Angelique'in Hülyası - 01

Total number of words is 3913
Total number of unique words is 2255
29.3 of words are in the 2000 most common words
42.9 of words are in the 5000 most common words
50.5 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
1860 yılındaki şiddetli kışta. Oise nehri dondu, aşağı Picardie ovalarını karlar kapladı; hele kuzey doğudan öyle bir sağanak geldi ki, Noel günü; Beaumont'u adeta gömdü. Kar, sabahtan yağmaya başlamış, akşama doğru artmış, bütün gece yığılmıştı. Yukarı şehirde öte başında katedralin yan kolunun kuzey cephesi bir ucuna geçmiş gibi olan Orfevres sokağına, kar, rüzgarla itilerek gömülüyor, üç köşeli çatı tepesinin çıplaklığı altında, oymalarla çok süslü, adeta gotik, roman mimari üslubunda antika bir kapı olan Saint-Agnes kapısını dövüyordu. Ertesi gün, şafak sökerken, orada yarım metreye yakın kar birikmişti.
Sokak, bir gün önceki şenliğin uyuşukluğu içinde, hala uyuyordu. Saat altıyı çaldı. Kar tanelerinin usul usul ve inatçı dökülüşü ile mavileşen karanlıklar içinde, canlı olarak, yalnız, belli belirsiz bir şekil, dokuz yaşında bir kız çocuğu vardı. Kapının kemeri altında sığınmış, elinden geldiği kadar barınarak geceyi orada titremekle geçirmişti.
Paçavralar giymişti, başına bir atkı parçası sarmıştı, çıplak ayaklarında iri erkek kunduraları vardı. Herhalde, şehirde uzun zaman dolaştıktan sonra oraya düşmüş olacaktı; çünkü yorgunluktan yığılıp kalmıştı. Onun için, orası, dünyanın öteki ucu idi. Ne bir insan vardı, ne hiç bir şey; son yalnızlık içinde, kemiren açlık, öldüren soğuk vardı; halsizliğinin ortasında, kalbinin ağır yükü nefesini tıkıyarak, direnmekten vazgeçiyor, vücudundaki gerileme ihtiyacından, yer değiştirme içgüdüsünden, bir sağanak karları fırıl fırıl döndürdükçe, bu köhne taşlara gömülme içgüdüsünden başka bir şey duymuyordu.
Saatler, saatler geçiyordu, uzun süre çifte kapı yuvalarının iki kanadı arasındaki aynaya sırtını vermişti. Bu aynanın direği üstünde,
5kendisi gibi küçük bir kız olan on üç yaşındaki din şehidi Sainde -Agnes'in ayakları dibinde bir defne dalı ile bir kuzu bulunan heykeli vardır. Alında, direk başlığının üstünde İsa'ya nişanlı bakirenin bütün efsanesi, kabartma olarak, safdil bir inançla cereyan eder: Oğluna varmayı reddettiği vali, onu kötü yerlere gönderdiği zaman, uzayan ve vücudunu örten saçları cellatlar odunu tutuşturur tutuşturmaz, vücudundan uzaklaşıp o cellatları yakan ateşin alevleri kemiklerini, imparatorunun kızı Constance'ın cüzam illetini iyi ederek gösterdiği mucizeler; sonra bir resminin gösterdiği mucizeler; bir kadın almak ihtiyacıyla kıvranan rahip Paulin'in papanın tavsiyesi üzerine, züm-rütlü bir yüzüğü resme göstermesi,resmin, parmağını uzatıp tekrar çekmesi, hala resmin üzerinde görülen yüzüğü alıkoyması, böylece, Paulin'i kurtarması. Alnın ta tepesinde, bir bulut içinde, Agnes, nihayet semaya kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla, ufacık ve çok genç olduğu halde evlenir, onu mutluluklarını müjdeleyen buseyle öper.
Fakat, rüzgar, sokağı baştan başa doldurduğu zaman, kar cepheden kamçılıyor, beyaz yığınlar, eşiği tıkamak tehlikesi gösteriyordu; o zaman, çocuk yan taraflara, pervaz aralığının direk tabanı üstüne yerleştirilmiş bakirelere yaslanıp sığınıyordu. Bunlar, Agnes'in arkadaşları, onun egemenliğinde bulunan ermiş kızlardır. Üçü sağ tarafındadır. Hapishanede mucizeli ekmekle beslenen Do-rothee, bir kule içinde yaşamış olan Barbe, bakireliğe Paris'i kurtaran Genevieve. Üçü de solundadır: Memeleri bükülüp koparılan Agat-he,babası tarafından işkence edilen ve kendi vücudundan kopan eti onun suratına fırlatan Christine, bir melek tarafından sevilen Cecile. Bunların üstünde yine melekler vardır; köşe talarının kemeriyle beraber yukarı doğru çıkan, üç kemer tavanını, sevinçli ve iffetli vücutlarının açılışıyla süsleyen sık, üç sıra bakire ki, aşağıda işkenceye konulmuşlardır,azaplar içinde ezilmişlerdir, yukarıda da, cennetlikler ortasında, sevinçler içinde, uçuşan melekler tarafından karşılanmışlardır.
