Çocukluk - 07
Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3745
Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2081
31.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
44.9 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
52.1 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
dakikayı en ince ayrıntısına dek gözümde canlandırır.
Annemin gözleri açıktı, ama hiçbir şey görmüyordu.
O ürkünç bakışı hiç bir zaman unutamayacağım! O bakış öylesine acı doluydu ki!..
Bizi götürdüler.
Sonraları, annemin ölüm dakikalarını Natalya Savişna'ya sorduğum zaman, şunları
söylemişti:
- Sizi gördükten sonra zavallı kuzucuğum uzun süre çırpındı, sanki şuracığında
onu boğan bir şey vardı; sonra yastıktan başını indirdi ve öyle sessiz, dingin
daldı ki, tıpkı melekler gibiydi. Tam içeceği şeyi neden getirmediklerini
anlamak için çıktığım sırada döndüm, ciğerimin parçası, çevresindeki her şeyi
dağıtmış, işaretle babacığınızı çağırıyordu; o eğildiğinde annenizin artık
konuşmaya gücü kalmadığı anlaşıldı. Yalnızca dudaklarını açabiliyor ve gene,
"Aman Tanrım, Tanrım, çocukları, çocukları!" diye inliyordu. Ben sizi çağırmaya
koşacaktım. Ama, İvan Vasilyiç bırakmadı. Hastayı üzeceksin, getirmesen daha iyi
edersin, dedi. Bu davranışıyla neler söylemek istediğini Tanrı bilir! Öyle
sanıyorum ki, size uzaktan hayır dua ediyordu; ölümünden önce son kez olsun
çocuklarını görmeyi, Tanrı ona kısmet etmemiş demek. Sonra biraz kalktı, yavrum,
eliyle şöyle bir işaret etti ve anımsamaktan bile korktuğum bir sesle birden,
"Ey kutsal Meryem, onları bırakma!.." dedi. O dakika gözlerinden çok acı
çektiği, acının yüreğine saplandığı belliydi. Yastığa düştü, çarşafı dişleriyle
koparıyor; gözyaşları durmadan akıyordu...
Ben:
- Ya sonra ne oldu? diye sorunca, Natalya Savişna artık konuşamaz oldu, başını
çevirdi ve acı acı hıçkırmaya başladı.
Annem korkunç acılar içinde ölmüştü.
XXVII
ACI
Ertesi gün akşamın geç vakti, onu bir kez daha görmek istedim; duyduğum korkuyu
birdenbire yendim ve kapıyı usulca açıp ayaklarımın ucuna basarak salona girdim.
Odanın ortasında, masanın üzerinde tabut duruyordu. Mumlar, tabutun çevresindeki
yüksek gümüş şamdanlarda hâlâ yanıyordu. Kilise adamlarından biri, uzak bir
köşede oturmuş, tekdüze, alçak bir sesle İncil okuyordu.
Kapıda durup bakınmaya başladım; ama ağlamaktan gözlerim öyle şiş, sinirlerim
öyle bozuktu ki, hiçbir şey seçemiyordum; her şey tuhaf bir biçimde birbirine
karışıyordu: Işık, lâme, kadife, büyük şamdanlar, kıyıları dantelalı pembe
yastık, çelenk; dantelalı başlık ve mum gibi saydam bir şey daha. Onun yüzünü
görmek için sandalyeye çıktım, ama yüzünün olduğu yerde gene o açık sarı renkte
saydam bir cisim beliriyordu. Bu şeyin annemin yüzü olduğuna bir türlü
inanamıyordum. Ona daha dikkatli baktıkça, yavaş yavaş alışık olduğum sevimli
yüz çizgilerini tanımaya başladım. Bunun annem olduğunu algıladığım an,
dehşetten titredim; ama, kapalı olan gözleri neden öylesine çökmüş ki? Şu
korkunç renksizlik ve yanağının saydam derisi altındaki siyahımsı leke neden?
Neden bütün yüzünün anlatımı bu denli soğuk ve ciddi? Neden dudakları böylesine
renksiz ve bükülüşleri böylesine güzel ve ağırbaşlı? Onlarda dünyasal olmayan
öyle bir dinginlik anlatımı var ki, bakarken vücudumu tepeden tırnağa soğuk bir
ürperiş kaplıyor.
Bakıyor ve anlaşılmaz, tanımlanamaz bir gücün, gözlerimi bu cansız yüze
çektiğini anlıyordum.
Gözlerimi ondan ayıramıyor, düşlemimde, mutluluk dolu yaşam tabloları
çiziyordum. Önümde duran ve anılarımla hiç ilgisi olmayan bir cisme bakar gibi
anlamsız baktığım şu cansız vücudun o olduğunu unutmuştum. Ben onu birçok
durumda canlandırıyordum; canlı, neşeli, güleryüzlü; sonra gözlerimin dikili
kaldığı bu renksiz yüzdeki çizgilerden biri beri birdenbire sarsıyordu. Ürkütücü
gerçeği anımsıyor, ürperiyor, ama bakmaktan da kendimi alamıyordum. Düşlemler
bir daha gerçeği siliyor ve yeniden gerçeklik duygusu düşlemleri dağıtıyordu. En
sonunda yorulan düşlemgücüm, beni aldatamaz oldu. Gerçeklik duygusu da yitti ve
ben kendimden geçtim. Bu durumda ne kadar kaldığımı, ne olduğumu bilemiyorum.
Tek bildiğim, bir süre yaşama bilincimi yitirerek bir tür yüksek, tanımlanamaz,
hoş ve acı bir zevk duyuşumdu.
Belki onun sevgili ruhu daha yüksek bir dünyaya uçarken, bizi bıraktığı bu
ölümlü dünyaya üzüntüyle bakmış ve benim üzüntümü görüp acıyarak sevgi
kanatlarıyla, göklere yakışan acıma gülümseyişiyle beni avutmak ve kutsamak için
inmişti.
Kapı gıcırdadı ve okuyanı değiştirmek için başka bir papaz içeri girdi. Bu
gürültüyle kendime geldim, aklıma ilk gelen şey şu oldu: beni ağlamayan ve
üzüntüyle ilgisi olmayan bir durumda iskemlede görür, duygusuz ve yalnızca
merakımdan ya da acıma duygusuyla iskemleye çıkıp baktığımı sanır diye istavroz
çıkardım, eğildim ve ağlamaya başladım.
O kendimden geçmiş olduğum anın asıl acı dakikam olduğunu, ancak o zamanki
izlenimlerimi anımsarken anladım. Gömülmeden önce ve sonra durmaksızın ağlıyor,
üzülüyordum; ama o üzüntüyü anımsamaya utanıyorum; çünkü ona, herkesten çok
üzgün olduğumu göstererek onurumu kurtarma isteğim, başkalarının bana ne gözle
bakacağı düşüncesi, beni Mimi'nin başlığını ve çevredekilerin yüzlerini
incelemeye yönlendiren amaçsız merak gibi durumlar karışıyordu. Yalnızca, bir
tek acının duygusunu duymadığım için kendimden nefret ediyor ve öteki duyguları
saklamaya çalışıyordum; bundan dolayı da üzüntüm doğal ve içten değildi. Üstelik
kendimi mutsuz duymaktan bir tür zevk alıyor, talihsizliğimin bilincini
güçlendirmeye çalışıyordum. Bu bencilce duygu, asıl üzüntümü daha çok
bastırıyordu.
Her zaman büyük üzüntülerden sonra olduğu gibi, bu geceyi de rahat ve deliksiz
bir uykuyla geçirdim, kuru gözlerle ve yatışmış sinirlerle uyandım. Saat onda,
tabutu çıkarmadan önce yapılacak ayine bizi çağırdılar. Oda gözyaşları içinde
hanımlarıyla esenleşmeye gelen uşaklar ve köylülerle doluydu. Ayin yapılırken
ben gereği gibi ağlıyor, istavroz çıkarıyor, secdeye kapanıyordum, ama içimden,
tapınmaktan uzak ve oldukça soğukkanlıydım; sırtıma giydirdikleri ve
koltuklarımı sıkan yarım frakla ilgileniyor, pantolonumun dizlerinin
kirlenmemesi için nasıl devinmemin uygun olacağını düşünüyor ve usulca
çevredekileri süzüyordum. Babam kireç gibi renksiz, tabutun başucunda duruyor ve
kendisini tutmak için açıkça çaba gösteriyordu. Onun siyah fraklı uzun vücudu,
solgun ve anlamlı yüzü, her zamanki gibi uyumlu davranışları; istavroz
çıkarırken, eğilip elini yere değdirirken, papazın elinden mumu alırken ya da
tabuta yaklaşırken olağanüstü zarif görünüyordu. Ancak, neden bilmiyorum, şu
dakikada onun bu zarifliği hoşuma gitmiyordu. Mimi duvara yaslanmıştı ve ayakta
zorla duruyormuş gibiydi. Entarisi buruşuk ve kuş tüyü içinde, başlığı bir yana
düşmüş, şiş gözleri kıpkırmızıydı, başı titriyordu; yürekler paralayıcı bir
sesle durmadan hıçkırıyor, yüzünü mendiliyle ve eliyle sürekli kapatıyordu. Bana
öyle geliyordu ki, bunu seyircilere karşı yüzünü kapatarak yapmacık
hıçkırıklara bir dakika olsun ara verip dinlenmek için yapıyordu. Biraz önce,
annemin ölümünün kendisi için dayanamayacağı korkunç bir darbe olduğunu, bu
darbenin onu her şeyden yoksun kıldığını ve bu meleğin ölmeden önce kendisini ve
Katinka'nın geleceğini sağlamayı unutmadığını babama söylemiş olduğunu
anımsadım. O bunları anlatırken, acı gözyaşları döküyordu, belki de üzüntüsü
gerçekti; ama temiz ve tam bir üzüntü değildi bu. Lüboçka kreple çevrili siyah
entarisiyle, gözyaşlarından ıslanmış yüzüyle başı eğik, arada bir tabuta bakıyor
ve yüzünde yalnızca çocukça bir korku görünüyordu. Katenka, annesinin yanında
duruyordu ve yüzü süzülmüş olmakla birlikte, her zamanki gibi pembeydi. Açık
özyapılı olan Valodya, üzüntüsünde de içtendi; kimi zaman durağan bakışlarını
bir yere dikmiş, düşünerek duruyor; kimi zaman, ağzı birdenbire bükülmeye
başlıyor ve ivedi ivedi istavroz çıkararak eğiliyordu. Cenaze töreninde bulunan
herkes, benim için dayanılmaz kişilerdi. Annemin bu dünya için yaratılmadığı ve
öbür dünyada daha rahat edeceği türünden avutucu sözleri bende bir tür öfke
uyandırıyordu. Onun için konuşup ağlaşmaya ne hakları vardı? Kimileri konuşurken
bizi "öksüz" diye niteliyordu. Sanki onlar söylemese, biz annesi ölen çocukların
bu sanla çağrıldığını bilmeyecekmişiz gibi! Yeni evlenen bir kıza "madam"
demekte nasıl ivedi davranıyorlarsa, aynı biçimde bizi de ilk kez bu sanla
çağırmak, sanırım hoşlarına gidiyordu. Salonun uzak bir köşesinde, büfe odasının
açık kapısının arkasında hemen hemen saklanmış gibi diz çökmüş, ak saçlı iki
büklüm bir yaşlı kadın duruyordu. Ellerini bağlamış, gözlerini göğe kaldırmış,
ağlamıyor ama dua ediyordu.
