Çalıkuşu - 22
Total number of words is 2743
Total number of unique words is 1584
32.7 of words are in the 2000 most common words
48.2 of words are in the 5000 most common words
55.0 of words are in the 8000 most common words
Kim bilir, kaç yüz senelik? Çınarların aşağı kısımlarındaki dalları kesmişler,
yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları ve yapraklan kalmış Akşam gölgesinin
çökmeye başladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucu bucağı bulunmaz bir viran
kubbenin altına girmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneş ışıkları bu yüksek,
harap çınar gövdelerim göz alabildiğine uzanıp giden kırık sütunlara benzetiyor.
Derenin öbür kıyısında etrafları çitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o
bahçelerin arasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var. Karşıdan bu yollara
bakarken bana öyle geliyor ki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başka yerlere
götürecek, en umulmaz emellere kavuşturacak.
Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesi isminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena
ama kendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğim vakit, bana orada güzel bir
ev göstermişlerdi. Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.'deki kadar zengin
değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha küçük bir evde oturmaya mecburum.
Mamafih, şimdiki evim de pek fena yerde değil. Meydanlığı, kahvesi,
dükkânlarıyla kasabanın pek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyin Söğütlük'e
giden bütün Ç... halkı önümüzden geçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber,
dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük'ten bir zabit kafilesi dönüyordu. Acele
acele karşıdan gelen bir mülazımle konuşmak için durdular. Mülazım:
- Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben daha yeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım,
dedi.
Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlı bir kolağası -ki her zaman tesadüf
ederim cevap verdi:
- Dön, zahmet etme. Söğütlük'ün tadı yok bugün. O kadar batandık. Gülbeşeker
yok!
Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çok seviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün
ağzında bir gülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gül tatlısı olacak.
Fakat Hıdrellez günü mesirede gülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus
olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!
Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütün erkeklerin ağzında, kaç defa sokakta
kulağımla işittim.
Mesela, bir akşamüstü mektepten dönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaç genç
gidiyordu. Bunlardan birine bilmem ne ikram etmek istediler. O, reddeddiyor:
- Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşim değil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir
başkası:
- Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsa yemez misin? diye onu omuzundan
sarstı.
Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sınta:
- Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.
Bazen kahvenin önünde oturan erkekler mahalleye su taşımakla geçinen fakir,
tuhaf tuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:
- E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senin düğünü yapıyoruz?
- Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.
- Süleyman, sen bu fukaralıkla nasıl geçinisin?
- Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim. Allah'tan belamı mı isteyeceğim?
Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar. Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız
Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise'yi yakaladı. Kızcağızın zorla
yanaklarından öperek:
- Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.
Sokakta Sögütlük'ten dönen kafileler çoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha.
Munise'nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızı dört saatte dört ay görmemiş gibi
göreceğim geldi.
23 Nisan (iki saat sonra)
Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise, Söğütlük'te tesadüf ettiği birkaç
muallimeye benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler, dönüşte kapıdan
uğrayarak hatırımı sormak istemişler.
Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim. Bunlardan birine şaka olsun
diye: "Bari gülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçen zabitler
bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!"
Arkadaşım gülerek cevap verdi:
- Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrum kaldık!...
- Niçin?
- Çünkü gelmediniz!
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeye çalışarak:
- Ne münasebet! dedim.
Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım, şüpheli bir bakışla:
- Sahi bilmiyor musun? dedi
- Vallahi bilmiyorum.
- Zavallı Ferideceğim, sen ne kadar safsın! Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu
güzel rengin için sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
- Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının
ekmeklerine sürüp yemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi
yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın diline düşmüştüm, ne ayıp,
Yarabbi!
Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarı sahi:
- Bundan şikâyet edilecek ne var? Bir kasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz,
bu saadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.
Bu erkekler, sahi çok fena muhluklar. Bana burada da rahat vermiyorlar. Yarabbi,
artık nasıl insan içine çıkacağım, komşularımın yüzüne nasıl bakacağım7
Ç.,., l Mayıs
Deminden beri yukarıda talebelerimin vazifelerini tashih ediyordum. Kapı
çalındı, Munise aşağıdan:
- Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.
Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor; yüzü kapalı olduğu için tanımadım,
tereddütle:
- Kimsiniz efendim? diye sordum.
Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım, kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse
Munise imiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığın içinde döndürüyor,
küçük buselerle yanaklarımı, boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbire yetişmiş
bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, bu iki senenin içinde hayli serpilmiş,
hemen bana yaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibi açılan güzelliğiyle nazlı,
nazik bir küçükhanım olmuştu. Fakat insan, daima gözünün önünde duran şeylerdeki
değişikliği fark edemiyor.
Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis
mahzun odum. Bunu Munise fark etti:
- Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakın darıltmayayım? dedi.
Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:
- Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki,
durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için
titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmak isteyeceksin, beni
yalnız bırakacaksın.
Bu yalnızlığın acısı şimdiden içime çökmüş gibi gözlerim doluyordu. Munise'nin
bir kelime ile beni teselli etmesi için halimle, bakışlarımla adeta
yalvarıyordum. Fakat hain kız, dudaklarını büktü.
- Ne yapalım abacığım, âdet böyle, dedi.
- Demek, bir yabancının karısı olmak için beni bırakacaksın?
Munise cevap vermedi, sadece güldü. Fakat ne gülüş! Zalim, şimdiden onu benden
ziyade seviyordu.
Bu sefer ben, biraz evvelki sözlerimin aksini söylemeye başladım.
- Gelin olsan bile harhalde yirmi yaşına kadar vakit var.
- Yirmi yaş çok değil mi abacığım.
- O halde on dokuz, haydi nihayet on sekiz. Cevap vermiyorsun ama, gülüyorsun.
"Ben biliyorum" demek ister gibi sinsi sinsi gülüyorsun. Vallahi, on sekizden
aşağı olmaz.
Afacan gülüyor, pazarlığımla eğleniyordu. Utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım.
