Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 2
Total number of words is 4170
Total number of unique words is 2098
31.9 of words are in the 2000 most common words
44.9 of words are in the 5000 most common words
52.1 of words are in the 8000 most common words
o, ben kan, cerahat, irin, ciddi adam, mahzun çocuk sevmem. Ben mes'ut olmak
isterim.
Bir Genç Kız Ne İster?
Mes'ut olmak ister.
Elbette bir genç kız mes'ut olmak ister.
Bu kadar basit bir şeyi kendi kendime anlatmaya çalışıyordum. Uyku ile uyanıklık
arasındaki hayallerim içinde sendeleyen mantığım, hep bu neticeye geldiği halde,
kani olmamış gibi, yeniden mukakemeye başlıyorum.
Ansızın inanılmayacak bir ses işittim: Oda kapıma vuruluyor. İnanmadım ve iyice
kulak verdim, doğru.
- Kim o? Diye seslendim, hafifçe:
- Benim. Uyudun mu? Gireyim mi? Nüzhet! Gece yarısı Nüzhet! "Gir" diyemedim. Bir
daha sordu.
- Gireyim mi?
Yatağımın içinde hayretle dimdik:
- Gir! Dedim, girdi.
Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları, terlik içinde, çıplak.
Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana
bakarak bir kahkaha attı.
Ona bu geceki kadar hayretle bakmamıştım. Vücudundan başka kendisine hiçbir
tarafı benzemiyordu. Hattâ o bile başkalaşmış: Kumral saçları açık sarı gibi.
Elâ gözleri -ve canlı, hareketli gözler- simsiyah ve hareketsiz. Oynak başı
kımıldamıyor ve mum ışığının sallantıları içinde uzanıp kısalıyor. Fakat
yaklaştıkça vücudu o kadar büyüyor ki gözlerimi kaplıyor, odada ondan başka bir
şey göremiyorum ve onu da tamamiyle göremiyorum.
Bir kahkaha daha attı.
- Ayol... Nedir bu hayret? Bir kaçamak yapıp geldim... Uyuyamadım.
Karyolama oturdu.
Hayretimin üstüne binen sevincimi taşıyamayacak bir hale geldim.
- Korkma! Hepsi uyuyor!... Periler bile duymadı geldiğimi...
Derhal Nüzhet'in odası ile annesinin ve babasının yattıkları oda arasındaki
mesafeyi ve tehlikenin haritasını zihnimde ölçtüm.
Biraz rahatladım.
Sık sık nefes alıyordu. Biraz açılan şalının önünde, o âna kadar bu derece
olgunlaşmış olduğunu esvapla-
rınm üstünden anlayamadığım göğsünü gördüm ve yepyeni bir Nüzhet keşfettim.
Yanımda bir başka insan.
Baktığımı görünce göğsünü kapadı:
- Uyuyamadım, dedi.
- Ben de uyuyamadım.
- Sen niçin uyuyamadm?
- Sen niçin uyuyamadm?
- Ben bir şeyler düşündüm.
- Ben de bir şeyler düşündüm.
- Sen ne düşündün?
- Sen ne düşündün? Nüzhet'in bir kahkahası daha.
- Böyle giderse sabaha kadar konuşamayız, dedi.
Nadir fırsatlarda olduğu gibi, Nüzhet'e karşı istihza duyabiliyordum. Fakat
arada bir vücudunun hareketleriyle bu istihzamı arzuya kalbediyor ve
öldürüyordu.
Benim istihzamla onun açılıp kapanan şalı arasındaki sessiz mücadeleye devam
ederek konuşmaya başladık.
- Ben bu adamı düşünüyordum, dedi.
- Hangisi o?
- İşte... O doktor Ragıp mı nedir? Hani beni isteyen adam.
- Ey?...
- Ben onunla evlenirsem ne olur? diye düşündüm.
- Ne mi olur?... Bilmem?
Bunu gayet tabiî ve kayıtsız söylemeye çalışmıştım; hattâ alâkamı gizlemek için
yastığımın altındaki mendilimi aramakla meşgul görünüyor, mendil bir iki defa
elime geçtiği halde bulamamış gibi yapıyordum. Susmaya mecbur oldu.
Ruhumun üstünde bir ağırlık duymaya başladım.
İçimde, Nüzhet'in "Ne mi olur?" sualine türlü türlü cevaplar sıralanıyordu.
Fakat zannediyorum ki, bunları ne kadar gizlemeye çalışırsam çalışayım, Nüzhet
hepsini anlıyor. Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır, söylemek de faydasız; bu
iki şeyden başka bir şey yapamayacağım için bunalıyorum. Artık mendili de bulmuş
olduğum için azabımı ötecek herhangi bir hareket bahanesinden de mahrumdum.
Nüzhet beni kurtarmaya çalıştı:
- Peki... Sen söyle... Ne düşünüyordun?
- Birçok şeyler... -Ne gibi?
- Birçok... Anlatamam... Kısa kısa, başka başka, birçok şeyler...
Artık sesimi idare edemiyordum. İrademle bütün alâkasını kesen bu ses, kendimden
bile gizlediğim derin bazı heyecanlarımı ele veriyor, beni bile hayrete
düşürüyordu... Sustum ve gözlerimi de önüme eğerek saklamaya çalıştım. Bu
zaafıma da isyan etmek istiyordum.
Artık Nüzhet havaî konuşmak zorunda kaldı:
- Yarın sen erkenden kalkacaksın*değil mi?
- Evet... Sekiz buçuk trenine yetişmeliyim.
- Öyle ise uyumalısm. -Uykum da yok.
- Başını yastığa koy, uyursun. , :
- Zannetmiyorum.
- Uyursun, uyursun. Haydi... Ben seni örterim.
Elini omuzuma koydu ve ısrar etti. Artık merhamete lâyık olduğumu anlamaktan
utanmayacak kadar mukavemetimi ve gururumu kaybetmiştim, teslimiyetin zevki
içinde başımı yastığa koydum.
- Hastalanırsın diye korkuyorum.
Diyerek avucunu alnıma koydu ve saçlarımı okşa-maya başladı. O vakit, içimde
sıkışan duygular için ye-
ni bir mecra keşfettim; eğer bu duygulan o tarafa doğru sevkedebilecek olursam,
yalnız kurtulmakla kalmayacaktım, o anda mes'ut olacaktım.
İçimde bu inkılâp birdenbire oldu, Nüzhet'in kol-„ larını birdenbire tuttum, ve
ona yepyeni gözlerle baktım.
Evvelâ biraz şaştı, sonra beni dikkatle süzerek bir şey düşündü; elâ gözlerinin
bir yandan öte yana şeytanî bir yarım daire çizdiğini gördüm ve daha fazla
cesaretlendim.
Vücudunu kendime doğru çektim, bıraktı, göğsü göğsümün üstüne düştü ve
hararetlerimiz birleşti. İkimizin birden, yahut ikimizden birinin kalbi şiddetle
çarpıyor, Nüzhet'in göğsündeki yaylan oynatıyordu. Bir avucumla başını tuttum ve
başıma doğru çektim.
Dudaklarımız birbirine değer değmez, Nüzhet, elektrikli bir maden parçasını
öpmüş gibi sarsıldı ve bir sıçrayışta ayağa kalktı.
Biraz durdu, göğsünü şişiren derin bir nefes aldı, belki bir şey söylemek
istedi, fakat hiçbir şey söylemeden, hattâ nefesini boşaltmadan geriye döndü,
koştu ve odadan çıktı.
Bir anda hem onu, hem kendimi anlamak ihtiya-ciyle, hareketsiz ve şaşkın
durakladım. Şilte ve yorgan tutuşmuş gibi vücudumu alevler içinde hissediyordum.
Yorganı attım ve yatağın içinde oturdum. İçimde büyük bir boşluk açıldı.
Kalbimin çarpıntısından başka hiçbir şuurum kalmamıştı. Bu derunî boşluğu
doldurmak için etrafa kulak verdim. Erenköy mırıldanıyor. İnce ve hafif böcek :
üsleri, tren düdükleri ve köpek havlamaları, birbirine sarılarak bir ses yumağı
halinde büyüyor, gecenin bir çok derin ve gizli sesleriyle karışıyor, rüzgârlara
bürünüyor, başdöndürücü bir uğultu halinde yükseliyordu.
Birdenbire vücudum gevşedi, omuzlarım düştü.
Başımı yastığa koydum.
Hafif bir titreme. Uyuşukluğa benzer bir uyku istidadı. Hafif dalıp uyanmalar ve
küçük kâbuslar. İsmimi çağırıyorlar gibi. Yatağımın başında fısıldaşmalar,
hayatımla münasebeti olmayan kısa bir rüya. Sonra âni bir uyanıklık, şuursuz
bazı hâtıralar. Dikkatin birdenbire artması. Bir hâdise beklemek. Dizimde hafif
bir sızı. Zorlukla dönüyorum, sağlam dizimi kısıyorum. Bir rahatlık. Gevşiyorum.
Göğsümün üstünde kat kat yelekler çözülüyormuş gibi bir hafifleme var.
Dalıyorum.
Hâlâ Uyuyan Genç Kız '<
Nurefşan'ın suç ortaklığını kabul etmiş oluyordum.
Sabahleyin Paşa beni görmek istemiş. Yatak odasına girdim. Şunları söyledi:
- Hazır Haydarpaşa'ya gidiyorsun, oradan bir arabaya bin, Kadıköyü'ne git, yeni
bir roman al, o dün akşamki roman beni sarmadı, uyuya kalmışım... Sonra
postahaneye gir, annene bir kart yaz ve burada bir ay kadar kalacağını haber
ver. İsterse o da gelsin. Yengenin beklediğini de yaz, hem senin tatilin. Boş
geçirme. Burada havadan istifade edersin.
"Yengen" dediği karısı, ona para çantasını uzattı. Paşa bana bir altm verdi,
bunun yol ve kitap parası olduğunu söyledi.
Güç vaziyetimde beni biraz daha serbest bırakmak için yengemin odadan
çıkmasından da müteessir oldum.
