Pierre ve Jean - 7
Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3848
Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 1980
34.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
50.2 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
59.1 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
Yüksekçe olan bu kayaya tırmandılar, güneşe karşı yan yana oturdular, ayaklarını sarkıttılar, iyice yerleştikten sonra, kadın sözünü sürdürdü:
- Sevgili dostum, ne siz çocuksunuz ne de ben genç bir kızım. İkimiz de neden söz edildiğini pekâlâ biliyoruz, bütün davranışlarımızı tartabilecek durumdayız. Bugün bana ilanı aşk ettiğinize göre, tabii benimle evlenmek niyetindesiniz.
Jean, durumun böyle açıktan açığa ortaya konacağını düşünmemişti, saflıkla:
- Evet, dedi.
- Annenize babanıza bundan söz ettiniz mi?
- Hayır, sizin razı olup olmayacağınızı öğrenmek istiyordum.
Kadın ıslak elini ona uzattı, o da hararetle elini uzatırken, kadın:
- Ben razıyım. Sizi iyi ve doğru bir insan olarak tanıyorum, yalnızca şunu unutmayın ki, ailenizin de hoşuna gitmek isterim.
- Ne diyorsunuz? Sanıyor musunuz ki annem bir şey sezmedi? Evlenmemizi istemese sizi bu kadar sever miydi hiç?
- Doğru... biraz heyecanlıyım.
Sustular. Jean onun bu kadar heyecanlı, aynı zamanda da bu kadar akılcı olmasına şaşıyordu. Hoş kırıtmalar, evet diyen geri çevirmeler, suyun hafif şıpırtısı içinde avla karışık cilveli bir aşk komedyası bekliyordu.
Her şey olup bitmişti, beş on sözcükle başı bağlanmıştı, kendini evli duyumsuyordu. Madem anlaşmışlardı, öyleyse söyleyecek ne kalmıştı. İkisi de aralarında bu kadar çabuk geçen bu işlerden şaşırmış, hatta biraz mahcup bile olmuşlardı, ne yapacaklarını bilmiyorlardı, ne avısürdürebiliyor, ne de konuşuyorlardı.
Roland'ın sesi onları bu durumdan kurtardı:
- Buraya, buraya gelin çocuklar! Gelin de Beausire'i görün, bu oğlan denizde bir şey bırakmadı! diye bağırıyordu.
Gerçekten de kaptan pek güzel avlıyordu. Beline kadar suya girmiş, havuzları birer birer dolaşıyordu. Uygun yerleri bir göz atışta kestiriyor, ağının ağır, emin devinimiyle yosunlarla örtülü bütün gizli yerleri araştırıyordu.
Açık kurşuni renkteki güzel saydam tekeleri küfesine atmak için sert bir atılışla yakaladığı zaman hayvanlar avucunun içinde titreşiyorlardı.
Madam Rosémilly şaşkınlık içindeydi, mest olmuştu, artık kaptanın peşini bırakmıyor, onun gibi yapmaya çalışıyordu; bu çocukça zevke, yüzen otlar arasındaki bu hayvancıkları toplama zevkine kendini o kadar kaptırmıştı ki verdiği sözü, hatta dalgın dalgın peşi sıra gelen Jean'ı bile unutmuştu.
Roland birdenbire:
- Bak, Madam Roland bize yetişti! diye bağırdı.
Annesi biraz önce Pierre'le plajda kalmıştı. Çünkü ikisinin de sularda yürümeye, kayalar üzerinde koşmaya, eğlenmeye hevesleri yoktu, ama baş başa kalmayı da pek istemiyorlardı. Annesi oğlundan, oğul da annesinden çekiniyordu. Pierre kendinden, kendini tutamayıp gene bir hınzırlık etmekten korkuyordu.
İkisi de çakıl taşları üzerine oturdular.
Güneşin deniz havasıyla serinleyen sıcaklığı altında gümüş renklerle hareleşen mavi suyun uçsuz bucaksız hoş ufku önünde ikisi de: ''Bir zamanlar burası ne hoştu!'' diye düşünüyorlardı. Kabalık edeceğini bildiği için Madam Roland onunla konuşmaya cesaret edemiyordu. Oğlu da elinde olmayarak annesine karşı şiddetli davrandığını bildiği için ağzını açmıyordu.
Pierre, bastonunun ucuyla yuvarlak çakıl taşlarını dürtüyor, karıştırıyor, onlara vuruyordu. Annesi de dalgın bir durumda eline aldığı birkaç çakıl taşını bir makine devinimiyle ağır ağır bir avcundan öbür avucuna boşaltıyordu. Uzaklarda dolaşan kararsız bakışları birdenbire yosunlar arasında Madam Rosémilly ile av avlayan oğlu Jean'a ilişti. Annelik içgüdüsüyle bugün her zamankinden başka türlü konuştuklarını anladı, bütün devinimlerini kolladı, uzaktan onları izledi. Birbirlerini seyretmek için yan yana suya doğru eğildiklerini, sonra yüreklerini açmak için karşılıklı ayakta durduklarını, sonunda birbirlerine söz vermek için kayaya tırmanıp oturduklarını gördü.
Devinimleri iyice belli oluyordu, ufukta sanki tek vücut gibi görünüyorlardı; gökten, denizden, kayalardan oluşan bu geniş boşlukta tanrısal ve anlamlı bir biçim alıyorlardı.
Pierre'in de gözü onlardaydı, birdenbire soğuk bir kahkaha koyuverdi.
Madam Roland yüzünü çevirmeden oğluna:
- Ne oluyorsun canım? dedi.
O, durmadan gülüyordu.
- Yararlanıyorum, deyyus olmaya nasıl hazırlanılır onu öğreniyorum, dedi.
Bu sözcük annesinin sinirine dokundu, alındı, öfkelenerek karşı çıktı:
- Bu sözcüğü kime söylüyorsun? dedi.
- Elbette Jean'a! Onları böyle görmek çok gülünç!
Annesi heyecanlı, titrek, hafif bir sesle:
- Pierre, ah, ne acımasızsın! Bu kadın doğruluk simgesidir. Kardeşin ondan iyisini bulamaz, dedi.
Pierre, yapmacık bir gülüşle adamakıllı bir kahkaha salıverdi:
- Vay, vay, vay, doğruluk simgesi ha! Bütün kadınlar doğruluğun ta kendisidir ya... kocaları da birer deyyus...
Annesi yanıt vermeden kalktı, otların arasındaki gizli çukurlardan kayıp düşmeyi, kolunu bacağını kırmayı göze alarak hızla taşlık yokuşu indi; su birikintilerinden koşar gibi atlayarak hiçbir yana bakmadan doğru öbür oğlunun yanına gitti.
Jean, annesinin yaklaştığını görerek:
- Anne, eh, razısın değil mi? diye bağırdı.
Annesi ''Beni kurtar, beni koru!'' der gibi hiçbir şey söylemeden oğlunun kollarına sarıldı.
Jean, annesinin altüst olduğunu görünce heyecanla:
- Ne kadar sararmışsın! Nen var? dedi.
O, hafif bir sesle:
- Az kaldı düşüyordum, bu kayalar beni korkuttu, dedi.
Jean, annesinin de ilgilenmesi için av hakkında açıklama yaptı, yol göstermek için koluna girdi. Annesi onu dinlemiyordu; ama o içini dökecek birini arıyordu, annesini uzağa çekerek hafif bir sesle:
- Bil bakayım, ne yaptım? dedi.
- Bilmem ki... Ne bileyim ben.
- Bileceksin!
- Nasıl bileyim?
- Öyleyse dinle: Madam Rosémilly'ye evlenme önerdim.
Annesi yanıt vermedi, başı uğulduyordu, kafası o kadar allak bullaktı ki, söylenenleri güçlükle anlayabiliyordu.
- Evlenme mi? diye yineledi.
- Evet, iyi yapmadım mı? Hoş kadın, değil mi?
- Evet... çok hoş... iyi ettin.
- Öyleyse, nasıl, razı mısın?
- Elbette razıyım.
- Bunu öyle tuhaf söylüyorsun ki, biri işitse hoşnut olmadığını sanacak!
- Sahi mi?
- Tabii.
Hoşnut olduğunu anlatmak için oğlunu kucakladı, anne sevecenliğiyle yüzünden gözünden öptü.
Gözyaşlarını sildikten sonra uzaklarda, plajda ölü gibi çakıllar üzerinde yüzükoyun serilmiş bir vücut gördü; bu, perişan bir durumda düşünceye dalan öteki oğlu Pierre'di.
Küçük Jean'ını aldı, uzaklara, dalgaların yanına götürdü ve orada oğluyla pek istediği bu evlenme konusundan uzun uzadıya söz etti.
Gittikçe yükselen deniz, onları avla uğraşan ötekilerin yanına kovaladı, sonra hep birden kıyıya çıktılar, uyur gibi yapan Pierre'i uyandırdılar; akşam yemeği çok uzun sürdü, bol bol şarap içildi.
VII
Dönüşte arabada, Jean'dan başka bütün erkekler uyukluyordu. Beausire ile Roland'ın ikide bir düşen başını yanındakiler itip kakınca hepsi doğrularak horultuyu kesiyor, gözlerini açıyor, sonra yavaşça "ne güzel hava!" deyip bu kez öbür yanındakinin omzuna çullanıyorlardı.
