İstanbul Hatıralar ve Şehir - 25 - 37

25
BATILI GÖZLER ALTINDA 
Hem kişi olarak, hem de cemaat olarak hepimiz yabancıların, 
tanımadıklarımızın hakkımızda ne düşündüğü ile bir dereceye kadar dertleniriz. 
Bu dertlenme bize acı çektirecek, gerçek ile ilişkimizi bulandıracak, gerçeğin 
kendisinden daha önemli olacak boyutlara varırsa, bizim için sorunlu demektir. 
Batılı gözlerin şehrimde gördükleriyle benim ilişkim -pek çok İstanbullu gibi- so-
runludur ve şehrin bir gözünü Batı'ya dikmiş bütün yazarları gibi benim de bu 
konularda kafam zaman zaman karışır. 

Gazete ve dergilerin yardımıyla İstanbulluların da benimseyeceği bir şehir 
imgesini ve edebiyatını Yahya Kemal ile birlikte ilk defa geliştirecek olan Ahmet 
Hamdi Tanpınar, tıpkı Yahya Kemal gibi Nerval'in ve Gautier'nin İstanbul 
yolculuğu notlarım çok dikkatle okumuştu. Tanpınar'ın Beş Şehir adlı kitabının 
İstanbul kısmı, yirminci yüzyılda İstanbul üzerine bir İstanbullu tarafından 
yazılmış metinlerin en önemlisidir ve kısmen Nerval ve Gautier'nin yazdıklarıyla 
konuşa konuşa ve yer yer tartışa tartışa yazıldığı söylenebilir. 

Bu metnin bir yerinde Tanpınar, İstanbul'a gelmiş Fransız yazar ve siyasetçisi 
Lamartine'in Padişah Abdülmecit'in çok "itinalı bir portresini" çizdiğini 
belirttikten, Lamartine'in Türkiye Tarihi'nin (dedemin kütüphanesinde 8 ciltlik 
şık bir kopyası vardı) Abdülmecit'in parasıyla yazdırılmış olabileceğini ima ettik-
ten sonra Nerval ve Gautier'nin Abdülmecit'e olan ilgilerinin çok daha hafif 
olduğunu, çünkü gazeteci oldukları için onların "önceden hükmünü vermiş" 
Batılı okurun beklentilerine seslenmek zorunda olduklarını hatırlatır. 
Gautier'nin (ya da İstanbul'a geldikten hemen sonra bunu yapmaya başlayan 
Batılı gezginlerin) padişahın haremindeki kadınları düşlemesini ve kendi 
yanındaki İtalyan kadına padişahın bir göz atmasıyla övünmesini Tanpınar 
"hafifmeşrep" bulur, ama bu yüzden de Gautier'e kızmamamız gerektiğini söyler: 
çünkü "harem mevcuttu". 

Bu küçük notta ve uyarıda, Batılı gözlemcinin şehirde gördüğü şeylerden aşırı 
huzursuz olan okumuş yazmış İstanbullunun bütün ikilemleri vardır. Bir yandan 
Batılılaşma yüzünden, Batılı yazarın değerleri ve hükmü İstanbullu okur için 
aşırı önemli hale gelmiştir, bir yandan da ve bu yüzden de Batılı gözlemcinin her-
hangi bir konuda ölçüyü kaçırması o yazarı ve temsil ettiği Batı kültürünü 
tanımakla övünen İstanbullu okurun kalbini hemen kırar. Üstelik "ölçüyü 
kaçırmanın" ne olduğu da hiç bilinmez. Çoğunlukla insanlar gibi şehirlerin de 
karakterini yapan şeyin "ölçüyü kaçırma" ya da dışarıdan bakan gözlemcinin 
bazı şeyleri ölçüyü kaçırarak fazla gözlemlemesinden ibaret olduğu hep 
unutulur. Bir örnek: Batılı gözlemci İstanbul'da mezarlıkların şehrin gündelik 
hayatına girişini, bence "ölçüyü kaçırarak" gözlemler. Ama Flaubert'in de 
farkettiği gibi, daha sonra Batı etkisiyle yok edilecek bu nitelik şehrin o zamanki 
önemli bir özelliğidir de. 

Batılılaşma ile birlikte, eş zamanlı olarak Türk milliyetçiliğinin de yükselmesi bu 
ilişkiyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. On sekizinci yüzyılın ikinci 
yarısı ve on dokuzuncu yüzyılda İstanbul'a adım atan Batılı gözlemcilerin 
vazgeçilmez konuları olan harem, esir pazarı (Mark Twain'in esir pazarındaki en 
son hasat Çerkez ve Gürcü kızlarının cins ve fiyatlarının büyük Amerikan 
gazetelerinin borsa sayfalarında nasıl yer alacağı yolunda alaycı bir fantezisi 
vardır), dilenciler, hamalların sırtındaki inanılmaz yük (çocukluğumda, 
sırtlarında metrelerce yükseklikte teneke yığınları, Galata Köprüsü'nde 
yürürken gördüğüm ve korktuğum hamalların Avrupalı turistlerce 
fotoğraflarının çekilmesi hepimizi huzursuz ederdi, ama aynı konuyu İstanbullu 
bir fotoğrafçı, [mesela Hilmi Şahenk] fotoğraflayınca kimse huzursuz olmaz), 
derviş tekkeleri (Nerval'in tanıdığı bir paşa, Fransız misafirine oralarına bu-
ralarına şişler batıran Rufai dervişlerinin "deli" olduklarım, boşu boşuna onların 
tekkelerine gitmemesini öğütler) ve kadınların kapalılığı aynı zamanda 
Batılılaşmış İstanbullularca da eleştiri konusu yapılan şeylerdi. Ama aynı 
eleştiriler ünlü bir Batılı yazarın kaleminden okununca, çoğu zaman 
beklenmedik kalp kırıklıklarına ve milliyetçi tepkilere yol açar. 

Bu aşk ve nefret ilişkisinin hiç bitmemesinin bir nedeni de Batılılaşmacı 
aydınların Batı'dan onay alma, Batılılar gibi olduklarını Batı'nın en seçkin 
kalemlerinden ve yayın organlarından işitme hırsıdır. Oysa Pierre Loti gibi 
yazarlar da aslında tam tersi bir nedenden İstanbul'u ve Türkleri çok 
sevdiklerini hiç saklamazlar: Batılılara benzemeyen, Doğulu, "egzotik" yanlarını 
korudukları için. Pierre Loti Batılılaştıkları, geleneksel karakterlerini 
kaybetmeye başladıkları için İstanbulluları eleştirirken, onu Türkiye'de sevip 
okuyanlar da Batılılaşan küçük bir azınlık içinden çıkar. Ama Pierre Loti'nin 
iyice şekerlenmiş egzotik romanlarının ve yazılarının dünyasıyla, Batılılaşmış 
İstanbullu okurlar uluslararası siyasi sorunlar çıktığı zaman çok gerekli olan bir 
"Türkseverlik" noktasında buluşurlar. 

Andre Gide'in 1914'teki Türkiye yolculuğunu anlattığı anılarında ise bu her 
derde çare "Türkseverlik" de yoktur. Tam tersi Gide, Türklerden hiç 
hoşlanmadığını, üstelik millet kelimesini değil de yavaş yavaş moda olan ırk 
kelimesini kullanarak açıklar: Bu ırk, giydiği berbat kıyafetlere müstehaktır! 
Türkiye yolculuğunun ona Batı medeniyetinin, hatta Fransa'nın ne kadar üstün 
olduğunu hatırlattığım övünerek yazar. Yayımlandığında, başta Yahya Kemal 
olmak üzere dönemin önde gelen Türk yazarlarını çok gücendiren bu laflara, 
böyle durumlarda günümüzde yapıldığı gibi popüler Türk basını, gazete ve 
dergilerde cevap yetiştirmemiş, İstanbullu Türk aydınları hakaretleri milletten 
sır gibi saklayıp, için için üzülmüşlerdi. Bunun bir nedeni Batılılaşmış aydınların 
Gide'in hakaretlerine gizlice hak vermeleriydi elbette. Gide'in Türklerin kıya-
fetlerini aşağılayan yazılarının kitap olarak yayımlanışından bir yıl sonra, en 
büyük Batılılaşmacı Atatürk, kıyafet devrimi yaparak Batılı olmayan bütün bu 
kıyafetlerin giyilmesini yasakladı. 

Batılı gözlemcinin şehri derin bir şekilde eleştirip aşağılayan yazısını ona 
katılarak okumak isteği bende de vardır ve bu tür yazıları okumak İstanbul'un 
ne güzel, ne tuhaf, ne harika ve kendine özgü bir yer olduğunu tekrarlayıp duran 
Pierre Loti gibi yazarları okumaktan daha zevklidir. Sorun, çoğu zaman yerlerin. 

manzaranın güzelliği, insanların canayakınlığı, hatta Batılı gezgine gösterilen 
itibar değil, yazarın şehirden, okurun da şehir yazısından ne beklediğinde 
düğümlenir. On dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren Fransız-İngiliz 
edebiyatında hep aynı temalar ve konularla zenginleşen bir İstanbul imgesi 
ortaya çıktı. Derviş tekkeleri, yangınlar, mezarlıkların güzelliği, saray ve harem, 
dilenciler, sokak köpekleri, içki yasağı, kadınların gizlenmesi, şehrin esrarı, 
Boğaz'a bir yolculuk ve manzaranın ve siluetin güzelliği gibi konularda hepsi 
birbirlerinden etkilenen ve kimi zaman aynı yerlerde kalıp aynı rehberlerle 
gezdirilen bu yazarlar İstanbul'da daha önceden okudukları şeyleri buldukları 
için bir hayal kırıklığına uğramıyorlardı. 

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöken ve Avrupa'ya göre geri kalan bir devlet 
olduğunu yavaş yavaş sezen bu yeni kuşak Batılı gezginler, önceki yüzyıllarda 
merak konusu olan Osmanlı ordusunun gücünün sırrı, devlet aygıtının 
bilinmeyen incelikleri gibi konularla fazla ilgilenmiyor, şehri ve insanlarını 
eskiden olduğu gibi korkutucu, erişilmez ve anlaşılmaz bulmak yerine tuhaf, 
eğlenceli ve turistik olarak görmeyi öğreniyorlardı. Zaten ta İstanbul'a kadar 
gelmiş olmak bile onlar için yeterince bir başarı ve eğlenceydi ve geldikleri yerde, 
kendileri gibi başka Batılı yazarların gördüklerini görüp yazmak, bu yazarlara 
yolculuklarının zaferi olarak gözüktüğü için, hiçbirinin hayal kırıklığına 
uğramaya niyeti yoktu. 

Buharlı gemilerin ve demiryollarının İstanbul'u Batı'ya yaklaştırması, bir anda 
kendini İstanbul sokaklarında bulan Batılı gezgine neden buraya geldiğini, bu 
berbat yerde ne işi olduğu sorusunu kendi kendine sorma lüksünü ve zevkini 
vermeye başladı. Züppelikle bilgisizliğin, yaratıcı cesaretle dürüstlüğün 
buluştuğu bu noktada Andre Gide gibi "kültürlü" gezginler, kültürlerin 
farklılığını, törelerin ve geleneklerin tuhaflığını ya da ülkenin ve kültürün yapı-
sal özelliklerini anlamaya çalışmak yerine, gezginin İstanbul'da eğlenme, 
oyalanma, mutlu olma hakkını talep etmeyi keşfettiler. Şehir hakkında ilginç bir 
şey söyleyemiyorsa, kendisini değil, İstanbul'u sıkıcı ve özelliksiz ilan edecek 
kadar kendine güveni olan bu son dönemin turist yazarları Batı medeniyetinin 
askeri ve ekonomik zaferlerinin en "eleştirel" Batılı aydınlara bile 
saklayamadıkları bir gurur ve güven verdiğini, artık onların da Batı'nın bütün 
insanlık için bir ölçü olduğuna içtenlikle inandıklarını gösterir. 

Bu yazarlar ve sonrakiler İstanbul'a olan egzotik ilginin iyice azaldığı bir 
dönemde ortaya çıktılar. Bu ilgisizliğin nedeni, Batılılaşma ve Atatürk 
devrimlerinin yasaklamaları sonucu harem, derviş tekkeleri, padişah gibi pek 
çok turistik unsurun ahşap evlerle birlikte yok olması ve Osmanlı 
İmparatorluğu'nun yerini Batı'yı taklit eden küçük Türkiye Cumhuriyeti'nin 
almasıydı. Kimsenin İstanbul'a gelip birşeyler yazmadığı, yerel gazetecilerin 
İstanbul Hilton Oteli'ne gelen her yabancı ile röportaj yaptığı bu dönemin 
sonunda, 1985'te Rus-Amerikan şairi Joseph Brodsky New Yorker dergisinde 
"Bizans'tan Kaçış" adlı uzun bir yazı yayımladı. 

Şair Auden'in İzlanda hakkında yazdığı alaycı ve her şeyi küçümseyen bir 
yazının edasından etkilenen Brodsky, yazısının başında özür dileyen bir havayla 
İstanbul'a geliş (uçakla) bahanelerini uzun uzun sayar. O sırada şehirden çok 
uzakta olduğum ve İstanbul hakkında iyi birşeyler okumak istediğim içi. 

alaycılığıyla benim de kalbimi kıran bu yazıda, gene de Brodsky'nin İstanbul için 
"Burada her şey ne kadar yıllanmış," deyişini severim. "Eski değil, köhne değil, 
kadim, hatta moda dışı da değil, yalnızca yıllanmış!" diye ısrar etmişti ve 
haklıydı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp gidince ve Türkiye Cumhuriyeti ne 
olduğuna da karar veremediği kendi Türklüğünden başka bir şey göremeyip 
dünyadan kopunca İstanbul eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı günlerini 
kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-
beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüştü. 

Benim çocukluğum ve gençliğimin İstanbul'u şehrin kozmopolit yapısının hızla 
kaybolduğu bir yerdi. Gautier, aynı gözlemi yapan başka pek çok gezgin gibi 
1852 yılında, doğumumdan yüz yıl önce İstanbul sokaklarında aynı anda Türkçe, 
Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce (ve son ikisinden daha çok da 
Ladino diye eklemeliydi) konuşulduğunu ve bu "Babil kulesinde" pek çok kişinin, 
aynı anda bu dillerin birkaçını birden konuştuğunu gözlemledikten sonra, çoğu 
Fransız gibi Fransızcadan başka bir dil bilmediği için biraz utanır. Türkiye 
Cumhuriyeti kurulduktan sonra fethin sürmesi, İstanbul'un Türkleştirilmesinin 
şiddetlenmesi ve şehirde devletin yaptığı bir çeşit etnik temizlik bütün bu dilleri 
kuruttu. Bu kültürel temizliğin çocukluğumdan aklımda kalan bir parçası, 
sokaklarda yüksek sesle Rumca, Ermenice (Kürtler zaten etrafta dilleriyle pek 
görülmezdi) konuşanları "Vatandaş, Türkçe konuş!" diye susturmaktı. Sağda 
solda asılı böyle tabelalar da vardı. 

Batılı gezginlerin zaman zaman güven duyulmaz da olan seyahat yazılarına olan 
merakım yalnızca bir aşk ve nefret ilişkisinden ya da karmaşık bir acı çekme ve 
onaylanma isteğinden kaynaklanmıyordu. Sokaklarda yanlış şeyler yapan 
İstanbulluları eleştiren bir avuç şehir mektupçusunu ve ayrıntılı devlet 
belgelerini bir yana bırakırsak, yirminci yüzyılın başına kadar, İstanbullular 
İstanbul hakkında pek az şey yazmışlardı. Şehrin sokaklarının, atmosferinin, 
havasının, günlük hayat ayrıntılarının bir bütün olarak tasviri, günün her 
anında şehrin nasıl soluk alıp verdiğinin, nasıl koktuğunun kayda geçirilmesi, 
ancak edebiyatla yapılabilecek bu iş yüzyıllar boyunca hep Batılı gezginler 
tarafından yapıldı. 

Tıpkı 1850'lerde İstanbul sokaklarının nasıl gözüktüğünü ve kimin hangi 
kıyafetlerle gezindiğini bilebilmek için Du Camp'ın fotoğraflarına ya da Batılı 
ressamların gravürlerine bakmak gerektiği gibi, bütün hayatımı geçirdiğim 
sokaklarda, caddelerde, meydanlarda yüz yıl önce, iki yüz yıl önce, dört yüz yıl 
önce neler olup bittiğini, hangi meydanın yerinde eskiden boş bir arazi, hangi boş 
arazinin olduğu yerde de eskiden sütunlu bir meydan olduğunu, buralarda nasıl 
yaşandığını da (Osmanlı arşivlerinin labirentlerinde yıllar geçirmeyeceksem) 
ancak Batılı gezgin yazarların sayfalarında okuyabilirim. Onların çoğunun 
dikkati de egzotik ve pitoresk olana yöneliktir. 

Walter Benjamin "Flâneur'ün Geri Dönüşü" adlı bir yazısında Franz Hessel'in 
Berlin'de Yürüyüşler adlı kitabını tanıtırken, "Eğer şimdiye kadar yapılmış şehir 
tasvirlerini yazarlarının doğum yerlerine göre ikiye ayırırsak," der, "o şehirde 
doğup büyümüş yazarların yazdıkları çok azınlıkta kalır." Benjamin'e göre şehre 
dışarıdan gelen ve çoğunlukta olanları heyecanlandıran şey, egzotik ve pitores. 

görüntülerdir. Orada doğup büyümüş olanların kendi şehirlerine ilgisi ise her 
zaman kendi hatıralarıyla karışır. 

Benim özel konumum, Batılılaşma sonucu İstanbullu okurların ve yazarların, (ve 
belki de artık bütün dünyanın kaçınılmaz olan Batılılaşması sonucu) dünyanın 
Batı dışındaki bütün şehirlerinde yaşayanların çok da özel olmayan konumudur. 
Yaşadığım şehrin benden önceki kuşaklara nasıl gözüktüğünün, yani İstanbul 
hayatının günlüğünü ve hatıra defterini yabancılar tutmuştur. 

Belki de bu yüzden Batılı gezginlerin şehir hakkında yazdıklarını, bazan bunlar 
bir başkasının egzotik düşü değil de kendi hatıralarımmış gibi okurum. Ayrıca, 
benim farkettiğim, ama başka kimse sözünü etmediği için farkettiğimi 
farketmediğim bir şeyi, Batılı gözlemcinin hissedip yazması hoşuma gider hep. 
Dubalar üzerindeki çocukluğumun Galata köprüsünün yük altında hafif hafif 
sallanışını Knut Hamsun'un farketmesi ya da Hans Christian Andersen'in 
mezarlıklardaki servilerin "karanlık" olduğunu yazması bu türden gözlemlerdir. 
İstanbul'a bir yabancı gibi bakmak benim için her zaman zevkli ve cemaat 
duygusu ve milliyetçiliğe karşı da özellikle gerekli bir alışkanlıktır. Bazan 
gerçekçilikle anlatılan harem ya da tasvir edilen kıyafet ve töreler benim 
hayatıma o kadar uzak gelir ki, anlatılanın düş olmadığını bilsem de, bunlar 
benim değil, bir başkasının şehrinin geçmişiymiş gibi gelir bana. Batılılaşma 
bana ve milyonlarca İstanbulluya kendi geçmişlerini "egzotik" bulma zevki 
vermiştir. 

Şehri her biri başka çeşit çeşit bakış açısından görmek onunla ilişkimi canlı tutar 
diye kandırırım kendimi. Bazan kendi evimden başka hiçbir yere gitmediğimi, 
İstanbul'da bir yerde beni sabırla bekleyen öteki Orhan'ı bile aslında aramaya 
çıkmadığımı kendime söyleyip bunun kafamı kemikleştireceğini, bir şehre bu 
kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm. 
O zamanlar şehre bakışımda Batılı gezginlerin kitaplarını okuya okuya 
edindiğim bir yabancılık olduğunu da düşünerek kendimi teselli ederim. Bazan 
şehrin hiç değişmeyen bazı ana caddeleri ve arka sokakları, yıkılmakta olan 
ahşap evleri, seyyar satıcıları, boş arsaları ve hüznü hakkında bir Batılı 
gözlemciden okuduklarım bana kendi hatıralarımmış gibi gelir. 

Bunda İstanbul'un, nüfusunun benim hayatım boyunca on misline çıkmasının, 
bazı caddelerin, meydanların hiç değişmemelerine rağmen, kalabalıklar 
yüzünden sanki başka mekânlara dönüşmesinin elbette payı vardır. Şehrin 
tenha ve boş olduğu zamanları özlerim hep. 

Batılı gezginlerin kendi kuruntularını ya da Doğu'ya ilişkin hayallerini 
İstanbul'a yakıştırmalarında, şehir hiçbir zaman Batı sömürgesi olmadığından, 
İstanbullular için hiçbir zarar yoktur. Sözgelimi Gautier'de, Türklerin yangının 
felaketleri karşısında gözyaşı dökmediklerini, böyle durumlarda çok ağlayan 
Fransızların tersine vakur davrandıklarını, çünkü kaderci olduklarını okursam, 
bu görüşe hiç hak vermesem de çok büyük bir haksızlığa uğradığımı düşünmem. 
Ama bu akla inanacak Fransız okurlarının İstanbulluların yüz elli yıldır neden 
hüzün duygusundan kurtulamadıklarını anlayamayacaklarını hissederim. 
Batılı gezginlerin İstanbul hakkında yazdıklarının asıl acı verici yanı, bazıları 
çok parlak yazarlar olan bu gözlemcilerin şehrin ve İstanbulluların özelliği diye 
abartarak sözünü ettikleri şeylerin, kısa bir süre sonra İstanbul'dan yok 
olduğunu farketmektir. Çünkü Batılı gözlemciler, İstanbul'da Batılı olmayan 
"egzotik" şeyleri görüp yazmayı seviyor, şehre hâkim olmaya çalışan 
Batılılaşmacı hareket de bu özellikleri, kurumları, gelenekleri Batılı olmaya 
engel oluyor diye kısa sürede dağıtıp yok ediyor. İşte küçük bir liste: 
On dokuzuncu yüzyıla kadar Batılı gezginlerin hakkında en çok yazdıkları 
şeylerden biri olan Yeniçeri Ordusu dağıtıldı önce. Bir diğer Batılı gezgin merakı 
olan esir pazarı da hakkında çok yazıldıktan sonra yok oldu. Batılı gözlemcilerin 
çok sevdiği oralarına buralarına şişler sokan Rufai dervişlerinin ve Mevlevilerin 
tekkeleri de, Cumhuriyet ile birlikte kapatıldı. Batılı ressamların o kadar çok 
resmettiği Osmanlı kıyafetleri de Andre Gide'in şikâyetinden kısa bir süre sonra 
bırakıldı. Harem de Batılı yazarların çok sevdiği bir konuydu, artık yok. 
Flaubert'in sevgili arkadaşına onun adını çarşıdaki hattatlara yazdıracağını 
söylemesinden yetmiş beş yıl sonra bütün Türkiye Arap alfabesinden Latin 
alfabesine geçti ve bu egzotizmin zevki de bitti. Bütün bu kayıplardan 
İstanbullular için bence en ağır olanı bahçelerin, meydanların, günlük hayatın 
içine sokulmuş olan mezarların ve mezarlıkların da Batılılaşma adına hapishane 
duvarlarına benzer yüksek duvarlarla çevrili, servisiz, ağaçsız, manzarasız 
korkunç yerlere taşınmasıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca da turistlerin çok ilginç 
bulduğu sırt hamalları ve mesela Joseph Brodsky'nin dikkat ettiği eski Amerikan 
arabaları da, haklarında çok yazıldıktan sonra kısa sürede yok oldular. 
Bütün bu "Batılı gözlemci-yok oluş" sürecini iki şey kırabildi. Birinci takım 
İstanbul'un arka sokaklarına hâlâ hükmeden köpek çeteleridir. Batı askeri 
disiplinine uymuyorlar diye Yeniçerileri yok eden II. Mahmut'un ikinci hedefi 
köpek çeteleriydi, ama başarısız oldu. Meşrutiyet'ten sonra Çingenelerin de 
yardımıyla yapılan bir başka "reform" hareketiyle, şehrin tek tek toplanıp 
Sivriada'ya sürülen köpekleri oradan gene zaferle dönmeyi bildiler. Bunun bir 
nedeni, İstanbul'un her sokağındaki köpek çetelerini çok egzotik bulan 
Fransızların, bu hayvanların hep birlikte Sivriada'ya tıkılmalarını daha da 
egzotik bulup bu konuda alaycılıkla -Sartre bile yıllar sonra Akıl Çağı adlı 
romanında bir şaka yapıyor- çok şey yazmaları da olabilir. 
Bu egzotizmin farkında olan İstanbullu kartpostalcı Max Fruchtermann 19. 
yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında yayımladığı bir dizi İstanbul manzarası 
arasında sokak köpeklerine de, tıpkı dervişler, mezarlıklar, camiler gibi bir 
kartpostallık yer ayırırdı hep. 
26
YIKINTILARIN HÜZNÜ: TANPINAR İLE YAHYA KEMAL KENAR MAHALLELERDE
Tanpınar ile Yahya Kemal İstanbul'un ücra, uzak ve fakir semtlerine birlikte 
uzun yürüyüşlere çıkarlardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Tanpınar bir kere tek 
başına gene aynı yerlerde, "Kocamustafapaşa ile surlar arasındaki o geniş ve 
fakir semtlerde" dolaşırken bu yürüyüşlerin kendisi için ne kadar öğretici 
olduğunu anlatır. Buralar Gautier'nin de 1853'te yürüyüp şehrin hüznünü içinde 
hissettiği yerlerdir. 

Tanpınar ile Yahya Kemal bu mahallelerde "mütareke yıllarında" yürümeye 
başlamışlardı. Nerval ve Gautier'nin şehre gelişi ile, bu iki Fransız arkadaş 
yazarın eserlerini hayranlıkla bilen, onların yolculuk kitaplarını, İstanbul 
hakkında yazdıklarını çok dikkatle okumuş bu en büyük iki Türk yazarın bu 
uzak mahallelerde yürüyüşü arasındaki yetmiş yılda, Osmanlı Devleti bütün 
Balkan ülkelerindeki ve Ortadoğu'daki topraklarım kaybede kaybede, küçüle 
küçüle yok olmuş, İstanbul'u besleyen gelir kaynakları kurumuş, özellikle 
Balkanlarda kurulan yeni devletlerin uyguladığı etnik temizlikten kaçan 
Müslüman göçmenlerin İstanbul'a akın akın gelmesine karşın yüzbinlerce kişi de 
Birinci Dünya Savaşı'nda öldüğü için şehrin nüfusu ve zenginliği artmamıştı. 

Tam tersi, bu yetmiş yılda Avrupa ve Batı çok büyük bir teknolojik ilerleme ve 
zenginleşme yaşarken İstanbul fakirleşmiş, dünyadaki gücünü ve çekimini 
kaybettiği için işsiz ve ücra bir kent olmaya başlamıştı. Ben çocukluğumu bir 
büyük dünya şehrinde değil, büyük ve yoksul bir taşra şehrinde yaşadığımı 
hissederek geçirdim. 

Tanpınar7in "Kenar Semtlerde Bir Gezinti" başlığıyla anlattığı kendi yürüyüşü 
ve daha çok da Yahya Kemal'le beraber yaptıklarından söz ettiği yürüyüşlerde 
yalnızca fakir ve ücra İstanbul'a, kenar mahallelere gitmek değil, Türkiye ve 
İstanbul'un dünyada fakir ve ücra bir yer olmasına ruhsal bir hazırlık da vardır. 
Kenar semtlerin bir manzara olarak keşfi, Türkiye'nin ve İstanbul'un da kenar 
mahalle olmasıyla ilgilidir. Tanpınar, benim de çocukluğumda bol bol gördüğüm 
yangın yerlerinden, harap eserlerden, yıkık duvarlardan söz eder. Sonra bu fakir 
ve yıkıntı mahallede "nasılsa ayakta kalmış büyük ve ahşap bir Hamit devri 
konağından" gelen kadın seslerine (eski alışkanlıkla "harem cıvıltısı" der 
Tanpınar) dikkat kesilir ama yazının kurduğu siyasi-kültürel programa uygun 
olarak bu seslerin Osmanlı'dan değil, "bir çorap fabrikasında ya da dokuma 
tezgâhında" çalışan fakir şehirli kadının modern çalışmasından geldiğini anlatır. 

Tanpınar7in "hepimizin çocukluğumuzdan beri tanıdığımızı" söylediği ve Ahmet 
Rasim'in herhangi bir sayfasında okuduğumuzu hatırlattığı ve bir köşesinde 
"küçük asma veya salkım çardaklı çeşmesi, güneşe serilmiş çamaşırı, çocuğu, 
kedisi köpeğiyle, mescidi ve mezarlığıyla" kenar mahalledir burası. Nerval ve 
Gautier okuyarak şehrin ücra mahallelerinden, yıkıntılardan, izbelerden ve şehir 
surlarının çarpıcı görüntüsünden öğrendiği melankoliyi, Tanpınar yerli bir hüzn. 

çevirir ve bu hüznü yerli bir manzaraya ve çalışan modern kadının hayatına 
ustalıkla taşır. 

Yaptığı şeyin anlamının tam ne kadar farkındaydı bilemeyiz. Ama kenar 
mahallelere, şehrin yıkıntılarına, unutulmuş boş sokaklarına "izbe" dediği 
yangın yeri, yıkıntı, imalathane, depo ve yıkılmakta olan ahşap konaklara özel 
bir güzellik ve anlam yüklemeye çalıştığının farkındaydı. Çünkü aynı yazıda 
şöyle der Tanpınar: 

"Bu harap semtlerin macerasını bir sembol olarak görüyordum. Bir şehrin sadece 
bir semtine bu yüzü verebilmek için ne kadar zaman ve ne kadar vaka, hadise 
lazımdı. Kaç fetih, kaç bozgun, kaç hicretle bu insanlar buralara gelmişler, hangi 
yıkılışlar ve yapılışlardan sonra bu görünüşü alabilmiştiler?" 

Şimdi, belki okurun da aklını kurcalayan şu soruya bir cevap verebiliriz: Osmanlı 
Devleti'nin yıkılışının, İstanbul'un Batı karşısında bir yandan kendi kimliğini 
kaybederken, bir yandan da fakir düşüşünün, bütün bu büyük kayıpların 
uyandırdığı melankoli-hüzün duygusu şehre bu kadar bağlı bu iki büyük yazarda 
niye Nerval tarzı bir içe çekilme, bu içe çekilmeye denk düşecek bir "saf şiir" 
(Yahya Kemal "halis şiir" derdi) arayışı yaratmadı? 

Nerval'in Aurelia'smda, aşkta kaybedince yükselen melankolinin, onun hayattaki 
diğer faaliyetleri "kaba saba oyalanmalar" düzeyine indirmesine neden olduğunu 
görüyoruz. Nerval, İstanbul'a melankolisini unutmak için gelmişti. (Farkına 
varmadan bu melankoliyi Gautier'nin şehre bakışına taşıdı.) Türk edebiyatının 
yirminci yüzyıldaki en büyük şairiyle en büyük romancısı olacak Yahya Kemal ve 
Tanpınar bu hüzünlü, ücra semtlerde dolaşırken sanki kaybettikleri şeyleri ve 
melankoliyi daha da fazla içlerinde duymak istiyorlardı. Niye? 

Siyasi bir amaçları vardı: İstanbul'un yıkıntıları içerisinde Türk milletini ve 
Türk milliyetçiliğini keşfetmek, büyük Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıldığını, 
ama onu yapan Türk milletinin (Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri ve 
diğer azınlıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle birlikte unutmaya hevesle 
hazırdılar) hüzünle de olsa ayakta durduğunu göstermek istiyorlardı. 

Ama Türk milliyetçiliği fikrini, milliyetçi olmaları gerektiğini öğrenir öğrenmez, 
güzellikten yoksun otoriter bir söylem kullanan milliyetçi Türk devletinin 
ideologları gibi değil, emir ve zordan uzak bir "güzellik" ile geliştirmek 
istiyorlardı. Yahya Kemal Paris'te Fransız şiirini ve edebiyatını tanıyarak on yıl 
geçirmişti ve Türk milliyetçiliğinin, ancak "Batılı gibi" düşünerek, bu milliyet-
çiliğe uygun Batı tarzı bir imgeyle "güzelleştirilerek" yapılabileceğini biliyordu. 

Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması, İstanbul'un 
Tanpınar'ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanındaki deyişiyle "esir şehir" 
olması, Boğaz'da, padişahın kaldığı Dolmabahçe Sarayı'nın önünde demirleyen 
İngiliz ve Fransız zırhlıları, İstanbul'un ve Anadolu'nun geleceğinde Türk 
kimliğinin öne çıkarılmadığı çeşitli siyasi tasarılar onları Türk milliyetçisi 
olmaya zorlamıştı. (İleriki yıllarda devletle ilişkilerini kolaylaştırarak onları elçi 
ve milletvekili yaptıracak bu zorunluluktan, milliyetçi olmaktan, 6-7 Eylül gibi 
Hıristiyanlık ve Batı karşıtı etnik şiddet olayları karşısında sessiz durmaktan 
şikâyetçi değildiler.. 

Anadolu'da Yunanistan ordusuna karşı savaş sürerken, savaşı, siyaseti ve 
askerleri çok da fazla sevmeyen Yahya Kemal Ankara'ya gitmemiş, Tanpınar'ın 
romanının başlığında ima ettiği gibi, İstanbul'da "sahnenin dışında" kalmış ve 
bir yandan geçmiş Türk zaferlerini anan şiirler yazarken, bir yandan da bir 
"Türk İstanbul" imgesi geliştirmeyi üzerine vazife edinmişti. 

Yahya Kemal'in başarıyla tamamladığı bu siyasi programının edebi yanı, Farisi 
edebiyattan devralınmış geleneksel şiir biçimleri ve ölçüleri (aruz) ile yazılıp 
konuşulan Türkçenin havasını ve edasını birleştirmek ve Türk milletini büyük 
zaferler kazanmış ve büyük eserler vermiş büyük bir millet olarak anlatmaktı. 
İstanbul'u milletin en büyük eseri olarak göstermesinin iki amacı vardı: Birinci 
Dünya Savaşı'ndan sonra, mütareke yıllarında eğer İstanbul bir Batı sömürgesi 
olacaksa, bu şehrin yalnız Ayasofya ve kiliselerle hatırlanan bir yer olmadığını, 
İstanbul'un "Türk" kimliğinin de göz önünde tutulması gerektiğini sömürgecilere 
anlatmak. Kurtuluş Savaşı'ndan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından 
sonra ise Yahya Kemal İstanbul'un Türklüğünün altını "yeni bir millet olmaya" 
çalışıldığı için çiziyordu. Her iki yazarın da İstanbul'un kozmopolit, çok dilli, çok 
dinli yanını görmezlikten gelen, İstanbul'un "Türkleştirilmesine" ideolojik destek 
veren "Türk İstanbul" adlı uzun makaleleri vardır. 

