri birer damla elindeki çay fincanına
doğru hızla inerken.
"Niye?"
Bizi farketmişler. Biz kim diye sormuş muydum? Kara gülümün bundan önceki
sevgililerini de öfkeli ve kıskanç babası önemsemiş miydi? Ben niye böyle önemli
oluyordum? Bu soruları tam sorup sormadığımı bile hatırlamıyorum. Çünkü yarı
bencil, yarı korkak bir şey yüreğimi köreltmiş, beni de acımasızlıkla kendi içime
kapamıştı. Hem onu kaybetmekten -üstelik ne kadar büyük bir acı çekeceğim
daha aklımın ucundan bile geçmiyordu- korkuyordum, hem de korkular.
yüzünden artık divana uzanıp poz vermediği ve benimle sevişmediği için ona
içerliyordum.
"Perşembe günü bunu Cihangir'de daha iyi konuşuruz," dedim. "Nuri çıkmış, ev
boş artık."
Ama ondan sonraki buluşmamızda gene Resim ve Heykel Müzesi'ne gittik.
Müzeye, okulundan dolmuşla çok çabuk gidilebilen ve resimlerle dolu bomboş
odalarında öpüşülebilen bir yer olarak ayağımız çok alışmıştı. Üstelik bizi şehrin
hüznünden ve gittikçe artan soğuğundan da koruyordu. Ama bir süre sonra boş
müzenin ve çoğu kötü resimlerin kendileri de şehirden daha kuvvetli bir hüzün
kaynağı olmaya başladı. Üstelik artık bizi tanıyan bekçiler oda oda bizi takip
etmeye ve modelimle benim aramda gittikçe artan gerilimler çıkmaya başladığı
için orada da öpüşmüyorduk.
Oysa kısa sürede müzede daha sonraki neşesiz günlerimizde bile
vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklar edinmiştik. İstanbul'un sınırlı sayıdaki
müzelerinin bütün bekçileri gibi bize "niye geldiniz sanki!" ifadesiyle ekşi ekşi
bakan iki ihtiyara artık sormamalarına rağmen öğrenci kartlarımızı gösterirken
yapay bir neşeyle her seferinde hal hatır sorar, müzenin sahip olduğu küçük
birer Bonnard ve Matisse'in sergilendiği odalara girerken, bu ressamların adları-
nı huşu içinde aynı anda birbirimize fısıldar ve ilhamı kıt pek çok akademik Türk
ressamının içler acısı tablolarının önünden hızla geçerken taklit ettikleri
Avrupalı ustalarının adlarını çabuk çabuk sayardık: Cezanne, Leger, Picasso.
Bizi hayal kırıklığına uğratan şey, çoğu Avrupa'ya yollanmış, asker kökenli bu
ressamların Batılı ressamlardan etkilenmeleri değil de bu etkilerle yaptıkları
resimlerin bizim aşkla ve üşüyerek gezdiğimiz şehrimizin havasından,
dokusundan, ruhundan pek az şey taşımasıydı.
Gene de ama, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesi olan bu
odalara -Atatürk'ün öldüğü odanın iki adım ötesinde öpüştüğümüzü düşünmek
de bizi ürpertirdi- yalnızca boş ve elverişli oldukları ya da İstanbul'un yorucu
yoksulluğunun yanında Osmanlı'nın son devir ihtişamı için, yani yüksek
tavanları, harika balkon demirleri ve çoğu yanlarındaki duvara asılı resimlerden
çok daha güzel bir Boğaz manzarasına bakan yüksek pencereleri için değil,
sevdiğimiz bir resim için de geliyorduk.
Bu, Halil Paşa'nın "Yatan Kadın" adlı tablosuydu. Hilton lobisinden sonraki ilk
buluşmamızda, müzede hiç oyalanmadan hızla yürüyüp resmin karşısına geçtik:
Mavi bir sedire genç bir kadın, tıpkı bu resmi ilk görünce şaşıran benim hevesli
modelim gibi ayakkabılarını çıkararak uzanmış ve ressama (kocasına?) kederle
bakarken tıpkı sevgilimin sık sık yaptığı gibi bir elini başına yastık etmişti. Bu
resme bizi bağlayan şey, ressamın modeliyle benim modelim arasındaki tuhaf
benzerlik kadar, resmin durduğu küçük kenar odanın ilk gelişlerimizde öpüşmek
için elverişli olmasıydı.
Yaşlı ve meraklı bekçilerden birinin yaklaştığını, gacır gucur inleyen parkelerden
her anlayışımızda öpüşü kesip resme bakıp çok ciddi bir pozla konuşmaya
başladığımız için resmin bütün ayrıntılarını biliyorduk. Daha sonra Halil Paşa
hakkında ansiklopedilerden edindiğim bilgiler de katılmıştı bunlara.
"Havalar soğudukça kızın ayaklarının üşüdüğünü düşünüyorum," dedim ben.
"Başka kötü haberlerim var," dedi resme her bakışımda Halil Paşa'nın modeline
daha çok benzediğine karar verdiğim sevgilim. "Annem de bu sefer beni görücüye
çıkarmak istiyor."
"Sen de çıkıyor musun?"
"Komik geliyor. Adam bilmemkimlerin Amerika'da okumuş oğluymuş." Zengin
ailenin adını da alaycılıkla fısıldadı.
"Baban onlardan on kat zengin."
"Anlamıyor musun? Beni senden kurtarmak istiyorlar."
"Görücüye çıkıp kahve sunacak mısın?"
"Orası önemli değil. Evde mesele çıksın istemiyorum."
"Cihangir'e gidelim," dedim. "Senin gene bu 'Yatan Kadın' gibi resmini yapmak
istiyorum. Seni doya doya öpmek istiyorum."
Takıntılarımı yavaş yavaş keşfeden ve onlardan korkan güzelim son sorum
yerine ikimizin de aklında olan asıl soruya bir cevap vermeye girişti. "Babam
senin ressam olmak istemene fena halde takmış vaziyette," dedi. "Sen sarhoş ve
fakir ressam olacaksın, ben de çıplak modelin... Böyle korkuları var."
Gülümsemeye çalıştı, ama başarısızca. Parkelerin ağır ağır ama kuvvetle
gacırdamasından bekçimizin yaklaşmakta olduğunu anlayarak, -öpüşmememize
rağmen- alışkanlıkla "Yatan Kadın"a dönüp konu değiştirdik. Oysa, "baban
kızıyla her 'çıkan' (bu kelime bu anlamda Türkçede ilk bu sıralarda kullanılmaya
başlanmıştı) gencin ne iş yaptığını ve kızıyla ne zaman evleneceğini bilmek zo-
runda mı?" demek isterdim. (Ama tıpkı dans ettikleri her kıza âşık olan bazı
arkadaşlarım gibi ben de aklımın bir köşesiyle onunla evlilik düşleri kurmaya
başlamıştım bile.) "Babana mimarlık okuduğumu söyle!" demek de isterdim.
(Ama bu da hem babasına cevap yetiştirmeye çalışmak, hem de şimdiden bir
hafta sonu ressamı olmayı kabul etmek anlamına geliyordu.)
Cihangir'e gidelim mi sorusuna olumlu bir cevabı her alamayışında -artık
haftalar olmuştu- bir süre soğukkanlılıkla ve mantıkla çalışma yeteneğini
kaybeden kafam bir kavga çıkarma azmiyle "ressam olmakta ne varmış?" diye de
sormak istiyordu. Ama "Türkiye'nin ilk Resim ve Heykel Müzesi"nin, İstanbul'un
en güzel yerindeki bu gösterişli veliaht dairesinin boşluğu ve duvarlardaki
açması resimlerin sefaleti bu soruya yeterli bir cevaptı. Asker olan Halil Paşa'nın
yaşlılığında hiçbir resim satamadan, ona modellik eden hüzünlü karısıyla
orduevlerinde ucuz yemek yiyerek yaşadığını daha yeni okumuştum.
Sonraki buluşmamızda, onu içtenlikle eğlendirmeye çalışarak Şehzade
Abdülmecit'in "Haremde Goethe" ve "Haremde Beethoven" adlı ciddi resimlerini
gülümsesin diye gösterdim modelime. "Cihangir'e gidelim mi?" diye soruverdim
sonra. Oysa bu soruyu sormamaya kendi kendime yemin etmiştim. Elimi tutunca
uzun bir süre sustuk. "Seni kaçırmam mı gerekiyor?" dedim gençlik filmlerinden
çıkma bir havayla.
Telefon konuşmalarına sınırlama geldiği için çok daha zor gerçekleşen bir
sonraki buluşmamızda, müzede, "Yatan Kadın"in önünde, güzel ve hüzünlü
modelim, gözlerinden yaşlar akarken bana babasının bir yandan oğullarını çok
fena döverken, bir yandan da kızını "hastalıklı" denecek kadar çok sevdiğini, her
şeyden kıskandığını, ondan korktuğunu söyledi. Ayrıca o da babasını çok
seviyordu. Ama şimdi beni daha çok sevdiğini biliyordu ve ihtiyar müze
bekçimizin koridora girdiğini duyuran ayak sesleri kapımıza gelinceye kadar
geçen yedi saniyede o zamana kadar hiç hissetmediğimiz bir şiddetle ve
çaresizlikle öpüştük. Öpüşürken ikimiz de kırılacak bir porselen eşya tutar gibi
birbirimizin yüzünü tutuyorduk.