Havre'a girdikleri zaman bitkinlikten öyle derin bir uykuya dalmışlardı ki, zorla silkinip ayıldılar. Hatta Beausire, Jean'ın evinde hazırlanan çayı bile geri çevirdi. Onu kapıdan evine bırakmak zorunda kaldılar.
Genç avukat, yeni evinde ilk kez bu gece yatacaktı; bu akşam nişanlısına oturacakları evi göstereceği için, içini birdenbire çocukça bir sevinç kapladı.
Madam Roland, çayı kendi eliyle hazırlayıp ikram edeceği için hizmetçiyi erkenden savmıştı; yangından korkar, hizmetçileri geç vakte kadar bekletmek istemezdi.
Evini, oğlundan, işçilerden ve kendinden başka kimsecikler görmemişti. Güzelliğine herkesin şaşırmasını, hayran olmasını istiyordu.
Kapıdan içeri girince Jean konuklardan biraz beklemelerini rica etti, mumları, lambaları yakacaktı. Madam Rosémilly'le babasını, kardeşini karanlıkta bıraktı. Biraz sonra iki kanatlı kapıyı ardına kadar açarak: "Girin!" diye seslendi.
Lüks lambasının aydınlattığı camekânlı salonun renkli camlarını palmiyeler, kauçuk ağaçları, çiçek saksıları örtmüştü. Bütün bunlar ilk bakışta insana bir tiyatro dekoru duygusu veriyordu. Herkes bir an için şaşırdı. Roland bu görkeme hayran oldu, hafif bir sesle "vay canına!" diye mırıldanırken bu olağanüstü görünümü alkışlama gereğini duydu.
Sonra birinci küçük salona girildi. Koltuklar sırmalı kumaşlarla döşenmişti. Çok sade olan büyük görüşme odası da açık pembe renkte döşenmişti. Bu oda da pek görkemliydi.
Jean, kitap dolu masanın önüne, koltuğa oturdu, ciddi ve biraz yapmacıklı bir sesle:
- Evet hanımefendi, yasalarımızın metinleri açıktır, anlaşmamız gereğince üç aya varmadan ele aldığımız işin iyi bir sonuca varacağından kesinlikle eminim.
Jean, Madam Roland'a bakan ve gülümseyen Madam Rosémilly'yi seyrediyordu. Annesi Madam Rosémilly'nin elini avcunun içine alarak sıktı.
Jean, hoşnut bir halde tıpkı bir okul öğrencisi gibi sıçrayarak:
- Ses ne güzel yankılanıyor, savunma için bu salon mükemmel, değil mi? dedi, sonra söylev çeker gibi:
- Bay yargıçlar, sizden rica ettiğimiz aklama kararını, sizler yalnızca insanlık adına her türlü acıya karşı içten gelen iyilik duygusu adına verseydiniz, o zaman acıma duygunuza, insanlık ve babalık duygularınıza başvururduk. Ama bizim görüşümüze göre, yalnızca yasa vardır. Huzurunuzda yalnızca yasaya başvurmak istiyoruz.
Pierre evi seyrediyordu, onun da böyle bir evi olabilirdi. Kardeşini, akılsız ve budala buluyor, delişmenliklerine sinirleniyordu.
Madam Roland sağdaki kapıyı açarak:
- İşte yatak odası, dedi.
Bu odayı annelere özgü bir sevgiyle süslemişti. Duvarlara kaplanan kumaş, eski Normandiya keteni taklidi, bir tür "Rouen" basmasıydı. XV. Louis dönemine ait desenler -ağız ağıza vermiş bir çift güvercin, üzerinde bir çoban kızı bulunan bir madalyonu kapatıyor- duvarları, perdeleri, yatağı, koltukları hem süslüyor, hem de kır evleri gibi sevimli kılıyordu.
Madam Rosémilly odaya girer girmez biraz ciddileşerek:
- Ah ne hoş, dedi.
Jean:
- Hoşunuza gitti mi? diye sordu.
- Olağanüstü, dedi.
Jean:
- Bilseniz ne kadar seviniyorum, dedi.
Güven ve sevgi dolu gözlerle ikisi de birbirlerine baktılar.
Gerdek odası olacak olan bu odadan Madam Rosémilly biraz utanıyor, sıkılıyordu. İçeri girerken yatağın çok geniş, tam anlamıyla bir karı koca yatağı olduğunu fark etmişti. Bunu, hiç kuşkusuz oğlunun evleneceğini sezen ve bir an önce bu işin olmasını isteyen Madam Roland seçmişti. Annenin bu önlemi Madam Rosémilly'nin pek hoşuna gitti, kendisine sanki "ailece seni bekliyoruz!" diyorlar gibi geldi.
Salona girilince, Jean birdenbire soldaki kapıyı açtı. Japon fenerleriyle süslü üç pencereli yuvarlak yemek salonu göründü. Ana oğul bütün hünerlerini burada göstermişlerdi. Kamış mobilyalı bu oda, kaba porselen ve Çin vazolarıyla; sarı pul işlemeli ipekleri, su damlalarını andıran yalancı incilerle, işli incecik storlarıyla; kumaşları tutsun diye duvarlara mıhlı yelpazeleri, kılıçları, maskeleri, içleri doldurulmuş kuşlarıyla, porselen, tahta, kâğıt, fildişi, sedef ve bronzdan yapılmış ucuz biblolarıyla fazlaca gösterişe kaçıyordu; zevk ve incelik isteyen bu şeylerin sanat eğitiminden haberi bile olmayan insanların beceriksiz ellerinden çıktığı belliydi. Buna karşın en hoşa giden oda da bu olmuştu. Yalnızca Pierre alaycı bir tavır takınarak sustu, kardeşi de buna alındı.
Masanın üzeri kubbe biçiminde tepeleme meyve ve pastayla doluydu.
Daha karınları acıkmamıştı, meyvelerden, pastalardan çimlendiler; bir saat kadar sonra da Madam Rosémilly gitmek için izin istedi.
Roland Baba'nın onu kapısına kadar götürmesine karar verildi, bu arada Madam Roland, evde hizmetçi olmadığı için çevreye şöyle bir göz gezdirecek, bir eksiğin bulunup bulunmadığına bakacaktı.
Roland karısına:
- Gelip seni alayım mı? diye sordu.
O önce durakladı, sonra:
- Hayır tosunum, sen yat, Pierre beni getirir, dedi.
Onlar gider gitmez Madam Roland mumları söndürdü, pastaları, şekerleri, likörleri bir dolaba kilitledi, anahtarı Jean'a teslim etti, sonra yatak odasına geçti, yorganı araladı, sürahideki su taze mi, değil mi diye baktı, pencerenin iyi kapanıp kapanmadığını denetledi.
Pirere ile Jean küçük salonda kalmışlardı; biri, zevkiyle alay edildi diye alınmış, soğuk duruyordu; öteki de, kardeşini bu evde görmekten büsbütün sinirlenmişti, konuşmuyordu. İkisi de bir tek sözcük söylemeden oturuyor, sigara içiyorlardı.
Pierre, birdenbire ayağa kalkarak:
- Yahu! Dulun bu akşam ne kadar bitkin bir görünüşü vardı, galiba ona gezme yaramıyor! dedi.
Jean, yüreğinden vurulmuş gibi oldu. Yumuşak insanlara özgü ani ve korkunç bir öfkeyle öyle bir köpürüş köpürdü ki, heyecanından soluğu kesiliyordu, kardeşine:
- Madam Rosémilly'den söz ederken ona bundan sonra "dul" demeyeceksin, anladın mı? dedi.
Pierre, ona doğru dönerek yüksekten bakan bir tavırla:
- Bana buyruk vermeye mi kalkıyorsun? Çıldırdın mı yoksa?
Jean hemen ayak diredi:
- Çıldırmadım ama, bana karşı takındığın tavırlar artık burama geldi.
Pierre, alaycı bir gülüşle:
- Sana karşı mı dedin, Madam Rosémilly'den sana ne?
- Madam Rosémilly karım olacak, anlıyor musun?
Öteki bir kahkaha savurarak:
- O, o... çok güzel! Ona bundan sonra niçin "dul" dememem gerekiyor şimdi anlıyorum, ama evlenmeni bana pek acayip bir biçimde bildirdin.
- Alay etmene izin vermiyorum... anladın mı? İşte bu kadar.
Jean ona doğru yaklaştı, sevdiği, eş olarak seçtiği bu kadınla alay edilmesine çok kızmış, kül gibi olmuş, sesi titremeye başlamıştı.
Ancak Pierre de birdenbire onun kadar köpürdü. Şimdiye kadar içine akıttığı öfke, tuttuğu kin, epeydir yatışan isyan duyguları, kimseye duyurmadan çektiği acılar birdenbire beynine vurdu. Artık çılgına dönmüştü.
- Bu ne cüret... bu ne cüret? Sana sus diyorum anlıyor musun? Sus...
Bu kızgınlık karşısında afallayan Jean biraz durakladı; öfkenin sürüklediği bu perişanlık anında kardeşini yüreğinden yaralayabilecek bir şey, bir sözcük, bir tümce arıyordu. Daha etkili olsun diye kendine egemen olmaya, daha acı gelsin diye de sözlerini tane tane söylemeye çalışarak dedi ki:
- Epey zamandır beni kıskandığının farkındayım, evet "dul" demeye başladığın günden bu yana... Çünkü benim bu sözcüğe sinirlendiğimi anlamıştın.
