Genclik yillarim - 11

Total number of words is 3253
Total number of unique words is 1826
33.1 of words are in the 2000 most common words
46.8 of words are in the 5000 most common words
54.0 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Babam konuk odasında, kolunu piyanoya dayamış, ağırbaşlılıkla, sabırsızlıkla benim olduğum yöne bakıyordu. Yüzünde şimdiye dek gördüğüm o gençlik ve mutluluk anlatımından iz yoktu; üzgündü. Volodya, elinde piposuyla odada geziniyordu. Babama yaklaşarak selam verdim. O dingin bir tavırla başını kaldırdı ve insanın hoşuna gitmediği halde olmuş bitmiş, üzerinde de artık konuşmanın hiç yararı olmayan işlerden söz edildiği zaman görülen aceleci bir sesle:
- Dinleyin arkadaşlar, Avdotya Vasilyevna ile evlenmeye niyetim olduğunu sanırım biliyorsunuz. (Biraz sustuktan sonra...) Annenizin üstüne asla evlenmek istemiyordum, ama... (bir dakika durdu) ama... yazgı işte... Duniçka iyi yürekli, sevimli bir kız, hem artık pek genç de değil; onu seveceğinizi umuyorum; o şimdiden hepinizi yürekten sevmekte... göreceksiniz ki çok iyidir... dedi ve sözünü keseceğimizden korkuyormuş gibi ivedilikle ikimize birden, şimdi artık Moskova'ya yola çıkma zamanı geldi. Ben de oraya yılbaşından sonra (bunu söylerken biraz durdu) artık ailem ve Luboçka ile birlikte gelirim.
Babamızı, yanımızda böyle sıkılgan ve suçluymuş gibi görmek bana çok dokundu, ona daha yaklaştım; ama Volodya başını önüne eğmiş, piposunu içerek odada aşağı yukarı dolaşıyordu.
Sonunda, babam hafifçe öksürüp kızararak Volodya ile bana ellerini uzattı:
- İşte böyle çocuklar. Gördünüz ya, babanız bu yaştan sonra ne işlere kalkıştı, dedi.
Bunları söylerken gözlerinde yaşlar parlıyordu. O sırada odanın öbür ucunda bulunan Volodya'ya uzattığı elin titrediğini gördüm. Babamın böyle titreyen elini görmek içimi parçaladı ve o dakika yüreğimi daha da sızlatan bir şey aklıma geldi: Babamın 1812 savaşına katıldığını, çok yiğit bir subay olduğunu anımsadım. Onun iri damarlı büyük elini öptüm, o da güçlü biçimde elimi sıktı ve gözyaşları arasında içini çekerek, Luboçka'nın esmer başını iki eliyle tutarak gözlerinden öpmeye başladı. Volodya piposunu düşürmüş gibi yapıp yere eğildi ve elleriyle gözlerini sildikten sonra, kimseye görünmeden usulcacık odadan çıktı.
XXXVI
ÜNİVERSİTE
Düğün iki hafta sonra yapılacaktı; ama derslerimizin başlaması yaklaştığından Volodya ile ben eylülün başında Moskova'ya yola çıktık. Nehludovlar da köyden dönmüşlerdi. Ayrılırken Dimitri'yle birbirimize mektup yazacağımıza söz verdiğimiz halde, doğaldır ki hiç mektup yazmadık. Hemen beni ziyarete geldi. Ertesi gün üniversitede başlayacak olan derslere beni ilk olarak onun götürmesini kararlaştırdık.
Hava çok güzel ve güneşliydi.