Çocuğu, çoktan beri, koruyan hiçbir şey kalmadığı sırada saat sekizi çaldı, gün ağarmaya başladı. Eğer, ayağıyla itip süpürmese, kar, omuzlarına kadar gelecekti. Arkasındaki antika kapı, kürk kaplanmış gibi karla örtülmüş, bir döşek gibi bembeyazdı; onun üstünde külrengi cephe, o kadar düz ve o kadar kaygandıki, üzerinde bir tek kar tanesi tutunamıyordu. Hele kapının, dışarıdan içeriye doğru genişleyen kısmındaki büyük ermiş kadınlar, beyaz ayaklarından beyaz saçlarına kadar karla örtünmüşler, saflık içinde pırıl pırıldılar. Daha yüksekte alındaki sahneler, kemer kovanlarındaki küçük ermiş kız-lar,koyu renkli zemin üzerine parlak bir çizgi ile çizilmiş keskin köşeler halinde kabarıklaşıyorlardı. Bu, alınış sahnesine, Agnes'in evlenmesine kadar böyle devam ediyor, sanki melekler, bu evlenmeyi, bir beyaz gül yağmuru altında kutluyorlardı. Bakire çocuğun heykeli, sütunun üstünde, ayakta, beyaz defne dalı ile, beyaz koyunu ile, etrafında, üsten gelen bakireliğin mistik hamlesini donduran soğuğun bu hareketsiz katılığı içinde, beyaz bir saflık, lekesiz kar beyazlığı içinde idi. Ayakları dibinde de, öteki, o sefil çocuk, onun gibi kardan bem-beyaz,taş kesilmiş sanılacak kadar katılmış ve beyaz, din uğrunda can vermiş büyük bakirelerden ayırdedilemiyordu.
Bu sırada, evlerin uyuyan cepheleri boyunca, takırdı ile açılan bir pancurun gürültüsünü işitince, çocuk, gözlerini kaldırdı. Bu pan-cur, sağında, katedrale bitişik evin birinci katında açılmıştı. Oradan, bir kadın, güzel, esmer ve gürbüz, yaklaşık kırk yaşlarında bir kadın eğilmişti; çocuğun kımıldadığını görünce olağanüstü soğuğa karşın, çıplak kolunu bir dakika dışarıda bıraktı. Acıma ile karışık bir hayret, sakin yüzünü kederlendiriyordu.Sonra, titreyerek pencereyi örttü. Kısacık bir zaman içinde gördüğü, bir atkı parçasına bürünmüş, menekşe gözlü, sarışın bir minimininin hayali, gözlermin önünde kalmıştı; çocuğun çekme biryüzü, özellikle, düşük omuzların üstünde, bir boynu vardı; fakat, yarı yarıya ölmüş ufacık elleriyle ufacık ayakları soğuktan morarmış, çocuğun biricik canlı tarafı, nefesinden çıkan
hafif buğudan oluşuyordu.
Çocuk, dalgın gözleri havada kalmış, eve bakıyordu. Tek katlı, pek eski, on beşinci asır sonuna doğru yapılmış bir evdi, bu. Bir dev ayağının iki parmağı arasına sıkışmış bir siğil gibi, katedralin ta böğrüne, iki payanda arasına gömülmüştü. Böylece yaslanmış olarak, taştan kaide eteğiyle; tuğlaları meydanda tahta kirişli katı ile; çatısı, kulenin üstünden bir metre ileriye çıkan tavan arası ile; sol köşedeki çıkıntılı merdiven yuvası ile; o tarafta, inşa edildiği devreye mahsus kurşun kaplamasını hala koruyan ensiz penceresiyle, çok sağlam kalmıştı. Bununla beraber, eskiliği tamirleri gerektirmişti. Kiremitli dam XIV. Louis zamanından kalma olsa gerekti. Merdiven yuvasının cephesinde açılmış bir tepe camı, her tarafta eski zaman biçimli süslü camların çerçeveleri yerine konulmuş adi tahta çerçeveler, birinci katta, ortadaki tuğlalarla tıkanıp ikiye indirilmiş, bitişik üç pencere yeri,böylece, cepheye, o sokaktaki daha yeni binalara göre bir tenazur vermiş olan ortadaki pencere yeri, o devre mahsus yapı şeklini kolayca gösteriyordu. Zemin Katındaki değişiklikler aynı derecede belli idi. Merdivenin altında, demir kuşaklı eski kapının yerine oymalı meşeden bir kapı yapılmış, aşağısı yanları ve tepesi taşla örülmüş olan ortadaki büyük sıra kemerler, zamanla kaldırıma doğru çıkan kavisli pencere yerine bir çeşit geniş pencere yapılacak şekilde, dörtgen bir boşluk şekline konulmuştur.
Çocuk, zihni boş, bu tertemiz tutulmuş sanatkar evine bakıyor, kapının sol tarafına mıhlanmış sarı bir tabela üzerinde.eski, siyah harflerle yazılı Üstlükçü Hubert ibaresni okuyordu, o sırada, tekrar ardına kadar açılan bir pencere kanadının gürültüsü dikkatimi çekti. Bu kez zemin katındaki dört köşe pencerenin kanadı açılmıştı. Şimdi, yüzü tasalı, kartal gagası biçimi burunlu, alnı tümsekli, ancak kırk beş yaşında olmasına karşın gür saçları şimdiden ağarmış bir erkek, pencereden sarkıyordu. O da, merhametli iri ağzının kenarında acıklı bir kırışıkla, bir dakika orada kaldı, çocuğu seyret. Sonra, çocuk bu
adamın, yeşilimtrak küçük camların arkasında, ayakta durduğunu gördü. Adam döndü, bir işaret yaptı, karısı, çok güzel yüzü ile tekrar gözüktü. İkisi yanyana,artık kımıldamıyorlar, hallerinde derin bir kederle, gözlerini ondan ayırmıyorlardı.
