Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 1

Total number of words is 3772
Total number of unique words is 2292
23.8 of words are in the 2000 most common words
34.5 of words are in the 5000 most common words
40.8 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
çanakkaleli melahat’a iki el mektup
ya da özel bir fuhuş tarihi
düzşiirler


GENişLETiLMiş 3.BASKI



sayfa 5


I.
çırılçıplak bir türkçeyle

Çanakkaleli Melahat mor kitabı, bir bakıma, modern şiirin hepten unutulduğu, hatta denebilir ki bile isteye ıskalandığı bir cumhuriyeti, kendi ahşap ve sivil köşesinden anlatmıya çalışan özgül bir tarih kitabı da sayılabilir.
Evet, Fuhşun Altın Çağı gerçekten de 1940 ile 1970 yılları arasında geçmiştir. (Nasıl, eski Sümer sinemasının kapısındaki Gece Devriyesi şaşı ve şişman kadına göre ikinci Dünya Savaşı, mezarlıkta çırılçıplak olarak ve saatlerini çıkarmış 7 erkekle bir gecede geçmişse). Somutlarsak; istanbul polis müdürleri Demir Ahmet’ten Necdet Uğur’a kadar!
Çünkü ‘şiirin noktalama işaretleri;’ (sarışınların yazdığı) tarihin noktalama işaretlerinden (ferman’lar, şart’lar, anayasa’lar... gibi) daha doğru ve gerçekçidir. Zaten en ufak bir toplumsal bir değişimin bile ilk habercisi iyi ve sıkı şiir olur. Yani sivil şiirler! Kısacası, tarihteki her olgunun, aranırsa, göstergesi şiirde bulunabilir.
Çanakkaleli Melahat’ın (hiç değilse benim belleğimde) tam arkasında hep keten astarlı büyük bir beşeri harita vardır. Vardır ama aynı zamanda kimseye ve hiçbir kuruma güven olmaz diye ‘çift kapılı’ evleri de vardır işleri için.
O zamanlar Polis Vazife ve Selahiyet Kanununa göre, bir evin fuhuş yapılıyor bahanesiyle mühürlenmesi kolaydı. (Siz ne diyorsunuz! Nitekim bizim Sakızağacı’ndaki kiralık üç odamız, annem takma adı Nezahat olarak Lala Birahanesi’ne çıkmışken, –bir kış akşamıydı ve hava da kararmıştı–, üç odamızın kapısı da ayrı ayrı mühürlenmişti!)
Çanakkaleli Melahat korkunç nüfuzlu bir kadındı. Nüfuzluydu ama aynı zamanda kaçın kurrasıydı da. Her türlü belaya karşı işte böyle ‘çift kapılı’ evler tutardı.
Bizim 1940’dan sonraki çocukluğumuz; önce Cankurtaranlı olarak, büyük uçurtmalarla, Emraz-ı Zühreviye Hastanesiyle, boynumuzda silgilerle, cam hokkalarla, Yurttaşlık Bilgisi uygulaması için Ankara’daki devletçe çizilmiş müfredat programı uyarınca Ayasofya önündeki idamlara bütün sınıf gitmekle de geçmiştir!
(Emraz-ı Zühreviye Hastanesi sonra Zührevi Hastalıklar Hastanesi adını aldı. şimdi Deri ve Tenasül Hastalıkları Hastanesidir. Biz Sakızağacı’nda otururken annem bir kez buraya yatırılmıştı. Yol göstericilik’le geçinen babam ve annemin bir dostuyla pazar günü ziyarete gittiğimizi hatırlıyorum. Demiryoluna bakan üst katlardaki odaların pencereleri, kör bir göz gibi, tuğlalarla örülmüştü. Yıllar sonra Cankurtaran’a ya da Ahırkapı’ya –sözgelişi Edip Cansever’le ya da Sitare Ağaoğlu’yla ya da Gülin Tokat’la– gidişlerimde o hastaneye uzun uzun bakışıma, hatta denk getirdiğimde kapısına kadar gitmeme bir anlam veremeyen arkadaşlarca bu davranışımın hoş karşılanmasını dilerim.)
Otuzbirli yeniyetmeliğimizde de; Sakızağacı’nda fuhuşla, pahalı Abanoz ve ucuz Ziba kerhaneleriyle ve de Çanakkaleli Melahat’la, serbest çalışan orospularla, ‘yol gösterici’lerle, her türlü mafyayla iç içe olarak bodrum ya da çatı katlarında geçmiştir.