Sarı insanların hepsi vefasız oluyor, hepsi insanı başka türlü üzüyor.
Ç , 10 Mayıs
Mektep talebeleri içinde on iki, on üç yaşlarında bir zengin paşa kızı var.
Büyümüş de küçülmüş gibi kavruk, çürük dişli, bücür, azametli bir kız.
Nadide Hanımefendi, -eğlenmek için hanımefendi diyorum, mektepte şimdiden onu
öyle çağırıyorlar- Hastalar Te-pesi'nin en güzel konağında oturur, her gün paşa
babasının landosu ve koç boynuzu gibi palabıyıklı emir çavuşuyla mektebe gelir
gider.
Öyle sanıyorum ki, bu küçükhanım, bir şey öğrenmekten ziyade fakir
arkadaşlarına, hatta hocalarına kurum satmak için mektebe geliyor. Çocuklar,
onun halayıkları vaziyetindedir Hocalar, onun bin türlü kahrını, nazını çekmeyi
vazife biliyorlar. Ara sıra büyük hanımefendi, kızının muallimlerini konağa
davet eder, ziyafet verirmiş. Zavallı arkadaşlarım, orada gördükleri debdebe ve
saltanatı, yedikleri yemekleri, hanımefendilerin tuvaletlerini söyleye söyleye
bitiremezler. Arkadaşlarımın bu hali beni hem güldürür, hem iğrendirir Bu
Abdürrahim Paşa'la-rın ne ruhta insanlar olduğunu anladım. Debdebeleri,
saltanat-larıyla birtakım görgüsüz, ehemmiyetsiz insanların gözünü
kamaştırmaktan zevk alan, kaba birtakım "Ne oldum" delileri.
Arkadaşlarım birkaç defa beni de götürmek istediler, bir hakarete uğramış gibi
kızardım, istihfafla omuzlarımı silktim.
Fakat çocukların potinlerini bağlamak, çamurlarını temizlemekten çekinmediğim
halde bu azametli küçükhanım efendiye hiç yüz vermiyorum. Hatta, derste
hırpaladığım da oluyor. Fakat aksiliğe bakınız ki, o her hocadan ziyade bana
musallat. Hiç peşimden ayrılmıyor.
Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir araba durdu. Bir de ne bakayım. Abdürrahim
Paşa'nın landosu değil mi? Palabıyıklı emir çavuşunun araba kapısını açtığını,
talebem Nadide Ha-nım'ın etraftan koşan mahalle çocukları arasında bir prenses
azametiyle evime geldiğini gördüm. Bütün mahalle, hayret içindeydi. Karşı
evlerdeki kafeslerin arkası kadın başlarıyla doluydu.
Nadide Hanım, büyük ablasının bir tezkeresini getiriyordu.
Maksadı derhal anladım. Akılları sıra servetleriyle, deb-debeleriyle öteki
hocalar gibi benim de gözlerimi kamaştıracaklar, ilk fikrim; bir iki soğuk
teşekkür kelimesiyle küçükha-nımı, çavuşu ve landoyu geri göndermek oldu. Fakat,
kalbimde birden bire arzu uyandı: Bu sonradan görme ne oldum delilerine güzel
bir ders vermek...
istanbul'da, bu paşaların çok daha yüksek numunelerini görmüştüm. Hatta,
böyleleriyle biraz uğraşırdım da. Yüzlerinden yalancı maskeleri sıyırmak,
azametli gösterişler altında gizlenen çirkinlikleri, hiçlikleri meydana
çıkarmak; Çahku-şu'nun en büyük eğlencesiydi Ne bileyim ben, böyle doğdum. Pek
fena bir kız değilim, küçükleri, ehemmiyetsizleri çok seviyorum. Fakat
servetleri yahut yapmacık kibarlıklarıyla övünenlere karşı daima zalimim.
Đlk sene hanım hanımcık oturduktan sonra bugün bir parça afacanlık etmek benim
hakkımdı.
Đnadıma, sade fakat çok şık giyindim. Allah'tan, bir kat lacivert elbisem vardı.
Amcam Paris'ten göndermişti.
Nadide Hanımefendi'yi, aşağı odada biraz fazla bekletmekten çekinmedim. B.'de
iken pek beğendiğim için bir Avrupa
mecmuasından kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim,
bütün kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla
fantezisi ve viöjö idi. Fakat neme-lâzım? Ben bugün, bir aktris gibi bu kibar
"Kenar dilberleri" üstünde yapacağım tesire bakarım.
Aşağıdaki küçükhanımı, sadece kendimi süslemek için yalnız bırakmadım. Biraz da
bu fakir eşyalı loş odanın aynasında gülümseyen genç kızı seyretmek için
beklettim. Bir yabancıyı seyreder gibi, ona utana utana bakıyordum. Mademki
defterimi benden başka kimse okumayacak. Niçin hepsini itiraf etmemeli? Onu
güzel, hem de dikkat ettikçe saran bir biçimde güzel buluyordum. Gözlerim,
istanbul'da tanıdığım şen, kaygısız Çahkışu'nun berrak aydınlık parçası içinde
titreyen birkaç yıldız kırıntısından ibaret açık ela gözleri değildi. Onlarda,
karanlıklara baka baka geçmiş birçok yalnız gecelerinden kalma siyah bir acı,
yorgun bir tahayyül, uykuya ve daha başka şeylere doymamış gözlerin, süzgün
mahmurluğu vardı. Bu gözler, gülümsemeseler, canlı bir ıstırap gibi büyük ve
derin görünecekler. Fakat, gülmeye başladıkları an her şey değişiyor. O vakit
küçülüyorlar, ziyalar içlerine sığmıyor, küçük pırıltılarla yanakların üstüne
dökülmeye başlıyor.
Bu yüzde ne güzel, ne ince çizgiler vardı. Đnsana ağlamak arzusu verecek kadar
güzel şeyler.