Ruhu Tanrıya yükseliyor, kendisini de dünyada her şeyden çok sevdiği kimseye
kavuşturması için yalvarıyor ve bunun pek yakında gerçekleşeceğine inanıyordu.
'İşte onu gerçekten seven biri,' diye düşündüm ve kendi kendimden utandım.
Ayin bitmişti. Rahmetli annemin yüzü açık duruyor ve bizden başka herkes birbiri
ardına ona yaklaşıp son saygı görevlerini yerine getiriyorlardı.
Sonda bulunanlardan biri, rahmetliyle vedalaşmak üzere, Tanrı bilir niçin,
kucağında getirdiği beş yaşlarındaki güzel kızıyla yaklaşmıştı. Bu sırada
kazayla düşürdüğüm ıslak mendilimi almak istiyordum; tam eğildiğim sırada, yüz
yıl daha yaşasam unutamayacağım ve anımsadıkça vücudumu soğuk bir titreme
kaplayan korkunç ve yürekler paralayıcı bir çığlık, beni sarstı. Başımı
kaldırdım: tabutun yanındaki iskemlede aynı köylü kadın duruyor; yuvalarından
fırlamış gözlerle, rahmetlinin yüzüne baktıktan sonra korkuyla geriye çekilmiş,
küçük ellerini sallayan, korkunç sesiyle de avaz avaz bağıran kızı zorla
yatıştırmaya çalışıyordu. Beni şaşırtan sesten daha korkunç bir çığlık kopararak
kendimi dışarı attım.
Ancak şu dakikada günlük kokusuna karışıp odayı dolduran o güçlü ve ağır kokunun
nereden geldiğini anladım; birkaç gün önce güzellikle, çekicilikle dolu olan ve
dünyada en çok sevdiğim annemin yüzünün korku uyandıracağı düşüncesi, sanki ilk
kez acı gerçeği açığa vurmuş, ruhumu korkunç bir umutsuzlukla doldurmuştu.
XXVIII
SON ACI ANILAR
Artık annemiz yoktu, ama yaşamımız değişmeksizin akıp gidiyordu; aynı odalarda,
aynı saatlerde yatıp kalkıyorduk; sabah ve akşam çayları, öğle ve akşam
yemekleri, her şey zamanındaydı; masalar, iskemleler yerlerindeydi; evimizde ve
yaşam biçimimizde hiçbir şey değişmemişti; yalnızca o yoktu.
Bana öyle geliyordu ki, böyle bir yıkımdan sonra her şey değişmeliydi; her
zamanki yaşam biçimimiz, onun anısını aşağılama gibi geliyor, yokluğunu pek
canlı olarak anımsatıyordu.
Gömülüşünün ertesi günü, öğle yemeğinden sonra uykum gelince kuş tüyü yumuşacık
yatağımda, sıcak pamuklu yorgan altında uyumaya niyet ederek Natalya Savişna'nın
odasına gitmiştim. İçeri girdiğim zaman Natalya Savişna yatağındaydı, belki de
uyuyordu; ayak sesimi duyunca yatağında doğruldu. Sineklerden korunmak için
yüzüne örttüğü yünlü atkıyı açtı, başlığını düzeltti ve yatağın kıyısına oturdu.
Eskiden yemeklerden sonra onun odasına uyumak için sık sık geldiğimden, bu
gelişimin de nedenini anlamış olacak ki, yatağından kalkarak bana:
- Ne o? Sanırım dinlenmeye geldiniz, kuzucuğum, değil mi? Yatın, dedi.
Onu elinden tutarak:
- Hayır, Natalya Savişna... Hiç de bunun için değil... Şöyle bir geldim... Siz
de yorgunsunuz; siz yatın, daha iyi.
- Hayır babacığım, artık uykumu aldım dedi (üç gündür uyumadığını iyi biliyorum)
ve içini çekerek:
-Uykunun sırası değil diye ekledi.
Yıkımımız konusunda Natalya Savişna ile konuşmak istiyordum; onun sevgi ve
içtenliğini bildiğim için, onunla birlikte ağlaşmak, bana bir avuntu olacaktı.
Biraz sustuktan sonra karyolaya yerleşerek:
- Şu olanlar hiç aklınıza gelir miydi, Natalya Savişna? dedim. Yaşlı kadıncağız,
bunu kendisine niye sorduğumu belki de anlayamayarak, bana şaşkınlık ve merakla
baktı.
- Kimin aklına gelebilirdi? diye yineledim.
En candan acıma duygusuyla yüzüme baktı:
- Ah, babacığım, bunu kim bekleyebilirdi, şimdi bile aklım almıyor. Benim gibi
yaşlı bir kadının kara toprağa girme sırası çoktan geldi; oysa bak neler
görecekmişim? Tanrı acısın, dedeniz olan yaşlı efendimiz Prens Nikolay
Nikolayeviç'in, iki erkek kardeşimin, kızkardeşim Anuşka'nın, hepsinin öldüğünü
gördüm ve hepsi de benden gençti yavrucuğum. Çok günah işlemişim ki, şimdi bir
de onun arkasına kaldım, Tanrının buyruğu! Onu oraya sevdiği için aldı, çünkü
oraya iyiler gerekli.
Bu sıradan düşünce, beni sevindirip şaşırttı ve ben Natalya Savişna'ya daha çok
sokuldum. Ellerini göğsünde kavuşturarak yukarı baktı; çökük nemli gözlerinde
büyük, ama yatışmış bir üzüntü vardı. Yıllarca, bütün aşkını üzerinde topladığı
insandan, Tanrı'nın kendisini uzun zaman ayırmayacağına büyük bir inancı vardı.
- Ya, babacık, sanki daha dün onu kucağımda sallayıp kundaklıyordum. O da beni
Naşa diye çağırırdı. Koşarak yanıma gelir, boynuma sarılır, şunları söylerdi:
"Benim Naşacığım, benim güzelim, benim hindiciğim!..
Ben de şaka olarak:
- İnanmam, yavrucuğum, beni sevmiyorsunuz; biraz bekleyin, büyüyün ve evlenin
de, Naşa'yı bak nasıl unutursunuz," derdim. O, düşünmeye başlardı; "Hayır,
Naşa'yı da birlikte götüremezsem, evlenmem daha iyi. Hiç bir zaman Naşa'yı
bırakmam ki," derdi. Oysa, bıraktı ve gitti... Beklemedi. Rahmetli beni nasıl da
severdi! Doğrusunu isterseniz, sevmediği bir kimse yoktu ki! Ya, yavrucuğum,
annenizi asla unutmamalısınız; O, insan değil melekti. Ruhu cennete gittiği
zaman sizi sevecek ve sizinle sevinecektir.
- Natalya Savişna, niçin gittiği zaman diyorsun? O, şimdiden orada değil mi?
diye sordum. Natalya Savişna bana daha çok sokulup sesini alçaltarak:
- Hayır yavrucuğum, şimdi onun ruhu buradadır, diyor, yukarıları gösteriyordu.
Hemen hemen fısıldayarak öyle bir duygu ve inançla konuşuyordu ki, ben elimde
olmadan gözlerimi yukarı kaldırıp kornişlere bakıyor, sanki bir şey arıyordum.
O sözünü sürdürerek:
- Günahsız ruhlar cennete varmadan önce, kırk türlü çileden geçer ve kırk gün
kadar da kendi evinde kalabilirmiş...
Daha uzun zaman aynı biçimde, aynı yalınlık ve inançla, sanki kendi gözüyle
görmüş gibi, kimsenin içinde en ufak bir kuşku bile uyandırmadan, sıradan
şeylerden söz edercesine konuştu. Soluğumu tutarak onu dinliyor, söylediklerine,
pek iyi anlamamakla birlikte, tümüyle inanıyordum. Natalya Savişna, sonuç
olarak:
- İşte yavrucuğum, o buradadır; bize bakıyor ve belki söylediklerimizi de
dinliyor, diye sözlerini bitirdi ve başını eğerek sustu.