Tanpınar, yıllar sonra yazdığı bir yazıda "Biz acı mütareke senelerinde mazideki 
eserlerimize nasıl sarılmıştık!" diye hatırlar. Yahya Kemal de "İstanbul 
Surlarında" başlıklı bir yazısında, aynı yıllarda öğrencileriyle Topkapı 
tramvayına binip "Marmara'dan Haliç'e kadar kule kule, diş diş, göz alabildiğine 
giden surun yanından" yürüdüğünü, "yekpare düşmüş duvar kütlelerinin" 
üstünde oturup dinlendiğini anlatır. İstanbullun bir Türk şehri olduğunu ka-
nıtlamak için bu iki yazar "turistik" Batılı gözlemcinin altını çizdiği şehrin 
uzaktan gözüken siluetiyle, camiler ve kiliselerle yapılmış gölgesiyle 
yetinemeyeceklerinin farkındaydılar. 

Lamartine'den Le Corbusier'ye kadar bütün yabancı gözlemcilerin dikkat ettiği 
siluet (Ayasofya'nın da hâkimiyeti yüzünden) Türk İstanbul'un etrafında 
toplanabileceği "milli" bir imge değil, kozmopolit bir güzellikti. Yahya Kemal ve 
Tanpınar gibi milliyetçi İstanbulluların yenik, ezik, yoksul İstanbul'un 
Müslüman nüfusunu vurgulayacak, onun varlığını ve hâlâ kimliğini hiç 
kaybetmeden yaşadığını kanıtlayacak ve kayıp ve yenilgi duygusunu ifade 
edecek hüzünlü bir güzelliğe ihtiyaçları vardı. Bu yüzden kenar mahallelere 
yürüyüşlere çıktılar, şehirde yaşayan insanla eskinin, yıkıntının, geçmişin 
hüzünle buluştuğu güzel görüntüleri aradılar ve Gautier gibi gezginlerin yetmiş 
yıl önce keşfettiği (ve çok iyi okudukları) melankolik kenar mahalle 
manzaralarını buldular. Bütün milliyetçiliğine rağmen Tanpınar Batılı bir gezgin 
bakışıyla kimi zaman "pitoresk", kimi zaman da "peyzaj" dediği kenar 
mahallelerin geleneksel, bozulmamış ve Batı etkisine girmemiş bu yanını 
anlatmak için "haraptı, fakir ve biçareydi, fakat kendine göre bir hayatı ve 
üslubu vardı" diye yazmıştı. 

Parisli iki arkadaş şair-yazardan, İstanbullu iki arkadaş şair-yazarın Osmanlı 
Devleti'nin yıkıldığı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllarda 
etkilenmesinin milliyetçilik, yıkım, Batılılaşma, şiir, manzara gibi iplerle teker 
teker örülmüş hikâyesini düğüm düğüm anlatmaya çalıştım. Bazan ipler. 

birbirine istemeden dolayarak ortaya çıkarmaya çalıştığım bu hikâyenin 
sonunda İstanbulluların dana sonra yaygınlaştırarak benimseyecekleri bir fikir, 
bir hayal çıktı ortaya. İlk kaynağını şehir surlarında ve civarında ıssız, izbe ve 
yoksul mahallelerden alan bu hayale "yıkıntıların hüznü" demek, bu hüznün en 
iyi hissedildiği şehir manzaralarına da, dışarıdan bakan birinin bakış açısıyla 
(Tanpınar gibi) pitoresk demek uygun olacak. İlk olarak pitoresk manzarada bir 
güzellik olarak keşfedilen hüzün, İstanbulluların kayıp ve yoksullaşma yüzünden 
daha yüz yıl yaşayacağı hüzne denk düşüyordu. 
27
KENAR MAHALLEDE PİTORESK 
İngiliz sanat tarihçisi ve yazar John Ruskin, The Seven Lamps of Architecture 
(Mimarlığın Yedi Lambası) adlı kitabının "Hafıza" kısmında pitoresk güzellik 
hakkında kafa yorarken, bu çeşit mimari güzelliğin niyet edilmiş, planlanmış asıl 
klasik güzellikten farklarından birinin onun "rastlantısallığı" olduğunu söyler. 
Etimolojik olarak "resim gibi" anlamına gelen pitoresk, bu bakış açısına göre, bir 
mimari manzarada, söz konusu yapıların tasarlanırken düşünülmüş güzellik 
neden ve merkezlerinden uzakta bir yerde belirir. Ruskin için bu yüzden pitoresk 
güzellik, bir eserin yapılmasından yüzyıllar sonra, onun etrafında beliren 
sarmaşıklar, otlar, bitkiler ve doğanın diğer uzantılarıyla (dalgalar, deniz, 
kayalar, hatta bulutlar da olabilir) kaynaşmasından oluşur. Bir binayı ilk 
yapıldığı şekilde ve görmemizin istendiği gibi değil, bambaşka bir açıdan ve 
tarihin bize dayattığı yeni perspektiflerden, bambaşka bir şekilde seyrederken 
ortaya çıkan rastlantısal güzelliktir söz konusu olan. 

Yani Süleymaniye Camii'ne, bütün hatlarını, kubbeden aşağı hacımların 
zarafetle inişini, yan kubbeciklerinin açılışını, duvarlarının ve boşluklarının 
oranını, ağırlık kulelerinin ve küçük kemerciklerinin bir müzik parçasında 
olacağı gibi çıkardığı karşı sesleri, yapının tepeye ve araziye oturuşunu, 
beyazlığının ve kubbelerindeki kurşunun sadeliğini içimde hissederek 
baktığımda bu güzellikten aldığım tat, pitoresk bir manzaradan alınan tat 
değildir. Çünkü yapılışından dört yüzyıl sonra da olsa, Süleymaniye Camii'ne 
bakarken, yapıyı hâlâ ilk yapıldığı bütünlük ve amaç içerisinde ve görülmesinin 
istendiği gibi seyrederim. İstanbul'un yalnız siluetinin değil, manzarasının gücü 
de Süleymaniye'den başka Ayasofya, Yavuz Sultan Selim, Beyazıt gibi şehrin 
kalbinde yer alan ve selatin camileri (sultan camileri) denen pek çok eski ve 
güçlü yapının hâlâ ilk yapıldıkları zamanki güzellik fikriyle ışıldamalarından 
kaynaklanır. Bu yapıların olsa olsa bir sokak aralığından ya da incir ağaçlarıyla 
kaplı bir yokuştan, denizin ışık oyunlarıyla bir parçası gözüktüğü vakit 
alacağımız tada, pitoresk bir güzellik diyebiliriz. 

Kenar mahallelerin İstanbulluya sunduğu güzellik ise, yıkıntı halindeki şehir 
surlarında ya da çocukluğumda olduğu gibi, Rumelihisarı'nın ya da 
Anadoluhisarı'nın duvarları ve kuleleri üzerinde otlar, yeşillikler, sarmaşıklar, 
hatta ağaçlar bittiği zaman belirir. Bu güzellik daha çok kenar mahalledeki kırık 
dökük bir çeşme, boyası dökülmüş yarı harap eski bir konak, yüz yıllık bir 
gazhane binasının yıkıntıları, yarı yıkık bir cami duvarı, iyice eskiyerek 
siyahlaşmış ahşap duvarlarla sarmaşıkların, çınar ağaçlarının özel 
birleşimlerinde, rastlantısal olarak ortaya çıkar. 

Benim çocukluğumda arka mahallelerde yapılan herhangi bir gezinti, durup res-
me bakar gibi insanda bakma isteği uyandıran bu çeşit "pitoresk" güzellikleri o 
kadar çok gösterirdi ki, bunlara bir noktadan sonra rastlantısal demek de yanlış 
olurdu: Bugün çoğu yok olmuş bütün bu hüzünlü yıkıntılar benim çocukluğumda 
İstanbul'un ruhuydu. Ama yıllar sonra, o zamanlar şehrin ruhu olduğun. 

söyleyebildiğim şeyin "keşfedilmesi", güzel olduğuna, "temel bir nitelik" olduğuna 
karar verilebilmesi, içinde rastlantılar ve pek çok tepkiler olan çok dolambaçlı bir 
yoldan gerçekleşmiştir. 

İlk başta, arka mahallelerin ya da yıkıntılarla ağaçların, otların ve doğanın bu 
rastlantısal güzelliğinden tat alabilmek için o mahalleye, yıkıntılarla kaplı o 
yoksul yere "yabancı" olmak gerekir. Yıkık bir duvar, yasaklamalar yüzünden 
boşalmış ve bakımsız kalmış ahşap bir tekke binası, musluğu akmayan bir 
çeşme, artık üretim yapmayan seksen yıllık bir imalathane, milliyetçi baskılarla 
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler kovalandığı için boşalmış evler, kırık dökük 
yapılar, perspektife meydan okur gibi hepsi bir başka yana hafifçe yatmış (ya da 
kimileri, karikatüristlerin çok sevdiği gibi, birbirlerine yaslanarak eğilmiş) evler, 
çatıları, cumbaları, pencere pervazları yamulmuş yapılar, oralarda yaşayanlarda 
sağlamlık ve güzellik duygusu değil, yoksulluk, imkânsızlık, çaresizlik ve ihmal 
duygusu uyandırırlar. 

Kenar mahallelerin bu yoksulluk görüntüleriyle, bakımsız tarihi köşelerin 
sunduğu rastlantısal "güzellikten" zevk alanlar ya da yıkıntılardan pitoresk 
tatlar çıkaranlar bu yerlere dışarıdan gidenlerdir. (Tıpkı şehir halkı 
ilgilenmezken Roma'nın yıkıntılarından zevk alan, onların resmini yapan kuzey 
Avrupalılar gibi.) Yahya Kemal ve Tanpınar "fakir ve ücra İstanbul'u", arka so-
kaklarda bütün gücüyle yaşayan geleneksel hayatı över, Batılılaşma yüzünden 
bu "halis" kültür yok oluyor diye dertlenir, bu mahallelerin sunduğu "güzel" 
görüntülerin tadını çıkarır ve bu mahallelerde bir lonca ahlakı ve çalışma 
terbiyesiyle yaşayan "atalarımız, ecdadımız" düşüncesini icat edip kabul 
ettirmeye çalışırken; Pera'da, Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler" dediği ve 
Tanpınar7in nefrete yakın bir küçümseme ile bahsettiği, daha konforlu 
Beyoğlu'nda yaşıyorlardı. 

Walter Benjamin'in şehirde egzotik ve pitoresk olanla oraya dışarıdan gelenler 
ilgilenir dediğini, bu iki milliyetçi yazarın şehrin "güzelliğini" ancak ona yabancı 
oldukları yerlerde bulabildiklerini hatırlayalım. Bu durum, geleneksel bir Japon 
evi nasıl olmalı, nasıl korunmalı fikrini Gölgeye Övgü adlı kitabında uzun uzun 
geliştirdikten sonra, bir hikâyeye göre karısına, Batı konforları olmayan böyle bir 
evde kendisinin asla oturmayacağını söyleyen büyük Japon romancı Tanizaki'nin 
tutumuna da benzetilebilir. 

Bu kararsız tutumları nasıl Tanpınar ile Yahya Kemal'i tam anlamıyla birer 
İstanbullu yapıyorsa, şehrin içinde pitoresk güzellikler bulanlar da yalnızca 
dışarıdan gelenler değildi. İstanbul'un en büyük özelliği, içeride yaşayanların da, 
şehre bazan Batılı gözlüklerle, bazan Doğulu gözlüklerle bakmasıdır. İstanbul'un 
tarihinin İstanbul basınında temsil edilmesi de Fransızların "bizarreries" dediği 
ve Binbir Gece Masalları'nın İngilizce çevirmeni Richard Burton'un ya da 
Nerval'in düşkün olduğu tuhaflıkların öne çıkarılmasıyla oldu ilk. İstanbul'un 
tarihine başka bir uygarlığın tarihine bakar gibi "tuhaflıklar" içinden en iyi 
bakan yazar Koçu idi elbette. Benim çocukluğumda şehrin dünyadan en kopuk 
olduğu zamanlarda bile İstanbul halkı kendini bir yanıyla şehre hep yabancı 
hissetmiştir. Şehir, halkının bakış açısına göre, orada yaşayanlara bazan fazla 
Doğulu, bazan fazla Batılı gözükerek hafif bir huzursuzluk ve tam oraya ait 
olamama endişesi verir. 

Yahya Kemal ve Tanpınar'in İstanbul'un bir köşesinde (Batılılaşmış Pera) 
yaşarken, bir başka köşesinde (eski şehrin kenar mahalleleri) keşfettikleri güzel, 
milli, hüzünlü, pitoresk görüntüler, daha sonra İstanbulluların kendilerini 
anlamak, yaşadıkları şehir hakkında ortak bir hayal oluşturmak istediklerinde 
benimseyip yaydıkları imgeyi oluşturdu. Bu kenar mahalle hayali, 1930'larda ve 
1940'larda muhafazakâr gazete ve dergilerde sık sık yayımlanan Batılı 
ressamların kopya edile edile kabalaştırılmış gravürleriyle yaygınlaştı önce. 
Kimin tarafından, hangi yüzyılda, nerede yapıldığı hiç hatırlatılmayan, bir 
Batılının pitoresk düşü olduğu büyük okuyucu yığınlarından gizlenen bu 
görüntülere, İstanbullu ressamların siyah-beyaz kenar mahalle desenleri, 
karakalem arka sokak manzaraları eşlik ederdi. Bu geleneksel fakir mahalle 
manzarasını en sade, en az egzotik yanıyla işleyen ressam Hoca Ali Rıza'nın 
karakalem resimlerinin o sıralarda dergilerde yayımlanan 
röprodüksiyonlarından çok hoşlanırdım. 

Turistlerin ilk anda dikkat ettikleri İstanbul'un gösterişli siluetine, camileriyle 
sularının arasındaki ışık oyunlarına değil de, şehrin Batılılaşmamış ya da 
modernleşme gayreti yarıda kalmış sokaklarına ressam Hoca Ali Rıza'nın on 
dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında gösterdiği bu dikkati, 
daha sonraları Ara Güler fotoğraflarıyla gösterdi. İstanbul'u, bir Batılılaşma 
gayreti içinde olsa da, geleneksel hayatın sürdüğü, eski ile yeninin bir yıpranma, 
yoksulluk ve alçakgönüllülük müziğiyle birleştiği ve manzaraları gibi 
insanlarının yüzü de aşırı hüzünlü bir yer olarak gösteren Ara Güler'in siyah-
beyaz fotoğrafları; özellikle 1950'ler ve 60'larda, geçmişin şaşaası ve Osmanlı 
Batılılaşmasının banka, han ve devlet yapıları artık iyice yıpranıp kabuk kabuk 
dökülürken ortaya çıkan özel dokuyu çok şiirsel bir duyarlıkla saklamıştır. Ara 
Güler'in Kayıp İstanbul albümünde yanyana getirdiği harika fotoğraflar 
çocukluğumun Beyoğlu ve İstanbul'unu, tramvayları, parke taşı kaplı caddeleri, 
sokak ilanları ve siyah-beyaz havasıyla şehrin yorgunluğunun, yıllanmışlığının 
ve hüznünün altını çizerek kenar mahalle pitoreskiyle birleştirdi. 

Bu siyah-beyaz, kırık dökük, yıpranmış, "fakir ama onurlu ve kimlik sahibi" ücra 
kenar mahalle imgesi, özellikle Ramazan'larda gazetelerde yayımlanan Tarih ve 
İstanbul köşelerinde eski gravürlerin, siyah-beyaz İstanbul resimlerinin gittikçe 
daha da kabalaştırılarak yaygınlaştırılan yeni basımlarıyla halka da sevdirildi. 
Bu işin üstadı, çıkardığı İstanbul Ansiklopedisi'nde ya da gazetelere hazırladığı 
popüler tarih köşelerinde kimseye atfedilmeyen bir gravürün röprodüksiyonunu 
da değil, o gravüre baka baka ve kabalaştırılarak yapılmış bir resmini (ince 
ayrıntılı bir gravürün iyi bir klişesini çıkarmak hem pahalı, hem de teknik 
olarak daha zor olduğu için) yayımlayan Reşat Ekrem Koçu idi. 

Gravürler de, Batılı ressamların kimi zaman renkli resimlerinden çıkartıldığı 
için, renkli resmin siyah-beyaz gravürünün siyah-beyaz desen resmi olan ve 
çamur gibi bir kâğıda kötü basılan bu kenar mahalle manzaralarının altında 
özgün resmi ya da kopyasını yapan ressamın adı yer almaz, yalnızca "bir 
gravürden" diye bir not olurdu. Geleneksel kimliği koruduğu düşünüldüğü için 
fakir oluşu utanılacak bir şey olarak değil, tam tersi neredeyse onur verici bir şey 
gibi gösterilen kenar mahalle hayali, yoksul şehir hayatının sert gerçekliğinden 
çok, gazete dergi okuyan yarı Batılılaşmış İstanbul burjuvalarının milliyetç. 

kimlik düşlerine uygun düştüğü için sevildi. Bu hayal ve eski İstanbul mahallesi 
fikri, şehrin artık sadece "ücra" kesimlerini değil, silueti hariç hepsini temsil 
ederken, bir yandan da onu anlamlandıran bir edebiyat gelişti. 

Kenar mahallenin Batılılaşmış, halis Türk ve Müslüman yanını vurgulamak 
isteyen muhafazakâr yazarlar, burada paşanın iktidarının ve paşalığının 
sorgulanmadığı, ailesinin ve maiyetinin töre ve geleneklere (tabii ki bunlar 
alçakgönüllülük, itaatkârlık ve kanaatkârlık idi) bağlılıklarının öne çıkarıldığı 
bir Osmanlı cenneti kurdular. Osmanlı kültürünün, Batılılaşmış cumhuriyetçi 
orta sınıf zevklerine aykırı gelecek harem, ikinci-üçüncü karı, paşanın dayak 
gücü, cariye gibi öğeleri yumuşatılıp ehlileştirilirken, paşalar ve çocukları da 
olduklarından daha modern gösterildi (Samiha Ayverdi). 

Ahmet Kutsi Tecer Köşebaşı adlı çok sevilen oyununda kenar mahalle 
kahvehanesini merkez alarak (örnek aldığı yer İstanbul'un eski semtlerinden 
Rüstempaşa Mahallesi'dir), tıpkı Karagöz'de olduğu gibi, şehrin bütün tiplerinin 
birbiriyle bizi güldürmek için çatıştığı ve bütün gerilimlerin bir "biz" havasıyla 
yumuşatıldığı bir İstanbul sokağı çizdi. Bir zamanlar Cibali'nin arka so-
kaklarında (karısı tütün fabrikasında çalışırdı) oturan romancı ve hikayeci 
Orhan Kemal ise arka sokakları, yoksulluk ve arkadaşlığın ekmek kavgası 
yüzünden çatıştığı yerler olarak gösterdi. Ben kenar mahalle düşünü, bizimki 
gibi kalabalık ve modern bir büyük aile hayaline çeviren (üstelik bizimkinin 
aksine huzurlu bir büyük aile) ve bir yandan da evde bir "Arap bacı" 
barındırabilen "Uğurlugiller Ailesi'nin her akşamüstü radyoda yayımlanan kü-
çük serüvenlerini severdim. 

Arkasında yıkım ve hüzün olan arka sokak hayali ya da pitoresk, izbe ve ücra 
İstanbul düşü İstanbul yazarlarınca bilinçaltının tehlikeli, karanlık ve kötücül 
yaratıklarıyla hiçbir zaman birleştirilmedi. Çünkü milli ve geleneksel olan aynı 
zamanda masum ve evimize uygun bir şey olmalıydı. Kenar mahalleli öksüz, 
yoksul ve iyi kalpli çocukların yazarı Kemalettin Tuğcu, on yaşlarımdayken çok 
sevdiğim melodramatik ve İstanbul'u iyi anlatan çocuk hikâyelerini, insanın en 
ücra sokakta da yaşasa, çalışkanlık ve iyi ahlakla (çoğu zaman bütün milli ve 
ahlaki değerlerin kaynağı zaten kenar mahalledir) bir gün mutlu olabileceğini, 
bütün şehrin aksine yavaş yavaş fakirleşen bizlere anlatırdı. 

Ruskin, pitoresk olanın rastlantısallığı yüzünden "muhafaza" edilemeyeceğini 
ima eder. Zaten manzarayı güzel kılan şey, mimarinin korunması değil, 
korunmaması, yıkıntı halinde bulunmasıdır. Bütün İstanbullularca da 
benimsenmiş, sevilmiş, yaygınlaşmış "güzel İstanbul" imgesi, hüzünlü bir 
yıkıntının havasından çok şey taşımak zorundadır. Restore edilip pırıl pırıl 
boyanan ve üzerlerindeki karartı, çürümüş tahta rengi giderilerek ilk 
yapıldıkları gibi ya da on sekizinci yüzyılda şehir muzaffer ve zenginken olduğu 
gibi yepyeni hale getirilen eski ahşap konaklara İstanbulluların neden bir türlü 
ısınamadıklarını da açıklar bu. İstanbulluların son yüzyılda severek ya da nefret 
ederek benimsedikleri şehir imgesi yoksulluk, yenilgi ve yıkımdan çok şey taşır. 
On beş yaşımda kendi kendime şehrin resimlerini yaparken, özellikle "arka 
sokakları" resmederken bu hüznün sonuçları beni zorlamaya başladı. 
28
İSTANBUL'U RESMETMEM 
On beş yaşımdan itibaren takıntılı bir şekilde İstanbul manzaraları resmetmeye 
başladım. Özel bir İstanbul sevgisi yüzünden yapmıyordum bu resimleri. 
Natürmort ya da insan gövdesi resmetmeyi bilmiyor, sevmiyordum. Dünyanın 
geri kalanı, yani sokağa çıktığımda ya da pencereden baktığımda gördüğüm her 
şey İstanbul'du zaten. 

Şehrin iki türlü resmini yapıyordum. 
1. Boğaz manzaralarına, denizle şehrin içice geçişine, şehrin siluetine dayanan 
resimler. Bu resimler genel olarak son iki yüz yılda şehre gelen Batılı gezginlerin 
"büyüleyici" bulduğu İstanbul manzaralarından yola çıkıyordu. Cihangir'deki 
evin, apartmanlar arasından gözüken Boğaz, Kızkulesi, Fındıklı ve Üsküdar 
manzarası ve daha sonra taşındığımız Beşiktaş Serencebey'deki, Boğaz'a tepeden 
bakan dairenin ve Boğaz'ın girişi, Sarayburnu, Topkapı Sarayı ve eski şehrin 
siluetinden oluşan geniş manzarası, bu resimleri evden çıkmadan yapmam için 
yeterliydi. Resmim yaptığım şeyin ünlü "İstanbul manzarası" olduğunu aklımın 
bir köşesinde hep tutuyordum. Yaptığım şeyin güzelliği zaten herkesin bildiği, 
var olan bir güzel görüntüye dayandığı için, kendime bu resmin neden güzel 
olduğunu daha az sorardım. Resim bitip de, bütün hayatım boyunca kendime ve 
yakınlarıma on binlerce kere soracağım "güzel mi?", "güzel olmuş mu?" sorularını 
sorduğumda, zaten seçtiğim konudan dolayı bir "evet" cevabına yaklaşmış 
olduğumu bilirdim. 

Konusundan dolayı, resmin güzel bulunacağına biraz güvenim olduğu için bu 
resimleri yaparken içimden geldiği gibi davranır, herhangi bir Batılı ressam gibi 
hissetmek için kendimi zorlamam gerekmezdi. Belirgin olarak herhangi bir Batılı 
ressamı taklit etmiyordum, ama pek çok küçük ayrıntıda, onlardan öğrendikleri-
mi kullanıyordum. Boğaz'ın dalgalarını Dufy gibi çocuksu yapar, bulutları 
Matisse gibi çeker, giremediğim küçük ayrıntıları "izlenimciler gibi" boya 
lekeleriyle kapardım. Kimi zaman İstanbul kartpostallarından ya da takvim 
görüntülerinden de yararlanırdım. Fransa'da ortaya çıkışlarından kırk-elli yıl 
sonra izlenimcileri taklit ederek İstanbul'un bütün ünlü güzel görüntülerini 
resimleyen Türk izlenimcilerinden farklı değildi yaptıklarım. 

Konumun herkesin kendiliğinden "güzel" bulduğu İstanbul manzarası gibi bir 
şey olması, beni bir resim yaparken kendimi ve başkalarını ikna etmem gereken 
"güzellik" sorunundan büyük ölçüde kurtardığı için rahatlatıcıydı. Büyük ve 
derin bir hevesle resim yapmak istediğim kâğıdın, kalemin, tuvalin başına geçip, 
beni ikinci dünyaya götürecek boyaları ve fırçaları elime aldığım ama ne resmi 
yapacağımı bilemediğim çok olmuştur. Mesele konu değil resim yapmak olduğu 
için, sonunda evimizin pencerelerinden gözüken kartpostal manzaralarından 
birini daha yapmaya hevesle girişirdim. Aynı konuyu, benzer bir resmi yüzüncü 
kere yapmak hiç sıkmazdı beni. 

Önemli olan bir an önce resmin ayrıntılarına gömülmek, bu dünyadan kaçmaktı: 
Boğaz'dan geçen bir gemiyi manzaraya, perspektife uygun olarak oturtmak 
(Melling'den beri Boğaz resmi yapan bütün ressamların özel derdi), arkadaki 
cami siluetinin ayrıntılarına dalmak, servileri, araba vapurunu iyi çizmek, 
kubbeleri, Sarayburnu'ndaki feneri, kenarda balık tutan adamları rahatça 
çizivermek bana o çizdiğim şeylerin arasında olduğumu hissettirirdi. 

Resim yaparken, yaptığım resmin bir parçası olduğumu sanırdım. Kafamdaki 
ikinci dünya, ben resmin en "güzel" yerindeyken, yani resim başarıyla bitmek 
üzereyken birden çok kuvvetli bir gerçeklik, eşyamsı bir nitelik kazanır, bu da 
tuhaf bir coşkuyla zevkten başımı döndürürdü. Sanki herkesin bildiği (ve bu 
yüzden seveceği) bir Boğaz ve İstanbul manzarasını değil de kendi hayalimdeki 
harika bir şeyi yapmışım gibi gelirdi bana. Resim bitmek üzereyken coşkuyla ona 
dokunmak, resimle ilgili bir şeyi kucaklamak, hatta ağzıma almak, ısırmak, 
yemek isterdim. Bazan da hâlâ iç saflığı ve ahengi tam bozulmamış olan 
çocuksuluk ve oyunculuğum bir tıkanmayla karşılaşır, yani resmi yaparken 
tamamen kendimi unutamadığımı ve oynadığım oyunda beni dışarı iten bazı 
sorunlar çıktığım hissetmeye başlardım (bu gittikçe daha çok oluyordu) ve 
içimden otuz bir çekmek gelirdi. 

Bu birinci tarz resmetmenin, Schiller'in şairler için kullandığı anlamda naive 
(saf) ressamlık olduğu söylenebilir. Resmettiğim şeyin konusu, daha da önemlisi, 
sırf içimden geldiği gibi resim yapıyor olmak, nasıl resmettiğimden, üslubum ya 
da kullandığım tekniklerden çok daha önemliydi. 

2. Ama bu resimlerin çocuksu, renkli, neşeli ve sorunsuz dünyası gün geçtikçe 
bana da "saf" gözükmeye, bu da resim yapma zevkimin şiddetini azaltmaya 
başladı. Bazı oyuncaklarım, -bir zamanlar halıların kenarında düzenle park 
etmeyi üzerime vazife edindiğim küçük arabalar ya da kovboy tabancaları, baba-
mın Fransa'dan getirdiği tren rayları ve vagonlar- nasıl artık bana kendimi ve ev 
içlerinin sıkıntısını unutturmaya yetmiyorsa, çok renkli, saf ressamlığım da artık 
beni sıradan dünyanın boğuculuğundan kurtarmıyordu. 

Şehrin herkesin bildiği manzaralarını değil, sakin yan sokaklarını, unutulmuş 
küçük meydanlarını, parke taşı kaplı yokuşlarını (Boğaz'a inen bir yokuşsa 
arkadan deniz, Kızkulesi, karşı yaka gözükebilirdi) cumbalı ahşap evlerini 
resmetmeye başladım. Bazan resim kâğıdına siyah-beyaz, bazan da karton ya da 
tuval üzerine bol beyaz ve çok az renkle yağlıboya yaptığım bu resimlerin 
arkasında iki farklı ilham kaynağı vardı. 

Gazetelerin tarih köşelerinde, dergilerde gittikçe daha çok yayımlanan siyah-
beyaz arka sokak resimlerinden etkileniyor, sessiz, hüzünlü kenar mahallelerin 
şiirini çok seviyordum. Küçük mescitleri, yıkık duvarları, bir kenarı gözüken 
Bizans kemerlerini, cumbalı ahşap evleri, yeni yeni öğrenerek tadını çıkardığım 
perspektifin kurallarına boyun eğerek, uzun bir sokak boyunca gittikçe 
küçülerek uzaklaşan alçakgönüllü evleri resmediyordum. İkinci etki kaynağı, 
röprodüksiyonlar aracılığıyla resimlerini tanıdığım ve melodramla 
romanlaştırılmış hayat hikâyesini okuduğum Utrillo'ydu. Utrillo tarzı bir resim 
yapmak istediğimde, etrafta cami, minare fazla görünmediği için Beyoğlu'nun, 
Tarlabaşı ve Cihangir'in arka sokaklarından bir manzara seçerdim. 

Bu amaçla sokak sokak gezerek burada birkaç tanesini yayımladığım yüzlerce 
fotoğraf çekmiştim, içimde resim yapmak hevesi yükseldiğinde bu siyah-beyaz 
fotoğraflardan birine baka baka bir Beyoğlu manzarası yapar, İstanbul'da çok 
seyrek kullanılmasına rağmen tıpkı Paris'te olduğu gibi apartman dairelerinin 
pencerelerine pancur çizerdim. Bir resmi bitirirken hissettiğim coşku sırasında 
artık, eskiden olduğu gibi, yaptığım manzara resminin hem kendi hayalim, hem 
gerçek olduğunu; ya da resimde beliren tanıdık ve buna rağmen güzel dünyanın 
bir parçası olduğumu daha az düşünürdüm. 

Bir resim yapmak için gerekli olan kendimden kaçma ya da kendimi arkada 
bırakma isteğimi şimdi (resmettiğim konu ve dünya ile safça kendimi 
özdeşleştirmek yerine) daha karmaşık ve daha "kurnazca" bir ruhsal sıçramayla, 
bir zamanlar Paris'te buna benzer resimler yapmış Utrillo diye biriyle kendimi 
özdeşleştirerek gerçekleştiriyordum. Tabii ki tam bir özdeşleşme değildi bu; tıpkı 
Boğaz manzaraları resmederken yaptığım gibi, resmettiğim dünyanın bir parçası 
olduğuma nasıl aklımın yalnızca bir parçasıyla inanıyorsam, Utrillo olduğuma da 
gene ruhumun sadece küçük bir yanıyla inanırdım. 

Bu duygu, onu yaptığım sırada resmin değerinden ya da onu başkalarının "güzel" 
ya da "anlamlı" bulmasından kuşkuya düştüğüm zamanlarda ve çoğunlukla da 
nereden geldiğini kendime bile açıklayamadığım güvensizlik anlarında 
başvurduğum bir şeydi. Bu inanca fazla bağlanmanın beni daralttığını 
hissederdim. Yaptığım resim -tıpkı yakın zamanda yaşayacağım cinsel deneyim 
sırasında olduğu gibi- kimi zaman benim denetimimden çıkar, büyük bir 
coşkuyla, beni de kavrayarak zevkle yükseltir ve sahile vurup dağılan büyük bir 
dalga gibi bittikten ve üzerimdeki hüzün ve şaşkınlığı da attıktan sonra biraz 
dinlenirdim. 

Kendi çektiğim bu fotoğraflardan birine bakarak yaptığım ıslak bir resmi odanın 
bir köşesine, duvara asılsaydı göz hizasında olacak bir yere koyar, ona sanki bir 
başkasının resmiymiş gibi bakmaya çalışırdım. Eğer aceleyle bitirdiğim resmi 
hemen beğenirsem bir haz ve güven sarardı içimi. Kenar mahallenin, arka 
sokağın hüznü bir zafer duygusuyla içimi doldururdu. Ama çoğu zaman içimi bir 
eksiklik, yetersizlik duygusu kaplar, kafamı sağa sola oynatarak, görüş açımı 
değiştirerek, uzaklaşıp-yakınlaşarak, resme yeni açılardan bakarak, bazan da 
ona fırçayla umutsuzca birşeyler ekleyerek, yaptığım şeyi kendime kabul 
ettirmeye çalışırdım. Resmi yaparken hissettiğim kuvvetle Utrillo olduğuma ya 
da bende ondan birşeyler olduğuna artık inanamadığım için, tıpkı sevişme 
sonrasında olduğu gibi bu sefer manzaradan değil resmin başarısızlığından gelen 
bir keder kaplardı içimi. Ne Utrillo, ne de bir başkasıydım; Utrillo'nunkilere 
benzer bir resim yapmış biriydim. 

Gene de ama, daha sonraki yıllarda daha da derinleşerek resim yapmamı bir 
dert haline getirecek o hüzün duygusu, ancak kendimi bir başkası gibi hissederek 
resim yapabildiğim gerçeği, bir utanç halini almadan dağılırdı. Bir üslubu, özel 
bir görme ve resmetme yöntemi olan bir ressamı taklit ettiğim (bu kelimeyi hiç 
kullanmazdım) ya da o sıralarda hissettiğim gibi, biraz bir başkası gibi olduğum 
için, şimdi benim de kişisel bir üslubum ve bir kişiliğim olduğu için belli belirsiz 
bir gurur duyardım. Daha sonraki yıllarda kafamı kurcalayacak olan şeyi, ancak 
başkalarını taklit ederek bir kişiliğe sahip olabileceğimiz gerçeğini, Batılıları. 

"paradoks" dediği bu kendi içinde çelişkili durumu ilk o zamanlarda sezmeye 
başlamıştım. Başka bir ressamın etkisi altında olduğum için çektiğim sıkıntıları, 
daha hâlâ çocuk olduğumu ve yaptığım resmin gene de bir resim yapma 
oyununun bir parçası olduğunu düşünerek hafifletirdim. Daha kolay teselli, 
resmini yaptığım şehrin, fotoğraflarını çektiğim İstanbul'un, resimdeki etkiden 
daha önemli bir kuvvet olduğunu düşünmekteydi. 