Ders salonuna girer girmez, büyük pencerelerden giren güneşin ışığında bütün geçenek ve kapılarda dalga halinde kımıldayarak dolaşan genç ve neşeli insanlar arasında, yittiğimi duyumsadım. Bu büyük bütünün bir üyesi olduğumu bilmek, çok hoş bir şeydi. Ama bu kalabalığın içinde tanıdıklarım çok azdı; onlarla bütün dostluğumuz, yalnızca başımla selam verip, "Günaydın İrteniyev," demekten ileri gitmiyordu. Oysa her yanda el sıkmalar, itişmeler, kakışmalar, arkadaşça sözler, gülüşmeler, şakalar gırla gidiyordu. Bütün bu gençliğin birleşmesini sağlayan bağları seziyor; onlardan ayrı kaldığımı duyumsayarak üzülüyordum. Ama bu bir anlık bir izlenimdi. Bu izlenimin etkisinin tersine, bu kitleden olmadığıma çok sevindim. Bana, kendime yakışır kimselerden bir çevrenin gerekli olduğunu düşünerek Kont M., Baron Z., Prens P. İvin'in ve benzeri efendilerin oturduğu yerin üçüncü sırasına geçtim. Bunlar arasında ancak İvin ve Kont B. ile tanışıyorduk. Bana öyle bakıyorlardı ki, kendim o çevreden olduğum halde, yine de tam anlamıyla onlardan olmadığımı anlıyordum. Çevremde olup bitenleri incelemeye başladım. Semyonov, her zamanki beyaz dişleri ve karmakarışık kır saçlarıyla üniformasının önü açık, kolunu masaya dayamış, kalemini kemirerek, bana oldukça yakın bir yerde oturuyordu. Sınavlarını birincilikle veren liseli, eskisi gibi siyah bir kıravatla yanağı bağlı olduğu halde birinci sırada oturarak, atlas yeleğinde asılı duran saatinin gümüş anahtarıyla oynuyordu. Binbir güçlükle de olsa üniversiteye giren İkonin, üstünde, hemen hemen çizmelerini tümüyle örten, mavi renkli zıhlı pantolonuyla üst sırada oturmuş, kahkahayla gülüyor, sesi çıktığınca bağırıp Parnasse'ta olduğunu söylüyordu. Önümde oturan İlinka, burada herkesin eşit olduğunu bana anımsatmak ister gibi, içimde şaşkınlık uyandıran bir soğukluk ve de alayla selam verdi. Zayıf bacaklarını sıraya rasgele dayayarak (bu bana bir nispet gibi geldi) yanındaki bir öğrenciyle konuşuyor, arada sırada da bana bakıyordu. Yakınımda oturan İvin ve yanındakiler Fransızca konuşuyordu. Bu efendilerin hepsi bana çok ahmak görünüyorlardı. Konuşmalarında duyduğum sözcükler baştan aşağı anlamsız olmakla birlikte, yanlış ve Fransızca değil gibi geliyordu (kendi kendime "Ce n'est pas Français"' (13) diyordum.). Semyonov'un, İlinka'nın ve ötekilerin duruşları, konuşmaları, davranışları bana çok sıradan, efendilere yakışmaz gibi geliyordu. Yani onlar comme il faut değildi.
Hiçbir topluluğa katılmadım; kendimi yalnız duyumsuyor, girişken olmadığım için de kendime kızıyordum. Ön sırada oturan bir öğrenci, şeytantırnağından kızarmış parmaklarının kirli tırnaklarını dişleriyle koparıyordu. Bu, bana öyle iğrenç geldi ki, kalkıp daha uzak bir yere oturdum. Üniversitede geçirdiğim o ilk gün çok hüzünlü olduğumu anımsıyorum.
Profesör salona girince herkeste bir kıpırdama görüldü, sonra salona bir sessizlik çöktü. Aklımda kaldığına göre o gün profesörle bile alay ettim. Profesörün derse, bence hiçbir anlamı olmayan bir açış konuşmasıyla başlaması tuhafıma gitti. Dersin, baştan sona dek çok güzel, öyle ki içinden ne tek bir sözcüğün atılmasına, ne de eklenmesine olanak olmayan, olağanüstü bir şey olmasını istiyordum. Bu konuda düş kırıklığına uğrayarak yanımda getirdiğim güzel kaplı ve üstünde "İlk Ders" yazılı defterimin içine on sekiz profil çizdim; onları çiçek biçiminde bir daire içine aldım ve profesör beni dersi not ediyor sansın diye, arada sırada kalemimi kağıdın üstünden geçiriyordum. (Profesörün benimle ilgilendiğine emindim.) Hemen bu ilk derste, her profesörün söylediklerini yazmanın gereksiz ve aptalca bir şey olduğu kanısına vararak, bu kararımdan yıl sonuna dek caymadım.