Paşa düşüncemin yolunu değiştirmeye çalışıyor:
- Allahaşkma, oğlum, kitabı alırken baş tarafından biraz oku... Öyle uzun uzun
tasvirler olmasın. Gece o meyhane rüyama girdi. Sen kitap okurken ben romana
rüyada devam ediyordum.
- Benim de rüyama girdi.
- Hastalığından da iyi haberler getir. Gülümseyerek çıktım.
Köşkün bahçesinde Nurefşan yanıma geldi, hiçbir şey sormadığım halde usulca
dedi ki:
- Daha uyanmadı mı?
- Kim? Diye sordum (Anladığım halde).
Nurefşan, anlamayışımdan yahut anlamaz görünüşümden gücenmiş gibi başını önüne
eğdi ve ellerini birbirine sürterek mırıldandı:
- Küçük hanım.
Ben, istediği gülüşü esirgemeyerek bahçeden yola çıktım.
Nurefşan'ın suç ortaklığını kabul etmiş oluyordum.
ZAVALLI YORİK
"Hani senin o güzel kelimelerin,
çılgınlıkların, şarkıların, davetlileri
kahkahalarla boğan şakaların?"
GAYET yüksek bir kapı. Kırmızı bir fener üstünde şu kelimeler: "Yaralılara ilk
yardım."
Bu vait karşısında bana her vakit gelen ürperme ile içeri girdim. Taşlık. Yüksek
tavan. Bütün sesler büyüyor: Ayak sesleri, insan sesleri ve uğultular. Taşlara
sürünen kumlu ayakkabıların çıtırdısı kestane fişekleri gibi ve açılıp kapanan
kapıların gürültüsü top gibi patlıyor.
Hızla girip çıkanlar, ağır ağır ve aranarak yürüyenler, bir köşede bekleyen
askerî elbiseli fakülte talebesi, beyaz gömlekli asistanlar, doktorlar, yanımdan
geçerken bıraktıkları meslekî koku ile kendilerini tanıtan eczacılar,
duvarlardaki cetvelleri okuyan hastalar. Gayet vahim işler etrafındaki sessiz
faaliyet. Burası bir resmî daireye, bir mektebe, bir hastahaneye, bir hamama,
bir mağazaya, bir kışlaya ve bir mabede aynı zamanda benzer.
Benim doktoru buldum. Operatörü beklemek lâzım. Teşrih sınıfında ders
veriyormuş. Bana kaç defa lâboratuvarları, sınıfları, ameliyathaneleri gezdiren
doktor, hastalığa ait herşeye karşı tecessüsümü biliyor.
Teşrihhaneyi görmemiştim. Bu sefer beni oraya götürdü.
Büyük bir odaya girdik. Duvarları boydan boya kaplayan camlı dolaplar, içinde
iskeletler, ortada sıra ' sıra masalar. Üstlerinde örtülere bürünmüş, insan
şeklinde bir şeyler.
Masalardan birine yaklaştık. Doktor örtülerden birini kaldırdı.
Bir ölü. Çırçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut. Sivri yerleri morarmış,
kaburgaları siyahlanarak fırlamış. Adaleler düşük. Kollar ve bacaklar incelmiş.
Bir baca-_ğı uzamış, öteki hafifçe yana kıvrık ve dizi yukarı kalkık. Başı yana
dönük ve masanın kenarına doğru biraz kaymış. Ucu sivri ve etrafı mor bir daire
ile çevrili burun uzamış, şakakları çökmüş ve traşı gelmiş. Alnı çok buruşuk.
Yüzünde de şiddetli nefret ve azap: Hâlâ yaşıyormuş gibi, işkence çekiyormuş
gibi, hâlâ içinde büyük duygular varmış gibi.
Gözlerim öteki masalara gitti. Her örtünün altında böyle bir tane var.
Doktor: "Bu taze bir kadavra, yeni gelmiş." dedi. "Taze" ve "Kadavra"
kelimelerinin garip tezadı beni ürpertti.
Doktor anlatıyordu:
- Bu zavallı, dünyada hiçbir şeyleri olmayan insanlardan... Bunların öldükten
sonra bir mezarları bile yoktur. Fakat, bu, teşrih için iyi bir kadavra. Tepeden
tırnağa kadar adaleleri sayılıyor. Hem yağsız, yavan bir ceset, teşrih bıçağını
yormaz.
Ve doktor birçok fennî tafsilât veriyor.
Artık onu dinleyemez oldum. Bir iki ay evvel okuduğum "Hamlet"in mezarlık
sahnesini hatırladım. Orada, Kralın soytarısı "Yorik"in kafatasmi eline alan
Prens'in sözlerini, bir musiki parçası gibi içimden mırıldandım:
"Heyhat! Zavallı Yorik! Ben onu tanıdım Horatio. Soytarıların en neş'elisiydi:
Velût bir muhayyele. Bin defa beni kollarında gezdirdi; fakat şimdi manzarası
hayalimi dehşetle nasıl dolduruyor! Kalbim nasıl..."
Doktor beni dürttü. Elini örtüye sararak parmağını ölünün ağzına götürdü,
siyahlanmış dudağını biraz sıyırdı:
- Bak! dedi. Dişler!.. Biliyor musun? İnsan öldükten sonra dişlerine bir şey
olmaz, son nefesinde nasılsa öyle kalır. Burada, her ölünün ağzında, hayatında
dişlerine ne kadar itina ettiğini anlayabiliriz... Bak, şurada bir çürük diş...
Bir tiksinme hareketi yaptım, derhal ölüyü rahat bıraktı.
Odadan çıktık, hafif hafif yürüyoruz. Ne ağır koku! Bir posta vapurunu
batırabiliriz. Ve ne sessizlik! Ayak seslerimiz bile hiç akis yapmıyor gibi
çınlayıp sönüyor. Kendime gömülüyorum.
"Bin defa beni kollarında geddirdi. Horatio! Bu soytarıların en alaycısıydı. Bin
defa beni kollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele. Kimbilir kaç defa öptüğüm
dudakları şuracığa asılıydı. Zavallı Yorik!"
- Buradan çıkıp teşrih dershanesine girelim, isterseniz... Tahammülünüz varsa...
Yok diyemedim.
Nasıl olsa operatörü beklemeye ve vakit geçirmeye de mecburduk.
"Zavallı Yorik! Hani senin..."
"Hani senin o güzel kelimelerin, çılgınlıkların, şarkıların, davetlileri
kahkahalarla boğan şakaların? Hattâ şimdi..."
Doktor sordu:
- Size burası dokundu mu yoksa?
- Bir piyesten bazı parçalar hatırlıyorum.
- Biz o kadar alışkınız ki.
"Hattâ şimdi, şu ağzının yanındaki buruşukla gülmeye sen bile muktedir değilsin.
Ne yanak kalmış, ne ağız. Haydi, git, şimdi güzel kadınlarımızdan birine,
tuvaleti arasında görün; ve ona de ki, yüzüne bir parmak kalınlığında boya
süredursun, günün birinde şu cazip şekle istihale etmekten kurtulamayacaktır. Bu
fikre onu güldür."
Teşrih dershanesine girdik. Amfiteatr. Operatör, elinde âletler, önünde mermer
masa, üstünde bir ölü. Kolu kesiliyor.
- Efendiler!... Amputation ameliyatlarında herşey-den evvel dikkat edilecek
nokta...
* * *
!'- Rica ederim, Horatio, bana bir şey söyle." "- Ne söyleyeyim efendimiz?"
îlk Lokma
Halbuki mesele çok basit: İnsan hastalanır ve ölür.
Dersden çıkınca fakülteyi çabuk terketmeye mecbur olan operatör, o gün bana
bakmadı, yalnız doktora dedi ki:
- Mithat Bey! Bu çocuğa anlatınız, mutlaka koltuk değneği kullanmalıdır, hâlis
"arthrite"dir bu, şakaya gelmez, hastalık "exra-articulaire" değil ki... :r Öyle
demişler.
¦ir Haltetmişler! Ben bu dizi önce de gördüm, biliyorum.
Bana döndü:
- Yavum! Sonra bacağını bütün bütün kaybedersin. Mutlaka bir koltuk değneği
lâzım. Bak yürürken de zahmet çekiyorsun.
Ve ters yüzü dönerek, hiç zahmet çekmeden yürüyüp gitti.
Benim doktor, bahçede, kolunu bana verdi.
- Rica ederim, yaslanınız. Operatörün hakkı var... İhmal etmeyiniz. Hiç olmazsa
bir baston.
Yokuşu ağır ağır iniyoruz. Hafif bir rüzgâr. Her vesile ile bana ders veren
doktor söylüyor.
- Bünye, bünye. Sizin için herşeyden evvel bu! Hastalığınız hem mevzii, hem
bünyevidir. Bol hava, güneş, bilhassa deniz havası... Bunları çok iyi
bilirsiniz. Hastalığınız size âdeta amelî doktorluk öğretiyor... Bu rüzgâra
bakın çok faydalı... Bu kadar esmek şartiyle... Daha fazlası cümle-i asabiyeyi
kamçılar... Şurada bir lokanta var. Orada hem dinlenirsin, hem yemek yeriz.
Bir köy lokantasına giriyoruz. Doktor, mutlaka bir et seçmemi istiyor ve bana
bir yemek rejimi çiziyor.
Öteki operatörün kararını anlattım ve bundan çok müteessir olduğumu söyledim.
Düşündü, çok düşündü, "Osteite" diye mırıldandı; gene düşündü, tereddüt içinde
söyledi:
- O kadar korkmayın... Bir kere de biz görelim... Yarm değil öbür gün
gelirsiniz, bizim operatör de bakar. Olabilir ki küçük bir ameliyatla, hattâ
yalnız alçıyla, yahut yarım bir "İltisak-ı mafsal" ile kurtarırız.
Sonra kuvvetle tekrar etti:
- Bünye! Bünye... En mühim nokta bu. Çok yiyiniz! Bunları biliyorsunuz...
Fakat, haydi bakalım, işte yiyeceğiniz geldi.. Bunu bitirmelisiniz.. İyi
çiğneyiniz.
Hiç iştahım yoktu. Sun'î bir gayretle bıçağı bastım ve ilk lokmayı ağzıma
götürdüm.