Kendimi kaptırıp resim yaptığım zamanlarda, bazan çatkapı odama giren 
babam, resmetme heyecanımı, tıpkı çok küçükken çükümle oynarken beni 
görünce yaptığı gibi saygıyla karşılarken, arada bir hiçbir küçümseme taşımayan 
bir edayla bana "Nasılsın bakalım Utrillo?" derdi. Bu sözün söylenişindeki şakacı 
hava bana, hâlâ bir başkasını bir çocuk gibi taklit edebilecek yaşta olduğumu 
hatırlatırdı. On altı yaşındaydım ve resim konusundaki ısrarımı bilen annem, Ci-
hangir'de bir zamanlar oturduğumuz ve o sırada kendisinin ve anneannemin pek 
çok eski eşyasının durduğu dairenin anahtarını, orasını atölye diye kullanmam 
için bana vermişti. Hafta sonları, bazan Robert Kolej'den çıktıktan sonra bu boş 
ve soğuk daireye girer, sobayı yakıp iyice ısındıktan sonra kendi çektiğim bu 
fotoğraflardan bir-iki tanesini seçer, onlardan bir ilhamla bir hamlede iki tane 
kocaman resim yapıp yorgun argın ve tuhaf bir hüzünle eve dönerdim. 
29
RESİM ve AİLE MUTLULUĞU 
Annemin resim yapayım diye anahtarını bana verdiği, Cihangir'de, dedemin 
apartmanındaki dairede ilk işim oflaya puflaya gaz sobasını yakmak olurdu. (On 
bir yaşında, bu dairede hep birlikte otururken içimdeki piromanyağı -ateşle 
oynayıp yangın çıkartmayı seven kişi- çok mutlu eden gaz sobasını yakma zevki, 
çocukluğun bu tür pek çok tuhaf zevki gibi bir "allahaısmarladık" bile demeden 
bir gün çekip gitmişti de çok sonra farketmiştim.) Yüksek tavanlı dairenin 
ellerimdeki soğuğu alacak kadar ısındığını hissettikten ve boyalar içerisindeki 
buruş buruş resim elbiselerimi giydikten sonra -hele uzun zamandır da resim 
yapmamışsam-, hırsla kendimden geçerek yaptığım İstanbul resimlerini bir 
başkasına hemen ya da bir-iki gün içerisinde gösterememek hevesimi kaçırırdı. 
Gide gele duvarlarını resimlerle doldurduğum Cihangir'deki daire bir küçük 
galeriye dönmüştü, ama oraya ne annem ne babam, kimse uğrayıp benim ne 
harika şeyler yaptığımı söylemiyordu. Resimlerimin yalnızca görülmesini değil, 
ayrıca o resimleri yaparken, bir süre sonra onları seyredecek insanları çevremde 
hissetmeyi, mutlu bir ailenin hareketlerini, ev içindeki ayak seslerini ya da 
gürültülerini de duymak istediğimi bu dairede resim yaparken keşfettim. İyi 
ısıtılmamış, toz ve küf kokan eski eşyalarla dolu hüzünlü bir dairede İstanbul'un 
manzaralarını yapmak beni daha da hüzünlendiriyordu. 
Çoğunluğu kayıp olan resimlerim arasında evde on altı-on yedi yaşlarımdayken 
yaptığım ve Tolstoy'un seveceği kelimelerle söylersem bir "aile mutluluğu"nu 
anlatan bazı resimleri bugün bulabilmeyi çok isterdim. Yedi yaşımdayken eve 
çağrılmış profesyonel bir fotoğrafçıya verilmiş yandaki pozdan anlaşılabileceği gi-
bi "mutlu aile" taklidi yapmak bazan bana çok zor geldiğinden bu resimlerin 
benim için olağanüstü bir önemi var. Bunlar İstanbul'un arka sokaklarının ya da 
Boğaz manzaralarının değil, bizlerin, annemle babamın sıradan günlük hayat 
içerisinde, evin içinde yaşarken yapılmış resimleriydi. Bu resimleri, annemle 
babam arasındaki gerilim yumuşadığı, kimsenin ötekini iğnelemediği, herkesin 
rahat davrandığı zamanlarda, bir köşedeki radyoda ya da teypte müzik çalarken, 
hizmetçi kadın az sonra yiyeceğimiz öğle ya da akşam yemeğini mutfakta 
pişirirken ya da hep birlikte çıkacağımız bir gezi ya da yolculuktan önce, çok 
mutlu olmasak da herkesin hayatından memnun olduğunu hissettiğim 
zamanlarda bir hamlede yapardım. 

Babam çoğu zaman salondaki divanda uzanmış olurdu: Evdeki vakitlerinin 
çoğunu hep aynı divan üzerinde ya uzanıp gazete, dergi, kitap okuyarak 
(gençliğinde okuduğu edebi kitaplar yerine briç kitapları) ya da düşünceli, dertli 
bir şekilde tavana bakarak geçirirdi çünkü. Keyifli olduğu zamanlarda teybe 
koyduğu orkestral müziği, mesela Brahms'ın birinci senfonisini çalan hayali bir 
orkestrayı yönetmek için uzandığı yerden kalkar, eliyle koluyla bir orkestra 
şefinin, bana öfkeli, hırslı, tutkulu gözüken hayali hareketlerini yapardı. Hemen 
yanındaki koltukta oturan annem, gözünü o sırada okumakta olduğu gazetede. 

ya da örmekte olduğu örgüden kaldırır, bana şefkat ile sevgi arasındaymış gibi 
görünen bir şekilde, babama gülümserdi. 

Bazan evin içindeki bu aile mutluluğu görüntüsü, kendisine dikkat çeken hiçbir 
özel hareket ya da konuşma yapılmadığı halde -çoğu zaman da bu yüzden- benim 
dikkatimi çekerdi. O zaman, içime girmiş bir cinden söz eder gibi yarı utangaç 
yarı coşkulu bir şekilde "resim yapacağım" diye fısıldadıktan sonra, koşa koşa 
içeri odama gider, resim malzemelerimi -ya yağlıboya takımımı ya da babamın 
İngiltere'den getirdiği "Guitar" marka yüz yirmi renkli yağlı pastel boya 
kutusunu ve teyzemin her doğum günümde çeşit çeşit boylarda kestirip bana 
hediye ettiği Schöler marka resim kâğıtlarından birkaç tanesini- alıp getirir, 
babamın yazıhanesine her ikisini görebileceğim bir şekilde yerleştikten sonra 
hızla ev içinin resmini yapardım. 

Bütün bu süre boyunca ne annem ne babam belki de tek kelime söylemedikleri 
ve birden içimden karşı konulmaz bir resim yapma isteği gelmesini doğal 
karşıladıkları için, bana sanki kısa bir süreliğine Allah benim için zamanı 
durdurmuş gibi gelirdi. (Benim bütün ilgisizliğime karşın, gerekli yerlerde O'nun 
bana özel bir ilgi gösterdiğine ve torpil yaptığına arada bir inanırdım.) Belki de, 
annem ile babam hiçbir şey konuşmadıkları için bana mutlu görünüyorlardı. Aile 
denen şey, her geçen gün bana, sevildiğine inanmak ve kendini huzurlu, rahat ve 
güvende hissetmek için herkesin bir süreliğine içindeki cinleri ve şeytanları 
saklayıp susturarak mutluluk taklidi yaptığı bir kalabalık olarak görünüyordu. 

Taklit edile edile gerçek sanılan ve çoğu zaman da başka yapacak bir şey 
olmadığı için takınılan bu mutluluk pozu bir süre sonra, içindeki cinleri ve 
şeytanları yatıştıramazsa, babam, -annem aynı sabırla örgüsüne devam ederken- 
gözünü okumakta olduğu satırlardan çekip pencereden dışarıya, uzaklara, Boğaz 
manzarasına -güzelliğiyle pek de ilgilenmeden- bakıp hayaller kurardı. 1970'lerin 
başından itibaren Türkiye'de yaygınlaşan televizyon bizim evin salonunda da 
yerini alınca, annemin, babamın, salonda hiç kıpırdamadan ve hiç konuşmadan 
yarattıkları o sihirli sessizlikler ve sessizlik yüzünden aynı anda hissettiklerini 
sandığım tuhaf mutluluk ya da tuhaf bir varolma acısı yerini hep birlikte biraz 
utanarak baktıkları televizyonun oyalama gücüne bırakınca, bir daha onların 
resmini yapmak içimden gelmedi. Çünkü benim için mutluluk belki de beni 
seven yakınlarım içlerindeki cinleri, şeytanları bastırırken, benim kendi 
içimdekileri coşku ve oyunculukla ortaya dökebilmemdeydi. 

Onlar tıpkı fotoğraf makinesine poz verir gibi, hiç kıpırdamadan durur ve ben 
elim kolum gittikçe hızlanarak bu mutlu aile tablosunu bitirmeye çalışırken 
bazan aralarında konuştukları da olurdu. Biri okuduğu gazeteden öğrendiği şeyi 
söyler, öbürü uzunca bir sessizlikten sonra o habere ilişkin bir yorum yapar, 
bazan da hiçbir şey demezdi. Başka zamanlarda da iki kişi, mesela annemle ben 
konuşurken, uzandığı yerde bizimle hiç ilgili değilmiş gibi duran babam, bizim 
konuştuğumuz konu hakkında fikir sahibi olduğunu belli eden bir şeyi çok sonra 
söyleyiverirdi. 

Uzun sessizlikler, Beşiktaş Serencebey'deki evin bütün genişliğince gördüğü 
Boğaz'dan geçen tuhaf radarlı, korkutucu bir Sovyet gemisi ya da baharın 
gelişiyle, Afrika'dan Avrupa'ya göç ederken üzerimizden geçen leylekle. 

hakkında kısacık bir cümleyle (leylekler geçiyor!) kesilirdi. Ama hep birlikte 
salonda otururken, herkesin içine çekildiği kendi dünyasının derinliğini 
hissettiren bu sessizliklerin bana verdiği huzur ve mutluluğun geçici olduğunu 
da bilirdim. Elim bütün hızıyla resmin son ayrıntılarına yetişmeye çalışırken, bir 
yandan da sırf resim yaptığım için annemin, babamın gövdelerinin sanki şimdiye 
kadar hiç dikkat etmediğim bazı ayrıntılarını korkuyla farkederdim. Yüzünde 
yarı iyimser, yarı mutlu bir ifadeyle, gözünde gözlük, örgü ören annemin elindeki 
şişlerden çıkan yün iplik önce kucağına, sonra daha aşağıya, ayaklarının dibine 
iner ve bir plastik torbanın içindeki yün topuyla birleşirdi. 

Annemin bu saydam plastik torbanın yanında duran ve ister babamla konuşsun, 
ister kendi kendine dalıp gitsin, terliğinin içinde hiç kıpırdamayan ayağına onu 
iyi çizebilmek için uzun uzun bakarken, içimden tuhaf bir ürperme geçerdi: 
Kollarımızın, ayaklarımızın, ellerimizin, hatta kafalarımızın, tıpkı annemin içine 
taze papatyalar ya da kokinalar koyduğu vazolar, küçük sehpalar ya da duvara 
asılı İznik tabakları gibi eşyamsı bir yanı vardı. Başarıyla mutlu bir aile taklidi 
yapıyor olmamıza ve tıpkı tiyatro seyrederken olduğu gibi, içimdeki inançsızlığı 
başarıyla askıya almama rağmen, burada, bu salonda, üçümüzün birer köşede 
durmamızda, bizleri babaannemin müze salonunu tıkış tıkış dolduran 
eşyalardan birine benzeten bir yan vardı. 

Hep birlikte paylaşılan bu sessizlikleri hep birlikte bir oyun oynadığımız (papaz 
kaçtı, yılbaşında tombala) seyrek zamanlar gibi çok severdim ve sanki o güzel anı 
kaçırmamak için, resmi hızla bitirirdim. Matisse'in hızlı hareket ettiğini 
sandığım fırçasından, Bonnard'ın ev içi resimlerinden birşeyler taklit etmeye 
çalışarak halıları, perdeleri küçük virgüller ve arabesk vuruşlarla doldururken, 
bazan dışarıda havanın kararmakta olduğunu, bu yüzden babamın başucundaki, 
ayaklı lambanın daha kuvvetli bir ışık yaydığını farkederdim. Hava iyice 
kararıp, Boğaz'ın ve göğün renginin koyu ve çekici bir laciverde dönüştüğünü 
gördüğümde, ayaklı lambanın turuncu ışığında, Boğaz'a bakan büyük 
pencerelerde şimdi Boğaz manzarasının, araba vapurlarının, Beşiktaş-Üsküdar 
gemisinin ve gemi dumanlarının değil, bizim evin içinin yansıdığını görürdüm. 

Akşamları sokaklarda yürürken ya da pencereden dışarı bakarken pencereler 
arasından lambaların turuncu ışığında ev içlerini dikizlemeyi hâlâ çok severim. 
Bazan bir pencerede, tıpkı babamın eve geri gelmediği uzun kış akşamlarında 
annemin masaya oturup saatlerce sigara içip sabırla "pasyans" açtığı pozda, bir 
masada tek başına fal açan bir kadın görürüm. Bazan alçakgönüllü küçük bir 
zemin katında ve bizimki gibi turuncumsu bir ışığın altında hep birlikte 
konuşarak akşam yemeği yiyen bir aile görür, dış görünüşe bakarak onların 
mutlu olduğuna saflıkla karar veririm. Bir şehri yapan şeyin onun dış görünüşü 
kadar ev içlerinin ve iç mekânların manzarası olduğunu, yabancı gezginler, en 
çok İstanbul'da unutmak zorunda kalırlar. 
30
BOĞAZ'DA GEMİ DUMANLARI 
Su buharı ile işleyen gemilerin yaygınlaşması ve Akdeniz'de kullanılmaya 
başlanması, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa'nın 
merkezleri ile İstanbul'un uzaklığını azaltıp, şehre kısa süreliğine gelen, 
alelacele birşeyler yazan ve biriktirdikleri edebi malzeme ile daha sonra 
İstanbullu yazarların geliştireceği İstanbul fikrinin oluşmasına yol açan pek çok 
Batılı gezgini İstanbul'a getirmekten başka, şehrin manzarasını da beklenmedik 
bir şekilde değiştirdi. İlk adı Şirket-i Hayriye olan, daha sonra halkın deyişiyle 
Şehir Hatları adını alan şirketin kurulup, bütün küçük Boğaz köylerine tek tek 
iskeleler yapılıp, Boğaz'da buharlı gemilerin aşağı yukarı işlemeye başlamasıyla 
birlikte aslında yalnız Boğaz'ın değil, bütün İstanbul'un manzarası değişti. 

(Bu değişikliğin iki yanına da işaret ettiği için Frenkçe su buharı anlamına gelen 
kelimenin, İstanbul Türkçesine ve şehrin gündelik hayatına "vapur" olarak çok 
başarılı bir şekilde uyum sağladığını hatırlayalım.) Bu değişiklikten, iskelenin 
etrafında gelişen meydanın ve vapurlar yüzünden her biri kısa sürede şehrin bir 
parçası konumuna gelen Boğaz ve Haliç köylerinin hızla büyümesini 
kastetmiyorum yalnızca. (İskele ve vapurlardan önce pek çok Boğaz köyüne yol 
yoktu.) 

Boğaz'da aşağı yukarı yolcu taşımaya başlamalarıyla birlikte bu gemilerin her 
biri tıpkı Kızkulesi, Ayasofya, Rumelihisarı, Galata Köprüsü gibi bütün şehirde 
tanınmaya başladılar ve günlük hayatın içine de fazlasıyla girdikleri için 
İstanbullulara bir büyük şehirde hep birlikte yaşadıklarını duyuran birer 
bayrağa, simgeye dönüştüler. Bu yüzden tıpkı Venediklilerin vaperottolarına 
(vapurcuk diye çevrilebilir) bağlılıkları, onların biçim ve modellerine 
gösterdikleri özel sevgi ve dikkat gibi, İstanbullular da Şehir Hatları vapurlarına 
tek tek bağlanıp sevgi duyar ve onların resimleriyle dolu kitaplar yayımlarlar. 
Gautier her İstanbul berberinin duvarında bir gemi resminin asılı olduğunu 
yazar. Babam kendi çocukluk ve ilkgençliğinde hizmete girmiş, gününün 
gösterişli gemilerinin her birini uzaktan, siluetinden tanır, bana hâlâ şiir gibi 
gelen adını ve numarasını bazan hemen, bazan bir an düşünüp söylerdi: Elli Üç 
İnşirah; Altmış Yedi Kalender; Kırk Yedi Tarz-ı Nevin; Elli Dokuz Kamer... 

Benim sorularım üzerine babam hepsi birbirine benzer gibi gözüken bu gemilerin 
aralarındaki görüntü farklarını tek tek anlatırdı. Babamın bazan Boğaz'da araba 
gezintisine çıktığımızda, bazan da bütün Boğaz trafiğine hâkim Beşiktaş'taki 
evin salonunda yaptığı bu açıklamalar sayesinde bu gemilerin bazı özelliklerine, 
kiminin kamburuna, kiminin upuzun bacasına, kiminin gaga gibi burnuna, 
tombul kıçına ya da akıntıda hafif yan yatarak sürüklenişine dikkat etmeyi 
öğrenmiştim, ama onları gene de birbirlerinden ayıramazdım. 

Böylece ben de, benim doğum yılımda, 1952'de İtalya'da, Taranto'da yapılmış ve 
adları bahçe ekiyle biten İngiliz yapımı Fenerbahçe ve Dolmabahçe adlı diğer iki 
kardeşinden -tıpkı babamın yaptığı gibi- dikkatli bir bakışla ve bacasını. 

yassılığı sayesinde ayırabildiğim Paşabahçe'yi kendi uğurlu gemim olarak 
benimsedim ve şehirde günlük hayatımın içinde, dalgın dalgın yürürken, denizi 
gören bir yokuşun aralığından ya da bir pencereden onu her görüşümde uğurlu 
rakamıyla karşılaşmış biri gibi içtenlikle sevinme alışkanlığımı hiç 
kaybetmedim. 

Boğaz gemilerinin İstanbul manzarasına asıl büyük katkıları, bacalarından 
çıkan dumanlardı. Geminin yerine, cinsine, Boğaz'ın akıntısına ve tabii ki en çok 
da rüzgâra göre değişen bu karanlık kömür dumanlarını, yaptığım Boğaz 
manzaralarına eklemeyi çok severdim. Boyaya iyice batırılmış fırçamla gemilerin 
bacalarından çıkan dumanları resmin üzerinde işaretlemeden önce bütün resmin 
bitmiş, hatta birazcık da olsa kurumuş olması gerekirdi. Baca dumanları, bitmiş, 
tamamlanmış bir dünyaya, tıpkı az sonra resmin bir kenarına kendimi 
önemseyerek atacağım imzam gibi, geminin vurduğu özel bir mühürmüş gibi 
gelirdi bana. 

Dumanı kalınlaştırdıkça ve baca dumanından buluta çevirdikçe sanki 
İstanbul'daki benim dünyam kararıyor ya da üstü örtülüyor gibi hissederdim. 
Boğaz'da sahil boyunda yürürken ya da gemiyle giderken bir başka geminin 
salıverdiği boğum boğum ve kalın dumanların altından geçmeyi, rüzgâra göre 
belli belirsiz bir kurum yağmurunu yüzümde zayıf bir örümcek ağı gibi 
hissetmeyi ve milyonlarca küçük siyah "kurum" noktacığından yapılmış dumanın 
yanık ve madeni kokusunu içime çekmeyi ve Galata Köprüsü ve civarında 
yanyana bağlanmış vapurların bacalarından aynı anda çıkan dumanların şehrin 
üzerine dağılışını seyretmeyi severim. 

Pek çok kereler bir resmin coşkuyla getirdiğim sonunu, Boğaz gemilerinin 
bacalarından çıkan dumanlarla taçlandırdığım ve dumanın resimde duruşu bana 
hep bir sorun çıkardığı için (bazan fazla duman ekleyerek bir resmi bozardım) 
Boğaz gemilerinin çıkardığı dumanın çeşitli biçimler alarak kıvrılışı, dağılışı, yok 
oluşunu, daha sonra yapacağım resimlerde hatırlamak üzere aklımda tutardım. 
Ama resme coşkuyla vurduğum son fırça darbeleri, resmin kendisine o kadar 
dönük olurdu ki, gördüğüm şeyi, duman bulutlarının gerçek biçimini sonunda 
hep unuturdum. 

En çok hoşuma giden, "mükemmel" duman görüntüsü çok az rüzgârlı bir havada, 
dumanın aşağı yukarı 45 derecelik bir açıyla biraz yükseldikten sonra, denize 
paralel bir konum alarak ilk başta dağılmadan havada durması, geminin 
Boğaz'da aldığı yolu gösteren zarif bir hat çizerek yayılmasıydı. İskelede 
bekleyen bir geminin, rüzgârsız bir günde koyuverdiği ince, ama koyu kömür 
rengi dumanın, bir yoksul evinin küçük bacasından tüten ince duman gibi hü-
zünlü bir yanı olurdu. Vapurun ve rüzgârın hafifçe yön değiştirmeleri yüzünden, 
bacadan çıktıktan sonra dumanın kıvrımlar ve yaylar çizerek Boğaz'ın üzerinde 
Arap harflerine benzer şekiller çizmesini de severdim. 

Ama bir Boğaz manzarasında Şehir Hatları gemisinin çizeceği duman, 
manzaranın ve resmin hüznünü vurgulayacak temel bir unsur olduğu için, bu 
neşeli ve rastlantısal biçim beni huzursuz ederdi. En az rastlanan görüntü, 
bütünüyle rüzgârsız bir günde, bacasından güçlü ve koyu dumanlar çıkaran bir 
geminin Boğaz'da kıvrıla kıvrıla ilerlerken arkasında bütün bu kıvrımlar. 

gösteren ve uzun bir süre gökte asılı kalan hüzünlü bir yolculuk izi bırakmasıdır. 
Kara ve koyu dumanların, Turner'in resimlerinde olduğu gibi, ufuktaki alçak ve 
tehdit edici karanlık bulutlarla birleşmesi de hoşuma giderdi. Gene de bir resmi 
bitirirken, duman bulurunun ya da birkaç gemi varsa bulutlarının şeklini, bütün 
bu zevklerim kadar, izlenimci ressamların, Monet'nin, Sisley'nin ve Pisarro'nun 
manzaralarını, Monet'nin St. Lazare istasyonu adlı resmindeki mavimsi bulutu 
ya da onlardan apayrı bir dünyaya ait olan Dufy'nin dondurma gibi top top ve 
neşeli bulutlarını aklımdan geçirerek de çizerdim. 

Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimlerine dikkat 
ettiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği 
için (başka nedenlerle de) Flaubert'! çok severim. Başka bir konuya, başka bir 
temaya geçiş olarak yazdığım bir önceki cümlenin, geleneksel Osmanlı 
müziğindeki adı "ara taksim"di ve "solo" icra edilirdi. "Taksim" kelimesi aynı 
zamanda bölmek, dağıtmak ve suyun ikiye ayrıldığı yer anlamına geldiği için, 
Nerval'in manzaraya, satıcılara ve mezarlıklara bakarak oyalandığı yüksek 
düzlüğe, onun gelişinden on yıl önce inşa edilen su dağıtım merkezi yüzünden 
İstanbullular çok sonra Taksim demeye başladılar. Çevresinde bütün hayatımı 
geçirdiğim bu yere hâlâ öyle derler. Ama oraya Taksim denmeden önce oradan 
Nerval gibi Flaubert de geçmişti. 
31
FLAUBERT İSTANBUL'DA: DOĞU, BATI VE FRENGİ
Gustave Flaubert, İstanbul'a Nerval'den yedi yıl sonra, 1850 Ekim'inde, 
Beyrut'ta yeni kaptığı frengi ve fotoğrafçı yazar arkadaşı Maxime du Camp ile 
birlikte geldi ve beş haftaya yakın kaldı. Şehirden ayrıldıktan sonra arkadaşı 
Louis Bouilhet'ye Atina'dan yazdığı bir mektupta "insan İstanbul'da altı ay 
kalmalı" demesini ciddiye almamalı: Flaubert arkada bıraktığı her şey için özlem 
duyan biriydi. Constantinople diye tarih düşerek yazdığı mektuplardan kolayca 
anlaşılabileceği gibi, yolculuğa çıktığından beri en çok Rouen'deki evini, çalışma 
odasını ve kendisinden ayrılırken uzun uzun ağladığı sevgili anneciğini özlemişti 
ve bir an önce geri dönmek istiyordu. 

Flaubert de, Nerval gibi Doğu yolculuğunda önce Mısır ve Kahire'ye, sonra 
Kudüs ve Lübnan'a gitmişti. Nerval gibi bu yerlerde gördüğü sert, korkutucu, 
çirkin, mistik, egzotik Doğu görüntülerinden, kendi hayallerinden ve 
hayallerinden daha "oriental" gerçeklerden yorulmuş, bıkmış olduğu için 
İstanbul ile çok ilgilenmedi. (Asıl niyeti İstanbul'da üç ay kalmaktı.) İlgisizliğinin 
bir nedeni İstanbul'un onun aradığı Doğu olmamasıydı. Batı Anadolu'daki yol-
culuğu sırasında manzaraya bakıp Lord Byron'u hatırladığını Louis Bouilhet'ye 
İstanbul'dan yazdığı bir mektupta anlatmıştı. Byron'un ilgilendiği "Türk-Doğu, 
hançerin, Arnavut kıyafetlerinin, mavi denize bakan kafesli pencerelerin" 
Doğu'suydu. Flaubert ise "bedevilerin, çöllerin, Afrika'nın derinliklerinin, 
timsahın, devenin ve zürafanm fırından çıkmış Doğu'sunu" tercih ediyordu. 

Üstelik, yirmi dokuz yaşındaki genç yazar, Doğu yolculuğundan, özellikle 
Mısır'dan, hayatı boyunca kendisinde kalacak pek çok hayali hafızasına artık 
almıştı. Annesine ve Bouilhet'ye yazdığı mektuplardan anlaşılabileceği gibi aklı 
şimdi gelecek ile ilgili planlarında ve yazacağı kitaplardaydı. (Yolculuğu 
sırasında bir gün yazmayı düşlediği kitaplar arasında uygar bir Batılı ile barbar 
bir Doğulunun yavaş yavaş birbirlerine benzeyerek yer değiştireceği Harel Bey 
adlı bir roman da vardı.) 

Annesine yazdığı mektuplarda ise, daha sonra sanatından başka hiçbir şeyi 
ciddiye almayan, sıradan burjuva hayatından, evlilikten, iş güç sahibi olmaktan 
nefret eden Flaubert efsanesini oluşturacak malzeme, daha o zamandan gelişmiş 
haliyle vardı. Yüz yıl sonra bütün modernist edebiyat ahlakının temelini 
oluşturacak şu satırların, benim doğumumdan yüz iki yıl önce, benim bütün 
hayatımı geçireceğim sokaklarda düşünülüp kâğıda geçirilmiş olması bazan 
aklıma takılır: 

"Toplum bana vız gelir, gelecek, başkalarının ne diyeceği, herhangi bir kurum, 
hatta geçmişte geceler boyu düşleyerek hayalini kurduğum edebi ün de vız gelir 
bana. Böyleyim işte ben." (Flaubert'den annesine, 15 Aralık 1850, İstanbul.) 

Batılı gezginlerin İstanbul hakkında ne dedikleri, şehirde neler yapıp neler 
düşledikleri, annelerine neler yazdıkları beni niye bu kadar ilgilendiriyor? 
Kısmen bu gezginlerin bazılarıyla zaman zaman kendimi özdeşleştirdiğim içi. 

(Nerval, Flaubert, Amicis) ve tıpkı bir zamanlar İstanbul resmi yapabilmek için 
kendimi Utrillo ile özdeşleştirmem gerektiği gibi, hayatımın daha sonraki 
dönemlerinde, onlardan etkilenerek ve onlarla çarpışarak kendimi yaptığım için. 
İstanbul'un geçmiş manzaraları ve günlük hayatı hakkında Batılı gezginler 
şehirlerine hiç dikkat etmeyen İstanbullu yazarlardan bana daha çok şey 
gösterdikleri için de. 

İster yanlış bilinç, ister fantezi, hatta ister eski usûlle ideoloji diyelim, hepimizin 
kafasında hayatta yapıp ettiğimiz şeyleri anlamlandıran kısmen gizli, kısmen 
okunabilir bir metin vardır. Hayatımızın anlamını veren bu metnin örgüsü içinde 
Batılı gözlemcinin dedikleri geniş bir yer kaplar. Benim gibi, İstanbul'da, bir aya-
ğı bir kültürde, bir ayağı başka bir âlemde oturanlar için bu "Batılı gözlemci" 
gerçek biri değil, bazan benim kurgum, hayalim, hatta yanılsamam da olabilir. 
Ama aklım geleneksel hayatın eski metinlerini tek metin olarak kabul edemediği 
için, yaşadığım hayatı yeni bir metinle, yazıyla, resimle, filmle anlamlandıracak 
bu yabancıya ihtiyaç duyarım. Üzerimde Batılı bakışların eksikliğini hissettiğim 
zaman, ben kendi kendimin Batılısı olurum. 

İstanbul hiçbir zaman onun hakkında yazan, çizen, onu resmeden, filme çeken 
Batılıların sömürgesi olmadığı için geçmişimin ve tarihimin Batılı gezginler için 
"egzotik" malzeme olması beni huzursuz etmez ve üzmez. Aynı heyecanla ben de 
bu gezginleri, benim hakkımdaki korkularını ve düşlerini egzotik bulurum ve 
çoğu zaman eğlenmek, bilgilenmek ya da şehrin onların fırçasıyla nasıl 
resmedildiğini görmek için değil, onların alemiyle haşır neşir olmak için de 
okurum onları. Üstelik düşleri, takıntıları, devletlerinin genişleme azmi ya da 
kendi sınırlarını merak etmeleri yüzünden kalkıp benim evim dediğim yere 
gelmişler, gördüklerini yazmışlar ve benim âlemim, onların yazılarının ve 
resimlerinin içerisine sızmıştır. 

Öncelikle on dokuzuncu yüzyılda gelen Batılı gezginleri okudukça, sırf onlar 
daha çok ve daha anlaşılır bir dille yazdığı, kaydettiği, benzettiği ve düşlediği 
için "benim" dediğim şehrin de, tam benim olmadığını anlarım. Kendim ve ait 
olduğum yer hakkındaki bu kırılganlığımı ve kararsızlığımı kabul etmeyi seve-
rim. Tıpkı, İstanbul'un siluetine, benim yıllarca baktığım açıdan, -Galata ve bu 
satırları yazdığım Cihangir'den- baktıkları için bakışlarıyla kendimi 
özdeşleştirdiğim Batılı ressamlara yaptığım gibi, bazan İstanbul hakkında 
yazdıklarını okurken, kendimi Batılı gezginlerin ayrıntılara giren, sayan, tartan, 
sınıflayan, hüküm veren ve çoğu zaman da kendi düşlerini, sınırlarını, isteklerini 
yansıtan bakışlarıyla özdeşleştiririm. 

Beni Batılı bakışların hem öznesi, hem de nesnesi yapan ve şehre içeriden 
bakmakla dışarıdan bakmak arasında gidip gelen bütün bu kararsızlıklarım da, 
tıpkı sokaklarda dalgın dalgın yürürken bazan hissettiğim gibi, şehir hakkında 
her zaman kaygan, değişik ve birbiriyle çelişen düşünceler üretmeme yol açar: 
Ne bütünüyle buralı hissederim kendimi, ne de bütünüyle yabancı. Bu, son yüz 
elli yılda İstanbul halkının da şehir hakkındaki düşüncesidir. 

Bu dediklerimi bir örneğe oturtmak için Flaubert'in o günlerde en büyük derdi 
olan çüküyle ilgilenelim. Dertli yazarımız İstanbul'a gelişinin ikinci günü Louis 
Bouilhet'ye yazdığı bir mektupta, Beyrut'ta kaptığı hastalık yüzünden çükünd. 

yedi şankr (frengi yarası) olduğunu, ama sonra bunların birleşip bire indiğini 
söyler. "Her sabah ve akşam zavallı çüküme ilaçlar sürüyorum!" diye yazar Fla-
ubert İstanbul'dan. Hastalığı bir Maruni'den aldığını düşünür ilk ya da "küçük 
bir Türk hanımdan mı? Türk mü, Hıristiyan mı?" diye alaycılıkla devam eder: 
"İşte Doğu sorununun Revue deş Deux Mondes'un (İki Dünya Dergisi) 
hayalinden bile geçmeyen yeni bir cephesi!" Aynı günlerde annesine asla 
evlenmeyeceğini anlatan mektuplar yazmaktadır. Ama kaptığı hastalık 
yüzünden değildir bu. 

Kısa süre içerisinde saçlarının dökülmesine, hatta en sonunda annesine 
kavuşunca onun kendisini tanıyamamasına yol açan frengiyle hâlâ uğraşırken, 
Flaubert İstanbul'da da kerhaneye gider. Bütün Batılı gezginlere şehrin aynı 
yerlerini gösteren dragoman -çevirmen, rehber- onu Galata'da öyle "pis" bir yere 
götürür, kadınlar "o kadar iğrençtir" ki Flaubert çıkmak ister. Flaubert'in yaz-
dığına göre, tam o sırada evin sahibi "madam" Fransız misafirine, kızını önerir. 
Flaubert'in pek beğendiği on altı-on yedi yaşlarında bir kızdır bu. Ama Flaubert 
ile birlikte olmak istemez. Evdekiler kızı zorlar -insan bu zorlama sırasında 
yazarın ne yaptığını merak ediyor- ve sonunda ikisi yalnız kalınca kız 
İtalyancasıyla Flaubert'in hasta olup olmadığını anlamak için organını görmek 
ister. "Yaramı görmesinden korktuğum için, hakarete uğradığımı söyleyip 
terkettim orayı!" diye yazar Flaubert. 

Oysa yolculuğunun başında Kahire'de bir hastanede doktorun bir işaretiyle 
pantolonlarını indirip Batılı gözlemciye frengi yaralarını gösteren hastaları 
dikkatle seyretmiş ve gördüklerini defterine -tıpkı Topkapı Sarayı avlusundaki 
cücenin boyuna poşuna, kıyafetine dikkat edip yazdığı gibi- Doğu'ya ilişkin yeni 
bir tuhaflık, pislik ya da tıbbi vaka görmenin zevkiyle yazmıştır. Güzel, 
unutulmaz manzaralar seyretmek, hatıralar edinmek kadar, Flaubert Doğu'ya 
başkalarının hastalığını ve tuhaflığını görmeye de gelmişti, ama bunu yaparken 
kaptığı kendi hastalığını ve kendi tuhaflığını göstermeye niyeti yoktu hiç. 

Edward Said, İstanbul'da ne yazık ki milliyetçi duyguları okşamak ve Batılılar 
olmasa "Doğu"nün ne harika bir yer olduğuna bir kere daha inanmak için 
okunan Şarkiyatçılık adlı parlak kitabında Nerval ve Flaubert hakkında son 
derece anlayışlı satırlar yazarken Kahire'deki hastane sahnesine gönderme ya-
par, ama onu tamamlayan İstanbul'daki kerhane sahnesinden söz etmez hiç. 
Belki de İstanbul hiçbir zaman bir Avrupa sömürgesi olmadığı için. 