Bütün bu süre boyunca, şatafatlı çerçevenin içinden hüzünle bizi seyreden Halil
Paşa'nın karısına döndük sonra. Bekçi kapıda belirdiğinde, "Beni kaçır," dedi
güzelim.
"Peki."
Babaannemden aldığım harçlıkları yıllar önce biriktirip yatırdığım bir banka
hesabım vardı; anne-baba kavgalarının bir sonucu olarak üzerime geçirilmiş,
Rumeli Caddesi'nde bir dükkânın dörtte biri ve birtakım hisse senetleri benimdi
de onların nerede olduğunu bile bilmiyordum. Graham Greene'in eski bir
romanını iki haftada Türkçeye çevirirsem, artık polisten kaçmayan Nuri'nin ta-
nıdığı bir yayımcıdan alacağım parayla, hesaplarıma göre, güzel modelimle
Cihangir'de yaşayacağım atölyem benzeri bir dairenin iki aylık kirasını
verebilirdim. Onu gerçekten kaçırırsan! bugünlerde niye bu kadar dertli
olduğumu soran annem bizim dairede kalmama izin verir miydi?
Bunları, ileride itfaiyeci olmayı düşünen bir çocuğunkinden biraz daha gerçekçi
bir düzeyde düşünerek geçirdiğim bir haftadan sonra Taksim'deki ilk
buluşmamıza gelmeyince, soğukta onu bir buçuk saat bekledim. Akşamüstü,
birilerine içimi boşaltmazsam delireceğimi anladığım için uzun zamandır
aramadığım Robert Kolejli lise arkadaşlarıma telefon ettim. Beni âşık, dertli ve
çaresiz görmekten hoşlandıkları Beyoğlu meyhanesinde, zil zurna sarhoş olmamı
gülümseyerek karşıladılar, on sekiz yaşından küçük bir kızla, babasının rızası
olmadan değil evlenmek, aynı evde oturursam bile hapse tıkılacağımı
hatırlattılar, sarhoş saçmalıklarım üzerine onun için okulu bırakıp, çalışıp para
kazanırsam nasıl ressam olacağımı beni fazla üzmeden sordular ve "yatan kız"la
istediğim zaman buluşabileceğim bir dairenin anahtarını da dostlukla elime
tutuşturdular.
Dame de Sion'un kalabalık kapısından uzak bir köşede onu iki kere bekledikten
sonra karlı bir öğleden sonra liseli sevgilimi okul çıkışından kaçırmayı başardım.
Daha önceden gidip görüp biraz daha "normal" bir yere benzetmeye çalıştığım
"daireye" gitmeye, oraya başka kimsenin gelmediğine yeminler ederek ikna et-
tim. Yalnız bana anahtarı veren iyi yürekli kolej arkadaşımın değil, babasının da
o zamanki deyişle "garsoniyer" olarak kullandığını daha sonra öğreneceğim daire
öyle berbat bir yerdi ki, kara gülüm, orada resim yapmamızın ya da kendimizi
daha iyi hissetmek için resim yapıyor pozu yapmamızın da boşuna olacağını bana
hemen hissettirdi.
Bir duvarında banka takvimi asılı duran, raflarında iki Johnny Walker viski
şişesi arasında Encyclopedia Britannica'nın elli iki cildi uzanan bu dairenin
büyük yatağında sevgilimle, her seferinde daha da artan bir hüzünle savaşarak
üç kere seviştik. Beni sandığımdan çok daha fazla sevdiğini, sevişirken
titrediğini ve ikide bir akan gözyaşlarını gördükçe karnımdaki ağrı daha artıyor
ve bana yaklaşmakta olan acının şiddetini kestirip kendimi daha da çaresiz
hissediyordum. Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini
kayak bahanesiyle İsviçre'ye götürüp sonra orada zengin Araplarla kafadan
çatlak Amerikalıların çocuklarını yolladığı lüks bir okula yazdıracağını öyle bir
telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum. O zamanlar daha fazla
dertlenmesin diye Türk filmlerindeki sert erkekler gibi "onu kaçıracağımı" söyler,
güzelimin yüzündeki mutlu bakışı görünce söylediğime de inanırdım.
Şubat ayının başında, tatilden önceki son buluşmamızda yaklaşan felaketi
kafamızdan çıkarmak ve kendisine teşekkür etmek için bize evinin anahtarını
veren arkadaşımla buluştuk. Diğer lise arkadaşlarımın da katıldığı ve sevgilimi
ilk defa gördükleri o akşam, bana, kişiliğimin değişik yönlerine seslenen
arkadaşları, çevreleri asla birbiriyle tanıştırmama, karıştırmama konusundaki
içgüdüsel kararlılığımın ne kadar doğru olduğunu hatırlattı. Kara gülüm ile
kolejli arkadaşlarım arasında her şey ta başlangıcından kötü gitti.
Önce onunla yakınlık kurmak için, hafiften benimle dalga geçmeye
kalktıklarında, başka mutlu bir zamanı olsa (mesela tatil mahallesinin
rıhtımlarından denize neşeyle atlayıp atlayıp sudan çıktığı o günler...) şakalara
katılacak olan güzelim konuyu uzatmadan beni korudu. Annesinin, babasının
kim olduğu, ne iş yaptıkları, nerede oturdukları gibi mal-mülk ve zenginlik
araştırmasını da, küçümsediğini gösteren bir hareketle kısa kesince, gecenin geri
kalanında Bebek'teki lokantada Boğaz'a bakıp, kafa çekip futbol maçlarından,
markalardan söz etmek dışında tek eğlence, dönüş yolunda Boğaz'ın en dar
yerinde, Aşiyan'da arabayı durdurup karşı yakadaki yeni bir ahşap konak
yangınını seyretmek oldu.
Kandilli'de, burna yakın Boğaz'ın en güzel ahşap yalılarından birinin daha
yandığını hissedince daha iyi görebilmek için arabadan indim. Yangından seyir
zevki alan arkadaşlarımdan sıkılan güzelimin eli de elimdeydi. Bir yandan çay
içerken bir yandan da son Osmanlı konaklarının birinin daha yanışını seyreden
kalabalıktan, arabalardan uzaklaşmak için Hisar boyunca yürüdük. Lisedeyken
derslerden kaçıp, vapurla karşıya geçip o sokaklarda çok gezindiğimi anlattım
ona.
Soğukta küçük mezarlığın önündeki karanlıkta, başdöndürücü Boğaz akıntısının
karanlık gücünü kemiklerimizde hissederken, güzel modelim beni çok sevdiğini
fısıldayınca onun için her şeyi yapacağımı söyleyerek bütün gücümle ona
sarıldım. Öpüşürken arada bir gözlerimi açıp baktığımda, kadife teninde karşı
kıyıdaki yangının turuncumsu ışığını görüyordum.
Dönüş yolunda arabanın arkasında elele sessizce oturduk. Arabadan inip
apartmanın kapısına çocuk adımlarıyla koşusu onu son görüşüm oldu. Sonraki
randevuya gelmedi.
Üç hafta sonra, yarı yıl tatili bitip dersler başlayınca, öğleden sonraları, Dame de
Sion'un kapısına gidip biraz uzaktan kapıdan çıkan kızları tek tek seyretmeye,
onu beklemeye başladım. On gün sonra yaptığım işin boşuna olduğunu, artık
gitmemem gerektiğim kendime söylesem de, bacaklarım beni kendiliğinden
lisenin kapısına götürür, her seferinde kalabalık dağılana kadar beklerdim. Bir
gün kalabalığın içinden, erkek kardeşlerinin en büyüğü ve en sevimlisi belirdi ve
ablasının İsviçre'den çok selamı olduğunu söyleyip bir zarf uzattı bana. Bir
muhallebicide sigara içerken açtığım mektupta yeni okulundan çok memnun
olduğunu, ama beni ve İstanbul'u da çok özlediğini yazıyordu.
Ben de ona, dokuz uzun mektup yazdım, yedisini bitirip zarfa koydum ve beşini
postaladım. Hiç cevap alamadım.
36
HALİÇ VAPURU
1972 Şubatı'nda mimarlık fakültesinin ikinci yılındayken derslere gittikçe daha
az girmeye başladım. Güzel modelimi kaybetmemin, gittikçe içine girdiğim
yalnızlığın ve hüznün ne kadar payı vardı bunda? Bazan Beşiktaş'taki evden hiç
çıkmaz, bütün gün okurdum. Bazan kalın bir kitabı (Cinler, Harp ve Sulh,
Buddenbrooklar) yanıma alır, derste okumaya devam ederdim. Kara gülün
yokluğundan sonra da "atölyeme" gidip resim yapma heyecanım tuhaf bir şekilde
azalmaya devam ediyordu. Kâğıdın, tuvalin üzerine çizgiyi çeker, boyayı
sürerken, çocukken hissettiğim oyun ve zafer duygusunu yeterince
duymuyordum artık.
Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim zevkimi nedenim tam kavra-
yamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı bilemediğim için,
güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. Resim
yapmadan yaşamak, arada bir terketmek zorunda olduğum asıl dünyayı,
başkalarının "hayat" dediği şeyi yavaş yavaş bir hapishaneye çeviriyordu. Bu
duygu üzerime fazla gelirse -ve çok da sigara içersem- nefes almakta zorlanıyor
ve sıradan hayatın içinde tıknefeslikle boğulduğumu hissediyordum. Kendime bir
kötülük etmek, bundan da hoşlanmazsam dersten, okuldan kaçmak gelirdi böyle
zamanlarda içimden.
Atölyeme gene arada bir gidip, badem kokulu modelimi bütün gücümle
unutmaya çalışarak ya da tam tersi, bütün gücümle hatırlamaya çalışarak resim
yapıyordum ama yaptığım resimlerde eksik bir şey vardı. Çocukluğum çoktan
bitmişti ama hâlâ resimden bana aynı çocuksu mutluluğu vermesini istediğim
için yanılıyordum belki. Yaptığım resmin ortasında, o resmin olacağı şeyi
düşünerek anlar ve onu yeterli bulmayarak yarıda bırakırdım. Bu kararsızlıklar
bana her yeni resimde, çocukluğumda olduğum gibi, kendimi mutlu hissetmek
istiyorsam resmi artık önceden düşünmem gerektiğini sezdirmişti. Resim
hakkındaki bu düşünceyi nasıl geliştireceğimi de bilmiyordum. Belki de şimdiye
kadar resim yaparak hep mutlu olduğum için, resim yüzünden artık acı çekmem
gerektiğini, hünerimi ancak bu acıyla geliştireceğimi anlayamıyordum.
Bütün bu huzursuzlukların bulaşıcı olduğunu görmek de beni korkutuyordu:
"Mimarlık sanatının da" yıllar sonra, benim için resim yapmak gibi bir şey
olacağını anlamıştım. Üstelik kesme şekerlerden ya da tahta küplerden ev
yapmanın dışında, mimarlık ile ilgili mutlu bir çocukluğum da olmamıştı. Teknik
Üniversite'nin çoğu sıradan ve mühendis ruhlu hocalarının da mimarlık ile ilgili
oyuncu, yaratıcı herhangi bir zevki yoktu.
Mimarlık dersleri bana asıl yapmam gereken şeyi, yaşamam gereken bir başka
"hakiki" hayatı kaçırdığım vakit kaybettiğim yerler olarak gözükmeye böyle
başladı. Bu duyguya kapıldığım vakit sınıfta konuşulan şeyler, çalmasını
istediğim ders zili, hocanın anlattıkları, ders aralarında sigara içip şakalaşanlar,
herkes gözümde bir zamanlar yaşayıp ölmüş kendi asıllarının hayaletin.
dönüşür, kendim de, bu amaçsız, yanlış ve boğucu dünyadan bir türlü
çıkamadığım için kendimi küçümser ve nefes almakta zorlanırdım.
Kimi rüyalarımda olduğu gibi, vaktin hızla geçtiği, yetişmem gereken yere bir
türlü varamadığım bu boğucu âlemden çıkmak için derslerde defterlere birşeyler
yazar, yanlarına birşeyler çizerdim: Hocaların resimleri, ders dinleyen sınıf
arkadaşlarımın arkadan yapılmış karakalem çizimleri, derslerde anlatılanların
ve olup bitenlerin taklitleri, parodileri, pastişleri ve ilkel kafiyeli "manzumeler"...
Bütün bu yazı çizi çabasına ve mimarlık sınıflarında yazıp çizdiğim her şeyi
merakla bekleyen ve istediğim gibi gülümseyerek okuyan küçük bir okur grubu
oluşturmuş olmama rağmen vaktin hızla aktığı ve hayatımın şimdiden boşu
boşuna geçtiği duygusu bazan öylesine yoğunlaşırdı ki, bütün bir günü geçirmek
için geldiğim Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi binasından içeri girişimden bir
saat sonra canımı kurtarmak ister gibi koşa koşa (ve zemin taşları arasındaki
çizgilere basıp basmadığıma hiç aldırmadan) kendimi dışarı atar, İstanbul
sokaklarında gelişigüzel kaybolurdum.
Taksim ile Tepebaşı arasındaki arka sokakları, bir zamanlar annemle
Galatasaray'dan dolmuşa binip eve dönerken geçtiğimiz ve altı yaşımdayken
bana uzak masal diyarları gibi gözüken, Pera'nın on dokuzuncu yüzyıl sonunda
Ermeni ustalarca yapılmış mahallelerini yıkılmadan önce o günlerde gezdim.
Bazan Mimarlık Fakültesi'nden Taksim'e çıkar, gelişigüzel bir otobüse biner ve
keyfimin istediği gibi, ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü yerlere
giderdim: Kasımpaşa'nın dar ve yoksul sokaklarını, Balat'ın ilk gidişlerimde
bana yapay bir tiyatro dekoru gibi gözüken eski evlerini, yeni göçler ve
yoksullukla tuhaf bir doku edinmiş eski Rum ve Yahudi mahallelerini,
Üsküdar'ın ta 1980'lere kadar ahşap evlerle kaynaşan son derece Müslüman ve
aydınlık arka sokaklarını, Kocamustafapaşa'nın hızla beton apartmanlarla
bozulan ve bana kötü niyetli gözüken eski ve korkutucu sokaklarını, Fatih
Camii'nin bana hep çok çarpıcı gelen harika avlusunu, Balıklı ve civarını,
Kurtuluş ve Feriköy'ün yoksullaştıkça eskiyen ve insana bu orta sınıfların devlet
baskısıyla din, ırk ve dil değiştire değiştire binyıllardır (aslında elli yıldır) hep
buralarda oturduğunu düşündürten ve yokuş aşağı indikçe (tıpkı Cihangir,
Tarlabaşı ya da Nişantaşı'nda olduğu gibi) daha yoksullaşan mahallelerini
amaçsızca böyle gezdim. Sırf okuldan, derslerden ve yavaş yavaş hissettiğim gibi,
herkesinki gibi bir iş-masa-büro sahibi olmaktan kaçmak için ilk defa gittiğim bu
mahalleler, içimdeki kötülük, öfke, hüzün duygularının rengiyle kafama hiç
silinmemecesine kazındı.
Oralarda birşeyler arayarak, kendi amaçsızlığımdan ve aylaklığımdan
hoşlanarak ve duvar duvar, sokak sokak öğrendiğim bu şehirle bir gün birşeyler
yapacağımı da aklımın bir köşesiyle sezerek yaptığım bu gezintiler bende
öylesine duygusal izler bırakırdı ki, daha sonra çok daha sıradan nedenlerle ve
sıradan duygularla bir iş ya da bir davet nedeniyle bu sokaklara gittiğim zaman
bu yerlerin bende hüzünlü anılarla kaynaşan o özel köşeler olduğunu ilk başta
çıkartamaz, ancak yıkıntı halindeki eski bir mahalle çeşmesini ya da geçen
yıllarda daha da eskimiş bir Bizans kilisesinin (Pantokrator, Küçük Ayasofya)
yıkık duvarını ya da bir yokuşun başından, bir cami duvarıyla be-te-be kaplı
berbat bir apartmanın arasından gözüken Haliç manzarasını görüp hatırlayınc.
bu yerlere ilk geldiğim zamanki dertli, tasalı halimi ve aynı yerden, aynı
noktadan baktığım manzaranın şimdi bana ne kadar değişik gözüktüğünü
anlardım.
Manzarayı yanlış hatırlama değildi bu, yalnızca aynı manzaraya bambaşka bir
duyguyla bakmaktı. Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek,
gemiyle gezinerek, İstanbul'un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir,
ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde
bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir.
Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en
derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk,
yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir.
Bir şehre böyle bakmayı öğrenmişsek ve en hakiki ve en derin duygularımızla
manzaraları yeterince birleştirme fırsatı bulacak kadar uzun bir süre aynı
şehirde yaşamışsak, bir süre sonra tıpkı bazı şarkıların bize bazı aşkları,
sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi -şehrimizin sokakları,
görüntüleri, manzaraları- bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan
şeylere dönüşür. Belki de, pek çok mahallesini, arka sokağını ya da ancak bir
tepeden gözüken çok özel bir manzarasını badem kokulu sevgilimi kaybettiğim
ve okuldan kaçtığım günlerde ilk gördüğüm için İstanbul bana o kadar hüzünlü
bir yermiş gibi görünür.
