Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 4

Total number of words is 3925
Total number of unique words is 2198
27.2 of words are in the 2000 most common words
39.5 of words are in the 5000 most common words
46.2 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
haşhaşlı bir hava yürüyor ve bütün adalelerim uyukluyor; içimde büyük bir
enerjinin ölümünü duyuyordum.
Onunla aramızda herşey o kadar bitmiş ki bir kelime bile konuşamıyoruz.
Balkondan çıkıp gitti.
Ayak seslerinin uzaklaşmasını dinliyordum. Son. Bir şimendifer düdüğü. Keskin,
acı ötüyor. Hayatımda büyük bir devrin kapandığı, korkunç yarına ilk adımı
attığım an. Felâketlerimin başladığı saniyeyi tanıyorum. Hiç aldanmam.
TEHLİKE
Felâket daha o gece başladı.
EVİMİZE geldik. Felâket daha o gece başladı. Uyutmayan müthiş bir sancı.
Kıvranıyorum. Gece yarısından sonra annemi uyandırdım. Sıcak pansumanlar
(faydasız). Dehşetli ifrazat. Sargılar dayanmıyor. Birkaç saat içinde fevkalâde
zayıflıyorum, yanaklarım çöktü. Sararıyorum.
Sabahı zor ettim. Komşumuz bir arkadaşı çağırttım. Hemen bir araba. Köprü,
vapur. Kamarada etrafımı göremiyorum, arkadaşla konuşamıyorum, sancımın üstüne
kapanarak tırnaklarımı avucuma geçiriyorum.
Fakültede bizim doktoru bulduk. Beni o halde görünce şaşırdı. İtidalini
kaybederek bir kaç kere odaya lüzumsuz yere girip çıktı. Operatör derste imiş ve
beklemek lazımmış.
Bayılmak derecesine geliyorum. Öteki asistanlar da koştular. Suya eter
damlatarak içiriyorlardı.
Doktor Mithat bir arkadaşına rica etti:
- Hastayı ikinci hariciye polikliniğine götürelim. Yarayı açarız, operatör
gelinceye kadar... Fakat yürü-yemeyecek. Bir sedye.
Sedye ile taşındım. Bahçeden geçiyorduk. Doktor ve arkadaşım başucumda yürüyerek
soruyorlardı:
- Rahat mısın? Acıyor mu?
Poliklinikte masaya uzatıldım. Uykuya ve baygınlığa benzer bir uyuşukluk içinde
gözlerimi kapadım. Ağrı sağırlaşmıştı. Hattâ bacağımın hangi noktasında olduğunu
anlamadığım derin sızılar. Kulaklarım uğul-duyor. Samiamın karanlıkları içinde
mahut sesler. Madenî âletlerin camlar ve tepsiler içinde çıkardıkları ince,
kırık sesler. Etrafımdakilerin telâşlı ve ehemmiyetli konuşmaları.
Sargıların çözülüşünü gayet az duyuyordum.
Mithat Bey elimi tutuyor:
- Şimdi güzel bir pansuman yaparız, acıtmayız, ilâç koyarız, ağrı diner.
Herkes benimle meşgul. Şivesterler beyaz hayalet-leriyle etrafımda geziniyorlar.
Asistanlardan biri, Fransızca anlamadığıma hükmederek; "Tumeur blanc-he'lann
ekseriya bol akıntılarla ciğer veremi tevlit edebileceğini anlatıyor. Mithat Bey
ona susmasını ihtar etti.
Ancak bir parmak temasından sonra dizimin açılmış olduğunu hissettim. Deri,
hassasiyetini kaybetmişti.
Bütün asistanlar dizimin üstüne eğildiler. Vahametten başka bir şey ifade
etmeyen küçük sesler çıkarıyorlardı.
Ağrı dinmişti. Ancak, mafsalda bir hareketle başlıyordu.
Asistanlar birdenbire doğruldular. Operatör içeri girmişti. Beni gördüğü halde
bir kelime söylemeden musluğa gitti. Ellerini temizliyordu.
Masama yaklaştı ve dizime uzaktan bakarak yüzünü buruşturdu. Asistanlar beni
nasıl bulduklarını, ge-
ceki ıstırabımı, ifrazatın pantolona çıkacak kadar şiddetli olduğunu, sedye ile
taşındığımı anlattılar.
Operatör hiç kımıldamadan yaraya bakıyor, belki hiç bir şey görmeden,
düşünüyordu.
Bir kelime söyledi: 5
- Fena.
Sonra bana baktı:
- Geçen gün böyle değildin. Sözümü dinlemedin, bak ne oldu! Başımıza büyük
işler açıyorsun! Ben sana bu ayağı yere basma, dedim, sen inadına koşulara
girmiş gibi harap etmişsin. Şimdi dizin değil, bütün bacağın tehlikede.
- Ağzımdan bir inilti çıktığını duyunca: , - Fakat çalışacağız... diye
teselli etti. Asistanlara döndü:
- Pansumanı bitiriniz. Röntgene götürsünler... Doktora benim tarafımdan
söyleyin; vak'a mühimdir, gayet mükemmel bir radiyografi lâzım...