Pierre, her zamanki gibi acı ve aşağılama dolu bir kahkaha koyuvererek:
- Vay! Ben mi seni kıskanacağım? Ben seni kıskanacağım ha!... Aman Tanrım, neni? Suratını mı, zekânı mı?
Jean, tam yarasına bastığını duyumsayarak:
- Evet beni kıskanıyorsun, çocukluktan bu yana beni kıskanıyorsun, sonra bu kadının beni yeğleyip seni istemediğini görünce çılgına döndün.
Pierre, böyle bir olasılığa yer verdirdiği için çok kötü sinirlendi, kekeleyerek:
- Ben... ben... seni kıskanacağım ha! Bu mankafa, bu dişi hindi, bu besili kaz için ha!...
Sözlerinin etkili olduğunu gören Jean sürdürerek:
- Hani, "Perle"de benden daha hızlı kürek çekmeye yeltendiğin o günü unuttun mu? Ya ona kendini satmak için söylediğin o sözler! Kısaca kıskançlıktan çatlıyorsun. Hele bu servete konunca artık kudurmuşa döndün. Benden nefret ettin, bu durumunu bütün davranışlarınla belli ettin. Herkese işkence ettin, seni çıldırtan bu öfkeyi çevreye saçmadan duramadın.
Pierre öfkesinden yumruklarını sıktı, kardeşinin üzerine atılmak, onu boğazlamak istiyordu:
- Sus... bu servet lafını bir daha sakın ağzına alma!
Jean sözünü sürdürerek:
- Kıskançlık üzerinden akıyor. Babama, anneme, bana söylediğin her sözcükte kıskançlığını belli ediyordun. Beni küçük görüyorsun; çünkü kıskanıyorsun. Herkesle kavga etmen yine kıskançlığın yüzünden. Şimdi hele zengin de oldum, artık hiç dayanamıyorsun, zehirli bir yılan gibi herkesi sokuyorsun, sanki suç annemdeymiş gibi, bir de ona işkence ediyorsun...
Pierre, insanları katil eden o çılgınca öfkeyle gözleri yerinden fırlamış, ağzı açık bir durumda şömineye doğru gerilemeye başladı.
Boğulur gibi bir sesle:
- Sus! Sus diyorum.
- Hayır susmayacağım, ne zamandır içimi boşaltmak istiyordum. Bana bu fırsatı verdin, oh olsun. Bir kadını sevdiğimi bildiğin halde karşıma geçtin, onunla alay ettin, sabrımı tükettin, oh olsun. Ama senin o zehirli dişlerini kıracağım. Bana nasıl saygı duyulur, sana göstereceğim.
- Ne? Sana mı saygı duyacak mışım?
- Evet, bana.
- Saygı! Sana saygı ha!... Sen ki tamah yüzünden hepimizi rezil ettin!..
- Ne dedin bakayım? Bir daha söyle... Ne dedin?
- Diyorum ki, babası varken, insan başka bir adamın mirasını kabul etmez.
Jean duyumsar gibi olduğu bu imadan şaşırmış, bir şey anlayamamıştı, kımıldamadan duruyordu:
- Ne diyorsun bakayım?.. Bir daha yinele.
- Herkes, senin için, mirasına konduğun o adamın oğlu olduğunu söylüyor, bu laf çevreye yayıldı. İşte, namuslu bir erkek, annesine söz getiren böyle bir parayı kabul etmez.
- Pierre... Pierre... Pierre... Ne söylediğinin farkında mısın? Sen... sen... sen... bu alçakça sözü ağzına alıyorsun ha?..
- Evet... evet... ben alıyorum. Bir aydan bu yana üzüntüden bunaldığımı, geceleri gözüme uyku girmediğini, gündüzleri yabanıl bir hayvan gibi hangi kovuğa saklanacağımı bilmediğimi fark etmiyor musun? Ne söylediğimin, ne yaptığımın farkındayım, ne olacağım bilmiyorum, acıdan, utançtan şaşkına döndüm, üzüntü içindeyim... Önce kuşkulanmıştım, şimdi artık eminim.
- Pierre... sus... Annem bitişik odada... bizi işitebilir... Belki de işitiyor.
Ama artık içini iyice dökmesi gerekiyordu. Bütün kuşkularını, düşüncelerini, savaşımlarını, kanılarını, yeniden ortadan yok olan o portrenin öyküsüne varıncaya kadar hepsini birer birer anlattı.
Bilinmezden haber veren insanlar gibi kısa, kesik, birbiriyle ilişkisi olmayan tümcelerle konuşuyordu.
Artık Jean'ı, bitişik odadaki annesini unutmuş gibiydi. Karşısında kimseler yokmuş gibi konuşuyordu; çünkü konuşma gereksinimindeydi; çünkü çok çekmişti, yarası çok kapalı kalmış, çok dolmuştu. İşte ur gibi büyüyen bu çıban şimdi patlamış, çevreye sıçramıştı. Adeti olduğu üzere yine bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı; gözleri yere dikilmiş, bir umutsuzluk sayıklaması içinde kıvranıyor, kini coşuyor, boğulur gibi konuşuyordu. Konuşunca sanki kendisinin ve ailesinin başına gelen bu yıkım hafifleyecek; sanki bütün acılar sözlerinin uçup gittiği o görünmez sessiz boşluğa karışacaktı.
Jean şaşırmıştı, kardeşinin bu bilinçsiz taşkınlığından birdenbire öyle bir ürktü ki, kapıya yaslandı. Kapının arkasından annesinin onları dinleyeceğini düşünüyordu.
Annesi dışarı çıkamıyordu, çıkmak için salondan geçmesi gerekiyordu, geçmediğine göre buna cesaret edememişti.
Pierre birdenbire ayağını yere vurarak:
- Amma da eşeklik ettim, ne diye söyledim! diyerek merdivenlere atıldı.
Hızla kapanan sokak kapısının gürültüsü Jean'ı içine çöken derin karabasandan uyandırdı.
O sırada geçen birkaç saniye ona saatlerden daha uzun gelmiş, afallamış, serseme dönmüştü. Bu sorun üzerinde oturup, düşünmek, sonra da harekete geçmek gerektiğini duyumsuyordu; ama o kadar korkak, zayıf, gevşekti ki, değil harekete geçmek, hatta sorunu anlamak, öğrenmek bile istemiyordu, gevşemişti. Bir işi hep ertesi güne bırakan savsaklayıcı insanlardandı; hemen o anda karar vermek gerekse bile, huyu gereği işi uzatarak zaman kazanmaya bakardı.
Pierre'in bağırıp çağırmasından sonra çevreyi, eşyaları, duvarları derin bir sessizlik kaplamıştı; altı mumun ve çift lambanın göz kamaştırıcı ışığı onu birdenbire öyle bir korkuttu ki, o da kaçmaya yeltendi.
O zaman kafasını toparlamaya, yüreğini yoklamaya, aklını derleyip toplamaya çalıştı.
Yaşamda hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı. Akan bir su gibi kendisini yaşamın akışına bırakan insanlardandı. Ceza görmesin diye derslerine çalışmış, dingin bir yaşam sürdüğü için de hukuk öğrenimini düzenli bir biçimde sona erdirmişti. Yaşamda her şey ona doğal görünür, hiçbir şey öyle pek fazla dikkatini çekmezdi. Yaratılış olarak düzenliliği, ağırbaşlılığı, dinlenceyi severdi, ruhunda gizli bir yan yoktu. Ömründe yüzmemiş bir insanın suya düşmesi nasıl olursa, o da, bu yıkım karşısında öyle olmuştu.
İlkin inanmamaya çalıştı. Kardeşi kininden, kıskançlığından yalan söylemiş olabilirdi.
Peki ama, kardeşi tam bir umutsuzluk içinde olmasaydı, annesi hakkında böyle bir şey söylemeye nasıl dili varırdı? Pierre'in bazı sözleri, bazı acı çığlıkları, haykırışları, davranışları hâlâ Jean'ın kulaklarında çınlıyor, gözünün önünden gitmiyor, içine işleyen bu sözlerin etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. Bütün bunlar o kadar acıydı ki anımsamamak; o kadar içine işlemişti ki, söküp atmak elinden gelmiyordu.
Bu yükün altında o kadar ezilmişti ki, ne kıpırdayabiliyor, ne de istemini kullanabiliyordu. Acısı gittikçe artıyordu; annesinin hemen kapının arkasında beklemekte olduğunu, her şeyi işittiğini sezer gibiydi.
Orada ne yapıyordu acaba? Kapının arkasında bir canlının bulunduğuna işaret edecek ne bir devinim, ne bir kımıldanma, ne bir soluma, ne de bir inilti vardı; yoksa kaçmış mıydı? Ama nereden çıkacak? Ya kaçtıysa, o zaman pencereden sokağa atlamış olmalı.
Korkuyla yerinden öyle bir fırlayış fırladı ki, adeta kapıya yüklenerek içeri daldı.
Odada çıt yoktu, konsolun üzerinde yanan biricik mum çevreyi aydınlatıyordu.