Artık peşinden koşup resmini yapacağım bir modelimin de olmadığını anladığım
ilk günlerde, iyice sıklaşan bu okuldan kaçmaların ve aylak gezintilerimin
birinde daha sonra rüyalarımı çok sıradan ve basmakalıp imgelerle (dolunay saat
kadranına dönüşüyor) işgal edecek zaman takıntıma uygun düşen bazı şeyler
hissettim. 1972 Martı'nda bir öğleüstü Taksim'den bindiğim dolmuştan (tıpkı
kara gülle yaptığımız gibi) o zamanlar yapılabildiği gibi, istediğim yerde, Galata
Köprüsü'nün üzerinde indim. Basık, karanlık, grimsi mor bir gök vardı yukarıda.
Kar yağdı yağacak gibiydi ve köprünün kaldırımları bomboştu. Köprünün Haliç
yanında ahşap merdivenler gördüm, aşağı indim.
Burada kalkmakta olan küçük bir şehir hattı vapuru gördüm. Kaptanı,
makinisti, halatçısı, hepsi küçük geminin iskeleye bağlandığı yerde toplanmış,
bir deniz motorunun mürettebatı gibi gemiye binen tek tuk yolcuları sanki
karşılıyor, kendi aralarında sigara-çay içip sohbet ediyorlardı. Ben de içeri
girerken, havaya uyup, onlara selam verdim ve burada, bu geminin içinde, kalkış
saatini bekleyen solgun paltolu, takkeli, elleri fileli, başörtülü bu yorgun
insanlarla uzun zamandır tanışıyormuşum, onlarla birlikte, her gün bu gemiyle
Haliç'te yolculuk ederek işe gidip geliyormuşum gibi hissettim kendimi.
Gemi sessizce hareket edince bu benzersiz cemaat duygusu, şehrin kalbine ait
olma hissi öylesine güçle beni sardı ki, bir başka şeyi daha hissettim: Yukarıda,
şimdi troleybüslerin boynuzlarını ve banka reklamlarını gördüğüm köprünün
üstünde, şehrin anayollarında 1972 yılının Mart ayının bir öğleüstü yaşanırken,
bizler aşağıda, çok daha eski, çok daha geniş ve ağır bir zamanın içindeydik.
Köprünün bir rastlantıyla gördüğüm Haliç iskelesine açılan basamaklarını iner-
ken sanki otuz yıl geriye, İstanbul'un dünyadan daha kopuk, daha yoksul ve
daha hüzünlü olduğu günlere geri gitmiştim.
Küçük geminin ilk katındaki arka salonun titreyen pencerelerinden Haliç'in
iskeleleri, eski İstanbul'un ahşap yapılarla kaplı tepeleri, servilerle kaplı
mezarlıklar yavaş yavaş akmaya başladı: Bitip tükenmeyen fabrikacıklar,
imalathaneler, bacalar, tütün depoları, yıkıntı halindeki Bizans kiliseleri, su
kıyısındaki izbe ve dar sokaklarla en gösterişli Osmanlı camileri, yokuşlar,
karanlık tepeler, tersaneler, paslanmış gemi leşleri, yoksul mahalleler...
Zeyrek'teki Pantokrator Kilisesi, Cibali'deki büyük tütün depoları, ta arkadaki
Fatih Camii'nin gölgesi bile geminin bulanık ve titreyen pencereleri yüzünden
yıpranmış eski filmlerde gördüğüm İstanbul manzaraları gibi, gün ortasında
bana gecenin içindeymiş gibi gözüktü.
İskelelerden birine yanaşınca, geminin makinesinin, annemin dikiş
makinesininkini hatırlatan gürültüsü diniyor, pencereler de titremediği için
Haliç'in durgun suları, Fener iskelesinin yanındaki tavuklar ve horozlarla
gemiye binen eli sepetli teyzeler, arkadaki eski Rum mahallesinin dar sokakları,
imalathaneler, depolar, variller, eski araba lastikleri, şehirde hâlâ gezinen at
arabaları, yüz yıllık kartpostallardaki gibi kesin ve açık çizgilerle ve siyah-beyaz
gözüküyordu. Gemi tekrar hareket edip Haliç'in mezarlıklarla kaplı karşı
yakasına doğru yol alırken, pencereler yeniden titremeye başlıyor, geminin
bacasından tüten koyu kara dumanın etkisiyle manzara daha hüzünlü ve resim
gibi görünüyordu. Bazan gök kapkaranlık oluyor, derken tıpkı bir köşesi alev
alan film gibi soğuk bir kar aydınlığı beliriyordu.
Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına
karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa
dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük,
kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul'un sırrı? Ama, bir şehrin genel
nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok
da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür.
Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur.
1972 Martı'nda okuldan kaçıp eski Haliç vapurunda Eyüp'e giderken kendimi
İstanbullularla bu kadar yoğun bir şekilde özdeşleştirmemin anlamı neydi?
Kalbimi kıran aşk hikâyesinin ve bütün hayatımı vereceğimi sandığım resim
zevkinin elimden kaçışının, şehrin hüznünün yanında önemsiz olduğuna kendimi
inandırmak istiyordum belki. Kendimden çok daha yenik, ezik ve kederli olan
İstanbul'a bakarak kendi acımı unutmak istiyordum da denebilir. Ama
melodramatik Türk filmlerinin, daha baştan hüzünle yaralanmış, bu yüzden de
"aşkta ve hayatta" kaybetmeye programlanmış kahramanları gibi şehrin
hüznünü kendi hüznüme bahane de etmiyordum. Çünkü özel konumumdan
ötürü kendi acımı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Özel konumum: Ailem ve
yakın çevrem şair-ressam olmayı ciddiye alacak gibi değildi hiç. Şehrin şair-
ressamları ise şehri göremeyecek kadar gözlerini Batı'ya dikmişlerdi: Galata
Köprüsü'nün üzerindeki troleybüslü, banka reklamlı modern çağa ait olmak için
çırpınıyorlardı.
Ben ise şehri görmenin bedeli olan hüzne alışık değildim, belki de içimdeki mutlu
oyuncu çocuk yüzünden İstanbul'da hüzne en uzak kişi bendim, bu duyguya
alışmak istemiyor, varlığını içimde hissettikçe onu kabul edemiyor.
huzursuzlukla koşturuyor, İstanbul'un yalnızca "güzelliğine" sığınmak
istiyordum. Bir şehrin güzelliği, tarihinin zenginliği ya da esrarı bizim ruhsal
acılarımıza niye ilaç olsun? Belki de yaşadığımız şehri, tıpkı ailemiz gibi, başka
çaremiz olmadığı için severiz! Ama onun neresini, neden seveceğimizi icat
etmemiz gerekir.
Hasköy'e yaklaşan Haliç vapurunun içinde bütün akıl karışıklığı ve hüznüme
rağmen bana derslerde öğretilenlerden çok daha derin bir bilgi ve teselli sunduğu
için de İstanbul'a o kadar bağlı olduğumu hissediyordum. Vapurun titreyen
pencerelerinden yıkıntı halindeki eski ahşap evler, devletin hiç bitmeyen
baskıları sonucu boşalmış Fener'in yarı metruk Rum mahalleleri ve yıkıntı ha-
lindeki binaları ile birlikte şimdi karanlık bulutların içinde daha esrarlı duran
Topkapı Sarayı, Süleymaniye ve İstanbul'un tepeleri, camiler ve kiliselerle
yapılmış silueti gözüküyordu.
Tarihle yıkıntıların, yıkıntılarla hayatın, hayatla tarihin bu özel içice geçişi
şehrin ahşap ve taşla yapılmış eski dokusunun kalıntıları, uzak mahallelere
gitme zevki bana tükenmekte olduğundan endişelendiğim resim zevkimin yerini
tutacak neredeyse hazır bir "ikinci dünya" gibi geliyordu. Bu gelişigüzel, şiirsel
karışıklığın içinde olmak istiyordum! Çocukluğumda babaannemin evinde,
derslerde sıkıldıkça bu ikinci dünyaya, hayal dünyasına kaçtığım gibi, şimdi de
mimarlık okumaktan sıkıldıkça İstanbul'da kayboluyordum. İstanbul'da
yaşamanın bedeli olan hüzne, bu kaçınılmaz kadere bir an önce ulaşıp
rahatlamak istediğim de söylenebilir.
Bu gezintilerimde gittiğim yerlerde hep birşeyler yer, şimdiki normal dünyaya,
yani eve, elimde hep birşeylerle dönerdim: Dolaşımdan kalkmış, kenarları tırtıllı
bir telefon jetonu; arkadaşlarıma gülümseyerek göstereceğim "hem ayakkabı
çekeceği, hem gazoz açacağı", bin yıllık bir duvardan düşmüş bir tuğla parçasının
kenarı, o zamanlar İstanbul'un bütün eskicilerinde bolca bulunan çarlık
banknotları, otuz yıl önce batmış bir şirketin damgası, mahalle satıcısının terazi
ağırlıkları, gezintilerimin sonunda çoğu zaman ayaklarımın beni kendiliğinden
götürdüğü sahaflardan alınmış ucuz ve eski kitaplar...