- Mithat Beye hitap etti:
- Akrabanızdan mıdır? ,
- Onun kadar yakın.
- Azami dikkat, azizim... Fistülleri görüyorsunuz. Bu hale gelen bir bacak
tababeti korkutur... Röntgen yapılsın... Bir de bizim pavyondan bir koltuk
değneği verilsin... Yenisini tedarik edinceye kadar bu ayak yere basmamalıdır.
Kafi istirahat. Günde birkaç kere pansuman. Bünyeyi takviye. Hasta çok zayıf.
Bunlar yapılmazsa ben bu gence bakamam. Nafile çalışmış oluruz.
Evvelâ koltuk değneği geldi. Kullanmasını beceremedim. Öğrettiler. Bununla
attığım ilk adımlarda başım dönüyordu. Bir koluma arkadaşım, ötekine Mithat Bey
girdi.
Röntgen kalabalıktı. Fakat Mithat Bey beni tercih ettirdi. Yedi sekiz resim
çektirdi.
Hayatımız hemen her gün beraber geçtiği halde
benimle hastahaneye ilk defa gelen arkadaşım, hayretten ve teessürden katılmış
bir halde idi. Hiç bir şey söylemiyordu.
Koridorlardan geçerken herkes, bilhassa talebe bana bakıyordu. Hattâ Mithat Bey
birkaç meraklıya izahat verdi.
Bahçeye çıktık ve biraz oturduk. Arkadaşım, hastalığa dair doktora birçok şeyler
soruyordu.
Ben biraz açılmıştım. Günün ilk tebessümü bahçede oldu. Bu, arkadaşıma ve
doktora kahkahalı bir neş'e verdi. Istıraplarımı benimle beraber yaşamış
olduklarını bundan anladım ve teselli buldum.
Fakat doktorun neş'esi çabuk kaybolmuştu. Düşünceli duruyordu. Benim de içimde
korkular büyü-yordu ve doktora kuvvetli teselliler isteyen sualler sorduğum
halde, zayıf vaitlerden başka bir cevap alamıyordum.
Bir Düstur
"Az üftıit edip, çok elde etmek."
Evimiz birdenbire kalabalıklaştı.
Dostlar, komşular ve akraba gelip gidiyordu. Ben minderde uzanmıştım ve mukadder
suallere verilmek için ezberlediğim cevabı her gelene, her sorana tekrar
ediyordum.
Bir ferdin ıstırabı etafında uyanan içtimaî alâka beni teselli ediyordu.
Büyük bir askerî hastahanede çalışan bir hastaba- | kıçı kadın ahbabımız bile
muntazaman her gün uğruyor, pansumanlarımı yapıyor, harp yüzünden pahalıla-şan
pamuk ve gaz bezi gibi şeyleri hastahaneden getiriyordu.
Beni bir gün çalıştığı o hastahaneye götürdü ve bir Alman operatörüne gösterdi.
Karanlık bir seririyatta alelacele dizime bakan bu Alman, yanlış bir teşhis
koydu. Aynı hastahanede başka bir genç Türk doktoru, hastalığıma çok alâka
gösterdi ve yeni bir tedavi ile, Türkiye'de bulunmayan bir ilâcı mafsala
zerkede-rek beni kurtaracağını söyledi. Yirmi gün bu doktora inandım ve mafsala
sokulan demir borular içinde ilâcın sıkılmasına baygınlıklar geçirerek dayandım.
Aile, akraba, arkadaşlar, beni her gün en büyük operatörlere götürüyorlardı.
Halbuki bu mütehassıslar hep, beni yedi senedenberi, kaç kere görmüşlerdi,
hepsi:
- Aman bu bacak ne hale gelmiş?
Diye şaşıyorlardı. Muhitimin telâşından anlıyordum ki, hastalığımda bana
söylenmeyen bir tehlike var.
Hatta gene akrabamdan münevver ve zeki bir adam bana dedi ki:
- Sen bu hastalıktan manen rahat etmek istiyorsan, bacağının tamamiyle
kesilmesine kadar her felâketi göze al. Ne kurtarırsan seni memnun eder.
Ve bana Goethe'nin bir safsatasını telkine çalıştı. "Az ümit edip çok elde etmek
hayatın hakikî sırrıdır."
- Beni manen büyük bir felâkete mi hazırlıyorsunuz? Bir şey mi biliyorsunuz?
Şüphemi arttıran zayıf bir inkâr ile cevap verdi:
- Yo... Hayır... Sana, ruhî mekanizmanı idare edebilmek için âdeta riyazî bir
düstur veriyorum.
- Bacağımın tamamiyle kesilmesi ihtimali olabilir mi?
- Herşey mümkündür. Hattâ senin değil, benim bacağımın bile yarın herhangi bir
arıza ile kesilmesi mümkündür.
Ancak bu türlü mantık oyunlariyle teselli bulma-
yacak kadar, hastalığın bana verdiği acı derslerle gözüm açılmıştı.