Fakat etin kokusu bana teşrihhaneyi hatırlattı. Birdenbire damağımda çürümüş bir
insan eti lezzeti, genzimde ağır bir koku hissettim. Bu duygum bana o kadar
hakiki göründü ki lokmayı yutamadım, çıkaramadım ve kıpkırmızı kesildim.
Lokantanın bahçesine çıktım ve geldim. Doktor biraz şaşırmış, fakat soğukkanlı
duruyordu. Bir bardak su verdi.
Herşeyi anlamıştı. "Teşrihhaneyi gezmemeliydik", dedi.
O koku bütün lokantayı ve genzimi dolduruyordu. Gördüğüm ölülerden birinin
yanağını ısırmış gibiydim. Doktor: "Vah vah.." diye mırıldandı.
Halbuki mesele çok basit: İnsan hastalanır ve ölür. , "- Zavallı
Yorik!" ...
Beni Karşılayan Sükût
Bu odada bir şey var, mühim bir şey.
Köşke girdim, fakat aşağı sofalarda, merdivenlerde, kapısı açık odalarda ve
salonda kimseye tesadüf etmedim.
Paşa'nın yatak odasının önünden geçerken içerde hararetli bir konuşma duydum.
Nüzhet'in sesi de geliyordu.
Biraz durakladım ve Paşa'nm küçük bir kahkahasını duymaktan gelen cesaretle
içeriye girdim.
Paşa, uzun koltukta arka üstü yatıyor, Nüzhet pencerenin kenarına oturmuş,
dizlerini sallıyor ve aynalı dolabın açık duran kapısı arasından yengemin kalın
bacakları ile siyah elbisesinin eteği görünüyordu.
Ben girer girmez hepsi birden sustular. Beklediğim alâka yerine bu sessizlik
beni şaşırttı ve bu şaşkınlığımı gören Nüzhet'in yüzünde bir istihza belirip be-
lirmediğine bakamadan Paşa'ya doğru bir iki adım attım.
Beni gene o himaye etti ve ilk alâkayı gösterdi:
- Oo... İyi... Çabuk geldin.. Ne haber? Anlattım ki operatör beni muayene
etmedi, yarın
değil öbürgün. Anneme kartı yazdım, artık merak etmez. Bir roman aldım, cinaî
ama güzel bir şeye benziyor.
Paşa sadece:
- Haydi bakalım! diye mırıldandı ve odayı gene sessizlik bastı.
Nüzhet'e baktım, başını pencereden dışarı çevirmiş ve dizlerini sallıyor.
Yengem, aynalı dolabın içine kapanmış. Kapısı hafifçe gıcırdıyor.
Bu odada bir şey var, bu odada mühim bir şey var. Merak ediyorum. Anlamak
istiyorum, beni karşılayan bu sessizliği yenmek istiyorum.
Kitabı Paşa'ya uzatmaktaki başka bir hareket yapamadım.
Aldı ve bakmadan küçük bir dolabın üstüne koydu: "Ya. Eh.. Pekâlâ.." gibi
tamamiyle anlayamadığım bir şeyler söyledi.
Aynalı dolabın kapısı gıcırdıyordu.
Nüzhet pencerenin kenarından indi ve aramızdan çekilerek balkona çıktı. Ben de
hemen odadan çıkmak ve yalnız kalmak istiyordum, fakata yapamadım. Biraz
sendeleyerek iki adım kadar geriledim.
Yukarı çıkayım., gibi bi şey mırıldandım, kapıya doğru yürüdüm.
Oda kapısının yanında, ayakta, Nurefşan, duruyordu. Onu ancak odadan çıkarken
görmüştüm. O da
bana garip gözlerle, birçok mânâlarla yüklü, dolgun gözlerle bakıyordu.
Odadan çıkınca nereye gideceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün bu ev, bütün
bu insanlar bana yabancı geliyordu. Onları bana tanıtan bütün alâkalar,
hâtıralar bir anda kaybolmuştu.
Merdivenlerden indim. Bahçeye çıktım. Havuzun başında Nüzhet'le geceleyin
oturduğumuz demir kanapeye oturdum. Fakat bahçeyi göremi-yordum, o yaşımda
kuvvetli acıların bana verdiği geçici sağırlık ve körlük içinde idim; o
acılardan biri ki, saniyeler içinde artıyor, azamiye çıkıyor, gözlerimin
arkasında bir karanlık ye kulaklarımda bir uğultu yapıyor, kendimi taşıyamayacak
kadar dermanımı kesiyordu.
Başımı arkaya dayadım. Bahçenin uzaklarında, yeşillikler arasında bahçıvanın
görünüp kaybolan iki kat eğilmiş vücudu gözlerimi biraz oyaladı. Fakat gene içim
karardı. Biraz evvelki yatak odasından parça parça hayaller.
Paşa'nın çapaklı sesi. Nüzhet'in dizlerinde sinirlilik. Nurafşan'm gözleri,
aynalı dolap kapısının gıcırtısı. Ve bu ses, bu dizler, bu gözler, kapı, gizli
şeylerin diliyle bana neler söylüyorlar! Bazan etrafımızda o kadar esrarlı bir
hâdise olur ki ince teferuatına kadar bunu sezeriz, fakat hiçbir şey idrak
etmeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh herşeyi anlar, fakat bize anlatmaz,
böyle korkunç işaretlerle bizi muammanın derinliklerine atar ve boğar.
Kuruntulu Adam
Nen var, niçin susuyorsun?
Boğuluyorum.
Kurtulmak için başımı kendi derinliklerimden çıkarıyorum, bahçeye bakıyorum.
Oyalanacak bir şey arıyorum.
Yeşillikler arasında bahçıvanın kambur sırtı. Hâlâ . aynı noktada. Bir nebat,
bir toprak parçası üstünde ne İsrar! Bütün ruhî ticaretini mert ve asil tabiatla
yapan adam: Kendini ona emniyetle veriyor ve nebatla toprakla açtığı hesab-ı
câride aldanmıyacağını biliyor, bunun için sakin ve kendinden emin, çalışıyor,
bunun için yirmi santimetre murabbaı bir toprak parçası üstünde, güneşin
altında, saatlerce, yorulmadan, mazbut bir heyecanla didinip duruyor.
Onu o kadar kıskanıyorum ki saadetinin içine daha fazla giremiyorum, kendime
dönüyorum, fakat içimde ne kargaşalık! Bana tâbi olmayan binlerce hayaller ve
hâtıralar, şiddetli bir anafor içinde savruluyorlar.
Arkamdan bir şehir kaçıyor. Dizlerimde bir kerpeten. Hastalık ve tabiat.
Çamların arasında beyazlıklar. Bünye! Bünye! Sizin için her şeyden evvel bu.
Evimizin sokak kapısı önünde çocuklar, birdenbire keskin bir çığlık. Daha
sabredelim mi? Yengemin Paşa'ya uzattığı çanta ve Paşa'nm bana elini uzatırken
yüzündeki şefkatin arkasına gizlenen istihfaf, istihza, nefret, hâkimiyet, mum
ışığının sallantıları arasında uzanıp kısalan bir boy. Canlı, hareketli gözler,
simsiyah ve hareketsiz. Uyuyamadım, diyor, ben de uyuyamadım, sen niçin
uyuyamadm? Ben bir şeyler düşündüm, ben de bir şeyler. Gömleğinin üstünde bir
şal... Arkamda açık
duran balkon kapısından hafif bir rüzgâr giriyor. Hani benim kitaplarım?
Çırılçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut. Yanakları çökmüş ve traşı gelmiş.
Horatio! Bana bir şey söyle! Ne söyleyeyim efendimiz?
Mermer masanın üstünde bir ölü. Heyhat! Ben onu tanıdım, Horatio. Soytarıların
en alaycısıydı. Bin defa beni kollarında gezdirdi. Şimdi ne yanak kalmış, ne
ağız! Bin defa beni kollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele! Hani senin
şarkıların, latifelerin, davetlileri kahkahalarla boğan şakaların operatörün
bana bakışlarındaki merhamet, nefret ve ciddiyet. Ağır ağır yokuşu iniyoruz. Bir
köy lokantası. Lokma. Zavallı Yorik! Horatio! Bana bir şey söyle! Ne söyleyeyim
efendimiz?
Arkamda bir ayak sesi. Bir kahkaha. Ben doğrulmaya çalışırken bir kahkaha daha.
Nüzhet:
- Ayol nerdesin? « Yüzüme
dikkatle bakıyor, cevap bekliyor.
- Nerdesin? Odada aradım seni. Gözlerimi önüme eğiyorum.
- Yoruldum, dinleniyorum.
Yanıma oturdu. Hâlâ gözleri yüzümde.
- Yok yok... Bir şey var... Gene bir şeyler kuruyorsun.
Cevap vermiyorum. Bir kere girdiği bu yolda zorla yürüyor.
'
- Vallahi bir şeyler kuruyorsun. Neye canın sikilir yor?
- Küçük şeylere.
- Söyle bana.
- Yorgunum.
* Haydi, söyle bana.
- Yorgunum... İstasyondan buraya kadar yürümek
yordu. Biraz dinleniyorum. Şu bahçıvana bakıyorum. Ne güzel çalışıyor.
- Haydi, haydi... Söyle bana.
- Yirmi santimetrelik bir toprak parçası üstünde...
- Kuzum... Bir şeye mi darıldın?
- Hayır!
. - Ben neye darıldığmı biliyorum.
- Hiçbir şeye darılmadım.
- Biliyorum diyorum sana. -Hayır!
- Sen biraz evel darıldın. Odadan çıkışından bel-fcı^i. Değil mi?
- Hayır... Darılmadım... Darılmış değilim. -Ey!...
- Orada, benden gizli bir şey konuşuyordunuz gibi geldi bana... Dışarı çıktım.
- Hayır! Senden gizli bir şey konuşmuyorduk.
- Olabilir... Bana öyle geldi.
- Hayır! Bak sen ne vesveseli adamsın! Düşün, düşün de kendini anla! Senden
gizli hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu, sen, odaya girince o da
aynalı dolabın kapısı içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi
anladın mı? Bu vesveseleri bırak! Sen çok kuruntulu insansın! Kalk. Dinlendinse
bahçıvana görünmeden küçük salatalık koparalım, haydi.
