Çocukluk - 05

Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3775
Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2061
32.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
46.1 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
53.0 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
toplumsal düzeyde, aynı yaş ve görüşte pek az insan kalmıştı. Bunun için,
büyükannemle olan eski arkadaşlık bağlarına özellikle değer veriyor, kendisine
karşı her zaman büyük bir saygı besliyordu.
Prens'e bakmaya doyamıyordum: Herkesten gördüğü yakınlık ve ilgi, kocaman
apoletleri, onu görünce büyükannemin gösterdiği olağanüstü sevinç ve Prens'in de
büyükannemden çekinmeyen biricik insan olduğunu anıştıran serbest konuşması; ona
"Ma cousine" diyebilmesi, büyükanneme karşı duyduğu saygının belki daha çoğunu
bana da aşılamıştı. Şiirimi gösterdikleri zaman, beni yanına çağırdı ve:
- Kimbilir ma cousine, dedi. Belki de bu çocuk, ikinci bir Derjavin (39) olacak!
Bunu söylerken yanağımı öyle şiddetle sıktı ki, yalnızca bu davranışı okşama
diye kabul ettiğim için bağırmadım.
Konuklar dağılmış, babamla Valodya da çıkmışlardı; odada Prens, büyükannem ve
benden başka kimse kalmamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra, Prens İvan İvanoviç
birdenbire:
- Bizim sevgili Natalya Nikolayevna niçin gelmedi? diye sordu.
Büyükannem elini Prens'in üniformalı koluna koyarak hafif bir sesle:
- Ah, mon cher (40), istediğini serbestçe yapabilseydi, sanırım gelirdi;
mektubunda, Piyer'in kendisine gelmesini önerdiğini, ama güya bu yılın geliri az
olduğu için öneriyi geri çevirdiğini yazmış; evce Moskova'ya taşınmanın şimdilik
gereksiz olduğunu, Lüboçka'nın daha pek küçük bulunduğunu ve erkek çocukların,
bizde kendi evinden daha çok güvenlikte olacaklarını da eklemişti.
Sesinde, durumun iyi olmadığını belli eden bir eda olmakla birlikte:
- Bunların hepsi de güzel, dedi ve sonra, çocukların öğrenim görmeleri, çevreye
alışmaları için, buraya çoktan gönderilmeleri gerekirdi; köyde onlara nasıl bir
eğitim verilirdi ki? Büyüğü on üçüne, diğeri de on birine bastı. Farkında
mısınız, mon cousin, çocuklar burada tümüyle vahşi gibidirler.... Öyle ki, odaya
girmeyi bile beceremiyorlar, diye ekledi.
Prens:
- Bu düşüncenizi anlayamıyorum, dedi. Durumun bozukluğundan neden
yakınıyorsunuz? Kocasının serveti yerinde. Bir zamanlar tiyatrosunda birlikte
oynadığımız, karış karış bildiğim Natasya'nın Habarofka Çiftliği de olağanüstü
bir yerdir. Her zaman iyi bir gelir getirse gerek, demesi üzerine büyükannem
üzgün bir sesle sözünü kesti:
- Gerçek bir dost gibi size söylüyorum, bana öyle geliyor ki, burada yalnız
yaşayabilmesi, kulüplerde ve çağrılarda istediği gibi dolaşması, Tanrı bilir
daha neler yapması için bütün bunlar birer bahanedir. Oysa kızım hiçbir şeyden
şüphelenmiyor, kızımın ne melek olduğunu bilirsiniz, damadımın her sözüne
inanır, çocukların Moskova'ya götürülmesinin, kendisinin de eğitmenle köyde
kalmasının çok gerekli olduğuna onu inandıran da odur.
Büyükannem yerinden kımıldayarak, bütün nefretiyle:
- Damadım, Prenses Varvara İlyünişna'nın çocukları dövdüğü gibi kendi
çocuklarını da dövmek gerektiğini söylemiş olsaydı sanırım kızım buna da razı
olurdu, dedi.
Bir dakika sustu, sonra dolan gözlerini silmek için iki mendilden birini eline
alarak:
- Evet dostum; o ne kızımın değerini bilebilir, ne de onu anlayabilir. Bütün iyi
yürekliliğine, kocasına olan aşkına, üzüntülerini gizlemeye çalışmasına karşın,
onunla mutlu olamayacağını çok iyi biliyorum. Sözlerimi unutmayın, kocası....
diye ekledi ve yüzünü mendille kapadı.
Prens sitemle:
- Eh! Ma bonne amie (41) hiç de akıllanmamışsınız. Hâlâ uydurduğunuz dert için
ağlıyor, acı çekiyorsunuz. Şaşıyorum; onu çoktan biliyor, iyi yürekli, olgun bir
koca ve özellikle soylu bir insan, un parfait honnête homme (42) diye tanıyorum.
İşitmemem gereken konuşmayı istemeyerek duydum ve büyük bir yürek çarpıntısı
içinde, ayaklarımın ucuna basa basa odadan çıktım.