Günlerim endişe içinde geçiyordu ve ameliyata hazırlanmak için bünyemi
kuvvetlendirmeye çalışıyordum.
Üçüncü Halet
Ümitten, aşktan ve tembellikten mürekkep bir hararet.
İçinde hafif bir kemik ağrısının duman gibi gezindiği yarım karanlık, yarım
şuurlu, birbirlerini gayet ehemmiyetsiz bir münasebetle takip eden, hepsi gerçek
ve hepsi abes birtakım hayaller; uyku ile uyanıklık arasındaki ayırıcı perdeyi
fasılasız dalgalandıran ve ruhun bir yarımını rüyada eriterek öteki yarımını
hakikatle temas ettiren üçüncü bir halet.
Mehtaplı bir denize dalan adamın suyun içinde göz kapaklarım yalayan garip
ışıklar, kulağını dolduran garip uğultular... Bunların arasında Nüzhet'in bin
şekilde görünüşleri.
Bazı gayet açık hatırlanacak ve kâğıda yazılacak kadar berrak, muntazam, fakat
söyleyeni de, dinleyeni de meçhul cümleler; bazı da rüzgârda savruluyormuş gibi
bu kelimelerin birbirinin altından, üstünden sıçrayarak, uçuşarak, boşlukta
hızla dönmeleri.
Sonra Nüzhet'in vücudu meydanda olmadığı halde, yalnız kokusunun ve sesinin
beşerî bir şekil alması, meçhul unsurlarla mücadeleler, şekilsiz uçurumlar
içinde yükselip düşüşler. Bazı bir isteğin gerçekleşmesi. Yaprakları servi kadar
yüksek bir bağda, siyah-yeşil bir gölgelikte Nüzhet'le kucaklaşarak yerde
uzanmak
ve Nüzhet'in kulağımın dışından değil, içinden gelen sesi ve aydınlık bir
konuşma:
- Berlin'e ne vakit gideceksin, Nüzhet?
- Bu gece sabaha karşı. Çünkü bu gece gitmezsem, altı sene tren yok.
Sonra bütün bir hayatın dağınık unsurları, birbiriyle alâkasız, hastahane
âletleri, sedyeler, bahçıvanın kazması, bir borazan, arkadaşımın hayretle açılan
gözleri; ve bir gözünün büyüyerek bir bardak suya istihalesi... Bir kemik
üstünde testere, bir haykırış, cam sesleri, alelade bir cümlenin bir tabur insan
tarafından söylenişi gibi bir harıltı.
Ve bütün bunların arasında, bazı bir duman gibi hafif, bazı da yuvarlak bir
cisim gibi sert, gezinen arada bir şiddetlenen kemik ağrısı. Dudaklarımda
Nüzhet'in dudaklarının tadı.
Ve en garibi, gözlerimi açıp uyandığıma emin olduğum halde, kendimi
Erenköyü'ndeki odada yatıyorum zannetmem. İşte başımın ucunda dolap, şamdan.
İşte oda kapısını görüyorum, gayet sarih.
Hattâ rüyada olup olmadığımdan şüphe edecek kadar da zekâm var, hattâ bu şüphe
ile beş hassamı tecrübe ediyorum: Gözlerimi açıp kapıyorum (hep aynı oda). Kulak
veriyorum. (Erenköy mırıldanıyor.) Yorganımı tutuyorum, yutkunuyorum,
kokluyorum.
Ve kapı açılıyor, Nüzhet koynuma giriyor. Beni öpüyor, ağlıyor, teminat veriyor.
Şüphe ediyorum, yatağın içinde oturuyoruz, başımı dizine koyuyorum, okşuyor,
okşuyor.
Fakat omuzuma bir el dokunuyor. Gözümü açıyorum ve kendimi evimdeki odamda
görüyorum, karşımda doktor Mithat. Bunu rüyamda zannediyorum, haki-kata
inanmıyorum, gözlerimi derhal kapıyor ve kendimi Erenköyü'ndeki köşkte
buluyorum. Fakat Nüzhet kaybolmuş.
Omuzumdan sarsıyorlar, kulağımda bir ses:
- Benim, ben, Mithat...
Gözlerimi iyice açıyorum ve evimde olduğumu görünce içimi bir keder basıyor;
hele doktor Mithat'ı görmek bana bütün felâketlerimi hatırlatıyor, teessürümü
gizleyemiyorum, doktor bundan alınmış görünüyor.
* * *
- Kalkınız! Dokuz vapurunu kaçırmayalım, sonra operatörü bulamayız. Bugün en
müsait gün. Kalabalık yok. Sizi iyi muayene eder.
Kımıldanmak istemiyorum. Yatağımın harareti, ümitten, aşktan ve tembellikten
mürekkepmiş gibi vücudumu çekiyor.
Doktorun elinde saat.
Telâşını bana göstermek için mübalâğalı bir asabiyetle dolaşıyor, kalkmaya razı
olduğumu anlayarak dışarı çıkıyor. •
Kalkıyorum.
Yağmurlu gün.
Ve gayr-ı şuurumdan kapalı bir telgraf, açmaya korkuyorum, günümün nasıl
geçeceğini düşünmüyorum.