Paris! Paris!
Sen git, Paris'e git!.. Hey!
- Ha!... Ha!... Tıpkısı be! Gözümün önüne geliyor Paris... Enstitü binası...
Sonra Cumhuriyet heykeli vardır. Yamandır Paris. Bir daha göremiyeceğiz.
İnşallah
sen gidersin de görürsün... Benden geçti artık... Fakat insan romanları okurken
de Paris gözünün önüne geliyor... Hem bu, hoş bir roman... Aferin! İyi
bulmuşsun... O yeraltı meyhanelerinde ben yüzlerce defa kafayı... çektim...
Apsent üstüne apsent...
Paşa, bol kahkahalar atıyor; okuduğum romanın yerli Paris tasvirleri hafızasının
kapağını açmış, gençliğinin en taşkın yıllarına ait hâtıralarla ağzına kadar
dolu bir bentten, yirmi beş senelik bir mazinin seli şarıl şarıl akıyordu. Bütün
Paris hâtıraları. Ve bol ve gevrek kahkahalar, ki çocukluğumda Paşa bundan ne
kadar çok salıverirdi ve her insanı bize hatırlatan, her insanı içimizde yaşatan
bir ayırıcı alâmet varsa, Paşa'yı da bana hatırlatan, içimde yaşatan bu gevrek
ve bol kahkahalarıydı.
- Ben, diyordu. Paris'e gittiğim vakit Sadi Carnot Reisicumhurdu. Kaç senelik
mesele bu? Dur bakayım... 1887... Onüç, onbeş daha, yirmi sekiz sene evvel. Sen
daha o vakit dünyada yoktun... Ne gezer?... Ha!... Sadi Carnot Reisicumhurdu...
Paris'in yeraltı meyhaneleri vardı... Orada apaşlar toplanırlar... Hani romanda
okuyorsun ya!... İşte o herif gibi üç değil, beş değil, on onbeş apaş ortaya
dolarlar... Ha!... İçlerinde politikacılar da vardır... Anarşistler!... Hepsi de
Sadi Car-not'un düşmanları... Kapılar kapanır... Dışarıya gözcü konur... Polis
gelmesin diye. Hoş polis herşeyi bilir ya... Arada bir bunları basar...
Derken... Evet kapılar kapanır... Masanın üstüne bir anarşist çıkar, dehşetli
bir nutuk söyler!... Hey! Aman Allah!... Gözleri kızarmış... Apsent üstüne
apsent!... Bağırır dururlar:
- A bas Sadi Carnot!
Yani "Kahrolsun Sadi Carnot!" diye haykırırlar... Kimi yere bardağı atar,
şırakk... diye kırar... Artık herkes masaların üstüne çıkar, nutuklar,
haykırışlar, hur-
ralar, bir neşe, bir coşkunluk, bir fırtına, kıyametler kopar!...
Göğsü yorulan Paşa biraz duruyor, hâtıralarının silsilesini kendi içinde seyre
dalıyor, "Hey... Ah." gibi iniltiler salıveriyordu.
O tarihte biz, Harb-i Umumî'ye henüz girmiştik. İttihatçılar hâkimdi. Paşa,
Fransız dostu ve Alman aleyhtarı, İttihatçılar'a düşmandı. Hep "Sabah" okur,
muhalif fıkranın muvaffakiyetlerini arardı. Bab-ı âli baskınından sonra, "Sabah"
birdenbire dilini değiştirmiş ve İttihatçılar'ın tarafına geçmişti. Hattâ Nazım
Paşa'nın katlini ehemmiyetsiz bir vak'a gibi iki üç satırla yazmıştı. Paşa, en
güvendiği gazetenin de bu ihanetini görünce, o günden beri matbuata da gücendi
ve bir daha köşke gazete sokmadı. Bunun için gençlik hâ-tıralariyle karışan
siyasî muhalefet ihtirası altmışını geçen bu ihtiyarı anarşist gibi diriltiyor,
uykudaki enerjilerini ayaklandırıyor, coşturuyordu.
- Sonra, diyor, Sadi Carnot'yu öldürdüler... Ben o vakit Paris'te değildim...
İstanbul'a gelmiştim... Herifi İtalyan anarşistleri vurdu.?. Liyon'da... Anladın
mı? Sen git, Paris'e git!... Bak orada romanda okuduğun Pont-Neufun arka
sokağında bir yeraltı meyhanesi vardır. Hoş, bugün duruyor mu acaba?
Nefesi kesiliyordu. Romanı okumaya devam ettim:
"Çünkü bir kapalı araba, sarı ve ölümlü ışıklar neşreden fenerleriyle Pont-Neuf
u geçti ve enstitünün parmaklığı önünde tevakkuf etti. Soluk gümüşî renkte bir
şapkayı lâbis orta yaşlı bir adam, arkasında kısa boylu, kamburca diğer bir
adamla arabadan atladı ve derhal emir verdi:
"- Lâmbaları söndürünüz!"
Gizli Konuşulan şey
Bir odanın içindeki sır.
Yatak odama girerken, kapının önünde Nuref-şan'ı gördüm. Elinde bir şamdan:
- Sizi bekliyorum, dedi. Şimdi sizin cibinliğinizi kurdum. Sivrisinekler
çoğaldı.
Odaya benimle beraber girdi. Etrafına bakmıyor, benim daha fazla rahat etmem
için odada yapılacak yeni işler arıyor, bulamamaktan canı sıkılmış görünüyor.
Ben sandalyeye oturdum ve onun çıkmasını bekledim; çıkmadı ve karşımda durdu.
Konuşmak istediği ve cesaret edemediği belliydi.
Konuşturmak istedim:
- Ey... Söyle bakalım Nurefşan... Senin saka ne âlemde.... Yem yemiyor mu?
Hastalığı geçti mi?
Son ihtiyarlık yıllarında kuşlara pek merak sardıran ve köşkte büyük bir kuşhane
kuran Paşa, hasta bir saka kuşunu Nurefşan'a vermişti. Kızcağız odasında bu kuşu
tedavi ediyordu.
- Bugün hayvancağıza iyi bakamadım. Misafir geldi.
Sonra yüzüme dikkatle bakarak, biraz daha yüksek sesle ilâve etti:
- Doktor Ragıp Beyin validesi geldi.
Benim bu bahse ehemmiyet vermememden korkarak çabucak şunları da söyledi:
- İş ilerliyor.
- Hangi iş? diye sordum.
- Bir iki güne kadar söz kesilecek. Küçük hanımı doktora veriyorlar.
Bu haberi elimden geldiği kadar tabii karşılamaya çalışarak dedim ki:
- Öyle mi?... Nüzhet de bana söylüyordu. Demek buraya bir damat gelecek, fena
mı?
Nurefşan, başını önüne eğdi ve memnuniyetsizliğini gizlemiyen bir yüz buruşuğu
yaptı. Sonra anlattı:
- Düğünden sonra doktor, küçük hanımı Berlin'e götürecek. Orada hastahanelerde
çalışacakmış.
- Ya... Demek küçük hanımı kaybedeceksin.
- Ben bu evlenmeyi hiç istemiyorum. Paşa efendi de istemiyor ama, yengeniz
istiyor.
Gene yüzüma baktı ve benden bu duygusunu paylaştığımı anlatacak bir söz bekledi.
Hiçbir şey söylemedim.
Devam etti:
- Bugün siz Paşa efendinin odasına girdiğiniz vakit bunu konuşuyorlardı.
Birdenbire sustular.
Kendimi tutamadım ve şiddetle canlandım:
- Ya!... Ben bunun üstüne mi geldim?
- Öyle ya.
Küçük bir tereddütten sonra sordum:
- Ne konuşuyorlardı?
- Hanımefendi, doktorun valdesinin söylediklerini Paşa efendiye anlatıyordu.
- Ne diyordu?
- Diyordu ki işte... Birkaç güne kadar söz kesilmeli imiş. Bir aya kadar da
nikâh düğün... Sonbahara doğru doktor Berlin'e gidecekmiş, küçük hanımı da
götüre-
- Nüzhet ne diyor?
- Gülüyor.
-Paşa?
- O da gülüyor. "Vay! Sen Berlin'e.'migideceksin?" diye alay ediyor.
- Peki, Nurefşan... Sen o şamdanı bırak. Benim şamdanda mum kalmamış.
- Zaten bunu size getirmiştim.
- Pekâlâ. Allah rahatlık versin. ,
- Size de efendim. Nurefşan çıktı.
Size de efendim. Bana da mı?
Ümit etmiyorum.
Nüzhet Bana Yalan Söyledi
Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir.
Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun
oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en
ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın
bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana herşey isyan etmelidir.
Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada
bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar
düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân... Zavallı mürâ-hik...
Nüzhet bana yalan söyledi.
Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı
duyan kulaklariyle her-şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim
beni aldatmaz.
Ben o gün odaya girer girmez herşeyi sezdim. Aynalı dolap kapısının gıcırtısı,
Nüzhet'in dizleri ve Nu-refşan'ın gözleri bana üç münâdi gibi haykırdılar.
Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne
yalan Çin setleri gibi kalın du-
varlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr
dalgasiyle, herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: "Buradayım!"
der.
Nüzhet bana yalan söyledi.
Hem ne çabuk yaratılmış, ne mükemmel, ne güzel yalan! Annesi, aynalı dolabın
içinde çıplakmış! Yalanlarla beşli bir muhayyile hakikatin unsurlarını ne çabuk
buluyor, etraftaki eşyayı, hâdiseleri kendi gayesine göre ne çabuk tertip ediyor
ve malzemesi hakikat olan, hakikî toprakla, alçıyla, suyla yoğrulan bu âbide en
kuvvetli gözleri nasıl aldatıyor, ne san'at, ne san'at!
"Bak sen ne vesveseli adamsın!" ha?... Düşün, düşün de anla! "Senden gizli
hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu. Sen odadan içeri girince aynalı
dolabın içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi anladın mı?"
isterim.
Bir Genç Kız Ne İster?
Mes'ut olmak ister.
Elbette bir genç kız mes'ut olmak ister.