Şehrin bu şeyimsi, dokunulabilir yanım, yalnızca ondan nesneler, taşlar, biletler,
kitaplar saklayarak değil, onunla ilgili kitaba, dergiye, kâğıda geçmiş her türlü
bilgiyi, programı, tarifeyi ilginç ve "önemli" bulup toplayarak da hissederdim. Bu
topladığım şeyleri sonsuza kadar saklamayacağımı, onlarla biraz oynayıp,
oyalanıp unutacağımı da aklımın bir köşesiyle bilirdim. Bu yüzden, hiçbir zaman
sonuna kadar giden o takıntılı toplayıcılar ya da Koçu benzeri bilgi
koleksiyoncuları gibi olamayacağımı da hissederdim. Ama ilk edindiğim sırada
bu bilgilerin bir gün bir büyük tasarının -bir büyük resmin ya da bir dizi resmin
ya da o sırada okumakta olduğum Tolstoy, Dostoyevski, Mann'ınkiler gibi bir
roman ya da ne olduğunu bilmediğim büyük bir şeyin- parçası olacağını da
söylerdim kendime.
İstanbul'un her türlü tuhaflık ve eski şey, emperyal büyüklük ve tarihin
döküntülerinden oluşan dokusunun şiirselliğini kaçınılmaz bir hüzünle birlikte
hissettiğim zamanlarda, bu dokunun çok özel sırrının ve şehrin şiirinin yalnızca,
yalnızca bana gözüktüğünü de sanırdım: Hüznü hem kendi mutlu ve ayrıcalıkl.
hayatıma yabancı bir şey, hem de şehirden bana geçmesi kaçınılmaz olan bir
duygu ve kader gibi benimseyerek Haliç gemisinin pencerelerinden gördüklerimi,
benim gibi kimse görmemiştir, derdim gururla kendi kendime!
Bu şiirsel bakış açısına sahip olduğum zaman şehir ile ilgili her şeyi ya da her
bilgiyi, gerçekleşmekte olan bir şiirin, bir resmin, bir sanat eserinin ya da
müzenin çok önemli bir parçası karşısındaymış gibi heyecanla karşılardım.
Ayrıca bu duyarlıkla dokunduğum her şey, her bilgi sanki bir sanat eseri
olacaktı. Bu heyecanla bir başka sıradan bilgiden, pencereleri titreyen gemiden söz edeyim.
Adı Kocataş'tı. İkiz kardeşi Sarıyer ile birlikte 1937'de Haliç'te, Hasköy
Tersanesi'nde inşa edilmişti. Bu iki gemiye Hıdiv Abbas Hilmi Paşa'nın
Nımetullah adlı yatından çıkarılan 1913 yapımı iki motor takılmıştı. Geminin
pencerelerinin bu kadar çok titremesi, motorun gemiye iyi oturmadığının belirtisi
olabilir miydi? Bu tür ayrıntıları sevdiğim için kendimi İstanbullu hissediyor, bu
duygu hüznümü, hayat karşısındaki korkularımı daha derin ve daha hakiki
kılıyordu. Küçük Kocataş gemisi beni Eyüp'e bıraktıktan on iki yıl sonra, 1984'te
emekliye ayrıldı.
Amaçsız gezilerimin, "kaybolmalarımın" sonunda beraberimde getirdiğim bir
eşya, birkaç eski kitap, bir kartvizit, eski bir kartpostal ya da eski ve kıymetli bir
eşya gibi sarıldığım şehir ile ilgili tuhaf bir bilgi kaynağı, yaptığım gezintinin
"gerçek" olduğunun bir kanıtı gibi gelirdi bana; şehirle ilgili düşlerimin bu hurda
eşyalar ve daha hurda bilgiler aracılığıyla gerçekleşeceğini düşünürdüm. Tıpkı
Coleridge'in, düşünde gördüğü gülü uyanınca elinde bulan kahramanı gibi, bu
şeyler ve kitaplar bana İstanbul'un, çocukluğumda içinde gezindiğim mutluluk
verici ikinci dünyası gibi benim bir hayalim değil, bu hayale yakın bir gerçek
olduğunu da hissettirirdi.
Kocataş gemisinin beni bıraktığı Eyüp ile derdim, Haliç'in sonundaki bu küçük
ve mükemmel köyün bana gerçek değil, hep bir hayal gibi gözükmesidir. Kendi
içine kapalı, "Doğulu", esrarlı, dindar, pitoresk, mistik bir hayal olarak Eyüp o
kadar mükemmeldir ki, bana bir başkasının İstanbul'a yakıştırdığı bir Doğu
hayaliymiş, İstanbul'da yaşayan bir çeşit Türk-Doğu-Müslüman
Disneyland'iymiş gibi gelir. Şehir surlarının dışında olması, bu yüzden Bizans
etkisini ve İstanbul'un taşıdığı kat kat karışıklığı taşımaması mıdır bunun
nedeni? Ya da güzel mezarlıklarının, ağaçlarının, evlerinin içice geçmesi mi?
Yüksek tepeler yüzünden burada akşamın erken gelmesi mi? Ya da burada her
şeyin, mimari ölçülerin dini ve mistik bir alçakgönüllülükle küçük tutulması mı
Eyüp'ü İstanbul'un büyüklüğünden ve güçlü ve enerjik karmaşasından -kire,
pasa, dumana, kırık, çatlak, döküntü ve yıkıntıya ve pisliğe varan gücünden-
uzak tutmuştur?
Şehre "romantik" Doğu düşleriyle gelen, herkesi tatmin eden yanını Eyüp,
İstanbul'un sürekli Batılılaşan ya da Batılı malzemeyi alıp kendinin kılan ve
kendini yenileyen merkezine, bürokrasisine, devlet kurum ve binalarına uzak
olmasına borçluydu. Piyer Loti'nin bu bozulmamış hali yüzünden sevdiği, bir ev
alıp yerleştiği bu harika Doğu düşü, bu bozulmamış mükemmeliyeti yüzünden de
bana itici gelirdi hep. Bu yüzden Eyüp'e varmak, o gün Haliç'in yıkıntılar ve
tarihle yapılmış manzarasında mutlulukla hissettiğim hüznün sonu oldu. İstanbul'u
yıkıntıları, hüznü ve bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için
sevdiğimi yavaş yavaş anlıyordum. Başka eşyalar edinmek, beni mutlu eden
yıkıntıları görmek için oradan uzaklaştım ve başka yerlere yürüdüm.
37
ANNEMLE BİR KONUŞMA: SABIR, İHTİYAT, SANAT
Uzun yıllar akşamları annem salonda tek başına oturup babamı bekledi. Babam
briç kulübüne, daha sonra da başka yerlere gider, gecenin iyice geç vakti, çoğu
zaman annem onu beklemekten sıkılıp uyuduktan sonra eve gelirdi. Annemle
ben, karşılıklı akşam yemeğini yedikten (çok meşgulüm, gelemeyeceğim, siz
yiyin, diye telefon etmiş olurdu babam) sonra annem masaya serdiği krem rengi
bir örtünün üzerinde iskambil kâğıtlarıyla fal bakardı.
Elli ikişerlik iki deste oyun kâğıdını teker teker açıp, hem rakam ve değer, hem
de bir kırmızı bir siyah olarak sıralamaya çalıştığı oyunun mantığında, aslında
falda olduğu gibi kendi geleceğini bilmekten ya da oyun kâğıtlarının yolladığı
işaretleri okuyup hayatının alacağı şekle uygun bir hikâye uydurma zevkinden
çok, oyuncunun sabrını deneyen bir yan vardı. Bu yüzden pasyans (patience -
sabır) denilen oyunun ortasında, bazan ben odamdan salona gelip falının çıkıp
çıkmadığını sorduğumda annem her seferinde aynı cevabı verirdi:
"Fal diye bakmıyorum canım, vakit geçirmek için açıyorum. Saat kaç olmuş? Bir
kere daha açayım, uyuyacağım."
Bunu söylerken Türkiye'de ilk günlerini yaşayan siyah-beyaz televizyondaki eski
bir filme ya da eski Ramazanlar hakkındaki bir tartışmaya (devlet görüşünü
yayan tek bir kanal vardı zaten) uzaktan, oturduğu yerden şöyle bir bakış atar,
"Ben seyretmiyorum, kapa istiyorsan," derdi.
Ama bu sefer, ekranda beliren çocukluğumun siyah-beyaz sokaklarına ya da bir
futbol maçına bir süreliğine ben bakardım. Televizyondaki görüntülerle
oyalanmaktan çok akıl karışıklığı, öfkeler ve kararsızlıklarla kapısını kapayarak
içinde tek başına oturduğum odamdan biraz dışarı çıkmak ve o günlerde
akşamları annemle hep yaptığımız gibi biraz konuşmak, biraz da tartışmak için
yapardım bunu.
Tartışmaların bazıları çok kırıcı kavgalara da dönüşürdü. Daha sonra bu
kavgalardan pişman olur, odama dönüp kapıyı kapayıp sabaha kadar kitap
okurdum. Bazan da annemle kavga ettikten sonra soğuk İstanbul gecesine çıkar,
Taksim civarında, Beyoğlu'nda elimdeki sigarayı tüttüre tüttüre tek başıma
amaçsızca yürür, kötü, karanlık arka sokaklarda iyice üşüyene kadar gezinir,
bütün şehir ve annem uyuduktan sonra eve dönerdim. Ondan sonraki yirmi yıl
yapacağım şeyi, geceleri sabaha karşı dörtte uyuyup, öğleyin on ikide uyanmayı
yavaş yavaş alışkanlık ediniyordum.