Dizimin ağrısı, beni o anın hayatı içine sokuyor.
Mısralar
Hep samt ü râşe saklı...
Haydarpaşa'ya kadar giderken arabadan vapura, vapurdan arabaya binmek bile beni
son derece yor-
muştu. Bacağım çok ağrıyordu. Fakültede operatörü bulamadık. Henüz gelmemişti,
beklemek lâzımdı. İkinci hariciye polikliniğinin önü hastalarla dolu, oturacak
bir yer yok.
Bahçeye çıktık. Ben bir duvar dibinde kalasların üstüne oturdum. Mithat Bey,
mektepte işleri olduğu için beni bir müddet yalnız bıraktı.
Dermansız, bitik, baygın bir halde idim. Başım dönüyor, gözlerim kararıyordu.
Fakat büyük kapıya bakıyor, operatörün gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum.
Mithat Bey de görünmüyordu. Bütün vücudum titriyordu. Bir yere uzanıp
dinlenmezsem kalasların üzerinde bayılacağımı sanıyordum. Büyük kapıdan üç kişi
girdi. Konuşarak yürüyorlardı. Ortadakini operatöre benzettim ve ayağa kalktım.
Titreyerek yolları üstünde durdum. Gözlerim kararıyordu. Elimde tuttuğu röntgen
camlan kutusunu uzatarak ölgün bir sesle:
- Camlar hazır!... Geldim! dedim.
Üç adam hayretle bana baktılar. Ortadaki:
- Ne camlan? diye sordu.
- Röntgen.
- Bir yanlışınız olacak, ben ...
O zaman, göz karartılarım arasında farkedebildim ki bu adam operatör değildir.
Büyük bir utançla geri çekildim, pavyonun duvarına kadar gittim, arkamı taşlara
dayadım. Üç adam bana dönüp dönüp bakarak uzaklaştılar.
Titriyordum, bayılmamak için yumraklarımı sıkıyor, dudaklarımı ısırıyor, mevziî
tenebbühlerle canlanmaya çalışıyordum.
Karşımda küçük bir vadinin arkasında karanlık bir saha görünüyordu. Servilikler,
Haydarpaşa mezarlığı.
Sabah güneşinin parlattığı renkli bir boşluk ortasında kapkara, donuk ve geceden
kurtulmamış bir ta-
biat parçası gibi duran mezarlığa arasıra gözlerim kayıyordu ve acı
sergüzeştimle bu manzara arasında gayri ihtiyarî bir münasebet tesis ederek
ürperiyordum.
O günlerde beynime Fikret'in bazı mısraları da-danmıştı; ümitsiz anlarımda, bu
mısralar, benim iradem haricinde, kendi kendilerine yaşıyor ve ses veriyorlardı;
onların bu şairane tasallutu, herhangi bir mü-rahikin iptidaî
"Sentimentalite"sinden ziyade, hakikî ıstıraplarla dolu bir ruhî zemin
bulabilmelerindendi.
O mısralar gene içimde canlandılar ve ses vermeye başladılar:
Hep samt ü râşe saklı bu vâdi-i muzlimin Her hatvesinde şüpheli bir hufre, bir
kemîn Hep samt ü râşe... Kaynaşıyor canlı gölgeler Bir mahşer-i cünun gibi
pürcûş u bihaber.
I'll
Gidip tekrar kalasların üstüne oturdum. Artık bü- ;¦! yük kapıya bakmaktan
utanç ve korku duyuyordum. Başımı avuçlarımın içine aldım. .
\
Denizde, dalgalar arasında boğulacağını anladıktan sonra hiçbir hareket
yapmayarak kendilerini suya salıverenler ve felâketi bir an evvel isteyenler
gibi kendimi bırakmıştım. Bir şey ümit etmemenin rahatlığın- s dan başka
barınacak ruhî bir köşem kalmamıştı.
Artık hiçbir şey tahmin etmiyor, hiçbir şey beklemiyordum.
Hep samt ü râşe saklı bu vâdi-i muzlimin
Her
hatvesinde... ;:.:',,• ;¦. :
- Vah, vah, vah! dedi Mithat Beyin sesi. Başımı kaldırınca onun karşımda büyük
sürle durduğunu gördüm.
& tees-
- Sizi çok beklettim. Kimbilir ne kadar yoruldunuz. Aman kalkınız, kalkınız,
içeri girelim.
Hariciye koğuşuna girdik, polikliniğin önünde hastalar azalmıştı. Doktor bana
bir sandalya ve su getirtti.
Operatör gelmiş ve yukarıda ameliyat yapıyormuş. Hademe dedi ki:
- Zavallı... O dârülmuallimînli genç yok mu?.. Onun bacağı kesiliyor.
Bu korkunç tesadüf beni bitirdi. Mithat Bey de bu haberin bendeki tesiriyle
mücadele edemeyecek kadar zayıftı.
Epey bekledik.