XIX

İVİNLER

Karşı kaldırımda lacivert paltolu, yakası kunduz kürklü züppe bir eğitmenin
arkasından bizim eve doğru gelen üç çocuğu pencereden görünce:
- Valodya! Valodya! İvinler, diye bağırdım.
Akrabamız olan bu İvinlerle hemen hemen bir yaştaydık. Moskova'ya gelişimizden
kısa bir zaman sonra onlarla tanıştık ve arkadaş olduk.
İvinlerin ikincisi olan Seryoja, kıvırcık saçlı, esmer, kalkık burunlu, beyaz
dişlek dişlerini hemen her zaman gösteren çok taze kırmızı dudakları, koyu mavi
güzel gözleri ve canlı yüzü olan bir çocuktu. Hiçbir zaman gülümsemez; ya çok
ciddi durur ya da pek duru, çınlayan çekici bir kahkahayla gülerdi.
Onun kendine özgü güzelliği, beni ilk görüşte hayran etti. Ona karşı belirsiz
bir eğilim duyuyordum. Mutlu olmam için onu görmem yeterdi. Bir zamanlar ruhumun
bütün güçleri bu istekte toplanmıştı. Onu üç dört gün görmeyince sıkılmaya
başlar, üzüntüden ağlayacak gibi olurdum. Gece düşlerim, gündüz düşlemlerim
onunla doluydu. Uykuya yatarken onu düşümde görmek isteğiyle gözlerimi kapar,
onu karşımda görür ve bu düşlemi en tatlı hazlarım gibi beslerdim. Pek çok değer
verdiğim bu duyguyu, dünyada hiç kimseye açmayı göze alamazdım. Belki de sürekli
ona diktiğim kaygılı bakışlarımı üzerinde duyumsamaktan usandığı, belki de
benimle hiç duygudaş [sempati] olmadığı için, benden çok Valodya ile oynayıp
konuşmayı seviyordu. Ama gene de ben hoşnuttum. Hiçbir şey istemiyordum. Onun
için her şeyimi gözden çıkarmaya hazırdım. Ona karşı beslediğim bu yeğin
eğilimden aşağı kalmayan başka bir duygu da, onu incitmek, kırmak, onun hoşuna
gitmemek korkusuydu. Belki yüzünde kurumlu bir anlatım olduğu için, belki de
çirkinliğimden nefret ederek başkalarındaki güzellik üstünlüğüne pek değer
verdiğim için; daha doğrusu, korkmayı sevginin kuşkusuz bir kanıtı saydığımdan,
ona karşı beslediğim sevgi derecesinde korku duyardım. Seryoja benimle ilk
konuşmaya başladığında, bu beklenmeyen mutluluktan öyle şaşırdım ki kızardım,
bozardım ve bir yanıt veremedim. Düşünceye dalınca gözlerini bir noktaya dikerek
durmadan kırpıştırmak, aynı zamanda burnunu çekip kaşlarını kaldırmak gibi kötü
bir huyu vardı. Herkes bu huyun onu çirkinleştirdiğini düşünüyordu; ama ben, onu
öyle sevimli buluyordum ki, ayrımında olmadan, aynı şeyi yapmaya ben de alıştım.
Öyle ki, onunla tanıştıktan birkaç gün sonra büyükannem, gözlerimi niçin puhu
kuşu gibi açıp kapadığımı, gözlerimde bir hastalık olup olmadığını sordu.
Aramızda hiçbir zaman, sevgiyle ilgili tek sözcük geçmemişti; ama üzerimdeki
etkisini duyumsuyor, bu etkiyi çocukça ilişkilerimizde, bilinçsizce olmakla
birlikte, pek aşırılıkla kullanıyordu. Ben de içimden geçen her şeyi ona
söylemeyi ne denli istedimse de, ondan korktuğum için açılmaya karar veremiyor,
son derece kayıtsız görünmeye çalışıyor, hiç yakınmadan ona boyun eğiyordum.
Kimi zaman, onun baskısı bana ağır, çekilmez görünüyordu; ama, bundan sıyrılmak
elimde değildi ki.
Bu, karşılık görmeyen ve ona açıklanmadan sönen, çıkar duygusundan uzak,
sınırsız ve tertemiz sevgimi üzülerek anımsarım.
Tuhaf değil mi? Çocukken büyüklere benzemeye çalıştığım halde, çocukluktan
çıkınca, çoğu kez ona dönmeyi istiyordum. Seryoja ile aramızdaki ilişkilerde
küçüklere benzeme isteği, açılmaya hazır olan duygumu baltalıyor ve beni
ikiyüzlülüğe sürüklüyordu. Onu kimi zaman çok istediğim halde, öpmeyi ve elinden
tutup, "Seni görünce nasıl da seviniyorum," demeyi göze alamadığım gibi, ona
"Seryoja" diye seslenmeyi bile göze alamaz, her seferinde "Sergey" derdim. Buna
da alışmıştık. Bu duyguları belirtmek, çocukluğu kanıtlar ve bundan kendini
alıkoyamayan, kendisinin daha küçük olduğunu anlatmış olurdu. Büyükleri
sakınganlığa ve soğukluğa yönelten o acı deneyimlerden henüz geçmeden, yalnızca
büyüklere benzemek isteğiyle, çocukluğa bağlılığın saf hazlarından kendimizi
yoksun ediyorduk.