Bu kadar basit bir şeyi kendi kendime anlatmaya çalışıyordum. Uyku ile uyanıklık
arasındaki hayallerim içinde sendeleyen mantığım, hep bu neticeye geldiği halde,
kani olmamış gibi, yeniden mukakemeye başlıyorum.
Ansızın inanılmayacak bir ses işittim: Oda kapıma vuruluyor. İnanmadım ve iyice
kulak verdim, doğru.
- Kim o? Diye seslendim, hafifçe:
- Benim. Uyudun mu? Gireyim mi? Nüzhet! Gece yarısı Nüzhet! "Gir" diyemedim. Bir
daha sordu.
- Gireyim mi?
Yatağımın içinde hayretle dimdik:
- Gir! Dedim, girdi.
Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları, terlik içinde, çıplak.
Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana
bakarak bir kahkaha attı.
Ona bu geceki kadar hayretle bakmamıştım. Vücudundan başka kendisine hiçbir
tarafı benzemiyordu. Hattâ o bile başkalaşmış: Kumral saçları açık sarı gibi.
Elâ gözleri -ve canlı, hareketli gözler- simsiyah ve hareketsiz. Oynak başı
kımıldamıyor ve mum ışığının sallantıları içinde uzanıp kısalıyor. Fakat
yaklaştıkça vücudu o kadar büyüyor ki gözlerimi kaplıyor, odada ondan başka bir
şey göremiyorum ve onu da tamamiyle göremiyorum.
Bir kahkaha daha attı.
- Ayol... Nedir bu hayret? Bir kaçamak yapıp geldim... Uyuyamadım.
Karyolama oturdu.
Hayretimin üstüne binen sevincimi taşıyamayacak bir hale geldim.
- Korkma! Hepsi uyuyor!... Periler bile duymadı geldiğimi...
Derhal Nüzhet'in odası ile annesinin ve babasının yattıkları oda arasındaki
mesafeyi ve tehlikenin haritasını zihnimde ölçtüm.
Biraz rahatladım.
Sık sık nefes alıyordu. Biraz açılan şalının önünde, o âna kadar bu derece
olgunlaşmış olduğunu esvapla-
rınm üstünden anlayamadığım göğsünü gördüm ve yepyeni bir Nüzhet keşfettim.
Yanımda bir başka insan.
Baktığımı görünce göğsünü kapadı:
- Uyuyamadım, dedi.
- Ben de uyuyamadım.
- Sen niçin uyuyamadm?
- Sen niçin uyuyamadm?
- Ben bir şeyler düşündüm.
- Ben de bir şeyler düşündüm.
- Sen ne düşündün?
- Sen ne düşündün? Nüzhet'in bir kahkahası daha.
- Böyle giderse sabaha kadar konuşamayız, dedi.
Nadir fırsatlarda olduğu gibi, Nüzhet'e karşı istihza duyabiliyordum. Fakat
arada bir vücudunun hareketleriyle bu istihzamı arzuya kalbediyor ve
öldürüyordu.
Benim istihzamla onun açılıp kapanan şalı arasındaki sessiz mücadeleye devam
ederek konuşmaya başladık.
- Ben bu adamı düşünüyordum, dedi.
- Hangisi o?
- İşte... O doktor Ragıp mı nedir? Hani beni isteyen adam.
- Ey?...
- Ben onunla evlenirsem ne olur? diye düşündüm.
- Ne mi olur?... Bilmem?
Bunu gayet tabiî ve kayıtsız söylemeye çalışmıştım; hattâ alâkamı gizlemek için
yastığımın altındaki mendilimi aramakla meşgul görünüyor, mendil bir iki defa
elime geçtiği halde bulamamış gibi yapıyordum. Susmaya mecbur oldu.
Ruhumun üstünde bir ağırlık duymaya başladım.
İçimde, Nüzhet'in "Ne mi olur?" sualine türlü türlü cevaplar sıralanıyordu.
Fakat zannediyorum ki, bunları ne kadar gizlemeye çalışırsam çalışayım, Nüzhet
hepsini anlıyor. Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır, söylemek de faydasız; bu
iki şeyden başka bir şey yapamayacağım için bunalıyorum. Artık mendili de bulmuş
olduğum için azabımı ötecek herhangi bir hareket bahanesinden de mahrumdum.
Nüzhet beni kurtarmaya çalıştı:
- Peki... Sen söyle... Ne düşünüyordun?
- Birçok şeyler... -Ne gibi?
- Birçok... Anlatamam... Kısa kısa, başka başka, birçok şeyler...
Artık sesimi idare edemiyordum. İrademle bütün alâkasını kesen bu ses, kendimden
bile gizlediğim derin bazı heyecanlarımı ele veriyor, beni bile hayrete
düşürüyordu... Sustum ve gözlerimi de önüme eğerek saklamaya çalıştım. Bu
zaafıma da isyan etmek istiyordum.
Artık Nüzhet havaî konuşmak zorunda kaldı:
- Yarın sen erkenden kalkacaksın*değil mi?
- Evet... Sekiz buçuk trenine yetişmeliyim.
- Öyle ise uyumalısm. -Uykum da yok.
- Başını yastığa koy, uyursun. , :
- Zannetmiyorum.
- Uyursun, uyursun. Haydi... Ben seni örterim.
Elini omuzuma koydu ve ısrar etti. Artık merhamete lâyık olduğumu anlamaktan
utanmayacak kadar mukavemetimi ve gururumu kaybetmiştim, teslimiyetin zevki
içinde başımı yastığa koydum.
- Hastalanırsın diye korkuyorum.
Diyerek avucunu alnıma koydu ve saçlarımı okşa-maya başladı. O vakit, içimde
sıkışan duygular için ye-
ni bir mecra keşfettim; eğer bu duygulan o tarafa doğru sevkedebilecek olursam,
yalnız kurtulmakla kalmayacaktım, o anda mes'ut olacaktım.
İçimde bu inkılâp birdenbire oldu, Nüzhet'in kol-„ larını birdenbire tuttum, ve
ona yepyeni gözlerle baktım.
Evvelâ biraz şaştı, sonra beni dikkatle süzerek bir şey düşündü; elâ gözlerinin
bir yandan öte yana şeytanî bir yarım daire çizdiğini gördüm ve daha fazla
cesaretlendim.
Vücudunu kendime doğru çektim, bıraktı, göğsü göğsümün üstüne düştü ve
hararetlerimiz birleşti. İkimizin birden, yahut ikimizden birinin kalbi şiddetle
çarpıyor, Nüzhet'in göğsündeki yaylan oynatıyordu. Bir avucumla başını tuttum ve
başıma doğru çektim.
Dudaklarımız birbirine değer değmez, Nüzhet, elektrikli bir maden parçasını
öpmüş gibi sarsıldı ve bir sıçrayışta ayağa kalktı.
Biraz durdu, göğsünü şişiren derin bir nefes aldı, belki bir şey söylemek
istedi, fakat hiçbir şey söylemeden, hattâ nefesini boşaltmadan geriye döndü,
koştu ve odadan çıktı.
Bir anda hem onu, hem kendimi anlamak ihtiya-ciyle, hareketsiz ve şaşkın
durakladım. Şilte ve yorgan tutuşmuş gibi vücudumu alevler içinde hissediyordum.
Yorganı attım ve yatağın içinde oturdum. İçimde büyük bir boşluk açıldı.
Kalbimin çarpıntısından başka hiçbir şuurum kalmamıştı. Bu derunî boşluğu
doldurmak için etrafa kulak verdim. Erenköy mırıldanıyor. İnce ve hafif böcek :
üsleri, tren düdükleri ve köpek havlamaları, birbirine sarılarak bir ses yumağı
halinde büyüyor, gecenin bir çok derin ve gizli sesleriyle karışıyor, rüzgârlara
bürünüyor, başdöndürücü bir uğultu halinde yükseliyordu.
Birdenbire vücudum gevşedi, omuzlarım düştü.
Başımı yastığa koydum.
Hafif bir titreme. Uyuşukluğa benzer bir uyku istidadı. Hafif dalıp uyanmalar ve
küçük kâbuslar. İsmimi çağırıyorlar gibi. Yatağımın başında fısıldaşmalar,
hayatımla münasebeti olmayan kısa bir rüya. Sonra âni bir uyanıklık, şuursuz
bazı hâtıralar. Dikkatin birdenbire artması. Bir hâdise beklemek. Dizimde hafif
bir sızı. Zorlukla dönüyorum, sağlam dizimi kısıyorum. Bir rahatlık. Gevşiyorum.
Göğsümün üstünde kat kat yelekler çözülüyormuş gibi bir hafifleme var.
Dalıyorum.
Hâlâ Uyuyan Genç Kız '<
Nurefşan'ın suç ortaklığını kabul etmiş oluyordum.
Sabahleyin Paşa beni görmek istemiş. Yatak odasına girdim. Şunları söyledi:
- Hazır Haydarpaşa'ya gidiyorsun, oradan bir arabaya bin, Kadıköyü'ne git, yeni
bir roman al, o dün akşamki roman beni sarmadı, uyuya kalmışım... Sonra
postahaneye gir, annene bir kart yaz ve burada bir ay kadar kalacağını haber
ver. İsterse o da gelsin. Yengenin beklediğini de yaz, hem senin tatilin. Boş
geçirme. Burada havadan istifade edersin.
"Yengen" dediği karısı, ona para çantasını uzattı. Paşa bana bir altm verdi,
bunun yol ve kitap parası olduğunu söyledi.
Güç vaziyetimde beni biraz daha serbest bırakmak için yengemin odadan
çıkmasından da müteessir oldum.
Paşa düşüncemin yolunu değiştirmeye çalışıyor:
- Allahaşkma, oğlum, kitabı alırken baş tarafından biraz oku... Öyle uzun uzun
tasvirler olmasın. Gece o meyhane rüyama girdi. Sen kitap okurken ben romana
rüyada devam ediyordum.
- Benim de rüyama girdi.
- Hastalığından da iyi haberler getir. Gülümseyerek çıktım.
Köşkün bahçesinde Nurefşan yanıma geldi, hiçbir şey sormadığım halde usulca
dedi ki:
- Daha uyanmadı mı?
- Kim? Diye sordum (Anladığım halde).