Ameliyatın bittiği haberi verilince evvelâ Mithat Bey yukarı çıktı, operatörü
gördü, sonra bana gelerek:
- Haydi yukarı çıkalım, orada muayene olacaksınız! dedi.
.İki basamaktan fazla çıkamadım. Hademe ile doktor kollarıma girdiler.
Ameliyathanenin önündeki sofaya çıktık.
Ameliyathanenin iki kapısı da ardına kadar açıktı ve eşikte tekerlekli bir hasta
arabası duruyordu.
İçinde baygın yatan bembeyaz yüzlü dârülmualli-mînliyi gördüm. Artık bacağını
tamamiyle kaybetmiş bulunuyordu; ve henüz ayılmadığı için bu felâketten şimdilik
haberi yoktu.
¦ > o\ , Felâket Tebliği "
Son karara
Ameliyathaneye girdik. v».
Türlü türlü kimyevî maddelerin bât bol harcanma-
sından gelen ağır koku ve yapışkan, kokmuş bir sıcaklık.
Yerde kanlı pamuklar ve dağınıklık.
Operatörden başka herkesin, hastabakıcıların, asistanların yüzlerinde biraz
evvel iştirak ettikleri facianın dehşeti.
Bir sandalyaya oturtuldum ve camları operatöre uzattım. Kendi kendime soyunacak
dermanım yoktu. Soydular, sargıyı çözmeye başladılar. Hâlâ şiddetli ağrılar.
Operatör camları ışığa tutarak tetkike başladı.
"Püü...", "Cık, cık, cık...", "Vay, vay" gibi hep bedbin sesler, heceler
mırıldanıyordu.
Dizim çözülünce bir pensle, sargıyı, pamuğu yukarı kaldırarak bir göz attıktan
sonra yaralara eğildi. Bir saniyeden fazla bakmadan doğruldu. Gözleri evvelâ
yüzümde, vücudumda gezindi, nihayet gözlerimde durdu.
Gözlerimin içine bakıyor ve hiç bir şey söylemiyordu. Şiddetle titremeye
başladım. Söyleyeceği mühim şeylerin vehametini evvelâ gözleriyle haber
verdiğini anlıyordum.
Ağır bir sesle sordu:
- Kaç senedir çekiyorsunuz? \ - Yedi.
Mithat Beyin ve etrafındakilerin yüzüne baktı; gözlerinde korkunç bir şey
seziyordum.
- Bu illetten bıkmadınız mı? diye sordu.
Suali çok manâsız bulduğum için yüzüne hayretle baktım, devam etti:
- Harap oluyorsunuz. Korkarım ki bütün hayatınız tehlikeye girecek... Bu illete
bir nihayet verelim. Bu bacağı tamamiyle feda edeceksiniz, başka çare yok.
Yüzümde nasıl bir değişme görmüş olacak ki telâşla ilâve etti:
- Harp bitince bir güzel takma bacak yaptırırsınız, rahat rahat...
Daha fazla duyamadım.
Arkamda duran birinin kolları arasına düşüvermişim.
Kuvvetli bir eter kokusu içinde ayıldığını vakit, kendimi ameliyat masasına
uzatılmış buldum.
Mithat Bey ıslak elleriyle alnımı okşuyordu.
Ameliyathaneyi görmemek için gözlerimi kapadım. Dizimi sarıyorlardı.
Pansuman bittikten sonra masadan indim ve kaç-" mak için bana gelen yeni bir
kuvvetle, adetâ koşarak dışarı çıktım.
Mithat Bey:
- Aman dikkat! Bu asabiyet iyi değil! Siz metin çocuksunuz! diyordu.
Bahçeye kadar hızlı yürüdüm.
Keskin bir öğle güneşi yüzüme vurdu. Gözlerim, içine soğan suyu kaçmış gibi
yandı ve kamaştı.
Mithat Bey beni kendi odasına götürdü, istirahat ettirmek istemişti.
- Aman bir araba! Artık ben burada duramam. Dedim ve boğazımı tıkayan
hıçkırıkları zaptetmek
için yutkundum.
Galeyan
Kendi
ölümünden daha dehşetli
bir ölüm.
Son günlerde etrafımı çeviren, küçük hassas cemiyetin galeyanı. Annemin
gözyaşları. En uzak arkadaş-
larımm ziyaretleri. Ümitler. Akrabada telâş (Fakat Erenköyü'nün felâketten
haberi yok; ve duymasını istemiyordum). Adalar'dan ve Boğaziçi'nden mektuplar.
Herkeste bir tavsiye illeti: Filân operatörün ihtisası. Doktor Mithat'ın
faaliyeti, bir çok operatörlere müracaatı.
Bizim sofa da galeyanda. Her gün dolup boşanıyor, sandalyalar mütemadiyen yer
değiştiriyorlar.
Ben minderin üstünde arka üstü yatıyorum; etrafımın telâşını seyrederken kendimi
unutuyorum. Hattâ bazı kendimi hepsinden fazla sakin buluyorum, fakat bu
kalabalıklar dağılıp da felâketimle başbaşa kalınca; dehşet. Vücudumun büyük bir
parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar
geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha
dehşetli buluyorum.
Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken,
dakikalarca, mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı
şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor, şahsiyet
saljibi oluyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş gibi,
endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan
sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı?
Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik
üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül
etmekten daima kaçtığım bu korkunç tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime
musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum.
Ameliyattan sonraki halimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun
boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı anlamıyorum, bir diş çektirdikten
sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı zannedildiği halde,
ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş dönmesine nasıl alışılır?
Harp tebliğlerinde yaralı sayılarını okurken, hep kanlı maceraları benimkine
benzeyen b 'nleree insanları düşünüyorum. Fakat bu beni hiç teselli etmiyor;
hattâ hasta uzvumun bir obüs parçasiyle kopup gitmesini tercih ediyorum.
Nüzhet'in hayali bütün bu düşüncelerimden bir saniye ayrılmıyor; hep kendimi
ameliyattan sonra ve Nüzhet'in karşısında görüyor, onun manzaram karşısındaki
hislerini tahlil etmeye muvaffak olmadan başımı silkeliyor, yahut yerimden
kalkıyor, yahut inliyor, . yahut birini çağırıyor ve bu hayalden kaçıyorum.
Fakat o beni kovalıyor. Ruhumun en kalabalık anlarında bile, yığınları itip
dürterek sivriliyor ve şuurumu kaplıyor, ter içinde kalkıyorum. Bazan bu işkence
içinde bunaldığımı anlayan etrafımdaki insanların, bana haykıran bir merhametle
baktıklarını görüyorum.
Feci karardan sonra bana bakan gözlerin hepsi ne kadar derinleşti. Bütün bu
gözlerde ruhumun akislerini görüyorum, hepsi tâ içime bakıyorlar ve içimi
aksettiren birer küçük ayna gibi esrarlı bir karanlık, parıltıyla kamaşıyor,
oyuluyor, derinleşiyorlar.
Bazıları da var ki büyük mahkûmiyetimi zaviyelerine sığdırmak için, hayretle
kavsini aşan kaşlar altın- . da büyüyor, katılaşıyor, aptallaşıyor,
kırpışmıyor, gözlerimi yakalayan yapışkan bir parıltıyla yüzüme baka-kalıyorlar.
Bazıları benim gözlerime intibak ediyorlar; benim gözlerim kırpıldıkça,
yumuldukça, büyüyüp küçüldükçe onlar da aynı hareketi yapıyorlar ve etraftaki
sinirlerle adalelerin en ince kıvrılışlarına kadar hepsini taklit ediyorlar.
Nüzhet'in gözlerini merak ediyorum (fakat haber
almasını istemiyorum) felâketlerimi bir kurutma kâğıdı gibi içeceğini tahayyül
ettiğim bu gözlerin içine kim-bilir ne kuvvetli bir tecessüsle bakacağım (fakat
göz göze gelmeye katlanamam, bilmesini istemiyorum). Ve yaşardıklarını görmek!
Bunu tahayyül ederken benim gözlerim yaşarıyor.
j Çocukların Hastahanesinde
Tabiatın tehdidi.
Bu sefer demir parmaklıklı kapıdan bahçeye girerken, Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna
doğru, ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürken, camlı kapıların garip bir
beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışık yuvarlanan parıltıları
arasında o dehlize girerken, yalnız değilim.
Yanımda Mithat Bey ve arkadaşım var. Bu sefer polikliniğin önünde beklemiyorum,
dosdoğru operatörün odasına giriyoruz.
Koltuğa uzandım. Operatör ajneliyattan çıkıp gelecek. Son ümit. Bacağımın en son
vaziyetini görmeyen bir o kalmıştı.
Fakat ümidim çok zayıf.
Mithat Bey ve arkadaşım susuyorlar.
Ben yedi yıllık hastalık hayatımın birçok zamanlarını geçirdiğim ve havasında
kendime ait bir çok şey bulduğum bu odayı seyrediyorum. Kaç kere bu koltukta
uzanıp dinlenmiştim.
İki sene evvel, küçük bir ameliyattan sonra, gene burada uzanmıştım, gene aynı
yerde duran şu yazı masasında operatör, deftere bir şeyler yazıyor ve benimle
şakalaşıyordu:
- Sen izci misin? Bu metaneti nereden öğrendin? Bak, bacağın iyi olsun, futbol
oynayacaksın! Fakat oy-namasan daha iyi. Hastalık tamamiyle geçse bile o bacağı
yorma!
- Ben futbol sevmem.
- Ha... Sen roman okumayı seviyorsun. Fakat onu da okuma, heyecan senin için iyi
değil. Sinirlerine dikkat et. El işleriyle meşgul ol.
O zaman bu tavsiyelerinden dolayı operatörü soğuk bulmuştum; mizacıma zıt
ihtarlar yapan doktorlara kızıyordum bile: Hepsinde aynı kusuru buluyordum:
Tedavilerinde hastanın psikolojisine yer vermemek.
Fakat keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet'in aşkı kadar
yormazdı.
Operatör içeri girdi.
Beni görür görmez durdu:
- Ne o? Bu ne hal?