Jean pencereye koştu, kapalıydı, kepenkleri de örtülmüştü. Döndü, endişeli bakışlarla karanlıkta çevreyi araştırdı, yatak perdelerinin çekili olduğunu gördü. Koştu, açtı. Annesi elleriyle yastığı sımsıkı yakalamış, işitmemek için başını içine gömmüş, yatıyordu.
İlkin boğulmuş sandı; sonra omuzlarından yakalayıp çevirdi, yüzüne kapadığı yastığı annesi hâlâ bırakmıyor, bağırmamak için dişleriyle ısırıyordu.
Jean bu katılaşmış vücuda, taş kesilmiş kollara dokunur dokunmaz, aynı acıyı o da çekmeye başladı. Annesi onu görmek, onunla konuşmak istemiyordu, yakaladığı yastığı yüzüne gözüne kapatarak olanca gücüyle ağzını, kulaklarını tıkıyordu; Jean ona dokunur dokunmaz bir insanın ne dereceye kadar acı çekebileceğini anladı. Saf yüreği paramparça oldu. O yargıç, hatta acıma duygusu olan bir yargıç bile değildi, zayıf bir insan, sevgi dolu bir oğuldu. Kardeşinin söylediklerini unutmuştu bile, ne üzerinde durdu, ne de kafasını yordu, yalnızca iki eliyle kımıltısız duran annesinin vücudunu yakaladı, yastığı yüzünden çekemeyince giysilerine yapıştı, öpüp koklayarak:
- Anneciğim, anneciğim, benim zavallı anneciğim, bak yüzüme bir kez! diye seslendi.
Vücudu gerili bir tel gibi hafif bir ürperişle titremeseydi, onu ölü sanacaktı. O yine:
- Anne, anne, dinle beni. Bunun aslı yok! Doğru olmadığını biliyorum...
Annesi titredi, soluğu tıkanır gibi oldu, sonra birdenbire başını yastığın içine gömerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O zaman bütün sinirleri gevşedi, katılaşan kasları yumuşadı, parmakları gevşeyerek yastığı bıraktı, yüzü ortaya çıktı.
Sapsarı kesilmiş, rengi uçmuştu, kapalı gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Oğlu boynuna sarılarak onu gözlerinden öptü, yüzü gözü yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Üzüntü içindeydi, durmadan:
- Anneciğim, biricik anneciğim, bunun doğru olmadığını biliyorum. Aslı yok biliyorum, ağlama!
Annesi doğruldu, oturdu, oğlunun yüzüne baktı, kendini öldürme anlarında görülen bir tür cesaretin verdiği çabayla:
- Hayır yavrum, doğru, dedi.
İkisi de, bir tek sözcük söylemeden durdu. Annesi birkaç saniye yine tıkanır gibi oldu, boynunu gerdi, soluk almak için başını geriye dayadı, sonra yine kendine egemen olarak:
- Doğrudur yavrum. Yalan söylemekten ne çıkar? Doğrudur. Yalan söylemiş olsaydım, bana inanır mıydın sanki?..
Deli gibiydi; Jean korktu, yatağının yanına çöktü, ayaklarına kapandı.
- Sus anne, sus, diye mırıldandı.
Annesi görülmemiş bir çabayla ayağa kalktı, kararını vermişti:
- Zaten söyleyecek bir şey kalmadı yavrum, Allahaaısmarladık... dedi, kapıya doğru yürüdü.
Oğlu onu kucaklayarak:
- Ne yapıyorsun anne? Nereye gidiyorsun? diye haykırdı.
O:
- Bilmiyorum... ne bileyim ben... artık yapacak işim kalmadı... madem yalnızım...
Kaçmak için çırpınıyordu, oğlu bırakmıyor, yalnızca:
- Anne... anne... anne... diyebiliyordu.
Annesi, boynuna sarılan oğlundan kurtulmaya çabalarken, bir yandan da:
- Hayır, hayır, şimdi artık annen değilim ben, ne sana ne de başkalarına hiçbir hayrım yok, ben bir hiçim... Artık ne annen var ne de baban, zavallı yavrum... Allahaısmarladık.
Jean, onu koyuverirse artık bir daha göremeyeceğini anladı, kaldırdı, kanepeye götürdü, zorla oturttu, kollarını dolayarak önünde diz çöktü:
- Anneciğim, artık buradan bir yere gitmeyeceksin, seni seviyorum ve alıkoyuyorum, seni hep koruyacağım, sen benimsin.
O, yorgun bir sesle hafifçe:
- Hayır yavrucuğum olamaz. Artık buna olanak yok. Bugün üzülürsün ama yarın beni kapı dışarı edersin; af bile etmezsin.
- Ah! Ben mi? Ben mi? Beni anlamamışsın sen! diye öyle içten, yürekten gelme bir sevgiyle bağırdı ki, annesi bir çığlık kopardı, elleriyle saçlarından yakalayıp bağırına bastı, çılgınca yüzünü gözünü öptü.
Sonra yanak yanağa gelerek sakallarını, yüzünü gözünü kokladı, bu durumda epey zaman kımıltısız kaldı, en sonunda kulağına eğilerek yavaşça:
- Hayır yavrum, ileride beni yine bağışlamayacaksın. Şu anda bağışladın sanıyorsun ama yanılıyorsun. Bu akşamki bağışlaman bana yeter, bana yaşamımı bağışladın; ama beni artık görmemelisin...
Jean ona sarılarak:
- Anne bu sözleri ağzına alma! diyordu.
- Hayır yavrum, gitmeliyim. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyorum, ama gitmem gerek. Artık bir daha ne yüzüne bakabilirim, ne de seni kucaklayabilirim, anladın mı?
O zaman oğlu hafifçe kulağına eğilerek:
- Benim cici anneciğim, gitmeyeceksin, böyle istiyorum, sana gereksinmem var; sözümü dinleyeceğine ant iç.
- Hayır, oğlum.
- Ah! Anne, kalmalısın, anladın mı, kalman gerek.
- Yok yavrum, olamaz. Bu hepimiz için bir cehennem azabı olur. Bu işkencenin ne demek olduğunu bir aydan bu yana ben bilirim... Şimdi acıyorsun; ama acıman geçince, Pierre'in gözüyle bana bakınca, söylediklerimi anımsayınca iş değişir! Ah yavrucuğum ah! düşün bir kez... düşün ki ben senin annenim...
- Beni bırakmanı istemiyorum... Senden başka kimsem yok.
- İyi ama oğlum, düşün, artık birbirimizin yüzüne nasıl bakarız? Utancımdan yerin dibine giriyorum, bir daha nasıl göz göze geliriz?
- Yok, öyle deme anne...
- Evet... evet... evet, öyle! Zavallı ağabeyinin bütün çektiklerini daha ilk günden sezdim. Şimdi evde ayak sesini duysam yüreğim ağzıma geliyor, sesinden bayılacak gibi oluyorum. Bugüne kadar seninle avuntu buldum! Ama şimdi seni de yitirdim; benim artık ikinizin arasında yaşamama olanak var mı yavrum?
- Haklısın anne ama seni o kadar seveceğim ki artık bunu düşünemeyeceksin...
- Ah! Ah! O mümkün mü hiç?..
- Evet, mümkün.
- Kardeşinle senin aranda bulunayım da bunu düşünmeyeyim, buna aklın yatıyor mu? Sanki sizler bunu düşünmeyecek misiniz ki?
- Ben mi? Ant içerim!
- Her an düşüneceksin.
- Hayır, ant içerim. Sonra dinle: Eğer beni bırakırsan; gönüllü gider, şehit düşerim.
Bu çocukça tehdit onu öyle korkuttu ki, tutku dolu bir sevgiyle oğluna sarıldı, kucakladı, o zaman Jean:
- Hadi, hadi, seni ne kadar sevdiğimi bilmezsin, ne kadar sevdiğimi düşleyemezsin bile! Akıllı ol biraz, hiç olmazsa bir haftacık yanımda kalmayı dene... söz verdin, kalıyorsun, değil mi? Benden esirgeme bunu...
Annesi ellerini, oğlunun omuzlarına dayayarak:
- Yavrum... sakin olmaya çalışalım, üzüntüye kapılmayalım. Önce beni dinle: Kardeşinden bir aydan bu yana işittiğim şeyleri senden de bir kezcik duyarsam, onun gözlerinden okuduğum şeyleri senin de gözlerinden bir kezcik bile olsun sezecek olursam, ona göründüğüm gibi sana da çirkin görünürsem ve bir sözcükle, bir bakışla bunu anlayacak olursam bir saat sonra, anlıyor musun, bir saat sonra artık beni sonsuza dek yok bil...
- Anne, ant içerim ki...
- Bırak söyleyeyim. Bir aydan bu yana bir insanın çekebileceği bütün acıları çektim. Öbür oğlumun, ağabeyinin kuşkulandığını, gün geçtikçe gerçeği biraz daha yakından öğrendiğini gördükçe, yaşamımın her anı anlatılamaz bir işkenceyle doluyordu.
Annesinin sesi o kadar acıklıydı ki, acısı Jean'a da geçti, gözleri sulandı, sarılmak istedi, annesi geri iterek:
- Bırak... dinle... sana söyleyecek daha çok şeyim var, dedi. Söyleyeyim de, anlayasın... ama yine de anlamayacaksın... eğer gitmezsem... şöyle yapmamız gerek... hayır hayır yapamam!...