İvinleri ta sofada karşıladım, selamladıktan sonra çılgın gibi büyükanneme
koştum. İvinlerin geldiğini, sanki bu geliş onu kesinlikle sevindirecekmiş gibi,
haber verdim. Sonra Seryoja'dan gözlerimi ayırmaksızın salona dek arkasından
yürüdüm; hiçbir devinimini gözden kaçırmıyordum. Büyükannem keskin bakışlarını
ona dikip çok büyüdüğünü söylerken, ben bir ressamın kendi yapıtı için
saygıdeğer bir eleştirmenin kararını bekleyişindeki korku ve umut duygusunu
yaşıyordum.
İvinlerin genç eğitmeni Herr Frost, büyükannemin izniyle, bizimle birlikte
bahçeye indi; yeşil sıraya oturup bir sanatçı inceliğiyle ayak ayak üstüne
attıktan sonra pirinç saplı bastonunu bacaklarının arasına yerleştirerek,
davranışından hoşnut bir insan haliyle sigarasını tellendirdi.
Herr Frost Alman'dı, ama bizim iyi yürekli Karl İvanoviçimizden bambaşka biçimde
bir Almandı: Rusça'yı düzgün, Fransızca'yı kötü bir söyleyişle konuşur,
çevresinde, hele kadınlar arasında, çok bilgili olarak tanınırdı. Sonra, kızıl
bıyık bırakıyor, uçlarını pantolon askısının altında sıkıştırdığı siyah, atlas
boyunbağına yakutlu büyük bir iğne takıyor ve açık mavi alacalı, sübyeli
pantolon giyiyordu. Bundan başka gençti; güzel ve gururlu görünümü; pek
gösterişli, kaslı bacakları vardı. Bu son söylediğim niteliklerine çok önem
verdiği belliydi; kendisinin kadınlar üzerinde karşı durulmaz bir etkisi
olduğunu sanıyordu. Ve sanırım bu nedenle olacak ki, bacaklarını görülecek bir
biçimde gösteriyordu; ayakta olsun, oturduğunda olsun, baldır kaslarını
oynatırdı. Bu, züppe ve çapkın olmak sevdasında, Ruslaşmış bir Alman tipiydi.
Küçük bahçede çok eğleniyorduk, haydut oyunu umduğumuzdan daha iyi gidiyordu.
Ama, bir nokta az daha her şeyi altüst edecekti. Haydutlardan biri olan Seryoja,
geçen yolculardan birini kovalarken sendeledi, o hızla bir ağaca öyle çarptı ki,
dizinin parça parça olduğunu sandım. Jandarma olduğum için, görevim onu
yakalamak olduğu halde, kendisine yaklaştım, ilgiyle acıyıp acımadığını sormaya
başladım. Seryoja bana kızdı. Yumruklarını sıkmış, tepiniyordu; çok kötü
çarptığını gösteren bir sesle:
- Oldu mu ya? Bundan sonra oyunun tadı kalmadı ki! Niçin beni yakalamıyorsun?
Haydi yakalasana, diye üst üste yineledi ve patikadan koşan yolcu rolündeki
Valodya ile büyük İvin'e yan yan bakarken, birdenbire bir çığlık kopararak
kahkahayla onları yakalamaya koştu.
Bu gözüpek davranışın üzerimdeki büyüleyici etkisini anlatamam; acısının
büyüklüğüne bakmayarak, ağlamak şöyle dursun, acıdığını bile gizledi, bir dakika
olsun oyunu unutmadı.
Biraz sonra İlinka Grap bize katıldı. Yemekten önce yukarı çıktığımız zaman,
Seryoja ele geçirdiği raslantılarla olağanüstü yiğitliğini ve bizden daha sağlam
bir özyapısı olduğunu göstererek, beni büsbütün büyüleyip hayran bıraktı.
İlinka Grap, yanında çalışırken bir işten dolayı dedeme minnettar kalan yoksul
bir yabancının oğluydu. Bu minnet duygusu yüzünden oğlunu sık sık bize
göndermeyi büyük bir borç sayardı. Bizimle görüşmenin oğluna bir onur, bir
hoşnutluk verdiğini sanıyorsa, bunda pek aldanıyordu. Çünkü, bizim İlinka ile
arkadaşlığımız yoktu, onunla alay etmek istediğimiz zaman ilgileniyorduk. İlinka
Grap, zayıf, uzunca boylu, solgun, kuş yüzlü, on üç yaşlarında, pek sessiz ve
uysal bir çocuktu. Çok yoksulca giyinmekle birlikte, başına öyle çok briyantin
sürerdi ki, güneşli bir günde başındaki pomatın eriyip ensesine aktığını ileri
sürerdik. Şimdi, onu anarken nasıl da hizmete hazır, sessiz, iyi yürekli bir
çocuk olduğunu anımsıyorum. Oysa, o zamanlar onu, ne acımaya, ne de düşünmeye
değmeyen bir yaratık gibi aşağı görüyorduk.