Oysa Batılı gezginler gibi milliyetçi Türkler de (bütün dünyaya Amerika'dan 
yayıldığı sanılan) bu hastalığı öteki medeniyetlere yakıştırdıkları için ona 
"frengi" demişlerdi. Flaubert'in İstanbul'a gelişinden elli yıl sonra ilk Türkçe 
sözlüğü İstanbul'da yayımlayan Arnavut kökenli Şemsettin Sami frenginin "bize 
Avrupa'dan geldiğini" yazar. Flaubert ise Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü'nde, 
tıpkı hastalığın kendisi gibi bulaşıcı olan bu "kim bulaştırdı?" sorusunu, yıllar 
sonra yeni bir Doğu-Batı şakasına çevirmeden sonuçlandırır: Frengiye herkes az 
çok yakalanmıştır. 
Mektuplarda çok açık ve samimi olan Flaubert tuhaf, korkunç, pis ve acaip olana 
merakı yüzünden mezarlıklarda geceleri askerlerle buluşan "mezarlık 
orospuları"ndan, boş leylek yuvalarından, şehrin soğuğundan ve İstanbul'u 


Sibirya gibi soğuk yapan Karadeniz rüzgârlarından, şehrin büyük 
kalabalıklarından bahseder. İstanbullular hariç herkesin hakkında yazdığı 
mezarlıklar üzerine Flaubert en duyarlı satırlarını yazmıştır. Şehrin ve hayatın 
içindeki mezar taşlarının, tıpkı yavaş yavaş unutulan ölülerin hatıraları gibi, 
eskidikçe toprağa batıp kaybolduklarını sanki ilk o farketmiştir. 
32
AĞABEY-KARDEŞ: İTİŞ-KAKIŞ 
Altı ile on altı yaşlarım arasında ağabeyimle sürekli kavga ettik ve ondan 
gittikçe artan bir şiddetle dayaklar yedim. O benden çok daha güçlü kuvvetliydi. 
Aralarında on sekiz aylık bir yaş farkı olan iki erkek kardeşin birbirleriyle 
dalaşması, boğuşması, dövüşmesi, İstanbul'da o zamanlar ve belki şimdi de 
sıradan, hatta sağlıklı bir şey olarak görüldüğü için başıma gelenleri durduracak 
güçlü bir irade yoktu. Ben de yediğim dayakları kişisel birer başarısızlık ve kendi 
güçsüzlüğüm ve beceriksizliğimin birer sonucu olarak algıladığım; ayrıca ilk 
yıllarda öfke ve aşağılanma anlarında kimi zaman şiddete ilk başvuran taraf da 
olduğum ve zaman zaman dayağı hak ettiğime aklımın bir köşesiyle inandığım 
için tabii ki şiddete karşı ilkeye dayalı bir karşı çıkış gösteremezdim. 

Bir kavga çıktığı, evde camlar, bardaklar kırıldığı, sağım solum morardığı, 
kanlar içinde kaldığım zamanlarda bile olay yerine gelen annem, bizim 
birbirimize güçle vurmamızdan, sonuçta benim dayak yememden değil, evde 
düzenin bozulmasından, gene birşeyleri bölüşememiş olmamızdan, komşuların 
gürültüden şikâyet etmesinden yakınırdı. 

Yıllar sonra bütün bu kavgaları ve şiddeti anneme ve ağabeyime hatırlattığımda 
bütün bunlar hiç olmamış da, ben, her zamanki gibi ilginç birşeyler yazabilmek 
için kendime çarpıcı ve melodramatik bir geçmiş icat ediyormuşum gibi 
davrandılar bana. Öylesine içtendiler ki onlara hak verdim ve her zamanki gibi, 
beni hayatın değil hayallerimin daha çok etkilediğini düşündüm. Bu yüzden bu 
sayfaları okuyan okur kimi zaman ölçüyü kaçırdığımı, kimi zaman da tıpkı hasta 
olduğunu bilmesine rağmen takip edildiği yanılsamasından bir türlü 
kurtulamayan kederli bir paranoyak gibi kendi kuruntularımdan bir türlü 
çıkamadığımı aklında tutsun. Ama bir ressam için şeylerin gerçekliği değil 
biçimi, romancı için olayların sırası değil düzeni ve hatıra yazarı için de geçmişin 
doğruluğu değil, simetrisi önemlidir. 

Bu yüzden kendimi anlatırken İstanbul'u, İstanbul'u anlatırken kendimi 
anlatmaya çalıştığımı farkeden okur bu çocuksu ve acımasız kavgaların başka 
birşeylere hazırlık olduğunu çoktan anlamıştır. Zaten ağabeyimle ilk 
itişmelerimiz ve kavgalarımızda aralarındaki küçük anlaşmazlıkları içgüdüsel 
bir şiddetle ifade etmeye çalışan çocukların "doğallığı"ndan fazla bir şey de 
yoktu. On-on iki yaşma kadar ağabeyimle dışa kapalı bir dünya kurmuştuk. 
Başka çocuklarla okul dışında fazla görüştürülmezdik. Çoğunu bizim icat 
ettiğimiz ya da başkalarından öğrenip yeni kurallarla değiştirerek kendimizin 
kıldığımız pek çok oyunla meşguldük. 

Gölgelerle kaplı evin içinde korkutmaca, saklambaç, mendil kapmaca, yılan, 
balıkçı kaptan, seksek, amiral battı, isim şehir, dokuztaş, dama, satranç, 
kanatları açılan masa topu (çocuklar için yapılmış bir masada), büyük yemek 
masasında pinpon ve daha pek çok oyun oynardık. Sıkıştırılmış gazete kâğıdı 
dahil her çeşit malzemeden çeşitli büyüklüklerdeki toplarla evin her yerinde. 

annem yokken, kan ter içinde kalıncaya kadar oynadığımız futbolun itiş ka-
kışları sırasında kavgalar çıkardı. 

Erkeksi futbol dünyasını, bütün toplumsal yankıları ve efsaneleriyle 
oyunlaştırdığımız "bilya maçı"na çok yıllar verdik. Tavla pullarıyla da 
oynadığımız bu oyun futbolun kurallarını, oyuncuların sahaya yayılışını, hücum 
ve savunma taktiklerini iyi taklit ettiği ve zamanla gelişen bir parmak hünerine 
ve biraz da zekâ ve "taktiğe" dayandığı için zevkliydi. On birerlik tavla (ya da 
bilya) takımlarıyla halı sahaya yerleşen iki takım, marangoza kestirip 
yaptırdığımız ağlı kalelere, yüzlerce kavga sonunda bir düzen ihtiyacıyla 
incelikle geliştirdiğimiz çeşitli kurallar içerisinde gol atmaya çalışırdı. Bilyaların 
zamanın futbolcularından alınmış adları vardı, onları tekir kedileri sevgiyle 
birbirinden ayıranlar gibi bir bakışta tanırdık. 

Ağabeyim, tıpkı İstanbul radyosunda o zamanlar "naklen futbol maçı anlatan" 
Halit Kıvanç gibi oynadığımız oyunu hayali bir seyirci kitlesine anlatır, gol 
olunca da, atan taraf tribünlerdeki seyirci gibi "gool" diye bağırır, arkasından bir 
de uğultu çıkarırdı. Hem futbol federasyonu, hem oyuncu, hem basın, hem de 
taraftar rolünü başarıyla, hakem rolünü başarısızlıkla canlandırdığımız bu bilya 
maçlarının sonunda, tıpkı futbolun bir oyun olduğunu unutarak birbirlerini 
bıçaklayan ateşli taraftarların yaptığı gibi biz de oyunun oyununu oynadığımızı 
unutur ve içtenlikle kavgaya tutuşur, birbirimizi yaralayıp canını yakana kadar 
dövüşürdük. Çoğu zaman ben dayakla sinerdim. 

Daha çok yenilgi, kıskançlık, kurallara uymama, aşırı alay edilme sonucu çıkan 
bu ilk kavgaların belirleyici duygusu rekabetti elbette. Ama ahlakımızı, 
kanaatkârlığımızı ya da terbiyemizi gösterme yarışından çok, hüner, güç, bilgi ve 
zekâ rekabetiydi bu. Dünyanın ya da oyunun kurallarını bir an önce öğrenme 
endişesiyle, akıl ve beceriyle hükmetme arzusunun renkleriyle yapılmıştı. 
Amcamın apartmanda bizi durdurup sorduğu bilmecelerle matematik 
problemlerinin ya da her katta bir başka futbol takımı tutulduğu için yarı şaka 
yarı ciddi süren çekişmelerin, Osmanlı-Türk askeri zaferlerinin ballandırılarak 
anlatıldığı okul kitaplarının ya da Keşifler ve icatlar Ansiklopedisi gibi 
hediyelerin yavaş yavaş kurduğu bir kültürün gölgeleri vardı bu rekabette. 

Elbette annemin günlük hayatı kendine kolaylaştırmak için ikide bir her türden 
yarışma ilan etme alışkanlığının payı da hissediliyordu. "Kim erken pijamalarını 
giyip yatağına girerse ona bir öpücük," derdi annem. "Kim üşütmeden, 
hastalanmadan bu kışı geçirirse ona bir hediye alacağım." "Kim önüne dökmeden 
yemeğini ilk bitirirse onu daha çok seveceğim." Ama bu anne kışkırtmaları olsa 
olsa iki erkek çocuğu daha "erdemli", daha "uslu" ve "uyumlu" yapmaya yönelik 
şeylerdi. 

Oysa bizim kavgalarımızın arkasında iddiacı, yarışmacı, başarı elde etmeye ve 
kendimizi özdeşleştirdiğimiz kimi kahramanlar gibi, hükmetmeye ve kazanmaya 
yönelik bir yan vardı. Tıpkı derslerde parmak kaldırıp bildiğimizi gösterdikçe, 
sınıf birincisi oldukça, kendimizi diğer "kafasızlardan" güvenle ayırdıkça 
yaptığımızı sandığımız gibi, birbirimizi yenip, ezip geçmek isterken ruhlarımızın 
karanlık bir yerinde İstanbul'un onulmaz kaderi yıkım ve hüzün duygusundan 
uzaklaşabileceğimizin hayalini saklıyor olmalıydık. Çünkü biraz daha iler. 

yaşlarda her İstanbullu, şehrin kaderiyle kendi kaderinin örtüşmesi durumunda 
hayat diye kendisini kanaatkârlık, duygusallık ve en fazla küçük bir mutluluk 
kılığına girmiş bir hüznün beklediğini hissetmeye başlar. 

Ağabeyim derslerinde her zaman benden daha başarılıydı. Bütün adresleri bilir, 
rakamları ve telefon numaralarını, matematik formülleri gibi gizli bir müzikle 
aklında tutar (birlikte bir yere giderken ben vitrinlere, gökyüzüne, kafamın 
takıldığına, o da apartman numaralarına ve adlarına bakardı), futbol kurallarını, 
maç sonuçlarını, başkentleri, araba markalarını ve atletizm derecelerini kırk yıl 
sonra kimi rakip profesörlerin yetersizliklerini ya da citation mdej'teki 
(uluslararası bilimsel alıntı dökümü) sınırlı yerlerini bildiği heyecanla sayıp 
dökebilirdi. Resim yapmaya o kadar bağlı olmamın, kâğıt kalem ile bir süre 
yalnız kalma ihtiyacımın arkasında ağabeyimin bu işlere hiç ilgi duymamasının 
payı vardı elbette. 

Ama resimle saatlerce uğraştıktan sonra aradığım mutluluğu bulamadığımda, 
ağır perdelerin ve eşyaların evin içinde biriktirdiği karanlık ruhuma hüzün gibi 
çökmeye başladığında, kendime, bütün İstanbul'un düşü olan kısa yoldan bir 
zafere ulaştıracak bir hayat fırsatı ya da onun yerini alacak yarışmalı bir oyun 
aradığımda ona gider, o sırada hangi oyuna meraklıysak -bilya maçı, satranç ya 
da bir zekâ oyunu- onu bir daha oynarız diye lafı bir dolandırırdım. 

Başını kitaptan kaldıran ağabeyim "Gene kaşınıyorsun galiba," derdi, oyunun 
sonunda çıkan kavgadan ve sonra gelen dayaktan çok, bu tür oyunların çoğunda 
beni yendiğini kastederek. "Yenilen pehlivan güreşe doymazmış!" derdi, en son 
oyunda da beni yenmiş olduğunu hatırlatarak. "Bir saat daha çalışayım, sonra." 
Önündeki kitaba dönerdi. 

Onun çalışma masası her zaman ne kadar düzenli, derli topluysa, benimkisi her 
zaman o kadar dağınık, bir deprem sonrası görünümündeydi. 

Bu ilk dönemin kavgaları tıpkı oynadığımız oyunlar gibi, hayatın kurallarını 
onları taklit ederek öğrenmemizi sağlıyordu. Daha sonraları ise, yaşlarımız 
ilerleyip şiddet, dayak ve yenilgi ruhumda izler bırakmaya başladığında, hayatın 
kurallarının bizimle oynamaya başladığını hissettim. Sık sık ortalıktan yok olan 
bir babanın eksikliğini doldurmaya çalışan, bu eksiklik yokmuş gibi yaparsa 
şehrin hüznü evine girmeyecekmiş gibi davranan dikkatli bir annenin bakışları 
ve öğüt yağmuru altındaki yoldaşça iki kardeşten, artık kendi dünyalarını 
kurmaya kararlı iki ergen iddialı erkeğe doğru evriliyorduk. 

Yıllar boyunca oyun oynarken ve evde yaşarken kavga çıkmasın diye aramızda 
geliştirdiğimiz hukuk ve kurallar (kim ilk nereye oturacak, dolabın neresi kime 
ait, hangi kitap kimin, arabada kim ne kadar süre babamın yanında oturacak, 
gece yataklarımıza yattıktan sonra odamızın açık kalmış kapısını ya da 
mutfaktaki lambayı kim hangi nedenle kapayacak, eve alınan Tarih dergisini ilk 
kim okuyacak) yavaş yavaş yeni kavga nedenlerine dönüşüyordu. Küsmeler, alay 
etmeler, tehditler, "oraya dokunma, o benim"ler, "bak sonra kötü olur" lar ile 
çözülemeyen pek çok sorun, kol bükme, yumruk, dayak ve şiddetle 
sonuçlanıyordu. Kendimi korumak için ben de tahta askı, sobanın maşası ya da 
süpürgenin sapı, elime ne geçerse kılıç gibi elime alırdım. 

Daha da kötüsü hayati olarak gördüğümüz bir oyunu (gerçek bir futbol maçını) 
taklit eden bir bilya maçının sonunda gurur ve onur nedenlerinden çıkan 
kavgalar artık doğrudan hayatla ilgili gurur ve onur sorunlarından da patlak 
veriyordu. İkimiz de birbirimizin zayıf noktalarını fazlasıyla biliyorduk ve tuhaf 
bir rekabetle birbirimizin kırılgan noktalarını acımasızca iğneliyorduk. Üstelik 
artık şiddete bir anlık öfkeyle değil planlı bir acımasızlıkla başvuruyorduk. 

Onu böyle yaralayabildiğim bu zamanların birinde ağabeyim "Akşam annemle 
babam sinemaya gidince seni döveceğim!" demişti bana. Akşam yemeğinde 
annemle babama sinemaya gitmemelerini, tehditler aldığımı söylediysem de, 
böyle durumlarda olduğu gibi güvenlik güçleri olayların yatıştığını, tarafların 
barıştığını sanarak bizi birlikte bırakıp gittiler. 

Evde kimse yokken bütün gücümüzü verdiğimiz bu yoğun boğuşmaların bir 
yerinde, kan ter içindeyken, bazan kapı çalınır, bir kavganın ortasında 
komşulara yakalanmış karı-koca gibi bir anda kendimizi toparlar, ateşli 
eğlencemizi orta yerinde kesen lüzumsuz misafiri ya da komşuyu "efendim"li, 
"buyrun lütfen oturun"lu bir kibarlıkla içeri alır, ağabeyimle birbirimize neşeli 
kaş göz işaretleri yaparken, annemin birazdan geleceğini söyler, ama yalnız 
kaldığımızda, kavgasız yapamayan kan-kocaların aksine hiçbir şey olmamış gibi 
mutlu ve dalgın günlük işlerimize dönerdik. 

Bazan da ben çok hırpalandıktan sonra kendi cenazesini hayal edip içlenen 
çocuklar gibi ağlaya ağlaya halıların birinin üzerinde uyuyakalırdım. İnsanlığı ve 
iyi kalpliliği benden hiçbir zaman az olmayan ağabeyim masasında biraz 
çalıştıktan sonra bana acır, uyandırır, kalkıp giyinip yatmamı söylerdi, ama ben 
o masasında hâlâ ders çalışırken elbiselerimle yatağa kendimi atıp uyumayı 
severdim. Ruhumda kendime acımayla hüzün arası karanlık bir yer olduğunu 
keşfediyordum. 

Elde etmek için "kaşındığım", sonunda hak ettiğim hüzün, yenilgi ve ezilmiş, 
aşağılanmış olma duygusu beni, öğrenilmesi gereken bütün kurallardan, 
çözülmesi gereken matematik problemlerinden, Karlofça Anlaşması'nın 
ezberlenmesi gereken maddelerinden ve hayatın zorunluluklarından kurtarır, 
her şeye boş verebilirdim. Dayak yiyip aşağılandıktan sonra kendimi özgür his-
sederdim. Her şeye boş verecek kadar özgürleştiğim için bazan bu dayakları 
kendime rağmen isterdim; "kaşınma" diyen ağabeyim de bunu sezerdi. Bazan 
bunu sezdiği, akıl ve iktidar da onda olduğu için onunla bütün gücümle 
dövüşmek ister, dayağımı yerdim. 

Her dayaktan sonra karanlık bir duygu, beni tek başıma yakalar, kötü olduğum, 
beceriksiz, suçlu ya da tembel olduğum düşünceleriyle aklımda oynaşırdı. "Ne 
var!" derdi içimden gelen bir ses, "Kötüyüm." Bir anda bana sarsıcı bir özgürlük 
veren bu cevap önüme yepyeni dünyalar açardı. Kötü olmaya sonuna kadar razı 
olursam istediğim zaman resim yapabileceğimi, derslere boş verebileceğimi, 
elbiselerimle uyuyabileceğimi anlardım. 

Öte yandan yenik, yıkık, ezik, kolu, bacağı morluklarla kaplı, bazan dudağı 
patlamış, burnu kanamış, orası burası fena hırpalanmış, daha kötüsü karşı 
koymaya yetişemediğim bir güçle göstere göstere ezilmiş, aşağılanmış ve gururu 
kırılmış halimden tuhaf bir şekilde hoşlanırdım. Belki de o sırada zevkl. 

kurduğum düşlerin renginin, hayallerin, bir rüzgâr gibi içimi saran bir gün 
büyük bir şey yapma hırsının canlılığı, gerçekliği beni büyülerdi. Bütün bu 
şiddetin, gururun ve hayallerin kötülük ya da ahlak gibi şeylerle hiç 
ilişkilendirilemeyecek bir gücü, canlılığı vardı. 

Bana derin bir mutluluk ve yeni bir hayat vaadeden ikinci dünya üstelik 
şimdinin şiddetinden beslendiği için çok daha canlı ve çekiciydi. Böyle 
zamanlarda şehrin hüznünü içimde hissetmeyi içgüdüler ve rastlantılarla 
keşfediyor, bu hüzünle elime kâğıdı kalemi aldığım zaman hem çizdiklerimi daha 
çok seviyordum, hem de duygunun karanlık yanı, oyunla, bütün dünyayı 
unutmanın zevkleriyle ağır ağır arkada kalıyordu. 
33
YABANCI OKUL, OKULDA YABANCI 
Robert Kolej'de İngilizce öğrendiğim bir hazırlık yılıyla birlikte dört yıl lise 
okudum ve çocukluğumun sona erdiğini, dünyanın benim çocukken sandığımdan 
daha karmaşık, yetişmesi zor ve sınırsızlığıyla insana acı veren bir yer olduğunu 
anladım. Bütün çocukluğumu anne-baba-ağabey-ev-sokak-mahalleden oluşan ve 
benim için dünyanın merkezi olan bir yerde geçirmiştim. Liseye kadar olan 
eğitimim, bu kişisel ve coğrafi âlemi hayatımın merkezi yapmak kadar, onun 
dünyanın geri kalanının ölçüsü olduğuna kendimi inandırmakla geçmişti. Şimdi 
lisede, bu yerlerin ne dünyanın merkezi ne de -bu daha da acıydı- her şeyin 
ölçüsü olduğunu kavrıyordum. 

Yerimin, bilgimin ve inançlarımın kırılganlığını ve dünyanın bitip 
tükenmezliğini (kolejin Amerikalı laik hocalarca kurulan kütüphanesinin alçak 
tavanlı ve hoş bir eskimiş kâğıt kokusuyla kokan labirentlerinde kaybolmayı, 
saatlerce kitap karıştırmayı severdim) keşfetmek bana şimdiye kadar hiç 
hissetmediğim bir yalnızlık ve güçsüzlük duygusu veriyordu. 

Yalnızlık duygusunun bir kısmı ağabeyimin yokluğu yüzündendi. Onunla sürekli 
çekişip dursam da, pek çok şeyi sınıflayıp, yargılayıp, kafamın içinde bir köşeye 
yerleştirmekte benim için babamdan ve annemden daha güçlü bir anlama 
merkezi olan ağabeyim, ben on altı yaşımdayken Amerika'ya, Yale 
Üniversitesi'ne okumaya gitti. Hayal gücümü ve aylaklığımı özgürleştirdiği, ikide 
bir yarışmaktan, aşağılanmaktan ve hırpalanmaktan beni kurtardığı için bu 
yalnızlıktan fazla şikâyetçi olmadım. Ama gene de özellikle hüzne kapıldığım zor 
zamanlarda onun yoldaşlığını arardım. 

Zorluklar, içimdeki bir merkezin dağılması yüzündenmiş gibi gelirdi bana. Ama 
kafamdaki, ruhumdaki bu merkezin tam ne olduğunu çıkaramıyordum. Bu 
yüzden derslere, çalışmaya ya da hayata kendimi bütünüyle veremiyordum 
sanki. Sınıfta eskiden alıştığım gibi hiçbir özel emek harcamadan en parlak 
öğrenci olamamak da bazan kalbimi kırardı, ama hiçbir şey için yeterince üzülüp 
sevinemeyecekmiş gibiydim. Mutlu olduğuma karar verdiğim çocukluğumda 
hayat, kadife yumuşaklığında, masal havası da taşıyan eğlenceli ve meraklı bir 
hikâye idi. 

On üç-on dört yaşımdan sonra ise bu tek hikâye dağılarak ve solarak çeşit çeşit 
parçalara ayrıldı. Bu parçaların her birine zaman zaman heyecanla inanır, tıpkı 
her yeni okul döneminin başında sınıf birincisi olmaya karar verip bunu sonra 
başaramamam gibi, bir süreliğine bu hayat parçacıklarından birinin sonuna 
kadar gitmeye niyet eder, ama bir şekilde dağılırdım. Dünya benden uzaklaşıyor 
gibi gelirdi bazan bana. Üstelik ona karşı tenimin, aklımın ve duyargalarımın en 
iştahla açıldığı sırada. 

Bütün bu akıl karışıklığı içerisinde bitip tükenmeyen cinsel düşler bana her 
zaman geri dönüp sığınılabilecek bir âlemin var olduğunu hatırlatırdı. Cinselliği, 
bir başkasıyla paylaşılan bir şey olarak değil, tek başına kurulan bir hayal olara. 

tanıyordum. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim günlerde kafamın içinde sürekli 
konuşan harfleri seslendirme makinesi gibi, şimdi de her ipucundan bir cinsel 
hayal ve haz imkânı çıkartan yeni bir makine kafamın içinde bütün renkleriyle 
ve şaşırtıcı kararlılığıyla çalışmaya başlamıştı. Hiçbir kutsal tanımadan 
çevremdeki herkesi ve gazete dergilerde gördüğüm her resmi hayalimdeki kesip 
yapıştırma işlemleriyle dayanılmaz cinsel hayaller şekline soktuğum 
zamanlarda, tek başıma odama kapanırdım. 

Daha sonra, geride bıraktığım ortaokul yıllarından kalma, biri aşırı şişman, biri 
de kekeme iki sınıf arkadaşımla yaptığım bir konuşmanın hatıraları suçluluk 
duyguları içerisinde beni bulurdu. "Sen hiç yapıyor musun?" demişti kekeme 
olanı zorlana zorlana konuşarak. Evet, ortaokuldayken de yapıyordum, ama 
utancımdan ne evet, ne hayır anlamına gelen birşeyler mırıldanmıştım. "Sakın 
hiç yapma!" demişti böyle şeyleri benim gibi akıllı, uslu, çalışkan birine 
yakıştıramayan kekeme, kekeledikçe suratı daha da kızararak. 

"Otuz bir çekmek çok korkunç bir alışkanlık, bir kere başladın mı hiç 
bırakamıyorsun." Bu noktada, aşırı şişman olan arkadaşım da, hatırladıkça bana 
daha da acıklı gelen o kederli bakışıyla bakmış, otuz bir dünyasından uzak 
durmamı fısıltıyla öğütlerken, yüzünde, hiç vazgeçemediği bir uyuşturucuya 
alışmış, bütün hayatı bu yüzden mahvolmuş ve bu korkunç sonucu da artık -
şişmanlık gibi- tevekkülle kabullenmiş birinin ifadesi belirmişti. 

Aklımda o yılların hatıralarıyla birleşen, aynı suçluluk ve yalnızlık duygusuyla 
yaptığım ve daha sonra Teknik Üniversite'de mimarlık okurken devam ettiğim 
bir başka şey de, okuldan kaçmaktı. Oysa bu faaliyete de çok eskiden, ta 
ilkokuldayken başlamıştım. 

İlk başlarda, ilkokuldayken, sıkıldığım için, kimsenin farketmediği bir 
eksikliğimden utandığım için ya da o gün okulda aşı yapılacağını bildiğim için 
kaçardım. Okulun kendisiyle ilgisiz nedenlerle de okuldan kaçtım: Annemle 
babam kavga ettiği için ya da düpedüz tembellik ve sorumsuzluktan ya da uzun 
süren ve evde el bebek gül bebek ihtimamla bakıldığım hastalıklardan sonra 
okula gitme alışkanlığımı kaybettiğim için. 

Ezberlenmesi gereken bir şiir, ortaokuldayken başedilmesi zor bir kabadayının 
hırpalamaları ve lise ve üniversitedeyken hüzün, iç sıkıntısı ya da egzis-
tansiyalist bunalım da okuldan kaçmak için bahaneydi. Bazan bir ev kedisi 
olduğum için de okuldan kaçardım. Ağabeyim okuldayken annemle yalnız 
kaldığım, odada kendi başıma dilediğim şeyleri daha iyi yaptığım, zaten 
ağabeyim kadar iyi bir öğrenci olamayacağımı da çoktan anladığım için 
kaçardım. Ama asıl neden daha arkalarda, hüzünle ilgili bir yerdeydi. 

Babamın, dedemden kalan bütün paraları bitirmesinden, bir iş bulduğu 
Cenevre'ye annemle gitmesinden sonraki kış, bize bakan babaannemin gücü 
bana yetmediği için okuldan kaçmaya başladım. Her sabah ağabeyimle beni 
okula götüren kapıcı İsmail Efendi zili çalınca, ağabeyim elinde çanta kapıdan 
çıkar, sekiz yaşımdaki ben ise bir bahane mırıldanarak evin içinde dolanmaya 
başlardım: Çantamı yapmayı bitirememiştim, son anda unuttuğum bir şey 
aklıma gelmişti, babaanne bana bir lira verir miydi, karnım ağrıyordu, 
ayakkabım ıslaktı, gömleğimi değiştirmem gerekiyordu... Benim kötü niyetim. 

sezen ve sınıfa geç girmekten hiç hoşlanmayan ağabeyim, "Biz gidelim İsmail," 
derdi. "Sen sonra gelir, Orhan'ı alır götürürsün." 

Kapıcının bizi götürüp getirdiği okul, Işık Lisesi, dört dakika uzaklıktaydı. İsmail 
Efendi, ağabeyimi okula bıraktıktan sonra beni götürmek için geri geldiğinde 
okulda ders artık başlamak üzere olurdu. Bir süre daha oyalanır, eksik ya da 
hazır olmayan bir şeyden başkalarını suçluyormuş gibi yapar ya da kapıcı kapıda 
beklerken karnımın ağrısından zilin çaldığını duymamış gibi davranırdım. Bütün 
bu yalan dolan ve numaralar beni gerdiği ve bir de her sabah nefretle içtiğim ve 
köpüklü kaynar sıcaklığını ve pis kokusunu genzimde tiksintiyle hissettiğim süt 
yüzünden karnım gerçekten biraz ağrıyor olurdu. Bir süre sonra babaannemin 
yufka yürekliliği tutardı: 

"Peki İsmail, artık geç oldu, zil çoktan çalmıştır, bugün de gitmesin bari," der, 
kaşlarını çatarak bana dönerdi. "Bak yarın gideceksin ama, anlaşıldı mı, yoksa 
polis çağırırım. Annenle babana da mektupta yazarım." 

Yıllar sonra, lisedeyken kaçaklığımı kimse bilmediği için, okulu kırmak daha 
zevkli bir şey oldu. Suçluluk duygusu, şehrin sokaklarında attığım her adımı 
hem bedeli ödendiği için daha kıymetli kılar,, hem de aklımda okulu kırmaktan 
başka bir amaç olmadığı için, sokaklardaki gezintim sırasında gerçek bir 
amaçsızın, bir aylağın, bir serserinin görebileceği şeylere takılırdım: Şu kadının 
geniş kenarlı şapkası, her gün önünden geçtiğim halde farketmediğim bu 
dilencinin yanık yüzü, dükkânlarında gazete okuyan berberler ve çırakları, 
karşıdaki apartmanın yan duvarındaki konserve reklamındaki kız, ancak liseden 
kaçıp bu saatte buraya gelirsen nasıl tamir edildiğini görebileceğin Taksim 
Meydanı'ndaki kumbara şeklindeki saatin içi, hamburgerci dükkânlarının 
boşluğu, Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki anahtarcılar, eskiciler, koltuk 
tamircileri, bakkallar, Yüksekkaldırım yokuşundaki pulcular, müzik malzemesi, 
eski kitap, el damgası ya da daktilo satan dükkânlar, her şey, başka zamanlarda, 
mesela çocukluğumda annemle gezerken ya da arkadaşlarımla oralardan 
geçerken hissetmediğim kadar hakiki, güzel ve dokunmak isteyeceğim kadar 
ilginç olurdu. 

Sokaklarda gördüğüm satıcılardan simit, midye tava, pilav, kestane, cızbız köfte, 
balık ekmek, un kurabiyesi, ayran, şerbet, canım ne istiyorsa alırdım. Bir köşede 
durup, elimde bir şişe gazoz, sokakta futbol oynayan çocukları (onlar da benim 
gibi okuldan mı kaçmışlardı, yoksa hiç mi gitmiyorlardı?) seyrettiğim ya da hiç 
bilmediğim bir yokuştan aşağı yürüdüğüm aşırı mutluluk anlarım da olurdu, 
gözüm saatimde, aklım o sırada okulda yapılan şeylerde, suçluluk duygularıyla 
hüzne boğulduğum zamanlar da. 

Lise yıllarımda derslerden kaçarak Bebek'i, Ortaköy'ün arka sokaklarım, 
Rumelihisarı tepelerini, çoğu o zamanlar hâlâ işleyen Rumelihisarı, Emirgân, 
İstinye vapur iskelelerini ve çevrelerindeki balıkçı kahvelerini, sandal çekme 
yerlerini, oralardan binilen vapurlarla gidilebilecek yerleri, Boğaz vapurlarına 
binmenin zevklerini, Boğaz köylerini, pencerede uyuklayan yaşlı teyzeleri, mutlu 
kedileri ve sabah kapıları kilitlenmeyen eski Rum evlerinin hâlâ görüldüğü arka 
sokakları keşfettim. 

Bu suçlarımdan sonra beni doğru yola sokacak pek çok karar alırdım: Daha iyi 
bir öğrenci olacak, daha çok resim yapacak, Amerika'ya gidip resim okuyacak, 
her biri aşırı iyi niyetten birer karikatüre dönüşmüş Amerikalı hocalarla, 
bezginlik ve kötü niyetten, can sıkmaktan başka bir şey yapamayan Türk 
hocaların canını sıkacak şeyleri de yapmayacak, derslerden de atılmayacaktım. 
Kısa bir sürede suçluluk duygularının da yardımıyla hırslı bir "idealist" 
olmuştum. Bu idealizmle, yalan söyleyen, tembellik ya da iki yüzlülük eden, 
numara yapan yetişkinleri, hocaları, büyükleri hiç duraksamadan mahkûm 
ediverirdim. 

O yıllarda benim için yetişkinlerin en sık işledikleri ve en affedilmez günah 
yeterince dürüst, hakiki, özgün ya da samimi olmamaktı. Birbirlerinin hatırını 
sormalarından biz öğrencileri tehdit etmeye, çarşı pazar alışverişinden siyasal 
nutuklara kadar hayatın her anında yetişkinlerin sürekli iki yüzlü 
davranmaları, bana hayat tecrübesi denilen ve bende eksik olduğu sürekli 
hatırlatılan şeyin, insanın belirli bir yaşa geldikten sonra bu iki yüzlülükleri, 
numaraları hiç zorlanmadan yapıvermesi, sonra da pişkinlikle hiçbir şey 
olmamış gibi davranabilmesi olduğunu düşündürürdü. 

Yanlış anlaşılmasın: Ben de pek çok hile yapıyor, iki yüzlülük ediyor, herkes 
kadar yalan da söylüyordum ama bunları yaptıktan sonra çektiğim suçluluk 
duyguları, yakalanma korkuları ve ruhumdaki sarsıntılar öylesine şiddetli 
oluyordu ki, bir süre kendimi dengeli ya da "normal" hissedemiyor, bu da 
yaptığım iki yüzlülüğün ya da söylediğim yalanın bedelini yükseltiyordu. Yeni 
bir yalanı söylemekten ya da iki yüzlülük etmekten, vicdanım bunları kabul 
etmediği ya da bu ikisi.aynı şey oldukları için değil, daha sonraki bu tuhaf 
sarsıntılar beni çok yorduğu için kaçınmaya çalışırdım. 

Gittikçe arttığını ve sıklaştığını farkettiğim ruhumdaki bu sarsıntılar yalnız 
yalan söyledikten ya da yetişkinler gibi iki yüzlülük ettikten sonra değil, hayatın 
içinde her an beni bulabilirdi. Bir arkadaşımla elle kolla şakalar yaparken, 
Beyoğlu'nda bir sinemanın bilet kuyruğunda tek başıma beklerken ya da yeni 
tanıştığım güzel bir kızın elini sıkarken, bir anda sanki içimden bir göz çıkar, bi-
raz ötede havada asılı kalır ve dikkatli bir film kamerası gibi o sırada yapmakta 
olduğum her şeyi (elimi uzatmış kulübedeki kadına bilet için para veriyorumdur 
ya da güzel kızın elini sıktıktan sonra umutsuzca söylenecek bir şey 
arıyorumdur) ve söylemekte olduğum sıradan, iki yüzlü ve aptalca sözleri 
(Rusya'dan Sevgilerle için ortalardan bir bilet lütfensiz de bu partilere ilk defa 
mı geliyorsunuz?) dikkatle gözlemeye başlardı. 