Dökülen yaşlarını silmek için mendil aramaya kalktı, yüzüme bakarak heyecandan
titreyen sesiyle:
- Böylelikle, Tanrı beni kendisine daha çok yaklaştırdı. Artık burada yapacak
neyim kaldı ki? Kimin için yaşayacağım? Kimi seveceğim? dedi.
Gözyaşlarımı zor tutarak, sitemle:
- Ya bizi sevmiyor musunuz? dedim.
- Yavrum, sizleri nasıl sevdiğimi Tanrı biliyor; ama, onu sevdiğim gibi, kimseyi
sevmedim, sevemem de!
Daha çok konuşamadı, başını öte yana çevirdi ve acı acı hıçkırmaya başladı.
Artık uyumayı düşünmüyordum, karşı karşıya konuşmadan oturuyor ve ağlıyorduk.
Odaya Foka girdi; durumumuzu görünce, rahatsız etmek istemeyerek, çekingen
bakışlarla, sessizce kapıda durdu. Gözlerini mendille silen Natalya Savişna:
- Fokaşa, niçin geldin? dedi.
- Helva için gereken bir buçuk funt (57) üzüm, 4 şeker ve 3 avuç darı almaya
geldim deyince, Natalya Savişna çabucak enfiyesini çekti, sık adımlarla sandığa
yaklaştı ve:
- Şimdi, şimdi kardeşim, diye söylendi. Önem verdiği görevinin başına geçince,
konuşmamızdan doğan üzgünlük izleri, üzerinden silinivermişti. Çıkardığı şekeri
kantarda tartarken:
- Dört funtu ne yapacakmış, üç buçuk da yetişir, dedi.
Kantardan birkaç şeker aldı:
- Ne oluyor? Daha dün sekiz funt darı verdim, gene istiyorlar. Sen bilirsin Foka
Dimidiç, ben daha çok darı veremem. Evdeki karışıklığa sevinen Vaynka, belki de
anlamazlar, diye düşünüyor. Hayır, ben efendilerimin mallarının yağmalanmasına
göz yumamam. Görülmüş şey mi bu, sekiz funt?
- Ne yapalım, o her şeyin tükendiğini söylüyor.
- Peki, al bakalım, al! Hepsini al!
Benimle konuşurken, duyduğum üzgün sesinin, ufak tefek şeyler yüzünden,
birdenbire böyle bir homurdanışa dönmesi, beni şaşırttı. Sonraları, bunu uzun
uzadıya düşünürken, anladım ki; içinden geçenlere bakmayarak, işiyle uğraşacak
kadar ruhunda güç bulabiliyor, alışkanlık da onu gündelik işlerine çekiyordu.
Üzüntü onu öyle etkilemişti ki, başka işlerle uğraştığını gizlemeye gerek
görmüyor, böyle bir düşüncenin akla geleceğini de düşünmüyordu.
Gurur, gerçek bir üzüntüye hiç yakışmayan bir duygu olmakla birlikte, bu duygu
insanın doğasına o denli derin işlemiştir ki, en büyük acı bile, onu binde bir
unutturabilir. Gurur, üzüntülü durumlarda ya üzgün, ya mutsuz ya da metin
görünmek isteğiyle ortaya çıkar; açıkça söyleyemediğimiz bu bayağı istekler,
hiçbir zaman, en acı üzüntülerimizi duyduğumuz sırada bile, bizi bırakmaz ve
acımızın büyüklüğünü, içtenliğini, değerini ortadan kaldırır. Natalya Savişna,
yıkımından öyle sarsılmıştı ki, içinde hiçbir istek kalmamıştı, yaşaması da
alışkanlığındandı.
Foka'ya istenen erzakı verdikten ve ayinde ilahi okuyanlara ikram edilecek
böreği anımsattıktan sonra, onu gönderdi. Çorabını alıp yanıma oturdu.
Aynı konu üzerinde konuşmaya başladık. Bir kez daha ağladık, bir kez daha
gözyaşlarımızı sildik.
Natalya Savişna ile konuşmamız her gün yineleniyor, onun sessiz gözyaşları,
dingin, dindar sözleri bana avuntu veriyor; içimi açıyordu.
Ancak, çok geçmeden bizi ayırdılar; annemi gömdükten üç gün sonra evce
Moskova'ya taşındık, bir daha da onu görmek kısmet olmadı.
Büyükannem bu korkunç haberi ancak biz döndükten sonra öğrendi, üzüntüsü
sonsuzdu. Bizleri ona bırakmıyorlardı, çünkü tam bir hafta kendisini yitirerek
yattı. Hiç ilaç içmek istemediği gibi, kimseyle de konuşmuyor, uyumuyor ve bir
lokma bile yemek yemiyordu. Doktorlar yaşamından kaygı duymaya başladılar. Kimi
zaman, odasında yalnızca koltuğa oturduğunda, birdenbire gülmeye, sonra gözyaşı
dökmeden hıçkırmaya başlıyor, ürpermeler geçiriyor, doğal olmayan bir sesle
anlamsız, korkunç sözler savuruyordu. Bu, büyükannemi sarsan ilk acıydı, bu acı
onu umutsuzluğa düşürdü. Yıkımının nedenini başka birine yüklemek gerekiyordu ve
o birine o korkunç sözleri söylüyor, tehditler savuruyor, koltuğundan sıçrıyor,
geniş adımlarla odayı dolaşıyor, sonra bayılıp düşüyordu.
Bir gün odasına girdim, her zamanki gibi koltuğunda oturuyor ve yatışmışa
benziyordu; ancak, bakışı içime işledi. Gözleri fazlasıyla açık, ama bakışları
belirsiz ve donuktu. Bana baktığı halde görmediğini anlıyordum. Dudaklarında
yavaş yavaş bir gülümseme belirdi ve sevecenlik dolu içli bir sesle konuşmaya
başladı:
- Gel, yavrucuğum, meleğim.
Bana söylediğini sanarak yaklaştım; ama, o bana değil, başka yere bakıyordu:
-Ah, canım benim, ne çok acı çektiğimi bilseydin... şimdi geldiğine öyle
seviniyorum ki...
Annemi düşleminde canlandırdığını anladım ve durdum. O, kaşlarını çatarak
konuşmasını sürdürüyordu:
- Seni yitirdiğimi söylediler; saçmalığa bak! Senin benden önce ölmenin olanağı
var mı? dedi ve korkunç, isterik kahkahalarla gülmeye başladı.
Ancak büyük bir sevgiyle sevebilen insanların üzüntüleri de büyük olur; sevmek
isteği, acılarına panzehir gibi gelir, onlara şifa verir... Bunun için insanın
manevi doğası, maddi doğasından daha dayanıklıdır; acı, hiçbir zaman öldürmez.
Bir hafta sonra büyükannem ağlayabiliyordu ve biraz iyileşmeye de başladı.
Kendine geldiği zaman, ilk düşüncesi biz olduk, bize olan sevgisi de arttı.
Koltuğunun yanından ayrılmıyorduk; sessizce ağlıyor, annemden söz ediyor ve bizi
sevecenlikle okşuyordu..
Büyükannemin üzüntüsünü gereğinden çok büyüttüğü kimsenin aklına gelmezdi; bu
üzüntünün dışa vurulması çok derin ve etkiliydi. Ama nedense, Natalya Savişna'ya
daha çok acıyordum ve bugüne dek, annemi hiç kimsenin, bu temiz yürekli kadın
gibi içten sevmediğine, ona böyle yanmadığına emindim...
Annemin ölümüyle o mutlu çocukluk çağım bitmiş ve benim için yeni bir dönem,
öksüzlük dönemi başlamış oluyordu. Bir daha hiç görmediğim; ruhsal yaşamımın
gidişinde, gelişmesinde çok güçlü ve olumlu etkisi olan Natalya Savişna'yla
ilgili anılarım, ilk dönemin anıları olduğu için, onunla ve ölümüyle ilgili
birkaç sözcük daha söyleyeceğim.
Adamlarımızın anlattıklarına göre, Natalya Savişna'nın, biz ayrıldıktan sonra
işsizlikten çok canı sıkılmıştı. Bütün sandıklar henüz onun elinde olduğu,
onları karıştırıp aktardığı, evirip çevirdiği halde, çocukluktan beri alıştığı,
efendilerinin oturduğu köy evinin gürültüsünün, koşuşturmasının eksikliğini
duyuyordu. Acı, yaşamının değişikliği ve işsizlik, onun hep eğilimli olduğu
yaşlılık hastalığını artırdı. Annemin ölümünden tam bir yıl sonra, ödemden
yatağa düştü.
Natalya Savişna'nın Petrovskoe köyündeki büyük evimizde akrabasız, dostsuz,
yalnız bir yaşam sürmesi güç, ölmesi daha güç olmuştu sanıyorum. Evimizde
Natalya Savişna'yı herkes seviyor ve sayıyordu; bununla birlikte, o hiç kimseyle
dostluk kurmadığı gibi bununla da övünürdü. Efendilerinin güvenini kazanmış,
eşya dolu bunca sandığın ve evin yönetimi elindeyken, bir kimseyle arkadaşlığın
kendisini kesinlikle ikiyüzlülük yapmak ve kötülüklere göz yummak zorunda
bırakacağını sanıyordu. Bunun için, belki de öteki adamlarımızla bir yakınlığı
olmadığından herkesten uzaklaşmıştı; evde hiç yakını ve akrabası olmadığını,
efendilerin mülkü için hiç kimseye göz yummayacağını söylüyordu.