O günlerde annemle konuşmalarımızın ve tartışmalarımızın, söz açıkça oraya
gelsin ya da gelmesin tek bir konusu vardı: 1972 kışında, Mimarlık Fakültesi'nin
ikinci yılının ortasında, birden derslere gitmemeye başlamıştım. Kaydımın
silinmemesi, okuldan atılmamam için gerekli birkaç derse gitmek dışında
Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi'ne hiç uğramıyordum artık.
Bazan cesaretsizlikle, "ileride mimarlık yapmasam da, bir üniversite diplomam
olur" diye düşünüyor, bu düşünce arkadaşlarım ve babam tarafından da sık sık
tekrarlanıyor ve bütün bunlar beni de etkilediği için, durumum en azından
annemin gözünde belirsiz hale geliyordu. Oysa ben artık mimar olamayacağımı
derinden bir şekilde biliyordum.
Daha kötüsü, resim yapma zevkimin, içimde daha acı verici bir boşluk bırakarak
öldüğünü de görüyordum. İkinci bir dünyaya kaçma dürtümü sabahlara kadar
kitaplar, romanlar okuyarak, geceleri Taksim-Beyoğlu sokaklarında, Beşiktaş'ta
yürüyerek de geçiştiremeyeceğimi bildiğim için kararsızlığım zaman zaman bir
telaşa dönüşüyor, o zaman birdenbire masamdan kalkıyor, durumumu anneme
kabul ettirmeye çalışıyordum. Bunu neden yaptığım, ve dahası ona kabul
ettirmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu da tam bilmediğim için konuşmalarımız
bir çeşit kör dövüşüne dönüşüyordu.
"Gençliğimde ben de senin gibiydim," derdi mesela annem, daha sonra
düşüneceğim gibi, belki de beni sinirlendirmek için. "Senin gibi hayattan
kaçardım. Teyzelerin üniversitede, entellektüeller arasında ya da balolarda,
partilerde eğlenirken, ben senin gibi evde kalır, dedenin eski Illustration
dergilerine aptal aptal saatlerce bakardım." Bir an sigarasından bir nefes çeker,
söylediklerinin bende bıraktığı izi yüzümde görmek isterdi. "Utangaçtım, hayat-
tan korkardım."
O bunları söylerken, kafam "senin gibi" ifadesine takılır, bir öfke içimde hızla
büyürken, kendimi tutmaya çalışır, annemin bunları "benim iyiliğim için" ya da
öyle sandığı bir şey için söylediğini kendime tekrarlardım. Ama annemin
sözlerinin arkasına o da katıldığı için kalbimi kıran, belki de bu yüzden tartışıp
savaşmak istediğim daha derin bir görüş vardı. Bakışlarımı televizyondan çekip
Boğaz'da bir aşağı bir yukarı ağır ağır giden şehir hatları gemilerinin projektör
ışıklarına çevirir, beni öfkelendiren bu konuyu düşünürdüm.
Annemin açıkça söylemediği bu görüşü İstanbul'un tembel burjuvaları ve onlar
gibi düşünen köşe yazarları kötümserlik ve küstahlık anlarında şu sözlerle sık
sık dile getirirlerdi: "Burada zaten iyi bir şey hiç olmaz."
Bütün şehrin iradesini kıran hüzün ile ilişkiliydi bu karamsarlık. Ama hüznün
arkasında bir kayıp ve yoksulluk olduğuna göre, hali vakti yerinde İstanbul
zenginleri niye bu görüşü bu kadar çok tekrarlıyorlardı? Zenginlikleri rastlantıya
bağlı olduğu için belki. Bu rastlantıyı gizlemek için taklit etmek istedikleri Batı
medeniyetinin parlak ürünlerine benzeyen şeyler yaratamadıkları ve bütün bu
başarısızlığı yaratıcısı ve parçası oldukları karamsar ve hüzünlü bir kültüre
yıkmak için belki de.
Bu yıkıcı ve ihtiyatlı orta sınıf dilinden bütün hayatı boyunca pek çok şey alan
annemin kötümserliğinde gene de haklı olduğu bir yan vardı. Evlenmelerinden
ve ağabeyimle benim doğmamızdan hemen sonra babam onun kalbini
acımasızlıkla kırmaya başlamıştı. Onunla evlenirken aklının ucundan hiç
geçirmediği babamın yokluklarının ve ailenin yoksullaşmasının annemi hayat
karşısında sürekli bir savunma konumuna getirmiş olduğunu hep hissettim.
Çocukluk yıllarımızda, annem, ağabeyim, ben çarşı pazarda, Beyoğlu'nda birlikte
yürürken, sinemalara, parklara giderken annemin üzerindeki erkek bakışlarını
farkettiğinde yüzünde beliren ifadede, aileyi ve kendini dışa karşı koruyan bir
ihtiyat ve dikkati sezerdim hemen. Ya da ağabeyimle ben sokaklarda tartışmaya,
itişmeye başladığımızda, annemde bir öfke ve bezginlik kadar, bir koruma
dürtüsünü de görürdüm.
Annemin sık sık hissettiğim bu ihtiyat dürtüsü "normal olun, sıradan olun,
herkes gibi olun," derdi bize. "Dikkati çekmeyin hiç." Alçakgönüllü olmayı, azla
yetinmeyi öne çıkaran ve bütün kültüre damgasını vurmuş tasavvuf
terbiyesinden, geleneksel ahlaktan da çok şeyler taşıyan bu görüş insanın
kafasını birşeylere takıp okulu bırakmasını, derslere gitmemesini anlayabilecek
gibi değildi hiç. Kendimi önemsememeli, ahlaki ve düşünsel takıntılarımı fazla
ciddiye almamalı, tutkulu olacaksam, çalışkan, dürüst ve iyi olmak, herkese
benzemek için tutku duymalıydım.
Resim, sanat, yaratıcılık filan gibi şeyleri fazla ciddiye almak Avrupalıların hak
ettiği bir şey, der gibiydi hep annem. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında
İstanbul'da yaşayan bizler, eski zenginliğini kaybetmiş, yoksul düşmüş, gücünü
yitirmiş, iradesi ve isteği zayıflamış bir kültürün insanlarıydık. "Burada zaten iyi
hiçbir şey olmayacağını" baştan aklımdan hiç çıkarmamalı, sonra
üzülmemeliydim.
Başka zamanlar aynı konuyu derinleştirmek için annem, benim adımı Osmanlı
padişahlarının adları içinden kendisinin seçip bana verdiğini, çünkü padişahlar
içerisinde en çok Sultan Orhan'ı sevdiğini söylerdi. Bunun nedeni Sultan
Orhan'ın asla büyük işler peşinde koşmaması, göze çarpmaması, sıradan
hayatında hiçbir aşırılık olmaması ve tarih kitaplarının ikinci Osmanlı
padişahından saygıyla ama üzerinde fazla durmadan söz etmeleriydi. Annem
gülümseyerek anlattığı bu seçiminin anlam ve önemini benim de kavramamı
isterdi hep.
Bu yüzden babamın dönüşünü beklediği o akşamlarda odamdan çıkıp annemle
tartışmaya her başlayışımda, İstanbul'un bana sunduğu kırık dökük, hüzünlü ve
alçakgönüllü hayat kadar, annemin benim için öngördüğü sıradan hayat
hikâyesine direndiğini de bilirdim. Bazan kendi kendime, "Niye gidip onunla
tartışıyorum?" diye sorardım ve bu soruya bir türlü doyurucu ve hakiki bir cevap
bulamayınca ruhumda anlamı bana da açık olmayan daha karmaşık süreçlerin
gizlendiğini hissetmiş olurdum.
"Eskiden de okuldan kaçardın," dedi annem, kâğıtlarını hızlı hızlı açarken.
'"Hastayım, karnım ağrıyor, ateşim var* filan derdin. Cihangir'deyken bir ara
bunu alışkanlık edinmiştin. Gene 'hastayım, okula gitmeyeceğim,' dediğin bir
sabah, 'yeter artık!' diye bağırdım sana. 'Hasta olsan da olmasan da şimdi derhal
evden çıkıp okula gideceksin. Seni evde istemiyorum'."
Belki de beni sinirlendirdiğini çok iyi bildiği için ikide bir anlattığı hikâyenin bu
noktasında annem her zaman yaptığı gibi önce bir güldü, sonra bir süre sustu,
sigarasından bir nefes çekti ve benim yüzüme bile bakmadan, ama her zamanki
memnun havasıyla ekleyiverdi: "Ondan sonra bir sabah bile 'Hastayım, okula
gitmeyeceğim,' demedin..
"Şimdi söylüyorum o zaman!" dedim birden hırsla. "Bir daha Mimarlık
Fakültesi'ne gitmeyeceğim."
"Peki ne yapacaksın? Benim gibi hep evde mi oturacaksın?"