Nurefşan, anlamayışımdan yahut anlamaz görünüşümden gücenmiş gibi başını önüne
eğdi ve ellerini birbirine sürterek mırıldandı:
- Küçük hanım.
Ben, istediği gülüşü esirgemeyerek bahçeden yola çıktım.
Nurefşan'ın suç ortaklığını kabul etmiş oluyordum.
ZAVALLI YORİK
"Hani senin o güzel kelimelerin,
çılgınlıkların, şarkıların, davetlileri
kahkahalarla boğan şakaların?"
GAYET yüksek bir kapı. Kırmızı bir fener üstünde şu kelimeler: "Yaralılara ilk
yardım."
Bu vait karşısında bana her vakit gelen ürperme ile içeri girdim. Taşlık. Yüksek
tavan. Bütün sesler büyüyor: Ayak sesleri, insan sesleri ve uğultular. Taşlara
sürünen kumlu ayakkabıların çıtırdısı kestane fişekleri gibi ve açılıp kapanan
kapıların gürültüsü top gibi patlıyor.
Hızla girip çıkanlar, ağır ağır ve aranarak yürüyenler, bir köşede bekleyen
askerî elbiseli fakülte talebesi, beyaz gömlekli asistanlar, doktorlar, yanımdan
geçerken bıraktıkları meslekî koku ile kendilerini tanıtan eczacılar,
duvarlardaki cetvelleri okuyan hastalar. Gayet vahim işler etrafındaki sessiz
faaliyet. Burası bir resmî daireye, bir mektebe, bir hastahaneye, bir hamama,
bir mağazaya, bir kışlaya ve bir mabede aynı zamanda benzer.
Benim doktoru buldum. Operatörü beklemek lâzım. Teşrih sınıfında ders
veriyormuş. Bana kaç defa lâboratuvarları, sınıfları, ameliyathaneleri gezdiren
doktor, hastalığa ait herşeye karşı tecessüsümü biliyor.
Teşrihhaneyi görmemiştim. Bu sefer beni oraya götürdü.
Büyük bir odaya girdik. Duvarları boydan boya kaplayan camlı dolaplar, içinde
iskeletler, ortada sıra ' sıra masalar. Üstlerinde örtülere bürünmüş, insan
şeklinde bir şeyler.
Masalardan birine yaklaştık. Doktor örtülerden birini kaldırdı.
Bir ölü. Çırçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut. Sivri yerleri morarmış,
kaburgaları siyahlanarak fırlamış. Adaleler düşük. Kollar ve bacaklar incelmiş.
Bir baca-_ğı uzamış, öteki hafifçe yana kıvrık ve dizi yukarı kalkık. Başı yana
dönük ve masanın kenarına doğru biraz kaymış. Ucu sivri ve etrafı mor bir daire
ile çevrili burun uzamış, şakakları çökmüş ve traşı gelmiş. Alnı çok buruşuk.
Yüzünde de şiddetli nefret ve azap: Hâlâ yaşıyormuş gibi, işkence çekiyormuş
gibi, hâlâ içinde büyük duygular varmış gibi.
Gözlerim öteki masalara gitti. Her örtünün altında böyle bir tane var.
Doktor: "Bu taze bir kadavra, yeni gelmiş." dedi. "Taze" ve "Kadavra"
kelimelerinin garip tezadı beni ürpertti.
Doktor anlatıyordu:
- Bu zavallı, dünyada hiçbir şeyleri olmayan insanlardan... Bunların öldükten
sonra bir mezarları bile yoktur. Fakat, bu, teşrih için iyi bir kadavra. Tepeden
tırnağa kadar adaleleri sayılıyor. Hem yağsız, yavan bir ceset, teşrih bıçağını
yormaz.
Ve doktor birçok fennî tafsilât veriyor.
Artık onu dinleyemez oldum. Bir iki ay evvel okuduğum "Hamlet"in mezarlık
sahnesini hatırladım. Orada, Kralın soytarısı "Yorik"in kafatasmi eline alan
Prens'in sözlerini, bir musiki parçası gibi içimden mırıldandım:
"Heyhat! Zavallı Yorik! Ben onu tanıdım Horatio. Soytarıların en neş'elisiydi:
Velût bir muhayyele. Bin defa beni kollarında gezdirdi; fakat şimdi manzarası
hayalimi dehşetle nasıl dolduruyor! Kalbim nasıl..."
Doktor beni dürttü. Elini örtüye sararak parmağını ölünün ağzına götürdü,
siyahlanmış dudağını biraz sıyırdı:
- Bak! dedi. Dişler!.. Biliyor musun? İnsan öldükten sonra dişlerine bir şey
olmaz, son nefesinde nasılsa öyle kalır. Burada, her ölünün ağzında, hayatında
dişlerine ne kadar itina ettiğini anlayabiliriz... Bak, şurada bir çürük diş...
Bir tiksinme hareketi yaptım, derhal ölüyü rahat bıraktı.
Odadan çıktık, hafif hafif yürüyoruz. Ne ağır koku! Bir posta vapurunu
batırabiliriz. Ve ne sessizlik! Ayak seslerimiz bile hiç akis yapmıyor gibi
çınlayıp sönüyor. Kendime gömülüyorum.
"Bin defa beni kollarında geddirdi. Horatio! Bu soytarıların en alaycısıydı. Bin
defa beni kollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele. Kimbilir kaç defa öptüğüm
dudakları şuracığa asılıydı. Zavallı Yorik!"
- Buradan çıkıp teşrih dershanesine girelim, isterseniz... Tahammülünüz varsa...
Yok diyemedim.
Nasıl olsa operatörü beklemeye ve vakit geçirmeye de mecburduk.
"Zavallı Yorik! Hani senin..."
"Hani senin o güzel kelimelerin, çılgınlıkların, şarkıların, davetlileri
kahkahalarla boğan şakaların? Hattâ şimdi..."
Doktor sordu:
- Size burası dokundu mu yoksa?
- Bir piyesten bazı parçalar hatırlıyorum.
- Biz o kadar alışkınız ki.
"Hattâ şimdi, şu ağzının yanındaki buruşukla gülmeye sen bile muktedir değilsin.
Ne yanak kalmış, ne ağız. Haydi, git, şimdi güzel kadınlarımızdan birine,
tuvaleti arasında görün; ve ona de ki, yüzüne bir parmak kalınlığında boya
süredursun, günün birinde şu cazip şekle istihale etmekten kurtulamayacaktır. Bu
fikre onu güldür."
Teşrih dershanesine girdik. Amfiteatr. Operatör, elinde âletler, önünde mermer
masa, üstünde bir ölü. Kolu kesiliyor.
- Efendiler!... Amputation ameliyatlarında herşey-den evvel dikkat edilecek
nokta...
* * *
!'- Rica ederim, Horatio, bana bir şey söyle." "- Ne söyleyeyim efendimiz?"
îlk Lokma
Halbuki mesele çok basit: İnsan hastalanır ve ölür.
Dersden çıkınca fakülteyi çabuk terketmeye mecbur olan operatör, o gün bana
bakmadı, yalnız doktora dedi ki:
- Mithat Bey! Bu çocuğa anlatınız, mutlaka koltuk değneği kullanmalıdır, hâlis
"arthrite"dir bu, şakaya gelmez, hastalık "exra-articulaire" değil ki... :r Öyle
demişler.
¦ir Haltetmişler! Ben bu dizi önce de gördüm, biliyorum.
Bana döndü:
- Yavum! Sonra bacağını bütün bütün kaybedersin. Mutlaka bir koltuk değneği
lâzım. Bak yürürken de zahmet çekiyorsun.
Ve ters yüzü dönerek, hiç zahmet çekmeden yürüyüp gitti.
Benim doktor, bahçede, kolunu bana verdi.
- Rica ederim, yaslanınız. Operatörün hakkı var... İhmal etmeyiniz. Hiç olmazsa
bir baston.
Yokuşu ağır ağır iniyoruz. Hafif bir rüzgâr. Her vesile ile bana ders veren
doktor söylüyor.
- Bünye, bünye. Sizin için herşeyden evvel bu! Hastalığınız hem mevzii, hem
bünyevidir. Bol hava, güneş, bilhassa deniz havası... Bunları çok iyi
bilirsiniz. Hastalığınız size âdeta amelî doktorluk öğretiyor... Bu rüzgâra
bakın çok faydalı... Bu kadar esmek şartiyle... Daha fazlası cümle-i asabiyeyi
kamçılar... Şurada bir lokanta var. Orada hem dinlenirsin, hem yemek yeriz.
Bir köy lokantasına giriyoruz. Doktor, mutlaka bir et seçmemi istiyor ve bana
bir yemek rejimi çiziyor.
Öteki operatörün kararını anlattım ve bundan çok müteessir olduğumu söyledim.
Düşündü, çok düşündü, "Osteite" diye mırıldandı; gene düşündü, tereddüt içinde
söyledi:
- O kadar korkmayın... Bir kere de biz görelim... Yarm değil öbür gün
gelirsiniz, bizim operatör de bakar. Olabilir ki küçük bir ameliyatla, hattâ
yalnız alçıyla, yahut yarım bir "İltisak-ı mafsal" ile kurtarırız.
Sonra kuvvetle tekrar etti:
- Bünye! Bünye... En mühim nokta bu. Çok yiyiniz! Bunları biliyorsunuz...
Fakat, haydi bakalım, işte yiyeceğiniz geldi.. Bunu bitirmelisiniz.. İyi
çiğneyiniz.
Hiç iştahım yoktu. Sun'î bir gayretle bıçağı bastım ve ilk lokmayı ağzıma
götürdüm.
Fakat etin kokusu bana teşrihhaneyi hatırlattı. Birdenbire damağımda çürümüş bir
insan eti lezzeti, genzimde ağır bir koku hissettim. Bu duygum bana o kadar
hakiki göründü ki lokmayı yutamadım, çıkaramadım ve kıpkırmızı kesildim.
Lokantanın bahçesine çıktım ve geldim. Doktor biraz şaşırmış, fakat soğukkanlı
duruyordu. Bir bardak su verdi.
Herşeyi anlamıştı. "Teşrihhaneyi gezmemeliydik", dedi.
O koku bütün lokantayı ve genzimi dolduruyordu. Gördüğüm ölülerden birinin
yanağını ısırmış gibiydim. Doktor: "Vah vah.." diye mırıldandı.