Bir anda kendimi bir filmin hem yönetmeni hem de oyuncusu, hem hayatın 
içinde, hem de içinde olduğum hayatın alaycı bir gözlemcisi durumunda bu-
lurdum. Her şey "normalmiş" gibi davranmaya ancak birkaç saniye devam 
edebildiğim bu anlardan sonra o utanç, korku, dehşet ve yabancı kalma 
telaşından oluşan bir ruhsal sarsıntı beni bütünüyle kavrardı. Sanki ruhum 
kendi içine doğru kapana kapana katlanarak küçülen bir kâğıt gibi kendi 
kendine sarsıla sarsıla küçülürken bütün iç organlarım, her şeyim bu bunalım 
sırasında sallanmaya başlardı. 

Böyle durumlarda bana iyi gelecek tek ilacın bir odaya girip, kapısını kilitleyip, 
orada tek başıma kalmak olduğunu bilirdim. Odada tek basınayken ruhumun 
dayanamadığı, beni sarsan ânı yeniden yeniden düşünür, o ânı yeniden oynar, 
bazan beni utandıran sıradan sözlerimi kendi kendime tekrarlardım. Elime kâğıt 
kalem alıp birşeyler yazar, çizer, çiziştirirsem iyi gelir, kısa sürede "normal" 
halime dönebilir, insan arasına çıkabilirdim. 

Bazan da, bayağı, iki yüzlü ya da sahte bulunabilecek hiçbir şey yapmadığım 
halde, birdenbire kendimi çok yapmacıklı bulduğum olurdu. Sokaklarda 
yürürken bir vitrinde yansıyan kendi görüntüme gözüm takıldığında ya da 
Beyoğlu'nda o yıllarda tek tek açılan yeni sandviççi-hamburgerci büfelerinden 
birinde bir kenara oturmuş, cumartesi akşamı eğlencesi olarak sinemada film 
seyrettikten sonra ayran içip sosisli sandviç yerken, bir anda karşımdaki aynada 
gördüğüm kendi görüntüm bana fazla gerçek, fazla ham ve fazla dayanılmaz 
gelirdi. O ana dayanamadığını için ölmek isterdim, ama bir acı çekme iştahıyla 
elimdeki sandviçi yerken kendimi seyretmeye devam ederdim. 

Bir süre sonra kendimi Goya'nın resmindeki oğlunu yiyen deve benzetirdim. 
Aynadaki görüntü, bana suçlarımı, günahlarımı, berbat bir herif olduğumu 
hatırlatırdı. O yıllarda Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki randevuevlerinde, 
tanışma ve buluşma salonlarında aynı şekilde çerçeveletilip asılmış kocaman 
aynalar olduğu için değil yalnızca, tepemdeki çıplak ampul, kirli duvar, 
oturduğum tezgah, büfenin iç rengi, her şey fazla bakımsız, sıradan ve çirkin 
olduğu için de böyle hissederdim. Sanki önümde mutluluk, sevinç ve zaferlerle 
geçecek bir hayat değil, üzerinde fazla durulmadan geçiştirilmesi gereken sıkıcı 
ve uzun bir zaman parçası vardı ve ayrıntılara ve anlara hiçbir özel dikkat 
göstermeden öldürülmesi gereken bu zamanı öldürüyormuş gibi hissederdim 
kendimi. 

Az önce seyrettiğim Hollywood filmindeki gibi güzel ve anlamlı asıl hayatları, 
Amerika'nın ya da Avrupa'nın mutlu insanları yaşayabilirdi; dünyanın büyük 
çoğunluğunu oluşturan ve benim de dahil olduğum geri kalan kalabalığı ise kırık 
dökük, özelliksiz, iyi boyanmamış, eskimiş, yıpranmış ve ucuz yerlerde, kimsenin 
öyle fazla dikkat etmeyeceği ikincil, önemsiz ve özensiz hayatlar bekliyordu ve 
ben böyle bir hayata hazırlandığım fikrine yavaş yavaş alışıyordum. Batı tarzı 
bir hayat İstanbul'da ancak zenginler çevresinde yaşanabileceği ve bu çevreler de 
bana dayanılmayacak kadar yapmacıklı ve ruhsuz geldiği için yavaş yavaş şehrin 
arka sokaklarını ve hüzünlü görüntülerini daha çok seviyor, tek başıma 
geçirdiğim cuma ve cumartesi akşamları buralarda ve sinemalarda kendi 
kendime oyalanıyordum. 

Kimseyle paylaşmadan kitaplar okuyup, resim yapıp şehrin arka yüzünü 
keşfetmeye çalıştığım bu hayata hiç karıştırmadığım bazı berbat arkadaşlar da 
edinmiştim. Babaları fabrikatör, tekstilci ve madenci olan bir arkadaş "grubu"na 
girmiştim. Robert Kolej'e babalarının Mercedes'ini kulanarak gelen, akşam 
okuldan dönüşte Şişli'nin, Bebek'in caddelerinde gördükleri güzel kızların 
yanında arabalarını yavaşlatarak onları arabaya davet eden ve kepçe denilen bu 
davete kızlar uyar da arabaya binerlerse onlarla cinsel birşeyler yaşama 
hayalleri kuran bu arkadaşlarım benden yaşça büyük ama kafasızdılar. 

Hafta sonları da Maçka, Nişantaşı, Taksim, Harbiye civarında arabalarıyla 
sürekli fır dolanarak gene kepçeye çıkarlar, kendileri gibi yabancı liselere giden, 
her kış on gün Uludağ'a kayak yapmaya çıkan, yazları Suadiye ve Erenköy'de 
tatil yapan kızlarla tanışmak isterlerdi. Benim de bazan katıldığım bu kepçe 
avları sırasında bazı kızlar bizlerin kendileri gibi zararsız çocuklar olduğumuzu 
bir bakışta nasıl hemen anlar da arabaya hiç korkmadan binerlerdi şaşardım. 
Bir keresinde benim de yolculuk ettiğim arabaya iki kız binmiş, yoldan geçen 
lüks arabalara binmek çok sıradan bir şeymiş gibi onlarla gelişigüzel bir sohbete 
dalmış, sonra hep birlikte bir klübe gidip limonata ve kola içip dağılmıştık. 
Benim gibi Nişantaşı'nda oturan, sık sık buluşup poker oynadığım bu 
arkadaşlarımdan başka, arada bir satranç veya pinpon oynamak ya da resimden 
ve sanattan söz etmek için buluştuğum arkadaşlarım da vardı ve onları da 
ötekilere yaptığım gibi, birbirleriyle tanıştırıp, görüştürmeydim hiç. 

Bu arkadaşlarımın her birinin yanında ayrı bir kişilik, ayrı bir mizah, ayrı bir 
ses ve ayrı bir ahlak edinirdim. Bukalemuna benzer çevreden çevreye değişen bu 
halim planlı, sinsice ve sinikçe yaptığım bir şey değildi. Çoğu zaman bu 
kimlikleri, bu arkadaşlarımla sohbet ilerledikçe, konuştuğumuz konularla 
heyecanlara kapıldıkça kendiliğinden edinirdim. Kolaylıkla iyiyle iyi, kötüyle 
kötü, tuhafla tuhaf olmama yol açan bu rahatlığımın beni, pek çok arkadaşımın 
başına geldiğinin tersine, yirmi yaşından sonra sinik ve aşırı alaycı olmaktan 
koruduğunu düşünüyorum. İlgilendiğim her konuya, kalbimin bir yanıyla inanıp 
içtenlikle kapılır giderdim. 

Ama kimi zaman hiç durmadan saatlerce gülmeme engel değildi bu! Bazan şaka 
yaparak, alay ederek, kıkırdayıp gülerek saatler geçirirdim. Çoğu zaman Robert 
Kolej'de, sıkıcı derslerde kafamda da bir vida gevşediği zaman olurdu bu: Bir 
süre sonra bütün sınıfa duyuracak şekilde fısıldayarak yaptığım şakalarla, "su-
luluklarla" öğretmenden daha dikkatle dinlenen bir hikâye anlatıcısı olduğumu 
görmek beni coşturur, mizah oklarımı sıkıcı Türk hocalara da yöneltirdim. 
Bazıları bir Amerikan okulunda hocalık etmenin huzursuzluğuyla, öğrenciler 
arasında kendisini Amerikalılara ihbar eden "casuslar" olduğunu ima eden, 
bazıları Türk milliyetçisi sıkı nutuklar atan Türk hocaların, Amerikalılara 
kıyasla daha heyecansız, yorgun, yaşlı ve bezgin olduklarını, bizleri de, 
kendilerini de, hayatı da artık fazla sevmediklerini hissederdik. İyi niyetle, 
arkadaş olmaya çalışan Amerikalı hocaların aksine içlerinden ilk gelen şey 
ezberletmek ve cezalandırmak olduğu için çoğumuz bu bürokrat ruhlu 
hocalardan nefret ederdik. 

Türk hocalara kıyasla çoğu genç olan Amerikalı hocalar, olduklarından da daha 
saf ve iyi niyetli sandıkları Türk öğrencilere Batı medeniyetinin harikalarını 
öğretmek için aşırı iyi niyet ve saflıkla öyle bir çırpınırlardı ki onların neredeyse 
dini boyutlara varan eğitim gayretkeşliği bütün sınıfı zaman zaman acımayla gü-
lümseme arasında kararsız bırakırdı. Bazıları uzak ve yoksul ülkelerdeki cahil 
üçüncü dünyalı çocukları eğitmek için Türkiye'ye gönüllü gelmiş, çoğu 1940'larda 
doğmuş solcu olan bu Amerikalı hocalar bize Brecht okutur, Shakespeare'in sol 
yorumunu yapar, edebi metin okurken de bütün kötülüklerin kaynağının iyi 
insanları yoldan çıkaran "kötü" toplumlarda yattığını göstermeye çalışırlardı. 

Edebi metin yorumlarken toplumun kendisine boyun eğmeyen iyi insanları dışarı 
"ittiğini" göstermek için sık sık "you are pushed" diyen bir hocaya sınıftan bazı 
alaycılar "yes sir you are pushed" diye ikide bir cevap yetiştirirken, yalnızca son 
kelimenin Türkçedeki bir hakaretle okunuşunun aynı olduğunu bilmeyen 
Amerikalı öğretmene farketmediği ve bütün sınıfı gizlice gülümseten bir küfür 
etmiş olmazlar, aynı zamanda sınıfta pek çok öğrencinin de Amerikalı hocalara 
gizli gizli duyduğu bir öfkeyi de ortaya çıkarmış olurlardı. Dönemin hem 
milliyetçi, hem solcu havasına uygun bu utangaç Amerikan düşmanlığı, okuldaki 
Anadolu kökenli, burslu, parlak öğrencilerin kafasını daha çok meşgul ederdi. 

Zor sınavları geçerek bu ayrıcalıklı Amerikan lisesinde okumaya hak kazanmış, 
çoğu gerçekten zeki ve çalışkan taşra kökenli yoksul öğrenciler bir yandan 
Amerikan kültürü, özgürlük düşüncesi ve daha önemlisi üniversiteyi okumak 
için Amerika'ya gitmek ve orada kalmak gibi hayallerle büyülenirken, diğer 
yandan Vietnam Savaşı'nın da etkisiyle Amerikalılara karşı zaman zaman 
denetleyemedikleri bir öfke duyarlardı. İstanbullu zengin ya da orta sınıf 
ailelerinin ya da benim zengin çocuğu arkadaşlarımın ise böyle dertleri yoktu 
pek: Onlar Robert Kolej'de okumayı, ileride sahibi ya da yöneticisi olacakları 
büyük şirketlerde çalışmaya başlamanın ya da bir büyük yabancı şirketin 
Türkiye temsilciliğini açmanın ilk adımı olarak görürlerdi yalnızca. 

Ben ise ileride ne olacağımı tam bilmiyordum, ama soranlara İstanbul'dan 
ayrılmayacağımı ve mimarlık okuyacağımı söyleyiveriyordum. Mimar olmam 
konusunda, yalnız ben değil, bütün aile zaten çoktan oybirliğiyle karar vermişti. 
Dedem, babam ve amcam gibi makul bir insan olduğuma göre, ben de İstanbul 
Teknik Üniversitesi'nde mühendislik okumalıydım, ama madem resim yapmaya 
bu kadar eğilimim vardı, aynı yerde mimarlık okumak bana yakışırdı. Kimin ilk 
düşünüp söylediğini bile hatırlamadığım bu basit mantığı ben de lisede okurken 
çoktan benimsemiş, içselleştirmiştim. 

İstanbul'dan ayrılmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Şehre çok bayıldığım, 
onu bilinçle ya da tutkuyla sevdiğim için filan değil: İçgüdüsel olarak, 
alışkanlıklarımı, yaşadığım yerleri zor terkedebilen, mekân, çevre, ev, mahalle 
değiştirmekte son derece tembel davranan biri olduğum için. Daha o zamandan 
her gün aynı kıyafetleri giyip, aynı şeyleri yiyip vahşi hayaller kurarak yüzlerce 
yıl hiç sıkılmadan yaşayabilecek biri olduğumu keşfetmeye başlamıştım. 

Hayatta ne olacağım, hayatın anlamının ne olduğu ve ne olması gerektiği gibi 
temel konuları o yıllarda pazar sabahları ikimiz birlikte yaptığımız araba 
gezintilerinde babamla konuşurduk. Babam müdürü olduğu Aygaz'ın 
Büyükçekmece yakınlarında, Ambarlı'da yaptırdığı bazı depo ve dolum istasyonu 
inşaatlarını denetlemek ya da Boğaz'a gezmeye gitmek, bir şey satın almak ya da 
babaanneme uğramak gibi bahanelerle her pazar sabahı beni arabaya bindirir 
(1966 model Ford Taunus), radyoyu açar ve gaza basardı. 

1960'ların sonunda, 1970'lerin başlarında, pazar sabahları boş olan İstanbul 
caddelerinde, sokaklarında, daha önce hiç gitmediğimiz mahallelerde radyoda 
çalan "hafif batı müziği" parçalarını dinleyerek (Beatles'lar, Slyvie Vartan, Tom 
Jones gibi şeyler) ilerlerken babam bana hayatta insanın içinden geldiği gibi 
davranmasının en iyi şey olduğunu, paranın bir amaç değil, mutlu olmak içi. 

gerekliyse kullanılması gereken bir araç olduğunu ya da bir zamanlar bizi 
terkederek gittiği Paris'te otel odalarında nasıl şiirler yazdığını, Valery'nin 
şiirlerini nasıl Türkçeye çevirdiğini ve yıllar sonra bir Amerika yolculuğunda 
şiirler ve çevirilerle dolu bavulunu nasıl hırsızlara kaptırdığını neşeyle anlatırdı. 

Müziğin iniş çıkışlarına şehrin sokaklarının ardarda dizilişine ya da hikâyelerin 
akışına uygun olarak konudan konuya sıçrayarak bana anlattığı her şeyi, 
1950'lerde Jean Paul Sartre'ı Paris kaldırımlarında nasıl sık sık gördüğünü ya da 
Nişantaşı'ndaki Pamuk Apartmanı'nin nasıl yapıldığını veya ilk iflaslarından 
birinin hikâyesini bir daha hiç unutamayacağımı bilirdim. Babamın bazan 
manzaranın güzelliğine, bazan kaldırımlardaki güzel kadınlara dikkatimi 
çekerek anlattığı bu hikâyeleri ve altını fazla çizmeden ve bana rahatça 
veriverdiği hayat hakkındaki bilgece öğütleri dinlerken kurşuni renkli o kış 
sabahlarında arabanın ön camından akmakta olan İstanbul görüntülerini 
seyrederdim. 

Galata Köprüsü'nden geçen araçları, hâlâ yıkılmamış ahşap evlerle çevrili kenar 
mahalleleri, dar sokakları, futbol maçına giden kalabalıkları ya da kömürle 
yüklü sandalları çeken ince bacalı bir römorkörün Boğaz'da ilerleyişini 
seyrederken, babamın bana hayat hakkında verdiği bilgece öğütleri, mesela 
insanın kendi içgüdülerini, kafasına takılanları ve takıntılarını dikkatle izlemesi 
gerektiğini ya da hayatın aslında çok çabuk geçtiği ve insanın ne yapmak 
istediğini bilmesinin iyi bir şey olduğunu ya da aslında insanın ancak yazmak, 
çizmek ve resim yapmakla hayatta bir derinlik elde edebileceğini ima eden 
sözlerini dikkatle dinler ve görüntülerle sözlerin kafamda birleştiğini 
hissederdim. 

Bir süre sonra, dinlediğim müzik, arabanın penceresinden akan İstanbul 
görüntüleri, babamın "buraya da sapalım mı?" diye gülümseyerek arabayı 
soktuğu parke kaplı kimi dar sokakların ve kaldırımların havası, hepsi kafamda 
birleşir ve bana hayatta sorduğumuz temel sorulara hiçbir zaman bir cevap 
bulamayacağımızı, ama onları sormamızın iyi olduğunu, hayatın amacının ve 
mutluluğunun da bizim tam farkedemediğimiz ya da farketmek istemediğimiz 
yerlerde olduğunu, ama bütün bu dertler kadar önemli olan bir başka şeyin de, 
bu dertleri kafamıza takarken ya da hayatta haz ya da derinlik peşinde koşarken 
arabanın, evin, geminin pencerelerinden gördüğümüz görüntüler olduğunu, 
çünkü zamanla hayatın tıpkı müzik, resim ya da hikâyeler gibi iniş çıkışlarla 
biteceğini, ama gözlerimizin önünden akan şehir görüntülerinin, yıllar sonra bile 
rüyalardan çıkma hatıralar gibi bizimle kalacağını hissettirirdi. 
34

MUTSUZLUK KENDİNDEN ve ŞEHİRDEN NEFRET ETMEKTİR 
Bazan şehir bambaşka bir yere dönüşür. Sokakların insana kendini evinde 
hissettiren renkleri birden çekiliverir, her görüşümde bana esrarlı gözüken 
kalabalıkların aslında kaldırımlarda yüzyıllardır amaçsızca yürüdüklerini 
anlayıveririm. Bütün parklar çamurlu ve tatsız arazilere, elektrik direkleri ve 
reklam panolarıyla kaplı meydanlar betondan yavanlıklara, şehir de ruhum gibi 
boş, bomboş bir yere dönüşüvermiştir. 

Ara sokakların kiri, pisliği, açık çöp tenekelerinden şehre yayılan kötü koku, 
sokaklardaki, kaldırımlardaki bitmez tükenmez çukurlar, inişler, çıkışlar, 
İstanbul'u İstanbul yapan bütün o düzensizlik, kargaşa ve itiş kakış bana şe-
hirden çok kendi ruhum ve hayatımın yetersiz, kötü ve eksik olduğu duygusunu 
verir. Sanki bu şehir bana, benim hak ettiğim bir ceza olduğu gibi, ben de onu 
kirleten bir şeyimdir. Şehirden bana, benden şehre yoğun bir keder ve hüzün 
sızarken şehirde de, bende de iş kalmadığını hissederim: Ben de şehir gibi 
yaşayan bir ölü, soluk alıp veren bir ceset, sokakların ve kaldırımların bana 
hissettirdiği gibi yenilgiye ve pisliğe mahkûm bir sefilimdir. Her biri olanca 
ağırlığıyla ruhuma çöken çirkin, yeni ve beton apartmanlar arasından titreyen 
bir mendil gibi Boğaz'ı görmek bile, bu gibi durumlarda umut vermez. 

O zaman daha da kötüsünün, kahredici ve öldürücü asıl hüzün duygusunun, 
uzaktaki görülmez sokaklardan bana yaklaşmakta olduğunu, tıpkı sonbahar 
akşamlarında şehir sokaklarına usulca sızan yosun ve deniz kokusundan, lodos 
fırtınasının yaklaşmakta olduğunu sezen tecrübeli İstanbullu gibi anlarım ve 
tıpkı yıkımı, ölümü, depremi ya da lodos fırtınasını sokakta değil, kendi evinde 
geçirmek isteyenler gibi hızlı hızlı evime dönmek isterim. 

Ama hüznün ve mutsuzluğun karanlığının yaklaşmakta olduğunu anladığım an 
evdeki yarı karanlık, loş ve kuytu köşem benden gittikçe uzaklaşır ve acıklı ve 
çirkin sokaklar, düzensiz, bıktırıcı kaldırımlar ve bir anda hepsi birbirine 
benzemeye ve içimdeki sefaleti sezdikleri için beni aralarına almamaya gizli bir 
yemin etmiş gibi gözüken insanlar hiç bitmemeye, hatta korkutucu bir şekilde 
çoğalmaya başlar. 

Güneşin birden bütün gücüyle ortaya çıktığı, şehrin yoksul, düzensiz ve başarısız 
yanlarını acımasızca aydınlattığı bahar öğleden sonralarını sevmem. Taksim'den, 
Harbiye ve Şişli üzerinden ta Mecidiyeköy'e (annem, çocukluğunu geçirdiği 
buralardaki dutluklardan kayıp bir masal ülkesinden bahseder gibi söz ederdi) 
kadar uzanan ve her iki yanı 1960 ve 1970'lerde yapılmış "uluslararası üslup"lu, 
kimileri be-te-be ile kaplı, kocaman pencereli apartman binalarıyla çevrili 
Halaskârgazi Caddesi'ni sevmem. Şişli'nin (Pangaltı), Nişantaşı'nın (Topağacı), 
Taksim'in (Talimhane) kimi arka sokakları bende oralardan bir an önce kaçıp 
gitme isteği uyandırır: Yeşilliklerden uzak, Boğaz'ın hiç gözükmediği bu yerler, 
aile kavgaları, küçük mülkiyet heyecanları yüzünden bolüne bolüne ufacık 
kalmış arsalar üzerinde yükselen çarpık çurpuk apartmanlarla kaplı inişli çıkışl. 

bu tepeler ve çukurlar bana o kadar havasız ve enerjisiz gelir ki, sokaklarda 
yürürken pencerelerden bakan bütün kötü niyetli teyzelerle yaşlı ve bıyıklı 
amcaların benden nefret ettiklerini, üstelik de haklı olduklarını hissederim. 

Nişantaşı ile Şişli arasındaki arka sokaklarda olduğu gibi konfeksiyoncuların ya 
da Galata ve Tepebaşı arasındaki bazı sokaklarda olduğu gibi avize ve lamba 
satıcılarının ya da bir zamanlar Taksim Talimhane civarında olduğu gibi araba 
yedekparça satıcılarının (hayatının en uçucu döneminde, dedemin servetini 
birbiriyle ilgisiz çeşit çeşit ticari girişimle eğlene eğlene tükettikleri yıllarda, 
başka işlerinin yanında, babam ile amcam buralarda böyle bir dükkân da 
açmışlar, ama araba yedekparçası ticaretinden çok, ilk Türk konserve 
fabrikasına hazırlık olarak domates suyu sıkıp içine aşırı miktarda biber koyup 
gözleri acıdan yaşaran hademelere içirmek gibi şeylerle uğraşmışlardı) ya da 
Süleymaniye civarındaki sokaklarda olduğu gibi çevreyi çekiç gürültüsü ve pres 
patırtısına boğan kapkacak imalathanelerinin bütünüyle işgal ettiği, onlara 
hizmet eden taksilerin ve kamyonetlerin de trafiği tıkadığı İstanbul 
sokaklarından da nefret ederim. 

Şehirden ve kendimden nefretin içimde hızla yükselmekte olduğu bu gibi 
zamanlarda, sokaklardaki bütün tabelalar, kendi adlarım, işlerini, mesleklerini, 
başarılarını iri harflerle şehir kalabalığına duyurmak için çırpınan bütün o 
beyefendilerin renk renk, biçim biçim harfleri bende onlardan çok kendime karşı 
bir öfke uyandırır. Bütün o profesör, doktor, operatörler, yeminli mali 
müşavirler, baroya kayıtlı avukatlar, şen dönerciler, hayat bakkaliyeleri ve 
Karadeniz gıda pazarları ve banka, sigorta, deterjan ve gazete adları, 
duvarlardaki sinema, sigara, blucin ve renkli gazoz afiş ve reklamları, spor toto, 
milli piyango, içme suyu ve bütangaz satan dükkânların tepesinde gururlu iri 
harflerle yazılmış bayilik duyurulan, bana bütün İstanbul'un, tıpkı benim gibi, 
kafasının karışık ve mutsuz olduğunu söyler ve şehrin gürültüsü ve harfleri beni 
boğmadan önce karanlık bir köşeye, kendi odacığıma çekilmem gerektiğini 
hatırlatır. 

Ama geç kalmışımdır. Berbat sokaklardan kendimi apartman içlerinin 
serinliğine atamadan önce, şehri benim için fazla tanıdık, klostrofobik, "bizim" ve 
boğucu bir yer yapan reklam panolarının, duvar yazılarının, afişlerin ve harflerin 
gürültüsü, kafamın içindeki okuma makinesini kendi kendine harekete 
geçirmiştir bile. 

AKBANKSABAHDÖNERCİSİMEFRUŞATGÜVENCESİDİRİÇİNİZHERGÜNSABUNLARIMÜCEVHERATÜLKERSAATİDİRTAKSİTLEAVUKATNURİBAYAR 

En sonunda şehrin yıldırıcı kalabalığından ve bitip tükenmez kargaşasından ve 
bütün çirkinliği gösteren öğle güneşinden kaçıp kendimi kurtarmışımdır ama 
kafamın içindeki okuma makinesi, sokaklarda gelişigüzel okuduğu her şeyi 
yorgunluk, bezginlik ve keder zamanlarında bir mutsuzluk türküsü gibi 
hatırlayarak tekrarlar. 

BAHARİNDİRİMİSELAMİBÜFEUMUMİTELEFONSTARBEYOĞLUNOTERİPİYALEMAKARNASIANKARAPAZARISHOWKUAFÖRSAĞLIKAPTRADYOVETRANSİSTÖRLER. 

Yatıp uzandığım yerde beni o kadar mutsuz eden şeyin şehrin kalabalığı, 
eskimişliği ve kiri olduğunu düşünürüm. İstanbul'da her şeyin bir yenilgiyle 
yarıda kalmış olması şehri eksik bir yere çevirmiştir. Duvarlardaki ilanların, pek 
çoğu İngilizce ve Fransızcadan alınmış dükkân, dergi, şirket adlarının ima ettiği 
Batılılaşmayı, şehir, konuştuğu kadar yaşamaz hiç. Camilerin, minare ka-
labalığının, ezanların ve tarihin ima ettiği geleneği de yaşamaz şehir. Her şey 
yarım, yetersiz ve kusurludur. 

TRAŞBIÇAKLARIGİDİNİZÖĞLETATİLİNDEPHILIPSYETKİİBAYİİDOKTORDEPOSUHALILARIKAPININZÜCCACİYE-AVUKATFAHİR 

Hüznümün nedeninin şehir olduğunu düşünmek bir an beni bir saflık hayaline 
sürükler. Şehre, "bütünüyle kendisi" ve "güzel bir bütün olduğu" bir altın çağ, bir 
saflık ve hakikilik anı yakıştırırım. Ama Melling'in resimlediği, Nerval ile 
Gautier ya da Amicis gibi Batılı gezginlerin anlattığı on sekizinci yüzyıl sonu, on 
dokuzuncu yüzyıl başı İstanbul'una, artık ruhumun ve kafamın iyice yabancı 
olduğunu acıyla bilirim. Üstelik, evin içinde harekete geçen mantığım, şehri saf 
olduğu için değil, karmakarışık bir yer, yarım kalmış ve yıkıntılaşmış bir yapılar 
yığını olduğu için sevdiğimi bana söyler. Ama kendi eksik ve kusurlarımdan 
kurtulmaya niyetli yanım şehrin dayattığı hüzünden kurtulmam gerektiğini de 
söyler bana. Sokakların gürültüsü hâlâ aklımın içindedir. 

SOKAKPARANIZINİSTİKBALİNİZİNSİGORTAGÜNEŞBÜFEZİLİÇALINIZNOVASAATLERİARTİNYEDEKPARÇAVOGBA-LİVİZONÇORAPLARI 

Belki de şehre bütünüyle ait olamadığım için suçluluk duyuyorumdur. Bayram 
günleri öğle yemeğinden sonra likörün ve biranın neşesiyle bütün aile 
babaannemin dairesinde gülüşürken ya da yağmurlu bir kış günü Robert Kolejli 
zengin çocuğu arkadaşlarımdan birinin babasının arabasıyla şehirde fır 
dönerken ya da bahar öğleden sonraları sokaklarda yürürken içimde yükselmeye 
başlayan değersiz olduğum, hiçbir yere ait olmadığım, demek ki yanlış olduğum, 
demek ki bu insanlardan uzaklaşıp bir köşeye saklanmam gerektiği yolundaki 
fikir, hayır, fikirden öte, hayvani içgüdü, aynı zamanda, şehrin sunduğu cemaat 
duygusundan, kardeşlik ve dayanışma havasından, Allah'ın her şeyi gören ve 
bağışlayan bakışından kaçıp tek başıma kalmak anlamına geldiği için yoğun bir 
suçluluk duyarım. 

Liseye başladığım yıllarda yalnızlığı geçici bir durum olarak görürdüm, henüz 
onu bir kader olarak benimseyecek olgunlukta değildim. (Umut bir çocukluk hali, 
hayal gücünün direnmesidir.) Bir gün sinemaya birlikte gideceğim iyi bir 
arkadaşımın olacağını hayal ederdim (böylece film aralarında sinemaya yalnız 
geldiğim, arkadaşsız olduğum için endişelenmeyecektim). Bir gün okuduğum 
kitapları ya da yaptığım resimleri, yapmacıklı bir duruma düşmeden tadını 
çıkararak konuşacağım insanları tanıyacağımı düşlerdim. Bir gün, kendimi 
bildim bileli yaptığım gibi çükümle ya da gövdemin başka yerleriyle oynama 
zevkini, gizli gizli yasak ve zevkli bir şey yapma heyecanını paylaşacağım güzel 
bir sevgilim olacağını kurardım. Yaşım artık belki uygundu bu gibi şeylere, ama 
çok derinden istediğim için utandığım ve beni korkutan bu istekleri karşılamaya 
ruhumun hazır olmadığını da hissederdim. 

Güçsüzlük, yaşadığınız yere, eve, aileye, daha çok da şehre ait olmadığınızı 
hissetmektir diye düşünüyordum o zamanlar. Şehirde yaşayan herkesi bütün 
gücüyle sarıp sarmalayan o "ağabey"li, "biz"li, futbol maçlı cemaat ruhundan bir 
şekilde kopuyordum. Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan 
yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat 
tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on 
sekiz yaşlarımda bir dönem, herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle 
arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi 
başardım. 

Yavaş yavaş yaklaşan bir deliliği gizlemek için karanlıkta ıslık çalan biri gibi, 
sürekli şakalar yapıyor, fıkralar anlatıyor, derslerde arkasından hocayı taklit 
ederek herkesi güldürüyordum ve yaptığım şakalar aile toplantılarında efsane 
gibi, yeniden yeniden anlatılıyordu. Bu oyunu fazla ileri götürdüğüm zamanlarda 
temsil ettiği şeylerin pisliğini gizlemek için aşırı gayret sarfeden bir diplomat 
gibi hissederdim kendimi. Bütün bu oyun bitip, tek başıma odama 
kapandığımda, beni bütün bu dünyanın yapmacıklığından, sefaletinden ve kendi 
iki yüzlülüğümden bir an önce kurtaracak tek şey olarak aklıma otuz bir çekmek 
gelirdi. 

Herkesin sağlıklı ya da öfkeli, neşeli ya da şefkatli, ama rahatlıkla ve doğallıkla 
kurabildiği ilişkileri, arkadaşlıkları ben kurarken, neden zorlanmaya ve rol 
kestiğim duygusuna kapılmaya başlamıştım? Günlük hayatı sürdürebilmek için 
herkesin kafayı öyle fazla takmadan, -belki de hiç takmadan- yaptığı şeyleri 
yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da "poz 
yaptığım" için kendimden nefret etmem gerekiyordu? 

Bazan oynadığım role, "manik" bir coşkuyla kendimi öyle bir kaptırırdım ki, oyun 
oynamakta olduğum endişesi beni bütünüyle terkeder, hem herkes gibi, hem de 
oyunculuğum ve alaycılığımla herkesten de eğlenceli olabilmenin zevklerini 
keyifle çıkarır, bu arada başkalarının arasındayken kendimi ikiyüzlü ve sahtekâr 
bulmamın acılarından da en sonunda tam kurtulduğumu sanırken, birden hü-
zünlü bir rüzgâr bütün bu coşkunun ortasında beni allak bullak eder ve bir 
köşeye sığınıp evime, odama, kendi karanlığıma dönmek isterdim. Bütün bu 
insanlarla birlikte olduğum ve cemaatten kopmamak için bu kadar çırpındığım 
için kendimden nefret ederdim önce. Ama böyle durumlarda hep olduğu gibi, 
aşağılayıcı bakışlarım kendime döndükçe çevreme, artık aile demekte zorlandı-
ğım anne-baba-ağabey ve akraba kalabalığına, okul arkadaşlarına, diğer 
tanıdıklara ve bütün şehre yönelirdi. 

Beni sefil ve ikiyüzlü duruma düşüren şeyin İstanbul'un kendisi olduğunu 
sezerdim. Suçlanacak, şehrin çok sevdiğim camileri, surları, küçük meydanları, 
Boğaz'ı, gemileri ve bana hep fazlasıyla tamdık gelen geceleri, ışıkları ve 
kalabalıkların kendisi de değildi elbette. Ama şehrin insanlarını birleştiren, 
onlar arasında iletişimi, ticareti, üretimi, hayatı yaşamayı kolay kılan bir başka 
şey vardı, ona uyum sağlayamadığımı sezerdim. 

Herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesin sınırlarını bildiği, herkesin herkese 
benzemesinin istendiği, alçakgönüllülüğün gerçekçi bir vurguyla Önemsendiği, 
geleneklere, sizden öncekilere, büyüklere, tarihe ve efsanelere saygılı şu "bizi. 

dünya"ya "kendim" olarak uyum sağlamam gittikçe güçleşiyordu. Kalabalık 
içerisinde, aile, arkadaş, okul çevresinde "kendim" olamıyordum. Seyirci değil de 
oyuncu olmam beklenen herhangi bir kalabalık çevresinde, mesela bir doğum gü-
nü partisinde, bir süre sonra, tıpkı bir rüyada olacağı gibi kendimi dışarıdan 
görmeye, şaka yaparken, "n'aber ağbi" derken, bir başkasının sırtını sıvazlayıp 
onunla da çok özel, çok samimi ve hakiki bir yakınlık paylaşıyormuş -zaten 
bütün bu ahbaplıklar, ilişkiler, en sıradan mesleki karşılaşmalar da işte böyle 
"hakiki" olmalıydı-gibi yaparken, bir yandan da, aklımın bir köşesiyle, kendi 
kendimi dışarıdan dikizliyor ve herkesi kandırmakta olduğumu düşünüyordum. 