Evet, işte biz Fuhşun Altın Çağı’nı dolu dolu yaşamıştık. Tantanalı bir dönem işte. Kör bir rastlantı mıdır, yoksa güzel bir rastlantı mıdır bilmiyorum! ilerde, 1955-56’larda Ankara’da şiirin Altın Çağı da gerçekleşecektir. şiir ilk kez ‘çırılçıplak bir Türkçeyle’ kuruluyordur. Sözdizimi de şiirsel bir ‘sıçrama’yla ilk kez değişime uğruyordur. şiire gerçekten sivil bir ses gelmişti. Yani Logaritmalı şiir’e girildi.
Ve vardık 1970 yılına, varıyoruz. Fuhşun Altın Çağı, 1970’de 9 kasım günü Çanakkaleli Melahat’ın Ceylan takma adlı ve menekşe gözlü bir tombalacı eliyle vurularak öldürülünceye kadar sürmüştür. Ramazandı. Adı geçen iki polis müdürü de kıyafet değiştirerek Çanakkaleli Melahat’ın cenaze törenine katılmıştı. (Bk. Çok Eski Adıyladır kitabı. ‘Melahat Geçilmez’ minyatürü, “Çanakkaleli Melahat’ın törenine polis bandosu da katılmıştır” meclis’liği; 1982).
Elbet devlete karşı olmak başka şeydir, devletin dışında olmak başka. Çanakkaleli Melahat devletin ucuz ama çıkmaz mor mürekkepli stampasının ve mührünün olabildiğince dışında çalışmayı seçmişti. Böylece Çanakkaleli Melahat olayı, sivil toplumu, tersinden de olsa, çok iyi gösterir.
Yalnız bu nedenle bile Çanakkaleli Melahat cumhuriyetimizde baş köşeye oturtulacak bir kadındır. Hatta Çanakkaleli Melahat’a ölümsüz de diyebiliriz. Rahatlıkla işbu cumhuriyetin bütün ansiklopedilerinde madde başı olacak bir kadındır. Kybele, v.s. gibi. Bir Anafartalıdır. Gerçek adı da Emine Özbil’dir nüfusta. (Gariptir, birkaç yıl sonra oğlu da öldürülmüştür gazinosunda.)
şimdi ben Çanakkale’nin Cumhuriyet Meydanına Çanakkaleli Melahat’ın tunçtan bir heykelinin dikilmesini öneriyorum. Herhalde Tahta At’tan daha anlamlı olur. (Nitekim Sait Faik de Melahat Heykeli adlı hikayesinde başka bir Melahat’ın heykelinin Adapazarı’na dikilmesini önerir!)
‘Sivil’ sözcüğü, Türkçenin belki de en güzel ve cıvıl cıvıl, kuş gibi öten sözcüklerinden biridir. (Eskiden Çanakkale’de, su döküldükçe kuş gibi öten küçük testiler satılırdı.) Ve hem çırılçıplaklığı, hem başıbozukluğu, hem de uygarlığı içerir. (Ayıptır söylemesi; biz Sivil şiir’i 40 insan yılıdır ‘çırılçıplak bir Türkçeyle’ kuruyoruz ya!)
Bizler, 1931 doğumlu olarak, dediğim gibi otuzbirli yeniyetmeliğimizle, Sakızağacı’ndan 1943 yaz aylarında bir koşu inip Dolmabahçe Camisinin arkasındaki rıhtımda ‘sivil’ olarak denize girerdik. Hemen yanımızdaki barınakta da cumhurbaşkanlığı deniz motoru Acar yatardı, tabii forsu kapalı olarak.
Biz çocuklar için şerefli bir günü de hatırlıyorum: Fotoğraflarını okul kitaplığında, çocuk dergilerinde gördüğümüz, Maarif Vekili (müşekkel) Hasan Âli Yücel’in ikizleri Can ve Canan gibi, Nazım Hikmet’in her anlamıyla üzerine oturmuş cumhurbaşkanı ismet inönü’nün çocukları Ömer, Erdal ve Özden, Maçka’dan makam arabasıyla inip forsu açılmış Acar’la Heybeliada’da tüccar amcalarına geçmişlerdi. Biz de onları öyle çırılçıplak durumda alkışlamıştık!
Yıllar sonra 1991’de Erdal adında bu ortanca çocuk boy attı ve Sosyal Demokratlar olarak bir şiir forumu düzenledi. Devlet ve aile göreneğince modern şiiri atladı ve de Avrupa Pazarına girmek uğruna da Türkiye’de yaşayan üç-beş şairden biri olan ve ‘iyiler taifesi’ni seçmiş ismet Özel’in toplantıya çağrılmaması acaba bu alkışların bir karşılığı mıdır? Çünkü benim deyişimle Sosyalbürokratların düzenlediği bu şiir forumu sahtekarlığını Ankara’dan ölü balık gözleriyle bakarak üzerimize köpek balıklarını salması bizim bu alaylı alkışlarımızın unutulmadığını mı gösteriyor?
işte çırılçıplak bir Türkçeyle!
1993