Saf dualarında duygularını Tanrıya açarken avuntu arar ve bulurdu; kimi zaman
hepimizin yaşadığımız üzüntülü dakikalarda bizim için en büyük avuntu,
gözyaşlarıyla bir başkasının dertlerimize ortak olmasıdır ki, böyle bir anda
Natalya Savişna yatağına, ellerini yalıyan, sarı gözlerini yüzüne diken köpeğini
alır, onunla konuşur, onu okşarken sessiz sessiz ağlarmış. Moşka acı acı ulumaya
başladığı zaman onu avutmaya çalışır, "Yeter, sen olmasan da ölümümün
yaklaştığını biliyorum," dermiş.
Ölümünden bir ay önce, sandığından beyaz patiska, tülbent ve pembe kurdeleler
çıkarıp yanındaki kızın yardımıyla kendisine bir beyaz entari ve başlık dikmiş;
cenazesi için gerekecek her şeyi, en ince ayrıntısına değin düşünmüş ve
buyruklar vermiş. Hem de efendilerinin sandıklarını düzenleyip, olağanüstü
özenli bir liste yaparak kilerciye teslim etmiş. Büyükannemin armağan ettiği
şalı, iki ipekli entariyi, eskiden tümüyle kendisine verilen, büyükbabamın
sırmalı üniformasını çıkarmış. Onun titizliğiyle setrenin sırması yeniymiş gibi
kalmış, çuhasına da güve dokunmamış. Ölümünden önce bu iki entariden pembesini
Valodya'ya sabahlık ya da hırka için; öteki karelisini aynı amaçla bana; şalı da
Lüboçka'ya vermeyi istemişmiş. Üniformayı da hangimiz daha önce subay olursak
ona. Gömülmesi ve ayini için ayırdığı 40 rubleden başka, varını yoğunu kendi
kardeşine bıraakmış. Köleliği çoktan kaldırılmış ve uzak illerden birinde
yerleşmiş bulunan kardeşi en aşağılık bir biçimde yaşıyordu. Bunun için olacak,
onunla hiçbir bağlantısı yoktu.
Kardeşi miras almak için geldiğinde, rahmetlinin bütün eşyasının kâğıt parayla
25 ruble tuttuğunu anlayınca bütün yaşamını zengin bir kapıda, ufak bir bez
parçası üzerine titreyerek cimrilikle geçiren bu yaşlı kadının hiçbir şey
bırakmamasına inanmak istememişti. Oysa gerçek buydu.
Natalya Savişna iki ay süren hastalığı sırasında çok acı çekmiş ve bu acılara,
Hristiyanlara özgü bir boyun eğişle katlanmış; söylenmemiş, yakınmamış, ama
alışkanlığı üzere, her dakika Tanrı'nın adını anmıştı. Ölümünden bir saat önce,
dingin ve hoşnut, günahlarını çıkartmış, okunmuş şarapla ve yağlarla gereken
ayini yaptırmıştı. Bütün evdekilerle olan kırgınlıklar için bağışlanmasını
dilemiş ve kendi papazı Vasiliy Baba'ya, hepimize, onu koruduğumuz ve iyilikler
ettiğimiz için nasıl teşekkür edeceğini bilmediğini söylemiş; kimi zaman bizi
bilmeyerek üzmüşse, bağışlamamızı rica etmiş ve "Hiçbir zaman hırsızlık etmedim,
efendilerimin bir ipliğini bile kendime mal etmedim," demiş. Bu, kendisinde
değer verdiği tek nitelikti.
Hazırladığı giysi ve başlığı giyerek yastıklara yaslanmış ve son dakikasına dek
papazla konuşmayı sürdürmüş. Sonra yoksullara bir şey bırakmadığını anımsayarak
on ruble çıkarmış, bunun kilisede dağıtılmasını rica etmiş; daha sonra istavroz
çıkarmış, yatağa uzanmış, sevinçli bir gülümsemeyle Tanrı'nın adını anarak son
nefesini vermiş.
Yaşamını hiç üzülmeden bırakmış, ölümden korkmamış, onu bir nimet olarak kabul
etmiş! Bu, çoğu kez söylendiği halde, gerçek olarak pek az görülen bir şeydir!
Natalya Savişna ölümden korkmayabilirdi, çünkü o İncil'in yargılarına tümüyle
uymuş ve sarsılmaz bir inanla göçmüştü. Yaşamı temiz, ikiyüzlü olmayan bir aşkla
doluydu.
Onun inancı daha yükseklere ve yaşamı daha yüce amaçlara ulaşabileceği halde
biraz geri kaldığı için, temiz ruhu daha az mı sevgi ve hayranlığı hak ediyor?.
O, üzülmeden ve korkmadan ölerek, yaşamdaki en iyi, en yüksek erdemi göstermiş
oluyor.
Annemin mezarı üzerine yapılmış olan küçük kilisenin yanına, kendi isteğiyle
gömülmüştü. Altında yattığı ısırgan otlarının bürüdüğü tümsek, kara bir
parmaklıkla çevrilmişti. Kiliseden çıkınca, bu parmaklığa yaklaşıp önünde
eğilmeyi hiçbir zaman unutmam.
Kimi zaman kiliseyle kara parmaklık arasında sessizce dururum, gönlümde
birdenbire acı anılar canlanır da içimden derim ki: "Acaba alınyazısı beni,
arkalarından sonsuza dek yanayım diye mi bu iki varlıkla birleştirmişti?
BİTTİ
LEV TOLSTOY
YENİYETMELİK
Rusçadan çeviren:
Râna ÇAKIRÖZ
YENİYETMELİK
ARABAYLA YOLCULUK
Yine Petrovskoya'daki evin önünde iki araba hazırlanmıştı: Birine, kupa
arabasına, Mini, Katenka, Lüboçka ile oda hizmetçileri yerleşmişler, kâhya Yakof
da arabacının yanına oturmuştu; yaylı arabayaysa, Volodya, hizmete yeni alınan
uşak Vasiliy ve ben binecektik.
Bizden birkaç gün sonra Moskova'ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor,
kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu:
- "İsa sizi korusun... Haydi sür..." Yakof ve arabacılar (kendi hayvanlarımızla
gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: "Haydi uğurlar olsun... Deh
deh..." Kupa yaylı bozuk yolda hoplamaya başlıyor ve büyük geçidin iki yanındaki
kayın ağaçları, birbiri ardınca yanımızdan koşuyorlar. Hiç üzgün değilim;
düşüncelerim geride bıraktıklarıma değil, ilerde göreceklerime çevrilmişti.
Bugüne kadar, benliğimi dolduran acı anılarla ilgisi olan eşyalardan
uzaklaştıkça, bu anılar gücünü yitiriyor ve çok geçmeden yerini güç, gençlik ve
umut dolu yaşama duygusu alıyordu.
Ömrümde, yolculuğumuzun bu dört günü kadar hoş ve iyi geçen günlerim pek azdı.
Eğlenceli demiyorum, çünkü bu anda eğlenmek içimden gelmezdi, annem yeni
ölmüştü. Gözümde; ne önünden titremeden geçemediğim annemin kilitli odasının
kapısı, bir tür korkuyla baktığımız kapağı kapalı duran piyanosu, ne yas
giysileri (üstümüzde basit yol giysileri vardı), ne de annemin anısını incitmek
korkusuyla yaşamın canlılığına katılmamı engelleyen ve yitirdiğimiz değerli
insanı canlandıran eşyalar vardı. Tersine, burada, şairane yerler, değişik
eşyalar dikkatimi çekiyor, beni eğlendiriyor, ilkyaza dönmüş doğa içimi
sevinçle, geleceğin aydınlık umutlarıyla dolduruyordu.
Acımasız, çoğu zaman yeni görev alan insanlarda olduğu gibi, aşırı çaba gösteren
Vasiliy, sabah erkenden her şeyin hazır olduğunu ve yola çıkma zamanı geldiğini
ileri sürerek üzerimizdeki yorganı çekti. Sabahın tatlı uykusunu çeyrek saat
olsun uzatmak için bir hayli kurnazlık yaptık, kıvrandık, kızdık ama Vasiliy'in
sert yüzünden hiçbir şeye kanmayacağını ve yorganımızı yirmi kez kez daha
çekmeye hazır olduğunu anladık, yataktan fırlayarak avluya yüzümüzü yıkamaya
koştuk.
Sahanlıkta, uşak Mitka'nın pişmiş istakoz gibi kızararak üflediği semaver artık
kaynamıştı. Dışarda hava, kokulu bir gübreden yükselen buhar gibi sisli ve
nemliydi. Güneş, göğün doğusunu ve avlunun dört yanını çeviren sundurmaların
çatılarını, neşeli bol ışıklarıyla aydınlatıyor, bu sundurmaların çatılarını
örten otlar, üzerlerine düşen çiğlerden cilalanmış gibi parlıyordu.
Sundurmaların yemliklerine bağlı atlarımız görünüyor, yedikleri yemi durmadan
çiğneyişleri duyuluyordu. Sabaha karşı, dinlenmek için kuru gübre yığınına
ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel gerindikten sonra tırıs tırıs avlunun
öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın
inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek
yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu. Gömleğinin kolları sıvalı
Annemin gözleri açıktı, ama hiçbir şey görmüyordu.
O ürkünç bakışı hiç bir zaman unutamayacağım! O bakış öylesine acı doluydu ki!..
Bizi götürdüler.