Odama dönüp kendi kendime kaldıktan bir süre sonra ("niye artık kapını 
kilitliyorsun hep?" demeye başlamıştı annem) ikiyüzlülüğün ve kusurun yalnız 
bende değil, insan ilişkilerini kuran o cemaat ruhunda, "biz" söyleminde, insanın 
ancak sapıtarak dışarıdan görebileceği "şehir ideolojisi"nde olduğunu sezerdim. 

Ama bu kavramlar ruhunda olup bitenleri yıllar sonra hatırlayıp onları anlamlı 
ve eğlenceli bir hikâyeye dökmeye çalışan elli yaşındaki yazarınızın sözleri. On 
altıyla on sekiz yaşlarımdayken yalnız kendimi değil, İstanbul'da yaşadığım 
çevreyi ve kültürü, olup bitenlerin anlamını bize açıklayan resmi ve gayriresmi 
siyasal söylemi, gazetelerin manşetlerini ve şehrin ve şehirlilerin kendilerini ol-
duklarından daha başka gösterme isteğini ve aslında kendilerini hiç anlamama 
isteğini, sokaklarda kafamın içinde zonklamaya başlayan harfleri ve reklam 
panolarını fazlasıyla boğucu bulur, kendimi ve şehri saran yüzeyselliği 
küçümserdim. 

Sorunum belki de çocukluğuma rengârenk bir mutluluk ve hakiki bir derinlik 
veren "ikinci dünya" nin taleplerini on beş yaşımdan sonra karşılayamamaktı. 
Resim yapmak, haklarında kitaplar okuduğum Fransız ressamları gibi yaşamak 
istiyordum, ama ne o dünyayı İstanbul'da kuracak gücüm, ne de İstanbul'un o 
dünyaya benzetilebilecek bir yanı vardı. Türk izlenimcilerinin camili, Boğaz'lı ve 
ahşap konaklı ve karlı sokak manzaralarının en kötüleri bile bana zevk 
vermiştir. Ama resim oldukları için değil, resmettikleri İstanbul olduğu için. 
Başkalarının yaptığı ya da kendi yaptığım bir resim İstanbul'a benzerse iyi resim 
olmuyor; iyi resim olursa, benim istediğim kadar İstanbul'a benzemiyordu. Belki 
de şehri bir resim, bir manzara olarak görmekten vazgeçmeliydim. 

On altı-on sekiz yaşlarımda, bir yandan radikal bir Batılılaşmacı gibi, şehrin ve 
kendimin bütünüyle Batılı olmasını istiyor, bir yandan da içgüdülerim, 
alışkanlıklarım ve anılarımla sevdiğim İstanbul'a ait olmak istiyordum. 
Çocukken bu iki talebi (bir çocuk ileride hem serseri, hem de büyük bir bilim 
adamı olacağını aynı anda sorunsuzca düşleyebilir) aklımın iki ayrı köşesinde 
koruyabilme yeteneğini yaşım ilerledikçe kaybetmem, beni yavaş yavaş, hüzünlü 
bir kişiye çeviriyordu. 

İstanbul'un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden 
kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman 
alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda 
kederleniyordum da denebilir. Yaşım ilerledikçe, bütün İstanbul'un hem tevek-
külle, hem de gururla sahiplendiği hüzün, benim ruhuma da böyle sızıyordu işte. 
Ama aynı hüzün müydü bu, yoksa şehrin hüznüne teslim olmanın "hüznü" müydü?
Belki de asıl neden ne İstanbul'un yoksulluğuydu, ne de yıkıcı bir yük olarak 
şehrin taşıdığı hüzün duygusu. Zaman zaman, ölmekte olan, yaralı bir hayvan 
gibi bir köşeye saklanıp tek başına kalma isteğim, her geçen gün daha da 
sıklaşan bu istek dışarıdan değil, doğrudan içimden geliyordu belki de. 
Kaybettiğim için onca hüzünlendiğim şey neydi o zaman? Neden, kimden ayrı 
düştüğüm için kederliydim?
35
İLK AŞK 
Bu bir hatıra kitabı olduğuna göre, onun adını saklamak, Divan şairleri gibi gizli 
sevgili hakkında bir ipucu veriyorsam, tıpkı şimdi anlattığım aşk hikâyesi gibi bu 
adın da yanıltıcı olabileceğini sezdirmeliyim. Adı Farsça kara gül anlamına 
geliyordu ama ne neşeyle denize atladığı rıhtımlarda, ne de gittiği Fransız 
okulunun sınıflarında, bu anlamı bilen yokmuş gibi gelirdi bana. Çünkü uzun, 
parlak saçları siyah değil kestane rengiydi, gözleri de bir derece daha koyu 
kahverengi. Bunu ona ukalaca söylediğimde, birden çok ciddileştiği zamanlarda 
yaptığı gibi kaşlarını çatmış, kiraz dudaklarını ileri doğru uzatıp anlamını tabii 
ki bildiği bu adın Arnavut anneannesinin adı olduğu için kendisine annesi 
tarafından verildiğini anlatmıştı. 

Benim annemin anlattığına göre ise "o kadın", yani annesi, çok erken evlenmiş 
olmalıydı, çünkü annem, ağabeyimle beni, bizler üç ve beş yaşındayken 
Nişantaşı'ndan Maçka Parkı'na götürdüğü kış sabahları "bir genç kıza" benzeyen 
annesinin salladığı kocaman bir çocuk arabasında uyuklayan onu da görürmüş. 
Annem Arnavut anneannenin İstanbul'un işgali günlerinde kimi kötülükler 
yapmış olduğunu ya da Atatürk'e karşı çıktığı için küçümsememiz gereken bir 
paşanın hareminden çıktığını da ima etmişti bir kere, ama o yıllarda yanan 
Osmanlı konakları ve eski İstanbul aileleriyle ilgili hikâyelere hiç meraklı 
olmadığım için bu ayrıntılar aklımda kalmamış. Babam ise, küçük kara gülün 
babasının İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hükümette tanıdığı nüfuzlu 
yakınlarının da torpiliyle bazı Amerikan ve Hollanda şirketlerinin 
acentalıklarını alarak bir anda zengin olduğunu hiç de düşmanca olmayan bir 
havayla söylemişti. 

Çocukluk yıllarında parktaki karşılaşmalardan sekiz yıl sonra, onu bu sefer 
dönemin yeni zenginleri arasında, 1960 ve 70'lerde bir süre moda olan ve bizim 
de bir ev aldığımız İstanbul'un doğusundaki Bayramoğlu Mahallesi'nde bisiklete 
binerken görmeye başladım. Küçük mahallenin boş olduğu iyi zamanlarında bol 
bol denize girer, balığa çıkıp çapariyle uskumru ve istavrit yakalar, futbol oynar 
ve on altı yaşımdan sonra, yaz akşamları kızlarla dans ederdim. Daha sonra ise, 
liseyi bitirdiğim ve mimarlık okumaya başladığım yıllarda, bizim evin zemin 
katında resim yapıp kitap okurdum. 

Bunda ders kitaplarından başka herhangi bir şey okuyan herkesi "entellektüel" 
ve bu yüzden de şüpheli ve "kompleksli" sanan zengin çocuğu arkadaşlarımdan 
uzaklaşmak istememin ne kadar payı vardı? "Kompleksli" kelimesini ekonomik 
ve psikolojik nedenlerden huzursuz olan herkes için kullanan çocukluk 
arkadaşlarım da belki artık bana burun kıvırıyorlardı. Benim için erken yaşta 
kullanmaya başladıkları entellektüel kelimesiyle kastedilen "zengin düşmanı 
özentili kişi" konumundan da rahatsız olduğum için kitaplarımı -Woolf, Freud, 
Sartre, Mann, Faulkner- keyfi için okuduğumu söylediğimde, o zaman satır 
altlarını niye çizdiğimi sormuşlardı bana. 

Ama kara gülün ilgisini de, bir yaz sonunda bu kötü şöhretim yüzünden çektim. 
Oysa yaz boyunca ve arkadaşlarımı daha çok gördüğüm önceki yazlarda ikimiz 
de birbirimizi fazla farketmemiştik. Arkadaşlarıma takıldığım zamanlarda, gece 
yarıları, yarım saat uzaklıktaki İstanbul'a, Bağdat Caddesi'ne, Mercedes, 
Mustang ve BMVV'lerini yarıştırarak (ve bazan çarpıştırarak) gidip dis-
koteklerde dans edip geri gelmek; sürat .tekneleriyle gidilen ıssız bir kayalığa 
yerleştirilen boş gazoz ve şarap şişelerine şık av tüfekleriyle ateş ederken çığlık 
atan kızları yatıştırmak; Bob Dylan ve Beatles dinlerken poker ya da monopoli 
oynamak gibi hep birlikte yapılan eğlenceler arasında, birbirimizle 
ilgilenmemiştik hiç. 

Bütün o gürültücü genç kalabalık, yaz sonunda yavaş yavaş dağılmış, her sene 
Eylül ayında mutlaka bir iki sandalı parçalayan, yatları, sürat motorlarını 
tehlikeye atan lodos fırtınası da arkasından yağmur getirerek dinmişti ki, on 
yedi yaşındaki kara gül alt kata, benim kendimi fazla ciddiye alarak resim 
yaptığım "atölyeye" gelip gitmeye başladı. Bütün arkadaşlarım zaman zaman 
oraya uğradıkları, boyalarımla, fırçalarımla kâğıtlara birşeyler çiziştirip, 
kitaplarımı şüpheyle kurcaladıkları için bunda olağanüstü bir yan yoktu. Üstelik 
zengin-fakir, kız-erkek pek çok Türk yaşıtı gibi, onun da günlerini 
doldurabilmek, vakit geçirebilmek için birileriyle gevezelik etmesi gerekiyordu. 

İlk başlarda, arkada kalan yazın dedikodularından, kimin kime âşık olduğu, 
kimin kimi nasıl kıskandığı gibi benim o yaz çok da iyi takip edemediğim 
şeylerden konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ellerim pis olduğu için bir boya 
tüpünün kapağını açmak ya da çay hazırlamak gibi şeylerde bazan bana yardım 
eder, sonra gene köşedeki yerine geçer, ayakkabılarını çıkarır, elinin birini yastık 
edip başının arkasına koyarak divana uzanırdı. Bir gün oturduğu yerden ona 
haber vermeden karakalem bir resmini yaptım. Bundan hoşlandığını farkedince 
sonraki gelişinde de yaptım. Bir başka sefer, resmini yapacağımı söylediğimde, 
"Nasıl oturayım?" diye sordu bana, ilk defa kameraların karşısına çıkan bir film 
yıldızı adayı gibi hem memnun, hem de elini kolunu nereye koyacağını 
bilemeden. 

İnce uzun bir burnu, iyi çizebilmek için gözlerimi diktiğimde kenarları belli 
belirsiz bir gülümsemeyle açılan küçük bir ağzı, geniş bir alnı, uzun boyu, 
güneşten yanmış uzun bacakları vardı ama bana geldiği zamanlar 
anneannesinden kalma şık, uzun ve kapalı bir etek giydiği için yalnızca küçük ve 
düzgün ayaklarını görürdüm. Resmini yaparken küçük göğüslerinin çevresine, 
upuzun boynunun civarındaki olağanüstü beyaz tene baktığımda yüzünde hafif 
bir utanma belirirdi. 

İlk başlarda çok konuştuk, daha çok da o anlattı. Gözlerinde, dudaklarında 
gördüğüm bir kederi işaret ederek, "O kadar kederli bakma!" dediğim için 
beklemediğim bir dürüstlükle evdeki anne baba kavgalarını, kendinden küçük 
dört erkek kardeşinin aralarındaki bitip tükenmeyen boğuşmaları, babasının 
cezalarına -ev hapsi, sürat motoru yasağı, bir-iki tokat- karşı kimi zaman onları 
nasıl koruduğunu, babası başka kadınların peşinden koştuğu için çok üzülen 
annesini de teselli ettiğini; benim babamın da böyle şeyler yaptığını bildiğini, 
çünkü annemin briç arkadaşı olan onun annesiyle dertleştiğini gözlerini 
gözlerimin içine dikerek anlattı. 

Ama yavaş yavaş bir suskunluğa gömülüyorduk. Her zamanki yerine gelip 
oturuyor, ya benim yaptığım ve kuvvetli bir Bonnard etkisi taşıyan resim için poz 
veriyor ya da etraftaki kitaplardan birini açıp aynı divanda çeşitli pozlarda 
okuyordu. Daha sonra, onun resmini yapayım ya da yapmayayım, ben atölyede 
çalışırken çat kapı gelip, sözü fazla uzatmadan köşedeki divana uzanıp kitap 
okumayı, kitap okurken resmedilmeyi ve bazan da gözünün ucuyla kendi resmini 
yapan beni seyretmeyi alışkanlık edindi. Her sabah çalışmaya başladıktan bir 
süre sonra o gelsin diye beklediğimi, onun da beni fazla bekletmeden yüzünde 
aynı utangaç gülümseyiş, neredeyse özür diler gibi yerine geçip uzandığını 
hatırlıyorum. 

Seyrekleşen konuşmalarımızın konularından biri de gelecekti: Ona göre ben çok 
yetenekli ve çalışkandım ve ileride bütün dünyaca ünlü bir ressam olacaktım -
yoksa Türk ressamı mı demişti-, o da benim serginin Paris'teki kalabalık 
açılışına Fransız arkadaşlarıyla gelecek ve "çocukluk" arkadaşı olduğumuzu 
söyleyerek övünecekti. 

Bir akşamüstü, yağmurdan sonra pırıl pırıl olan manzaraya ve bir süre beliren 
gökkuşağına yarımadanın öteki ucundan bakmak bahanesiyle, benim karanlık 
atölyemden çıkıp mahallenin sokaklarında ilk defa birlikte uzun uzun yürüdük. 
Hiçbir şey konuşmadığımızı, yaz bittiği için yarı boşalmış mahalledeki birkaç 
tanıdığın bakışlarından ve annelerimize rastlama ihtimalinden huzursuz ol-
duğumuzu hatırlıyorum. Ama bütün bu gezintiyi "başarısız" yapan şey, bunlar, 
hatta gökkuşağının biz yetişemeden yok oluşu değil, aramızdaki gizli gerginlikti. 
Boyunun ne kadar uzun, yürüyüşünün ne kadar hoş olduğunu ilk defa 
farkediyordum. 

Son cumartesi akşamı birlikte bir yere gitmeye karar verdik ve bizim gibi hâlâ 
mahallede olan birkaç meraklı ve önemsiz arkadaşa bu konuyu hiç açmadan 
buluştuk. Babamdan arabayı almıştım, gergindim. Makyaj yapmış, kısacık bir 
etek giymiş, arabada uzun bir süre kalan hoş bir koku sürmüştü. Ama daha 
eğlence yerine varmadan yürüyüşümüzü "başarısız" kılan o hayaletin gene ara-
mızda olduğunu hissettik. Yarı boş ama aşırı gürültülü diskotekte benim 
atölyemdeki konuşmaların ve şimdi ne kadar derin olduğunu farkettiğimiz uzun 
ve huzur verici sessizliklerin boşu boşuna taklitlerini yaparken bulduk 
kendimizi. 

Gene de yavaş bir müzik parçası çalarken dans ettik. Önce başkalarının da böyle 
yaptıklarını gördüğüm için kollarımda onu sıktım, sonra içimden geldiği gibi ona 
sarıldım ve saçlarının badem koktuğunu farkettim. Bir şey yerken ağzını küçük 
hareketlerle oynatışını, meraklandığı zaman yüzünde beliren sincap bakışım 
seviyordum. 

Onu evine bırakmadan önce arabadaki sessizlikte ona "Resim yapalım mı?" 
dedim. Çok bir heyecan göstermeden razı oldu, ama bizim bahçenin karanlığında 
yürürken -elim elini tutuyordu- atölyenin ışıklarının açık olduğunu görünce -
içerde biri mi vardı?- vazgeçti. 

Ertesi üç gün gene geldi ve divana uzanarak, sessizce oturup resim yapışımı, 
elindeki kitabın sayfalarını ve dışarıdaki köpük köpük dalgalı denizi seyredip 
fazla bir tören yapmadan gitti. 

Ekim ayında İstanbul'da onu aramak hiç yoktu aklımda. Tutkuyla okuduğum 
kitaplar, hırsla yaptığım resimler, radikal siyasete meraklı arkadaşlar ve 
üniversite koridorlarında birbirlerini öldüren marksistler, milliyetçiler ve 
polislerin yanında yazlık arkadaşlarımdan ve giriş kapısında barikatlar ve 
bekçiler bekleyen zengin mahallesiyle ilgili her şeyden utanıyordum. 

Ama kaloriferlerin yanmaya başladığı soğuk bir Kasım akşamı evlerine telefon 
ettim. Telefonu annesi açınca, hiç konuşmadan ahizeyi kapadım ve hiçbir şey 
olmamış gibi hayatıma devam ettim. Ertesi gün o saçma telefonu neden ettiğimi 
sordum kendime. Âşık olduğumu anlamadığım gibi, ilerideki bütün aşk 
maceralarımda yerlerde sürünecek kadar takıntılı biri olduğumu da henüz 
keşfetmemiştim. 

Bir hafta sonra, gene soğuk ve karanlık bir akşamüstü telefon ettim. O açtı. 
Aklımın bir köşesinde daha önceden dikkatle hazırladığım cümleleri, kendime 
bile farkettirmeden şimdi aklıma gelivermiş gibi söyledim: Yaz sonunda ona 
bakarak yapmaya başladığım bir resim vardı ya hani, onu bitirmek istiyordum, 
bunun için bir öğleden sonra bana poz verebilir miydi? 

"Aynı kıyafetle mi?" diye sordu. Bunu düşünmemiştim. "Aynı kıyafetle," dedim. 

Bir çarşamba günü, bir zamanlar annemin de gittiği Dame de Sion'un kapısında 
onu beklerken, lise kapısında kız bekleyen benim gibi genç çapkınların, kapıdaki 
ana-baba-aşçı-uşak kalabalığından uzak durduklarını, kenarlardaki ağaçların 
arkasına, kapı eşiklerine sindiklerini gördüm. Fransız Katolik okulunun lacivert 
etekli, beyaz gömlekli yüzlerce öğrencisi arasında belirince bana boyu kısalmış 
gibi gözüktü, saçları toplanmıştı, ellerinde ders kitapları ve bana poz vereceği 
yazlık kıyafeti taşıdığı bir plastik torba vardı. 

Annemin bize çay-pasta ikram edeceğini sandığı bizim eve değil de, annemin 
resim yapayım diye kullanmama izin verdiği Cihangir'deki eski eşyalarla dolu 
atölye-daireme gittiğimizi öğrenince tedirgin oldu. Ama orada ben sobayı 
yaktıktan ve o da yazlık evdeki gibi uzun bir divana yerleşip benim de "ciddi" 
olduğumu gördükten sonra rahatladı, ısınan odada bana göstermeden yazlık 
uzun elbisesini giyip uzandı. 

Böylece, bir aşk ilişkisi şeklini almadan, on dokuz yaşındaki genç ressam ile 
daha da genç modeli şeklinde yeniden başlayan ilişkimiz sanki notalarını 
kendimizin de anlayamadığı tuhaf bir müziğin ahengiyle sürdü. Başlarda iki 
haftada bir Cihangir'deki daireye geliyordu, sonra bu haftada bire indi. Benzer 
pozlarda (divana uzanmış genç kız) başka resimlerini de yapmaya başladım. 
Yazın son günlerinde konuştuğumuzdan da az konuşuyorduk artık. Ben 
mimarlık fakültesi, kitaplar, ressam olma planları gibi şeylerle tıkış tıkış dolu 
asıl hayatımın içine açılan bu ikinci hayatın saflığını bozmaktan korkar, 
dertlerimi güzel ve kederli modelimle hiç konuşmazdım. O anlamayacağı için 
değil, birbirlerinden çok ayrı durmalarını istediğim bu iki dünyayı 
karıştırmamak için. Yazlık arkadaşlarımı, babalarının fabrikalarının başına 
geçmeye hazırlanan lise arkadaşlarımın dünyasını terketmek istiyordum, ama 
kara gülü haftada bir görmek -artık bunu kendimden saklayamıyordum- beni çok 
mutlu ediyordu. 

Bazan yağmurlu günlerde, tıpkı çocukluğumda aynı apartmanda teyzemde 
misafir kalırken olduğu gibi Cihangir'deki Tavuk Uçmaz Yokuşu'nü çıkan 
kamyonetler ve Amerikan arabaları, ıslak parke taşları üzerinde tekerleklerini 
kaydıra kaydıra patinaj yapar, biz de dinlerdik. Ben resim yaparken gittikçe 
uzayan ve hiç de şikâyetçi olmadığım bu sessizliklerde bazan gözgöze gelirdik. İlk 
başta sırf gözgöze geldiğimiz ve o da böyle bir şeyden mutlu olacak kadar çocuk 
olduğu için gülümser, bunun pozunu bozacağından endişelenerek hemen 
dudaklarını eski şekline getirir ve iri kahverengi gözleriyle gözlerimin içine aynı 
sessizlikle uzun uzun bakardı. 

Çok uzun süren bu tuhaf sessizliklerin sonuna doğru, onun yüzüne pür dikkat 
bakan benim yüzümde beliren ifadeden etkilendiğini hisseder, ben bakışımı hiç 
bozmadan hâlâ gözlerinin içine bakmaya devam ederken, bakışlarımın 
yoğunluğunun ona bir mutluluk verdiğini, dudaklarının kenarında belirmeye 
başlayan ve bu sefer durduramadığı yeni gülümsemeden anlardım. Bir keresinde 
bu biraz mutlu, biraz da derin gülümseyişine ben de dudağımın kenarıyla 
anlayışlı bir şekilde gülümseyerek (bir yandan da fırçam tuvalin üzerinde 
kararsızca geziniyordu) cevap verince güzel modelim özür dileyen bir havayla 
neden güldüğünü -ve pozunu bozduğunu- açıklamak ihtiyacı hissetti. 

"Bana öyle bakman çok hoşuma gidiyor." 

Aslında yalnız gülümseyişini değil, haftada bir öğleden sonra Cihangir'deki bu 
tozlu daireye neden geldiğini de açıklıyordu bu. Birkaç hafta sonra dudaklarının 
kenarında gene aynı gülüşü görünce fırçayı boyayı bıraktım ve yanına gidip, 
divanın kenarına oturup, son birkaç haftadır hayalini kurduğum gibi onu 
cesaretle öpmeye başladım. 

Çok geç başlayan fırtına, hava karardığı ve odanın kapkaranlık olması ikimizi de 
rahatlattığı için kendi doğal akışıyla, hiçbir sınır tanımadan bizi alıp görürdü. 
Yattığımız divandan Boğaz vapurlarının projektör ışıklarının karanlık sularda ve 
odanın duvarlarında meraklı gezinişi gözüküyordu. 

Her zamanki düzenimizi bozmadan buluşmaya devam ettik. Modelimle artık çok 
mutluydum, ama böyle durumlarda ileride başkalarına bol bol sunacağım tatlı 
aşk sözlerini, kıskançlık nöbetlerini, telaşlar, sakarlıklar ve benzeri duygusal 
tepkileri ve aşırılıkları neden esirgiyordum güzelimden? İçimden gelmediği için 
değil. Birbirimizi farkettirip bizi birbirimize bağlayan ressam-model ilişkisi bir 
sessizlik gerektirdiği için belki. Aklımın en ücra köşesinde utançla ve 
çocuksulukla düşündüğüm gibi, onunla evleneceksem ileride ressam değil bir 
fabrikatör olmam gerektiğini anladığım için belki. 

Sessizce resim yaptığım ve sessizce seviştiğimiz dokuz harika çarşambadan 
sonra bu endişelerden çok daha basiti mutlu ressamla modeli arasına girdi. 
Arada bir oğullarını denetlemeden yapamayan annem bir bahaneyle Cihangir'e 
gitmiş, eski eşya deposu olarak da kullandığı benim atölyeye girip resimleri 
görüp, bütün o Bonnard etkisine rağmen ressamın güzel modelini teşhis etmişti. 
Her resimden sonra kumral saçlı modelimin benim kalbimi kırarak sorduğu "Bu 
bana benziyor mu?" (bu önemli değil, derdim ukalaca) sorusuna kesin ve olumlu 
bir cevap olduğu için annemin resimlerimden modeli çıkarması ikimizi de 
sevindirmeliydi belki, ama aynı anda annemin modelin annesine telefon edi. 

çocuklar arasındaki bu yakınlıktan mutlulukla söz etmesi ikimizi de korkuttu. 
Çünkü kara gülün annesi Çarşamba öğleden sonraları kızının Fransız 
Konsolosluğu'nda tiyatro kurslarına gittiğini zannediyordu: Öfkeli babasından 
ise hiç bahsetmeyeyim. 

Hemen çarşamba buluşmalarını durdurduk. Kısa bir aradan sonra başka 
günlerde, okuldan erken çıktığı öğleden sonraları ya da benim için okulu kırdığı 
kimi sabahlar buluşmaya başladık. Cihangir'deki daireye, annemin baskınları 
sürdüğü, zaten orada sessizce oturup resim yapacak kadar artık vaktimiz 
olmadığı ve bir süre de polis tarafından arandığını ısrarla söyleyen siyasi suçlu 
bir sınıf arkadaşımın orada saklanmasına izin verdiğim için girmiyorduk hiç. 
İstanbul'un sokaklarına çıkıyorduk, ama Nişantaşı, Beyoğlu ve Taksim'den, 
"herkes" dediğimiz ortak tanıdıklarımızın gittiği yerlerden uzak duruyor, benim 
Taşkışla'daki üniversiteme, onun Harbiye'deki Fransız Kız Lisesi'ne dörder 
dakikalık uzaklıktaki Taksim'de buluşuyor, bir otobüse binip şehrin uzak 
köşelerine gidiyorduk. 

Önce Beyazıt Meydanı'nı, o zamanlar hâlâ eski havasını koruyan Çınaraltı 
Kahvesi'ni (İstanbul Üniversitesi'nin ana kapısında siyasal çatışma başlayınca 
garson çocuk istifini hiç bozmazdı), "burada Türkiye'de yayımlanan her kitaptan 
bir tane var" diye övünerek gösterdiğim Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ni, gölgeler 
içindeki Sahaflar Çarşısı'nı, havalar soğudukça küçük dükkânlarındaki gaz ya da 
elektrik sobalarına daha yakın oturan yaşlı kitapçıları, Vezneciler'in boyası 
dökülmüş ahşap konaklarla, Bizans yıkıntıları ve incir ağaçlarıyla çevrili 
sokaklarını, amcamın kimi kış akşamları hepimizi arabaya bindirip götürdüğü 
Vefa Bozacısı'nı ve orada çerçeve içinde duvarda asılı Atatürk'ün boza içtiği 
bardağı gösterdim ona. 

Nişantaşlı, "Avrupai" bir zengin kızı olarak, Bebek ve Taksim'deki bütün yeni ve 
moda dükkân ve lokantaları bilen güzel modelimin, Haliç'in öte yakasında, 
hüzünlü, yoksul ve eski İstanbul'un arka sokaklarında ona gösterdiğim onca şey 
içerisinde, en çok bir boza bardağının otuz beş yıl yıkanmadan saklanmasına 
dikkat etmesine fazla alınmadım. Çünkü, ellerini benim gibi paltosunun 
ceplerine sokup, benim gibi hızlı hızlı yürümeyi seven yol arkadaşımdan 
memnundum ve bu yerleri benim ilk defa iki-üç yıl önce kendi kendime 
keşfederken gösterdiğim dikkatleri gösteriyor olması beni modelime daha aşk 
acısı olduğunu tam keşfedemediğim tuhaf bir karın ağrısıyla bağlıyordu. 

O da benim gibi, Süleymaniye'nin, Zeyrek'in arka sokaklarındaki yüzer yıllık 
ahşap evlerin döküntü havasından, hemen ilk sarsıntıda yıkılacakmış gibi 
durmalarından, yoksulluklarından korktu önce. Okulunun hemen karşısındaki 
dolmuş durağından beş dakikada gittiğimiz Resim ve Heykel Müzesi'nin bomboş 
olmasından büyülendi. Kenar mahallelerdeki kör çeşmeler, hiçbir şey yapmadan 
kahveden sokağı seyreden ak sakallı takkeli ihtiyarlar, kuruldukları pencereden 
her geçen yabancıyı bir köle taciri gibi dikkatle süzen teyzeler, biz geçerken bizim 
hakkımızda bizim duyacağımız şekilde yorum yapan mahalleliler (kim ağbi 
bunlar, -bunlar kardeş yahu- baksana yollarını şaşırmışlar) onda da tıpkı benim 
gibi bir hüzün ve utanç uyandırırdı. 

Hediyelik eşya satmak isteyen ya da düpedüz konuşmak isteyen (turist turist, 
what is your name?) çocuklar peşimize takıldığı için, o da benim gibi "bizi niye 
yabancı sanıyorlar?" diyerek sinirlenmezdi hiç, ama gene de Kapalıçarşı, 
Nuruosmaniye gibi yerlerden uzak duruyorduk. Aramızdaki cinsel çekim 
dayanılmaz olduğu zamanlarda -hâlâ Cihangir'e gidip resim yapmamızı 
istemiyordu- biz de Resim ve Heykel Müzesi için sık sık gittiğimiz Beşiktaş'tan 
gelişigüzel bir vapura binip (54, İnşirah) vaktimiz yettiğince Boğaz'ı, sonbahar 
ilerledikçe bütün yaprakları dökülen koruları, poyraz esince yalı önlerinde 
ürperir gibi titreyen denizi ve rüzgârla bulutlar yer değiştirdikçe renk değiştiren 
akıntılı suları ve çam ağaçlarıyla kaplı yalı korularını seyrederdik. 

Yıllar sonra bütün bu yürüyüş ve gezintiler sırasında niye hiç elele 
tutuşmadığımızı kendime sorduğumda, asıl gerçeği, benim tutukluğumu gizleyen 
pek çok cevap bulmuştum kendime: 1. Biz iki ürkek çocuk aşkımızı duyurmak 
için değil, gizlenmek için İstanbul'a çıkıyorduk. 2. Elele tutuşarak yürümek 
mutlu olan ve mutlu olduklarını bilerek göstermek isteyen âşıkların hareketiydi, 
oysa ben, biz mutlu olsak bile bunu kabul edecek kadar yüzeysel olmaktan 
korkuyordum. 3. Böyle bir mutluluk jesti, yıkıntılarla kaplı yoksul ve 
muhafazakâr kenar mahallelere bir turist gibi "eğlenerek ve kalbimizi vermeden" 
baktığımız anlamına gelecekti. 4. Kenar mahallelerin, yoksul ve yıkıntı İs-
tanbul'un hüznü ikimize de çoktan geçmişti zaten. 

Bu hüzne iyice kapıldığım zamanlarda ben koşa koşa Cihangir'e gidip gördüğüm 
İstanbul görüntülerine koşut bir resim yapmak isterdim, o resmin nasıl bir şey 
olacağını bilmeden. Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı 
bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı. 

"Bugün moralim çok bozuk," demişti Taksim'de bir buluşmamızda. "Hilton 
Oteli'ne gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi 
bugün daha da bozacak. Zaten vaktimiz yok." 

Üzerimde o zamanlar solcu öğrencilerin giydiği asker parkası vardı, tıraşsızdım, 
beni Hilton Oteli'ne alsalar da acaba yanımda çay param var mıydı - gibi ayak 
sürümelerimden sonra otele gittik. Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden 
sonra burada çay içerse kendini Avrupa'da sanan bir çocukluk arkadaşı beni 
tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra 
kulağıma arkadaşım matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı 
başka yerdeydi. 

"Babam beni hemen okuldan alıp İsviçre'ye yollamak istiyor," dedi daha sonra 
güzel sevgilim iri gözlerinin her birinden iri birer damla elindeki çay fincanına 
doğru hızla inerken. 

"Niye?" 

Bizi farketmişler. Biz kim diye sormuş muydum? Kara gülümün bundan önceki 
sevgililerini de öfkeli ve kıskanç babası önemsemiş miydi? Ben niye böyle önemli 
oluyordum? Bu soruları tam sorup sormadığımı bile hatırlamıyorum. Çünkü yarı 
bencil, yarı korkak bir şey yüreğimi köreltmiş, beni de acımasızlıkla kendi içime 
kapamıştı. Hem onu kaybetmekten -üstelik ne kadar büyük bir acı çekeceğim 
daha aklımın ucundan bile geçmiyordu- korkuyordum, hem de korkular. 

yüzünden artık divana uzanıp poz vermediği ve benimle sevişmediği için ona 
içerliyordum. 

"Perşembe günü bunu Cihangir'de daha iyi konuşuruz," dedim. "Nuri çıkmış, ev 
boş artık." 

Ama ondan sonraki buluşmamızda gene Resim ve Heykel Müzesi'ne gittik. 
Müzeye, okulundan dolmuşla çok çabuk gidilebilen ve resimlerle dolu bomboş 
odalarında öpüşülebilen bir yer olarak ayağımız çok alışmıştı. Üstelik bizi şehrin 
hüznünden ve gittikçe artan soğuğundan da koruyordu. Ama bir süre sonra boş 
müzenin ve çoğu kötü resimlerin kendileri de şehirden daha kuvvetli bir hüzün 
kaynağı olmaya başladı. Üstelik artık bizi tanıyan bekçiler oda oda bizi takip 
etmeye ve modelimle benim aramda gittikçe artan gerilimler çıkmaya başladığı 
için orada da öpüşmüyorduk. 

Oysa kısa sürede müzede daha sonraki neşesiz günlerimizde bile 
vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklar edinmiştik. İstanbul'un sınırlı sayıdaki 
müzelerinin bütün bekçileri gibi bize "niye geldiniz sanki!" ifadesiyle ekşi ekşi 
bakan iki ihtiyara artık sormamalarına rağmen öğrenci kartlarımızı gösterirken 
yapay bir neşeyle her seferinde hal hatır sorar, müzenin sahip olduğu küçük 
birer Bonnard ve Matisse'in sergilendiği odalara girerken, bu ressamların adları-
nı huşu içinde aynı anda birbirimize fısıldar ve ilhamı kıt pek çok akademik Türk 
ressamının içler acısı tablolarının önünden hızla geçerken taklit ettikleri 
Avrupalı ustalarının adlarını çabuk çabuk sayardık: Cezanne, Leger, Picasso. 
Bizi hayal kırıklığına uğratan şey, çoğu Avrupa'ya yollanmış, asker kökenli bu 
ressamların Batılı ressamlardan etkilenmeleri değil de bu etkilerle yaptıkları 
resimlerin bizim aşkla ve üşüyerek gezdiğimiz şehrimizin havasından, 
dokusundan, ruhundan pek az şey taşımasıydı. 