hal ve gidiş sıfır
ya da zeyrek orta iki





O zamanlar Beyoğlu’nda oturuyoruz ve ben Zeyrek Ortaokulu’nda ikinci sınıfta okuyorum, yıl 1945.
Neden bilmiyorum, ta şehzadebaşı’ndaki Vefa Lisesi’nin karşısına düşen bu Zeyrek Orta’ya (1944 Eylülünde) yazdırılmışım. Ahşap, konaktan bozma ve üç katlı olan bu okulu, –ki eve her anlamda hep uzak kaldı–, bitirinceye kadar da çıkmadım.
Bir ‘cezaevi’ne filan düşmüşsün ama aldırmıyorsun! Çünkü ve herhalde diyordum, ilkokul çağlarında Cankurtaran’da otururken Ayasofya önünde bir idam uygulaması görmüşsün ve işte buradan geliyorsun!
Sabahları, kapıları (bu arada basamakları da) kapandığı için asılınamayan Edirnekapı-Bahçekapı sarı karantina renkli kamu tramvaylarıyla okula giderdik: ‘Asılmak tehlikeli ve yasaktır!’ (Yine de Tomtom mahallesinin fırlamaları ne yapıp edip arkadan asılırlardı.)
(istanbul’u bilenler şaşırmasın! Çünkü bu ‘tombul’ tramvaylar geceleri Mecidiyeköy Tramvay Deposu’nda gecelerlerdi. işte biz de bu ilk sefere Ağacami durağından katılırdık, şehzadebaşı’na dek.)
Akşamları, eve dönerken de Fatih-Harbiye kırmızı ‘balıketi’ tramvaylarını kullanırdık. Onlarda da, herhalde ‘yaşamadığımız’ için ne anlama getirildiğini bilmediğimiz ‘Asılmak tehlikeli ve yasaktır’ yazardı. (Ben bu kara yazının ne anlama geldiğini, iki olayda da, 1971 (72) ve 1980 (81)’de çok iyi anlayacağım, anladım, sanırım anladım!) Yine biz, özellikle yaz aylarında, arkadaşlarla birlikteyken iş ya da oyun olsun diye asılırdık. iki ayrı teknikte.
Ağacami değil de Taksim’den binersek hatta oturacak yer de bulabilirdik. (O gün Curt Coswig’in Tabiat Bilgisi’nden ya da –madem ki bir omuzumda doldurulmuş bir Simruğ’la (Simurg) dolaşarak yalnızlığımı dağıtmaya çalışırım hep, o halde– Kuşbilim’den tahtaya kalkacaksan sarsıntılı tramvayda bile ineklemen gerekir!)
Beyoğlu’nda o zamanlar ‘azınlık’ çoğunluktaydı. Yani Hıristiyan ‘sünniler’i, ‘ortodokslar’. Bakkallar, çocuk doktoru Fakaçelli de Rum’du. Benim mahalledeki arkadaşlarımın yarısından çoğu da Rum (güzelim ‘taylar’ ve ‘sıpalar’ bir yana; kendisini apartmanın taraçasına çıkarıp kırık bir küpün üzerine yatırdığımız ve bize çocuk sesiyle “..ma içime işemeyin” diyen kapıcı Manuk’un kızı Mari, Rumlar, ‘..ma’yı böyle aksanlı söylerlerdi) ve Ermeni’ydi (şimdi doktor olan Katolik ve ürkek Yetvart Delda ve Nane Sokağı’ndaki malak gibi çakır gözlü [belki de biraz gökgözlüye çalıyordu] o sarışın çocuk, –arkadaşım filan değildi ama belirli bir konuda gizli suç ortağım olan ve beni 15-20 kuruş ucuza koyun kırkar gibi tıraş eden zayıf ve yaşlı berber de– böylece Alkazar’da ‘paradi’ ya da ‘duhuliye’de ‘Frankeştayn’ın Nişanlısı’nı ya da ne bileyim ‘Fu-Man-Çu’yu seyredeceğiz– Gazoz bile içerdik).
Yaşlı kadınlara yer vermemek için de önümüzdeki kitaba kapanırdık ya da boşsak başımızı çevirip dışarı bakma numarası yapardık. Yine de bıyıklı bıyıklı madamlar memelerini ya da çantalarını kazayla olmuş gibi kalkalım da onlara yer verelim diye bize boyuna vurup dururlardı.
Beyoğlu’nda fuhuşla iç içe yaşadığımız için de (bizim ev, kerhane Abanoz’a çok yakındı –hatta geçen yıllar Zeyrek’ten bir arkadaşa rastladığımda bana “Hâlâ Abanoz’da mı oturuyorsunuz?” diye sormuştu-, küçüğü (yasal değildi) Ziba az aşağımızdaydı... Randevucu mamalar ‘çift kapı’lı Çanakkaleli Melahat, Batı Müziği konserine giden Madam Katina, kardeşi Madam Atina, mitoloji bilen orospular...
Kısacası, –Missouri zırhlısı da yakında 1946’da geliyordu–, cumhuriyette fuhşun en ünlü günleri yaşanıyordu) sabahları okulun bahçesinde olup bitenlerden konuşurduk.
Kendisine tombala oyununda hep ‘çinko’ çıkan orospu Tatar Necla. Bir gece önce, mahallenin orospularından olarak benimsenmiş Kadıköylü Nesrin’in, kendisi ‘mezarlık orospuları’ndan olmadığı halde Edirnekapı mezarlıklarına kaçırılmıştır. Taksilere doluşarak mezarlık mezarlık dolaşmamızı bu yüzden uykusuzluğumuzu anlatırdık ertesi gün okulda. Sonra da nedensiz haydi hürya helalara dalardık!
ilk otuzbirimi orta birde, Jules Verne’in Aya Seyahat romanını okurken çekmiştim. Ondan sonra zaten dersten çıkış zili çalar çalmaz kendiliğinden helaya koşuyorsun!