Sonraları, annemin ölüm dakikalarını Natalya Savişna'ya sorduğum zaman, şunları
söylemişti:
- Sizi gördükten sonra zavallı kuzucuğum uzun süre çırpındı, sanki şuracığında
onu boğan bir şey vardı; sonra yastıktan başını indirdi ve öyle sessiz, dingin
daldı ki, tıpkı melekler gibiydi. Tam içeceği şeyi neden getirmediklerini
anlamak için çıktığım sırada döndüm, ciğerimin parçası, çevresindeki her şeyi
dağıtmış, işaretle babacığınızı çağırıyordu; o eğildiğinde annenizin artık
konuşmaya gücü kalmadığı anlaşıldı. Yalnızca dudaklarını açabiliyor ve gene,
"Aman Tanrım, Tanrım, çocukları, çocukları!" diye inliyordu. Ben sizi çağırmaya
koşacaktım. Ama, İvan Vasilyiç bırakmadı. Hastayı üzeceksin, getirmesen daha iyi
edersin, dedi. Bu davranışıyla neler söylemek istediğini Tanrı bilir! Öyle
sanıyorum ki, size uzaktan hayır dua ediyordu; ölümünden önce son kez olsun
çocuklarını görmeyi, Tanrı ona kısmet etmemiş demek. Sonra biraz kalktı, yavrum,
eliyle şöyle bir işaret etti ve anımsamaktan bile korktuğum bir sesle birden,
"Ey kutsal Meryem, onları bırakma!.." dedi. O dakika gözlerinden çok acı
çektiği, acının yüreğine saplandığı belliydi. Yastığa düştü, çarşafı dişleriyle
koparıyor; gözyaşları durmadan akıyordu...
Ben:
- Ya sonra ne oldu? diye sorunca, Natalya Savişna artık konuşamaz oldu, başını
çevirdi ve acı acı hıçkırmaya başladı.
Annem korkunç acılar içinde ölmüştü.
XXVII
ACI
Ertesi gün akşamın geç vakti, onu bir kez daha görmek istedim; duyduğum korkuyu
birdenbire yendim ve kapıyı usulca açıp ayaklarımın ucuna basarak salona girdim.
Odanın ortasında, masanın üzerinde tabut duruyordu. Mumlar, tabutun çevresindeki
yüksek gümüş şamdanlarda hâlâ yanıyordu. Kilise adamlarından biri, uzak bir
köşede oturmuş, tekdüze, alçak bir sesle İncil okuyordu.
Kapıda durup bakınmaya başladım; ama ağlamaktan gözlerim öyle şiş, sinirlerim
öyle bozuktu ki, hiçbir şey seçemiyordum; her şey tuhaf bir biçimde birbirine
karışıyordu: Işık, lâme, kadife, büyük şamdanlar, kıyıları dantelalı pembe
yastık, çelenk; dantelalı başlık ve mum gibi saydam bir şey daha. Onun yüzünü
görmek için sandalyeye çıktım, ama yüzünün olduğu yerde gene o açık sarı renkte
saydam bir cisim beliriyordu. Bu şeyin annemin yüzü olduğuna bir türlü
inanamıyordum. Ona daha dikkatli baktıkça, yavaş yavaş alışık olduğum sevimli
yüz çizgilerini tanımaya başladım. Bunun annem olduğunu algıladığım an,
dehşetten titredim; ama, kapalı olan gözleri neden öylesine çökmüş ki? Şu
korkunç renksizlik ve yanağının saydam derisi altındaki siyahımsı leke neden?
Neden bütün yüzünün anlatımı bu denli soğuk ve ciddi? Neden dudakları böylesine
renksiz ve bükülüşleri böylesine güzel ve ağırbaşlı? Onlarda dünyasal olmayan
öyle bir dinginlik anlatımı var ki, bakarken vücudumu tepeden tırnağa soğuk bir
ürperiş kaplıyor.
Bakıyor ve anlaşılmaz, tanımlanamaz bir gücün, gözlerimi bu cansız yüze
çektiğini anlıyordum.
Gözlerimi ondan ayıramıyor, düşlemimde, mutluluk dolu yaşam tabloları
çiziyordum. Önümde duran ve anılarımla hiç ilgisi olmayan bir cisme bakar gibi
anlamsız baktığım şu cansız vücudun o olduğunu unutmuştum. Ben onu birçok
durumda canlandırıyordum; canlı, neşeli, güleryüzlü; sonra gözlerimin dikili
kaldığı bu renksiz yüzdeki çizgilerden biri beri birdenbire sarsıyordu. Ürkütücü
gerçeği anımsıyor, ürperiyor, ama bakmaktan da kendimi alamıyordum. Düşlemler
bir daha gerçeği siliyor ve yeniden gerçeklik duygusu düşlemleri dağıtıyordu. En
sonunda yorulan düşlemgücüm, beni aldatamaz oldu. Gerçeklik duygusu da yitti ve
ben kendimden geçtim. Bu durumda ne kadar kaldığımı, ne olduğumu bilemiyorum.
Tek bildiğim, bir süre yaşama bilincimi yitirerek bir tür yüksek, tanımlanamaz,
hoş ve acı bir zevk duyuşumdu.
Belki onun sevgili ruhu daha yüksek bir dünyaya uçarken, bizi bıraktığı bu
ölümlü dünyaya üzüntüyle bakmış ve benim üzüntümü görüp acıyarak sevgi
kanatlarıyla, göklere yakışan acıma gülümseyişiyle beni avutmak ve kutsamak için
inmişti.
Kapı gıcırdadı ve okuyanı değiştirmek için başka bir papaz içeri girdi. Bu
gürültüyle kendime geldim, aklıma ilk gelen şey şu oldu: beni ağlamayan ve
üzüntüyle ilgisi olmayan bir durumda iskemlede görür, duygusuz ve yalnızca
merakımdan ya da acıma duygusuyla iskemleye çıkıp baktığımı sanır diye istavroz
çıkardım, eğildim ve ağlamaya başladım.
O kendimden geçmiş olduğum anın asıl acı dakikam olduğunu, ancak o zamanki
izlenimlerimi anımsarken anladım. Gömülmeden önce ve sonra durmaksızın ağlıyor,
üzülüyordum; ama o üzüntüyü anımsamaya utanıyorum; çünkü ona, herkesten çok
üzgün olduğumu göstererek onurumu kurtarma isteğim, başkalarının bana ne gözle
bakacağı düşüncesi, beni Mimi'nin başlığını ve çevredekilerin yüzlerini
incelemeye yönlendiren amaçsız merak gibi durumlar karışıyordu. Yalnızca, bir
tek acının duygusunu duymadığım için kendimden nefret ediyor ve öteki duyguları
saklamaya çalışıyordum; bundan dolayı da üzüntüm doğal ve içten değildi. Üstelik
kendimi mutsuz duymaktan bir tür zevk alıyor, talihsizliğimin bilincini
güçlendirmeye çalışıyordum. Bu bencilce duygu, asıl üzüntümü daha çok
bastırıyordu.
Her zaman büyük üzüntülerden sonra olduğu gibi, bu geceyi de rahat ve deliksiz
bir uykuyla geçirdim, kuru gözlerle ve yatışmış sinirlerle uyandım. Saat onda,
tabutu çıkarmadan önce yapılacak ayine bizi çağırdılar. Oda gözyaşları içinde
hanımlarıyla esenleşmeye gelen uşaklar ve köylülerle doluydu. Ayin yapılırken
ben gereği gibi ağlıyor, istavroz çıkarıyor, secdeye kapanıyordum, ama içimden,
tapınmaktan uzak ve oldukça soğukkanlıydım; sırtıma giydirdikleri ve
koltuklarımı sıkan yarım frakla ilgileniyor, pantolonumun dizlerinin
kirlenmemesi için nasıl devinmemin uygun olacağını düşünüyor ve usulca
çevredekileri süzüyordum. Babam kireç gibi renksiz, tabutun başucunda duruyor ve
kendisini tutmak için açıkça çaba gösteriyordu. Onun siyah fraklı uzun vücudu,
solgun ve anlamlı yüzü, her zamanki gibi uyumlu davranışları; istavroz
çıkarırken, eğilip elini yere değdirirken, papazın elinden mumu alırken ya da
tabuta yaklaşırken olağanüstü zarif görünüyordu. Ancak, neden bilmiyorum, şu
dakikada onun bu zarifliği hoşuma gitmiyordu. Mimi duvara yaslanmıştı ve ayakta
zorla duruyormuş gibiydi. Entarisi buruşuk ve kuş tüyü içinde, başlığı bir yana
düşmüş, şiş gözleri kıpkırmızıydı, başı titriyordu; yürekler paralayıcı bir
sesle durmadan hıçkırıyor, yüzünü mendiliyle ve eliyle sürekli kapatıyordu. Bana
öyle geliyordu ki, bunu seyircilere karşı yüzünü kapatarak yapmacık
hıçkırıklara bir dakika olsun ara verip dinlenmek için yapıyordu. Biraz önce,
annemin ölümünün kendisi için dayanamayacağı korkunç bir darbe olduğunu, bu
darbenin onu her şeyden yoksun kıldığını ve bu meleğin ölmeden önce kendisini ve
Katinka'nın geleceğini sağlamayı unutmadığını babama söylemiş olduğunu
anımsadım. O bunları anlatırken, acı gözyaşları döküyordu, belki de üzüntüsü
gerçekti; ama temiz ve tam bir üzüntü değildi bu. Lüboçka kreple çevrili siyah
entarisiyle, gözyaşlarından ıslanmış yüzüyle başı eğik, arada bir tabuta bakıyor
ve yüzünde yalnızca çocukça bir korku görünüyordu. Katenka, annesinin yanında
duruyordu ve yüzü süzülmüş olmakla birlikte, her zamanki gibi pembeydi. Açık
özyapılı olan Valodya, üzüntüsünde de içtendi; kimi zaman durağan bakışlarını
bir yere dikmiş, düşünerek duruyor; kimi zaman, ağzı birdenbire bükülmeye
başlıyor ve ivedi ivedi istavroz çıkararak eğiliyordu. Cenaze töreninde bulunan
herkes, benim için dayanılmaz kişilerdi. Annemin bu dünya için yaratılmadığı ve
öbür dünyada daha rahat edeceği türünden avutucu sözleri bende bir tür öfke
uyandırıyordu. Onun için konuşup ağlaşmaya ne hakları vardı? Kimileri konuşurken
bizi "öksüz" diye niteliyordu. Sanki onlar söylemese, biz annesi ölen çocukların
bu sanla çağrıldığını bilmeyecekmişiz gibi! Yeni evlenen bir kıza "madam"
demekte nasıl ivedi davranıyorlarsa, aynı biçimde bizi de ilk kez bu sanla
çağırmak, sanırım hoşlarına gidiyordu. Salonun uzak bir köşesinde, büfe odasının
açık kapısının arkasında hemen hemen saklanmış gibi diz çökmüş, ak saçlı iki
büklüm bir yaşlı kadın duruyordu. Ellerini bağlamış, gözlerini göğe kaldırmış,
ağlamıyor ama dua ediyordu.