-Aynı suali yanımdakilere de sorar gibi etrafına bakındı, sonra bana doğru
koştu:
- Ne oldu? Ne zayıflık böyle bu?
Bana vekâlet etmesi için Mithat Bey'e baktım. O, her şeyi anlattı. Operatör
arada bir yüzüme bakarak Mithat Beyi dinliyordu. Hayret içinde:
- Kalk! dedi bana, içeri girelim, bakalım...
Kalkışıma ve yürüyüşüme de dikkat ediyordu.
Muayene odasında, röntgen camlarına, dizime yarım saat kadar baktı. Bir derin
nefes bıraktı. Ellerini temizleyinceye kadar bir kelime söylemedi. Sonra
karşımıza geldi. Kollarını kavuşturdu, omuzlarını tevekkülle öne doğru
bırakırken, kaşlarını çatarak, dağılmak üzere olan kuvvetlerini topladı. Ümidin
ve enerjinin bu medd-ü-cezrinden söyleyeceğini tahmine çalışıyordum.
Başını salladı ve Mithat Bey'e döndü:
- Azizim doktor! Verdikleri karar doğrudur. Dizi de, camları da görüyorsunuz.
"Perioste"lar harap. Mafsal harap. "Osteoperiostite" "Osteite" herşey var.
Neresini kazıyalım? Bu ifrazattan korkulur. Baksana hasta ne hâle gelmiş... Sen
bu mel'un basili bilirsin.
Operatör yüzüme baktı.
- Fakat, dedi, "Amputation'lar bence tababete dahil bir iş değildir, bunu
kasaplar da yaparlar ve bir balta vuruşta bir uzvu uçururlar. Biz, biraz
tendürdiyot süreriz ve biraz da kloroformla hastayı uyuturuz. Farkı budur.
Doktorluk, bu bacağı ve bu gençliği kurtarmaktır. Kendisine sorun, bu
hastahanede aylarca kalırsa, üç beş ameliyata dayanırsa kurtarmaya çalışırız,
yoksa...
- Dayanırım! diye bağırdım.
- Mesele yoktur, dedi. Dokuzuncu Hariciye'de ya-rm bir odamız boşalıyor, gelsin.
Mithat Bey:
- Kendisine söyleyiniz! dedi. Bana şüphe ile bakıyordu.
Operatör, tehditkâr başını salladı.
- Bu sefer gelir o! Benim ihtarlarıma kulak asmaz ama bu sefer tababet değil,
tabiat onu doğrudan doğruya tehdit ediyor. Hasta bu dili daha iyi anlar. Bir ay
evvel sözümü dinleseydi başına bu felâket gelmeyecekti. .,.,....
I
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Gidiniz,
diniz. A'..'
y istemiyorum, gi-
KOĞUŞTAKİ odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı
muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir rob-döşambr;
kolları uzun geldiği için kendimi bu robdö-şambr içerisinde de yadırgıyorum.
Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı
bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden
uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.
Odadan gündüz ışığıyla beraber bana ait her şey çekiliyor: Evime ait hatıralar,
kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, bir çok şekiller, hayatımın parçaları,
Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın
gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk.
Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum
karartılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler
gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu.
Kapım kapalı. Açmak istemiyorum. Açarsam has-
tahanenin benim için hazırladığı felâketlerin hepsi birden içeri girecek
sanıyorum.
Karanlık bastı. Elektrik düğmesini çevirdim. Gayet zayıf bir ışık. Ancak odanın
büyük çizgilerini görebiliyorum. Teferruat sarı bir belirsizlik içinde bulanı-
yor.
Kapıma vuruldu.
- Giriniz!...
Işıklı dehlizin soluk çerçevesi önünde bir kadın. Bembeyaz bir gömleğin üstünde
esmer bir baş. Siyah kaşlar, yuvarlak ve kabarık, akları parlayan, oyuklarına
mıhlı, sabit, katı gözler:
- Yemeğiniz şimdi gelecek. Çekildi. Yemek. Tiksinti.
Biraz sonra yemeğim geldi. Yaklaşıp bakmadım bile.
Zaman yürümüyor, dakikalar korkunç bir sıkıntı içinde uzuyorlar, hattâ
dağılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir çeyrek saat olamıyorlar.
Aylar -kimbilir ne ıstırablı aylar- geçireceğim yatağıma büyük bir korku içinde
bakıybrum. Yorgana elimi süremiyorum, yalnız kenarına ilişip, geçici bir zaman
içinmiş gibi oturuyorum. Bütün yataktan garip bir koku, hastahane kokularının
terkibine dahil bir unsurun kokusu yükseliyor. Galiba buhar.
Derhal büyük mesafeleri, çayırları, dağ başlarını özlüyorum: Nasıl olursa olsun
bir hareket, bir şey istiyorum.
Hafızam kapalı.
Bazı hiçbir şey hatırlayamıyorum. Hattâ, kulaklarım bile tıkandı. Göğsümde
müthiş bir tazyik var.
Bağırmak arzuları gelip gidiyor.