Haydutluk oyunu bitince, boğuşup didişmek ve jimnastik yeteneklerimizle
birbirimize çalım satmak için yukarı çıktık. İlinka, çekingen ve şaşmış bir
gülümseyişle bize bakar, aynı şeyi onun da yapmasını söylediğimiz zaman, gücü
olmadığını söyleyerek kabul etmezdi. O anda Seryoja, pek hoştu. Ceketini
çıkarmış, yüzü gözü ateş gibi olmuş, durmadan gülüyor, yeni yeni yaramazlıklar
yaratıyordu. Yan yana üç iskemleden atlıyor, odayı, baştan başa takla atarak
geçiyordu, odanın ortasında üst üste koyduğu Tatişçef sözlüklerinin üstünde baş
aşağı duruyor, ayaklarıyla öyle gülünç şeyler yapıyordu ki, gülmekten
katılıyorduk. Bu sonuncu numaradan sonra biraz düşündü, gözlerini kırptı,
birdenbire pek ciddi bir tavırla İlinka'ya yaklaşarak:
- Bunu yapmayı dene bakalım, hiç de güç değil, dedi. Herkesin dikkatinin kendi
üzerinde toplandığını anlayan Grap kızardı ve güç işitilen bir sesle, bunu asla
yapamayacağına bizi inandırmaya çalıştı.
Bu ne biçim iş, niçin bir şey yapmak istemiyor? Kız gibi bir şey!.. Kesinlikle
baş aşağı durmalı. Seryoja onu elinden tuttu. Korktuğu belli olan ve sararan
İlinka'nın çevresini sararak:
- Hadi bakalım, kesinlikle baş aşağı! diye bağırıyor ve kolundan tutup
sözlüklere doğru çekiyorduk. Zavallı kurban:
- Bırakın beni, ben kendim yaparım! Ceketimi yırtacaksınız! diye bağırıyordu.
Ama bu umutsuz çığlıklar bizi daha da coşturuyordu. Gülmekten katılıyorduk;
yeşil ceketin dikişleri çıtır çıtır sökülüyordu.
Valodya ile büyük İvin onu sözlüklerin üzerine baş aşağı diktiler; Seryoja ile
ben zavallı çocuğun dört bir yana salladığı zayıf ayaklarından tuttuk.
Pantolonunu dizlerine kadar sıvadık ve kahkahalarla yukarıya kaldırdık; küçük
İvin, vücudunu dengede tutmaya çalışıyordu.
Öyle bir şey oldu ki, çok gürültülü olan kahkahalarımızdan sonra hepimiz
birdenbire sustuk, odayı öyle bir sessizlik kapladı ki, ancak zavallı Grap'ın
ağır ağır soluması duyuluyordu. O dakikada yaptığımız her şeyin eğlenceli ve
gülünç olduğuna pek de inanmıyordum. Seryoja onun arkasına vurarak:
- Hah, işte yiğitlik buna derler, dedi.
İlinka susuyor ve ayaklarını her yana sallayarak kurtulmaya çabalıyordu. Bu
umutsuz çırpınışları sırasında, topuğu Seryoja'nın gözüne çarptı. Öyle kötü
çarptı ki, Seryoja hemen onun ayaklarını bıraktı, yaşaran gözünü tutarak bütün
gücüyle İlinka'yı itti. Artık tutmadığımız İlinka, cansız bir nesne gibi yere
serildi ve gözyaşları arasında ancak:
- Neden bana işkence ediyorsunuz? diyebildi.
İlinka'nın ağlamaktan kızarmış yüzü, karmakarışık saçları altından çizmesinin
boyasız koncu görünen sıvalı pantolonuyla bu acınacak durumu, bizi şaşırttı; biz
susuyor ve gülmemek için kendimizi zorluyorduk.
İlk kendine gelen Seryoja oldu. Onu yavaşça ayağıyla iterek:
- Karıya bakın. Mızmız sen de... Onunla şaka etmeye de gelmez. Yetişir artık,
kalkın, dedi.
İlinka sert sert:
- Ben aslında senin ne yaramaz çocuk olduğunu bilirim, dedi ve başını çevirerek
yüksek sesle hıçkırmaya başladı. Birden sözlükleri eline alan Seryoja, iki
eliyle başını tutmaktan başka bir yolla kendisini korumayı düşünemeyen zavallıya
savurarak:
- Ya! Hem topuğunu vuruyor, hem de sövüyorsun, öyle mi? diye bağırdı; sonra da:
- Al sana! Al sana! Şakadan anlamıyorsan, al işte! dedi ve garip bir sesle
gülerek, haydi onu bırakalım, aşağı gidelim, diye ekledi.