Ruhu Tanrıya yükseliyor, kendisini de dünyada her şeyden çok sevdiği kimseye
kavuşturması için yalvarıyor ve bunun pek yakında gerçekleşeceğine inanıyordu.
'İşte onu gerçekten seven biri,' diye düşündüm ve kendi kendimden utandım.
Ayin bitmişti. Rahmetli annemin yüzü açık duruyor ve bizden başka herkes birbiri
ardına ona yaklaşıp son saygı görevlerini yerine getiriyorlardı.
Sonda bulunanlardan biri, rahmetliyle vedalaşmak üzere, Tanrı bilir niçin,
kucağında getirdiği beş yaşlarındaki güzel kızıyla yaklaşmıştı. Bu sırada
kazayla düşürdüğüm ıslak mendilimi almak istiyordum; tam eğildiğim sırada, yüz
yıl daha yaşasam unutamayacağım ve anımsadıkça vücudumu soğuk bir titreme
kaplayan korkunç ve yürekler paralayıcı bir çığlık, beni sarstı. Başımı
kaldırdım: tabutun yanındaki iskemlede aynı köylü kadın duruyor; yuvalarından
fırlamış gözlerle, rahmetlinin yüzüne baktıktan sonra korkuyla geriye çekilmiş,
küçük ellerini sallayan, korkunç sesiyle de avaz avaz bağıran kızı zorla
yatıştırmaya çalışıyordu. Beni şaşırtan sesten daha korkunç bir çığlık kopararak
kendimi dışarı attım.
Ancak şu dakikada günlük kokusuna karışıp odayı dolduran o güçlü ve ağır kokunun
nereden geldiğini anladım; birkaç gün önce güzellikle, çekicilikle dolu olan ve
dünyada en çok sevdiğim annemin yüzünün korku uyandıracağı düşüncesi, sanki ilk
kez acı gerçeği açığa vurmuş, ruhumu korkunç bir umutsuzlukla doldurmuştu.
XXVIII
SON ACI ANILAR
Artık annemiz yoktu, ama yaşamımız değişmeksizin akıp gidiyordu; aynı odalarda,
aynı saatlerde yatıp kalkıyorduk; sabah ve akşam çayları, öğle ve akşam
yemekleri, her şey zamanındaydı; masalar, iskemleler yerlerindeydi; evimizde ve
yaşam biçimimizde hiçbir şey değişmemişti; yalnızca o yoktu.
Bana öyle geliyordu ki, böyle bir yıkımdan sonra her şey değişmeliydi; her
zamanki yaşam biçimimiz, onun anısını aşağılama gibi geliyor, yokluğunu pek
canlı olarak anımsatıyordu.
Gömülüşünün ertesi günü, öğle yemeğinden sonra uykum gelince kuş tüyü yumuşacık
yatağımda, sıcak pamuklu yorgan altında uyumaya niyet ederek Natalya Savişna'nın
odasına gitmiştim. İçeri girdiğim zaman Natalya Savişna yatağındaydı, belki de
uyuyordu; ayak sesimi duyunca yatağında doğruldu. Sineklerden korunmak için
yüzüne örttüğü yünlü atkıyı açtı, başlığını düzeltti ve yatağın kıyısına oturdu.
Eskiden yemeklerden sonra onun odasına uyumak için sık sık geldiğimden, bu
gelişimin de nedenini anlamış olacak ki, yatağından kalkarak bana:
- Ne o? Sanırım dinlenmeye geldiniz, kuzucuğum, değil mi? Yatın, dedi.
Onu elinden tutarak:
- Hayır, Natalya Savişna... Hiç de bunun için değil... Şöyle bir geldim... Siz
de yorgunsunuz; siz yatın, daha iyi.
- Hayır babacığım, artık uykumu aldım dedi (üç gündür uyumadığını iyi biliyorum)
ve içini çekerek:
-Uykunun sırası değil diye ekledi.
Yıkımımız konusunda Natalya Savişna ile konuşmak istiyordum; onun sevgi ve
içtenliğini bildiğim için, onunla birlikte ağlaşmak, bana bir avuntu olacaktı.
Biraz sustuktan sonra karyolaya yerleşerek:
- Şu olanlar hiç aklınıza gelir miydi, Natalya Savişna? dedim. Yaşlı kadıncağız,
bunu kendisine niye sorduğumu belki de anlayamayarak, bana şaşkınlık ve merakla
baktı.
- Kimin aklına gelebilirdi? diye yineledim.
En candan acıma duygusuyla yüzüme baktı:
- Ah, babacığım, bunu kim bekleyebilirdi, şimdi bile aklım almıyor. Benim gibi
yaşlı bir kadının kara toprağa girme sırası çoktan geldi; oysa bak neler
görecekmişim? Tanrı acısın, dedeniz olan yaşlı efendimiz Prens Nikolay
Nikolayeviç'in, iki erkek kardeşimin, kızkardeşim Anuşka'nın, hepsinin öldüğünü
gördüm ve hepsi de benden gençti yavrucuğum. Çok günah işlemişim ki, şimdi bir
de onun arkasına kaldım, Tanrının buyruğu! Onu oraya sevdiği için aldı, çünkü
oraya iyiler gerekli.
Bu sıradan düşünce, beni sevindirip şaşırttı ve ben Natalya Savişna'ya daha çok
sokuldum. Ellerini göğsünde kavuşturarak yukarı baktı; çökük nemli gözlerinde
büyük, ama yatışmış bir üzüntü vardı. Yıllarca, bütün aşkını üzerinde topladığı
insandan, Tanrı'nın kendisini uzun zaman ayırmayacağına büyük bir inancı vardı.
- Ya, babacık, sanki daha dün onu kucağımda sallayıp kundaklıyordum. O da beni
Naşa diye çağırırdı. Koşarak yanıma gelir, boynuma sarılır, şunları söylerdi:
"Benim Naşacığım, benim güzelim, benim hindiciğim!..
Ben de şaka olarak:
- İnanmam, yavrucuğum, beni sevmiyorsunuz; biraz bekleyin, büyüyün ve evlenin
de, Naşa'yı bak nasıl unutursunuz," derdim. O, düşünmeye başlardı; "Hayır,
Naşa'yı da birlikte götüremezsem, evlenmem daha iyi. Hiç bir zaman Naşa'yı
bırakmam ki," derdi. Oysa, bıraktı ve gitti... Beklemedi. Rahmetli beni nasıl da
severdi! Doğrusunu isterseniz, sevmediği bir kimse yoktu ki! Ya, yavrucuğum,
annenizi asla unutmamalısınız; O, insan değil melekti. Ruhu cennete gittiği
zaman sizi sevecek ve sizinle sevinecektir.
- Natalya Savişna, niçin gittiği zaman diyorsun? O, şimdiden orada değil mi?
diye sordum. Natalya Savişna bana daha çok sokulup sesini alçaltarak:
- Hayır yavrucuğum, şimdi onun ruhu buradadır, diyor, yukarıları gösteriyordu.
Hemen hemen fısıldayarak öyle bir duygu ve inançla konuşuyordu ki, ben elimde
olmadan gözlerimi yukarı kaldırıp kornişlere bakıyor, sanki bir şey arıyordum.
O sözünü sürdürerek:
- Günahsız ruhlar cennete varmadan önce, kırk türlü çileden geçer ve kırk gün
kadar da kendi evinde kalabilirmiş...
Daha uzun zaman aynı biçimde, aynı yalınlık ve inançla, sanki kendi gözüyle
görmüş gibi, kimsenin içinde en ufak bir kuşku bile uyandırmadan, sıradan
şeylerden söz edercesine konuştu. Soluğumu tutarak onu dinliyor, söylediklerine,
pek iyi anlamamakla birlikte, tümüyle inanıyordum. Natalya Savişna, sonuç
olarak:
- İşte yavrucuğum, o buradadır; bize bakıyor ve belki söylediklerimizi de
dinliyor, diye sözlerini bitirdi ve başını eğerek sustu.
Dökülen yaşlarını silmek için mendil aramaya kalktı, yüzüme bakarak heyecandan
titreyen sesiyle:
- Böylelikle, Tanrı beni kendisine daha çok yaklaştırdı. Artık burada yapacak
neyim kaldı ki? Kimin için yaşayacağım? Kimi seveceğim? dedi.
