Genclik yillarim - 04

Total number of words is 3388
Total number of unique words is 1744
35.1 of words are in the 2000 most common words
47.9 of words are in the 5000 most common words
55.1 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Kuznetski Köprüsü'nden sonra Tverskoy'daki pastacıya uğradım. Pastanede beni çöreklerden çok gazetelerin ilgilendirdiğini göstermek istedimse de, sonra dayanamadım, pastaları birer birer atıştırmaya başladım. Okuduğu gazetenin arkasından bana merakla bakan beyden utandığım halde, çeşitli pastalardan sekiz tanesini çabucak yedim.
Eve dönünce midemde bir yanma duyumsadımsa da aldırmadım; satın aldığım şeyleri gözden geçirmeye başladım. Bunlar arasında bulunan bir resmi hiç beğenmedim; Volodya gibi çerçeveleyip odama asmak şöyle dursun, kimsenin bulmaması için dikkatle konsolun arkasına sakladım. Kalemliği gözüm tutmadı. Ama, gümüşten yapılmış bu kalemliğin değerli, aynı zamanda bir üniversiteli için gerekli olduğunu düşünerek kendimi avuttum, masanın üstüne koydum. Tütün içme gereçlerini de denemek için hemen işe başladım.
Tütün paketini açtım. Pipoyu alarak, içini kırmızıya çalan sarı renkte ince kıyılmış Sultan tütünüyle özene bezene doldurdum. Yanan çakmağın fitilini tuttum. Ortaparmağımla işaretparmağımın arasına yerleştirerek (bu en çok hoşuma giden parmak durumuydu) dumanı içime çekmeye başladım.
Tütünün kokusu çok hoşuma gitmekle birlikte, ağzımda bir acılık duyuyordum ve soluğum tıkanıyordu. Buna karşın, ben yine kendimi zorlayarak, uzun zaman dumanı içime çekip halkalar çıkarmaya çalışıyordum. Çok geçmeden oda mavimtırak duman bulutlarıyla doldu. Tütün hoplamaya, pipo da hırıltılar çıkarmaya başladı. Ağzım zehir gibi oldu ve başım hafifçe dönmeye başladı. Artık pipoyu bırakmak istiyordum. Ama bir kez de kendimi pipoyla aynada göreyim, dedim. Ayağa kalkınca sallandığımı şaşırarak gördüm; oda dönüyordu. Yanına zorla varabildiğim aynaya bakınca, yüzümün kireç gibi bembeyaz olduğunu gördüm. Kendimi divana atar atmaz, öyle bir bitkinlik ve bulantı duydum ki, çubuğun beni öldüreceğini ve artık ölüm derecesine geldiğimi sandım. Adamakıllı korktum. Evdekilere seslenerek doktor çağırmayı bile düşündüm.
Ama, bu korku çok sürmedi. Neden ileri geldiğini de çabuk anladım. Korkunç bir baş ağrısıyla, bitkin, uzun süre divanda yattım. Bu arada tütün paketindeki Bostancıoğlu etiketine, bir de yerde yatan pipoyla tütün artıklarına ve pasta kırıntılarına bakarak, düşlem kırıklığına uğramış bir insan bezginliğiyle kendi kendime, "Başkaları gibi tütün içemediğime bakılırsa henüz tümüyle büyümemişim ve başkaları gibi ortaparmağımla işaretparmağım arasında pipoyu tutup içime çekerek, kumral bıyıklar altından duman salıvermek kısmet değil demek..." diye düşünüyordum.
Beni almaya saat beşe doğru gelen Dimitri, beni işte bu biçimsiz durumda bulmuştu. Ama gene de bir bardak su içtikten sonra kendime gelir gibi oldum ve artık onunla birlikte dışarı çıkmaya hazırdım.
Dimitri, içtiğim tütünün çevrede kalan izlerine bakarak:
- Tütün içmeye ne gerek var? Bu gibi şeyler gereksiz olduğu gibi, boşuna para harcamaktan başka bir şey değil. Bakın ben kendime tütün içmemeye söz verdim. Haydi biraz çabuk olun, daha Dubkov'a uğrayacağız.
XIV
VOLODYA İLE DUBKOV
NASIL VAKİT GEÇİRİYORLARDI?