Babadan oğula işlemeci olan Hubert'ler sülalesi dört yüz yıldan beri bu evde oturuyordu. Bir Üstlükçü ustası, evi, XI. Louis devrinde yaptırmış, başka bir tanesi de XIV. Louis zamanında tamir ettirmişti. Şimdiki Hubert'de, kendi sülalesinden olanların hepsi gibi, orda, üstlükler işliyordu. Yirmi yaşında iken Hubertine isimli, on altı yaşında bir kızı öyle bir tutkunlukla sevmişti ki, bir yargıcın dul karısı olan kızın annesi, kızını vermeyince onu kaçırmış, nikahlamıştı. Genç kız görülmedik derecede güzeldi, bu evlenme bütün maceralarını, mutlulukları ve felaketleri oluşturdu. Hubertine, sekiz ay sonra, gebeliğinde, annesini ölüm döşeğinde görmeğe geldiği zaman, kadın, onu, mirasından yoksun bıraktı ve lanet okudu; öyle ki, aynı günün akşamı doğan çocuk, öldü. O zamandan beri, inatçı kadın, mezarında, tabutunun içinde, hala onları affetmiyordu; nitekim, karı kocanın çok şiddetli isteklerine karşın, başka çocukları olmamıştı. Aradan yirmi dört yıl geçtiği halde, hala, kaybetikleri çocuğa ağlıyorlar, artık, ölmüş anneyi razı edebileceklerinden ümidi kesiyorlardı.
Küçük kız, onların bakışından sıkılmış, Sainte-Agnes sütununun gerisine tekrar gömülmüştü. Sokağın canlanmaya başlamasından da endişeleniyordu. Dükkanlar açılıyor, dışarı çıkanlar oluyordu. Dar bir dehliz halinde olan Soleil sokağı, eski yan cephenin boyunca, Clo-itre meydanındaki büyük cepheye kadar açık olmasa, ucu kilisenin yan cephesine gelip dayanan bu Orfevres sokağı, mihrap kısmı Hu-bert'lerin eviyle tıkalı küçük bir çıkmaz sokak olurdu. İki sofu kadın geçti, Beaumont'da hiç görmedikleri bu küçük dilenci kıza şaşkın şaşkın baktılar. Ağır ağır, inatla yağan kar devam ediyor, solgun gün ışığı ile birlikte soğuk da artar gibi oluyor, şehri örten büyük, beyaz kefenin sağır beyazlığı altında, uzaktan gelen bir takım seslerin gü-rüküşünden başka bir şey işitilmiyordu.
Çocuk, terkedilmiş olmasından dolayı, bir suç işlemiş gibi utanç içinde,, yabani yabani tekrar gerilediği sırada, birdenbire, karşısında Hubertine'i gördü. Kadın, hizmetçisi olmadığı için, ekmeğini almaya kendisi,çıkmıştı.
— Küçük, orada ne yapıyorsun? Kimsin sen?
Çocuk yanıt vermedi; yüzünü saklıyordu, vücudunda artık his kalmamıştı, kendinden geçiyordu. Kalbi, sanki buz tutmuş, durmuştu. Kadıncağız, çekingen bir acıma jesti yaparak arkasını dönünce artık gücü tükenip dizüstü, düştü, bir paçavra gibi, karların içine kaydı, kartaneleri, sessizce, vücudunu örtmeğe başladı. Kadın, sıcacık ekmeğini almış, döndüğü sırada onu böyle yerde görünce, tekrar yaklaştı.
— İyi ama, yavrum bu kapının önünde böyle kalamazsın ki!
Hubert'de dışarı çıkmış, kapının eşiğinde, ayakta duruyordu. Karısının elinden ekmeği aldı.
— Kaldır şunu, buraya getir, dedi.
Hubertine başka söz eklemeden çocuğu, güçlü kolları arasına aldı. Çocuk, artık gerilemiyor, dişlen kısık, gözleri kapalı, vücudu buz gibi, yuvasından düşmüş bir yavru kuş gibi hafif, bir bohça gibi kucakta gidiyordu.
İçeri girdiler, Hubert kapıyı örttü. Hubertine'de, salon olarak kullanılan ve büyük penceresi önünde birkaç parça işlemenin örnek diye serili durduğu sokak üstündeki odadın, kucağındaki yükü ile geçti, mutfağa girdi. Burası, meydanda duran kirişleriyle, yirmi yerinden tamir görmüş taş döşemesiyle, taş yaşmaklı geniş ocağı ile, hemen olduğu gibi korunmuş eski oturma odası idi. Raflarda duran mutfak takımları'kavanozlar, ibrikler, taslar, eski çiniler, toprak çanak, çömlek, eski kalay kaplar iki yüzyıllıktı. Fakat, ocağın ortasında, bakır süsleri parıldayan, dökmeden, geniş bir mutfak sobası duruyordu,
Soba kızmıştı, ibriğin içinde suyun kaynadığı işitiliyordu. Sütlü kahve dolu bir tencere, sobanın bir kenarında sıcak duruyordu.
Hubert, ekmeği mutfağın ortasında duran XIII. Louis üslubu ağır bir masanın üstüne koydu;
— Vay canına! dedi, burası dışarıdan daha iyi. Şu yavrucağı sobaya yakın oturt, buzları çözülsün.
Hubertine, çocuğu oturtmuştu; birlikte, kendine gelişini seyrettiler, giysilerinin üstündeki karlar eriyor, iri damlalar halinde dökülüyordu. Ayağının iri erkek kunduralarının deliklerinden, morarmış ufacık ayaklan gözüküyor, ince entarisi, kollarının bacaklarının, bu zavallı sefil ve can denli vücudun katılığını belli ediyordu. Çocuk, kapana yakalanmış bir hayvanın sıçrıyarak uyanışı gibi, uzun bir ürperti geçirdi, şaşkın gözlerini açtı, yüzü boynunda bağlı duran paçavranın içine tekrar gömülür gibi oldu. Sağ kolunu, ka-mıldatmadan, göğsüne öyle bastırıyordu ki, sakat sandılar.
— Korkma, sana kötülük edecek değiliz... Nereden geliyorsun? Kimsin?
Onlar konuştukça, çocuk daha fazla ürküyor, sanki, arkasında duran biri varmış da onu dövecekmiş gibi, başını çeviriyordu.
Kaçamaklı bir bakışla, mutfağı, döşeme taşlarını, kirişleri, parlak takımları muayene etti; sonra, bakışı eski geniş pencerenin bulunduğu yerde bırakılmış, biçimsiz iki pencereden dışarıya gitti, beyaz şekilleri dipteki duvar üzerinde daha keskin gözüken piskoposluk binasının ağaçlarına kadar bahçeyi araştırdı; orada, sol tarafta, bir bahçe yolunun boyunca katedrali ve katedralin mihrap dairelerindeki Roman biçimi pencereleri tekrar görünce şaşar gibi oldu. Vücudunu kaplamaya başlayan sobanın sıcaklığı altında, yeniden, uzun bir ürperti geçirdi; sonra gözlerini yere indirdi, artık kımıldamadı.
— Sen Beaumont'dan mısın?.. Baban kim?
Onun sustuğunu görünce, Hubert, belki de boğazı çok kısık olduğu için yanıt veremediğini düşündü.
— Sorguya çekeceğimiz yerde, sıcacık bir fincan sütlü kahve versek daha iyi olur, dedi.
Bu, o kadar akıllıca bir sözdü ki, Hubertine, hemen kendi fincanını uzattı. İki iri dilim ekmek kesip üstüne tereyağı sürerken, çocuk hala sakınıyor, geri geri çekiliyordu; fakat, açlık üstün geldi, tıka basa yedi, içti. Karı koca, çocuğun ufacık eli, ağzını bulamıyacak kadar titrediğini görünce, etkilenmiş onu sıkmamak için susuyorlardı. O da, yalnız sol elini kullanıyor, sağ eli vücuduna sımsıkı yapışık duruyordu. Sütünü içip bitirince, az daha fincanı kırıyordu, çolak gibi, beceriksiz bir hareket yaparak, dirseği ile yakaladı.
Hubertine:
— Kolunda yara mı var senin? diye sordu. Korkma, göster bakayım, cicim.
Fakat, elini sürünce, çocuk, şiddetle yerinden kalktı, çırpındı; didişirken kolunu vücudundan ayırdı. Ta tenine yapıştırıp gizlediği mukavva kaplı bir cüzdan, korsajının bir yırtığından kayıp yere düştü. Cüzdanı almak istedi, bu yabancıların onu açıp okuduklarını görünce, yumruklan öfkeyle sıkılmış, öylece durdu.
Bu, Seine belediye dairesinin çocuk esirgeme şubesi tarafından verilmiş bir öğrenci kimliği idi. İlk sayfasında, bir Saint Vincent de Paul madalyonu altında, matbaa yazısı ile, öğrencinin adı vardır. Karşısındaki boş haneyi, mürekkeple çizilmiş bir çizgi dolduruyordu; sonra, göbek adı hanesinde, Angelique ve Marie isimleri yazıldı idi; tarih hanesinde, 22 ocak 1851 tarihi okunuyor, aynı ayın 23 ünde, 2634 numara ile kabul edildiği yazılı bulunuyordu. Yani, ana baba belli değildi. Soluk pembe kaplı, resmiliğin kayıtsızlığını taşıyan bu cüzdandan başka hiçbir kağıt, bir doğum belgesi bile yoktu. Çocuk kimsesizdi, her şeyi, bir kimlikten oluşuyordu. Terk edilmiş, numaralanmış, sıraya konmuş bir yaratıktı.
Hubertine:
— Ha! bulunmuş bir çocuk! diye haykırdı.
O zaman, Angelique, çılgınca bir öfke içinde konuştu:
— Ötekilerin hepsinden daha iyiyim, ben! Evet, daha iyiyim, daha iyiyim, daha iyiyim... Ben hiç kimseden bir şey çalmadım, benim herşeyimi çalıyorlar... Çaldığınız şeyi geri verin bana.