İlinka yere yatmış, yüzünü sözlüklerin arasında saklayarak öyle ağlıyordu ki,
hıçkırıklardan, vücudunu sarsan çırpınışlardan hemen ölecek sanılırdı; kendisine
acıyarak baktım:
- Baksana, Seryoja, bunu niye yaptın? dedim.
- Amma da iş!.. Ben bugün ayağımı çarptığımda ağlamadım ama... diye karşılık
vardi.
'Bu doğru, İlinka mızmızın biri; ama Seryoja tam bir erkek,' diye düşündüm.
Zavallının ağlamasının, canının yanmasından çok, sanırım hoşlandığı bu beş
çocuğun, hiçbir nedeni olmaksızın ondan nefret etmek ve onunla eğlenmek için
birleşmelerinden ileri geldiğini düşünememiştim. Nasıl ona yaklaşmadım, nasıl
onu savunup avutmadım? Annesinin yuvasından düşen karga yavrusunun ya da dışarı
atılmak için götürülen köpek yavrusunun ya da aşçı yamağının götürdüğü, çorba
için kesilecek tavuğun durumunu gördüğüm zaman beni ağlatan o sevecenliğe ne
olmuştu?
Acaba Seryoja'ya karşı olan sevgim, ona kendisi gibi bir babayiğit görünme
isteğim, bu son derece güzel duyguyu bastırmış mıydı? Belki bu sevgi de, bu
böbürlenme isteği de, hiç de imrenilecek şeyler değildi! Çocukluk anılarımın
sayfalarını lekeleyen, yalnızca bu satırlardır.

XX

KONUKLAR TOPLANIYOR

Büfe odasında göze çarpan koşuşturmalara, salon ve konuk odasında çoktan
alıştığım eşyalara bir bayram süsü veren parlak ışıklara ve hele Prens İvan
İvanoviç'in orkestrasını göndermesine bakılırsa, akşama çok kalabalık konuk
geleceği anlaşılıyordu.
Evin önünden geçen her arabanın gürültüsüyle pencereye koşuyor; ellerimi,
şakaklarımla cam arasında tutuyor, yenilmez bir merakla dışarı bakıyordum:
Pencereden ilk bakışta, eşyaları gizleyen karanlığın içinde yavaş yavaş
karşımızdaki çoktan beri bize yabancı olmayan fenerli dükkân; yanda, aşağıdaki
iki penceresinde ışıklar görünen kocaman ev; sokağın ortasında ya içinde iki
müşteri bulunan bir araba ya da yorgun yorgun evine dönen boş bir fayton
görünüyordu.
İşte kapıya bir kupa yanaştı; gelenlerin, erken geleceklerine söz veren İvinler
olduğundan en küçük bir kuşku duymayarak, onları karşılamak için aşağı koştum.
Arabanın kapısını açan uşağın formalı kolundan sonra İvinlerin yerine, büyüğü
samur yakası olan lacivert mantolu, küçüğü ancak kürklü fotinleriyle minimini
ayakları görülebilecek biçimde yeşil bir şala sarınıp sarmalanmış bir hanımla
bir kız belirdi. İçeri girdikleri zaman kendilerini selamlamayı görev saydığım
ve selamladığım halde, onlar benim girişte olmama aldırış bile etmediler; kız
yavaş yavaş hanıma sokularak karşıma dikildi. Hanım, kızın başını bütünüyle
saran atkısını çözdü, paltosunu açtı; formalı uşak bunları asmak üzere alıp,
kızın kürklü potinlerini de çıkardı; bu sargılar içinden kısa, ince muslin
entarili, beyaz pantolonlu, küçük siyah iskarpinli on iki yaşında güzel bir kız
çıktı. Beyaz boynuna siyah kadife kurdele bağlanmıştı; alnında güzel yüzüne,
arkada çıplak omuzlarına yakışan, kumral bukleleri vardı ki, bunların sabahtan
Moskovskie Vedomosti (43) parçalarına sarılarak ya da kızgın demir maşayla
bükülerek yapılmış olduğunu söyleselerdi, kimseye, Karl İvanoviç'e bile
inanmazdım. Bu kız, sanki kıvırcık saçlarıyla doğmuş gibi görünüyordu.
Yüzünün, göze çarpan yönlerinden, minimini bir ağzıyla tuhaf ama hoş bir
karşıtlık oluşturan, biraz çıkık, yarı kapalı gözlerinin olağanüstü iriliğiydi.
Dudakları büküktü ama, bakışları öyle ciddiydi ki, birden gülümseyişi, yüzüne
beklenmedik bir anlatım veriyordu; böyle bir yüzün gülümseyişi, görenleri daha
çok büyüledi.
Kendimi göstermemeye dikkat ederek, salonun kapısından içeri kaydım ve
konukların geldiklerinden hiç haberim yokmuş gibi, pek düşünceli bir tavır
takınıp aşağı yukarı gezinmeyi uygun buldum. Onlar salonun ortasına kadar
geldiklerinde, ben kendime gelmiş gibi selam verdim ve büyükannemin konuk
odasında olduğunu bildirdim. Yüzünden hoşlandığım, üstelik onda kızı Soniçka'nın
yüzündekileri andıran çizgiler bulduğum için daha da hoşuma giden bayan
Volohina, bana gülümseyerek başını eğdi.
Büyükannem Soniçka'yı gördüğü için çok hoşnut görünüyordu. Yanına çağırdı,
alnına düşen bukleyi eliyle düzeltti ve dikkatle, "Quelle charmente enfant!"
(44) dedi. Soniçka kızardı, gülümsedi ve öyle sevimli oldu ki, ben de ona
bakarak kızardım. Büyükannem onun çenesinden tutup yüzünü yukarıya kaldırdı ve:
- Bizde sıkılmayacağını umarım, yavrucuğum; çok eğlenmeni ve yorulasıya dans
etmeni dilerim... dedi; sonra Bayan Volohina'ya dönerek, bana eliyle dokundu:
- İşte bir dam ve iki kavalye hazır bile, dedi.
Bu yakınlık öyle hoşuma gitti ki, bir kez daha kızardım, utangaçlığımın
arttığını duyumsadım; yanaşan arabanın gürültüsünü işitince dışarı çıkmayı doğru
buldum. Girişte, bir oğlu ve bir sürü kızıyla prenses Karnekova vardı. Kızların,
annelerine benzeyen yüzleri çirkindi. Onun için hiçbiri de dikkati çekemiyordu.
Paltolarını çıkarırken hepsi birden incecik sesleriyle konuşuyor, itişiyor; bir
şeye, sanırım pek kalabalık oluşlarına gülüşüyorlardı. Etyen, uzun, etli, yorgun
yüzlü, altı morarmış gözleriyle ve yaşına göre çok kocaman el ve ayaklarıyla, on
beş yaşında bir çocuktu, hantaldı, çatlak, sevimsiz bir sesi vardı, kendinden
hoşnut gibi görünüyordu; anladığıma göre, dövüldüğü söylenen çocuğun ta
kendisiydi.
Oldukça uzun zaman karşı karşıya durduk, tek sözcük söylemeden dikkatle
birbirimizi süzdük. Sonra birbirimize daha yaklaştık, belki de öpüşmek istedik;
ama birbirimizin gözlerine baktıktan sonra, bilmem neden, vazgeçtik. Yanımızdan
geçen kız kardeşlerinin entari hışırtıları kesildikten sonra bir şey konuşmuş
olmak için, arabada sıkışıp sıkışmadıklarını sordum. Gelişigüzel:
- Bilmiyorum, ben hiçbir zaman arabaya binmem ki, çünkü biner binmez hemen
bulantı başlar, annem bunu bilir, dedi. Akşamları bir yere gideceğimiz zaman ben
arabacının yanında otururum. Daha eğlenceli oluyor; çevreyi de seyrediyorum.
Filip, dizginleri elime veriyor, arada kamçıyı da alabiliyorum. Biliyor musun,
kimi zaman, geleni geçeni şöyle (anlamlı bir işaret yaparak) süzmek çok hoş
oluyor! diye ekledi.
Uşak girişe geldi:
- Soylu beyim, Filip kamçıyı nereye bıraktığınızı soruyor, dedi.
- Nereye bıraktığımı mı? Ona verdim.
- Vermediğinizi söylüyor.
- Öyleyse fenere asmışımdır.
- Filip fenerde de olmadığını söylüyor.
Gittikçe öfkelenerek:
- Alıp yitirdiğinizi söyleseniz daha iyi edersiniz. Sizin yaramazlığınızın
cezasını Filip parasıyla ödeyecek desenize... dedi.
Görünürde ciddi ve saygılı olan bu uşak, inatla Filip'in yanını tutuyor, ne
olursa olsun bu işi çözümlemeye karar vermişe benziyordu. Elimde olmayarak,
nezaket duygusuyla, hiçbir şeyin ayrımında değilmiş gibi bir yana çekildim; ama,
orada bulunan uşaklar başka türlü davrandılar. Yaşlı uşağa, davranışını doğru
bulan alkışlarla yaklaştılar. Daha uzun sürecek açıklamalardan çekinen Prens:
- Yitirdimse yitirdim, kamçıyı kaça aldıysa öderim, dedi, yanıma yaklaşıp beni
salona çekerek "Amma da saçmalık!" diye ekledi.
- Hayır, izin verin beyefendi, neyle ödeyeceksiniz? Nasıl ödeyeceğinizi
biliyorum: Mariya Vasiliyevna'ya sekiz aydır yirmi kopeği hâlâ ödeyeceksiniz.
Bana da iki yıl oluyor sanırım; Petruşka'ya da...
Öfkeden sararan genç Prens:
- Susacak mısın! diye bağırdı ve bunların hepsini anneme anlatırsam görürsün,
dedi.
Uşak:
- Hepsini anlatırsam, hepsini anlatırsam! diye Prensi yansıladı ve biz salona
girerken, anlamlı anlamlı:
- Soylu beyim, bunlar yakışmayacak şeyler, diye ekledi, sonra paltoları alıp
askıya doğru gitti.