- Ne yapmamız gerek anne, söyle.
- Sevgili dostum, ne siz çocuksunuz ne de ben genç bir kızım. İkimiz de neden söz edildiğini pekâlâ biliyoruz, bütün davranışlarımızı tartabilecek durumdayız. Bugün bana ilanı aşk ettiğinize göre, tabii benimle evlenmek niyetindesiniz.
Jean, durumun böyle açıktan açığa ortaya konacağını düşünmemişti, saflıkla:
- Evet, dedi.
- Annenize babanıza bundan söz ettiniz mi?
- Hayır, sizin razı olup olmayacağınızı öğrenmek istiyordum.
Kadın ıslak elini ona uzattı, o da hararetle elini uzatırken, kadın:
- Ben razıyım. Sizi iyi ve doğru bir insan olarak tanıyorum, yalnızca şunu unutmayın ki, ailenizin de hoşuna gitmek isterim.
- Ne diyorsunuz? Sanıyor musunuz ki annem bir şey sezmedi? Evlenmemizi istemese sizi bu kadar sever miydi hiç?
- Doğru... biraz heyecanlıyım.
Sustular. Jean onun bu kadar heyecanlı, aynı zamanda da bu kadar akılcı olmasına şaşıyordu. Hoş kırıtmalar, evet diyen geri çevirmeler, suyun hafif şıpırtısı içinde avla karışık cilveli bir aşk komedyası bekliyordu.
Her şey olup bitmişti, beş on sözcükle başı bağlanmıştı, kendini evli duyumsuyordu. Madem anlaşmışlardı, öyleyse söyleyecek ne kalmıştı. İkisi de aralarında bu kadar çabuk geçen bu işlerden şaşırmış, hatta biraz mahcup bile olmuşlardı, ne yapacaklarını bilmiyorlardı, ne avısürdürebiliyor, ne de konuşuyorlardı.
Roland'ın sesi onları bu durumdan kurtardı:
- Buraya, buraya gelin çocuklar! Gelin de Beausire'i görün, bu oğlan denizde bir şey bırakmadı! diye bağırıyordu.
Gerçekten de kaptan pek güzel avlıyordu. Beline kadar suya girmiş, havuzları birer birer dolaşıyordu. Uygun yerleri bir göz atışta kestiriyor, ağının ağır, emin devinimiyle yosunlarla örtülü bütün gizli yerleri araştırıyordu.
Açık kurşuni renkteki güzel saydam tekeleri küfesine atmak için sert bir atılışla yakaladığı zaman hayvanlar avucunun içinde titreşiyorlardı.
Madam Rosémilly şaşkınlık içindeydi, mest olmuştu, artık kaptanın peşini bırakmıyor, onun gibi yapmaya çalışıyordu; bu çocukça zevke, yüzen otlar arasındaki bu hayvancıkları toplama zevkine kendini o kadar kaptırmıştı ki verdiği sözü, hatta dalgın dalgın peşi sıra gelen Jean'ı bile unutmuştu.
Roland birdenbire:
- Bak, Madam Roland bize yetişti! diye bağırdı.
Annesi biraz önce Pierre'le plajda kalmıştı. Çünkü ikisinin de sularda yürümeye, kayalar üzerinde koşmaya, eğlenmeye hevesleri yoktu, ama baş başa kalmayı da pek istemiyorlardı. Annesi oğlundan, oğul da annesinden çekiniyordu. Pierre kendinden, kendini tutamayıp gene bir hınzırlık etmekten korkuyordu.
İkisi de çakıl taşları üzerine oturdular.
Güneşin deniz havasıyla serinleyen sıcaklığı altında gümüş renklerle hareleşen mavi suyun uçsuz bucaksız hoş ufku önünde ikisi de: ''Bir zamanlar burası ne hoştu!'' diye düşünüyorlardı. Kabalık edeceğini bildiği için Madam Roland onunla konuşmaya cesaret edemiyordu. Oğlu da elinde olmayarak annesine karşı şiddetli davrandığını bildiği için ağzını açmıyordu.
Pierre, bastonunun ucuyla yuvarlak çakıl taşlarını dürtüyor, karıştırıyor, onlara vuruyordu. Annesi de dalgın bir durumda eline aldığı birkaç çakıl taşını bir makine devinimiyle ağır ağır bir avcundan öbür avucuna boşaltıyordu. Uzaklarda dolaşan kararsız bakışları birdenbire yosunlar arasında Madam Rosémilly ile av avlayan oğlu Jean'a ilişti. Annelik içgüdüsüyle bugün her zamankinden başka türlü konuştuklarını anladı, bütün devinimlerini kolladı, uzaktan onları izledi. Birbirlerini seyretmek için yan yana suya doğru eğildiklerini, sonra yüreklerini açmak için karşılıklı ayakta durduklarını, sonunda birbirlerine söz vermek için kayaya tırmanıp oturduklarını gördü.
Devinimleri iyice belli oluyordu, ufukta sanki tek vücut gibi görünüyorlardı; gökten, denizden, kayalardan oluşan bu geniş boşlukta tanrısal ve anlamlı bir biçim alıyorlardı.
Pierre'in de gözü onlardaydı, birdenbire soğuk bir kahkaha koyuverdi.
Madam Roland yüzünü çevirmeden oğluna:
- Ne oluyorsun canım? dedi.
O, durmadan gülüyordu.
- Yararlanıyorum, deyyus olmaya nasıl hazırlanılır onu öğreniyorum, dedi.
Bu sözcük annesinin sinirine dokundu, alındı, öfkelenerek karşı çıktı:
- Bu sözcüğü kime söylüyorsun? dedi.
- Elbette Jean'a! Onları böyle görmek çok gülünç!
Annesi heyecanlı, titrek, hafif bir sesle:
- Pierre, ah, ne acımasızsın! Bu kadın doğruluk simgesidir. Kardeşin ondan iyisini bulamaz, dedi.
Pierre, yapmacık bir gülüşle adamakıllı bir kahkaha salıverdi:
- Vay, vay, vay, doğruluk simgesi ha! Bütün kadınlar doğruluğun ta kendisidir ya... kocaları da birer deyyus...
Annesi yanıt vermeden kalktı, otların arasındaki gizli çukurlardan kayıp düşmeyi, kolunu bacağını kırmayı göze alarak hızla taşlık yokuşu indi; su birikintilerinden koşar gibi atlayarak hiçbir yana bakmadan doğru öbür oğlunun yanına gitti.
Jean, annesinin yaklaştığını görerek:
- Anne, eh, razısın değil mi? diye bağırdı.
Annesi ''Beni kurtar, beni koru!'' der gibi hiçbir şey söylemeden oğlunun kollarına sarıldı.
Jean, annesinin altüst olduğunu görünce heyecanla:
- Ne kadar sararmışsın! Nen var? dedi.
O, hafif bir sesle:
- Az kaldı düşüyordum, bu kayalar beni korkuttu, dedi.
Jean, annesinin de ilgilenmesi için av hakkında açıklama yaptı, yol göstermek için koluna girdi. Annesi onu dinlemiyordu; ama o içini dökecek birini arıyordu, annesini uzağa çekerek hafif bir sesle:
- Bil bakayım, ne yaptım? dedi.
- Bilmem ki... Ne bileyim ben.
- Bileceksin!
- Nasıl bileyim?
- Öyleyse dinle: Madam Rosémilly'ye evlenme önerdim.
Annesi yanıt vermedi, başı uğulduyordu, kafası o kadar allak bullaktı ki, söylenenleri güçlükle anlayabiliyordu.
- Evlenme mi? diye yineledi.
- Evet, iyi yapmadım mı? Hoş kadın, değil mi?
- Evet... çok hoş... iyi ettin.
- Öyleyse, nasıl, razı mısın?
- Elbette razıyım.
- Bunu öyle tuhaf söylüyorsun ki, biri işitse hoşnut olmadığını sanacak!
- Sahi mi?
- Tabii.
Hoşnut olduğunu anlatmak için oğlunu kucakladı, anne sevecenliğiyle yüzünden gözünden öptü.
Gözyaşlarını sildikten sonra uzaklarda, plajda ölü gibi çakıllar üzerinde yüzükoyun serilmiş bir vücut gördü; bu, perişan bir durumda düşünceye dalan öteki oğlu Pierre'di.
Küçük Jean'ını aldı, uzaklara, dalgaların yanına götürdü ve orada oğluyla pek istediği bu evlenme konusundan uzun uzadıya söz etti.
Gittikçe yükselen deniz, onları avla uğraşan ötekilerin yanına kovaladı, sonra hep birden kıyıya çıktılar, uyur gibi yapan Pierre'i uyandırdılar; akşam yemeği çok uzun sürdü, bol bol şarap içildi.
VII
Dönüşte arabada, Jean'dan başka bütün erkekler uyukluyordu. Beausire ile Roland'ın ikide bir düşen başını yanındakiler itip kakınca hepsi doğrularak horultuyu kesiyor, gözlerini açıyor, sonra yavaşça "ne güzel hava!" deyip bu kez öbür yanındakinin omzuna çullanıyorlardı.