Ufacık kadın vücudu, zayıflığının verdiği öyle bir gururla, en güçlü kendisi olmak için duyduğu öyle bir atılıyordu ki, Hubert'ler şaşırıp kaldılar. Menekşe rengi gözlü zambak kadar zarif uzun boyunlu, sarışın miniminiyi tanıyamıyorlardı. Haşin yüzünde, gözleri siyahlanmış, şehvetli boynu, bir kan dalgasıyla kabarmıştı. Şimdi, vücudu ısınınca, kar üstünde bulunmuş bir yılan gibi dikiliyor, ıslık çalıyordu.
İşlemeci, yumuşak bir sesle:
— Öyleyse sen kötü bir kızsın ha? dedi. Kim olduğunu öğrenmek istememiz, senin iyiliğin için.
Aynı zamanda karısının omuzundan uzanıp bakıyor, onun yapraklarını çevirmekte olduğu kimliğe göz gezdiriyordu. İkinci sayfada, sütninenin adı yazılı idi. "Angelique, Marie çocuk, 25 ocak 1851 de, Nevers belediyesine bağlı Soulanges bucağında oturan, çiftçilikle uğraşan Hamelin'in karısı sütnine Françoise'a emanet edilmiştir, bu sütnine çocuğu alıp götüreceği sırada, kendisine, beslenme ücretinin ilk aylığı ile, bir takım çamaşır verilmiştir" deniliyordu,
Bu kayıttan sonra, çocuk esirgeme evinin papazı tarafından imzalanmış bir vaftiz belgesi geliyordu, sonra, çocuğun gittiği ve geldiği tarihlerde, doktor raporları vardı. Ondan sonraki dört sayfanın sütunlarını, her üç ayda bir verilen aylıklar dolduruyor, her ödenişte, tahsildarın okunmaz imzası görülüyordu.
Hubertine:
— Nasıl, Nevers mi? diye sordu sen Nevers yakınında mı bü-y-üdün?
Angelique, onların, kimliğini okumalarına engel olmadığı için kıpkırmızı kesilmiş, aynı vahşi sessizliğe yine gömülmüştü. Fakat, öfke, onu konuşturdu; sütninesinden sözetti.
— Ah! Nini anne burada olsa, mutlaka sizi döverdi. O bana şamar atardı ama, korurdu da.. Yoo! Orada davarların arasında, o kadar zavallı değildim...
Sesi kısılıyor, kesik kesik, bağlantısız cümlelerle devam ediyor, çayırlarla Rausse'u nasıl güttüğünü, büyük yolda nasıl oyunlar oynadıklarını, galetalar pişirdiklerini, büyük bir köpeğin onu nasıl ısırdığını anlatıyordu.
Hubert, çocuğun sözünü yarıda keserek, yüksek sesle okudu:
— "Çocuk ağır hasta olur veya hırpalanırsa, müfettiş yardımcısı, sütnine değiştirmeğe yetkilidir.
Bu belirtinin altında, Angelique, Marie çocuğun 20 haziran 1860 da Paris'te oturan, karı koca çiçekçi Lois Franchomme'la Therese'e emanet edildiği yazılı bulunuyordu.
Hubertine:
— Ha! anladım, dedi, hastalanmışsın, seni tekrar Paris'e almışlar.
Ama, iş böyle değildi; Hubert'ler bütün hikâyeyi, ancak, Ange-lique'in ağzından, parça parça zorla aldıktan sonra öğrenebildiler. Nini annesinin kuzeni olan Louis Franchomme, bir hummadan sonra, kendini toplamak üzere Nevers kasabasına gelmiş, bir ay kalmıştı; o zaman, karısı Therese, çocuğu çok sevmiş, alıp Paris'e götürmek için izin almış, orada, çocuğa çiçekçilik öğretmeye söz vermişti. Üç ay sonra, kocası ölmüş, kendisi de çok hasta olduğu için, Beaumont'da yerleşmiş olan erkek kardeşi derici Rabier'nin yanına sığınmak zorunda kalmıştı. Kadın, aralık ayının başlarında, orada ölmüş, kızca-
ğızı gelinine emanet etmişti; çocuk o tarihten beri hakaret görüyor, dayak yiyor, eziyet çekiyordu.
Hubert:
— Rabier'ler, Rabier'ler diye mırıldandı, evet, evet! Aşağı şehirde, Ligneul kıyısında, tabaklık ederler... Kocası içer, karısı kötüdür.
Angelique, isyan içinde, yaralanan gururunun verdiği öfkeyle devam etti:
— Bana piç gibi davranıyorlardı. Çirkef bir piçin nesine yetmez, diyorlardı. Kadın, döve döve canımı çıkardıktan sonra, kedisine mama verir gibi, bana yerde yemek yediriyordu; çoğu zaman da aç yatıyordum... Yoo! Sonunda kendimi öldürecektim!