- Ha şöyle, ha şöyle, ha şöyle! diye girişten beğenen bir ses duyuldu.
Büyükannemin bir özelliği vardı; insanlarla ilgili düşüncelerini, belli
durumlarda, adılın ikinci kişi tekilini çoğul biçiminde kullanarak ve belli bir
edayla söylerdi. Herkesten ayrı olarak, "sen" ve "siz" adıllarını birbirinin
yerine kullanmasına karşın, sesinin ezgisi bambaşka bir anlam alırdı. Kendisine
yaklaşan Genç Prensle, "siz" diyerek birkaç sözcük konuştu ve kendisine öyle
tiksinerek baktı ki, onun yerinde olsaydım yerin dibine geçerdim; ama, Etyen'in
öyle bir çocuk olmadığı belliydi. Büyükannemin davranışına değil, kişiliğine
bile hiç aldırış etmeden konuklara, incelikli olarak değilse de serbetçe selam
verdi. Bütün dikkatim Soniçka'da toplanmıştı. Salonda Valodya ve Etyen'le
konuşurken Soniçka'yı görebildiğim, onun da bizi görüp işitebildiği bir yerde
olduğum zaman seve seve konuştuğumu anımsıyorum. Düşüncelerime göre pek gülünç
ve erkekçe sözler söylerken, bunu daha yüksek bir sesle söylüyor, konuk
odasındaki kapıya bakıyordum. Konuk odasından bizi göremeyeceği ve işitemeyeceği
bir yere geçtiğimiz zaman, ben susar ve artık konuşmaktan bir zevk duymazdım.
Konuk odası ve salon, gelenlerle yavaş yavaş doluyordu. Bunların arasında, hep
çocuk balolarında olduğu gibi dans etmek ve eğlenmek fırsatını kaçırmak
istemeyen, ama sanki ev sahibinin hoşuna gitmek için gelmiş gibi görünen birkaç
büyük çocuk da vardı.
İvinler geldiğinde, Seryoja ile her karşılaşışımda duyduğum hoşnutluk yerine,
onun Soniçka'yı göreceğinden ve Soniçka'nın da ona görüneceğinden dolayı tuhaf
bir üzüntü duydum.



XXI

MAZURKADAN ÖNCE

Seryoja cebinden bir çift güderi eldiven çıkarıp konuk odasından çıkarken:
- Demek ki, dans var, eldivenleri takmalı, dedi.
'Ne yapmalı? Bizde eldiven yok; yukarı çıkıp aramalı..." diye düşündüm.
Bütün konsolları altüst ettim, birisinde yolculukta giyilecek yeşil yün
eldivenlerimizi, ötekinde de bir tek güderi eldiven buldum! Bu tek eldiven, çok
eski, çok kirliydi; sonra, elime çok büyük geliyordu; en kötüsü de, sanırım çok
önceleri, Karl İvanoviç, parmağı ağrıdığı sırada eldivenin orta parmağını kesip
aldığı için hiç işime yaramazdı. Bununla birlikte, bu eldiven artığını elime
geçirdim; orta parmağın her zaman mürekkepli olan yerine dikkatle bakıyordum.
"İşte şimdi Natalya Savişna burada olsaydı, belki de bir eldiven bulurduk. Bu
durumda aşağıya inilmez, ama niçin dans etmediğimi sorarlarsa, ne diyeceğim?
Burada kalmak da olmaz. Çünkü kesinlikle arayacaklar; eyvah, şimdi ne yapmalı?"
diye söyleniyordum. Koşarak içeri giren Valodya:
- Burada ne yapıyorsun? Git bir dam bul... Dansa şimdi başlanacak.
İki parmağını kirli eldivene geçirdiğim elimi göstererek; umutsuzluğa yakın olan
durumumu anlatan bir sesle:
- Valodya, dedim, bunları hiç düşünmedin mi ya!
O sabırsızlıkla;
- Neyi?
Sonra elimi görünce ekledi:
- Ha... Eldivenleri mi? Gerçekten yok. Büyükanneme sormalı... Bakalım ne
diyecek?
Hiç düşünmeden aşağı koştu. Bana olağanüstü önemli görünen bu işten, onun çok
soğukkanlılıkla söz etmesi beni yatıştırdı; sol elime geçirdiğim çirkin eldiveni
büsbütün unuttum, konuk odasına koştum.
Büyükannemin koltuğuna usulcacık yaklaştım ve pelerinine dokunarak:
- Büyükanne, ne yapalım? Eldivenim yok, diye fısıldadım.
- Ne yavrucuğum?
Ona biraz daha yaklaştım, iki elimi koltuğa koyup:
- Eldivenim yok, diye yineledim.
Birdenbire sol elimi yakaladı:
- Peki, ya bu ne? diye sordu; sonra bayan Volohina'ya dönerek:
- Voyez ma chère; voyez comme ce jeune homme s'est fait élégant pour danser avec
votre fille (45), dedi.