Bir Arsen Lüpen romanını okuyorum; kârgir bir evin üst katında cinayet işlenmiş, alttaki odaya tavandan kan damlıyor. Ben de yeşil mürekkeple, –evet yeşil–, ilk şirimi yazmıştım, yazmışım: ‘Damlalar! Damlalar!’ Sıramız en öndeydi. Sıra arkadaşım da şiirimi temize çektiğim defteri birdenbire kapıp hınzırlık olsun diye ‘etüt’ dersinde kürsüde kitabını okuyan yazın öğretmenimiz Niyazi Tarman’a götürmüştü. Öğretmen okudu ve bana “Edip olacağına edepsiz ol daha iyi” demişti.
Niyazi Tarman belki ‘zabit’likten geldiği için olsa gerek Almanca biliyordu. (O zamanlar subaylar Almanca bilirlerdi, başlangıçtan bu yana da Napolyon hayranıdırlar, bu şimdi biraz ‘baba’ arayışına dönüştü galiba. Neyse.) O yüzden bize Alman yazınını, Kleist’i, Chamisso’yu, Stefan Georg’u, Schlegel Kardeşleri, Zweig’ı, E.T. Hoffmann’ı... okumamızı söyler dururdu. (Zweig’ın ifritle Mücadele ile Yıldızların Parladığı Anlar kitaplarını bize sınıfta satmıştı. Hendrik van Loon’un bir çeşit coğrafya-tarih kitabını da.)
Ali Korna kâğıdına basılmış ‘Nutuk’u yine çok güzel bir kâğıda basılmış iki ciltlik ve Vasfi Mahir Kocatürk’ün derlediği (dünya) şaheserler Antolojisi’ni ise nasıl elde etmiştim çıkaramıyorum. Oradan Alman Körner’i, ingiliz Burns’ü okumuştum. Hele Dostoyevski’nin Kartal’ını hiç unutamıyorum.
‘Çocuk ve Allah’ı, Darüşşafaka’dan Vefa’ya gelmiş Eskişehirli bir arkadaş söylemişti bana. (O zamanlar da Darüşşafaka acımasızdı, çocukların yetim oldukları ve Darüşşafaka Cemiyeti’ndeki masonlardan yardım gördükleri anlaşılsın diye çocuklara üniforma giydirilirdi, bir yıl sınıfta kalınınca da ‘insan’ okuldan çıkarılırdı, çıkarılanlar da Çarşamba semtindeki arkadaşlarına uzak düşmemek için genellikle yurdu olan Vefa Lisesi’ne gelirlerdi.) Sonra Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü. Mehmet Akif’in Safahat’ı. Ahmet Rasim’in Fuhş-u Atik’i (ben onu ilkin kendimce ‘Ayağına Çabuk Fuhuş’ diye çevirmiştim. Osmanlılarda sevicilik üzerine olan Hamamcı Ülfet de ekli miydi kitaba?)
Dergilere gelince: Sabahattin Ali’nin, Aziz Nesin’in ve Rıfat Ilgaz’ın Asmalımescit’te çıkardıkları haftalık Marko Paşa’yı alırdık şehzadebaşı’ndaki şadırvan köşesinden, Büyük Doğu’nun kimi sayılarını da. Sonraları Çınaraltı. (Ben bir sayı da Yahudice şalom’u almıştım.)
Kimi zaman da okulun az arkalarında kalan Atıfefendi kitaplığına giderdik. Sessiz ama çok tozlu bir yerdi.
Ve genellikle Siirt kökenli Zeyrekli, Küçükpazarlı arkadaşlarla futbol maçı oynardık. (Bizim Beyoğlu’ndaki takımımızın adı Hava Çeliği idi; biz de söver, çok uzağa işer ve çok uzağa tükürürdük ama ağızları bir acayip bozuk, dayılanan, gerekmediğinde bile maraza çıkaran anasının gözü Tomtom Kaptan takımını nasıl olduysa bir gün inönü Gezisi’nin önünde bir kez yenmiştik. Bez topla.
işte o günlerde, belki de ‘Aile’ dergisinde, ‘devlet şairi’ olarak bilinen Yahya Kemal, Rabia Hatun’un fistan eteğini kaldırarak onun erkek olduğunu, o şiirleri yazanın ismail Hami Danişmend’in kendisinin olduğunu anlamıştı.
‘Men sana hasretem senin yanında bile.’
ismail Hami Danişmend deyince aklıma şu hikâye gelir: Bir gün V. Mustafa sormuş “Sıfır nedir?” içki ve sohbet meclisinde bulunan ‘müşekkel’ Hasan Âli atılmış ve “Efendim” demiş “işte mesela sizin karşınızda bendeniz!” Derler ki ondan sonra devlet ona “yürü ya kulum” demiş ve Dragos’ta, Ankara’da, evler, dükkânlar, arsalar edinmiş. Kalan ‘ikizler’i de, –toplam üç çocuk–, 40 yıl boyunca sürekli içtikleri, değiştirerek paralı sayısız sevgililer tuttukları halde mirası, daha doğrusu o artı-değeri ye ye bitirememişlerdir.
Beytülmal’a bakan bir adamın da Keçiören’deki evinin bodrumunda Köy Enstitüsü Kanunundan, özür dilerim dilim sürçtü, Milli Korunma Kanunundan kaçırdığı şekerler hikâyesi de var. (Ankara’yı o günlerde sık sık sel basıyordur.) Ama öğrenci pratiği çerçevesine pek uygun düşmeyebilir.
Kısacası gerek bahçede gerek helalarda herkes ve her şey konuşuluyordu!
Bu yüzden Zeyrek Orta deyince, ispanyol kökenli ve esrarlı bir biçimde ölen anarşist Almerayda’nın oğlu Jean Vigo’nun ‘Hal ve Gidiş Sıfır’ adlı sinema tarihinde çok önemli bir yeri ve etkinliği olan ünlü ve beni çarpan filmini anımsıyorum. (işte şiir-sinema örneği, Jean Rouch ve de Lamorisse gibi.) Zaten biz de yatılı okulda gibiydik.
Merhaba hal ve gidiş sıfır! Merhaba Zeyrek orta ikinin fazla ya da az babalı çocukları!
1987