Bundan sonraki derslerde artık kendimi eskisi gibi yalnız duyumsamıyordum; birçoklarıyla tanıştım ve ellerini sıkarak konuşuyordum; ama nedense benimle arkadaşlarım arasında gerçek bir kaynaşma olmadı ve daha çok zaman sahte tavırlar takındığım, sıkıldığım dakikalar oluyordu. İvin'in grubuyla, ki onlara herkes aristokrat diyordu, kaynaşamadım. Çünkü şimdi anımsadığıma göre, onlara karşı bir yabanıl gibi davranıyor ve ancak onlar bana selam verdikten sonra ben de karşılık veriyordum. Onların da benim arkadaşlığıma hiç gereksinmeleri olmadığını görüyordum. Başkalarıyla da arkadaşlık edemeyişimin, bir nedeni daha vardı. Bir arkadaşım bana yakınlık göstermeye başlar başlamaz, hemen benim özel bir arabam olduğunu, Prens İvan İvanoviç'te yemek yiyeceğimi söylüyordum. Bunu, kendimi daha iyi göstermek, beni daha fazla sevmesini sağlamak için yapıyordum; ama her seferinde tersi oluyordu. Arabamdan ve Prens İvan İvanoviç'le akraba olduğumuzdan söz eder etmez, arkadaşımın bana karşı çok gururlu ve soğuk davrandığını görür, şaşırırdım.
Devlet bursuyla okuyan Operov adında, alçakgönüllü, çok yetenekli ve çalışkan bir arkadaşımız vardı. Arkadaşlarının ellerini sıkacağı zaman, elini, parmaklarını hiç bükmeden ve hiç kıpırdatmadan, bir tahta gibi uzatırdı; bazı şakacı arkadaşlar ona ellerini aynı biçimde uzatır ve bu el uzatışa "tahta gibi el uzatma" derlerdi. Çoğu zaman yanına oturuyor, onunla sık sık konuşuyordum. Operov'un profesörler için özgürce söylediği düşünceler benim çok hoşuma gidiyordu. Her profesörün ders verme yöntemindeki bütün olumlu ve olumsuz yanları çok açık olarak görebiliyordu. Kimi zaman da alay ederdi; onun küçük ağzından dökülen ve dingin bir sesle söylenen bu alayların benim üzerimde çok tuhaf etkisi vardı. Bununla birlikte, yine de o, bütün dersleri küçük küçük el yazısıyla ve özenle defterine not ederdi. Aramızdaki yakınlık günden güne artıyordu. Sınavlara birlikte hazırlanmaya karar vermiştik; onun yanındaki yerime geçerken, bana çevirdiği kurşuni, küçük, miyop gözlerinde bir hoşnutluk görünmeye başlamıştı ki, ben nedense bir gün konuşurken, ölmek üzere olan annemin bizi asla yatılı devlet okullarında okutmamasını babamdan rica ettiğini söylemeyi gerekli gördüm; sonra bütün devlet bursuyla okuyanların çok akıllı olmaları olasılığı bulunmakla birlikte, benim için bunun önemsiz olduğunu eklerken kekeledim ve kızardığımı duyumsayarak, "Ce ne sont pas des gens comme il faut," (14) diye sözümü bitirdim. Operov bana hiç yanıt vermedi; yalnızca ertesi sabah derste karşılaştığımızda, selamımı bekleyerek tahtasını uzatmadı; benimle konuşmadı, yerine geçerken başını yana çevirerek deftere bakıyormuş gibi kafasını defterin bir parmak yakınında tuttu. Operov'un hiç neden yokken bana soğuk davranması tuhafıma gitti, ama ben pour un jeune homme de bonne maison (15) için devlet bursuyla okuyan öğrenci Operov'un yüzüne gülmeyi kendime yakıştıramadım ve onu kendi haline bıraktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, onun bana karşı takındığı soğuk tavır beni üzmüştü. Bir gün, üniversiteye ondan daha erken gelmiştim ve o gün çok sevilen bir profesörün dersi olduğu için, sürekli gelmeyen öğrenciler bile sıraları doldurdular. Operov'un yerine geçtim, sıraya defterimi bırakıp dışarı çıktım. Salona dönünce, defterimin arka sıraya konulduğunu, Operov'un da benim ayırdığım yere oturmuş olduğunu gördüm. Defterlerimi biraz önce oraya koyduğumu söyledim; o, birdenbire kızardı ve yüzüme bakmadan:
- Bilmiyorum, dedi.