Annemle bir kavga edip, evin kapısını vurup, gecenin karanlığında Beyoğlu'nun
arka sokaklarında yarı sarhoş, yarı deli gibi herkesten ve her şeyden nefret
ettiğime inanarak ve sigara içerek tek başıma uzun uzun yürümek isteği içimde
yavaş yavaş büyüyordu.
O yıllarda bazan saatler süren bu yürüyüşlerim sırasında bacaklarımın beni
götürdüğü yerlere yürürken, şehrin vitrinlerine, lokantalarına, yarı aydınlık
kahvelerine, köprülerine, sinema önlerine, ilanlarına, harflerine, pisliğine,
çamuruna, kaldırımlardaki karanlık su birikintilerinin üzerine düşen yağmur
tanelerine, neon lambalarına, arabaların ışıklarına ve çeteler halinde çöp
tenekelerini deviren köpeklere bakar, en ücra mahallenin en dar ve hüzünlü
sokağındayken içimden de koşa koşa eve dönmek ve şehrin bu görüntüleri, bu
karanlık ruhu, bu karmakarışık, esrarlı ve yorgun halini anlatan birşeyler
yazmak gelirdi. Tıpkı bir zamanlar mutluluk, neşe ve hırstan oluşan bir
duygunun ruhumda kıpırdamaya başlamasıyla birlikte karşı koyulmaz bir resim
yapma isteğinin içimde yükselmesi gibi bir şeydi bu, ama tam ne yapacağımı da
bilmiyordum.
"Asansör mü geliyor?" diye sordu annem.
İkimiz de dikkatle dinledik, ama asansör motorunun iniltiye benzer sesini
duyamadık: Babam gelmiyordu. Annem bana şaşırtıcı gelen yepyeni bir sabırla
falına yoğunlaşınca, bir süre onu seyrettim. Ellerinde, kollarında çocukluğumda,
günlük hayat içersinde onda hep gördüğüm, beni ona bağlayan, ondan şefkat
gelmezse bana aşırı acı çektiren birşeyler vardı, ama bu jestlerin ve hareketlerin
tam ne olduğunu çıkaramıyordum artık. Ona aşırı bir sevgi ya da aşırı bir
kızgınlık duymak arasında kalakaldığımı hissettim.
Dört ay önce, uzun süren iz sürmelerden sonra annem, babamın Mecidiyeköy'de
bir yerde gizli sevgilisiyle buluştuğu apartmanı bulmuş, anahtarı beceriklilikle
kapıcıdan almış ve boş daireye girince, daha sonra bana soğukkanlılıkla
anlatacağı görüntüyle karşılaşmıştı. Babamın evde giydiği pijamanın aynısı o
evdeki yatağın yastığının üzerinde de duruyordu ve başucundaki komodinin
üzerine de, tıpkı bizim evdekinde olduğu gibi babamın o sırada okumakta olduğu
briç kitapları üstüste dizilmiş, bir kule yapılmıştı.
Annem gördüklerinden uzun bir süre kimseye söz etmemiş, aylar sonra gene
böyle sabırla pasyans açıp, sigara içip, göz ucuyla da televizyona baktığı gecelerin
birinde, ben odamdan çıkmış onunla konuşurken, birden bana her şeyi
anlatmıştı. İşitmekten hiç hoşlanmadığımı anladığı için annemin kısa kestiği bu
hikâyeyi her hatırlayışımda, babamın her gün gidip bir süre yaşadığı o ikinci
evin varlığı içimde tüylerimi ürperten bir metafizik duygu uyandırmaya
başlamıştı: Sanki babam benim yapamadığım şeyi yapmış da şehirdeki benzerim,
ikizini bulmuş ve her gün bir süre gizli sevgilisiyle değil de ikiziyle buluşuyormuş
gibi gelirdi bazan bana ve bu yanılsama hayatımda ve ruhumda bir eksiklik
olduğunu bana hissettirirdi.
"En sonunda bir üniversiteyi bitirmen gerek," dedi annem oyun kartlarını
açarken. "Resimle geçinemeyeceğine göre hayatta, çalışacaksın. Biz de eskisi gibi
zengin değiliz artık."
"Bu doğru değil," dedim, çünkü hayatta hiçbir şey yapmasam bile, annemin,
babamın mülklerinin bana yeteceğini aklımın bir köşesiyle çoktan
hesaplamıştım.
"Yani resimle geçinebileceğini mi sanıyorsun?"
Annemin sigarasını sinirli sinirli küllüğe bastırması, sesindeki hafif alaycı, hafif
küçümseyici hava ve benim için çok önemli bir konuyu konuşurken ilgisiz bir
şekilde kâğıtlarla oynaması, akşamları yaptığımız o ana-oğul kavgalarından
birine doğru başarıyla ve tam hızla ilerlediğimizi hissettiriyordu.
"Burası Paris değil, İstanbul," dedi annem, neredeyse mutlulukla. "Dünyanın en
iyi ressamı da olsan kimse iplemez seni. Yapayalnız kalırsın. Önünde güzel bir
hayat varken her şeyi bırakıp ressam olmak istemeni de kimse anlamaz. Sanata,
resme kıymet veren zengin bir toplumda olsak, hadi neyse. Ama Avrupa'da bile
Van Gogh ile Gauguin'in biraz çatlak olduğunu zaten herkes bilir."
Babamın 1950'lerde yutar gibi okuduğu egzistansiyalist edebiyatın efsaneleri
annemin de kulağına çalınmıştı elbette. Bu tür bilgilerin doğruluğunu sınamak
için, annemin sık sık başvurduğu, cildi yıpranmış, sayfaları sararmış
ansiklopedik sözlüğe bir gönderme yaparak alaycı olmaya çalıştım:
"Senin Petite Larousse bütün sanatçıların deli olduğunu mu yazıyor?"
"Bilmiyorum oğlum. İnsan çok yetenekli, çok çalışkan bir sanatçıysa, talihi de
varsa Avrupa'da herhalde meşhur olabilir. Türkiye'de ise kesin deli olursun.
Sakın yanlış anlayıp alınma, bütün bunları sen ileride üzülme diye söylüyorum."
Cinlerimi başıma çıkartan şey, her biri içime işleyen bütün bu sözleri, pasyans
açarken ve fazla üzerlerinde durmadan söyleyivermesiydi.
"Alınacağım söz neymiş?" dedim belki de daha yakıcı bir sözle yaralanma
isteğiyle.
"Kimsenin senin ruhsal sıkıntılar içinde olduğunu düşünmesini istemem," dedi
annem, "bu yüzden okuluna gitmediğini arkadaşlarıma söylemiyorum. Onlar için
senin gibi birinin ressam olacağım diye üniversiteyi bırakması anlaşılacak bir
şey değildir. Kaçırdığını düşünürler, dedikodu ederler."
"Her şeyi söyleyebilirsin onlara," dedim. "Onlar gibi budala olmamak için zaten
her şeyi bırakmak istiyorum."
"Hayır, öyle yapmayacaksın," dedi annem. "Çocukken de en sonunda eline
çantam alır, tıpış tıpış okuluna giderdin."
"Mimar olmak istemediğimi anladım artık."
"İki yıl daha oku, bir üniversite diploması edin oğlum, sonra istersen mimar
olursun, istersen ressam."
"Hayır..
"Biliyor musun, Nurcihan mimarlığı bırakman hakkında ne diyor," dedi annem,
çok iyi hissettiğim bir can yakma isteğiyle. "Babanla kavgalarımız seni sarstığı
için bu kadar öfkeli olduğunu, babanın çapkınlıkları yüzünden de okula
gitmediğini söylüyor Nurcihan."
"Senin o kuşbeyinli sosyete arkadaşlarının benim hakkımda ne düşündüğü
umurumda değil!" dedim öfkeden çıldırır gibi. Her seferinde olduğu gibi şaşırtıcı
olan şey, annemin beni kızdıracak bir laf etmekten hoşlandığını bilmeme
rağmen, avlanarak, kendi girdiğim oyunun sonunda tuzağa düşüp hakiki bir
öfkenin içinde kendimi kaybetmemdi.
"Çok gururlusun oğlum," dedi annem. "Ama hoşuma gidiyor bu halin. Çünkü
hayatta önemli olan şey sanat manat değil, aslında gurur. Pek çok insan gururlu
ve mağrur oldukları için Avrupa'da sanatçı oluyor. Çünkü orada sanatçıya
muslukçu, zanaatkar gibi değil, çok özel biriymiş gibi davranıyorlar. Ama sen,
burada hem ressam olup hem de aynı gurura sahip olabilecek misin? Resimlerini
bu işlerden hiç anlamayan bu insanlara kabul ettirebilmek, satabilmek için
devlete, zenginlere, daha da kötüsü, cahil gazetecilere yaltaklanmak zorunda
kalacaksın. Yapabilecek misin bunları?"
Öfkemin, hiddetimin içinde beni kendimin dışına atan başdöndürücü bir
hayatiyet hissettim; derinliği bana bile hâlâ şaşırtıcı gelen bir hırs duyuyor,
evden çıkıp sokaklarda koşmak istiyordum. Aynı anda annemle birkaç dakika
daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız
kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı
vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum.