Halbuki mesele çok basit: İnsan hastalanır ve ölür. , "- Zavallı
Yorik!" ...
Beni Karşılayan Sükût
Bu odada bir şey var, mühim bir şey.
Köşke girdim, fakat aşağı sofalarda, merdivenlerde, kapısı açık odalarda ve
salonda kimseye tesadüf etmedim.
Paşa'nın yatak odasının önünden geçerken içerde hararetli bir konuşma duydum.
Nüzhet'in sesi de geliyordu.
Biraz durakladım ve Paşa'nm küçük bir kahkahasını duymaktan gelen cesaretle
içeriye girdim.
Paşa, uzun koltukta arka üstü yatıyor, Nüzhet pencerenin kenarına oturmuş,
dizlerini sallıyor ve aynalı dolabın açık duran kapısı arasından yengemin kalın
bacakları ile siyah elbisesinin eteği görünüyordu.
Ben girer girmez hepsi birden sustular. Beklediğim alâka yerine bu sessizlik
beni şaşırttı ve bu şaşkınlığımı gören Nüzhet'in yüzünde bir istihza belirip be-
lirmediğine bakamadan Paşa'ya doğru bir iki adım attım.
Beni gene o himaye etti ve ilk alâkayı gösterdi:
- Oo... İyi... Çabuk geldin.. Ne haber? Anlattım ki operatör beni muayene
etmedi, yarın
değil öbürgün. Anneme kartı yazdım, artık merak etmez. Bir roman aldım, cinaî
ama güzel bir şeye benziyor.
Paşa sadece:
- Haydi bakalım! diye mırıldandı ve odayı gene sessizlik bastı.
Nüzhet'e baktım, başını pencereden dışarı çevirmiş ve dizlerini sallıyor.
Yengem, aynalı dolabın içine kapanmış. Kapısı hafifçe gıcırdıyor.
Bu odada bir şey var, bu odada mühim bir şey var. Merak ediyorum. Anlamak
istiyorum, beni karşılayan bu sessizliği yenmek istiyorum.
Kitabı Paşa'ya uzatmaktaki başka bir hareket yapamadım.
Aldı ve bakmadan küçük bir dolabın üstüne koydu: "Ya. Eh.. Pekâlâ.." gibi
tamamiyle anlayamadığım bir şeyler söyledi.
Aynalı dolabın kapısı gıcırdıyordu.
Nüzhet pencerenin kenarından indi ve aramızdan çekilerek balkona çıktı. Ben de
hemen odadan çıkmak ve yalnız kalmak istiyordum, fakata yapamadım. Biraz
sendeleyerek iki adım kadar geriledim.
Yukarı çıkayım., gibi bi şey mırıldandım, kapıya doğru yürüdüm.
Oda kapısının yanında, ayakta, Nurefşan, duruyordu. Onu ancak odadan çıkarken
görmüştüm. O da
bana garip gözlerle, birçok mânâlarla yüklü, dolgun gözlerle bakıyordu.
Odadan çıkınca nereye gideceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün bu ev, bütün
bu insanlar bana yabancı geliyordu. Onları bana tanıtan bütün alâkalar,
hâtıralar bir anda kaybolmuştu.
Merdivenlerden indim. Bahçeye çıktım. Havuzun başında Nüzhet'le geceleyin
oturduğumuz demir kanapeye oturdum. Fakat bahçeyi göremi-yordum, o yaşımda
kuvvetli acıların bana verdiği geçici sağırlık ve körlük içinde idim; o
acılardan biri ki, saniyeler içinde artıyor, azamiye çıkıyor, gözlerimin
arkasında bir karanlık ye kulaklarımda bir uğultu yapıyor, kendimi taşıyamayacak
kadar dermanımı kesiyordu.
Başımı arkaya dayadım. Bahçenin uzaklarında, yeşillikler arasında bahçıvanın
görünüp kaybolan iki kat eğilmiş vücudu gözlerimi biraz oyaladı. Fakat gene içim
karardı. Biraz evvelki yatak odasından parça parça hayaller.
Paşa'nın çapaklı sesi. Nüzhet'in dizlerinde sinirlilik. Nurafşan'm gözleri,
aynalı dolap kapısının gıcırtısı. Ve bu ses, bu dizler, bu gözler, kapı, gizli
şeylerin diliyle bana neler söylüyorlar! Bazan etrafımızda o kadar esrarlı bir
hâdise olur ki ince teferuatına kadar bunu sezeriz, fakat hiçbir şey idrak
etmeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh herşeyi anlar, fakat bize anlatmaz,
böyle korkunç işaretlerle bizi muammanın derinliklerine atar ve boğar.
Kuruntulu Adam
Nen var, niçin susuyorsun?
Boğuluyorum.
Kurtulmak için başımı kendi derinliklerimden çıkarıyorum, bahçeye bakıyorum.
Oyalanacak bir şey arıyorum.
Yeşillikler arasında bahçıvanın kambur sırtı. Hâlâ . aynı noktada. Bir nebat,
bir toprak parçası üstünde ne İsrar! Bütün ruhî ticaretini mert ve asil tabiatla
yapan adam: Kendini ona emniyetle veriyor ve nebatla toprakla açtığı hesab-ı
câride aldanmıyacağını biliyor, bunun için sakin ve kendinden emin, çalışıyor,
bunun için yirmi santimetre murabbaı bir toprak parçası üstünde, güneşin
altında, saatlerce, yorulmadan, mazbut bir heyecanla didinip duruyor.
Onu o kadar kıskanıyorum ki saadetinin içine daha fazla giremiyorum, kendime
dönüyorum, fakat içimde ne kargaşalık! Bana tâbi olmayan binlerce hayaller ve
hâtıralar, şiddetli bir anafor içinde savruluyorlar.
Arkamdan bir şehir kaçıyor. Dizlerimde bir kerpeten. Hastalık ve tabiat.
Çamların arasında beyazlıklar. Bünye! Bünye! Sizin için her şeyden evvel bu.
Evimizin sokak kapısı önünde çocuklar, birdenbire keskin bir çığlık. Daha
sabredelim mi? Yengemin Paşa'ya uzattığı çanta ve Paşa'nm bana elini uzatırken
yüzündeki şefkatin arkasına gizlenen istihfaf, istihza, nefret, hâkimiyet, mum
ışığının sallantıları arasında uzanıp kısalan bir boy. Canlı, hareketli gözler,
simsiyah ve hareketsiz. Uyuyamadım, diyor, ben de uyuyamadım, sen niçin
uyuyamadm? Ben bir şeyler düşündüm, ben de bir şeyler. Gömleğinin üstünde bir
şal... Arkamda açık
duran balkon kapısından hafif bir rüzgâr giriyor. Hani benim kitaplarım?
Çırılçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut. Yanakları çökmüş ve traşı gelmiş.
Horatio! Bana bir şey söyle! Ne söyleyeyim efendimiz?
Mermer masanın üstünde bir ölü. Heyhat! Ben onu tanıdım, Horatio. Soytarıların
en alaycısıydı. Bin defa beni kollarında gezdirdi. Şimdi ne yanak kalmış, ne
ağız! Bin defa beni kollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele! Hani senin
şarkıların, latifelerin, davetlileri kahkahalarla boğan şakaların operatörün
bana bakışlarındaki merhamet, nefret ve ciddiyet. Ağır ağır yokuşu iniyoruz. Bir
köy lokantası. Lokma. Zavallı Yorik! Horatio! Bana bir şey söyle! Ne söyleyeyim
efendimiz?
Arkamda bir ayak sesi. Bir kahkaha. Ben doğrulmaya çalışırken bir kahkaha daha.
Nüzhet:
- Ayol nerdesin? « Yüzüme
dikkatle bakıyor, cevap bekliyor.
- Nerdesin? Odada aradım seni. Gözlerimi önüme eğiyorum.
- Yoruldum, dinleniyorum.
Yanıma oturdu. Hâlâ gözleri yüzümde.
- Yok yok... Bir şey var... Gene bir şeyler kuruyorsun.
Cevap vermiyorum. Bir kere girdiği bu yolda zorla yürüyor.
'
- Vallahi bir şeyler kuruyorsun. Neye canın sikilir yor?
- Küçük şeylere.
- Söyle bana.
- Yorgunum.
* Haydi, söyle bana.
- Yorgunum... İstasyondan buraya kadar yürümek
yordu. Biraz dinleniyorum. Şu bahçıvana bakıyorum. Ne güzel çalışıyor.
- Haydi, haydi... Söyle bana.
- Yirmi santimetrelik bir toprak parçası üstünde...
- Kuzum... Bir şeye mi darıldın?
- Hayır!
. - Ben neye darıldığmı biliyorum.
- Hiçbir şeye darılmadım.
- Biliyorum diyorum sana. -Hayır!
- Sen biraz evel darıldın. Odadan çıkışından bel-fcı^i. Değil mi?
- Hayır... Darılmadım... Darılmış değilim. -Ey!...
- Orada, benden gizli bir şey konuşuyordunuz gibi geldi bana... Dışarı çıktım.
- Hayır! Senden gizli bir şey konuşmuyorduk.
- Olabilir... Bana öyle geldi.
- Hayır! Bak sen ne vesveseli adamsın! Düşün, düşün de kendini anla! Senden
gizli hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu, sen, odaya girince o da
aynalı dolabın kapısı içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi
anladın mı? Bu vesveseleri bırak! Sen çok kuruntulu insansın! Kalk. Dinlendinse
bahçıvana görünmeden küçük salatalık koparalım, haydi.
Paris! Paris!
Sen git, Paris'e git!.. Hey!
- Ha!... Ha!... Tıpkısı be! Gözümün önüne geliyor Paris... Enstitü binası...
Sonra Cumhuriyet heykeli vardır. Yamandır Paris. Bir daha göremiyeceğiz.
İnşallah
sen gidersin de görürsün... Benden geçti artık... Fakat insan romanları okurken
de Paris gözünün önüne geliyor... Hem bu, hoş bir roman... Aferin! İyi
bulmuşsun... O yeraltı meyhanelerinde ben yüzlerce defa kafayı... çektim...