Atılganlığımla onu korkuturum diye, özellikle köpürmeye başladım:
- Defterlerimi buraya koyduğumu, size demin söyledim ya, dedim ve çevredekilere bakarak, herkes gördü, diye ekledim. Ama yanımızda oturan öğrencilerin hepsinin merakla bana bakmalarına karşın hiç kimse bir şey söylemiyordu.
Operov kızarak yerinde kımıldanıyordu; öfkeyle bir an bana baktıktan sonra:
- Burada yerler satın alınmıyor, kim daha önce gelirse o oturur, dedi.
- Bu, sizin terbiyesiz olduğunuzu gösterir, diye yanıt verdim.
Operov, bir şeyler söylendi; sanırım mırıldandığı şey, "Sen de akılsızın birisin"di, ama ben bu sözleri hiç duymamıştım. Duymuş da olsam, bundan ne çıkardı? Manants (16) gibi kavga mı edecektik? Manants sözcüğünü çok seviyordum ve içinden çıkamadığım karışık sorunları bununla çözümlerdim. Belki ben daha başka şeyler de söylerdim; ama kapı açıldı, lacivert fraklı profesör sınıftakilere selam vererek, ivedi adımlarla kürsüsüne geçti.
Böyle olduğu halde, sınavlardan önce ders notları gerekince, Operov bana verdiği sözü anımsadı; hem notlarını verdi, hem de birlikte çalışmamızı önerdi.
XXXVII
GÖNÜL İŞLERİ
O kış boyunca, gönül işleri beni oldukça uğraştırdı; üç kez âşık oldum. İlkinde Fraytag manejine (17) gidip gelen tombul bir hanıma çılgıncasına vuruldum. Bunun için, maneje geldiği salı ve cuma günleri, onu görmek için oraya gidiyordum. Ancak her seferinde beni göreceğinden korkarak kendisinden öyle uzak duruyor, geçeceği yerlerden kaçıyor ve bulunduğum yere baktığı zaman öyle büyük bir ilgisizlikle başımı çeviriyordum ki, yüzünü bile iyice görememiştim; gerçekten güzel miydi, çirkin miydi, hâlâ bilmiyorum.
Bu hanımı tanıyan ve bir gün manejde, ellerinde hanımların kürkleri bulunan uşakların arasına saklandığımı gören Dubkov, âşık olduğumu Dimitri'den öğrenince, beni onunla tanıştırmak önerisiyle o denli korkuttu ki, ok gibi manejden fırladım ve benden söz etmişlerdir kaygısıyla, onunla karşılaşmaktan çekindiğimden, maneje, uşakların durduğu yere dek bile gidemiyordum artık.
Tanışmadığımız ve özellikle evli kadınlara âşık olduğum zamanlar, Soniçka'ya duyduğum utangaçlığın bin kat kötüsünü duyumsuyordum. Dünyada en korktuğum şey, âşık olduğum kimsenin benim aşkımdan, varlığımdan haberli olmasıydı. Bana öyle geliyordu ki, bir kadın kendisine karşı beslediğim duyguları bilmiş olsaydı, belki de bunu kendisine karşı asla bağışlanmayacak bir davranış sayardı. Gerçekten, bu birinci hanım, uşakların arkasından saklanıp ona bakarken aklımdan geçenleri; onu kaçırarak köye götüreceğimi, orada onunla oturup neler yapacağımı ayrıntısıyla bilmiş olsaydı, haklı olarak çok gücenirdi. Ama beni tanısa da, onun için beslediğim düşünceleri bilmesine olanak olmadığını, böyle olunca da bu tanışmada benim için utanacak bir yön bulunmayacağını o zaman henüz düşünemiyordum.
Âşık olduğum ikinci hanım, kız kardeşimde gördüğüm Soniçka'ydı. Ona karşı ikinci kez beslediğim aşkım çoktan geçmişti; üçüncü kez âşık oluşumun nedeni, Luboçka'nın, Soniçka'dan aldığı ve bana okumak için verdiği şiir defteri olmuştur. Bu defterde Lermontov'un "İblis" adındaki şiir biçimindeki yapıtından alınan kimi parçalar vardı; bunlar, Soniçka'nın eliyle yazılarak, aşkın üzüncünü anlatan birçok yeri kırmızı kalemle çizilmiş ve defterin yaprakları arasına kurumuş çiçekler konulmuştu. Geçen yıl Volodya'nın âşık olduğu kızın çantasını nasıl öptüğünü anımsayarak aynı şeyi yapmayı denedim. Gerçekten akşam odamda yalnız kaldığım zaman, düşlemlere dalmış ve kurumuş çiçekleri dudaklarıma götürürken, içimde uyanan tatlı ve üzünçlü bir eğilimle, yeniden ona âşık olduğumu duyumsadım. Belki de bu, benim için, birkaç gün süren bir aldanma oldu.
Bu kış âşık olduğum üçüncü kız, bize gelip giden ve Volodya'nın sevdiği bir kızdı. Anımsadığıma göre, bu küçükhanımın güzel denebilecek bir yanı yoktu. Demek istiyorum ki, benim zevklerimi okşayacak yönleri yoktu; Moskova'da tanınmış, çok akıllı ve bilgili bir hanımın kızıydı. Ufak tefek, zayıf, İngiliz modasına uygun uzun kumral bukleli ve ince profilliydi. Herkes bu küçükhanım için annesinden daha çok okumuş, daha akıllı diyordu; ama ben bu konuda hiçbir şey söyleyemiyordum. Çünkü onun zekâsını, okumuşluğunu düşünürken, içimde bir tür korku ve saygıyla karışık bir duygu uyanıyordu. Onunla, ancak bir kez, o da, anlatılamaz bir heyecanla konuştum. Ama, Volodya'nın ona karşı beslediği hayranlığın (Volodya bunu herkese göstermekten çekinmiyordu) etkisiyle ben de bu küçükhanıma delice âşık oldum. İki kardeşin aynı kıza âşık olduğunu haber alırsa hiç hoşuna gitmeyeceğini bildiğimden bu aşkımdan Volodya'ya hiç söz açmadım. Bu aşkın en hoşuma giden yanı, ikimiz de aynı güzel yaratığı sevmemize karşın, kardeşimle aramızdaki dostluğun hiç bozulmadan eskisi gibi kalması ve gerektiği zaman birbirimiz için aşkımızdan el çekecek denli temiz bir sevgi olmasıdır. Bununla birlikte, işin özveri yönüne gelince Volodya sanırım benim gibi düşünmüyordu; çünkü onun aşkı, öylesine tutkuluydu ki, söylediklerine göre, bu kızla evlenmeyi düşünen kimseye bir tokat atmak ve onu düelloya çağırmak niyetindeydi. Oysa ben, aşkımdan vazgeçmek düşüncesinden çok zevk duyuyordum; belki bunu, bana güç gelmediği için yapıyordum; çünkü bu kızla, yalnızca bir kez, en sıradan sözlerle klasik müziğin öneminden konuşmuştuk ve ona karşı beslediğim sevgiyi uzatmaya çalıştıysam da, aşkım bir haftada söndü gitti
XXXVIII
SOSYETE
Üniversiteye girerken, ağabeyime özenerek atılmak istediğim sosyete yaşamının eğlenceleri, bu kış hiç de umduğum gibi çıkmadı. Volodya durmadan dans ediyordu, babamın da genç karısıyla birlikte baloya gittikleri olurdu; ama balo verilen evlere ya çok genç gördükleri ya da böyle eğlencelere pek alışık olmadığım için mi, bilmiyorum, beni kimse götürüp tanıştırmıyordu. Dimitri ile aramızda her şeyi açık olarak konuşmaya sözleştiğimiz halde, kimseye, ona bile balolara gitmeyi nasıl istediğimi, beni hep unutmalarının ve bana, bir tür filozofa bakar gibi bakmalarının (bu yüzden kendimi böyle gösteriyordum) pek gücüme gittiğini söylemiyordum.
O kış, Kontes Kornakovlarda bir gece toplantısı düzenlenmişti. Kontes, ben de içlerinde olmak üzere, hepimizi çağırmıştı. İlk kez bir baloya gidecektim. Daha evden çıkmadan, Volodya odama geldi; baloya gitmek için nasıl giyineceğimi görmek istiyordu. Onun bu davranışı beni şaşırtmakla birlikte tuhafıma da gitti. Bence, iyi giyinmek isteği utanılacak olduğu gibi, saklanması da gereken bir duyguydu. Oysa o, tersine, bu isteği öyle doğal ve zorunlu buluyordu ki, benim rezil olacağımdan korktuğunu açıkça söyledi. Bana kesinlikle rugan çizmelerimi giymemi söyledi; güderi eldivenlerimi giymek istediğimi görünce, az daha bayılacaktı; saatimi, yeleğimin üstüne tuhaf bir biçimde taktıktan sonra beni Kuzniyetski Köprüsü yakınındaki berbere götürdü. Saçımı kıvırdılar, Volodya biraz gerileyerek uzaktan bana baktı; sonra berbere:
- Çok güzel, ama bu perçemleri yatırmanın bir yolu yok mu acaba? diye sordu. Ama Mösyö Charles, perçemlerime hangi yapıştırıcı esansı sürerse sürsün, şapkamı giyer giymez perçemlerim yeniden dimdik oldu ve kıvrılmış saçlarımla kendimi eskisinden daha çirkin görüyordum. Beni kurtaracak olan tek bir şey vardı; o da işi boşverciliğe vurmaktı. Ancak o durumda kendimi bir şeye benzetebiliyordum.
Sanırım Volodya da öyle düşünüyordu; çünkü saçlarımı ıslatarak açmamı istedi benden; bunu yaptığım halde, yine de çirkin görünüyordum. Volodya artık hiç yüzüme bakmadı, Kornakovlara giderken yolda benimle hiç konuşmadı; canı sıkkındı. Kornakovlara Volodya ile girerken hiç yadırgamadım; ama prenses beni dansa kaldırdığında, buraya özellikle dans etmek isteğiyle geldiğim halde, nedense dans bilmediğimi söyledim; birdenbire bütün cesaretim kırıldı; yabancı kimseler arasında kalınca, o üstesinden gelemediğim ve gitgide artan utangaçlığımı yeniden duydum. Bütün geceyi sessizce, olduğum yerde durarak geçirdim.
Vals çalarken küçük prenseslerden biri yanıma yaklaşıp, ailesine özgü resmi bir incelikle neden dans etmediğimi sordu. Bunu sorarken ne kadar sıkıldığımı, sonra da hiç haberim olmadan yüzümde hoşnut bir gülümsemenin yayıldığını ve Fransızcanın en tumturaklı sözcükleriyle, en cafcaflı tümceleri kullanarak saçmalamaya başladığımı, yıllar geçtiği halde anımsadıkça utanıyorum. Belki de bu, sinirlerimi kamçılayan, söylediklerimin pek anlaşılmayan yanlarını gürültüsüyle bastıran müziğin etkisiydi. Yüksek sosyeteden insanların ve kadınların havailiğinden konuşurken, en sonunda öyle bir daldım ki, söylemekte olduğum tümcenin sonunu getiremeyeceğimi anlayarak bir sözcüğün yarısında durmak zorunda kaldım.
Sosyetenin bir üyesi olarak o yaşama alışık olan küçük prenses bile, şaşırmış görünerek yüzüme baktı. Ben gülümsedim; coşkuyla konuştuğumu gören Volodya, bu önemli dakikada, belki de dans etmemekle gösterdiğim yanılgımı, konuşurken ne dereceye dek kapattığımı anlamak için, Dubkov ile birlikte bize yaklaştı. Benim yüzümdeki neşeli gülümseyişle, küçük prensesin yüzündeki korku anlatımını görüp söylediğim korkunç saçmaları duyunca, kızararak arkasını döndü. Küçük prenses de kalkarak, yanımdan uzaklaştı. Gülümseyip duruyordum, ama aptallığımın ayrımına vararak o denli üzüldüm ki, o anda yerin dibine girmeyi yeğlerdim. Bulunduğum durumdan kurtulmak için bir şeyler söylemek, eyleme geçmek gereğini duyuyordum. Dubkov'a yaklaşarak, tanıdığı hanımla kaç vals ettiğini sordum. Böylelikle kendimi çok neşeli ve şuh göstermek istiyordum; oysa aslında, Yar lokantasında yemek yerken, "Sus!" diye bağırdığım Dubkov'dan medet umuyordum. Dubkov sözlerimi duymamış gibi davranarak, başka yana döndü. Volodya'ya yaklaştım ve bin bir güçlükle sesimi neşeli göstererek:
- Eee Volodya, bittin, yoruldun sanırım, dedim.
Ama Volodya yüzüme, "Biz yalnızken hiç de böyle konuşmuyorsun," der gibi baktıktan sonra, belki de yanına takılırım korkusuyla, karşılık vermeden uzaklaştı.
Kendi kendime, "Aman Tanrım. Kardeşim bile benden kaçıyor!" diye düşündüm.
Bununla birlikte, salonu bırakıp gitme gücünü de kendimde bulamıyordum. Toplantı bitinceye dek, somurtarak bir köşede kaldım. Ancak, herkes dağılmak için girişte toplandığı sırada, uşağın sırtıma giydirdiği paltomun yakası siperinin ucuna dokununca şapkamın önü havaya kalktı; işte o zaman, gözyaşları arasında gülümseyerek, kimseye dönmeden, ortaya, "Comme c'est graciuex" (18) diyebildim.
XXXIX
İÇKİ ÂLEMLERİ
Öğrencilerin "içki âlemleri" denen her zamanki eğlencelerine Dimitri'nin etkisiyle kendimi pek kaptırmadımsa da, bu kış böyle bir eğlenceye katılmam için bir fırsat düştü; ama bu eğlenceler bende pek iyi izlenimler bırakmadı. Bakın bu nasıl olmuştu:
Üniversite yeni açılmıştı; bir gün derste uzun boylu, düzgün hatlı, çok ciddi yüzlü, sarışın bir genç olan Baron Z., hepimizi evindeki arkadaş toplantısına çağırmıştı. Hepimiz derken Grap, Semyonov, Operov ve bunlara benzer sıradan kimseleri değil, az çok comme il faut olanları anlatmak istiyorum. Birinci sınıfın içki âlemine gideceğimi duyan Volodya, alaylı alaylı gülümsedi. Ama ben, şimdiye dek görmediğim ve pek eğleneceğimi sandığım bu toplantı için kararlaştırılan zamanda, tam tamına saat sekizde, Baron Z.'nin evine gittim.
Beyaz bir yeleğin üstüne önü açık bir ceket giymiş olan Baron Z., gelenleri, aslında babasının oturduğu, bugünkü eğlence için kendisine bırakılan küçük evin konuklara ayrılan bölümündeki iyice aydınlanmış salon ve konuk odasında karşılıyordu. Geçenekte, meraklı oda hizmetçilerinin giysileri ve başları görünüyordu; büfe odasında, baronun annesinin olduğunu sandığım bir kadın robu bir an için gözüme ilişti. İvin'le birlikte gelen Bay Frost'tan ve şöleni yönetip herkese "ev sahibinin akrabası ve Derpt Üniversitesi eski öğrencilerinden" diye tanıştırılan uzun boylu, al yanaklı bir sivilden başka, sayıları yirmiye varan konukların tümü öğrenciydi. Odaların çok aydınlatılmış ve sıradan döşenmiş olması, bütün bu gençlerin üzerinde öyle soğuk bir etki yapmıştı ki, birkaç gözüpekten ve ceketini açarak aynı dakikada her odada ve her odanın her köşesindeymiş gibi görünen ve bütün odaları susmak bilmeyen hoş ezgili tenor sesiyle dolduruyormuş gibi olan Derptli üniversiteliden başka herkes elinde olmayarak duvar diplerine çekilmişti. Arkadaşlarının çoğu ya susuyor ya da sessiz sessiz profesör, bilim ve sınavlar gibi ciddi ve çok ilgi çekici şeyler konuşuyorlardı. Ayrımsız herkes, büfenin bulunduğu odanın kapısına bakıyordu: Bu bakışlarını saklamak istemelerine karşın, yüzlerinde, "Eh, başlamanın sırası gelmedi mi?" sorusu okunuyordu. Ben de başlama sırasının gelmiş olduğunu düşünerek, bu başlangıcı, büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum.
Uşakların getirip konuklara sundukları çaydan sonra, Derpt Üniversiteli, Frost'a Rusça olarak:
- Frost, "jonka" oynamayı biliyor musun? diye sordu.
Frost, bacaklarını oynatarak Almanca:
- O, ja! diye yanıtladı. Ama öteki, yine Rusça:
- Öyleyse, işin başına geç bakalım! dedi. İkisi de aynı üniversiteden oldukları için birbirleriyle senli benli konuşuyorlardı.
Frost, kaslı, eğri bacaklarının geniş adımlarıyla konuk odasından büfeye, büfeden konuk odasına gidip gelmeye başladı; çok geçmeden, masaya büyük bir çorba kâsesi konmuş, üstüne üç öğrenc i kılıcı çaprazlama uzatılmış, onun üzerine de on funtluk bir Rus kelle şekeri yerleştirilmişti. Bu sırada Baron Z., durmadan konuk odasında toplanmış olanları dolaşarak, hem çorba kâsesine bakıyor, hem hiç değişmeyen ciddi yüzüyle hemen hemen hepimize aynı şeyi söylüyordu: "Gelin çocuklar, arkadaşça hepimiz bruder şaft içelim; şu resmiliği kaldıralım; yoksa sınıfımızda dostluğa benzer bir şey yok; hem de ceketlerinizi açın ya da bu arkadaş gibi büsbütün çıkarın," diyordu. Gerçekten Derpt Üniversiteli ceketini çıkarmış, beyaz gömleğinin kollarını dirseğinden yukarıya sıvayarak bacaklarını geniş geniş açmış duruyordu; kâsedeki romu kibritle tutuşturdu ve birdenbire çıkardığımız gürültüyü bastıran bir sesle:
- Çocuklar, mumları söndürün, diye bağırdı.
Hiçbirimiz ses çıkarmadan çorba kâsesine ve onun beyaz gömleğine bakıyor, törenin başlama zamanının geldiğini anlıyorduk.
Derptli yeniden, bu sefer pek coşmuş olacak ki, Almanca olarak:
- Löschen Sie die Lichter aus, Frost! (19) diye bağırdı.
Frost'la birlikte hepimiz mumları söndürmeye koyulduk. Karanlık odada, ateşin mavi ışığı, ancak şeker kellesinin durduğu kılıçları tutan elleri ve gömleklerin beyaz kollarını aydınlatıyordu.
Derptlinin gür tenor sesine, odanın her yanından gelen gülüşmeler, konuşmalar katıldığından, artık çevreyi yalnız başına çınlatmıyordu. Birçokları (özellikle ince ve temiz gömlekli olanlar) ceketlerini çıkardılar, ben de aynı şeyi yaptım. Artık eğlencenin başlamış olduğunu anlamıştım. Henüz ortada neşeye benzer bir şey olmadığı halde, hazırlanmakta olan içkiden hepimiz birer bardak içtikten sonra, söyleşimizin daha eğlenceli olacağına tam bir inancım vardı.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Genclik yillarim - 12
  • Parts
  • Genclik yillarim - 01
    Total number of words is 3070
    Total number of unique words is 1838
    32.4 of words are in the 2000 most common words
    46.7 of words are in the 5000 most common words
    54.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 02
    Total number of words is 3015
    Total number of unique words is 1715
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    49.7 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 03
    Total number of words is 3210
    Total number of unique words is 1737
    34.2 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    53.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 04
    Total number of words is 3388
    Total number of unique words is 1744
    35.1 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 05
    Total number of words is 3379
    Total number of unique words is 1665
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    48.7 of words are in the 5000 most common words
    56.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 06
    Total number of words is 3275
    Total number of unique words is 1742
    33.3 of words are in the 2000 most common words
    48.3 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 07
    Total number of words is 3257
    Total number of unique words is 1790
    33.5 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 08
    Total number of words is 3298
    Total number of unique words is 1729
    36.0 of words are in the 2000 most common words
    50.3 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 09
    Total number of words is 3157
    Total number of unique words is 1778
    30.4 of words are in the 2000 most common words
    44.4 of words are in the 5000 most common words
    52.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 10
    Total number of words is 3309
    Total number of unique words is 1814
    33.8 of words are in the 2000 most common words
    48.3 of words are in the 5000 most common words
    55.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 11
    Total number of words is 3253
    Total number of unique words is 1826
    33.1 of words are in the 2000 most common words
    46.8 of words are in the 5000 most common words
    54.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 12
    Total number of words is 2860
    Total number of unique words is 1571
    33.9 of words are in the 2000 most common words
    46.3 of words are in the 5000 most common words
    53.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 13
    Total number of words is 3304
    Total number of unique words is 1779
    33.3 of words are in the 2000 most common words
    45.8 of words are in the 5000 most common words
    53.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 14
    Total number of words is 1511
    Total number of unique words is 978
    37.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    57.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.