Yudum yudum su içiyorum. : Kapı tekrar açıldı.
Aynı kadın.
Tepsiyi almak için yaklaşınca, yüzüme, beni hiç anlamayan, varlığımı inkâr eden
gözlerle baktı.
Niçin yemediğimi soruyor. İhtimal benim garabetim karşısında değişen gayri
beşerî bir ses, çatlak ve topraklı bir ses. Hiçbir şey izah etmeyen garip bir
cevap mırıldanıyorum.
Çıkıyor.
Dehlizde fısıltılar.
Yumuşak muşambalarda terlikli ayak sürtünüşle-
ri
Uzak koğuşlardan ince haykırışlar geliyor. Türkü mü? Istıraplı bir çığlık mı?
İçimde her an artan bir hayretle gözlerimin irileş-tiğini hissediyorum. Sanki
her saniye etrafımda tabi-atüstü bir âlem doğuyor.
Geceyi bu odada geçireceğime inanmıyorum.
Beni burada zaptedecek kuvvetle mücadele ihtirasına gebeyim. Ruhumda büyük bir
hazırlığın kımıldanmaları başlıyor.
Duvarda bir elektrik zili düğmesi gördüm, bir hareket yapmak iştiyakiyle düğmeye
bastım.
Aynı kadın geldi.
Eşikte duruyor ve emri bekliyor.
Yüzüne bakıyorum ve hiçbir şey söyleyemiyorum.
Duruyor: Gözlerinin akları parlayarak, hiç kımıldanmadan.
Ağzı açıldı ve gözleri büyüdü.
Hortlak!
- Gidiniz, bir şey istemiyorum, gidiniz!
Duvarlar
Galip duvarlar uzaklaşıyorlar.
Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz, dimdik duvarlar.
Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası girmesin. Hep ve
yalnız onları görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor.
Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyor ve korkak, yumuşak bakışlarıma
kaskatı çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler. Başım döndü.
Deniz gibi yayılıyor ve beni çeviriyorlar. Serinliklerini hissediyorum. Denizde,
çıplak vücudumu saran dalgaların birdenbire taş kesilmeleri gibi, duvarları
giyiyorum.
Hiç kımıldamıyorlar.
Bütün bu hastahanenin sessiz, hareketsiz, soğuk, bomboş anlarını onlar
doğuruyorlar.
Gözlerimi, onlardan kaçırmak için, yastığa da kapatamıyorum. Arkama
uzanacaklarını, üstüme abanacaklarını sanıyorum.
Ve onlara mütemadiyen bakıyorum. İçime serin mavilikler doluyor, ruhlarını iyice
gizleyen korkunç ve tehditkâr mahlûklar. Şuurları varmış gibi duruyorlar ve her
an büyük bir felâket yapmaya hazırlandıkları halde, avlarının korkusiyle
eğlenmek için maksatlarının icrasını tehir ediyormuş gibi duruyorlar, Allah
gibi, kuvvetini göstermeden kuvvetli duruyorlar.
Onlarla mücadele ederek vakit geçiriyorum, fakat onlar donmuş avuçlariyle zamanı
da yakalıyorlar, durduruyorlar ve hayatımın serbest akışına mâni oluyorlar.
Kanım soğuyor. Kireçleniyorum.
Birçok defa elektrik ziline basmak istediğim halde kımıldanamıyorum.
Biraz yürürsem, onların bana doğru geldiklerini görerek geri çekiliyorum.
Nihayet düğmeye bastım. Çarpıntı ile bekliyorum. Gözlerim kapının topuzunda.
Gelmiyorlar.
Tekrar düğmeye bastım. Gene bekliyorum. , Gelmiyorlar.
Göğsümde müthiş bir baskı. Boylu boyunca bir duvarın altına uzanıp kalmışım gibi
hava alamıyorum, kollarımdan ve bacaklarımdan hayat çekiliyor.
Yatağa arka üstü uzanıyorum.
O vakit bir çığlık duyuyorum. Keskin, uzun, acı bir haykırış. Hayretle
doğruluyorum. Kim bağırdı?
Etrafımda bir kalabalık, bütün hastahane adamları.
Oh... Fakat ben rahatlıyorum, ben de öyle bağırmak istiyorum, ancak birdenbire
etrafımda herşey sönüyor, galip duvarlar uzaklaşıyorlar. Başımı siyah bir boşluk
kaplıyor.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 5
  • Parts
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 1
    Total number of words is 4058
    Total number of unique words is 2152
    28.3 of words are in the 2000 most common words
    43.4 of words are in the 5000 most common words
    50.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 2
    Total number of words is 4170
    Total number of unique words is 2098
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    44.9 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 3
    Total number of words is 4131
    Total number of unique words is 2121
    29.9 of words are in the 2000 most common words
    44.3 of words are in the 5000 most common words
    51.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 4
    Total number of words is 3925
    Total number of unique words is 2198
    27.2 of words are in the 2000 most common words
    39.5 of words are in the 5000 most common words
    46.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 5
    Total number of words is 1894
    Total number of unique words is 1140
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.