Havre'a girdikleri zaman bitkinlikten öyle derin bir uykuya dalmışlardı ki, zorla silkinip ayıldılar. Hatta Beausire, Jean'ın evinde hazırlanan çayı bile geri çevirdi. Onu kapıdan evine bırakmak zorunda kaldılar.
Genç avukat, yeni evinde ilk kez bu gece yatacaktı; bu akşam nişanlısına oturacakları evi göstereceği için, içini birdenbire çocukça bir sevinç kapladı.
Madam Roland, çayı kendi eliyle hazırlayıp ikram edeceği için hizmetçiyi erkenden savmıştı; yangından korkar, hizmetçileri geç vakte kadar bekletmek istemezdi.
Evini, oğlundan, işçilerden ve kendinden başka kimsecikler görmemişti. Güzelliğine herkesin şaşırmasını, hayran olmasını istiyordu.
Kapıdan içeri girince Jean konuklardan biraz beklemelerini rica etti, mumları, lambaları yakacaktı. Madam Rosémilly'le babasını, kardeşini karanlıkta bıraktı. Biraz sonra iki kanatlı kapıyı ardına kadar açarak: "Girin!" diye seslendi.
Lüks lambasının aydınlattığı camekânlı salonun renkli camlarını palmiyeler, kauçuk ağaçları, çiçek saksıları örtmüştü. Bütün bunlar ilk bakışta insana bir tiyatro dekoru duygusu veriyordu. Herkes bir an için şaşırdı. Roland bu görkeme hayran oldu, hafif bir sesle "vay canına!" diye mırıldanırken bu olağanüstü görünümü alkışlama gereğini duydu.
Sonra birinci küçük salona girildi. Koltuklar sırmalı kumaşlarla döşenmişti. Çok sade olan büyük görüşme odası da açık pembe renkte döşenmişti. Bu oda da pek görkemliydi.
Jean, kitap dolu masanın önüne, koltuğa oturdu, ciddi ve biraz yapmacıklı bir sesle:
- Evet hanımefendi, yasalarımızın metinleri açıktır, anlaşmamız gereğince üç aya varmadan ele aldığımız işin iyi bir sonuca varacağından kesinlikle eminim.
Jean, Madam Roland'a bakan ve gülümseyen Madam Rosémilly'yi seyrediyordu. Annesi Madam Rosémilly'nin elini avcunun içine alarak sıktı.
Jean, hoşnut bir halde tıpkı bir okul öğrencisi gibi sıçrayarak:
- Ses ne güzel yankılanıyor, savunma için bu salon mükemmel, değil mi? dedi, sonra söylev çeker gibi:
- Bay yargıçlar, sizden rica ettiğimiz aklama kararını, sizler yalnızca insanlık adına her türlü acıya karşı içten gelen iyilik duygusu adına verseydiniz, o zaman acıma duygunuza, insanlık ve babalık duygularınıza başvururduk. Ama bizim görüşümüze göre, yalnızca yasa vardır. Huzurunuzda yalnızca yasaya başvurmak istiyoruz.
Pierre evi seyrediyordu, onun da böyle bir evi olabilirdi. Kardeşini, akılsız ve budala buluyor, delişmenliklerine sinirleniyordu.
Madam Roland sağdaki kapıyı açarak:
- İşte yatak odası, dedi.
Bu odayı annelere özgü bir sevgiyle süslemişti. Duvarlara kaplanan kumaş, eski Normandiya keteni taklidi, bir tür "Rouen" basmasıydı. XV. Louis dönemine ait desenler -ağız ağıza vermiş bir çift güvercin, üzerinde bir çoban kızı bulunan bir madalyonu kapatıyor- duvarları, perdeleri, yatağı, koltukları hem süslüyor, hem de kır evleri gibi sevimli kılıyordu.
Madam Rosémilly odaya girer girmez biraz ciddileşerek:
- Ah ne hoş, dedi.
Jean:
- Hoşunuza gitti mi? diye sordu.
- Olağanüstü, dedi.
Jean:
- Bilseniz ne kadar seviniyorum, dedi.
Güven ve sevgi dolu gözlerle ikisi de birbirlerine baktılar.
Gerdek odası olacak olan bu odadan Madam Rosémilly biraz utanıyor, sıkılıyordu. İçeri girerken yatağın çok geniş, tam anlamıyla bir karı koca yatağı olduğunu fark etmişti. Bunu, hiç kuşkusuz oğlunun evleneceğini sezen ve bir an önce bu işin olmasını isteyen Madam Roland seçmişti. Annenin bu önlemi Madam Rosémilly'nin pek hoşuna gitti, kendisine sanki "ailece seni bekliyoruz!" diyorlar gibi geldi.
Salona girilince, Jean birdenbire soldaki kapıyı açtı. Japon fenerleriyle süslü üç pencereli yuvarlak yemek salonu göründü. Ana oğul bütün hünerlerini burada göstermişlerdi. Kamış mobilyalı bu oda, kaba porselen ve Çin vazolarıyla; sarı pul işlemeli ipekleri, su damlalarını andıran yalancı incilerle, işli incecik storlarıyla; kumaşları tutsun diye duvarlara mıhlı yelpazeleri, kılıçları, maskeleri, içleri doldurulmuş kuşlarıyla, porselen, tahta, kâğıt, fildişi, sedef ve bronzdan yapılmış ucuz biblolarıyla fazlaca gösterişe kaçıyordu; zevk ve incelik isteyen bu şeylerin sanat eğitiminden haberi bile olmayan insanların beceriksiz ellerinden çıktığı belliydi. Buna karşın en hoşa giden oda da bu olmuştu. Yalnızca Pierre alaycı bir tavır takınarak sustu, kardeşi de buna alındı.
Masanın üzeri kubbe biçiminde tepeleme meyve ve pastayla doluydu.
Daha karınları acıkmamıştı, meyvelerden, pastalardan çimlendiler; bir saat kadar sonra da Madam Rosémilly gitmek için izin istedi.
Roland Baba'nın onu kapısına kadar götürmesine karar verildi, bu arada Madam Roland, evde hizmetçi olmadığı için çevreye şöyle bir göz gezdirecek, bir eksiğin bulunup bulunmadığına bakacaktı.
Roland karısına:
- Gelip seni alayım mı? diye sordu.
O önce durakladı, sonra:
- Hayır tosunum, sen yat, Pierre beni getirir, dedi.
Onlar gider gitmez Madam Roland mumları söndürdü, pastaları, şekerleri, likörleri bir dolaba kilitledi, anahtarı Jean'a teslim etti, sonra yatak odasına geçti, yorganı araladı, sürahideki su taze mi, değil mi diye baktı, pencerenin iyi kapanıp kapanmadığını denetledi.
Pirere ile Jean küçük salonda kalmışlardı; biri, zevkiyle alay edildi diye alınmış, soğuk duruyordu; öteki de, kardeşini bu evde görmekten büsbütün sinirlenmişti, konuşmuyordu. İkisi de bir tek sözcük söylemeden oturuyor, sigara içiyorlardı.
Pierre, birdenbire ayağa kalkarak:
- Yahu! Dulun bu akşam ne kadar bitkin bir görünüşü vardı, galiba ona gezme yaramıyor! dedi.
Jean, yüreğinden vurulmuş gibi oldu. Yumuşak insanlara özgü ani ve korkunç bir öfkeyle öyle bir köpürüş köpürdü ki, heyecanından soluğu kesiliyordu, kardeşine:
- Madam Rosémilly'den söz ederken ona bundan sonra "dul" demeyeceksin, anladın mı? dedi.
Pierre, ona doğru dönerek yüksekten bakan bir tavırla:
- Bana buyruk vermeye mi kalkıyorsun? Çıldırdın mı yoksa?
Jean hemen ayak diredi:
- Çıldırmadım ama, bana karşı takındığın tavırlar artık burama geldi.
Pierre, alaycı bir gülüşle:
- Sana karşı mı dedin, Madam Rosémilly'den sana ne?
- Madam Rosémilly karım olacak, anlıyor musun?
Öteki bir kahkaha savurarak:
- O, o... çok güzel! Ona bundan sonra niçin "dul" dememem gerekiyor şimdi anlıyorum, ama evlenmeni bana pek acayip bir biçimde bildirdin.
- Alay etmene izin vermiyorum... anladın mı? İşte bu kadar.
Jean ona doğru yaklaştı, sevdiği, eş olarak seçtiği bu kadınla alay edilmesine çok kızmış, kül gibi olmuş, sesi titremeye başlamıştı.
Ancak Pierre de birdenbire onun kadar köpürdü. Şimdiye kadar içine akıttığı öfke, tuttuğu kin, epeydir yatışan isyan duyguları, kimseye duyurmadan çektiği acılar birdenbire beynine vurdu. Artık çılgına dönmüştü.
- Bu ne cüret... bu ne cüret? Sana sus diyorum anlıyor musun? Sus...
Bu kızgınlık karşısında afallayan Jean biraz durakladı; öfkenin sürüklediği bu perişanlık anında kardeşini yüreğinden yaralayabilecek bir şey, bir sözcük, bir tümce arıyordu. Daha etkili olsun diye kendine egemen olmaya, daha acı gelsin diye de sözlerini tane tane söylemeye çalışarak dedi ki:
- Epey zamandır beni kıskandığının farkındayım, evet "dul" demeye başladığın günden bu yana... Çünkü benim bu sözcüğe sinirlendiğimi anlamıştın.