yangınlar



Bir yangın geceleyin çıkmışsa ya da geceleyin oluyorsa ve hele mevsim kışsa; biz çocuklar, kopiller, fırlamalar için izlenmesi gerçekten bulunmaz bir olaydır, yani adeta bir şenlik! (Bütün omurgalılar içinde çocukluğu en uzun süren insan yavrusu olan.) Çocuklar zaten bir gariptir. Sözgelimi bir insanın ömründe yangından hemen bir sonraki felaket basamağı olan ‘ölüm’ün cenaze töreni bile çocuklarca hoş karşılanabilir. Sevinçle karşılandığı da olmuştur. (Geçen yıl benim ev yanmıştı, ertesi günü ilginçtir üç-dört yüzlü bir arkadaş otuz şu kadar yıllık bir arkadaşlığı haberi duyar duymaz hemen ayaklar altına alabilmişti. Bundan sonra söz edeceğim.)
Evet, o zamanlar benim için dünyanın başkenti olan Beyoğlu’nda, yarı-Pera’da, Sakızağacı’nda oturuyoruz, 1943-44 yılları.
Geçenlerde, ‘yukarı’daki Dolapdere’ye ‘çıkıp’, benim Mor Kilise dediğim ve arkadaki yan bahçe duvarına şimdi “Allah’a inanan çöp atmaz!” yazılı Evangelistra Rum Ortodoks Kilisesi’nin bekçisine (ya da kapıcısına), –zangoç da olabilir– geçmişteki bu yangının tarihini sormuştum. Bekçi bana “evet, olmuş ama ben o zaman Adalar’daydım (acaba Bozcaada mı? imroz mu? Yoksa benim kullanışımla şehzade Adaları? ‘Onlar’ın kullanışıyla keten astarlı Prens Adaları mı?) ve küçüktüm, kesin tarihini bilemeyeceğim” karşılığını vermişti.
Yangın!
Yangın varmış!
Kilise!
Nasıl yokuş aşağı Yenişehir’e doğru yelyeperek koşuşmuştuk Sakızağacı’ndan. Varınca oradan da az sağa sapıyorsun ve Dolapdere ve işte kulelerini cayır cayır alevler sarmış Evangelistra kilisesi! Yanıyor!
Bütün ahali evlerden dışarı uğramıştı: Rum, Ermeni, Yahudi, Türk, Kürt, Ortodoks, Katolik, Protestan, Zaza, Yezidi, Yehova şahitleri, Süryani, Keldani, Romanlar... v.s.
Kulaksız da, Hacıhüsrev de ‘götüoturu’ oradaydı.
–’Kalabalık’– Kalabalığı, kalabalıkta açıkça ya da silik olarak gördüğüm kimseleri siyah-beyaz çekilmiş bir toplu fotoğraf gibi anlatacağım, anlatıyorum-anlatılır:
Kalabalık arasında kendisi iskenderiyeli ama anası-babası istanbullu olan Konstantinos Kavafis’e, bir kavafın oğluna benziyen uzunca boylu zayıf bir adam vardı. şimdi öğrendim ki Kavafis’in babası da istanbulludur ve kendisi bir kavafın oğlu değil torunudur! At gibi de incedir. Hem aile içinde dendiği gibi ‘Konstantinos Amca’, çocukların yüzleri varken niye doğrudan doğruya yangına baksın ki?
Bende, belleğimde yalnız arabı kalmış bu fotoğrafta, sararmış:
Yenişehir ovasının başında Tatlı Badem sokakta Leh Adama Mickiewicz’in geçmişte oturduğu evde oturanlar; Ziba’dan elleri ceplerinde boş dönerlerken Sait Faik ile ressam Cihat Burak;
O günlerde şişli Terakki’de (ya da Işık Lisesi’nde) yatılı okuyan (sonraları Maya Sanat Galerisini yönetirken ressam Nevin Çokay’la evlenen) Nejat Çokay; bir ‘marjinal insan’ Robert Steiner; ‘Marjinal ressam’ Aktedron Fikret ve biraz içki kültürü bulunan herkesin tanıdığı ilginç Patriyot Hayati;
‘Kızlar’ıyla ve ilerde ölümü ya da öldürülmesi onun elinden olacak, menekşe gözlü, Ceylan adlı sevgilisiyle ‘fakir anası’ Çanakkaleli Melahat (Geçilmez); bir mahfelde yapılan ‘gece’den dönmekte olan Polis Bandosu; polis müdürü Demir Ahmet, bir pusulayla dergiler kapatan Muzaffer Akalın;
Ressam ‘Lebon’ Hamit Görele; Zeyrek Orta’da resim öğretmeni yontucu Ratip Aşir Acudoğu; aynı okulda yalnız Wagner operalarının konularını anlatan müzik öğretmeni Demirhan Altuğ; (Richard Strauss’un Salome’sini ve özellikle Salome’nin yaptığı üç tül dansını. Son tülün düşmesini dört gözle beklerdik. Bunu Demirhan Altuğ’a üç-dört kez anlattırmıştık. Okulumuz erkekler okuluydu.)
O sırada, müzik âşığı ve sonrada Orkestra dergisini çıkaracak olan Panayot Abacı’nın ‘familya’sını ziyarete gelmiş Societa Operaya italiano (italyan işçi Derneği) yönetim kurulu üyeleri;
‘Turing Klöb’den, kurşunkalemiyle, ayakta, gazete bulmacası çözmiye çalışan ‘maruni’ Sait Naum Duhhani;
Tayyare Sineması’nda oynıyan Ayzenştayn’ın şimal Hücum Taburu’ndan yeni çıkmış Naki Turan Takinsav;
‘Alabanda’ revüsü için lacivertler giyinmiş ‘Sultan Hamit Düşerken’ ilginç bir kötülük ve kıskançlık romanının yazarı Nahit Sırrı Örik;
Aslında Montevideo’daki gibi bir ‘horoz dövüşü’ kapışması arıyan, kavasıyla bir istanbul konsolosu (‘Mor Kilise’ yangını 1946’dan önceyse ingiliz, sonraysa sağlama Amerikan olur); istiklal caddesinde sinema kapılarında ‘gece devriyesi’ şişman ve şaşı ‘kadın’; koltuk değnekleriyle iş’e çıkan Beyaz Rus Madam;
dolaşımdaki ‘kadınlardan’ bıyıklı Küçük Stella; müşteri beklerken oynadıkları tombalada kendisine hep ‘çinko’ çıktığı için “ben zaten talihsiz bir kadınım!” diyerek ağlıyan Tatar Necla, çekik gözleriyle;
Kavafis’in annesinin akrabası olan mücevherci Fotiadis ve ailesi;
Çiçekçi ivan Milinsky (onun câmekanında zakkum fotoğrafları vardı) ve ailesi;
Tarlabaşı ile Sakızağacı’nın kesiştiği köşede yaz-kış hiç çıkarmadığı asker ceketiyle manavlık eden o Arnavut kadın;
Yanan kilise Rum Ortodoks kilisesi olduğu için Abanoz’dan geceliğiyle (ama başını siyah-mor arası eski Gürün şalıyla örtmüş) 2 numaradaki Afrodit, mamasıyla;
Sakızağacı’ndaki 31 numaradaki Astvazazin (Meryemana) Ermeni kilisesi Katolik olduğu için ne olur ne olmaz diye yine de küçük zangocunu göndermişti, papazlar gelmemişti; (geçenlerde de Sakızağacı 33’ün merdivenlerinde geceleri geçiren 85 yaşındaki kadın Ermeniydi ama Ortodoks çıktığı için ilgilenilmemişti;) ‘çoğunluk’ tarihte de, günümüzde de ne kadar acımasız olabiliyor;
Yaşı uygun olsaydı, Yeni Marjinaller’den Nilgün Marmara da, inanıyorum ki, işini gücünü bırakıp karşı kaldırımda yerini alır, yani fotoğrafın içine gelirdi.
Sitare Ağaoğlu (Taşpınar), yıllar sonra, bu Evangelistra kilisesinin Elmadağ’da otururken ‘yukardan’ ince nakış gibi güzel bir resmini yapmıştı, hem de benim mor renklerimle.