Kusurlarında bile şimdi bir sevimlilik görüyordum Tekirdağ'daki enşitem derdi
ki: "Fende, senin kaşların lakırdılarına benziyor, güzel güzel, ince ince
başlıyor, fakat sonra yolunu sapıtıyor!" Onun dediği gibi güzel, ince ince
başladıktan sonra, yolunu sapıtan bu kaşların, şakaklara doğru öyle güzel bir
dağılışı vardı ki.
Sonra, bir parça kısa olduğu için daima gülen, daima üst dişlerimi bir parça
açık bırakan dudağım -düşünmeli ki bu dudak, B.'deki Hoca Efendi'nin dediği
gibi beni mezarıma bile gülümseye gülümseye götürecek.
Küçükhanımm aşağıda, mahsus potinlerini vurarak gezindiğini işitiyor, fakat bir
türlü aynadaki küçükhammdan ayrıla-mıyordum.
Bana, B.'de Ipekböceği, Ç.'de Gülbeşeker dedikleri zaman ne kadar üzülmüş,
titizlenmiştim. Şimdi aynada gördüğüm genç kıza, bu seher aydınlığı gibi berrak,
kırağılarla ıslanmış nisan gülleri gibi taze mahluka, bu isimleri vermekten
çekinmi-yordum. Bir aralık görünmekten korkuyor gibi etrafıma baktım, sonra
kendi kendimi, gözlerimi, yanaklarımı, çenemi öpmek için aynaya uzandım. Yüreğim
kuş gibi çırpınıyor, dudaklarım ıslak bir lezzetle titriyordu.
Fakat, yazık ki bu aynalar da erkek icadı, insan ne yapsa, mesela saçlarını,
gözlerini öpemiyor. Ne yapsa, ne kadar uğ-raşsa kendini yalnız, münhasıran
dudaklarından, ağzından...
Neler söylüyorum?.. Sor Aleksi: "Papaz elbisesi adamın ruhunu da papaz eder!"
derdi. Koket başı da adamı koket mi yapıyor, nedir? Bir mektep hocası için ne
manasız, ne ayıp lakırdılar bunlar.
Hanımları, salonlarının içinde, bana karşı acemi aktrisler gibi tuhaf tuhaf
pozlar almış görünce içimden güldüm: "Görürsünüz, biraz sabredin!" dedim
îki sene uslu uslu oturduktan sonra, biraz afacanlık etmek bugün benim hakkımdı.
Onlar, başkaları gibi hanımefendiyi, küçükhanımefendile-rı eteklemediğimi, gayet
sade ve serbest bir selamla iktifa etı-ğimı görünce hayret ettiler. Birbirlerine
bakıyorlardı. Mürebbi-ye olduğunu tahmin ettiğim adi Beyoğlu kokonası, altın
gözlüğünü tutarak, beni baştan aşağı süzdü.
Tavırlarımda, hareketlerimde öyle tabii bir akıcılık, sözlerimde öyle fütursuz
bir emniyet vardı ki, salonun içi gizli bir
fırtınaya uğramış gibi altüst oluyordu. Bu salon, kibarlık ve zevkten ziyade
paranın bin türlü pahalı eşya ile doldurulduğu bir nevi manifaturacı camekâm
idi. Hanımcıklar, senelerden beri birer manken ölülüğüyle bu salonda
oturuyorlar, Ç.'nin zavallı görgüsüz kadınlarını hayretlere düşürmekten zevk
alıyorlardı.
Serbest ve afacan cüretimle yavaş yavaş bu salona sahip oluyor, kendilerini
acemi, beceriksiz bir misafir mevkiinde bırakıyordum. Bu kaba ve gülünç
komedyayı oynarken tabiilikten çıkmamaya, oyunumu belli etmemeye gayret ettim.
Her ne gösterdiler, ne söylediler, ne yaptılarsa beğenmediğimi hissettirdim. Hem
de onlara, zavallılıklarını, görgüsüzlüklerini derin derin, acı acı duyurmak
şartıyla. Mesela, paşanın büyük kızı, bana tabloları gösteriyordu; ben, bunların
adi şeyler olduğunu nazik ve üstü örtülü kelimelerle söyledikten sonra, bir
köşede bir minyatür buluyor, salonda yegâne bir sanat eseri olan bu güzel şeyin
niçin buraya atıldığını soruyordum. Hülasa, hiçbir debdebelerine hayret etmedim.
Her şeylerini tenkit ettim. Hele yemekte onlara o kadar gizli eziyetler ettim
ki... Bu mükemmel, zengin sofrasında, kim bilir, kaç kişinin lokması boğazında
kalmıştı? Kim bılir.kaç misafir, çatal bıçak kullanmasını beceremedikleri için
gizli gizli ter dökmüş, kaç biçare, nasıl alınacağını nasıl yeneceğim bilmediği
bir yemeği reddetmek mecburiyetinde kalmıştı? Bugün hep onların intikamını
aldım. Öyle becerikli, ahenkli hareketim vardı ki, hanımlar göz ucuyla, hayran
hayran bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Ben de ara sıra onlara bakıyordum.
Fakat nazarlarım, onların elindeki çatalı titretiyor, boğazlarını tıkıyor, su
içmelerini şaşırtıyordu. Hele o görgüsüz, cahil kadınlara kendisini adam diye
satan, gülünç Fransızcasıyla övünen Beyoğlu kokanasını dünyaya geldiğini pişman
ettim.
O bir mürebbiye, ben bir mektep hocası olduğum için kendisini benimle kapı
yoldaşı farz ediyordu. Benimle gizli bir
mücadeleye girişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat, bu maskarayı öyle
bozdum ki... Türkçe derdini anlatmaktan aciz kalıyor, "Türkçe iyi anlatamıyorum"
diye kurtulmak istiyordu. Ben, o vakit, Fransızca söylemeye başlıyor; bu defa
Fransızca-sıyla eğleniyordum. Hülasa, küçük, ehemmiyetsiz, iptidaiye hocası
kaybolmuş: "Dam do Siyon"un en zarif lakırdıcı muallimlerini ağlamaklı eden
zalim Çalıkuşu, bütün haşarılığı, alaycılığı ile yeniden doğmuştu.