Gene de ama, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesi olan bu 
odalara -Atatürk'ün öldüğü odanın iki adım ötesinde öpüştüğümüzü düşünmek 
de bizi ürpertirdi- yalnızca boş ve elverişli oldukları ya da İstanbul'un yorucu 
yoksulluğunun yanında Osmanlı'nın son devir ihtişamı için, yani yüksek 
tavanları, harika balkon demirleri ve çoğu yanlarındaki duvara asılı resimlerden 
çok daha güzel bir Boğaz manzarasına bakan yüksek pencereleri için değil, 
sevdiğimiz bir resim için de geliyorduk. 

Bu, Halil Paşa'nın "Yatan Kadın" adlı tablosuydu. Hilton lobisinden sonraki ilk 
buluşmamızda, müzede hiç oyalanmadan hızla yürüyüp resmin karşısına geçtik: 
Mavi bir sedire genç bir kadın, tıpkı bu resmi ilk görünce şaşıran benim hevesli 
modelim gibi ayakkabılarını çıkararak uzanmış ve ressama (kocasına?) kederle 
bakarken tıpkı sevgilimin sık sık yaptığı gibi bir elini başına yastık etmişti. Bu 
resme bizi bağlayan şey, ressamın modeliyle benim modelim arasındaki tuhaf 
benzerlik kadar, resmin durduğu küçük kenar odanın ilk gelişlerimizde öpüşmek 
için elverişli olmasıydı. 

Yaşlı ve meraklı bekçilerden birinin yaklaştığını, gacır gucur inleyen parkelerden 
her anlayışımızda öpüşü kesip resme bakıp çok ciddi bir pozla konuşmaya 
başladığımız için resmin bütün ayrıntılarını biliyorduk. Daha sonra Halil Paşa 
hakkında ansiklopedilerden edindiğim bilgiler de katılmıştı bunlara. 

"Havalar soğudukça kızın ayaklarının üşüdüğünü düşünüyorum," dedim ben. 

"Başka kötü haberlerim var," dedi resme her bakışımda Halil Paşa'nın modeline 
daha çok benzediğine karar verdiğim sevgilim. "Annem de bu sefer beni görücüye 
çıkarmak istiyor." 

"Sen de çıkıyor musun?" 

"Komik geliyor. Adam bilmemkimlerin Amerika'da okumuş oğluymuş." Zengin 
ailenin adını da alaycılıkla fısıldadı. 

"Baban onlardan on kat zengin." 

"Anlamıyor musun? Beni senden kurtarmak istiyorlar." 

"Görücüye çıkıp kahve sunacak mısın?" 

"Orası önemli değil. Evde mesele çıksın istemiyorum." 

"Cihangir'e gidelim," dedim. "Senin gene bu 'Yatan Kadın' gibi resmini yapmak 
istiyorum. Seni doya doya öpmek istiyorum." 

Takıntılarımı yavaş yavaş keşfeden ve onlardan korkan güzelim son sorum 
yerine ikimizin de aklında olan asıl soruya bir cevap vermeye girişti. "Babam 
senin ressam olmak istemene fena halde takmış vaziyette," dedi. "Sen sarhoş ve 
fakir ressam olacaksın, ben de çıplak modelin... Böyle korkuları var." 

Gülümsemeye çalıştı, ama başarısızca. Parkelerin ağır ağır ama kuvvetle 
gacırdamasından bekçimizin yaklaşmakta olduğunu anlayarak, -öpüşmememize 
rağmen- alışkanlıkla "Yatan Kadın"a dönüp konu değiştirdik. Oysa, "baban 
kızıyla her 'çıkan' (bu kelime bu anlamda Türkçede ilk bu sıralarda kullanılmaya 
başlanmıştı) gencin ne iş yaptığını ve kızıyla ne zaman evleneceğini bilmek zo-
runda mı?" demek isterdim. (Ama tıpkı dans ettikleri her kıza âşık olan bazı 
arkadaşlarım gibi ben de aklımın bir köşesiyle onunla evlilik düşleri kurmaya 
başlamıştım bile.) "Babana mimarlık okuduğumu söyle!" demek de isterdim. 
(Ama bu da hem babasına cevap yetiştirmeye çalışmak, hem de şimdiden bir 
hafta sonu ressamı olmayı kabul etmek anlamına geliyordu.) 

Cihangir'e gidelim mi sorusuna olumlu bir cevabı her alamayışında -artık 
haftalar olmuştu- bir süre soğukkanlılıkla ve mantıkla çalışma yeteneğini 
kaybeden kafam bir kavga çıkarma azmiyle "ressam olmakta ne varmış?" diye de 
sormak istiyordu. Ama "Türkiye'nin ilk Resim ve Heykel Müzesi"nin, İstanbul'un 
en güzel yerindeki bu gösterişli veliaht dairesinin boşluğu ve duvarlardaki 
açması resimlerin sefaleti bu soruya yeterli bir cevaptı. Asker olan Halil Paşa'nın 
yaşlılığında hiçbir resim satamadan, ona modellik eden hüzünlü karısıyla 
orduevlerinde ucuz yemek yiyerek yaşadığını daha yeni okumuştum. 

Sonraki buluşmamızda, onu içtenlikle eğlendirmeye çalışarak Şehzade 
Abdülmecit'in "Haremde Goethe" ve "Haremde Beethoven" adlı ciddi resimlerini 
gülümsesin diye gösterdim modelime. "Cihangir'e gidelim mi?" diye soruverdim 
sonra. Oysa bu soruyu sormamaya kendi kendime yemin etmiştim. Elimi tutunca 
uzun bir süre sustuk. "Seni kaçırmam mı gerekiyor?" dedim gençlik filmlerinden 
çıkma bir havayla. 

Telefon konuşmalarına sınırlama geldiği için çok daha zor gerçekleşen bir 
sonraki buluşmamızda, müzede, "Yatan Kadın"in önünde, güzel ve hüzünlü 
modelim, gözlerinden yaşlar akarken bana babasının bir yandan oğullarını çok 
fena döverken, bir yandan da kızını "hastalıklı" denecek kadar çok sevdiğini, her 
şeyden kıskandığını, ondan korktuğunu söyledi. Ayrıca o da babasını çok 
seviyordu. Ama şimdi beni daha çok sevdiğini biliyordu ve ihtiyar müze 
bekçimizin koridora girdiğini duyuran ayak sesleri kapımıza gelinceye kadar 
geçen yedi saniyede o zamana kadar hiç hissetmediğimiz bir şiddetle ve 
çaresizlikle öpüştük. Öpüşürken ikimiz de kırılacak bir porselen eşya tutar gibi 
birbirimizin yüzünü tutuyorduk. 

Bütün bu süre boyunca, şatafatlı çerçevenin içinden hüzünle bizi seyreden Halil 
Paşa'nın karısına döndük sonra. Bekçi kapıda belirdiğinde, "Beni kaçır," dedi 
güzelim. 

"Peki." 

Babaannemden aldığım harçlıkları yıllar önce biriktirip yatırdığım bir banka 
hesabım vardı; anne-baba kavgalarının bir sonucu olarak üzerime geçirilmiş, 
Rumeli Caddesi'nde bir dükkânın dörtte biri ve birtakım hisse senetleri benimdi 
de onların nerede olduğunu bile bilmiyordum. Graham Greene'in eski bir 
romanını iki haftada Türkçeye çevirirsem, artık polisten kaçmayan Nuri'nin ta-
nıdığı bir yayımcıdan alacağım parayla, hesaplarıma göre, güzel modelimle 
Cihangir'de yaşayacağım atölyem benzeri bir dairenin iki aylık kirasını 
verebilirdim. Onu gerçekten kaçırırsan! bugünlerde niye bu kadar dertli 
olduğumu soran annem bizim dairede kalmama izin verir miydi? 

Bunları, ileride itfaiyeci olmayı düşünen bir çocuğunkinden biraz daha gerçekçi 
bir düzeyde düşünerek geçirdiğim bir haftadan sonra Taksim'deki ilk 
buluşmamıza gelmeyince, soğukta onu bir buçuk saat bekledim. Akşamüstü, 
birilerine içimi boşaltmazsam delireceğimi anladığım için uzun zamandır 
aramadığım Robert Kolejli lise arkadaşlarıma telefon ettim. Beni âşık, dertli ve 
çaresiz görmekten hoşlandıkları Beyoğlu meyhanesinde, zil zurna sarhoş olmamı 
gülümseyerek karşıladılar, on sekiz yaşından küçük bir kızla, babasının rızası 
olmadan değil evlenmek, aynı evde oturursam bile hapse tıkılacağımı 
hatırlattılar, sarhoş saçmalıklarım üzerine onun için okulu bırakıp, çalışıp para 
kazanırsam nasıl ressam olacağımı beni fazla üzmeden sordular ve "yatan kız"la 
istediğim zaman buluşabileceğim bir dairenin anahtarını da dostlukla elime 
tutuşturdular. 

Dame de Sion'un kalabalık kapısından uzak bir köşede onu iki kere bekledikten 
sonra karlı bir öğleden sonra liseli sevgilimi okul çıkışından kaçırmayı başardım. 
Daha önceden gidip görüp biraz daha "normal" bir yere benzetmeye çalıştığım 
"daireye" gitmeye, oraya başka kimsenin gelmediğine yeminler ederek ikna et-
tim. Yalnız bana anahtarı veren iyi yürekli kolej arkadaşımın değil, babasının da 
o zamanki deyişle "garsoniyer" olarak kullandığını daha sonra öğreneceğim daire 
öyle berbat bir yerdi ki, kara gülüm, orada resim yapmamızın ya da kendimizi 
daha iyi hissetmek için resim yapıyor pozu yapmamızın da boşuna olacağını bana 
hemen hissettirdi. 

Bir duvarında banka takvimi asılı duran, raflarında iki Johnny Walker viski 
şişesi arasında Encyclopedia Britannica'nın elli iki cildi uzanan bu dairenin 
büyük yatağında sevgilimle, her seferinde daha da artan bir hüzünle savaşarak 
üç kere seviştik. Beni sandığımdan çok daha fazla sevdiğini, sevişirken 
titrediğini ve ikide bir akan gözyaşlarını gördükçe karnımdaki ağrı daha artıyor 
ve bana yaklaşmakta olan acının şiddetini kestirip kendimi daha da çaresiz 
hissediyordum. Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini 
kayak bahanesiyle İsviçre'ye götürüp sonra orada zengin Araplarla kafadan 
çatlak Amerikalıların çocuklarını yolladığı lüks bir okula yazdıracağını öyle bir 
telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum. O zamanlar daha fazla 
dertlenmesin diye Türk filmlerindeki sert erkekler gibi "onu kaçıracağımı" söyler, 
güzelimin yüzündeki mutlu bakışı görünce söylediğime de inanırdım. 

Şubat ayının başında, tatilden önceki son buluşmamızda yaklaşan felaketi 
kafamızdan çıkarmak ve kendisine teşekkür etmek için bize evinin anahtarını 
veren arkadaşımla buluştuk. Diğer lise arkadaşlarımın da katıldığı ve sevgilimi 
ilk defa gördükleri o akşam, bana, kişiliğimin değişik yönlerine seslenen 
arkadaşları, çevreleri asla birbiriyle tanıştırmama, karıştırmama konusundaki 
içgüdüsel kararlılığımın ne kadar doğru olduğunu hatırlattı. Kara gülüm ile 
kolejli arkadaşlarım arasında her şey ta başlangıcından kötü gitti. 

Önce onunla yakınlık kurmak için, hafiften benimle dalga geçmeye 
kalktıklarında, başka mutlu bir zamanı olsa (mesela tatil mahallesinin 
rıhtımlarından denize neşeyle atlayıp atlayıp sudan çıktığı o günler...) şakalara 
katılacak olan güzelim konuyu uzatmadan beni korudu. Annesinin, babasının 
kim olduğu, ne iş yaptıkları, nerede oturdukları gibi mal-mülk ve zenginlik 
araştırmasını da, küçümsediğini gösteren bir hareketle kısa kesince, gecenin geri 
kalanında Bebek'teki lokantada Boğaz'a bakıp, kafa çekip futbol maçlarından, 
markalardan söz etmek dışında tek eğlence, dönüş yolunda Boğaz'ın en dar 
yerinde, Aşiyan'da arabayı durdurup karşı yakadaki yeni bir ahşap konak 
yangınını seyretmek oldu. 

Kandilli'de, burna yakın Boğaz'ın en güzel ahşap yalılarından birinin daha 
yandığını hissedince daha iyi görebilmek için arabadan indim. Yangından seyir 
zevki alan arkadaşlarımdan sıkılan güzelimin eli de elimdeydi. Bir yandan çay 
içerken bir yandan da son Osmanlı konaklarının birinin daha yanışını seyreden 
kalabalıktan, arabalardan uzaklaşmak için Hisar boyunca yürüdük. Lisedeyken 
derslerden kaçıp, vapurla karşıya geçip o sokaklarda çok gezindiğimi anlattım 
ona. 

Soğukta küçük mezarlığın önündeki karanlıkta, başdöndürücü Boğaz akıntısının 
karanlık gücünü kemiklerimizde hissederken, güzel modelim beni çok sevdiğini 
fısıldayınca onun için her şeyi yapacağımı söyleyerek bütün gücümle ona 
sarıldım. Öpüşürken arada bir gözlerimi açıp baktığımda, kadife teninde karşı 
kıyıdaki yangının turuncumsu ışığını görüyordum. 
Dönüş yolunda arabanın arkasında elele sessizce oturduk. Arabadan inip 
apartmanın kapısına çocuk adımlarıyla koşusu onu son görüşüm oldu. Sonraki 
randevuya gelmedi. 
Üç hafta sonra, yarı yıl tatili bitip dersler başlayınca, öğleden sonraları, Dame de 
Sion'un kapısına gidip biraz uzaktan kapıdan çıkan kızları tek tek seyretmeye, 
onu beklemeye başladım. On gün sonra yaptığım işin boşuna olduğunu, artık 
gitmemem gerektiğim kendime söylesem de, bacaklarım beni kendiliğinden 
lisenin kapısına götürür, her seferinde kalabalık dağılana kadar beklerdim. Bir 
gün kalabalığın içinden, erkek kardeşlerinin en büyüğü ve en sevimlisi belirdi ve 
ablasının İsviçre'den çok selamı olduğunu söyleyip bir zarf uzattı bana. Bir 
muhallebicide sigara içerken açtığım mektupta yeni okulundan çok memnun 
olduğunu, ama beni ve İstanbul'u da çok özlediğini yazıyordu. 
Ben de ona, dokuz uzun mektup yazdım, yedisini bitirip zarfa koydum ve beşini 
postaladım. Hiç cevap alamadım. 
36
HALİÇ VAPURU 
1972 Şubatı'nda mimarlık fakültesinin ikinci yılındayken derslere gittikçe daha 
az girmeye başladım. Güzel modelimi kaybetmemin, gittikçe içine girdiğim 
yalnızlığın ve hüznün ne kadar payı vardı bunda? Bazan Beşiktaş'taki evden hiç 
çıkmaz, bütün gün okurdum. Bazan kalın bir kitabı (Cinler, Harp ve Sulh, 
Buddenbrooklar) yanıma alır, derste okumaya devam ederdim. Kara gülün 
yokluğundan sonra da "atölyeme" gidip resim yapma heyecanım tuhaf bir şekilde 
azalmaya devam ediyordu. Kâğıdın, tuvalin üzerine çizgiyi çeker, boyayı 
sürerken, çocukken hissettiğim oyun ve zafer duygusunu yeterince 
duymuyordum artık. 

Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim zevkimi nedenim tam kavra-
yamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı bilemediğim için, 
güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. Resim 
yapmadan yaşamak, arada bir terketmek zorunda olduğum asıl dünyayı, 
başkalarının "hayat" dediği şeyi yavaş yavaş bir hapishaneye çeviriyordu. Bu 
duygu üzerime fazla gelirse -ve çok da sigara içersem- nefes almakta zorlanıyor 
ve sıradan hayatın içinde tıknefeslikle boğulduğumu hissediyordum. Kendime bir 
kötülük etmek, bundan da hoşlanmazsam dersten, okuldan kaçmak gelirdi böyle 
zamanlarda içimden. 

Atölyeme gene arada bir gidip, badem kokulu modelimi bütün gücümle 
unutmaya çalışarak ya da tam tersi, bütün gücümle hatırlamaya çalışarak resim 
yapıyordum ama yaptığım resimlerde eksik bir şey vardı. Çocukluğum çoktan 
bitmişti ama hâlâ resimden bana aynı çocuksu mutluluğu vermesini istediğim 
için yanılıyordum belki. Yaptığım resmin ortasında, o resmin olacağı şeyi 
düşünerek anlar ve onu yeterli bulmayarak yarıda bırakırdım. Bu kararsızlıklar 
bana her yeni resimde, çocukluğumda olduğum gibi, kendimi mutlu hissetmek 
istiyorsam resmi artık önceden düşünmem gerektiğini sezdirmişti. Resim 
hakkındaki bu düşünceyi nasıl geliştireceğimi de bilmiyordum. Belki de şimdiye 
kadar resim yaparak hep mutlu olduğum için, resim yüzünden artık acı çekmem 
gerektiğini, hünerimi ancak bu acıyla geliştireceğimi anlayamıyordum. 

Bütün bu huzursuzlukların bulaşıcı olduğunu görmek de beni korkutuyordu: 
"Mimarlık sanatının da" yıllar sonra, benim için resim yapmak gibi bir şey 
olacağını anlamıştım. Üstelik kesme şekerlerden ya da tahta küplerden ev 
yapmanın dışında, mimarlık ile ilgili mutlu bir çocukluğum da olmamıştı. Teknik 
Üniversite'nin çoğu sıradan ve mühendis ruhlu hocalarının da mimarlık ile ilgili 
oyuncu, yaratıcı herhangi bir zevki yoktu. 

Mimarlık dersleri bana asıl yapmam gereken şeyi, yaşamam gereken bir başka 
"hakiki" hayatı kaçırdığım vakit kaybettiğim yerler olarak gözükmeye böyle 
başladı. Bu duyguya kapıldığım vakit sınıfta konuşulan şeyler, çalmasını 
istediğim ders zili, hocanın anlattıkları, ders aralarında sigara içip şakalaşanlar, 
herkes gözümde bir zamanlar yaşayıp ölmüş kendi asıllarının hayaletin. 

dönüşür, kendim de, bu amaçsız, yanlış ve boğucu dünyadan bir türlü 
çıkamadığım için kendimi küçümser ve nefes almakta zorlanırdım. 

Kimi rüyalarımda olduğu gibi, vaktin hızla geçtiği, yetişmem gereken yere bir 
türlü varamadığım bu boğucu âlemden çıkmak için derslerde defterlere birşeyler 
yazar, yanlarına birşeyler çizerdim: Hocaların resimleri, ders dinleyen sınıf 
arkadaşlarımın arkadan yapılmış karakalem çizimleri, derslerde anlatılanların 
ve olup bitenlerin taklitleri, parodileri, pastişleri ve ilkel kafiyeli "manzumeler"... 

Bütün bu yazı çizi çabasına ve mimarlık sınıflarında yazıp çizdiğim her şeyi 
merakla bekleyen ve istediğim gibi gülümseyerek okuyan küçük bir okur grubu 
oluşturmuş olmama rağmen vaktin hızla aktığı ve hayatımın şimdiden boşu 
boşuna geçtiği duygusu bazan öylesine yoğunlaşırdı ki, bütün bir günü geçirmek 
için geldiğim Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi binasından içeri girişimden bir 
saat sonra canımı kurtarmak ister gibi koşa koşa (ve zemin taşları arasındaki 
çizgilere basıp basmadığıma hiç aldırmadan) kendimi dışarı atar, İstanbul 
sokaklarında gelişigüzel kaybolurdum. 

Taksim ile Tepebaşı arasındaki arka sokakları, bir zamanlar annemle 
Galatasaray'dan dolmuşa binip eve dönerken geçtiğimiz ve altı yaşımdayken 
bana uzak masal diyarları gibi gözüken, Pera'nın on dokuzuncu yüzyıl sonunda 
Ermeni ustalarca yapılmış mahallelerini yıkılmadan önce o günlerde gezdim. 
Bazan Mimarlık Fakültesi'nden Taksim'e çıkar, gelişigüzel bir otobüse biner ve 
keyfimin istediği gibi, ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü yerlere 
giderdim: Kasımpaşa'nın dar ve yoksul sokaklarını, Balat'ın ilk gidişlerimde 
bana yapay bir tiyatro dekoru gibi gözüken eski evlerini, yeni göçler ve 
yoksullukla tuhaf bir doku edinmiş eski Rum ve Yahudi mahallelerini, 
Üsküdar'ın ta 1980'lere kadar ahşap evlerle kaynaşan son derece Müslüman ve 
aydınlık arka sokaklarını, Kocamustafapaşa'nın hızla beton apartmanlarla 
bozulan ve bana kötü niyetli gözüken eski ve korkutucu sokaklarını, Fatih 
Camii'nin bana hep çok çarpıcı gelen harika avlusunu, Balıklı ve civarını, 
Kurtuluş ve Feriköy'ün yoksullaştıkça eskiyen ve insana bu orta sınıfların devlet 
baskısıyla din, ırk ve dil değiştire değiştire binyıllardır (aslında elli yıldır) hep 
buralarda oturduğunu düşündürten ve yokuş aşağı indikçe (tıpkı Cihangir, 
Tarlabaşı ya da Nişantaşı'nda olduğu gibi) daha yoksullaşan mahallelerini 
amaçsızca böyle gezdim. Sırf okuldan, derslerden ve yavaş yavaş hissettiğim gibi, 
herkesinki gibi bir iş-masa-büro sahibi olmaktan kaçmak için ilk defa gittiğim bu 
mahalleler, içimdeki kötülük, öfke, hüzün duygularının rengiyle kafama hiç 
silinmemecesine kazındı. 

Oralarda birşeyler arayarak, kendi amaçsızlığımdan ve aylaklığımdan 
hoşlanarak ve duvar duvar, sokak sokak öğrendiğim bu şehirle bir gün birşeyler 
yapacağımı da aklımın bir köşesiyle sezerek yaptığım bu gezintiler bende 
öylesine duygusal izler bırakırdı ki, daha sonra çok daha sıradan nedenlerle ve 
sıradan duygularla bir iş ya da bir davet nedeniyle bu sokaklara gittiğim zaman 
bu yerlerin bende hüzünlü anılarla kaynaşan o özel köşeler olduğunu ilk başta 
çıkartamaz, ancak yıkıntı halindeki eski bir mahalle çeşmesini ya da geçen 
yıllarda daha da eskimiş bir Bizans kilisesinin (Pantokrator, Küçük Ayasofya) 
yıkık duvarını ya da bir yokuşun başından, bir cami duvarıyla be-te-be kaplı 
berbat bir apartmanın arasından gözüken Haliç manzarasını görüp hatırlayınc. 

bu yerlere ilk geldiğim zamanki dertli, tasalı halimi ve aynı yerden, aynı 
noktadan baktığım manzaranın şimdi bana ne kadar değişik gözüktüğünü 
anlardım. 

Manzarayı yanlış hatırlama değildi bu, yalnızca aynı manzaraya bambaşka bir 
duyguyla bakmaktı. Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek, 
gemiyle gezinerek, İstanbul'un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir, 
ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde 
bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir. 
Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en 
derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk, 
yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir. 

Bir şehre böyle bakmayı öğrenmişsek ve en hakiki ve en derin duygularımızla 
manzaraları yeterince birleştirme fırsatı bulacak kadar uzun bir süre aynı 
şehirde yaşamışsak, bir süre sonra tıpkı bazı şarkıların bize bazı aşkları, 
sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi -şehrimizin sokakları, 
görüntüleri, manzaraları- bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan 
şeylere dönüşür. Belki de, pek çok mahallesini, arka sokağını ya da ancak bir 
tepeden gözüken çok özel bir manzarasını badem kokulu sevgilimi kaybettiğim 
ve okuldan kaçtığım günlerde ilk gördüğüm için İstanbul bana o kadar hüzünlü 
bir yermiş gibi görünür. 

Artık peşinden koşup resmini yapacağım bir modelimin de olmadığını anladığım 
ilk günlerde, iyice sıklaşan bu okuldan kaçmaların ve aylak gezintilerimin 
birinde daha sonra rüyalarımı çok sıradan ve basmakalıp imgelerle (dolunay saat 
kadranına dönüşüyor) işgal edecek zaman takıntıma uygun düşen bazı şeyler 
hissettim. 1972 Martı'nda bir öğleüstü Taksim'den bindiğim dolmuştan (tıpkı 
kara gülle yaptığımız gibi) o zamanlar yapılabildiği gibi, istediğim yerde, Galata 
Köprüsü'nün üzerinde indim. Basık, karanlık, grimsi mor bir gök vardı yukarıda. 
Kar yağdı yağacak gibiydi ve köprünün kaldırımları bomboştu. Köprünün Haliç 
yanında ahşap merdivenler gördüm, aşağı indim. 
Burada kalkmakta olan küçük bir şehir hattı vapuru gördüm. Kaptanı, 
makinisti, halatçısı, hepsi küçük geminin iskeleye bağlandığı yerde toplanmış, 
bir deniz motorunun mürettebatı gibi gemiye binen tek tuk yolcuları sanki 
karşılıyor, kendi aralarında sigara-çay içip sohbet ediyorlardı. Ben de içeri 
girerken, havaya uyup, onlara selam verdim ve burada, bu geminin içinde, kalkış 
saatini bekleyen solgun paltolu, takkeli, elleri fileli, başörtülü bu yorgun 
insanlarla uzun zamandır tanışıyormuşum, onlarla birlikte, her gün bu gemiyle 
Haliç'te yolculuk ederek işe gidip geliyormuşum gibi hissettim kendimi. 

Gemi sessizce hareket edince bu benzersiz cemaat duygusu, şehrin kalbine ait 
olma hissi öylesine güçle beni sardı ki, bir başka şeyi daha hissettim: Yukarıda, 
şimdi troleybüslerin boynuzlarını ve banka reklamlarını gördüğüm köprünün 
üstünde, şehrin anayollarında 1972 yılının Mart ayının bir öğleüstü yaşanırken, 
bizler aşağıda, çok daha eski, çok daha geniş ve ağır bir zamanın içindeydik. 
Köprünün bir rastlantıyla gördüğüm Haliç iskelesine açılan basamaklarını iner-
ken sanki otuz yıl geriye, İstanbul'un dünyadan daha kopuk, daha yoksul ve 
daha hüzünlü olduğu günlere geri gitmiştim. 

Küçük geminin ilk katındaki arka salonun titreyen pencerelerinden Haliç'in 
iskeleleri, eski İstanbul'un ahşap yapılarla kaplı tepeleri, servilerle kaplı 
mezarlıklar yavaş yavaş akmaya başladı: Bitip tükenmeyen fabrikacıklar, 
imalathaneler, bacalar, tütün depoları, yıkıntı halindeki Bizans kiliseleri, su 
kıyısındaki izbe ve dar sokaklarla en gösterişli Osmanlı camileri, yokuşlar, 
karanlık tepeler, tersaneler, paslanmış gemi leşleri, yoksul mahalleler... 
Zeyrek'teki Pantokrator Kilisesi, Cibali'deki büyük tütün depoları, ta arkadaki 
Fatih Camii'nin gölgesi bile geminin bulanık ve titreyen pencereleri yüzünden 
yıpranmış eski filmlerde gördüğüm İstanbul manzaraları gibi, gün ortasında 
bana gecenin içindeymiş gibi gözüktü. 
İskelelerden birine yanaşınca, geminin makinesinin, annemin dikiş 
makinesininkini hatırlatan gürültüsü diniyor, pencereler de titremediği için 
Haliç'in durgun suları, Fener iskelesinin yanındaki tavuklar ve horozlarla 
gemiye binen eli sepetli teyzeler, arkadaki eski Rum mahallesinin dar sokakları, 
imalathaneler, depolar, variller, eski araba lastikleri, şehirde hâlâ gezinen at 
arabaları, yüz yıllık kartpostallardaki gibi kesin ve açık çizgilerle ve siyah-beyaz 
gözüküyordu. Gemi tekrar hareket edip Haliç'in mezarlıklarla kaplı karşı 
yakasına doğru yol alırken, pencereler yeniden titremeye başlıyor, geminin 
bacasından tüten koyu kara dumanın etkisiyle manzara daha hüzünlü ve resim 
gibi görünüyordu. Bazan gök kapkaranlık oluyor, derken tıpkı bir köşesi alev 
alan film gibi soğuk bir kar aydınlığı beliriyordu. 

Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına 
karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa 
dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük, 
kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul'un sırrı? Ama, bir şehrin genel 
nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok 
da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür. 
Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur. 

1972 Martı'nda okuldan kaçıp eski Haliç vapurunda Eyüp'e giderken kendimi 
İstanbullularla bu kadar yoğun bir şekilde özdeşleştirmemin anlamı neydi? 
Kalbimi kıran aşk hikâyesinin ve bütün hayatımı vereceğimi sandığım resim 
zevkinin elimden kaçışının, şehrin hüznünün yanında önemsiz olduğuna kendimi 
inandırmak istiyordum belki. Kendimden çok daha yenik, ezik ve kederli olan 

İstanbul'a bakarak kendi acımı unutmak istiyordum da denebilir. Ama 
melodramatik Türk filmlerinin, daha baştan hüzünle yaralanmış, bu yüzden de 
"aşkta ve hayatta" kaybetmeye programlanmış kahramanları gibi şehrin 
hüznünü kendi hüznüme bahane de etmiyordum. Çünkü özel konumumdan 
ötürü kendi acımı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Özel konumum: Ailem ve 
yakın çevrem şair-ressam olmayı ciddiye alacak gibi değildi hiç. Şehrin şair-
ressamları ise şehri göremeyecek kadar gözlerini Batı'ya dikmişlerdi: Galata 
Köprüsü'nün üzerindeki troleybüslü, banka reklamlı modern çağa ait olmak için 
çırpınıyorlardı. 

Ben ise şehri görmenin bedeli olan hüzne alışık değildim, belki de içimdeki mutlu 
oyuncu çocuk yüzünden İstanbul'da hüzne en uzak kişi bendim, bu duyguya 
alışmak istemiyor, varlığını içimde hissettikçe onu kabul edemiyor. 

huzursuzlukla koşturuyor, İstanbul'un yalnızca "güzelliğine" sığınmak 
istiyordum. Bir şehrin güzelliği, tarihinin zenginliği ya da esrarı bizim ruhsal 
acılarımıza niye ilaç olsun? Belki de yaşadığımız şehri, tıpkı ailemiz gibi, başka 
çaremiz olmadığı için severiz! Ama onun neresini, neden seveceğimizi icat 
etmemiz gerekir. 

Hasköy'e yaklaşan Haliç vapurunun içinde bütün akıl karışıklığı ve hüznüme 
rağmen bana derslerde öğretilenlerden çok daha derin bir bilgi ve teselli sunduğu 
için de İstanbul'a o kadar bağlı olduğumu hissediyordum. Vapurun titreyen 
pencerelerinden yıkıntı halindeki eski ahşap evler, devletin hiç bitmeyen 
baskıları sonucu boşalmış Fener'in yarı metruk Rum mahalleleri ve yıkıntı ha-
lindeki binaları ile birlikte şimdi karanlık bulutların içinde daha esrarlı duran 
Topkapı Sarayı, Süleymaniye ve İstanbul'un tepeleri, camiler ve kiliselerle 
yapılmış silueti gözüküyordu. 

Tarihle yıkıntıların, yıkıntılarla hayatın, hayatla tarihin bu özel içice geçişi 
şehrin ahşap ve taşla yapılmış eski dokusunun kalıntıları, uzak mahallelere 
gitme zevki bana tükenmekte olduğundan endişelendiğim resim zevkimin yerini 
tutacak neredeyse hazır bir "ikinci dünya" gibi geliyordu. Bu gelişigüzel, şiirsel 
karışıklığın içinde olmak istiyordum! Çocukluğumda babaannemin evinde, 
derslerde sıkıldıkça bu ikinci dünyaya, hayal dünyasına kaçtığım gibi, şimdi de 
mimarlık okumaktan sıkıldıkça İstanbul'da kayboluyordum. İstanbul'da 
yaşamanın bedeli olan hüzne, bu kaçınılmaz kadere bir an önce ulaşıp 
rahatlamak istediğim de söylenebilir. 

Bu gezintilerimde gittiğim yerlerde hep birşeyler yer, şimdiki normal dünyaya, 
yani eve, elimde hep birşeylerle dönerdim: Dolaşımdan kalkmış, kenarları tırtıllı 
bir telefon jetonu; arkadaşlarıma gülümseyerek göstereceğim "hem ayakkabı 
çekeceği, hem gazoz açacağı", bin yıllık bir duvardan düşmüş bir tuğla parçasının 
kenarı, o zamanlar İstanbul'un bütün eskicilerinde bolca bulunan çarlık 
banknotları, otuz yıl önce batmış bir şirketin damgası, mahalle satıcısının terazi 
ağırlıkları, gezintilerimin sonunda çoğu zaman ayaklarımın beni kendiliğinden 
götürdüğü sahaflardan alınmış ucuz ve eski kitaplar... 

Şehrin bu şeyimsi, dokunulabilir yanım, yalnızca ondan nesneler, taşlar, biletler, 
kitaplar saklayarak değil, onunla ilgili kitaba, dergiye, kâğıda geçmiş her türlü 
bilgiyi, programı, tarifeyi ilginç ve "önemli" bulup toplayarak da hissederdim. Bu 
topladığım şeyleri sonsuza kadar saklamayacağımı, onlarla biraz oynayıp, 
oyalanıp unutacağımı da aklımın bir köşesiyle bilirdim. Bu yüzden, hiçbir zaman 
sonuna kadar giden o takıntılı toplayıcılar ya da Koçu benzeri bilgi 
koleksiyoncuları gibi olamayacağımı da hissederdim. Ama ilk edindiğim sırada 
bu bilgilerin bir gün bir büyük tasarının -bir büyük resmin ya da bir dizi resmin 
ya da o sırada okumakta olduğum Tolstoy, Dostoyevski, Mann'ınkiler gibi bir 
roman ya da ne olduğunu bilmediğim büyük bir şeyin- parçası olacağını da 
söylerdim kendime. 

İstanbul'un her türlü tuhaflık ve eski şey, emperyal büyüklük ve tarihin 
döküntülerinden oluşan dokusunun şiirselliğini kaçınılmaz bir hüzünle birlikte 
hissettiğim zamanlarda, bu dokunun çok özel sırrının ve şehrin şiirinin yalnızca, 
yalnızca bana gözüktüğünü de sanırdım: Hüznü hem kendi mutlu ve ayrıcalıkl. 

hayatıma yabancı bir şey, hem de şehirden bana geçmesi kaçınılmaz olan bir 
duygu ve kader gibi benimseyerek Haliç gemisinin pencerelerinden gördüklerimi, 
benim gibi kimse görmemiştir, derdim gururla kendi kendime! 