Pierre, her zamanki gibi acı ve aşağılama dolu bir kahkaha koyuvererek:
- Vay! Ben mi seni kıskanacağım? Ben seni kıskanacağım ha!... Aman Tanrım, neni? Suratını mı, zekânı mı?
Jean, tam yarasına bastığını duyumsayarak:
- Evet beni kıskanıyorsun, çocukluktan bu yana beni kıskanıyorsun, sonra bu kadının beni yeğleyip seni istemediğini görünce çılgına döndün.
Pierre, böyle bir olasılığa yer verdirdiği için çok kötü sinirlendi, kekeleyerek:
- Ben... ben... seni kıskanacağım ha! Bu mankafa, bu dişi hindi, bu besili kaz için ha!...
Sözlerinin etkili olduğunu gören Jean sürdürerek:
- Hani, "Perle"de benden daha hızlı kürek çekmeye yeltendiğin o günü unuttun mu? Ya ona kendini satmak için söylediğin o sözler! Kısaca kıskançlıktan çatlıyorsun. Hele bu servete konunca artık kudurmuşa döndün. Benden nefret ettin, bu durumunu bütün davranışlarınla belli ettin. Herkese işkence ettin, seni çıldırtan bu öfkeyi çevreye saçmadan duramadın.
Pierre öfkesinden yumruklarını sıktı, kardeşinin üzerine atılmak, onu boğazlamak istiyordu:
- Sus... bu servet lafını bir daha sakın ağzına alma!
Jean sözünü sürdürerek:
- Kıskançlık üzerinden akıyor. Babama, anneme, bana söylediğin her sözcükte kıskançlığını belli ediyordun. Beni küçük görüyorsun; çünkü kıskanıyorsun. Herkesle kavga etmen yine kıskançlığın yüzünden. Şimdi hele zengin de oldum, artık hiç dayanamıyorsun, zehirli bir yılan gibi herkesi sokuyorsun, sanki suç annemdeymiş gibi, bir de ona işkence ediyorsun...
Pierre, insanları katil eden o çılgınca öfkeyle gözleri yerinden fırlamış, ağzı açık bir durumda şömineye doğru gerilemeye başladı.
Boğulur gibi bir sesle:
- Sus! Sus diyorum.
- Hayır susmayacağım, ne zamandır içimi boşaltmak istiyordum. Bana bu fırsatı verdin, oh olsun. Bir kadını sevdiğimi bildiğin halde karşıma geçtin, onunla alay ettin, sabrımı tükettin, oh olsun. Ama senin o zehirli dişlerini kıracağım. Bana nasıl saygı duyulur, sana göstereceğim.
- Ne? Sana mı saygı duyacak mışım?
- Evet, bana.
- Saygı! Sana saygı ha!... Sen ki tamah yüzünden hepimizi rezil ettin!..
- Ne dedin bakayım? Bir daha söyle... Ne dedin?
- Diyorum ki, babası varken, insan başka bir adamın mirasını kabul etmez.
Jean duyumsar gibi olduğu bu imadan şaşırmış, bir şey anlayamamıştı, kımıldamadan duruyordu:
- Ne diyorsun bakayım?.. Bir daha yinele.
- Herkes, senin için, mirasına konduğun o adamın oğlu olduğunu söylüyor, bu laf çevreye yayıldı. İşte, namuslu bir erkek, annesine söz getiren böyle bir parayı kabul etmez.
- Pierre... Pierre... Pierre... Ne söylediğinin farkında mısın? Sen... sen... sen... bu alçakça sözü ağzına alıyorsun ha?..
- Evet... evet... ben alıyorum. Bir aydan bu yana üzüntüden bunaldığımı, geceleri gözüme uyku girmediğini, gündüzleri yabanıl bir hayvan gibi hangi kovuğa saklanacağımı bilmediğimi fark etmiyor musun? Ne söylediğimin, ne yaptığımın farkındayım, ne olacağım bilmiyorum, acıdan, utançtan şaşkına döndüm, üzüntü içindeyim... Önce kuşkulanmıştım, şimdi artık eminim.
- Pierre... sus... Annem bitişik odada... bizi işitebilir... Belki de işitiyor.
Ama artık içini iyice dökmesi gerekiyordu. Bütün kuşkularını, düşüncelerini, savaşımlarını, kanılarını, yeniden ortadan yok olan o portrenin öyküsüne varıncaya kadar hepsini birer birer anlattı.
Bilinmezden haber veren insanlar gibi kısa, kesik, birbiriyle ilişkisi olmayan tümcelerle konuşuyordu.
Artık Jean'ı, bitişik odadaki annesini unutmuş gibiydi. Karşısında kimseler yokmuş gibi konuşuyordu; çünkü konuşma gereksinimindeydi; çünkü çok çekmişti, yarası çok kapalı kalmış, çok dolmuştu. İşte ur gibi büyüyen bu çıban şimdi patlamış, çevreye sıçramıştı. Adeti olduğu üzere yine bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı; gözleri yere dikilmiş, bir umutsuzluk sayıklaması içinde kıvranıyor, kini coşuyor, boğulur gibi konuşuyordu. Konuşunca sanki kendisinin ve ailesinin başına gelen bu yıkım hafifleyecek; sanki bütün acılar sözlerinin uçup gittiği o görünmez sessiz boşluğa karışacaktı.
Jean şaşırmıştı, kardeşinin bu bilinçsiz taşkınlığından birdenbire öyle bir ürktü ki, kapıya yaslandı. Kapının arkasından annesinin onları dinleyeceğini düşünüyordu.
Annesi dışarı çıkamıyordu, çıkmak için salondan geçmesi gerekiyordu, geçmediğine göre buna cesaret edememişti.
Pierre birdenbire ayağını yere vurarak:
- Amma da eşeklik ettim, ne diye söyledim! diyerek merdivenlere atıldı.
Hızla kapanan sokak kapısının gürültüsü Jean'ı içine çöken derin karabasandan uyandırdı.
O sırada geçen birkaç saniye ona saatlerden daha uzun gelmiş, afallamış, serseme dönmüştü. Bu sorun üzerinde oturup, düşünmek, sonra da harekete geçmek gerektiğini duyumsuyordu; ama o kadar korkak, zayıf, gevşekti ki, değil harekete geçmek, hatta sorunu anlamak, öğrenmek bile istemiyordu, gevşemişti. Bir işi hep ertesi güne bırakan savsaklayıcı insanlardandı; hemen o anda karar vermek gerekse bile, huyu gereği işi uzatarak zaman kazanmaya bakardı.
Pierre'in bağırıp çağırmasından sonra çevreyi, eşyaları, duvarları derin bir sessizlik kaplamıştı; altı mumun ve çift lambanın göz kamaştırıcı ışığı onu birdenbire öyle bir korkuttu ki, o da kaçmaya yeltendi.
O zaman kafasını toparlamaya, yüreğini yoklamaya, aklını derleyip toplamaya çalıştı.
Yaşamda hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı. Akan bir su gibi kendisini yaşamın akışına bırakan insanlardandı. Ceza görmesin diye derslerine çalışmış, dingin bir yaşam sürdüğü için de hukuk öğrenimini düzenli bir biçimde sona erdirmişti. Yaşamda her şey ona doğal görünür, hiçbir şey öyle pek fazla dikkatini çekmezdi. Yaratılış olarak düzenliliği, ağırbaşlılığı, dinlenceyi severdi, ruhunda gizli bir yan yoktu. Ömründe yüzmemiş bir insanın suya düşmesi nasıl olursa, o da, bu yıkım karşısında öyle olmuştu.
İlkin inanmamaya çalıştı. Kardeşi kininden, kıskançlığından yalan söylemiş olabilirdi.
Peki ama, kardeşi tam bir umutsuzluk içinde olmasaydı, annesi hakkında böyle bir şey söylemeye nasıl dili varırdı? Pierre'in bazı sözleri, bazı acı çığlıkları, haykırışları, davranışları hâlâ Jean'ın kulaklarında çınlıyor, gözünün önünden gitmiyor, içine işleyen bu sözlerin etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. Bütün bunlar o kadar acıydı ki anımsamamak; o kadar içine işlemişti ki, söküp atmak elinden gelmiyordu.
Bu yükün altında o kadar ezilmişti ki, ne kıpırdayabiliyor, ne de istemini kullanabiliyordu. Acısı gittikçe artıyordu; annesinin hemen kapının arkasında beklemekte olduğunu, her şeyi işittiğini sezer gibiydi.
Orada ne yapıyordu acaba? Kapının arkasında bir canlının bulunduğuna işaret edecek ne bir devinim, ne bir kımıldanma, ne bir soluma, ne de bir inilti vardı; yoksa kaçmış mıydı? Ama nereden çıkacak? Ya kaçtıysa, o zaman pencereden sokağa atlamış olmalı.
Korkuyla yerinden öyle bir fırlayış fırladı ki, adeta kapıya yüklenerek içeri daldı.
Odada çıt yoktu, konsolun üzerinde yanan biricik mum çevreyi aydınlatıyordu.
Jean pencereye koştu, kapalıydı, kepenkleri de örtülmüştü. Döndü, endişeli bakışlarla karanlıkta çevreyi araştırdı, yatak perdelerinin çekili olduğunu gördü. Koştu, açtı. Annesi elleriyle yastığı sımsıkı yakalamış, işitmemek için başını içine gömmüş, yatıyordu.