II.

sakızağacı


Tarihte de bir şey atlanmayınca bir şey anlatılamıyor!
Kentler ve iktidarlar tarihinde de böyledir bu:
Evet, benim çocukluğumun Cankurtaran’ından, birdenbire ve bir silkinişte yeniyetmeliği’min Beyoğlu’suna, yani o zaman yarı-Pera olan Sakızağacı’na atlıyalım.
istanbul’da üç tane Sakızağacı var biliyor musunuz?
Benimki Beyoğlu’nda.
şadırvan Mimar Sinan’ın olan Ağa Cami’den başlar ve aşağı Yenişehir ovasına, Dolapdere’ye (Sitare Ağaoğlu’nun oya işler gibi, ‘yukarı’dan Elmadağ’dan güzel ve ilginç resmini işlediği) ve Sait Faik’in bir hikâyesinde “bir derebeyinin şatosuna benzer” dediği Evangelistra Rum Kilisesi’ne, kapıların önü süpürülen Büyük ve Küçük Zibah ucuz kerhanelerine, kısacası belirli bir anlayışın şiirine, cumhuriyetin ‘eskimiş’ şiirlerine açılır, nitekim açılmıştır da.
1944’te Evangelistra kilisesinin, o karartmalı günlerde, büyük gece yangınını anımsıyorum:
(Raymond Radiguet Fransız taşrasındaki bir yangını kısa ama bir fırçada nasıl anlatır. içimizdeki şeytan’da, bu roman yakınlarda Marco Belloccio’nun sol elinden sağ eline geçirilince bir çeşit Kaymak Tabağı gibi olmuştur, italyan Kültür Merkezinde gösterilen film boyunca ikide bir yanımdaki Semih Kaplanoğlu’na “Bu gördüklerim sahiden doğru mu? Bugünlerde gözlerim pek seçmiyor da?” diye soruyordum.)
Gece yangını bir başka türlü oluyor. Zaten biz Sakızağacı kopilleri yangını duyar duymaz hemen aşağı Dolapdere’ye doğru koşmuştuk, koşmuştuk değil uçmuştuk. (Kalabalık arasında kendisi iskenderiyeli ama anası istanbullu olan Konstantinos Kavafis’e, bir ‘kavafın oğlu’na benzeyen uzunca boylu, zayıf bir adam olayı çocuklarla birlikte, yangına değil çocukların yüzlerine bakarak ve durmadan tombala çekiyormuş gibi elleri cebinde izliyordur.)
Yarı-Pera ve çevresi gerçekten çok tuhaf bir yerdir, orada nerdeyse Bizans’tan kalmış denebilecek ‘kaçak’ insanlar da yaşar, yaşıyor. Tıpkı iskenderiye gibi, orada da istanbullulara rastlayabilirsiniz.
Az kaldı unutuyordum: Zibah’a (bu sözcükten ‘h’ harfı giderek düştü) Cihat Burak’ı ilk kez ‘şair’ Sait Faik götürmüştür, kapıda uskumru pişiriyorlarmış. 1946.
Hem sonra bir vakitler buralar (1882-85 arası) Konstantinos Kavafis, 1934-54 arası da (Ferruh Doğan, Sait Faik’i 15 Mayıs 1950’de tanımış) Sait Faik ve 1946’den başlayarak da, Missouri zırhlısıyla birlikte Amerikalılar için başkent oldu. Abanoz ve baştan başa Tarlabaşı bebek kakası bir renge badalanmıştı.
Tarihten on-on bir ay önce, benim kendisini ‘Yeni Marjinaller’den, ‘uç’takiler’den saydığım Nilgün Marmara’yla bir gün Panayot’tan geçip yeniyetmeliğimin yarı-Pera’sını ararken arkalardan bir yerde Süryani Kadim Meryemana Kilisesi’ni bulmuştuk; ben onu Havva Çıkmazı’nda
sanıyordum değilmiş, Karakurum sokağında, bu arada yine Sakızağacı’na yandan açılan Karanlık Bakkal sokağını ve uzun kazulet travestileri de.
Biliyor musun benim 1943’ten 1950’ye kadarki yıllarım, –hızla çakırpençe delikanlılığa dönüşüyorsun–, Sakızağacı’nda kendiliğinden fuhuşla geçti, geçmiştir.
Uzatmayayım:
Ağacami’den girilince solda Ermeni ‘Katolik’ Kilisesi vardır, onun yanında da, köşede bir apartman ve ‘umutsuzlar merdiveni’nde de “ölmek istiyorum” bile diyemeyen Ermeni Ortodoks bir Sibylle, 85 yaşın üzerinde Ermeni ‘Ortodoks’ bir Sibylle!
Yani ‘acı’ çekmektedir.
Yine de bir şeyi atladım! O kurgu’yu zaten okurlar, akbabalar, sırtlanlar anlamayacaklardır, bütün.
1987
çanakkale





Nerde kalmıştık? Evet, Çanakkale denilince: 1970’te istanbul Belediyesi sınırları dışında (yani jandarma bölgesi Küçükçekmece’deki) ‘malikânesi’nde tombalacı Ceylan’ca öldürülmesiyle (Demir Ahmet’ten Necdet Uğur’a kadar uzanan) bir çağı açıp-kapatan Çanakkaleli Melahat’tan söz etmeden geçilmez! Melahat Geçilmez fuhuş tarihimizde Büyükparmakkapı’da (gel de şimdi Çamlıcalı bir bahçıvanın oğlu olan şair Metin Eloğlu’nun ‘Lögranparmaklaport’unu çıkarma!) ‘iş’ kesintiye ‘uğra’masın diye (her iki sokağa açılan) ‘çift kapılı’ evler tutmasıyla da ünlüydü. (Galatasaray Spor Kulübü’nün bulunduğu Hasnungalip Sokağı [13 numara, Yeni Apt.] ile Anadolu Sokağı, [17/19] arasında, Beyoğlu Emniyet Amirliğine doğru.)
Ne olur ne olmaz! Fuhuş yapılsın yapılmasın bir ev, yönetimin bir tek kararıyla mühürlenebilirdi. işte tek parti dönemi denk bütçeleri, domuz enseler, alabros tıraşlar.. Kısacası Alkazar Sineması’nda Gungadin’ler ve Osmanlılarda olduğu gibi Hıristiyan devşirme değil şimdi ‘hanefi’ olmuş kapıkulları çağı!
Cankurtaran Sultanahmet’tedir. şimdi ‘uç’ta kalmış bir istanbul semti olabilir. Bizans zamanından 1821’deki Mora olayına kadar da Mangana’lar Badanalı bir deniz feneri bulunan Ahırkapı’ya ve kurulduğu gerçek yerinde olan Gülhane Hastanesi’ne çok yakın. Yani Sirkeci’den sonraki ilk banliyö tren istasyonu. (Zührevi Hastalıklar Hastanesi ise demiryolunun ötesindeydi. Biz büyük uçurtmalar uçurduğumuzda kapatılan orospular pencerelerden bize şeker atarlardı, hey!)
Sanıyorum 1971’de bir pazargünü dolaşmamızda Cankurtaran’da 1940’ta oturduğumuz iki katlı, geceleri gaz lambası yakılan, tahtaları iyice eskimiş ve bükülmüş ve ahşap evi, yukarıda belirttiğim maarif vekilinin ‘ikizleri’yle aynı ‘ecurie’den olan, umran görmüş ve karanlık ‘ailece’ hep ‘iktidar’da bulunmuş Oxford çıkışlı bir arkadaşıma göstermek yanlışlığını işlemiştim. Seramikçi olan karısı beni hâlâ hikâyeci olarak bilir! Olur, olacak böyle şeyler. (isveç’teki Demir Özlü gibi, isviçre’deki o arkadaş da Türkiye’ye dönsün ama herhalde şarkıcı Cem gibi değil!)
Cankurtaran’dan sana düz, siyah-beyaz ve körüklü bir anı: O zamanlar devlet, idamları Ayasofya’nın önündeki alanda yapardı. Geçenlerde bir pazartesi günü öğlen Gazeteciler Cemiyeti lokalinde buluşmaya giderken baktım orada yabancı turistler dolaşıyor. 1940 ya da 1941, karartma günlerini unuturum da, şunu hiç unutmam: Bir gün sabahın ayazında Cankurtaranlı öğrenciler tabiat bilgisi ya da ne bileyim işte yurttaşlık bilgisi dersinin bir uygulaması için filan, çatılmış bir darağacının ucunda urganda sallanan ve boynu kırılmış bir adamı seyre gitmişlerdi. Yavrukurtlar da kepleriyle öndeydiler. Öndeydiler evet. Bu kadar. Dedik ve selamladık.
1987

bin berlin geceleri’nden


“çırılçıplak, başıbozuk ama uygarca”
18 Temmuz 1990 Çarşamba (Bir atlayış!)
Kulturforum’daki sarı renkli Devlet Kitaplığı’na giderken; Ku’damm’a, Ku’damm’ı Uhland’la kesiştiği o noktaya, ortaya artık iyice yerleşmiş (Çanakkaleli) Melahat’a, onun heykeline uğradım yine. Ne yapılabilir, elimde değil!
Bewag adlı bir mağazanın önünde, tam. Çöp torbalarıyla barikat kurmuş gibi. Öyle hiç kıpırdamadan duruyor. Bir sandalyeye kurulmuş olarak. (Berlin’e mayıs başlarında ilk geldiğimde, Üniversite Kitaplığı’na gitmiştik ‘Alman’ Arif Çağlar’la. Vakit azdı. Kitapları aramak üzre içeriye girmiştik. ‘Magasin’ yazıyordu kitapların bulunduğu soğutulmuş, yerde, ‘Mahzen’ sözcüğü ‘mağaza’dan geliyormuş. Ya da tersi.)
Deftere yazmışım:
“Eskiden, Küçük Asya denilen, ama şimdinin bu ‘uslu coğrafya’sındaki gençlere, daha doğrusu ‘şiir toplumu’ndan sayılabilecek kimi genç şairlere 1955-56’lardaki Ankara şiir olayı şöyle özetlenebilir belki: Evet; Çırılçıplak, başıbozuk ama uygarca!
Cemal Süreya da, ilhan Berk de, ‘zamanımızın bir şairi’ olan Sezai Karakoç da, Turgut Uyar da parasız yatılı okumamışlar mıydı okullarda. Evet; şiir ve özellikle de şiir dili altüst edilmeye başlanmıştı o yıllarda.
a’cılardan ‘bir adam’ çıktığını duyacak mıyım? Yoksa hepsi de tatara titiri mi?
Bir Akşit Göktürk’ün bende çok ayrı bir yeri ve değeri var. Benzersiz bir insan denebilir mi ona?
1990



III.




“kaymak tabağı” üzerine






Hangimiz çocukluktan yeniyetmeliğe ikinci adımlarımızı atarken okuduğumuz “Kaymak Tabağı” kitabının o mayhoş, o diri tadını damağımızda ve belkemiğimizde unutabiliriz? Kimse de gözleri faltaşı gibi büyülten bu Kaymak Tabağı yazarının ve yayıncısının kim olduğunu; Fettah’ın kucağının ve kollarının nasıl çekici kılındığını bilmezdi. Kulübe ve burma bıyıklar neden kışkırtıcıydı? Biraz D.H. Lawrence’in Lady Chatterley’in Sevgilisi romanını uzaktan andırmış olsa da, derken birdenbire ortaya çıkan aygır gibi azgın papaz ne oluyordu peki? Sonrama söyleyeyim Edmond da kimdi? Neden böyle şeyleri olağanüstüdür? Hem Japon sahneleri neden öyle çok uzun sürüyordu? Bütün bunların yeniyetme aklına bile yatkın bir açıklaması olmalıydı, olmalıdır değil mi?
şimdi yazarken aklıma geldi. Galiba 1955’lerdedir, Fransa’da Françoise Sagan adlı bir romancı ortaya çıkmıştı. “Günaydın Hüzün” harıl harıl çeşitli dillere çevriliyordu; sonra bu kızın romanından film bile yapıldı. Bizde de o güzelim Türkçesiyle ve ele avuca sığmaz kunt zekâsıyla denemeci ve eleştirmen Nurullah Ataç’ça çevrilmişti.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 2
  • Parts
  • Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 1
    Total number of words is 3772
    Total number of unique words is 2292
    23.8 of words are in the 2000 most common words
    34.5 of words are in the 5000 most common words
    40.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 2
    Total number of words is 3814
    Total number of unique words is 2235
    25.4 of words are in the 2000 most common words
    35.9 of words are in the 5000 most common words
    41.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 3
    Total number of words is 3851
    Total number of unique words is 2202
    27.2 of words are in the 2000 most common words
    39.3 of words are in the 5000 most common words
    46.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çanakkaleli Melahat Ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi - 4
    Total number of words is 1887
    Total number of unique words is 1115
    32.5 of words are in the 2000 most common words
    43.4 of words are in the 5000 most common words
    49.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.