Bu şiirsel bakış açısına sahip olduğum zaman şehir ile ilgili her şeyi ya da her 
bilgiyi, gerçekleşmekte olan bir şiirin, bir resmin, bir sanat eserinin ya da 
müzenin çok önemli bir parçası karşısındaymış gibi heyecanla karşılardım. 
Ayrıca bu duyarlıkla dokunduğum her şey, her bilgi sanki bir sanat eseri 
olacaktı. Bu heyecanla bir başka sıradan bilgiden, pencereleri titreyen gemiden söz edeyim.
Adı Kocataş'tı. İkiz kardeşi Sarıyer ile birlikte 1937'de Haliç'te, Hasköy 
Tersanesi'nde inşa edilmişti. Bu iki gemiye Hıdiv Abbas Hilmi Paşa'nın 
Nımetullah adlı yatından çıkarılan 1913 yapımı iki motor takılmıştı. Geminin 
pencerelerinin bu kadar çok titremesi, motorun gemiye iyi oturmadığının belirtisi 
olabilir miydi? Bu tür ayrıntıları sevdiğim için kendimi İstanbullu hissediyor, bu 
duygu hüznümü, hayat karşısındaki korkularımı daha derin ve daha hakiki 
kılıyordu. Küçük Kocataş gemisi beni Eyüp'e bıraktıktan on iki yıl sonra, 1984'te 
emekliye ayrıldı. 

Amaçsız gezilerimin, "kaybolmalarımın" sonunda beraberimde getirdiğim bir 
eşya, birkaç eski kitap, bir kartvizit, eski bir kartpostal ya da eski ve kıymetli bir 
eşya gibi sarıldığım şehir ile ilgili tuhaf bir bilgi kaynağı, yaptığım gezintinin 
"gerçek" olduğunun bir kanıtı gibi gelirdi bana; şehirle ilgili düşlerimin bu hurda 
eşyalar ve daha hurda bilgiler aracılığıyla gerçekleşeceğini düşünürdüm. Tıpkı 
Coleridge'in, düşünde gördüğü gülü uyanınca elinde bulan kahramanı gibi, bu 
şeyler ve kitaplar bana İstanbul'un, çocukluğumda içinde gezindiğim mutluluk 
verici ikinci dünyası gibi benim bir hayalim değil, bu hayale yakın bir gerçek 
olduğunu da hissettirirdi. 

Kocataş gemisinin beni bıraktığı Eyüp ile derdim, Haliç'in sonundaki bu küçük 
ve mükemmel köyün bana gerçek değil, hep bir hayal gibi gözükmesidir. Kendi 
içine kapalı, "Doğulu", esrarlı, dindar, pitoresk, mistik bir hayal olarak Eyüp o 
kadar mükemmeldir ki, bana bir başkasının İstanbul'a yakıştırdığı bir Doğu 
hayaliymiş, İstanbul'da yaşayan bir çeşit Türk-Doğu-Müslüman 
Disneyland'iymiş gibi gelir. Şehir surlarının dışında olması, bu yüzden Bizans 
etkisini ve İstanbul'un taşıdığı kat kat karışıklığı taşımaması mıdır bunun 
nedeni? Ya da güzel mezarlıklarının, ağaçlarının, evlerinin içice geçmesi mi? 
Yüksek tepeler yüzünden burada akşamın erken gelmesi mi? Ya da burada her 
şeyin, mimari ölçülerin dini ve mistik bir alçakgönüllülükle küçük tutulması mı 
Eyüp'ü İstanbul'un büyüklüğünden ve güçlü ve enerjik karmaşasından -kire, 
pasa, dumana, kırık, çatlak, döküntü ve yıkıntıya ve pisliğe varan gücünden- 
uzak tutmuştur? 

Şehre "romantik" Doğu düşleriyle gelen, herkesi tatmin eden yanını Eyüp, 
İstanbul'un sürekli Batılılaşan ya da Batılı malzemeyi alıp kendinin kılan ve 
kendini yenileyen merkezine, bürokrasisine, devlet kurum ve binalarına uzak 
olmasına borçluydu. Piyer Loti'nin bu bozulmamış hali yüzünden sevdiği, bir ev 
alıp yerleştiği bu harika Doğu düşü, bu bozulmamış mükemmeliyeti yüzünden de 
bana itici gelirdi hep. Bu yüzden Eyüp'e varmak, o gün Haliç'in yıkıntılar ve 
tarihle yapılmış manzarasında mutlulukla hissettiğim hüznün sonu oldu. İstanbul'u
yıkıntıları, hüznü ve bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için 
sevdiğimi yavaş yavaş anlıyordum. Başka eşyalar edinmek, beni mutlu eden 
yıkıntıları görmek için oradan uzaklaştım ve başka yerlere yürüdüm. 
37
ANNEMLE BİR KONUŞMA: SABIR, İHTİYAT, SANAT 
Uzun yıllar akşamları annem salonda tek başına oturup babamı bekledi. Babam 
briç kulübüne, daha sonra da başka yerlere gider, gecenin iyice geç vakti, çoğu 
zaman annem onu beklemekten sıkılıp uyuduktan sonra eve gelirdi. Annemle 
ben, karşılıklı akşam yemeğini yedikten (çok meşgulüm, gelemeyeceğim, siz 
yiyin, diye telefon etmiş olurdu babam) sonra annem masaya serdiği krem rengi 
bir örtünün üzerinde iskambil kâğıtlarıyla fal bakardı. 
Elli ikişerlik iki deste oyun kâğıdını teker teker açıp, hem rakam ve değer, hem 
de bir kırmızı bir siyah olarak sıralamaya çalıştığı oyunun mantığında, aslında 
falda olduğu gibi kendi geleceğini bilmekten ya da oyun kâğıtlarının yolladığı 
işaretleri okuyup hayatının alacağı şekle uygun bir hikâye uydurma zevkinden 
çok, oyuncunun sabrını deneyen bir yan vardı. Bu yüzden pasyans (patience - 
sabır) denilen oyunun ortasında, bazan ben odamdan salona gelip falının çıkıp 
çıkmadığını sorduğumda annem her seferinde aynı cevabı verirdi: 

"Fal diye bakmıyorum canım, vakit geçirmek için açıyorum. Saat kaç olmuş? Bir 
kere daha açayım, uyuyacağım." 

Bunu söylerken Türkiye'de ilk günlerini yaşayan siyah-beyaz televizyondaki eski 
bir filme ya da eski Ramazanlar hakkındaki bir tartışmaya (devlet görüşünü 
yayan tek bir kanal vardı zaten) uzaktan, oturduğu yerden şöyle bir bakış atar, 
"Ben seyretmiyorum, kapa istiyorsan," derdi. 

Ama bu sefer, ekranda beliren çocukluğumun siyah-beyaz sokaklarına ya da bir 
futbol maçına bir süreliğine ben bakardım. Televizyondaki görüntülerle 
oyalanmaktan çok akıl karışıklığı, öfkeler ve kararsızlıklarla kapısını kapayarak 
içinde tek başına oturduğum odamdan biraz dışarı çıkmak ve o günlerde 
akşamları annemle hep yaptığımız gibi biraz konuşmak, biraz da tartışmak için 
yapardım bunu. 

Tartışmaların bazıları çok kırıcı kavgalara da dönüşürdü. Daha sonra bu 
kavgalardan pişman olur, odama dönüp kapıyı kapayıp sabaha kadar kitap 
okurdum. Bazan da annemle kavga ettikten sonra soğuk İstanbul gecesine çıkar, 
Taksim civarında, Beyoğlu'nda elimdeki sigarayı tüttüre tüttüre tek başıma 
amaçsızca yürür, kötü, karanlık arka sokaklarda iyice üşüyene kadar gezinir, 
bütün şehir ve annem uyuduktan sonra eve dönerdim. Ondan sonraki yirmi yıl 
yapacağım şeyi, geceleri sabaha karşı dörtte uyuyup, öğleyin on ikide uyanmayı 
yavaş yavaş alışkanlık ediniyordum. 

O günlerde annemle konuşmalarımızın ve tartışmalarımızın, söz açıkça oraya 
gelsin ya da gelmesin tek bir konusu vardı: 1972 kışında, Mimarlık Fakültesi'nin 
ikinci yılının ortasında, birden derslere gitmemeye başlamıştım. Kaydımın 
silinmemesi, okuldan atılmamam için gerekli birkaç derse gitmek dışında 
Taşkışla'daki Mimarlık Fakültesi'ne hiç uğramıyordum artık. 

Bazan cesaretsizlikle, "ileride mimarlık yapmasam da, bir üniversite diplomam 
olur" diye düşünüyor, bu düşünce arkadaşlarım ve babam tarafından da sık sık 
tekrarlanıyor ve bütün bunlar beni de etkilediği için, durumum en azından 
annemin gözünde belirsiz hale geliyordu. Oysa ben artık mimar olamayacağımı 
derinden bir şekilde biliyordum. 

Daha kötüsü, resim yapma zevkimin, içimde daha acı verici bir boşluk bırakarak 
öldüğünü de görüyordum. İkinci bir dünyaya kaçma dürtümü sabahlara kadar 
kitaplar, romanlar okuyarak, geceleri Taksim-Beyoğlu sokaklarında, Beşiktaş'ta 
yürüyerek de geçiştiremeyeceğimi bildiğim için kararsızlığım zaman zaman bir 
telaşa dönüşüyor, o zaman birdenbire masamdan kalkıyor, durumumu anneme 
kabul ettirmeye çalışıyordum. Bunu neden yaptığım, ve dahası ona kabul 
ettirmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu da tam bilmediğim için konuşmalarımız 
bir çeşit kör dövüşüne dönüşüyordu. 

"Gençliğimde ben de senin gibiydim," derdi mesela annem, daha sonra 
düşüneceğim gibi, belki de beni sinirlendirmek için. "Senin gibi hayattan 
kaçardım. Teyzelerin üniversitede, entellektüeller arasında ya da balolarda, 
partilerde eğlenirken, ben senin gibi evde kalır, dedenin eski Illustration 
dergilerine aptal aptal saatlerce bakardım." Bir an sigarasından bir nefes çeker, 
söylediklerinin bende bıraktığı izi yüzümde görmek isterdi. "Utangaçtım, hayat-
tan korkardım." 

O bunları söylerken, kafam "senin gibi" ifadesine takılır, bir öfke içimde hızla 
büyürken, kendimi tutmaya çalışır, annemin bunları "benim iyiliğim için" ya da 
öyle sandığı bir şey için söylediğini kendime tekrarlardım. Ama annemin 
sözlerinin arkasına o da katıldığı için kalbimi kıran, belki de bu yüzden tartışıp 
savaşmak istediğim daha derin bir görüş vardı. Bakışlarımı televizyondan çekip 
Boğaz'da bir aşağı bir yukarı ağır ağır giden şehir hatları gemilerinin projektör 
ışıklarına çevirir, beni öfkelendiren bu konuyu düşünürdüm. 
Annemin açıkça söylemediği bu görüşü İstanbul'un tembel burjuvaları ve onlar 
gibi düşünen köşe yazarları kötümserlik ve küstahlık anlarında şu sözlerle sık 
sık dile getirirlerdi: "Burada zaten iyi bir şey hiç olmaz." 

Bütün şehrin iradesini kıran hüzün ile ilişkiliydi bu karamsarlık. Ama hüznün 
arkasında bir kayıp ve yoksulluk olduğuna göre, hali vakti yerinde İstanbul 
zenginleri niye bu görüşü bu kadar çok tekrarlıyorlardı? Zenginlikleri rastlantıya 
bağlı olduğu için belki. Bu rastlantıyı gizlemek için taklit etmek istedikleri Batı 
medeniyetinin parlak ürünlerine benzeyen şeyler yaratamadıkları ve bütün bu 
başarısızlığı yaratıcısı ve parçası oldukları karamsar ve hüzünlü bir kültüre 
yıkmak için belki de. 

Bu yıkıcı ve ihtiyatlı orta sınıf dilinden bütün hayatı boyunca pek çok şey alan 
annemin kötümserliğinde gene de haklı olduğu bir yan vardı. Evlenmelerinden 
ve ağabeyimle benim doğmamızdan hemen sonra babam onun kalbini 
acımasızlıkla kırmaya başlamıştı. Onunla evlenirken aklının ucundan hiç 
geçirmediği babamın yokluklarının ve ailenin yoksullaşmasının annemi hayat 
karşısında sürekli bir savunma konumuna getirmiş olduğunu hep hissettim. 

Çocukluk yıllarımızda, annem, ağabeyim, ben çarşı pazarda, Beyoğlu'nda birlikte 
yürürken, sinemalara, parklara giderken annemin üzerindeki erkek bakışlarını 
farkettiğinde yüzünde beliren ifadede, aileyi ve kendini dışa karşı koruyan bir 
ihtiyat ve dikkati sezerdim hemen. Ya da ağabeyimle ben sokaklarda tartışmaya, 
itişmeye başladığımızda, annemde bir öfke ve bezginlik kadar, bir koruma 
dürtüsünü de görürdüm. 

Annemin sık sık hissettiğim bu ihtiyat dürtüsü "normal olun, sıradan olun, 
herkes gibi olun," derdi bize. "Dikkati çekmeyin hiç." Alçakgönüllü olmayı, azla 
yetinmeyi öne çıkaran ve bütün kültüre damgasını vurmuş tasavvuf 
terbiyesinden, geleneksel ahlaktan da çok şeyler taşıyan bu görüş insanın 
kafasını birşeylere takıp okulu bırakmasını, derslere gitmemesini anlayabilecek 
gibi değildi hiç. Kendimi önemsememeli, ahlaki ve düşünsel takıntılarımı fazla 
ciddiye almamalı, tutkulu olacaksam, çalışkan, dürüst ve iyi olmak, herkese 
benzemek için tutku duymalıydım. 

Resim, sanat, yaratıcılık filan gibi şeyleri fazla ciddiye almak Avrupalıların hak 
ettiği bir şey, der gibiydi hep annem. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında 
İstanbul'da yaşayan bizler, eski zenginliğini kaybetmiş, yoksul düşmüş, gücünü 
yitirmiş, iradesi ve isteği zayıflamış bir kültürün insanlarıydık. "Burada zaten iyi 
hiçbir şey olmayacağını" baştan aklımdan hiç çıkarmamalı, sonra 
üzülmemeliydim. 

Başka zamanlar aynı konuyu derinleştirmek için annem, benim adımı Osmanlı 
padişahlarının adları içinden kendisinin seçip bana verdiğini, çünkü padişahlar 
içerisinde en çok Sultan Orhan'ı sevdiğini söylerdi. Bunun nedeni Sultan 
Orhan'ın asla büyük işler peşinde koşmaması, göze çarpmaması, sıradan 
hayatında hiçbir aşırılık olmaması ve tarih kitaplarının ikinci Osmanlı 
padişahından saygıyla ama üzerinde fazla durmadan söz etmeleriydi. Annem 
gülümseyerek anlattığı bu seçiminin anlam ve önemini benim de kavramamı 
isterdi hep. 

Bu yüzden babamın dönüşünü beklediği o akşamlarda odamdan çıkıp annemle 
tartışmaya her başlayışımda, İstanbul'un bana sunduğu kırık dökük, hüzünlü ve 
alçakgönüllü hayat kadar, annemin benim için öngördüğü sıradan hayat 
hikâyesine direndiğini de bilirdim. Bazan kendi kendime, "Niye gidip onunla 
tartışıyorum?" diye sorardım ve bu soruya bir türlü doyurucu ve hakiki bir cevap 
bulamayınca ruhumda anlamı bana da açık olmayan daha karmaşık süreçlerin 
gizlendiğini hissetmiş olurdum. 

"Eskiden de okuldan kaçardın," dedi annem, kâğıtlarını hızlı hızlı açarken. 
'"Hastayım, karnım ağrıyor, ateşim var* filan derdin. Cihangir'deyken bir ara 
bunu alışkanlık edinmiştin. Gene 'hastayım, okula gitmeyeceğim,' dediğin bir 
sabah, 'yeter artık!' diye bağırdım sana. 'Hasta olsan da olmasan da şimdi derhal 
evden çıkıp okula gideceksin. Seni evde istemiyorum'." 

Belki de beni sinirlendirdiğini çok iyi bildiği için ikide bir anlattığı hikâyenin bu 
noktasında annem her zaman yaptığı gibi önce bir güldü, sonra bir süre sustu, 
sigarasından bir nefes çekti ve benim yüzüme bile bakmadan, ama her zamanki 
memnun havasıyla ekleyiverdi: "Ondan sonra bir sabah bile 'Hastayım, okula 
gitmeyeceğim,' demedin.. 

"Şimdi söylüyorum o zaman!" dedim birden hırsla. "Bir daha Mimarlık 
Fakültesi'ne gitmeyeceğim." 

"Peki ne yapacaksın? Benim gibi hep evde mi oturacaksın?" 

Annemle bir kavga edip, evin kapısını vurup, gecenin karanlığında Beyoğlu'nun 
arka sokaklarında yarı sarhoş, yarı deli gibi herkesten ve her şeyden nefret 
ettiğime inanarak ve sigara içerek tek başıma uzun uzun yürümek isteği içimde 
yavaş yavaş büyüyordu. 

O yıllarda bazan saatler süren bu yürüyüşlerim sırasında bacaklarımın beni 
götürdüğü yerlere yürürken, şehrin vitrinlerine, lokantalarına, yarı aydınlık 
kahvelerine, köprülerine, sinema önlerine, ilanlarına, harflerine, pisliğine, 
çamuruna, kaldırımlardaki karanlık su birikintilerinin üzerine düşen yağmur 
tanelerine, neon lambalarına, arabaların ışıklarına ve çeteler halinde çöp 
tenekelerini deviren köpeklere bakar, en ücra mahallenin en dar ve hüzünlü 
sokağındayken içimden de koşa koşa eve dönmek ve şehrin bu görüntüleri, bu 
karanlık ruhu, bu karmakarışık, esrarlı ve yorgun halini anlatan birşeyler 
yazmak gelirdi. Tıpkı bir zamanlar mutluluk, neşe ve hırstan oluşan bir 
duygunun ruhumda kıpırdamaya başlamasıyla birlikte karşı koyulmaz bir resim 
yapma isteğinin içimde yükselmesi gibi bir şeydi bu, ama tam ne yapacağımı da 
bilmiyordum. 

"Asansör mü geliyor?" diye sordu annem. 
İkimiz de dikkatle dinledik, ama asansör motorunun iniltiye benzer sesini 
duyamadık: Babam gelmiyordu. Annem bana şaşırtıcı gelen yepyeni bir sabırla 
falına yoğunlaşınca, bir süre onu seyrettim. Ellerinde, kollarında çocukluğumda, 
günlük hayat içersinde onda hep gördüğüm, beni ona bağlayan, ondan şefkat 
gelmezse bana aşırı acı çektiren birşeyler vardı, ama bu jestlerin ve hareketlerin 
tam ne olduğunu çıkaramıyordum artık. Ona aşırı bir sevgi ya da aşırı bir 
kızgınlık duymak arasında kalakaldığımı hissettim. 

Dört ay önce, uzun süren iz sürmelerden sonra annem, babamın Mecidiyeköy'de 
bir yerde gizli sevgilisiyle buluştuğu apartmanı bulmuş, anahtarı beceriklilikle 
kapıcıdan almış ve boş daireye girince, daha sonra bana soğukkanlılıkla 
anlatacağı görüntüyle karşılaşmıştı. Babamın evde giydiği pijamanın aynısı o 
evdeki yatağın yastığının üzerinde de duruyordu ve başucundaki komodinin 
üzerine de, tıpkı bizim evdekinde olduğu gibi babamın o sırada okumakta olduğu 
briç kitapları üstüste dizilmiş, bir kule yapılmıştı. 

Annem gördüklerinden uzun bir süre kimseye söz etmemiş, aylar sonra gene 
böyle sabırla pasyans açıp, sigara içip, göz ucuyla da televizyona baktığı gecelerin 
birinde, ben odamdan çıkmış onunla konuşurken, birden bana her şeyi 
anlatmıştı. İşitmekten hiç hoşlanmadığımı anladığı için annemin kısa kestiği bu 
hikâyeyi her hatırlayışımda, babamın her gün gidip bir süre yaşadığı o ikinci 
evin varlığı içimde tüylerimi ürperten bir metafizik duygu uyandırmaya 
başlamıştı: Sanki babam benim yapamadığım şeyi yapmış da şehirdeki benzerim, 
ikizini bulmuş ve her gün bir süre gizli sevgilisiyle değil de ikiziyle buluşuyormuş 
gibi gelirdi bazan bana ve bu yanılsama hayatımda ve ruhumda bir eksiklik 
olduğunu bana hissettirirdi. 

"En sonunda bir üniversiteyi bitirmen gerek," dedi annem oyun kartlarını 
açarken. "Resimle geçinemeyeceğine göre hayatta, çalışacaksın. Biz de eskisi gibi 
zengin değiliz artık." 

"Bu doğru değil," dedim, çünkü hayatta hiçbir şey yapmasam bile, annemin, 
babamın mülklerinin bana yeteceğini aklımın bir köşesiyle çoktan 
hesaplamıştım. 

"Yani resimle geçinebileceğini mi sanıyorsun?" 

Annemin sigarasını sinirli sinirli küllüğe bastırması, sesindeki hafif alaycı, hafif 
küçümseyici hava ve benim için çok önemli bir konuyu konuşurken ilgisiz bir 
şekilde kâğıtlarla oynaması, akşamları yaptığımız o ana-oğul kavgalarından 
birine doğru başarıyla ve tam hızla ilerlediğimizi hissettiriyordu. 

"Burası Paris değil, İstanbul," dedi annem, neredeyse mutlulukla. "Dünyanın en 
iyi ressamı da olsan kimse iplemez seni. Yapayalnız kalırsın. Önünde güzel bir 
hayat varken her şeyi bırakıp ressam olmak istemeni de kimse anlamaz. Sanata, 
resme kıymet veren zengin bir toplumda olsak, hadi neyse. Ama Avrupa'da bile 
Van Gogh ile Gauguin'in biraz çatlak olduğunu zaten herkes bilir." 

Babamın 1950'lerde yutar gibi okuduğu egzistansiyalist edebiyatın efsaneleri 
annemin de kulağına çalınmıştı elbette. Bu tür bilgilerin doğruluğunu sınamak 
için, annemin sık sık başvurduğu, cildi yıpranmış, sayfaları sararmış 
ansiklopedik sözlüğe bir gönderme yaparak alaycı olmaya çalıştım: 

"Senin Petite Larousse bütün sanatçıların deli olduğunu mu yazıyor?" 

"Bilmiyorum oğlum. İnsan çok yetenekli, çok çalışkan bir sanatçıysa, talihi de 
varsa Avrupa'da herhalde meşhur olabilir. Türkiye'de ise kesin deli olursun. 
Sakın yanlış anlayıp alınma, bütün bunları sen ileride üzülme diye söylüyorum." 

Cinlerimi başıma çıkartan şey, her biri içime işleyen bütün bu sözleri, pasyans 
açarken ve fazla üzerlerinde durmadan söyleyivermesiydi. 

"Alınacağım söz neymiş?" dedim belki de daha yakıcı bir sözle yaralanma 
isteğiyle. 

"Kimsenin senin ruhsal sıkıntılar içinde olduğunu düşünmesini istemem," dedi 
annem, "bu yüzden okuluna gitmediğini arkadaşlarıma söylemiyorum. Onlar için 
senin gibi birinin ressam olacağım diye üniversiteyi bırakması anlaşılacak bir 
şey değildir. Kaçırdığını düşünürler, dedikodu ederler." 

"Her şeyi söyleyebilirsin onlara," dedim. "Onlar gibi budala olmamak için zaten 
her şeyi bırakmak istiyorum." 

"Hayır, öyle yapmayacaksın," dedi annem. "Çocukken de en sonunda eline 
çantam alır, tıpış tıpış okuluna giderdin." 

"Mimar olmak istemediğimi anladım artık." 

"İki yıl daha oku, bir üniversite diploması edin oğlum, sonra istersen mimar 
olursun, istersen ressam." 

"Hayır.. 

"Biliyor musun, Nurcihan mimarlığı bırakman hakkında ne diyor," dedi annem, 
çok iyi hissettiğim bir can yakma isteğiyle. "Babanla kavgalarımız seni sarstığı 
için bu kadar öfkeli olduğunu, babanın çapkınlıkları yüzünden de okula 
gitmediğini söylüyor Nurcihan." 

"Senin o kuşbeyinli sosyete arkadaşlarının benim hakkımda ne düşündüğü 
umurumda değil!" dedim öfkeden çıldırır gibi. Her seferinde olduğu gibi şaşırtıcı 
olan şey, annemin beni kızdıracak bir laf etmekten hoşlandığını bilmeme 
rağmen, avlanarak, kendi girdiğim oyunun sonunda tuzağa düşüp hakiki bir 
öfkenin içinde kendimi kaybetmemdi. 

"Çok gururlusun oğlum," dedi annem. "Ama hoşuma gidiyor bu halin. Çünkü 
hayatta önemli olan şey sanat manat değil, aslında gurur. Pek çok insan gururlu 
ve mağrur oldukları için Avrupa'da sanatçı oluyor. Çünkü orada sanatçıya 
muslukçu, zanaatkar gibi değil, çok özel biriymiş gibi davranıyorlar. Ama sen, 
burada hem ressam olup hem de aynı gurura sahip olabilecek misin? Resimlerini 
bu işlerden hiç anlamayan bu insanlara kabul ettirebilmek, satabilmek için 
devlete, zenginlere, daha da kötüsü, cahil gazetecilere yaltaklanmak zorunda 
kalacaksın. Yapabilecek misin bunları?" 

Öfkemin, hiddetimin içinde beni kendimin dışına atan başdöndürücü bir 
hayatiyet hissettim; derinliği bana bile hâlâ şaşırtıcı gelen bir hırs duyuyor, 
evden çıkıp sokaklarda koşmak istiyordum. Aynı anda annemle birkaç dakika 
daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız 
kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı 
vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum. 

Bacaklarım beni kırık dökük kaldırımlı, sönük ya da solgun lambalı, parke taşı 
kaplı, dar ve hüzünlü sokaklara götürecek, oralarda bu kederli, pis ve yoksul 
yerlere ait olmanın sapık mutluluğuyla ve bir gün büyük bir şey yapma azmi ve 
hayalleriyle uzun uzun yürüyecek ve gözlerimin önünden oyun oynar gibi geçen 
resimlere, kurgulara, hayallere, sefil ama hırslı olma mutluluğuyla bakacaktım. 

"Flaubert de bütün hayatı boyunca annesiyle bir evde oturmuş!" diye devam etti 
annem kâğıtlarını dikkatle açarken, beni daha da öfkelendiren yarı şefkatli, yarı 
küçümseyici bir havayla. "Ama senin bütün hayatını benimle aynı evde 
pinekleyerek geçirmeni istemem. Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan 
sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını annesinin karşısında 
geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik. Yalnızca bir 
ressam olmaya çalışırsan mutsuz olursun, biliyorsun bunu. Bir mesleğin, sana 
güven verecek, para kazandıracak bir işin olursa, inan bana, resim yapmaktan 
da daha çok zevk alacaksın." 

Mutsuzluk, öfke ve keder anlarında niye gece yarısı şehir sokaklarında 
yürüyeceğimi hayal etmekten hoşlanıyordum? Niye İstanbul'un turistlerin 
sevdiği, kartpostallara basılan o günlük güneşlik manzaralarını değil de yarı 
karanlık arka sokaklarım, akşamüstlerini, soğuk kış gecelerini, solgun sokak 
lambalarının ışığı altında hayal meyal seçilen yarı gölge insanlarını ve artık 
herkesin unutmakta olduğu parke taşlı manzaralarını ve tenhalığını 
seviyordum. 

"Mimar olmazsan, başka bir iş kurup para kazanmazsan zenginlerin, güçlülerin 
eline bakarak yaşayan o zavallı Türk sanatçıları gibi kompleksli, huzursuz biri 
olursun, anlıyor musun oğlum. Sen de biliyorsun ki, hiç kimse bu ülkede yaptığı 
resimlerle geçinemez. Sürünürsün, küçümsenirsin, aşağılanırsın ve bütün 
hayatın kompleksler, huzursuzluklar ve alınganlıklarla geçer. Yakışır mı bunlar 
senin gibi akıllı, güzel, içi hayat dolu birine?" 

Beşiktaş'a inince, dolmuşa binmek yerine, Dolmabahçe Sarayı'nın duvarı 
boyunca stadyuma kadar yürürüm, diye kuruyordum içimden. En azından yirmi 
metre yüksekliğindeki, taşları yosun tutmuş, kararmış, kalın ve eski saray 
duvarı boyunca çınar ağaçlarının arkasında geceleri yürümekten hoşlanıyordum. 
Öfke anlarında alnımda atışları şiddetlenen damar gibi içimde büyüyen enerjiyi 
Dolmabahçe'de hissedersem, on iki dakikada yokuş yukarı Taksim'e çıkarım, 
dedim kendi kendime. 

"Çocukken, en kötü günümüzde bile, her zaman gülümseyen, neşeli, sevimli, 
iyimser, ne şeker bir çocuktun. Seni her gören gülümserdi. Yalnız sevimli 
olduğun için değil, kötülük, kötümserlik nedir bilmeyen, canı hiç sıkılmayan, en 
fena zamanda kendi kendine hayaller kurup mutlulukla oynamayı bilen, iyimser 
bir çocuk olduğun için de. Böyle birinin, zenginlerin eline bakan, mutsuz, dertli 
bir sanatçı olmasına, annen olmasaydım bile razı olamazdım. Bu yüzden bu 
dediklerime hiç alınmamanı, beni dikkatle dinlemeni istiyorum." 

Taksim'e çıkarken Galata'nın ışıklar içindeki yarı karanlık manzarasına bir 
bakış atacak, sonra Beyoğlu'na çıkacak, İstiklal Caddesi'nin girişindeki kitap 
tezgâhlarında üç-beş dakika oyalanacak, sonra açık televizyonun ve içerideki 
kalabalığın gürültüsüyle inleyen birahanelerin birinde votkalı bir bira içerken, 
içerideki herkes gibi sigara tüttürecek (etrafta ünlü bir şair, yazar, sanatçı var 
mı diye bakınacak) bütün bu bıyıklı erkek kalabalığının içinde meraklı ve tek 
başına (ve çocuk yüzlü) bir genç olmamın dikkatleri çektiğini hissedince kapıdan 
çıkıp gecenin içine karışacaktım. 

Anacaddede biraz yürüdükten sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında, 
Çukurcuma'da, Galata'da, Cihangir'de, ıslak kaldırımlarda yansıyan sokak 
lambalarının ve televizyonların ışıklarım seyrederek arada bir durup, bir eskici 
dükkânının, sıradan bir bakkalın vitrin olarak kullandığı buzdolabının ya da 
çocukluğumdan kalma bir reklam mankenini hâlâ sergileyen bir eczanenin 
vitrinine bakarken aslında ne kadar da mutlu olduğumu farkedecektim. 

Şimdi evde annemi dinlerken içimde hissettiğim başdöndürücü, güzel ve saf öfke, 
bir saat sonra Beyoğlu'nun arka sokaklarında -yoksa Üsküdar'ın ya da Fatih'in 
arka sokaklarına mı gitseydim-üşüyerek yürürken bütün geleceğimi ışıl ışıl 
parlatan bir hırsa dönüşecekti. O zaman biradan ve uzun uzun yürümekten 
hafifçe sersemlemiş kafamda şehrin kirli, karanlık ve hüzünlü sokaklarının çok 
sevdiğim eski bir film gibi titreştiğini hissetmek beni öylesine mutlu edecekti ki, 
bu harika anları saptamak, saklamak -tıpkı çok sevdiğim bir meyveyi ya da 
küçük bilyeyi ağzıma alıp saatlerce orada saklamak gibi bir duyguydu bu- boş 
sokaklardan eve dönüp, masama oturup kâğıt-kalemle birşeyler yazıp çizmek 
isteyecektim. 

"Şu duvardaki resmi babanla evlendiğimizde Nerminler hediye ettiler bize. Onlar 
evlenince biz de onlara hediye almak için babanla ünlü ressamın evine gittik. 
Türkiye'nin en ünlü ressamının, resim almak için kapısını birileri en sonunda 
çaldı diye ne kadar sevindiğini, bu sevincini gizlemek için ne pozlar yaptığını ve 
biz elimizde resim çıkarken yerlere kadar eğilip nasıl temennalarla selamlar 
verdiğini görseydin, bu ülkede ressamdı, sanatçıydı hiç olmak istemezdin oğlum. 
Bu yüzden bu insanlardan, oğlumun ressam olmak için okuldan kaçtığını 
saklıyorum. 

Boş kafalı dediğin o insanlar bir gün satın alsınlar diye resim yapabilmek için 
senin bütün hayatını, geleceğini karartıp okulu bıraktığını öğrenirlerse, babanı 
ve beni küçümseme zevki için, bahşiş verir gibi bir-iki resim satın alırlar senden, 
belki acırlar, biraz para da verirler. Ama asla bir sanatçıya kızlarını vermezler. 

Resmini yaptığın o şeker kızın babası, kızının sana âşık olduğunu öğrenir 
öğrenmez onu niye apar topar hemen İsviçre'ye yolladı sanıyorsun? Bu fakir 
ülkede, bu iradesiz, zayıf ve cahil insanlar arasında, ezilmeden hak ettiğin gibi 
yaşayabilmen için kendi işin, zenginliğin olmalı ki, başını dik tutabilesin. 
Mimarlığı sakın bırakma oğlum, yazık olur sana. İkide bir sözünü ettiğin o Le 
Corbusier, bak ressam olmak istemiş, ama mimarlık da okumuş." 
Beyoğlu'nun sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla 
kafamın içinde, neon lambaları gibi yanıp sönüyordu. Bazı öfke ve aşırı duyarlık 
anlarında hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici, 
kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan 
almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı 
açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra 
gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından birşeyler 
çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum. 
"Ressam olmayacağım," dedim. "Yazar olacağım ben." 
2002-2003 
ARKA KAPAK 
"Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, 
içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes 
gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi 
güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen 
bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... Herkesin kafayı fazla takmadan 
yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra 
da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?" 
Pamuk çocukluk ve gençliğini anlatıyor... 
Yazarın kendini "ben" olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine 
yönelen hikâye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak İstanbul sokaklarına 
açılıyor. Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950'lerin İstanbul sokaklarım,
parke taşı kaplı caddeleri, yanıp yıkılan ahşap konakları, eski bir 
kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin 
doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk'un ruhsal dünyasının oluşumunu bir 
dedektif romanı okur gibi hızla izliyoruz... Bu özgün ve benzersiz eserde, okurken 
elden bırakamadığımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var. 
Orhan Pamuk'un, Ara Güler başta olmak üzere İstanbul'un büyük 
fotoğrafçılarının çektiği on binlerce kareden ve kendi kişisel albümünden seçtiği 
fotoğraflar hikâyeye eşlik ediyor.