Dimitri odaya girer girmez yüzünden, yürüyüşünden, sinirli olduğu sıralarda yaptığı göz kırpma ve boyunbağını düzeltir gibi baş devinimlerinden, onun kendisinden hoşnut olmadığında takındığı ve kendisine karşı beslediğim duyguların üzerinde hep soğuk bir etki yapan, ters ve inatçı ruh durumunda olduğunu anladım. Son zamanlarda arkadaşımın ahlakını gözden geçirerek onu eleştirmeye başladım. Ama bu durum, aramızdaki dostlukta bir değişiklik yapmadı. Arkadaşlığımız henüz o denli yeni ve güçlüydü ki, Dimitri'ye nasıl baksam üstünlüğünü apaçık görüyordum. İçinde iki insan yaşıyordu; ikisi de benim için olağanüstüydü: Birincisi, çok sevdiğim, iyi yürekli, incelikli, uysal, neşeli ve bütün bu artamlarını (meziyetlerini) bilen bir insandı; böyle bir ruh durumu içinde bulunduğu zaman bütün görünüşü, sesi, davranışları sanki, "Ben uysalım, ben iyi yürekliyim; bu huylarımdan mutluluk duyuyorum ve siz de bunu anlarsınız," der gibiydi. Ancak henüz tanımaya başladığım ve büyüklüğü önünde eğildiğim ikinci insan da, kendisine ve başkalarına karşı pek titiz, soğukkanlı, gururlu, din konularında pek dikkatli, ahlak konularındaysa pek ciddiydi. Şu dakikada karşımda olan, bu ikinci Dimitri'ydi.
Arabaya oturduğumuz sırada, ilişkimizin temeli olan, birbirimizden bir şey saklamama ilkesine dayanarak, benim bu mutlu günümde hiç hoşlanmadığım bu asık yüzü dolayısıyla çok üzüldüğümü ve canımı sıktığını söyledim:
- Bir şeye mi sinirlendiniz; niçin bana söylemiyorsunuz? diye sordum.
Sinirli bir sallayışla başını yana eğerek göz kırptı; telaşsızca:
- Nikolenka, her şeyi olduğu gibi söylemeye söz verdiğime göre, sizden bir şey sakladığımdan kuşkulanmanız için bir neden yok. İnsan her zaman bir olmaz ki. Evet, şu anda sinirliyim; ama nedenini kendim de bilmiyorum.
Ben içimden, "Ne görülmemiş derecede açık ve dürüst bir ahlakı var!" diye düşünerek artık onu kendi haline bıraktım.
Hiç konuşmadan Dubkov'un evine vardık. Ev çok güzeldi, belki de bana öyle gelmiştir. Her yerde halılar, tablolar, perdeler, alaca duvar kâğıtları, portreler, rahat ve salıncaklı koltuklar duruyor; duvarlarda silahlar, tabancalar, torbalar ve mukavvadan yapılmış birkaç hayvan başı asılı bulunuyordu. Dubkov'un bu çalışma odasını gördükten sonra Volodya'nın oda döşemede kime öykündüğünü anladım. İkisini iskambil oynarken bulduk. İlk kez gördüğüm bir kişi (takındığı sıkılgan, çekingen tavırdan, onun önemli bir kimse olmadığı anlaşılıyordu) masanın başına oturmuş, oyunu büyük bir dikkatle seyrediyordu. Dubkov'un sırtında ipekli bir ropdöşambr ve ayağında yumuşak terlikler vardı. Volodya karşısındaki divanda ceketsiz oturuyor, kızarmış yüzünden ve bizim girmemizle başını iskambillerden bir saniye kaldırıp üstümüze çevirdiği hızlı ve hoşnut olmayan bakışlarından, oyunla pek ilgilendiği anlaşılıyordu. Beni görünce daha da kızardı. Dubkov'a:
- Haydi, kâğıtları sen vereceksin, dedi.
Belliydi ki iskambil oynadığını görmemiz, hiç hoşuna gitmemişti. Ama, durumunda hiç şaşkınlık görünmüyordu ve sanki, "Oynuyorum işte, sen de çok genç olduğun için şaşıyorsun. Bu kötü bir şey olmadığı gibi, bizim yaşımızda pek de iyi olur," der gibi bakıyordu.
Bunu hemen anladım.
Dubkov kâğıtları vermedi; kalktı, ellerimizi sıktı. Yer gösterdi. Pipoları uzattı, ama biz almadık:
- İşte onuruna eğleneceğimiz diplomat. Vallahi, tıpkı bir yarbay!
Yüzümde kendiliğinden yayılan anlamsız gülümsemeyi sezerek:
- Hımm, dedim.