Yüksek meclislere ait bir kabul etiketini münakaşa ederken söz bulmakta aciz
kaldı: "Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim, çıktım, gözümle gördüm!"
diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur bir istihfafla yüzüne baktım,
gülümseyerek:
- Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil, insanın o muhitte kendi tabii
hayatını yaşaması lâzımdır, dedim.
Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim hücumum üzerine kadıncağızı
hafakanlar boğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, ders saati geldiğini bahene
ederek alelacele yanımızdan çıktı.
Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süs ve gurur maskelerini attıktan
sonra ruhlarının asıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fena insanlar değildiler.
O vakit, ben de yavaş yavaş halimi bilen, ehemmiyetsizliğini takdir eden mazlum,
sakin, iptidaiye muallimesi mevkiine indim.
Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sık gelmemi samimiyetle rica ediyorlardı. "Ara
sıra taciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, ne söylerler? Sık sık geldiğimi
görürlerse mutlaka sizden bir şey beklediğim fikrine düşerler" dedim.
Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor, mutlaka beni söyletmek istiyordu.
- iyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.
- Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu meziyetinizle pek iyi bir yere gelin
olabilirdiniz.
- Belki, hanımefendi, beni de isteyecek zararsız bir adam olabilirdi. Fakat, ben
kendi alnımın teriyle kendimi ge-çindirmeyi daha iyi buldum. Çalışmak ayıp
değil, dedim.
- Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu için isteseler ne dersiniz?
- Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkür ederim, fakat zannederim ki kabul
etmem.
Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğer bugün sadece azamet satmak,
saltanatlarıyla gözlerimi kamaştırmak için, bu konağa çağrılmamışım!
Paşa'nın büyük kızı bana bahçeyi göstermek istemişti. Bahçeleri de, tıpkı
salonlarına benziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ile sözüm ona
yabana süslenmiş, daha doğrusu döşenmiş, tefriş edilmiş olan bu bahçede
dolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodur çamdan ibaret yapma bir orman-
cıkta...
Fakat bunu anlatabilmek için on iki gün evvelki bir vakaya dönmeye mecburum.
Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var. Çocuklar, aradaki çit
duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi. Bir zamandan beri o bağda
üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı mendillerle çapa çapalıyorlardı.
Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor, biçarelerin kan ter içinde
çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunların arasında genç bir
ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde
bir başkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmer cildinde renkli bir
şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar
nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığı için yanına yalaşamı-
yordum. Fakat o, benim yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını,
mektep çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.
Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun
için çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: "Peki oğlum, biraz
bekle, söyleyeyim!" dedim.
Kendi kendime: "Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan olacak!" diye
düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu. Konuşurken kelimelerini şaşıracak
kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyen sualler, hem de
münasebetsiz sualler soruyordu:
Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş, armudu, elması bol
muymuş?
O, suyu içerken ben, gülümsüyor: "Anlaşılan biçarenin aklında bir noksan var!"
diyordum. Paşa'nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde, maskara edilnıiş bir
biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyir etiğini anlatmak
için bu kadar tafsilat kâfi.
Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya geliyordum. Fakat bu
sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki alabros saçlara varıncaya kadar
kılıcı, düğmeleri, nişanlan, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl
parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi. Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının
arasında; başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince
bıyıklarının altında, yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri
parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz
eldivenleriyle kılıcını çekerek: "Hazır ol!" kumandasını vermesini bekliyor.
Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite "hazır ol" kumandasını başkaları
vermiş.
Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):
- A! ihsan, sen burada miydin? Nereden çıktın ayol? diye hayret etti.
Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: "A! ihsan, sen
nereden çıktın?" diye hayret ederken sesine: "Vah vah! Yalan söylediğimiz ne
yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları ve yapraklan kalmış Akşam gölgesinin
çökmeye başladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucu bucağı bulunmaz bir viran
kubbenin altına girmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneş ışıkları bu yüksek,
harap çınar gövdelerim göz alabildiğine uzanıp giden kırık sütunlara benzetiyor.
Derenin öbür kıyısında etrafları çitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o
bahçelerin arasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var. Karşıdan bu yollara
bakarken bana öyle geliyor ki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başka yerlere
götürecek, en umulmaz emellere kavuşturacak.
Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesi isminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena
ama kendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğim vakit, bana orada güzel bir
ev göstermişlerdi. Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.'deki kadar zengin
değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha küçük bir evde oturmaya mecburum.
Mamafih, şimdiki evim de pek fena yerde değil. Meydanlığı, kahvesi,
dükkânlarıyla kasabanın pek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyin Söğütlük'e
giden bütün Ç... halkı önümüzden geçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber,
dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük'ten bir zabit kafilesi dönüyordu. Acele
acele karşıdan gelen bir mülazımle konuşmak için durdular. Mülazım:
- Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben daha yeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım,
dedi.
Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlı bir kolağası -ki her zaman tesadüf
ederim cevap verdi:
- Dön, zahmet etme. Söğütlük'ün tadı yok bugün. O kadar batandık. Gülbeşeker
yok!
Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çok seviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün
ağzında bir gülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gül tatlısı olacak.
Fakat Hıdrellez günü mesirede gülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus
olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!
Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütün erkeklerin ağzında, kaç defa sokakta
kulağımla işittim.
Mesela, bir akşamüstü mektepten dönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaç genç
gidiyordu. Bunlardan birine bilmem ne ikram etmek istediler. O, reddeddiyor:
- Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşim değil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir
başkası:
- Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsa yemez misin? diye onu omuzundan
sarstı.
Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sınta:
- Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.
Bazen kahvenin önünde oturan erkekler mahalleye su taşımakla geçinen fakir,
tuhaf tuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:
- E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senin düğünü yapıyoruz?
- Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.
- Süleyman, sen bu fukaralıkla nasıl geçinisin?
- Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim. Allah'tan belamı mı isteyeceğim?
Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar. Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız
Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise'yi yakaladı. Kızcağızın zorla
yanaklarından öperek:
- Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.
Sokakta Sögütlük'ten dönen kafileler çoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha.
Munise'nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızı dört saatte dört ay görmemiş gibi
göreceğim geldi.
23 Nisan (iki saat sonra)
Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise, Söğütlük'te tesadüf ettiği birkaç
muallimeye benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler, dönüşte kapıdan
uğrayarak hatırımı sormak istemişler.
Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim. Bunlardan birine şaka olsun
diye: "Bari gülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçen zabitler
bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!"
Arkadaşım gülerek cevap verdi:
- Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrum kaldık!...
- Niçin?
- Çünkü gelmediniz!
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeye çalışarak:
- Ne münasebet! dedim.
Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım, şüpheli bir bakışla:
- Sahi bilmiyor musun? dedi
- Vallahi bilmiyorum.
- Zavallı Ferideceğim, sen ne kadar safsın! Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu
güzel rengin için sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
- Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının
ekmeklerine sürüp yemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi
yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın diline düşmüştüm, ne ayıp,
Yarabbi!
Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarı sahi:
- Bundan şikâyet edilecek ne var? Bir kasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz,
bu saadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.
Bu erkekler, sahi çok fena muhluklar. Bana burada da rahat vermiyorlar. Yarabbi,
artık nasıl insan içine çıkacağım, komşularımın yüzüne nasıl bakacağım7
Ç.,., l Mayıs
Deminden beri yukarıda talebelerimin vazifelerini tashih ediyordum. Kapı
çalındı, Munise aşağıdan:
- Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.
Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor; yüzü kapalı olduğu için tanımadım,
tereddütle:
- Kimsiniz efendim? diye sordum.
Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım, kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse
Munise imiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığın içinde döndürüyor,
küçük buselerle yanaklarımı, boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbire yetişmiş
bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, bu iki senenin içinde hayli serpilmiş,
hemen bana yaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibi açılan güzelliğiyle nazlı,
nazik bir küçükhanım olmuştu. Fakat insan, daima gözünün önünde duran şeylerdeki
değişikliği fark edemiyor.
Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis
mahzun odum. Bunu Munise fark etti:
- Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakın darıltmayayım? dedi.
Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:
- Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki,
durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için
titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmak isteyeceksin, beni
yalnız bırakacaksın.
Bu yalnızlığın acısı şimdiden içime çökmüş gibi gözlerim doluyordu. Munise'nin
bir kelime ile beni teselli etmesi için halimle, bakışlarımla adeta
yalvarıyordum. Fakat hain kız, dudaklarını büktü.
- Ne yapalım abacığım, âdet böyle, dedi.
- Demek, bir yabancının karısı olmak için beni bırakacaksın?
Munise cevap vermedi, sadece güldü. Fakat ne gülüş! Zalim, şimdiden onu benden
ziyade seviyordu.
Bu sefer ben, biraz evvelki sözlerimin aksini söylemeye başladım.
- Gelin olsan bile harhalde yirmi yaşına kadar vakit var.
- Yirmi yaş çok değil mi abacığım.
- O halde on dokuz, haydi nihayet on sekiz. Cevap vermiyorsun ama, gülüyorsun.
"Ben biliyorum" demek ister gibi sinsi sinsi gülüyorsun. Vallahi, on sekizden
aşağı olmaz.
Afacan gülüyor, pazarlığımla eğleniyordu. Utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım.
Sarı insanların hepsi vefasız oluyor, hepsi insanı başka türlü üzüyor.
Ç , 10 Mayıs
Mektep talebeleri içinde on iki, on üç yaşlarında bir zengin paşa kızı var.
Büyümüş de küçülmüş gibi kavruk, çürük dişli, bücür, azametli bir kız.
Nadide Hanımefendi, -eğlenmek için hanımefendi diyorum, mektepte şimdiden onu
öyle çağırıyorlar- Hastalar Te-pesi'nin en güzel konağında oturur, her gün paşa
babasının landosu ve koç boynuzu gibi palabıyıklı emir çavuşuyla mektebe gelir
gider.
Öyle sanıyorum ki, bu küçükhanım, bir şey öğrenmekten ziyade fakir
arkadaşlarına, hatta hocalarına kurum satmak için mektebe geliyor. Çocuklar,
onun halayıkları vaziyetindedir Hocalar, onun bin türlü kahrını, nazını çekmeyi
vazife biliyorlar. Ara sıra büyük hanımefendi, kızının muallimlerini konağa
davet eder, ziyafet verirmiş. Zavallı arkadaşlarım, orada gördükleri debdebe ve
saltanatı, yedikleri yemekleri, hanımefendilerin tuvaletlerini söyleye söyleye
bitiremezler. Arkadaşlarımın bu hali beni hem güldürür, hem iğrendirir Bu
Abdürrahim Paşa'la-rın ne ruhta insanlar olduğunu anladım. Debdebeleri,
saltanat-larıyla birtakım görgüsüz, ehemmiyetsiz insanların gözünü
kamaştırmaktan zevk alan, kaba birtakım "Ne oldum" delileri.
Arkadaşlarım birkaç defa beni de götürmek istediler, bir hakarete uğramış gibi
kızardım, istihfafla omuzlarımı silktim.
Fakat çocukların potinlerini bağlamak, çamurlarını temizlemekten çekinmediğim
halde bu azametli küçükhanım efendiye hiç yüz vermiyorum. Hatta, derste
hırpaladığım da oluyor. Fakat aksiliğe bakınız ki, o her hocadan ziyade bana
musallat. Hiç peşimden ayrılmıyor.
Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir araba durdu. Bir de ne bakayım. Abdürrahim
Paşa'nın landosu değil mi? Palabıyıklı emir çavuşunun araba kapısını açtığını,
talebem Nadide Ha-nım'ın etraftan koşan mahalle çocukları arasında bir prenses
azametiyle evime geldiğini gördüm. Bütün mahalle, hayret içindeydi. Karşı
evlerdeki kafeslerin arkası kadın başlarıyla doluydu.
Nadide Hanım, büyük ablasının bir tezkeresini getiriyordu.
Maksadı derhal anladım. Akılları sıra servetleriyle, deb-debeleriyle öteki
hocalar gibi benim de gözlerimi kamaştıracaklar, ilk fikrim; bir iki soğuk
teşekkür kelimesiyle küçükha-nımı, çavuşu ve landoyu geri göndermek oldu. Fakat,
kalbimde birden bire arzu uyandı: Bu sonradan görme ne oldum delilerine güzel
bir ders vermek...
istanbul'da, bu paşaların çok daha yüksek numunelerini görmüştüm. Hatta,
böyleleriyle biraz uğraşırdım da. Yüzlerinden yalancı maskeleri sıyırmak,
azametli gösterişler altında gizlenen çirkinlikleri, hiçlikleri meydana
çıkarmak; Çahku-şu'nun en büyük eğlencesiydi Ne bileyim ben, böyle doğdum. Pek
fena bir kız değilim, küçükleri, ehemmiyetsizleri çok seviyorum. Fakat
servetleri yahut yapmacık kibarlıklarıyla övünenlere karşı daima zalimim.
Đlk sene hanım hanımcık oturduktan sonra bugün bir parça afacanlık etmek benim
hakkımdı.
Đnadıma, sade fakat çok şık giyindim. Allah'tan, bir kat lacivert elbisem vardı.
Amcam Paris'ten göndermişti.
Nadide Hanımefendi'yi, aşağı odada biraz fazla bekletmekten çekinmedim. B.'de
iken pek beğendiğim için bir Avrupa
mecmuasından kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim,
bütün kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla
fantezisi ve viöjö idi. Fakat neme-lâzım? Ben bugün, bir aktris gibi bu kibar
"Kenar dilberleri" üstünde yapacağım tesire bakarım.
Aşağıdaki küçükhanımı, sadece kendimi süslemek için yalnız bırakmadım. Biraz da
bu fakir eşyalı loş odanın aynasında gülümseyen genç kızı seyretmek için
beklettim. Bir yabancıyı seyreder gibi, ona utana utana bakıyordum. Mademki
defterimi benden başka kimse okumayacak. Niçin hepsini itiraf etmemeli? Onu
güzel, hem de dikkat ettikçe saran bir biçimde güzel buluyordum. Gözlerim,
istanbul'da tanıdığım şen, kaygısız Çahkışu'nun berrak aydınlık parçası içinde
titreyen birkaç yıldız kırıntısından ibaret açık ela gözleri değildi. Onlarda,
karanlıklara baka baka geçmiş birçok yalnız gecelerinden kalma siyah bir acı,
yorgun bir tahayyül, uykuya ve daha başka şeylere doymamış gözlerin, süzgün
mahmurluğu vardı. Bu gözler, gülümsemeseler, canlı bir ıstırap gibi büyük ve
derin görünecekler. Fakat, gülmeye başladıkları an her şey değişiyor. O vakit
küçülüyorlar, ziyalar içlerine sığmıyor, küçük pırıltılarla yanakların üstüne
dökülmeye başlıyor.
Bu yüzde ne güzel, ne ince çizgiler vardı. Đnsana ağlamak arzusu verecek kadar
güzel şeyler.
Kusurlarında bile şimdi bir sevimlilik görüyordum Tekirdağ'daki enşitem derdi
ki: "Fende, senin kaşların lakırdılarına benziyor, güzel güzel, ince ince
başlıyor, fakat sonra yolunu sapıtıyor!" Onun dediği gibi güzel, ince ince
başladıktan sonra, yolunu sapıtan bu kaşların, şakaklara doğru öyle güzel bir
dağılışı vardı ki.
Sonra, bir parça kısa olduğu için daima gülen, daima üst dişlerimi bir parça
açık bırakan dudağım -düşünmeli ki bu dudak, B.'deki Hoca Efendi'nin dediği
gibi beni mezarıma bile gülümseye gülümseye götürecek.
Küçükhanımm aşağıda, mahsus potinlerini vurarak gezindiğini işitiyor, fakat bir
türlü aynadaki küçükhammdan ayrıla-mıyordum.
Bana, B.'de Ipekböceği, Ç.'de Gülbeşeker dedikleri zaman ne kadar üzülmüş,
titizlenmiştim. Şimdi aynada gördüğüm genç kıza, bu seher aydınlığı gibi berrak,
kırağılarla ıslanmış nisan gülleri gibi taze mahluka, bu isimleri vermekten
çekinmi-yordum. Bir aralık görünmekten korkuyor gibi etrafıma baktım, sonra
kendi kendimi, gözlerimi, yanaklarımı, çenemi öpmek için aynaya uzandım. Yüreğim
kuş gibi çırpınıyor, dudaklarım ıslak bir lezzetle titriyordu.
Fakat, yazık ki bu aynalar da erkek icadı, insan ne yapsa, mesela saçlarını,
gözlerini öpemiyor. Ne yapsa, ne kadar uğ-raşsa kendini yalnız, münhasıran
dudaklarından, ağzından...
Neler söylüyorum?.. Sor Aleksi: "Papaz elbisesi adamın ruhunu da papaz eder!"
derdi. Koket başı da adamı koket mi yapıyor, nedir? Bir mektep hocası için ne
manasız, ne ayıp lakırdılar bunlar.
Hanımları, salonlarının içinde, bana karşı acemi aktrisler gibi tuhaf tuhaf
pozlar almış görünce içimden güldüm: "Görürsünüz, biraz sabredin!" dedim
îki sene uslu uslu oturduktan sonra, biraz afacanlık etmek bugün benim hakkımdı.