Bacaklarım beni kırık dökük kaldırımlı, sönük ya da solgun lambalı, parke taşı
kaplı, dar ve hüzünlü sokaklara götürecek, oralarda bu kederli, pis ve yoksul
yerlere ait olmanın sapık mutluluğuyla ve bir gün büyük bir şey yapma azmi ve
hayalleriyle uzun uzun yürüyecek ve gözlerimin önünden oyun oynar gibi geçen
resimlere, kurgulara, hayallere, sefil ama hırslı olma mutluluğuyla bakacaktım.
"Flaubert de bütün hayatı boyunca annesiyle bir evde oturmuş!" diye devam etti
annem kâğıtlarını dikkatle açarken, beni daha da öfkelendiren yarı şefkatli, yarı
küçümseyici bir havayla. "Ama senin bütün hayatını benimle aynı evde
pinekleyerek geçirmeni istemem. Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan
sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını annesinin karşısında
geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik. Yalnızca bir
ressam olmaya çalışırsan mutsuz olursun, biliyorsun bunu. Bir mesleğin, sana
güven verecek, para kazandıracak bir işin olursa, inan bana, resim yapmaktan
da daha çok zevk alacaksın."
Mutsuzluk, öfke ve keder anlarında niye gece yarısı şehir sokaklarında
yürüyeceğimi hayal etmekten hoşlanıyordum? Niye İstanbul'un turistlerin
sevdiği, kartpostallara basılan o günlük güneşlik manzaralarını değil de yarı
karanlık arka sokaklarım, akşamüstlerini, soğuk kış gecelerini, solgun sokak
lambalarının ışığı altında hayal meyal seçilen yarı gölge insanlarını ve artık
herkesin unutmakta olduğu parke taşlı manzaralarını ve tenhalığını
seviyordum.
"Mimar olmazsan, başka bir iş kurup para kazanmazsan zenginlerin, güçlülerin
eline bakarak yaşayan o zavallı Türk sanatçıları gibi kompleksli, huzursuz biri
olursun, anlıyor musun oğlum. Sen de biliyorsun ki, hiç kimse bu ülkede yaptığı
resimlerle geçinemez. Sürünürsün, küçümsenirsin, aşağılanırsın ve bütün
hayatın kompleksler, huzursuzluklar ve alınganlıklarla geçer. Yakışır mı bunlar
senin gibi akıllı, güzel, içi hayat dolu birine?"
Beşiktaş'a inince, dolmuşa binmek yerine, Dolmabahçe Sarayı'nın duvarı
boyunca stadyuma kadar yürürüm, diye kuruyordum içimden. En azından yirmi
metre yüksekliğindeki, taşları yosun tutmuş, kararmış, kalın ve eski saray
duvarı boyunca çınar ağaçlarının arkasında geceleri yürümekten hoşlanıyordum.
Öfke anlarında alnımda atışları şiddetlenen damar gibi içimde büyüyen enerjiyi
Dolmabahçe'de hissedersem, on iki dakikada yokuş yukarı Taksim'e çıkarım,
dedim kendi kendime.
"Çocukken, en kötü günümüzde bile, her zaman gülümseyen, neşeli, sevimli,
iyimser, ne şeker bir çocuktun. Seni her gören gülümserdi. Yalnız sevimli
olduğun için değil, kötülük, kötümserlik nedir bilmeyen, canı hiç sıkılmayan, en
fena zamanda kendi kendine hayaller kurup mutlulukla oynamayı bilen, iyimser
bir çocuk olduğun için de. Böyle birinin, zenginlerin eline bakan, mutsuz, dertli
bir sanatçı olmasına, annen olmasaydım bile razı olamazdım. Bu yüzden bu
dediklerime hiç alınmamanı, beni dikkatle dinlemeni istiyorum."
Taksim'e çıkarken Galata'nın ışıklar içindeki yarı karanlık manzarasına bir
bakış atacak, sonra Beyoğlu'na çıkacak, İstiklal Caddesi'nin girişindeki kitap
tezgâhlarında üç-beş dakika oyalanacak, sonra açık televizyonun ve içerideki
kalabalığın gürültüsüyle inleyen birahanelerin birinde votkalı bir bira içerken,
içerideki herkes gibi sigara tüttürecek (etrafta ünlü bir şair, yazar, sanatçı var
mı diye bakınacak) bütün bu bıyıklı erkek kalabalığının içinde meraklı ve tek
başına (ve çocuk yüzlü) bir genç olmamın dikkatleri çektiğini hissedince kapıdan
çıkıp gecenin içine karışacaktım.
Anacaddede biraz yürüdükten sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında,
Çukurcuma'da, Galata'da, Cihangir'de, ıslak kaldırımlarda yansıyan sokak
lambalarının ve televizyonların ışıklarım seyrederek arada bir durup, bir eskici
dükkânının, sıradan bir bakkalın vitrin olarak kullandığı buzdolabının ya da
çocukluğumdan kalma bir reklam mankenini hâlâ sergileyen bir eczanenin
vitrinine bakarken aslında ne kadar da mutlu olduğumu farkedecektim.
Şimdi evde annemi dinlerken içimde hissettiğim başdöndürücü, güzel ve saf öfke,
bir saat sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında -yoksa Üsküdar'ın ya da Fatih'in
arka sokaklarına mı gitseydim-üşüyerek yürürken bütün geleceğimi ışıl ışıl
parlatan bir hırsa dönüşecekti. O zaman biradan ve uzun uzun yürümekten
hafifçe sersemlemiş kafamda şehrin kirli, karanlık ve hüzünlü sokaklarının çok
sevdiğim eski bir film gibi titreştiğini hissetmek beni öylesine mutlu edecekti ki,
bu harika anları saptamak, saklamak -tıpkı çok sevdiğim bir meyveyi ya da
küçük bilyeyi ağzıma alıp saatlerce orada saklamak gibi bir duyguydu bu- boş
sokaklardan eve dönüp, masama oturup kâğıt-kalemle birşeyler yazıp çizmek
isteyecektim.
"Şu duvardaki resmi babanla evlendiğimizde Nerminler hediye ettiler bize. Onlar
evlenince biz de onlara hediye almak için babanla ünlü ressamın evine gittik.
Türkiye'nin en ünlü ressamının, resim almak için kapısını birileri en sonunda
çaldı diye ne kadar sevindiğini, bu sevincini gizlemek için ne pozlar yaptığını ve
biz elimizde resim çıkarken yerlere kadar eğilip nasıl temennalarla selamlar
verdiğini görseydin, bu ülkede ressamdı, sanatçıydı hiç olmak istemezdin oğlum.
Bu yüzden bu insanlardan, oğlumun ressam olmak için okuldan kaçtığını
saklıyorum.
Boş kafalı dediğin o insanlar bir gün satın alsınlar diye resim yapabilmek için
senin bütün hayatını, geleceğini karartıp okulu bıraktığını öğrenirlerse, babanı
ve beni küçümseme zevki için, bahşiş verir gibi bir-iki resim satın alırlar senden,
belki acırlar, biraz para da verirler. Ama asla bir sanatçıya kızlarını vermezler.
Resmini yaptığın o şeker kızın babası, kızının sana âşık olduğunu öğrenir
öğrenmez onu niye apar topar hemen İsviçre'ye yolladı sanıyorsun? Bu fakir
ülkede, bu iradesiz, zayıf ve cahil insanlar arasında, ezilmeden hak ettiğin gibi
yaşayabilmen için kendi işin, zenginliğin olmalı ki, başını dik tutabilesin.
Mimarlığı sakın bırakma oğlum, yazık olur sana. İkide bir sözünü ettiğin o Le
Corbusier, bak ressam olmak istemiş, ama mimarlık da okumuş."
Beyoğlu'nun sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla
kafamın içinde, neon lambaları gibi yanıp sönüyordu. Bazı öfke ve aşırı duyarlık
anlarında hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici,
kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan
almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı
açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra
gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından birşeyler
çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum.
"Ressam olmayacağım," dedim. "Yazar olacağım ben."
2002-2003
ARKA KAPAK
"Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor,
içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes
gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi
güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen
bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... Herkesin kafayı fazla takmadan
yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra
da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?"
Pamuk çocukluk ve gençliğini anlatıyor...
Yazarın kendini "ben" olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine
yönelen hikâye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak İstanbul sokaklarına
açılıyor. Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950'lerin İstanbul sokaklarım,
parke taşı kaplı caddeleri, yanıp yıkılan ahşap konakları, eski bir
kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin
doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk'un ruhsal dünyasının oluşumunu bir
dedektif romanı okur gibi hızla izliyoruz... Bu özgün ve benzersiz eserde, okurken
elden bırakamadığımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var.
Orhan Pamuk'un, Ara Güler başta olmak üzere İstanbul'un büyük
fotoğrafçılarının çektiği on binlerce kareden ve kendi kişisel albümünden seçtiği
fotoğraflar hikâyeye eşlik ediyor.