Dubkov'u, büyüklerin gözünde çok dürüst bir genç olan, güzel dans eden ve iyi Fransızca konuşan, bununla birlikte içinden genç yaşını aşağı gördüğü halde bu duygusunu saklamaya çalışan Dubkov'u; ben, on altı yaşındaki bir çocuk, yirmi yedi yaşındaki bir emir subayını sayabileceği kadar sayardım.
Ona karşı beslediğim bütün saygıya karşın, tanıştığımız günden beri, nedense, gözlerine bakmak bana bir sıkıntı, bir rahatsızlık veriyordu. Daha sonraları üç tür insanın gözlerine bakmadığımın ayrımına vardım. Onlar, ya benden çok daha kötü, ya çok daha iyi ya da aramızda bilip de söylemekten çekindiğimiz özellikleri olan insanlardır. Dubkov benden çok daha iyi ya da çok daha kötü olabilirdi. Ama, bu işte asıl doğru olan ve onda görüp de asla yüzüne vurmayı göze alamadığım ve kendisinin de yadsıdığı özelliği, sık sık söylediği yalanlardı. Volodya, babam gibi omzunu silkerek ve kâğıtları karıştırarak:
- Gel, bir papaz daha oynayalım, dedi.
Dubkov:
- Amma da yapıştı. Oyunu sonra bitiririz... neyse haydi bir oyun daha oynayabiliriz, diye yanıt verdi.
Onlar oynarken, ben ellerine dikkat ettim. Volodya'nın elleri iri ve güzeldi; kâğıtları tuttuğu zaman başparmağın ayrıltısı, öbür parmaklarının bükülüşü, öylesine babamınkilere benziyordu ki, bana bir an için, Volodya bu davranışı büyüklere benzemek isteğiyle yapıyor gibi geldi. Yüzüne bakınca, onun oyundan başka bir şey düşünmediği hemen anlaşılıyordu. Dubkov'un tersine, el işlerine eğilimi olan insanlarda olduğu gibi, küçük, içe doğru kıvrık parmaklı, etli ve becerikli elleri vardı.
Volodya oyunu yitirmiş olacak ki, kâğıtlarına bakan yabancı kişi, Vladimir Petroviç'in hiç şansı olmadığını söyledi. Dubkov da cüzdanından çıkardığı bir kâğıda bir şeyler yazdı ve Volodya'ya göstererek, "Öyle mi?" diye sordu.
Volodya ilgisiz bir tavır takınarak yazıya bir göz attı.
- Öyle. Şimdi artık gidelim, dedi.
Volodya, Dubkov'u; Dimitri de beni arabasına aldı. Ben Dimitri'ye:
- Ne oynuyorlardı? diye sordum.
- Piket, dedi, saçma bir oyun. Aslına bakarsan, bence bütün oyunlar saçmadır.
- Büyük mü oynuyorlar?
- Hayır, büyük değil, ama ne de olsa güzel bir şey değil.
- Siz oynamıyor musunuz?
- Hayır, oynamamaya söz verdim. Ama Dubkov birisini yenmezse rahat etmez.
- Ona yakışacak bir davranış değil. Sanırım Volodya onun gibi oynayamıyor, dedim.
- Kesinlikle iyi bir şey değil; ama bunda bir kötülük de yok. Dubkov oyunu seviyor ve çok iyi oynuyor; ama gene de çok iyi bir adamdır.
- Aklımdan kötü bir şey geçmedi aslında, dedim.
- Onun için kötü bir şey düşünülemez; çünkü o, çok iyi bir insandır; onu çok seviyorum ve bütün zayıflıklarına karşın, yine seveceğim.
Dimitri, Dubkov'u bu denli coşkulu savunduğu için, bana onu hiç sevmiyor ve saymıyor gibi geldi. Bunu daha çok inadından ve eski düşüncesinden caymış görünmemek için söylediği kesindi. O, arkadaşlarını bütün yaşamı boyunca seven, ama onları her zaman sevimli buldukları için değil, yanılıp sevdikten sonra artık sevmemeyi bir namussuzluk sayan insanlardandı.
XV
BENİ KUTLUYORLAR
Dubkov'la Volodya, Yar'dakilerin hepsini tanıyorlardı. Kapıcısından tutun da sahibine dek herkes onlara saygı gösteriyordu. Bize hemen özel bir oda açtılar, Dubkov'un Fransızca yazılı bir mönüden seçip ısmarladığı garip bir yemek getirdiler. Elimden geldiğince aldırışsız bakmak istedim; buzdan yeni çıkmış şampanya şişesi hazır duruyordu. Yemek çok hoş ve neşeli geçti. Dubkov'un, olmuş gibi anlattığı (hep böyle yapardı), örneğin büyükannesinin kendisine saldıran üç haydudu tabancayla öldürmesi gibi (bunu dinlerken kızardım ve başımı çevirerek yere baktım) çok tuhaf öykülerine, ben bir şey konuşmaya başladığım zaman her seferinde Volodya'nın korku geçirmesine (bu tümüyle gereksizdi; çünkü, anımsadığıma göre, böyle yüz kızartıcı bir şeyler söylememiştim) karşın yemek çok hoş, çok neşeli geçti. Şampanyayı getirdiklerinde, hepsi beni kutladılar; ben, Dubkov ve Dimitri'yle kadeh tuttuğumuz kollarımızı birbirine geçirerek onlarla "Sen" diye konuşmaya başlamamın onuruna içtik, öpüştük. İçilen şampanyanın kimden olduğunu bilmediğimden (sonradan anlattıklarına göre ortadanmış) arkadaşlarıma, cebimde boyuna yokladığım kendi paramla ikramda bulunmak istedim. Bu amaçla cebimden yavaşça on rublelik kâğıt çıkardım. Garsonu çağırdım, parayı verdim, yavaşça, ama herkes susarak bana baktığı için duyulan bir fısıltıyla, lütfen bir yarım şişe daha şampanya getirmesini rica ettim. Volodya kızardı, omzu oynamaya başladı; öyle büyük bir korkuyla bana ve hepimize baktı ki, bir yanlış yaptığımı anladım. Ama yarım şişe geldi ve büyük zevkle onu içtik. Çok neşeli görünmeyi sürdürüyorduk: Dubkov durmadan yalanları sıralıyordu, Volodya da ondan hiç beklemediğim çok güzel, çok neşeli şeyler anlatıyordu ve hepimiz çok gülüyorduk.
Onların, yani Volodya ile Dubkov'un uydurdukları gülünç şeyler, birinin "Avrupa'da bulundunuz mu?" sorusuna ötekinin (herkesçe bilinen), "Hayır bulunmadım, ama kardeşim keman çalar..." yanıtını verdiği fıkraya, kendiliklerinden bazı eklemeler yaparak anlatmalarından başka bir şey değildi. Böyle süren anlamsız ve gülünç konuşmalar o dereceye geldi ki fıkrayı, "Kardeşim de hiçbir zaman keman çalmazdı," olarak anlatmaya başladılar. Birbirlerine sordukları soruları böyle saçma şeylerle yanıtlıyor; arada hiç soru sorulmadan, hiç ilgisi olmayan iki şeyi birbirine bağlamaya çalışıyor ve bu anlamsızlıkları öyle ciddi bir yüzle anlatıyorlardı ki, çok gülünç oluyordu. İşin aslını anlamaya başlamıştım; ben de gülünç bir şey anlatmak istedim, ama anlatırken bana öyle çekingen bakıyorlar ya da kendilerini bakmamak için öyle zorluyorlardı ki, istediğim gibi anlatamadım. Bir aralık Dubkov, "Eee diplomat, bir çıkmaza girdin sanırım?" dedi. Ama bu alay, büyüklerin arasında bulunmaktan duyduğum zevk ve içtiğim şampanyanın etkisiyle, beni pek az incitmişti.
Aramızda yalnızca Dimitri, bizim kadar içmesine karşın, kendisine özgü bir ciddiği sürdürüyor ve böylece, daha çok neşelenmemize engel oluyordu.
Dubkov:
- Beni dinleyin çocuklar, yemekten sonra artık diplomatı elimize almalıyız. Teyzeye gidelim mi dersiniz? Orada nasıl olsa diplomata istediğimizi yaptırırız... dedi.
Volodya da:
- Nehludov gitmez ki, diye yanıt verdi.
Dubkov, Nehludov'a dönerek:
- Bu ne ağırbaşlılık. Sen çekilmez bir softadan başka bir şey değilsin, dedi, haydi bizimle gel; teyzenin ne iyi bir kadın olduğunu göreceksin, diye ekledi.
Dimitri birdenbire kızararak:
- Kendim gitmediğim gibi, onu da bırakmayacağım, dedi.
- Kimi, diplomatı mı? Diplomat, gitmek istiyorsun değil mi? Bakın teyze sözünü duyar duymaz gözleri nasıl parladı.
Yerinden kalkıp odada dolaşmaya başlayan Dimitri, yüzüme bakmadan:
- Bırakmamak sözü doğru değil. Ben gitmesini salık vermem; gitmesini istemiyorum. Şimdi o artık çocuk değil, isterse yalnız başına, sizsiz de gidebilir, dedi. Ayıp değil mi Dubkov, kendin kötü bir şey yapıyorsun, başkalarını da aynı şeyi yapmaya kışkırtıyorsun, diye ekledi.
Dubkov, Volodya'ya göz kırparak:
- Sizi teyzeye gidip birer fincan çay içmeye çağırmakta ne kötülük olabilir ki? Gitmek hoşuna gitmiyorsa, ne yapalım biz Volodya ile gideriz. Volodya geliyor musun?
Volodya razı oldu:
- Peki peki, gidelim. Oradan bize gider, piketi sürdürürüz, dedi.
Dimitri bana yaklaştı.
- Nasıl, onlarla gitmek istiyor musun? diye sordu.
Ben, oturduğum divanda ona da yer açmak niyetiyle yana çekildim. O, yanıma oturduktan sonra:
- Hayır, aslında gitmek istemiyordum; sen de istemedikten sonra, artık gidemem, dedim. Ama biraz sonra:
- Hayır, onlarla gitmek istemediğimi söylerken yalan söylemiştim; ama gitmediğime hoşnutum, diye ekledim.
Dimitri:
- Çok iyi, kendi kafana göre davran, kimseye uyma; en doğrusu da budur, diye yanıt verdi.
Bu küçük tartışma, neşemizi azaltmak şöyle dursun, daha da artırdı. Dimitri, birdenbire benim o çok sevdiğim, uysal tavrını aldı. Sonraları birçok kez gördüm, iyi bir davranışta bulunduğu düşüncesi onu hep böyle etkiliyordu; şimdi de beni yakışıksız bir davranıştan alıkoyduğu için kendisi de çok hoşnut, çok neşeliydi. Bir şişe şampanya daha getirtti (oysa bu, onun ilkelerine uymayan bir davranıştı). Odamıza tanımadığımız birini getirerek ona içirdi; Gaudeamus igitur şarkısını söylemeye başlayarak bizim de kendisiyle birlikte söylememizi rica etti. Sonra Sokolnikilere dek arabayla gezinti yapmamızı önerdi. Dubkov bu gezintiyi aşırı romantik buluyordu. Dimitri gülerek:
- Gelin, bugün adamakıllı eğlenelim; onun üniversiteye girişi onuruna, ömrümde ilk kez sarhoş olacağım. Artık karar verildi... dedi.
Bu neşe, Dimitri'yi çok değiştirmişti. O çocuklarından hoşnut, neşeli davranışlarıyla onları eğlendirmek, aynı zamanda bir eğlencenin çok dürüst, ahlak kurallarına uygun olarak da yapılabileceğini kanıtlamak isteyen iyi yürekli bir baba ya da bir eğitmene benziyordu. Bununla birlikte, sanırım Dimitri'nin bu beklenmeyen neşesi bize de geçmiş, hepimize yarımşar şişe şampanya düşmesi de neşemizi pekiştirmişti.
Bu hoş hava içinde, Dubkov'un bana verdiği sigarayı içmek için büyük odaya çıkmak üzere yerimden kalktım.
Ama başımın biraz döndüğünün, ancak iyice dikkat edersem ayaklarımın yürüyebildiğinin, ellerimin doğal durumunu aldığının ayrımına vardım. Dikkat etmezsem ayaklarım birbirine dolaşıyor ve ellerim de şaşırtıcı biçimde deviniyordu. Bütün dikkatimi bu organlarım üzerine topladım ve ellerime, kalkıp giysimin düğmelerini iliklemelerini, saçlarımı düzeltmelerini (bunu yaparken dirseklerim çok yukarı kalkmıştı); ayaklarıma da, kapıya doğru gitmelerini buyurdum. Ayaklarım buyruğumu yerine getirdiler, ama ayaklarım ya çok sert ya çok yavaş yürüyor; hele sol ayağım, boyuna parmak ucuna basıyordu. Bana birinin, "Nereye gidiyorsun? Şimdi mum getirirler!" diye bağırdığını duydum. Bu sesin Volodya'nın sesi olduğunu anlayabilmem bana zevk verdi, ama ona karşılık vermedim, yalnızca hafifçe gülümsedim, odadan çıktım.
XVI
KAVGA
Büyük odada küçük masanın başında orta boylu, tıknaz, kızıl bıyıklı bir sivil oturmuş, bir şey yiyordu. Onun yanında uzun boylu, bıyıksız, esmer biri vardı. Fransızca konuşuyorlardı. Bakışlarının beni şaşırtmasına karşın, gene de sigaramı onların önlerinde duran mumdan yakmaya karar verdim. Onların bakışlarıyla karşılaşmamak için çevreme bakınarak masaya yaklaştım ve sigaramı mumun alevine tuttum. Sigaram tutuşunca sabredemedim ve yemek yiyen adamın yüzüne baktım. Onun kurşuni gözleri dikkatle ve düşmanca bana dikilmişti. Tam dönmek istediğim sırada, kızıl bıyıkları kımıldadı ve Fransızca olarak:
- Sayın bayım, yemek yerken yanımda sigara içilmesini hiç sevmem, dedi.
Ben anlaşılmaz birkaç sözcük mırıldandım.
Bıyıklı, bıyıksız efendiye, bana haddimi bildirirken seyretmesini söyler gibi baktı; bana dönerek çok sert bir sesle:
- Evet efendim, sevmem... burnumun dibine sokulup sigara içecek denli terbiyesiz olanlardan da hiç hoşlanmam, dedi.
O anda bana çıkıştığını anladım; önce kendimi suçlu saydığım için:
- Bundan rahatsız olacağınızı hiç düşünmemiştim, dedim.
- Ya, öyle mi? Kendinizin de bir terbiyesiz olduğunuzu düşünmüyordunuz, öyle mi? Bense öyle sanıyorum! diye bağırdı.
Beni aşağıladığını anlayarak kızdım:
- Bana ne hakla bağırıyorsunuz?
- Kimsenin bana saygısızca davranmasına asla izin vermem; sizin gibi delikanlılara ders vermeyi sürdüreceğim. Adınız nedir? Nerede oturuyorsunuz? dedi.
Çok kızmıştım. Dudaklarım titriyor, soluğum kesiliyordu. Suçum, çok şampanya içmemdi. Adama kötü hiçbir şey söylemedim. Tam tersine dudaklarım en söz dinler bir yolda adımı, adresimi bildirdi.
Bütün bu konuşma Fransızca olduğundan, adam Fransızca olarak:
- Soyadım Kolpikov'dur. Bundan sonra daha nazik olmaya çalışın, dedi; daha sonra görüşürüz, vous aurez de mes nouvelles (7) diye ekledi.
Ben elimden geldiğince sesime kesinlik katarak, "Çok sevinirim!" dedim ve bu arada sönmüş olan sigaramla odaya döndüm.
Bu olaydan ne ağabeyime, ne de arkadaşlarıma söz ettim. Aslında onlar da sıcak bir tartışmaya dalmışlardı. Bir köşeye çekildim, çok garip olan bu olayı düşünmeye başladım: "Siz terbiyesizin birisiniz!" (un mal élevé, monsieur) sözcükleri gitgide öfkemi artırarak kulağımda çınlıyordu. Sarhoşluğum tümüyle geçmişti. Bu olayı yeniden düşününce, birdenbire bir korkak gibi davrandığım düşüncesi bana çok korkunç geldi. "Beni aşağılamaya ne hakkı vardı? Neden doğrudan doğruya rahatsız olduğunu söylemedi? Demek ki suç onda. Neden bana 'terbiyesiz' dediğinde, ona, 'Efendi, terbiyesiz terbiyesizlik yapanlara derler,' demedim ya da niçin doğrudan doğruya ona, 'Kes sesini!' diye bağırmadım? Bu çok iyi olacaktı. Niçin onu düelloya çağırmadım? Hayır, bunların hiçbirini yapmadım; bir alçak, bir korkak gibi aşağılanmaya katlandım," diye düşündüm.
Kulaklarımda durmadan kışkırtıcı "Terbiyesizsiniz," sözcüğü çınlıyordu. Kendi kendime, "Hayır, bu böyle bırakılamaz..." diye düşündüm.
Adama gidip ona korkunç bir şey söylemek, dahası, gerek görürsem, başına şamdanı indirmek düşüncesiyle ayağa kalktım. Sonuncu niyetimi büyük bir zevkle gözümün önünde canlandırmakla birlikte, yeniden büyük odaya girerken, korku duymuyor da değildim. Allahtan, Kolpikov yoktu. Odada yalnızca, masayı toplayan bir garson vardı. Bir an garsona olup biteni anlatmak, bu işte suçsuz olduğumu söylemek istedim, ama sonra vazgeçtim ve suratım asık, üzüntü içinde, odamıza döndüm.
Dubkov:
- Birdenbire diplomatımıza ne oldu? Sanırım Avrupa'nın geleceğini düşünüyor... dedi.
Ben öfkeyle başımı çevirdim:
- Beni rahat bırak, dedim. Sonra odada gezinerek, neden bilmem, Dubkov'un hiç de iyi bir adam olmadığını düşünmeye başladım. Onun bu bitmez tükenmez şakaları ve beni "diplomat" diye çağırışı hiç de hoş bir şey değildi. Onun, oyunda Volodya'dan para ütmekten ve bilmem hangi teyzeye gidip gelmekten başka bir düşüncesi yoktu. Hoşa gidecek hiçbir yönü de yok... Konuşmalarında her zaman ya bir yalan, ya bir bayağılık vardır. Durmadan biriyle alay etmek ister. Bence o, hem akılsız, hem de iyi bir adam değil. İşte böyle düşüncelere dalarak, Dubkov'a karşı, neden bilmiyorum, gitgide artan bir düşmanlık duygusuyla beş dakikamı geçirdim. Dubkov'a gelince o, bana hiç aldırış etmiyordu; bu da beni kızdırıyordu. Onunla konuşuyor diye Volodya ile Dimitri'ye bile kızmıştım.
Dubkov, bana alaylı ve düşmanca gibi gelen bir gülümsemeyle bakarak:
- Ne dersiniz arkadaşlar? Diplomatı ıslatalım mı? Sanırım kötüleşti, vallahi kötüleşti, dedi.
Ben onunla senli benli konuştuğumuzu unutarak hırslı bir gülümsemeyle:
- Sizi de ıslatmalı, kötüleşen asıl sizsiniz, dedim.
Bu yanıt, belki de Dubkov'u şaşırtmıştı, ama bana ilgisizce arkasını dönerek Volodya ve Dimitri ile konuşmasını sürdürdü.
Onların konuşmalarına katılmayı çok istediysem de, ikiyüzlülük edemeyeceğimi anlayarak yine köşeme çekildim ve gidinceye kadar orada kaldım.
Hesabı görüp paltolarımızı giyerken, Dubkov, Dimitri'ye döndü:
- Bakalım Orestis ile Pilad (8) nereye gidecekler? Sanırım aşktan söz etmek için evlerine... Bu iş bize göre değil; biz sevimli teyzenin ziyaretine gideriz. Bu onların kabak tadı veren arkadaşlıklarından çok daha iyidir.
Birdenbire onun ta yanına yaklaştım, ellerimi sallayarak bağırdım:
- Bizimle nasıl da böyle alaylı alaylı konuşuyorsunuz? Size yabancı olan bu duygularla nasıl eğlenebilirsiniz? Buna asla izin veremem, susun! diye bağırdım. Sonra heyecandan ne söyleyeceğimi kestiremeden sustum.
Dubkov önce şaşırdı, sonra bunu şaka kabul ederek gülümsemek istedi; en sonunda bütün şaşkınlığıma karşın korktu ve gözlerini indirerek çekingen bir tavırla:
- Hiçbir zaman sizinle ve duygularınızla alay etmek istemedim. Şöyle bir konuşuyorduk, o kadar...
- Ha şöyle, dedim; aynı zamanda Dubkov'un içten gelen bir acı okunan, utanmış, kızarmış yüzüne bakarak ben de sıkıldım.
Volodya ile Dimitri, ikisi birden:
- Sana ne oldu? Kimse seni incitmek istemedi, dediler.
- Hayır, o beni aşağılamak istedi, dedim.
Dubkov, vereceğim yanıtı işitmemek için, tam kapıdan çıkarken Volodya'ya:
- Amma da yaman kardeşin varmış, dedi.
Belki arkasından koşup birçok şey söyleyecektim; ama tam o sırada, Kolpikov'la kavga ederken yanımızda bulunan garson bana paltomu tuttu; hemen kendime geldim ve Dimitri'nin, öfkemin pek çabuk geçmesinden kuşkulanmaması için kendimi o kadarcık kızmış gösterdim.
Ertesi günü Volodya'nın odasında Dubkov'la karşılaştık. Aramızda geçen tartışmaya hiç değinmedik; ama "sizli-bizli"li konuşmayı sürdürdük ve birbirimizin yüzüne bakmak daha zor oldu.
Söylediği gibi, ertesi gün de, başka bir zaman da bana de ses nouvelles (9) göndermeyen Kolpikov'la aramızda olan kavga, uzun zaman bende canlı ve üzücü bir anı olarak kaldı.
Bundan sonra, daha beş yıl kadar, bu öcü alınmamış aşağılamayı her anımsayışımda baştan ayağa titrer, bağırırdım; ama Dubkov konusunda nasıl gözüpek davrandığımı düşünerek kendimi avuturdum. Çok daha sonraları, bana bambaşka görünmeye başlayan Kolpikov'la olan kavgamızı gülerek anımsıyor ve iyi bir delikanlı olan Dubkov'a haksız yere saldırdığımdan dolayı pişman oluyordum.
Aynı akşam bu kavgayı, Kolpikov'u uzun uzadıya betimleyerek Dimitri'ye anlattığımda, o şaşırdı:
- Tahmin ederim ki, anlattığın adam, bir zamanlar birinden bir tokat yediği halde düellodan kaçtığı için alaydan arkadaşları tarafından kovulan, herkesin tanıdığı alçak, hileci ve en kötüsü, korkak olan Kolpikov'un ta kendisidir. Bu gözüpekliği de nereden bulmuş? dedi; sonra içten bir gülümsemeyle yüzüme bakarak:
- Sana "terbiyesiz'den başka bir şey söylemedi ya, diye ekledi.
Ben kızararak:
- Hayır, diye yanıtladım.
Dimitri de:
- Pek hoş bir şey değil, ama zararı yok, diye beni avuttu.
Aradan yıllar geçtikten sonra, bu olayı dingin olarak düşününce, akla yatkın bir sonuca vardım. Bu sonuç da şudur: Kolpikov bana saldırabileceğini sezerek, çok önce başkasından yediği tokadın acısını, yanındaki bıyıksız esmer adamın önünde, benden çıkardı. Benim ondan duyduğum "terbiyesiz" sözcüğünün hıncını Dubkov'dan aldığım gibi.
XVII
ZİYARETLERİMİ YAPMAYA HAZIRLANIYORUM
Ertesi sabah uyanınca aklıma ilk gelen şey, Kolpikov'la olan kavgamızdı. Yine hırslandım, bağırdım çağırdım; ama başka bir şey de elimden gelmediği için, sonunda sustum. Moskova'da son günüm olduğunu ve babamın kâğıda yazıp yapmamı istediği ziyaretleri yapmak zorunda olduğumu anımsadım.
Babam bizi yetiştirme konusunda, eğitim ve öğrenimimizden çok toplumla kaynaşmamızı önemserdi. Kâğıtta, babamın ivedi ve karışık yazısıyla şunlar yazılıydı: "1) Prens İvan İvanoviç'e kesinlikle; 2) İvinlere kesinlikle; 3) Prens Mihailo'ya; 4) Zaman bulursan Prenses Nehlüdov ve Prenses Valahinlere." Doğallıkla rektör ve profesörlere.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Genclik yillarim - 05
  • Parts
  • Genclik yillarim - 01
    Total number of words is 3070
    Total number of unique words is 1838
    32.4 of words are in the 2000 most common words
    46.7 of words are in the 5000 most common words
    54.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 02
    Total number of words is 3015
    Total number of unique words is 1715
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    49.7 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 03
    Total number of words is 3210
    Total number of unique words is 1737
    34.2 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    53.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 04
    Total number of words is 3388
    Total number of unique words is 1744
    35.1 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 05
    Total number of words is 3379
    Total number of unique words is 1665
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    48.7 of words are in the 5000 most common words
    56.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 06
    Total number of words is 3275
    Total number of unique words is 1742
    33.3 of words are in the 2000 most common words
    48.3 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 07
    Total number of words is 3257
    Total number of unique words is 1790
    33.5 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 08
    Total number of words is 3298
    Total number of unique words is 1729
    36.0 of words are in the 2000 most common words
    50.3 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 09
    Total number of words is 3157
    Total number of unique words is 1778
    30.4 of words are in the 2000 most common words
    44.4 of words are in the 5000 most common words
    52.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 10
    Total number of words is 3309
    Total number of unique words is 1814
    33.8 of words are in the 2000 most common words
    48.3 of words are in the 5000 most common words
    55.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 11
    Total number of words is 3253
    Total number of unique words is 1826
    33.1 of words are in the 2000 most common words
    46.8 of words are in the 5000 most common words
    54.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 12
    Total number of words is 2860
    Total number of unique words is 1571
    33.9 of words are in the 2000 most common words
    46.3 of words are in the 5000 most common words
    53.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 13
    Total number of words is 3304
    Total number of unique words is 1779
    33.3 of words are in the 2000 most common words
    45.8 of words are in the 5000 most common words
    53.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Genclik yillarim - 14
    Total number of words is 1511
    Total number of unique words is 978
    37.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    57.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.