İlkin boğulmuş sandı; sonra omuzlarından yakalayıp çevirdi, yüzüne kapadığı yastığı annesi hâlâ bırakmıyor, bağırmamak için dişleriyle ısırıyordu.
Jean bu katılaşmış vücuda, taş kesilmiş kollara dokunur dokunmaz, aynı acıyı o da çekmeye başladı. Annesi onu görmek, onunla konuşmak istemiyordu, yakaladığı yastığı yüzüne gözüne kapatarak olanca gücüyle ağzını, kulaklarını tıkıyordu; Jean ona dokunur dokunmaz bir insanın ne dereceye kadar acı çekebileceğini anladı. Saf yüreği paramparça oldu. O yargıç, hatta acıma duygusu olan bir yargıç bile değildi, zayıf bir insan, sevgi dolu bir oğuldu. Kardeşinin söylediklerini unutmuştu bile, ne üzerinde durdu, ne de kafasını yordu, yalnızca iki eliyle kımıltısız duran annesinin vücudunu yakaladı, yastığı yüzünden çekemeyince giysilerine yapıştı, öpüp koklayarak:
- Anneciğim, anneciğim, benim zavallı anneciğim, bak yüzüme bir kez! diye seslendi.
Vücudu gerili bir tel gibi hafif bir ürperişle titremeseydi, onu ölü sanacaktı. O yine:
- Anne, anne, dinle beni. Bunun aslı yok! Doğru olmadığını biliyorum...
Annesi titredi, soluğu tıkanır gibi oldu, sonra birdenbire başını yastığın içine gömerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O zaman bütün sinirleri gevşedi, katılaşan kasları yumuşadı, parmakları gevşeyerek yastığı bıraktı, yüzü ortaya çıktı.
Sapsarı kesilmiş, rengi uçmuştu, kapalı gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Oğlu boynuna sarılarak onu gözlerinden öptü, yüzü gözü yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Üzüntü içindeydi, durmadan:
- Anneciğim, biricik anneciğim, bunun doğru olmadığını biliyorum. Aslı yok biliyorum, ağlama!
Annesi doğruldu, oturdu, oğlunun yüzüne baktı, kendini öldürme anlarında görülen bir tür cesaretin verdiği çabayla:
- Hayır yavrum, doğru, dedi.
İkisi de, bir tek sözcük söylemeden durdu. Annesi birkaç saniye yine tıkanır gibi oldu, boynunu gerdi, soluk almak için başını geriye dayadı, sonra yine kendine egemen olarak:
- Doğrudur yavrum. Yalan söylemekten ne çıkar? Doğrudur. Yalan söylemiş olsaydım, bana inanır mıydın sanki?..
Deli gibiydi; Jean korktu, yatağının yanına çöktü, ayaklarına kapandı.
- Sus anne, sus, diye mırıldandı.
Annesi görülmemiş bir çabayla ayağa kalktı, kararını vermişti:
- Zaten söyleyecek bir şey kalmadı yavrum, Allahaaısmarladık... dedi, kapıya doğru yürüdü.
Oğlu onu kucaklayarak:
- Ne yapıyorsun anne? Nereye gidiyorsun? diye haykırdı.
O:
- Bilmiyorum... ne bileyim ben... artık yapacak işim kalmadı... madem yalnızım...
Kaçmak için çırpınıyordu, oğlu bırakmıyor, yalnızca:
- Anne... anne... anne... diyebiliyordu.
Annesi, boynuna sarılan oğlundan kurtulmaya çabalarken, bir yandan da:
- Hayır, hayır, şimdi artık annen değilim ben, ne sana ne de başkalarına hiçbir hayrım yok, ben bir hiçim... Artık ne annen var ne de baban, zavallı yavrum... Allahaısmarladık.
Jean, onu koyuverirse artık bir daha göremeyeceğini anladı, kaldırdı, kanepeye götürdü, zorla oturttu, kollarını dolayarak önünde diz çöktü:
- Anneciğim, artık buradan bir yere gitmeyeceksin, seni seviyorum ve alıkoyuyorum, seni hep koruyacağım, sen benimsin.
O, yorgun bir sesle hafifçe:
- Hayır yavrucuğum olamaz. Artık buna olanak yok. Bugün üzülürsün ama yarın beni kapı dışarı edersin; af bile etmezsin.
- Ah! Ben mi? Ben mi? Beni anlamamışsın sen! diye öyle içten, yürekten gelme bir sevgiyle bağırdı ki, annesi bir çığlık kopardı, elleriyle saçlarından yakalayıp bağırına bastı, çılgınca yüzünü gözünü öptü.
Sonra yanak yanağa gelerek sakallarını, yüzünü gözünü kokladı, bu durumda epey zaman kımıltısız kaldı, en sonunda kulağına eğilerek yavaşça:
- Hayır yavrum, ileride beni yine bağışlamayacaksın. Şu anda bağışladın sanıyorsun ama yanılıyorsun. Bu akşamki bağışlaman bana yeter, bana yaşamımı bağışladın; ama beni artık görmemelisin...
Jean ona sarılarak:
- Anne bu sözleri ağzına alma! diyordu.
- Hayır yavrum, gitmeliyim. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyorum, ama gitmem gerek. Artık bir daha ne yüzüne bakabilirim, ne de seni kucaklayabilirim, anladın mı?
O zaman oğlu hafifçe kulağına eğilerek:
- Benim cici anneciğim, gitmeyeceksin, böyle istiyorum, sana gereksinmem var; sözümü dinleyeceğine ant iç.
- Hayır, oğlum.
- Ah! Anne, kalmalısın, anladın mı, kalman gerek.
- Yok yavrum, olamaz. Bu hepimiz için bir cehennem azabı olur. Bu işkencenin ne demek olduğunu bir aydan bu yana ben bilirim... Şimdi acıyorsun; ama acıman geçince, Pierre'in gözüyle bana bakınca, söylediklerimi anımsayınca iş değişir! Ah yavrucuğum ah! düşün bir kez... düşün ki ben senin annenim...
- Beni bırakmanı istemiyorum... Senden başka kimsem yok.
- İyi ama oğlum, düşün, artık birbirimizin yüzüne nasıl bakarız? Utancımdan yerin dibine giriyorum, bir daha nasıl göz göze geliriz?
- Yok, öyle deme anne...
- Evet... evet... evet, öyle! Zavallı ağabeyinin bütün çektiklerini daha ilk günden sezdim. Şimdi evde ayak sesini duysam yüreğim ağzıma geliyor, sesinden bayılacak gibi oluyorum. Bugüne kadar seninle avuntu buldum! Ama şimdi seni de yitirdim; benim artık ikinizin arasında yaşamama olanak var mı yavrum?
- Haklısın anne ama seni o kadar seveceğim ki artık bunu düşünemeyeceksin...
- Ah! Ah! O mümkün mü hiç?..
- Evet, mümkün.
- Kardeşinle senin aranda bulunayım da bunu düşünmeyeyim, buna aklın yatıyor mu? Sanki sizler bunu düşünmeyecek misiniz ki?
- Ben mi? Ant içerim!
- Her an düşüneceksin.
- Hayır, ant içerim. Sonra dinle: Eğer beni bırakırsan; gönüllü gider, şehit düşerim.
Bu çocukça tehdit onu öyle korkuttu ki, tutku dolu bir sevgiyle oğluna sarıldı, kucakladı, o zaman Jean:
- Hadi, hadi, seni ne kadar sevdiğimi bilmezsin, ne kadar sevdiğimi düşleyemezsin bile! Akıllı ol biraz, hiç olmazsa bir haftacık yanımda kalmayı dene... söz verdin, kalıyorsun, değil mi? Benden esirgeme bunu...
Annesi ellerini, oğlunun omuzlarına dayayarak:
- Yavrum... sakin olmaya çalışalım, üzüntüye kapılmayalım. Önce beni dinle: Kardeşinden bir aydan bu yana işittiğim şeyleri senden de bir kezcik duyarsam, onun gözlerinden okuduğum şeyleri senin de gözlerinden bir kezcik bile olsun sezecek olursam, ona göründüğüm gibi sana da çirkin görünürsem ve bir sözcükle, bir bakışla bunu anlayacak olursam bir saat sonra, anlıyor musun, bir saat sonra artık beni sonsuza dek yok bil...
- Anne, ant içerim ki...
- Bırak söyleyeyim. Bir aydan bu yana bir insanın çekebileceği bütün acıları çektim. Öbür oğlumun, ağabeyinin kuşkulandığını, gün geçtikçe gerçeği biraz daha yakından öğrendiğini gördükçe, yaşamımın her anı anlatılamaz bir işkenceyle doluyordu.
Annesinin sesi o kadar acıklıydı ki, acısı Jean'a da geçti, gözleri sulandı, sarılmak istedi, annesi geri iterek:
- Bırak... dinle... sana söyleyecek daha çok şeyim var, dedi. Söyleyeyim de, anlayasın... ama yine de anlamayacaksın... eğer gitmezsem... şöyle yapmamız gerek... hayır hayır yapamam!...
- Ne yapmamız gerek anne, söyle.
Sie haben 1 Text von gelesen Türkisch Literatur.