Gözyaşlarımı zor tutarak, sitemle:
- Ya bizi sevmiyor musunuz? dedim.
- Yavrum, sizleri nasıl sevdiğimi Tanrı biliyor; ama, onu sevdiğim gibi, kimseyi
sevmedim, sevemem de!
Daha çok konuşamadı, başını öte yana çevirdi ve acı acı hıçkırmaya başladı.
Artık uyumayı düşünmüyordum, karşı karşıya konuşmadan oturuyor ve ağlıyorduk.
Odaya Foka girdi; durumumuzu görünce, rahatsız etmek istemeyerek, çekingen
bakışlarla, sessizce kapıda durdu. Gözlerini mendille silen Natalya Savişna:
- Fokaşa, niçin geldin? dedi.
- Helva için gereken bir buçuk funt (57) üzüm, 4 şeker ve 3 avuç darı almaya
geldim deyince, Natalya Savişna çabucak enfiyesini çekti, sık adımlarla sandığa
yaklaştı ve:
- Şimdi, şimdi kardeşim, diye söylendi. Önem verdiği görevinin başına geçince,
konuşmamızdan doğan üzgünlük izleri, üzerinden silinivermişti. Çıkardığı şekeri
kantarda tartarken:
- Dört funtu ne yapacakmış, üç buçuk da yetişir, dedi.
Kantardan birkaç şeker aldı:
- Ne oluyor? Daha dün sekiz funt darı verdim, gene istiyorlar. Sen bilirsin Foka
Dimidiç, ben daha çok darı veremem. Evdeki karışıklığa sevinen Vaynka, belki de
anlamazlar, diye düşünüyor. Hayır, ben efendilerimin mallarının yağmalanmasına
göz yumamam. Görülmüş şey mi bu, sekiz funt?
- Ne yapalım, o her şeyin tükendiğini söylüyor.
- Peki, al bakalım, al! Hepsini al!
Benimle konuşurken, duyduğum üzgün sesinin, ufak tefek şeyler yüzünden,
birdenbire böyle bir homurdanışa dönmesi, beni şaşırttı. Sonraları, bunu uzun
uzadıya düşünürken, anladım ki; içinden geçenlere bakmayarak, işiyle uğraşacak
kadar ruhunda güç bulabiliyor, alışkanlık da onu gündelik işlerine çekiyordu.
Üzüntü onu öyle etkilemişti ki, başka işlerle uğraştığını gizlemeye gerek
görmüyor, böyle bir düşüncenin akla geleceğini de düşünmüyordu.
Gurur, gerçek bir üzüntüye hiç yakışmayan bir duygu olmakla birlikte, bu duygu
insanın doğasına o denli derin işlemiştir ki, en büyük acı bile, onu binde bir
unutturabilir. Gurur, üzüntülü durumlarda ya üzgün, ya mutsuz ya da metin
görünmek isteğiyle ortaya çıkar; açıkça söyleyemediğimiz bu bayağı istekler,
hiçbir zaman, en acı üzüntülerimizi duyduğumuz sırada bile, bizi bırakmaz ve
acımızın büyüklüğünü, içtenliğini, değerini ortadan kaldırır. Natalya Savişna,
yıkımından öyle sarsılmıştı ki, içinde hiçbir istek kalmamıştı, yaşaması da
alışkanlığındandı.
Foka'ya istenen erzakı verdikten ve ayinde ilahi okuyanlara ikram edilecek
böreği anımsattıktan sonra, onu gönderdi. Çorabını alıp yanıma oturdu.
Aynı konu üzerinde konuşmaya başladık. Bir kez daha ağladık, bir kez daha
gözyaşlarımızı sildik.
Natalya Savişna ile konuşmamız her gün yineleniyor, onun sessiz gözyaşları,
dingin, dindar sözleri bana avuntu veriyor; içimi açıyordu.
Ancak, çok geçmeden bizi ayırdılar; annemi gömdükten üç gün sonra evce
Moskova'ya taşındık, bir daha da onu görmek kısmet olmadı.
Büyükannem bu korkunç haberi ancak biz döndükten sonra öğrendi, üzüntüsü
sonsuzdu. Bizleri ona bırakmıyorlardı, çünkü tam bir hafta kendisini yitirerek
yattı. Hiç ilaç içmek istemediği gibi, kimseyle de konuşmuyor, uyumuyor ve bir
lokma bile yemek yemiyordu. Doktorlar yaşamından kaygı duymaya başladılar. Kimi
zaman, odasında yalnızca koltuğa oturduğunda, birdenbire gülmeye, sonra gözyaşı
dökmeden hıçkırmaya başlıyor, ürpermeler geçiriyor, doğal olmayan bir sesle
anlamsız, korkunç sözler savuruyordu. Bu, büyükannemi sarsan ilk acıydı, bu acı
onu umutsuzluğa düşürdü. Yıkımının nedenini başka birine yüklemek gerekiyordu ve
o birine o korkunç sözleri söylüyor, tehditler savuruyor, koltuğundan sıçrıyor,
geniş adımlarla odayı dolaşıyor, sonra bayılıp düşüyordu.
Bir gün odasına girdim, her zamanki gibi koltuğunda oturuyor ve yatışmışa
benziyordu; ancak, bakışı içime işledi. Gözleri fazlasıyla açık, ama bakışları
belirsiz ve donuktu. Bana baktığı halde görmediğini anlıyordum. Dudaklarında
yavaş yavaş bir gülümseme belirdi ve sevecenlik dolu içli bir sesle konuşmaya
başladı:
- Gel, yavrucuğum, meleğim.
Bana söylediğini sanarak yaklaştım; ama, o bana değil, başka yere bakıyordu:
-Ah, canım benim, ne çok acı çektiğimi bilseydin... şimdi geldiğine öyle
seviniyorum ki...
Annemi düşleminde canlandırdığını anladım ve durdum. O, kaşlarını çatarak
konuşmasını sürdürüyordu:
- Seni yitirdiğimi söylediler; saçmalığa bak! Senin benden önce ölmenin olanağı
var mı? dedi ve korkunç, isterik kahkahalarla gülmeye başladı.
Ancak büyük bir sevgiyle sevebilen insanların üzüntüleri de büyük olur; sevmek
isteği, acılarına panzehir gibi gelir, onlara şifa verir... Bunun için insanın
manevi doğası, maddi doğasından daha dayanıklıdır; acı, hiçbir zaman öldürmez.
Bir hafta sonra büyükannem ağlayabiliyordu ve biraz iyileşmeye de başladı.
Kendine geldiği zaman, ilk düşüncesi biz olduk, bize olan sevgisi de arttı.
Koltuğunun yanından ayrılmıyorduk; sessizce ağlıyor, annemden söz ediyor ve bizi
sevecenlikle okşuyordu..
Büyükannemin üzüntüsünü gereğinden çok büyüttüğü kimsenin aklına gelmezdi; bu
üzüntünün dışa vurulması çok derin ve etkiliydi. Ama nedense, Natalya Savişna'ya
daha çok acıyordum ve bugüne dek, annemi hiç kimsenin, bu temiz yürekli kadın
gibi içten sevmediğine, ona böyle yanmadığına emindim...
Annemin ölümüyle o mutlu çocukluk çağım bitmiş ve benim için yeni bir dönem,
öksüzlük dönemi başlamış oluyordu. Bir daha hiç görmediğim; ruhsal yaşamımın
gidişinde, gelişmesinde çok güçlü ve olumlu etkisi olan Natalya Savişna'yla
ilgili anılarım, ilk dönemin anıları olduğu için, onunla ve ölümüyle ilgili
birkaç sözcük daha söyleyeceğim.
Adamlarımızın anlattıklarına göre, Natalya Savişna'nın, biz ayrıldıktan sonra
işsizlikten çok canı sıkılmıştı. Bütün sandıklar henüz onun elinde olduğu,
onları karıştırıp aktardığı, evirip çevirdiği halde, çocukluktan beri alıştığı,
efendilerinin oturduğu köy evinin gürültüsünün, koşuşturmasının eksikliğini
duyuyordu. Acı, yaşamının değişikliği ve işsizlik, onun hep eğilimli olduğu
yaşlılık hastalığını artırdı. Annemin ölümünden tam bir yıl sonra, ödemden
yatağa düştü.
Natalya Savişna'nın Petrovskoe köyündeki büyük evimizde akrabasız, dostsuz,
yalnız bir yaşam sürmesi güç, ölmesi daha güç olmuştu sanıyorum. Evimizde
Natalya Savişna'yı herkes seviyor ve sayıyordu; bununla birlikte, o hiç kimseyle
dostluk kurmadığı gibi bununla da övünürdü. Efendilerinin güvenini kazanmış,
eşya dolu bunca sandığın ve evin yönetimi elindeyken, bir kimseyle arkadaşlığın
kendisini kesinlikle ikiyüzlülük yapmak ve kötülüklere göz yummak zorunda
bırakacağını sanıyordu. Bunun için, belki de öteki adamlarımızla bir yakınlığı
olmadığından herkesten uzaklaşmıştı; evde hiç yakını ve akrabası olmadığını,
efendilerin mülkü için hiç kimseye göz yummayacağını söylüyordu.
Saf dualarında duygularını Tanrıya açarken avuntu arar ve bulurdu; kimi zaman
hepimizin yaşadığımız üzüntülü dakikalarda bizim için en büyük avuntu,
gözyaşlarıyla bir başkasının dertlerimize ortak olmasıdır ki, böyle bir anda
Natalya Savişna yatağına, ellerini yalıyan, sarı gözlerini yüzüne diken köpeğini
alır, onunla konuşur, onu okşarken sessiz sessiz ağlarmış. Moşka acı acı ulumaya
başladığı zaman onu avutmaya çalışır, "Yeter, sen olmasan da ölümümün
yaklaştığını biliyorum," dermiş.