Öfke ve üzüntüyle bir hareket yaptı:
— Dün, Noel sabahı içtiler, üstüme çullandılar, alay olsun diye, parmaklarıyla gözlerimi oyacaklarını söyleyip beni korkuttular. Sonra, bu iş sökmedi, dövüşmeye başladılar; birbirlerine öyle hızlı yumruk indiriyorlardı ki, ikisi de odanın ortasına yuvarlanınca öldüler sandım... Çoktan beri, kaçmayı aklıma koymuştum. Ama, kimliğimi istiyordum. Nini anne, bu kimliğimi bazı bazı bana gösterir: "Bak derdi, varın yoğun bu, bilmiş ol, eğer bu da olmazsa, hiç bir şeyin yok demektir." Therese annenin ölümünden beri, kimliği sakladıkları yeri biliyordum. Konsolun üst çekmecesinde duruyordu. Üstlerinden aştım, kimliği aldım, koynuma soktum, kolumun altına sıkıştırıp koşmaya başladım. Çok büyüktü, herkes onu görüyor sanıyordum çalacaklar sanıyordum. Ama ne koştum, ne koştum! Gece karanlığı basınca, o kapının altında üşüdüm. Ama ne kadar üşüdüm, artık yaşamıyorum sanacak kadar. Ama olsun, onu elimden düşürmedim, işte burada!
Hubert'ler kimliği kendisine geri vermek üzere kapatırlarken, ani bir hamle ile atıldı, onu ellerinden kaptı. Sonra oturdu, masaya kapandı, kimliği kollarının arasında, yanağı pembe kaba dayalı, hıçkır-
maya başladı. Korkunç bir güç gururunu kırıyor, bütün varlığı, kenarları aşınmış bu birkaç sayfanın, bütün hazinesi olan, dünya hayatına bağlandığı biricik bağı olan bu sefil şeyin acılığı içinde erir gibi oluyordu. Kalbindeki bu çok büyük yeisi boşaltamıyordu; göz yaşlan akıyor, sonu gelmeden akıyordu; bu hüznün altında, uzunca oval, gayet pürüzsüz, o güzel, sarışın yavru yüzü, görünüşüyle soluklaşan menekşe gözleri, onu, kilise camlarındaki küçük bakirelere benzeten boyunun zarif görünüşüyle tekrar yerine gelmişti. Birdenbire, Hubertine'in elini yakaladı, okşamaya susamış dudaklarını yapıştırdı, hareketle öptü.
Hubert'lerin ruhuna bir ezginlik geldi, kendileri de ağlayacak halde, kekelediler:
— Sevgili, sevgili çocuk!
Öyle büsbütün de kötü çocuk değil miydi, acaba? Belki de, onların korkutan bu haşinliğini gidermek mümkün olurdu.
— Ooh! Rica ederim, beni ötekilerin yanına yollamayın, diye sızlandı, beni ötekilerin yanma yollamayın!
Karı koca bakışmışlardı. zaten kısır karı koca olmaktan duydukları üzüntü ile çok sıkıntılı hale gelen evi şenlendirsin diye, son-bahardanberi, bir küçük kız bulmayı, boğazı tokluğuna, evde nakışçı çıraklığı ettirmeyi tasarlıyorlardı. Hemen karar verdiler.
Hubert:
— İster misin? diye sordu. Hubertine, sakin sesiyle, yanıt verdi:
— Hay hay, isterim.
Hemen, resmi işlemlere başladılar. İşlemeci, beaumont'un kuzey Kanton'u sulh yargıcına gitti, macerayı anlattı, Adı, mösyö Grandsire olan bu zat, karısının, dargınlıktan sonra yüzünü gördüğü biricik akrabası, kuzeni idi; bütün işi üzerine aldı. Sosyal yardım idaresine mektup yazdı, kütük numarası sayesinde Angelique'in kaydı orada ko-
layca bulundu. Namuslu oluşları ile büyük bir ün kazanmış olan Hubert'lerin yanında çocuğun çıkar olarak kalmasına izin aldı. Belediye dairesi müfettiş yardımcısını kimliğe kayıt düşmek için geldiği zaman, çocuğun yeni patronu ile sözleşme yaptı; bu sözleşmede, Hu-bert'in, çocuğa yumuşak davranacağı, onu temiz giydireceği, kasaba okuluna yollayacağı, ayrı yatakta yatıracağı yazılı idi. İdare de, ayrıca yöntem gereğince Hubert'e tazminat ödemeyi, çocuğun giyeceklerini vermeyi kabul ediyordu.
İş on günde halledildi. Angelique, yukarıda, tavan arasına yakın, bahçeye bakan çatı odasında yatıyordu; ilk işleme derslerini de almıştı. Pazar sabahı, Hubertine, onu ayine götürmeden önce, halis altın kılaptanları içinde sakladığı atölyedeki eski dolabı gözü önünde açtı. Cüzdanı elinde tutuyordu, onu bir çekmecenin içine koydu:
— Nereye koyduğumu gör, aklında tut da istediğin zaman ala-bilesin, dedi:
O sabah, -kiliseye girerken Anglique, tekrar Sainte - Anges kapısından geçti. Hafta içinde, karlar erir gibi olmuş, sonra soğuk, yeniden o kadar şiddetle başlamıştı ki, heykellerin üstündeki yarı yarıya eriyen karlar, salkım salkım, diken diken, kaskatı kesilmişti, şimdi, bakireler, tepeden tırnağa buzlara gömülmüş, camdan dan-telâlarla süslü, saydam fistanlar giymişlerdi.
Dorothee bir meşale tutuyordu ki, duru sızıntıları ellerinden akıyordu; Cecile'in başındaki gümüş taçtan, parlak ince damlaları dökülüyordu; Agathe'ın, kerpetenlerle kıstırılmış göğsü, bir zırhla kapanmıştı. Alındaki sahneler, kemer kovanlarındaki küçük bakireler, asırlardan beri, bir dev mahfazanın camlan ve billurları içinde, böylece duruyormuş gibi idiler. Agnes, ışıkla dokunmuş, yıldızlarla işlenmiş bir saray kaftanının eteğini sürüyordu. Kuzusunun tüyleri elmastandı. Defnesi gök rengini almıştı. Bütün kapı, şiddetli soğuğun duruluğu ortasında parıltılar saçıyordu.
Angelique, orada, bakirelerin koruması altında geçirdiği geceyi hatırladı. Başını kaldırdı, onlara gülümsedi.
II
Beunmont, birbirinden büsbütün ayrı ve başka, iki şehirden meydana gelmiştir. Biri, on ikinci yüzyıldan kalma katedrali, henüz on yedinci yüzyılda yapılmış piskoposluk binası ile, dar sokaklarının içine sıkışmış, tıklım tıklım, birden oluşan nüfusu ile, tepedeki Beaumont -1 'Eglise;- öteki de, yamacın altında, Ligneult'nün kıyısında, dantela ve batis fabrikalarının gelişmesiyle zenginleşen, genişliyen, nüfusu on bine yaklaşacak dereceye gelen, geniş meydanlar, modern yapıda güzel bir kaymakamlık binası kazanmış eski dış mahalle olan Beaumont - la - Ville'dir. Biri kuzey kantonu, öteki güney kantonu olan bu iki kantonun, böylece aralarında sadece idari bakımdan ilişkiler vardır. İki saatte varılan Paris'e otuz fersah kadar mesafede olmakla beraber, Beaumont - l'Eglise, hala eski surlarının içine örülmüş gibidir; gerçi, bu surların kapılarından da ancak üç tanesi kalmıştır. Orada yerinden kımıldamayan apayrı bir halk, atalarının beş yüz yıldan beri babadan oğula süregeldikleri hayatı yaşar.
Orada, her şeyi anlatan, her şeye vücut vermiş olan ve her şeyi koruyan, katedraldir. O, arada, taştan kanatlarının altına, üşüyerek sığınmış yavrulara benzeyen bodur evlerin küçük yığını ortasında, heybetli vücudu ile anadır, kıraliçedir. Beaumont'da, yalnız onun için oturulur, onun sayesinde oturulur, sanatçıların çalışması, dükkanların satışı, yalnız onu ve papazlarını beslemek, giydirmek, onlara bakmak içindir; orada rastlanan, orta tabaka birkaç kişi ise, kaybolup gitmiş sofu kalabalıkların son kişileridir. O, bir kalp gibi merkezde çarpar, her sokak onun bir damarıdır, şehirde onun soluğundan başka soluk yoktur. O geçmiş bir çağ ruhu, o geçmişe gömülü dindar uyuşukluk, etrafını kuşatan eski bir huzur ve inan rayihasiyle kokulu, örtülü şehir, hep ondan ötürüdür.
Bütün o sofu şehir evleri arasında, Angelique'in, artık içinde ya-şıyacağı Hubert'lerin evi, katedrale en yakın, onun ta gövdesine ya-
pişik olanı idi. Oraya, iki payanda arasına bina yapmak izni, bu işlemeciler sülalesinin dedesini camegahın mütaahhidi Üstlükçü ustası olarak kendisine bağlamak istiyen bir eski rahip tarafından verilmiş olsa gerekti. Kuzey tarafından, kilisenin heybetli yığını, ince uzun bahçeyi biçiyordu; önce, pencereleri tarhlara bakan yan mihrap dairelerinin çevresi vardı; sonra, istinat kemerlerinin taşıdığı, yüksek kubbealtı bedeni; sonra, kurşun levhalarla kaplı çatı kısmı vardı. Güneş bu bahçenin içine hiç girmezdi, orada yalnız sarmaşıklar ve şimşirler, gür yetişirdi; halbuki, mihrabın dev gibi bedeninden düşen gölge, gölge, güzel kokan, dinî, saf bir lahid gölgesi vardı ki çok hoştu. Asude bir serinlikte olan yeşilimtrak alaca aydınlıkta, iki ku-leden, yalnız çanlarının sesi dökülürdü. Fakat, o köhne taşlara yapışık, onlarla kaynaşmış, onların kaniyle yaşıyan ev, baştanbaşa o sesle ürperirdi. En ufak törenlerde titrerdi; büyük odalarında uğuldar, ona, görünmez bir alemden gelen kutsal bir solukla ninni söylerdi. Ilınan duvardan, bazan, günlük tütsüleri bile tüter gibi olurdu.
Angelique, beş sene, orada, bir manastırda yaşar gibi dünyadan uzak, büyüdü. Hubertine, kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasından kor-karak onun okula gitmemesine izin alabildiği için, kız yalnız pazar günleri, kilisede saat yedi ayinini dinlemek üzere evden çıkıyordu. Bahçesi ölü bir sessizliğe gömülü bu daracık, antika ev, onun bütün dünyası oldu. Çatı altında, beyaz badanalı bir odada yatıp kalkıyordu; sabahleyin kahvaltı etmek için mutfağa iniyordu; çalışmak üzere, tekrar birinci kattaki atelyeye çıkıyordu; bu yerler, yuvasının içinde dönen taş merdivenle beraber, onun, içinde yaşadığı biricik köşelerdi; bunlar da, evin, çağdan çağa geçerek muhafaza edilmiş, saygı gören köşeleri idi. Angelique, Hutbert'lerin odasına hiç girmez, aşağıdaki salondan, o devrin zevkine göre onarılıp çekidüzen verilmiş iki odadan geçmekle kalırdı. Salondaki tavan kirişleri alçı ile sıvanmıştı; ortası gül biçimi süslü, üzerinde hurma dalı şekilleri bulunan bir korniş, tavanı süslüyordu; iri, sarı çiçekli duvar kağıdı, beyaz mermerli ocak,tek ayaklı bir masadan, Utrecht kadifesi kaplı bir
kanapeden, dört kolluktan oluşan akaju eşya, birinci imparatorluk zamanından kalma idi. Angelique, pencere önüne asılı birkaç işlemeden oluşan sergilenmiş eşyayı değiştirmek üzere buraya girdiği zamanlar, dışarıya bir göz atacak olursa, hep o değişmez köşeyi, Sainte-Agnes kapısına gelip dayanan sokağı görüyordu. Bir sofu kadının ittiği kapı kanadı, sessizce kapanırdı; kuddas kafalarını ve iri kilise mumlarım sıralamış karşıki kuyumcu ile mumcunun dükkanları, her zaman boş görünürdü; bütün Beaumont - l'Eglise'in, piskoposluk binası arkasındaki Magloire sokağının, Orfevres sokağının ulaştığı Grande Rue'nün, her iki kulenin yükseldiği Cloitre meydanının manastır sessizliği, uyuşuk hava ortasında hissedilir, solan gün ışığı ile beraber usul usul kaldırıma dökülür dü.
Hubertine, Angelique'in tahsilini tamamlamasını üstüne almıştı. Zaten, o, eski kafadaydı; bir kadın, yazı yazmasını öğrenmeli, bir de dört hesap ameliyesini bilmelidir, fazlasına gerek yoktur, diye düşünüyordu. Fakat, çocuğun isteksizliği ile uğraşmak zorunda kaldı; pencereler bahçeye açıldığı için, orada pek eğlenceli bir manzara bulunmamakla beraber, çocuk, pencereden dışarı bakmakla vakit geçiriyordu. Angelique, okuma dersinden başka şeye karşı heves göstermedi; basma kalıp seçilmiş dil derslerine karşın, bir sayfa yazıyı, doğru dürüst yazmayı başaramadı; halbuki, güzel bir el yazısı da vardı, eski zaman kibar kadınlarının yazılarına benziyen uzun ve kalın harflerle yazıyordu. Üst tarafına gelince, coğrafyadan, tarihten, hesaptan yana, karacahil kaldı. İlim neye yarardı? Pek gereksizdi. Sonradan, ilk yaptığı sırada, din derslerini, öyle bir iman ateşiyle ezberine aldı ki, belleğine herkesi hayran bıraktı.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Angelique'in Hülyası - 02
  • Parts
  • Angelique'in Hülyası - 01
    Total number of words is 3913
    Total number of unique words is 2255
    29.3 of words are in the 2000 most common words
    42.9 of words are in the 5000 most common words
    50.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 02
    Total number of words is 3775
    Total number of unique words is 2321
    26.1 of words are in the 2000 most common words
    39.9 of words are in the 5000 most common words
    47.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 03
    Total number of words is 3878
    Total number of unique words is 2312
    28.8 of words are in the 2000 most common words
    42.0 of words are in the 5000 most common words
    50.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 04
    Total number of words is 3786
    Total number of unique words is 2270
    28.6 of words are in the 2000 most common words
    42.5 of words are in the 5000 most common words
    50.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 05
    Total number of words is 3814
    Total number of unique words is 2139
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    54.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 06
    Total number of words is 3848
    Total number of unique words is 2054
    32.5 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 07
    Total number of words is 3778
    Total number of unique words is 2156
    31.1 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    53.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 08
    Total number of words is 3795
    Total number of unique words is 2164
    30.7 of words are in the 2000 most common words
    44.4 of words are in the 5000 most common words
    52.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 09
    Total number of words is 3748
    Total number of unique words is 2096
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    45.4 of words are in the 5000 most common words
    52.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 10
    Total number of words is 3806
    Total number of unique words is 2128
    30.2 of words are in the 2000 most common words
    45.8 of words are in the 5000 most common words
    53.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 11
    Total number of words is 3792
    Total number of unique words is 2160
    30.8 of words are in the 2000 most common words
    44.6 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 12
    Total number of words is 3600
    Total number of unique words is 2016
    31.3 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    51.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 13
    Total number of words is 3709
    Total number of unique words is 2119
    30.2 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    52.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Angelique'in Hülyası - 14
    Total number of words is 1904
    Total number of unique words is 1214
    30.3 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    51.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.