Büyükannem elimi bütün konukların merakını giderinceye ve gülüşmeler
genelleşinceye dek elinde sıkıca tutuyor, ciddi bir yüzle, yanıt bekler gibi
çevresindekilere bakıyordu.
Utancımdan yüzümü kırıştırıp, elimi boşuna kurtarmaya çabalarken Seryoja beni
görmüş olsaydı çok üzülürdüm. Ama gözleri yaşarıncaya dek, kızarmış yüzünün
çevresinde, bukleleri sallana sallana kahkaha atan Soniçka'nın yanında, hiç de
utanmıyordum. Çünkü gülüşü yüksek sesli ve doğal olduğu için alay etmediğini
anladım; üstelik birbirimize bakarak birlikte gülmemiz beni ona yaklaştırmış
gibi oldu. Kötü sonuçlanabilecek bu eldiven olayı, bana hep korkunç gibi gelen
bu çevrede, konuk çevresinde beni özgürlüğe kavuşturdu, artık salonda hiç
sıkılganlık duymuyordum.
Sıkılgan insanların kaygısı, haklarında verilecek yargıyı bilmemekten ileri
gelir. Bu yargı ne olursa olsun, tümüyle anlaşılınca, kaygı da diner.
Soniçka Volohina, genç hantal Prensle Fransız kadrili yaparken ne kadar
sevimliydi! Chaîne'de bana elini uzatırken, nasıl da canayakın gülümsüyordu!
Başındaki kumral bukleler, tempoya uyarak ne de hoş zıplıyor, mimimini
ayaklarıyla nasıl da safça jeté-assemblé (46) yapıyordu. Beşinci figürde damım
yanımdan karşıya koştuğu zaman, ben de tempo bekliyor, solo yapmak için
hazırlanıyordum ki, Soniçka dudaklarını ciddi ciddi bükerek yana bakmaya
başladı. Ama, benim için boşuna korkmuştu. Yürekli bir biçimde chassé en avant,
chassé en arrière, glissade (47) yaptım; ona yaklaşırken de kıvrak bir devinimle
iki parmağı çıkmış eldiveni gösterdim. Bol bol güldü ve parke üzerinde daha hoş,
çıtır pıtır yürümeye başladı. Ront yaparken herkes el ele tutuştuğunda, elini
elimden çekmeden başını eğip burnunu eldivenli eliyle kaşıdığını da anımsıyorum.
Şimdi "Deva Dunaya" (48) kadrilinin ezgilerini duyuyor ve o günlerde geçen bu
olayları şimdi de görmüş gibi oluyorum.
Soniçka ile yapacağım ikinci kadril de geldi çattı. Onunla yan yana oturunca
olağanüstü bir rahatsızlık duynaya başladım. Kendisiyle konuşacak hiçbir şey
bulamadım. Susuşum çok uzayınca, beni bir aptal sanmasından korkmaya başladım ve
her şeye karşın onu hakkımda besleyebileceği bu yanlış kanıdan uzaklaştırmaya
karar verdim.
- Vous êtes une habitante de Moscou? (49) diye başladım; olumlu yanıt alınca da,
fréquenté sözcüğünün doğuracağı etkiyi hesaplayarak:
- Et moi, je n'ai encore jamais fréquenté la capitale, (50) dedim.
Bu başlangıç olağanüstü parlak olduğu ve benim Fransız dilini pek iyi bildiğimi
iyice kanıtladığı halde, bu türlü konuşmanın elimden gelmeyeceğini anladım. Dans
sıramıza epey zaman olmasına karşın yeniden susmaya başladık. Yaptığım etkiyi
anlamak için kaygıyla ona bakıyor, ondan yardım bekliyordum. Birdenbire:
- Bu gülünç eldiveni nerde buldunuz? diye sordu.
You have read 1 text from Türkisch literature.
Weiter - Çocukluk - 06
  • Teile
  • Çocukluk - 01
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3710
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2069
    30.2 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    43.6 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    51.3 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 02
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3738
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2138
    32.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.8 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    54.9 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 03
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3625
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2141
    32.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.4 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    53.5 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 04
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3701
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2083
    32.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.4 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    53.6 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 05
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3775
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2061
    32.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.1 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    53.0 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 06
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3821
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2019
    34.2 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    48.0 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    56.2 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 07
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3745
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2081
    31.0 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    44.9 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    52.1 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 08
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3666
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2081
    30.9 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    44.5 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    53.4 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 09
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3758
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2102
    32.5 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    45.7 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    52.9 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 10
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3661
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2047
    32.4 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.6 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    54.8 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 11
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3682
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 2071
    31.4 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    46.2 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    54.0 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.
  • Çocukluk - 12
    Die Gesamtzahl der Wörter beträgt 3578
    Die Gesamtzahl der eindeutigen Wörter beträgt 1937
    32.9 der Wörter gehören zu den 2000 häufigsten Wörtern
    45.1 der Wörter gehören zu den 5000 häufigsten Wörtern
    52.5 der Wörter gehören zu den 8000 häufigsten Wörtern
    Jede Zeile stellt den Prozentsatz der Wörter pro 1000 häufigsten Wörter dar.