Apsent üstüne apsent...
Paşa, bol kahkahalar atıyor; okuduğum romanın yerli Paris tasvirleri hafızasının
kapağını açmış, gençliğinin en taşkın yıllarına ait hâtıralarla ağzına kadar
dolu bir bentten, yirmi beş senelik bir mazinin seli şarıl şarıl akıyordu. Bütün
Paris hâtıraları. Ve bol ve gevrek kahkahalar, ki çocukluğumda Paşa bundan ne
kadar çok salıverirdi ve her insanı bize hatırlatan, her insanı içimizde yaşatan
bir ayırıcı alâmet varsa, Paşa'yı da bana hatırlatan, içimde yaşatan bu gevrek
ve bol kahkahalarıydı.
- Ben, diyordu. Paris'e gittiğim vakit Sadi Carnot Reisicumhurdu. Kaç senelik
mesele bu? Dur bakayım... 1887... Onüç, onbeş daha, yirmi sekiz sene evvel. Sen
daha o vakit dünyada yoktun... Ne gezer?... Ha!... Sadi Carnot Reisicumhurdu...
Paris'in yeraltı meyhaneleri vardı... Orada apaşlar toplanırlar... Hani romanda
okuyorsun ya!... İşte o herif gibi üç değil, beş değil, on onbeş apaş ortaya
dolarlar... Ha!... İçlerinde politikacılar da vardır... Anarşistler!... Hepsi de
Sadi Car-not'un düşmanları... Kapılar kapanır... Dışarıya gözcü konur... Polis
gelmesin diye. Hoş polis herşeyi bilir ya... Arada bir bunları basar...
Derken... Evet kapılar kapanır... Masanın üstüne bir anarşist çıkar, dehşetli
bir nutuk söyler!... Hey! Aman Allah!... Gözleri kızarmış... Apsent üstüne
apsent!... Bağırır dururlar:
- A bas Sadi Carnot!
Yani "Kahrolsun Sadi Carnot!" diye haykırırlar... Kimi yere bardağı atar,
şırakk... diye kırar... Artık herkes masaların üstüne çıkar, nutuklar,
haykırışlar, hur-
ralar, bir neşe, bir coşkunluk, bir fırtına, kıyametler kopar!...
Göğsü yorulan Paşa biraz duruyor, hâtıralarının silsilesini kendi içinde seyre
dalıyor, "Hey... Ah." gibi iniltiler salıveriyordu.
O tarihte biz, Harb-i Umumî'ye henüz girmiştik. İttihatçılar hâkimdi. Paşa,
Fransız dostu ve Alman aleyhtarı, İttihatçılar'a düşmandı. Hep "Sabah" okur,
muhalif fıkranın muvaffakiyetlerini arardı. Bab-ı âli baskınından sonra, "Sabah"
birdenbire dilini değiştirmiş ve İttihatçılar'ın tarafına geçmişti. Hattâ Nazım
Paşa'nın katlini ehemmiyetsiz bir vak'a gibi iki üç satırla yazmıştı. Paşa, en
güvendiği gazetenin de bu ihanetini görünce, o günden beri matbuata da gücendi
ve bir daha köşke gazete sokmadı. Bunun için gençlik hâ-tıralariyle karışan
siyasî muhalefet ihtirası altmışını geçen bu ihtiyarı anarşist gibi diriltiyor,
uykudaki enerjilerini ayaklandırıyor, coşturuyordu.
- Sonra, diyor, Sadi Carnot'yu öldürdüler... Ben o vakit Paris'te değildim...
İstanbul'a gelmiştim... Herifi İtalyan anarşistleri vurdu.?. Liyon'da... Anladın
mı? Sen git, Paris'e git!... Bak orada romanda okuduğun Pont-Neufun arka
sokağında bir yeraltı meyhanesi vardır. Hoş, bugün duruyor mu acaba?
Nefesi kesiliyordu. Romanı okumaya devam ettim:
"Çünkü bir kapalı araba, sarı ve ölümlü ışıklar neşreden fenerleriyle Pont-Neuf
u geçti ve enstitünün parmaklığı önünde tevakkuf etti. Soluk gümüşî renkte bir
şapkayı lâbis orta yaşlı bir adam, arkasında kısa boylu, kamburca diğer bir
adamla arabadan atladı ve derhal emir verdi:
"- Lâmbaları söndürünüz!"
Gizli Konuşulan şey
Bir odanın içindeki sır.
Yatak odama girerken, kapının önünde Nuref-şan'ı gördüm. Elinde bir şamdan:
- Sizi bekliyorum, dedi. Şimdi sizin cibinliğinizi kurdum. Sivrisinekler
çoğaldı.
Odaya benimle beraber girdi. Etrafına bakmıyor, benim daha fazla rahat etmem
için odada yapılacak yeni işler arıyor, bulamamaktan canı sıkılmış görünüyor.
Ben sandalyeye oturdum ve onun çıkmasını bekledim; çıkmadı ve karşımda durdu.
Konuşmak istediği ve cesaret edemediği belliydi.
Konuşturmak istedim:
- Ey... Söyle bakalım Nurefşan... Senin saka ne âlemde.... Yem yemiyor mu?
Hastalığı geçti mi?
Son ihtiyarlık yıllarında kuşlara pek merak sardıran ve köşkte büyük bir kuşhane
kuran Paşa, hasta bir saka kuşunu Nurefşan'a vermişti. Kızcağız odasında bu kuşu
tedavi ediyordu.
- Bugün hayvancağıza iyi bakamadım. Misafir geldi.
Sonra yüzüme dikkatle bakarak, biraz daha yüksek sesle ilâve etti:
- Doktor Ragıp Beyin validesi geldi.
Benim bu bahse ehemmiyet vermememden korkarak çabucak şunları da söyledi:
- İş ilerliyor.
- Hangi iş? diye sordum.
- Bir iki güne kadar söz kesilecek. Küçük hanımı doktora veriyorlar.
Bu haberi elimden geldiği kadar tabii karşılamaya çalışarak dedim ki:
- Öyle mi?... Nüzhet de bana söylüyordu. Demek buraya bir damat gelecek, fena
mı?
Nurefşan, başını önüne eğdi ve memnuniyetsizliğini gizlemiyen bir yüz buruşuğu
yaptı. Sonra anlattı:
- Düğünden sonra doktor, küçük hanımı Berlin'e götürecek. Orada hastahanelerde
çalışacakmış.
- Ya... Demek küçük hanımı kaybedeceksin.
- Ben bu evlenmeyi hiç istemiyorum. Paşa efendi de istemiyor ama, yengeniz
istiyor.
Gene yüzüma baktı ve benden bu duygusunu paylaştığımı anlatacak bir söz bekledi.
Hiçbir şey söylemedim.
Devam etti:
- Bugün siz Paşa efendinin odasına girdiğiniz vakit bunu konuşuyorlardı.
Birdenbire sustular.
Kendimi tutamadım ve şiddetle canlandım:
- Ya!... Ben bunun üstüne mi geldim?
- Öyle ya.
Küçük bir tereddütten sonra sordum:
- Ne konuşuyorlardı?
- Hanımefendi, doktorun valdesinin söylediklerini Paşa efendiye anlatıyordu.
- Ne diyordu?
- Diyordu ki işte... Birkaç güne kadar söz kesilmeli imiş. Bir aya kadar da
nikâh düğün... Sonbahara doğru doktor Berlin'e gidecekmiş, küçük hanımı da
götüre-
- Nüzhet ne diyor?
- Gülüyor.
-Paşa?
- O da gülüyor. "Vay! Sen Berlin'e.'migideceksin?" diye alay ediyor.
- Peki, Nurefşan... Sen o şamdanı bırak. Benim şamdanda mum kalmamış.
- Zaten bunu size getirmiştim.
- Pekâlâ. Allah rahatlık versin. ,
- Size de efendim. Nurefşan çıktı.
Size de efendim. Bana da mı?
Ümit etmiyorum.
Nüzhet Bana Yalan Söyledi
Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir.
Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun
oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en
ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın
bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana herşey isyan etmelidir.
Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada
bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar
düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân... Zavallı mürâ-hik...
Nüzhet bana yalan söyledi.
Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı
duyan kulaklariyle her-şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim
beni aldatmaz.
Ben o gün odaya girer girmez herşeyi sezdim. Aynalı dolap kapısının gıcırtısı,
Nüzhet'in dizleri ve Nu-refşan'ın gözleri bana üç münâdi gibi haykırdılar.
Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne
yalan Çin setleri gibi kalın du-
varlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr
dalgasiyle, herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: "Buradayım!"
der.
Nüzhet bana yalan söyledi.
Hem ne çabuk yaratılmış, ne mükemmel, ne güzel yalan! Annesi, aynalı dolabın
içinde çıplakmış! Yalanlarla beşli bir muhayyile hakikatin unsurlarını ne çabuk
buluyor, etraftaki eşyayı, hâdiseleri kendi gayesine göre ne çabuk tertip ediyor
ve malzemesi hakikat olan, hakikî toprakla, alçıyla, suyla yoğrulan bu âbide en
kuvvetli gözleri nasıl aldatıyor, ne san'at, ne san'at!
"Bak sen ne vesveseli adamsın!" ha?... Düşün, düşün de anla! "Senden gizli
hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu. Sen odadan içeri girince aynalı
dolabın içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi anladın mı?"
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 3
- Parts
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 1Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 4058Total number of unique words is 215228.3 of words are in the 2000 most common words43.4 of words are in the 5000 most common words50.2 of words are in the 8000 most common words
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 2Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 4170Total number of unique words is 209831.9 of words are in the 2000 most common words44.9 of words are in the 5000 most common words52.1 of words are in the 8000 most common words
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 3Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 4131Total number of unique words is 212129.9 of words are in the 2000 most common words44.3 of words are in the 5000 most common words51.1 of words are in the 8000 most common words
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 4Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 3925Total number of unique words is 219827.2 of words are in the 2000 most common words39.5 of words are in the 5000 most common words46.2 of words are in the 8000 most common words
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - 5Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 1894Total number of unique words is 114034.8 of words are in the 2000 most common words47.1 of words are in the 5000 most common words53.3 of words are in the 8000 most common words