Onlar, başkaları gibi hanımefendiyi, küçükhanımefendile-rı eteklemediğimi, gayet
sade ve serbest bir selamla iktifa etı-ğimı görünce hayret ettiler. Birbirlerine
bakıyorlardı. Mürebbi-ye olduğunu tahmin ettiğim adi Beyoğlu kokonası, altın
gözlüğünü tutarak, beni baştan aşağı süzdü.
Tavırlarımda, hareketlerimde öyle tabii bir akıcılık, sözlerimde öyle fütursuz
bir emniyet vardı ki, salonun içi gizli bir
fırtınaya uğramış gibi altüst oluyordu. Bu salon, kibarlık ve zevkten ziyade
paranın bin türlü pahalı eşya ile doldurulduğu bir nevi manifaturacı camekâm
idi. Hanımcıklar, senelerden beri birer manken ölülüğüyle bu salonda
oturuyorlar, Ç.'nin zavallı görgüsüz kadınlarını hayretlere düşürmekten zevk
alıyorlardı.
Serbest ve afacan cüretimle yavaş yavaş bu salona sahip oluyor, kendilerini
acemi, beceriksiz bir misafir mevkiinde bırakıyordum. Bu kaba ve gülünç
komedyayı oynarken tabiilikten çıkmamaya, oyunumu belli etmemeye gayret ettim.
Her ne gösterdiler, ne söylediler, ne yaptılarsa beğenmediğimi hissettirdim. Hem
de onlara, zavallılıklarını, görgüsüzlüklerini derin derin, acı acı duyurmak
şartıyla. Mesela, paşanın büyük kızı, bana tabloları gösteriyordu; ben, bunların
adi şeyler olduğunu nazik ve üstü örtülü kelimelerle söyledikten sonra, bir
köşede bir minyatür buluyor, salonda yegâne bir sanat eseri olan bu güzel şeyin
niçin buraya atıldığını soruyordum. Hülasa, hiçbir debdebelerine hayret etmedim.
Her şeylerini tenkit ettim. Hele yemekte onlara o kadar gizli eziyetler ettim
ki... Bu mükemmel, zengin sofrasında, kim bilir, kaç kişinin lokması boğazında
kalmıştı? Kim bılir.kaç misafir, çatal bıçak kullanmasını beceremedikleri için
gizli gizli ter dökmüş, kaç biçare, nasıl alınacağını nasıl yeneceğim bilmediği
bir yemeği reddetmek mecburiyetinde kalmıştı? Bugün hep onların intikamını
aldım. Öyle becerikli, ahenkli hareketim vardı ki, hanımlar göz ucuyla, hayran
hayran bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Ben de ara sıra onlara bakıyordum.
Fakat nazarlarım, onların elindeki çatalı titretiyor, boğazlarını tıkıyor, su
içmelerini şaşırtıyordu. Hele o görgüsüz, cahil kadınlara kendisini adam diye
satan, gülünç Fransızcasıyla övünen Beyoğlu kokanasını dünyaya geldiğini pişman
ettim.
O bir mürebbiye, ben bir mektep hocası olduğum için kendisini benimle kapı
yoldaşı farz ediyordu. Benimle gizli bir
mücadeleye girişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat, bu maskarayı öyle
bozdum ki... Türkçe derdini anlatmaktan aciz kalıyor, "Türkçe iyi anlatamıyorum"
diye kurtulmak istiyordu. Ben, o vakit, Fransızca söylemeye başlıyor; bu defa
Fransızca-sıyla eğleniyordum. Hülasa, küçük, ehemmiyetsiz, iptidaiye hocası
kaybolmuş: "Dam do Siyon"un en zarif lakırdıcı muallimlerini ağlamaklı eden
zalim Çalıkuşu, bütün haşarılığı, alaycılığı ile yeniden doğmuştu.
Yüksek meclislere ait bir kabul etiketini münakaşa ederken söz bulmakta aciz
kaldı: "Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim, çıktım, gözümle gördüm!"
diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur bir istihfafla yüzüne baktım,
gülümseyerek:
- Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil, insanın o muhitte kendi tabii
hayatını yaşaması lâzımdır, dedim.
Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim hücumum üzerine kadıncağızı
hafakanlar boğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, ders saati geldiğini bahene
ederek alelacele yanımızdan çıktı.
Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süs ve gurur maskelerini attıktan
sonra ruhlarının asıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fena insanlar değildiler.
O vakit, ben de yavaş yavaş halimi bilen, ehemmiyetsizliğini takdir eden mazlum,
sakin, iptidaiye muallimesi mevkiine indim.
Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sık gelmemi samimiyetle rica ediyorlardı. "Ara
sıra taciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, ne söylerler? Sık sık geldiğimi
görürlerse mutlaka sizden bir şey beklediğim fikrine düşerler" dedim.
Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor, mutlaka beni söyletmek istiyordu.
- iyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.
- Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu meziyetinizle pek iyi bir yere gelin
olabilirdiniz.
- Belki, hanımefendi, beni de isteyecek zararsız bir adam olabilirdi. Fakat, ben
kendi alnımın teriyle kendimi ge-çindirmeyi daha iyi buldum. Çalışmak ayıp
değil, dedim.
- Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu için isteseler ne dersiniz?
- Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkür ederim, fakat zannederim ki kabul
etmem.
Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğer bugün sadece azamet satmak,
saltanatlarıyla gözlerimi kamaştırmak için, bu konağa çağrılmamışım!
Paşa'nın büyük kızı bana bahçeyi göstermek istemişti. Bahçeleri de, tıpkı
salonlarına benziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ile sözüm ona
yabana süslenmiş, daha doğrusu döşenmiş, tefriş edilmiş olan bu bahçede
dolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodur çamdan ibaret yapma bir orman-
cıkta...
Fakat bunu anlatabilmek için on iki gün evvelki bir vakaya dönmeye mecburum.
Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var. Çocuklar, aradaki çit
duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi. Bir zamandan beri o bağda
üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı mendillerle çapa çapalıyorlardı.
Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor, biçarelerin kan ter içinde
çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunların arasında genç bir
ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde
bir başkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmer cildinde renkli bir
şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar
nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığı için yanına yalaşamı-
yordum. Fakat o, benim yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını,
mektep çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.
Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun
için çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: "Peki oğlum, biraz
bekle, söyleyeyim!" dedim.
Kendi kendime: "Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan olacak!" diye
düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu. Konuşurken kelimelerini şaşıracak
kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyen sualler, hem de
münasebetsiz sualler soruyordu:
Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş, armudu, elması bol
muymuş?
O, suyu içerken ben, gülümsüyor: "Anlaşılan biçarenin aklında bir noksan var!"
diyordum. Paşa'nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde, maskara edilnıiş bir
biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyir etiğini anlatmak
için bu kadar tafsilat kâfi.
Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya geliyordum. Fakat bu
sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki alabros saçlara varıncaya kadar
kılıcı, düğmeleri, nişanlan, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl
parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi. Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının
arasında; başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince
bıyıklarının altında, yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri
parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz
eldivenleriyle kılıcını çekerek: "Hazır ol!" kumandasını vermesini bekliyor.
Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite "hazır ol" kumandasını başkaları
vermiş.
Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):
- A! ihsan, sen burada miydin? Nereden çıktın ayol? diye hayret etti.
Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: "A! ihsan, sen
nereden çıktın?" diye hayret ederken sesine: "Vah vah! Yalan söylediğimiz ne
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Çalıkuşu - 23
- Parts
- Çalıkuşu - 01Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2690Total number of unique words is 166629.6 of words are in the 2000 most common words42.6 of words are in the 5000 most common words51.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 02Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2748Total number of unique words is 169831.6 of words are in the 2000 most common words46.4 of words are in the 5000 most common words54.9 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 03Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2794Total number of unique words is 162932.2 of words are in the 2000 most common words48.0 of words are in the 5000 most common words55.6 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 04Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2894Total number of unique words is 156735.8 of words are in the 2000 most common words49.9 of words are in the 5000 most common words57.4 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 05Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2755Total number of unique words is 156632.3 of words are in the 2000 most common words48.1 of words are in the 5000 most common words55.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 06Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2715Total number of unique words is 155433.3 of words are in the 2000 most common words47.0 of words are in the 5000 most common words54.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 07Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2858Total number of unique words is 150935.3 of words are in the 2000 most common words49.4 of words are in the 5000 most common words56.1 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 08Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2809Total number of unique words is 153336.1 of words are in the 2000 most common words49.8 of words are in the 5000 most common words57.6 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 09Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2835Total number of unique words is 167033.2 of words are in the 2000 most common words47.7 of words are in the 5000 most common words55.4 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 10Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2815Total number of unique words is 161236.8 of words are in the 2000 most common words52.4 of words are in the 5000 most common words59.9 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 11Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2850Total number of unique words is 167733.6 of words are in the 2000 most common words47.8 of words are in the 5000 most common words55.4 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 12Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2881Total number of unique words is 177432.0 of words are in the 2000 most common words46.5 of words are in the 5000 most common words53.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 13Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2779Total number of unique words is 167333.2 of words are in the 2000 most common words48.1 of words are in the 5000 most common words56.6 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 14Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2800Total number of unique words is 164333.7 of words are in the 2000 most common words47.8 of words are in the 5000 most common words56.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 15Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2818Total number of unique words is 160034.1 of words are in the 2000 most common words49.9 of words are in the 5000 most common words57.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 16Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2830Total number of unique words is 163034.9 of words are in the 2000 most common words51.0 of words are in the 5000 most common words58.6 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 17Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2771Total number of unique words is 160735.7 of words are in the 2000 most common words51.3 of words are in the 5000 most common words59.2 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 18Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2832Total number of unique words is 159734.0 of words are in the 2000 most common words48.4 of words are in the 5000 most common words55.1 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 19Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2877Total number of unique words is 168434.9 of words are in the 2000 most common words48.8 of words are in the 5000 most common words55.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 20Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2785Total number of unique words is 160533.2 of words are in the 2000 most common words46.8 of words are in the 5000 most common words54.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 21Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2817Total number of unique words is 163934.7 of words are in the 2000 most common words49.6 of words are in the 5000 most common words57.7 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 22Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2743Total number of unique words is 158432.7 of words are in the 2000 most common words48.2 of words are in the 5000 most common words55.0 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 23Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2851Total number of unique words is 159134.4 of words are in the 2000 most common words48.9 of words are in the 5000 most common words56.4 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 24Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2799Total number of unique words is 161632.3 of words are in the 2000 most common words46.6 of words are in the 5000 most common words55.9 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 25Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2762Total number of unique words is 157634.8 of words are in the 2000 most common words49.5 of words are in the 5000 most common words56.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 26Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2829Total number of unique words is 152138.0 of words are in the 2000 most common words52.4 of words are in the 5000 most common words60.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 27Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2788Total number of unique words is 157234.4 of words are in the 2000 most common words50.2 of words are in the 5000 most common words57.7 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 28Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2820Total number of unique words is 161135.0 of words are in the 2000 most common words49.5 of words are in the 5000 most common words57.1 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 29Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2859Total number of unique words is 157533.9 of words are in the 2000 most common words48.5 of words are in the 5000 most common words55.8 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 30Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2717Total number of unique words is 146237.3 of words are in the 2000 most common words51.6 of words are in the 5000 most common words59.0 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 31Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2707Total number of unique words is 140537.5 of words are in the 2000 most common words52.7 of words are in the 5000 most common words60.3 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 32Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 2851Total number of unique words is 163634.2 of words are in the 2000 most common words49.3 of words are in the 5000 most common words56.0 of words are in the 8000 most common words
- Çalıkuşu - 33Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.Total number of words is 1234Total number of unique words is 75037.0 of words are in the 2000 most common words51.9 of words are in the 5000 most common words59.6 of words are in the 8000 most common words