Ölümünden bir ay önce, sandığından beyaz patiska, tülbent ve pembe kurdeleler
çıkarıp yanındaki kızın yardımıyla kendisine bir beyaz entari ve başlık dikmiş;
cenazesi için gerekecek her şeyi, en ince ayrıntısına değin düşünmüş ve
buyruklar vermiş. Hem de efendilerinin sandıklarını düzenleyip, olağanüstü
özenli bir liste yaparak kilerciye teslim etmiş. Büyükannemin armağan ettiği
şalı, iki ipekli entariyi, eskiden tümüyle kendisine verilen, büyükbabamın
sırmalı üniformasını çıkarmış. Onun titizliğiyle setrenin sırması yeniymiş gibi
kalmış, çuhasına da güve dokunmamış. Ölümünden önce bu iki entariden pembesini
Valodya'ya sabahlık ya da hırka için; öteki karelisini aynı amaçla bana; şalı da
Lüboçka'ya vermeyi istemişmiş. Üniformayı da hangimiz daha önce subay olursak
ona. Gömülmesi ve ayini için ayırdığı 40 rubleden başka, varını yoğunu kendi
kardeşine bıraakmış. Köleliği çoktan kaldırılmış ve uzak illerden birinde
yerleşmiş bulunan kardeşi en aşağılık bir biçimde yaşıyordu. Bunun için olacak,
onunla hiçbir bağlantısı yoktu.
Kardeşi miras almak için geldiğinde, rahmetlinin bütün eşyasının kâğıt parayla
25 ruble tuttuğunu anlayınca bütün yaşamını zengin bir kapıda, ufak bir bez
parçası üzerine titreyerek cimrilikle geçiren bu yaşlı kadının hiçbir şey
bırakmamasına inanmak istememişti. Oysa gerçek buydu.
Natalya Savişna iki ay süren hastalığı sırasında çok acı çekmiş ve bu acılara,
Hristiyanlara özgü bir boyun eğişle katlanmış; söylenmemiş, yakınmamış, ama
alışkanlığı üzere, her dakika Tanrı'nın adını anmıştı. Ölümünden bir saat önce,
dingin ve hoşnut, günahlarını çıkartmış, okunmuş şarapla ve yağlarla gereken
ayini yaptırmıştı. Bütün evdekilerle olan kırgınlıklar için bağışlanmasını
dilemiş ve kendi papazı Vasiliy Baba'ya, hepimize, onu koruduğumuz ve iyilikler
ettiğimiz için nasıl teşekkür edeceğini bilmediğini söylemiş; kimi zaman bizi
bilmeyerek üzmüşse, bağışlamamızı rica etmiş ve "Hiçbir zaman hırsızlık etmedim,
efendilerimin bir ipliğini bile kendime mal etmedim," demiş. Bu, kendisinde
değer verdiği tek nitelikti.
Hazırladığı giysi ve başlığı giyerek yastıklara yaslanmış ve son dakikasına dek
papazla konuşmayı sürdürmüş. Sonra yoksullara bir şey bırakmadığını anımsayarak
on ruble çıkarmış, bunun kilisede dağıtılmasını rica etmiş; daha sonra istavroz
çıkarmış, yatağa uzanmış, sevinçli bir gülümsemeyle Tanrı'nın adını anarak son
nefesini vermiş.
Yaşamını hiç üzülmeden bırakmış, ölümden korkmamış, onu bir nimet olarak kabul
etmiş! Bu, çoğu kez söylendiği halde, gerçek olarak pek az görülen bir şeydir!
Natalya Savişna ölümden korkmayabilirdi, çünkü o İncil'in yargılarına tümüyle
uymuş ve sarsılmaz bir inanla göçmüştü. Yaşamı temiz, ikiyüzlü olmayan bir aşkla
doluydu.
Onun inancı daha yükseklere ve yaşamı daha yüce amaçlara ulaşabileceği halde
biraz geri kaldığı için, temiz ruhu daha az mı sevgi ve hayranlığı hak ediyor?.
O, üzülmeden ve korkmadan ölerek, yaşamdaki en iyi, en yüksek erdemi göstermiş
oluyor.
Annemin mezarı üzerine yapılmış olan küçük kilisenin yanına, kendi isteğiyle
gömülmüştü. Altında yattığı ısırgan otlarının bürüdüğü tümsek, kara bir
parmaklıkla çevrilmişti. Kiliseden çıkınca, bu parmaklığa yaklaşıp önünde
eğilmeyi hiçbir zaman unutmam.
Kimi zaman kiliseyle kara parmaklık arasında sessizce dururum, gönlümde
birdenbire acı anılar canlanır da içimden derim ki: "Acaba alınyazısı beni,
arkalarından sonsuza dek yanayım diye mi bu iki varlıkla birleştirmişti?
BİTTİ
LEV TOLSTOY
YENİYETMELİK
Rusçadan çeviren:
Râna ÇAKIRÖZ
YENİYETMELİK
ARABAYLA YOLCULUK
Yine Petrovskoya'daki evin önünde iki araba hazırlanmıştı: Birine, kupa
arabasına, Mini, Katenka, Lüboçka ile oda hizmetçileri yerleşmişler, kâhya Yakof
da arabacının yanına oturmuştu; yaylı arabayaysa, Volodya, hizmete yeni alınan
uşak Vasiliy ve ben binecektik.
Bizden birkaç gün sonra Moskova'ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor,
kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu:
- "İsa sizi korusun... Haydi sür..." Yakof ve arabacılar (kendi hayvanlarımızla
gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: "Haydi uğurlar olsun... Deh
deh..." Kupa yaylı bozuk yolda hoplamaya başlıyor ve büyük geçidin iki yanındaki
kayın ağaçları, birbiri ardınca yanımızdan koşuyorlar. Hiç üzgün değilim;
düşüncelerim geride bıraktıklarıma değil, ilerde göreceklerime çevrilmişti.
Bugüne kadar, benliğimi dolduran acı anılarla ilgisi olan eşyalardan
uzaklaştıkça, bu anılar gücünü yitiriyor ve çok geçmeden yerini güç, gençlik ve
umut dolu yaşama duygusu alıyordu.
Ömrümde, yolculuğumuzun bu dört günü kadar hoş ve iyi geçen günlerim pek azdı.
Eğlenceli demiyorum, çünkü bu anda eğlenmek içimden gelmezdi, annem yeni
ölmüştü. Gözümde; ne önünden titremeden geçemediğim annemin kilitli odasının
kapısı, bir tür korkuyla baktığımız kapağı kapalı duran piyanosu, ne yas
giysileri (üstümüzde basit yol giysileri vardı), ne de annemin anısını incitmek
korkusuyla yaşamın canlılığına katılmamı engelleyen ve yitirdiğimiz değerli
insanı canlandıran eşyalar vardı. Tersine, burada, şairane yerler, değişik
eşyalar dikkatimi çekiyor, beni eğlendiriyor, ilkyaza dönmüş doğa içimi
sevinçle, geleceğin aydınlık umutlarıyla dolduruyordu.
Acımasız, çoğu zaman yeni görev alan insanlarda olduğu gibi, aşırı çaba gösteren
Vasiliy, sabah erkenden her şeyin hazır olduğunu ve yola çıkma zamanı geldiğini
ileri sürerek üzerimizdeki yorganı çekti. Sabahın tatlı uykusunu çeyrek saat
olsun uzatmak için bir hayli kurnazlık yaptık, kıvrandık, kızdık ama Vasiliy'in
sert yüzünden hiçbir şeye kanmayacağını ve yorganımızı yirmi kez kez daha
çekmeye hazır olduğunu anladık, yataktan fırlayarak avluya yüzümüzü yıkamaya
koştuk.
Sahanlıkta, uşak Mitka'nın pişmiş istakoz gibi kızararak üflediği semaver artık
kaynamıştı. Dışarda hava, kokulu bir gübreden yükselen buhar gibi sisli ve
nemliydi. Güneş, göğün doğusunu ve avlunun dört yanını çeviren sundurmaların
çatılarını, neşeli bol ışıklarıyla aydınlatıyor, bu sundurmaların çatılarını
örten otlar, üzerlerine düşen çiğlerden cilalanmış gibi parlıyordu.
Sundurmaların yemliklerine bağlı atlarımız görünüyor, yedikleri yemi durmadan
çiğneyişleri duyuluyordu. Sabaha karşı, dinlenmek için kuru gübre yığınına
ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel gerindikten sonra tırıs tırıs avlunun
öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın
inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek
yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu. Gömleğinin kolları sıvalı
You have read 1 text from Türkisch literature.
Weiter - Çocukluk - 08
- Teile
- Çocukluk - 01Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3710Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 206930.2 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern43.6 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern51.3 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 02Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3738Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 213832.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.8 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern54.9 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 03Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3625Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 214132.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.4 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern53.5 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 04Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3701Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 208332.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.4 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern53.6 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 05Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3775Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 206132.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.1 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern53.0 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 06Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3821Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 201934.2 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern48.0 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern56.2 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 07Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3745Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 208131.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern44.9 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern52.1 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 08Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3666Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 208130.9 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern44.5 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern53.4 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 09Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3758Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 210232.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern45.7 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern52.9 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 10Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3661Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 204732.4 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.6 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern54.8 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 11Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3682Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 207131.4 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern46.2 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern54.0 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
- Çocukluk - 12Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3578Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 193732.9 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern45.1 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern52.5 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern