Pierre ve Jean - 6

إجمالي عدد الكلمات هو 4061
إجمالي عدد الكلمات الفريدة هو 2121
34.1 من الكلمات موجودة في 2000 كلمة الأكثر شيوعًا
48.4 من الكلمات موجودة ضمن الـ 5000 كلمة الأكثر شيوعًا
58.0 من الكلمات موجودة في الـ 8000 كلمة الأكثر شيوعًا
يمثل كل سطر النسبة المئوية للكلمات لكل 1000 كلمة الأكثر شيوعا.
Odasına çıktığı zaman, yemeğe inip inmemeyi düşündü. acı çekiyordu, daha üzüntüsü yatışacak gibi olmamıştı. Buna karşın inmeye karar verdi, tam yemeğe oturulacağı sırada, odaya girdi. Herkes neşe içindeydi, Roland:
- Nasıl bakalım alışverişler ilerliyor mu? diye sordu, her şey yerli yerine yerleşsin, ondan sonra görürüm, dedi.
Karısı:
- Tabii, tabii, yalnızca iyi bir şey alabilmek için uzun uzadıya düşünmek gerek, mobilya işi bizi çok yoruyor.
Bütün gün Jean'la birlikte, mobilya mağazalarını, halıcı dükkânlarını gezmişti. Annesi göze çarpsın diye zengin, şatafatlıca kumaşlar istiyordu. Oğlu, aksine, sade, zarif şeylerden hoşlanıyordu. Her ikisi de örnekler üzerinde düşünce yürütüyordu. Annesi, müşterilerin, davacıların şatafattan hoşlandıklarını, bekleme salonuna girilince zenginliğin göze çarpması gerektiğini ileri sürüyordu.
Jean ise yalnızca kibar ve zengin müşteri çekmek, sade ve emin zevkiyle zarif insanların gönlünü kazanmak istiyordu.
Bütün gün süren tartışma, sofraya oturulur oturulmaz yine başladı. Roland'ın bu konuda hiçbir görüşü yoktu, yalnızca:
- Bana hiçbir şeyden söz etmeyin, bitince gidip görürüm, diyordu.
Madam Roland, büyük oğlunun düşüncesini sorarak:
- Sen ne dersin Pierre? dedi.
Pierre'in sinirleri o kadar bozulmuştu ki, söze söverek başlamamak için kendini güç tuttu, öfkesini belli eden soğuk bir sesle:
- Ben mi? Tamamen Jean'ın düşüncesindeyim, zevkte sadeliği, karakterde de doğruluğu severim.
Annesi yine:
- Zevksiz, tüccar kafalı bir kentte oturduğumuzu düşün.
Pierre:
- Ne çıkar? Budalalara uymak için bu bir neden mi? Kentlilerim hayvan ya da ahlaksızsa, ben de mi onlar gibi olacağım? Bir kadın komşularının sevgilisi var diye baştan çıkmaz ya!
Jean gülmeye başladı:
- Bir ahlakçının özdeyişlerinden alınmışa benzeyen örnekler getiriyorsun.
Pierre yanıt vermedi. Ana oğul yine kumaşlardan, koltuklardan söz etmeye başladılar.
Onları şimdi, yine, sabahleyin Trouville'e gitmeden önce annesini süzdüğü biçimde süzüyor, onlara bir yabancı gözüyle bakıyordu; birdenbire kendini hiç tanımadığı bir ailenin yanına düşmüş gibi duyumsadı.
Özellikle babası kafasını kurcalıyordu. Bu her şeyden hoşnut, bön, şişman adam onun babası mıydı? Bu nasıl olur, Jean ona zerre kadar benzemiyor ki...
Demek bu ailesi ha!.. İki günden bu yana sanki bilinmeyen, kötü bir el, bir ölünün eli, bu dört insanı birbirine bağlayan bütün bağları birer birer çekip koparmıştı. Her şey bitmişti, kırılmıştı. Artık onun için ne anne vardı, ne kardeş. Zira annesini, oğul yüreğinin gereksinim duyduğu saygı, sevecenlik dolu bir duyguyla sayamayacağı için, sevemeyecekti. Kardeşine gelince, o da bir yabancının oğluydu. Kala kala bir babası, bir bu şişman adam kalıyordu, onu da bir türlü sevemiyordu, ne yapsın, elinde değildi.
Birdenbire:
- Ha, anne o portreyi buldun mu? diye sordu.
O, hayretle gözlerini açarak:
- Hangi portreyi? dedi.
- Maréchal'ın portresini.
- Şey... ha evet... bulamadım ama yerini biliyorum.
Roland:
- Ne o? diye sordu.
Pierre:
- Maréchal'in küçük bir portresi: bir zamanlar Paris'teyken salonumuzda dururdu. Jean'a verilirse sevinir diye düşündüm de...
Roland:
- Evet, evet, iyice anımsıyorum, hatta geçen hafta onu yine gördüm, annen kâğıtlarını düzeltirken çekmecesinden çıkardı, ya perşembe ya cumaydı, anımsadın, değil mi Louise? Hatta onu çekmecenin birinden alıp, yakmamış olduğun mektuplarla birlikte sandalyenin üzerine koymuştun, ben de o sırada traş oluyordum, değil mi? Şaşılacak şey, bu portre Jean'ın miras konusu ortaya çıkmadan birkaç gün önce eline geçmişti, ama ben peşin duygulara filan inanan bir adam olmadığım için, böyle şeylere aldırmam.
Madam Roland gayet sakin:
- Evet, evet, nerede olduğunu bildim, şimdi gider getiririm, dedi.
Demek yalan söylemişti; hatta bu sabah, bu küçük resmi soran oğluna: ''İyi bilmiyorum, belki çekmecemdedir'' dediği zaman da yalan söylemişti. Birkaç gün önce görmüş, eline almış, seyretmiş, sonra da yine ondan gelme mektuplarla birlikte gizli çekmecesine yeniden kapamıştı.
Pierre yalan söyleyen annesine baktı. Uzun zaman farkında olmayan ve sonunda çirkin bir ihaneti yakalayan bir adam kıskançlığıyla, o kutsal sevgisi çalınmış, aldatılmış bir oğulun delice öfkesiyle ona baktı. Öz oğlu olan o, eğer kocası yerinde olsaydı, onu bileklerinden, omuzlarından, saçlarından yakalayıp yere çarpar, döver, tepeler, gebertirdi. Oysa şimdi hiçbir şey söylemesine, hiçbir şey yapmasına, hiçbir şey göstermesine, hiçbir şeyi açığa vurmasına olanak yoktu. Çünkü oğluydu, hem kendisi niçin öç alsın, aldatılan kendisi değildi ki...
İyi ama annesi onun sevgisine, kutsal saygısına ihanet etmişti. Bütün anneler gibi o da oğluna karşı lekesiz kalmak zorundaydı. Adeta kine varan öfkesinin nedeni de, annesinin babasından çok kendisine karşı suçlu olmasıydı.
Erkekle kadın sevgisi, iki tarafın rızasıyla yapılmış öyle bir anlaşmadır ki, zayıflık gösteren ancak ihanetle suçlanır. Ama kadın, anne olunca doğa ona bir soyu teslim ettiği için, görevi büyümüş sayılır. Artık kötülük etti mi, bir alçak, bir ahlaksız, bir aşağılık olur.
Roland, likörünü yudum yudum içmek için yine her akşamki gibi bacaklarını masanın altına uzatarak dedi ki:
- Biraz gelirin oldu mu, hiçbir iş yapmadan yaşamak hiç de kötü bir şey değil... Artık Jean, bize şimdi olağanüstü şölenler verecek, ama ara sıra mideme dokunacakmış, varsın dokunsun, vız gelir...
Sonra karısına dönerek:
- Yemeğini bitirdin, haydi canım git şu portreyi getir, onu yeniden görmek benim de hoşuma gidecek.
Karısı kalktı, bir mum aldı ve çıktı. Pierre'e pek uzun geldi; ama aslında üç dakika bile sürmemişti, annesi gülümseyerek elinde küçük yaldızlı bir çerçeve olduğu halde içeri girdi:
- İşte, çabucak buldum, dedi.
Resmi ilkin doktor aldı, uzaktan tutarak inceledi. Sonra annesinin kendisine baktığını duyumsayınca, karşılaştırmak için gözlerini ağır ağır kardeşine çevirdi. Öfkeye kapılarak az kalsın: ''Bak hele, bu resim Jean'a benziyor'' diyecekti. Bu ağır sözleri söylemeye cesaret edemedi, ama Jean'la bu resmi öyle karşılaştırdı ki, amacını açıkça anlattı.
Kesinlikle her ikisinde ortak olan belirtiler vardı: Sakal, alın aynıydı; ama ''işte baba bu, oğul da bu'' diyecek kadar göze çarpar bir şey yoktu; daha çok bir aile havası, aynı kandan gelmenin yakınlığı vardı. Pierre asıl yargısını, bu benzetmeden sonra değil de, annesinin ayağa kalkıp sırtını dönerek ağır devinimlerle şekerle likörü dolaba kapar gibi görünmesinden sonra verdi. Annesi oğlunun herşeyi bildiğini, hiç olmazsa kuşkulandığını anlamıştı.
Roland:
- Ver şunu bana, diyordu.
Pierre resmi uzattı, babası iyi görebilmek için mumu yaklaştırdı, sonra sevecen bir sesle:
- Zavallı oğlan! Onu tanıdığımız zaman böyleydi ha! Hey Tanrım, yıllar nasıl geçiyor! O zamanlar pek yakışıklıydı canım! Öyle hoş halleri vardı ki, değil mi Louise?
Karısı yanıt vermeyince, o yine:
- Ne değişmeyen bir yaratılışı vardı! Onu asla suratlı görmedim. İşte her şey bitti, ondan iz kalmadı...Jean'a ne bıraktıysa o kaldı... Doğrusu sonuna kadar sadık ve iyi bir dost olduğunu kimse yadsıyamaz. Ölürken bile bizi anımsadı.
Jean portreyi almak için elini uzattı, birkaç dakika seyrettikten sonra üzüntüyle:
- Ben onun bu halini anımsayabiliyorum, dedi.
Resmi annesine uzattı, o da endişe içinde kısaca bir göz attıktan sonra doğal bir sesle:
- Jean, mirasçısı olduğun için, bu resim senin sayılır yavrum. Onu yeni apartmanına götürürüz.
O sırada salona geçiliyordu, annesi resmi eski yerine şöminenin üzerine, saatin yanına koydu.
Roland, piposunu dolduruyordu. Pierre'le Jean da sigaralarını yaktılar. Genellikle biri ayakta, dolaşarak içer, öteki de bacaklarını çaprazlama uzatarak bir kanepeye gömülür, tüttürürdü. Babaya gelince, o da sandalyeye ata biner gibi oturur, şömineye doğru tükürmeye başlardı.
Madam Roland da, üstünde lamba yanan küçücük bir masanın yanı başındaki alçacık iskemlede ya iş işler, ya örgü örer, ya da çamaşırlara marka yapardı.
Bu akşam da Jean'ın odasına asacağı bir kanaviçe işi halıya başlıyordu; başlangıcı çok dikkat isteyen karışık ve güç bir işti bu. Öyle olduğu halde ilmekleri sayan gözü zaman zaman ölen dostunun saate dayalı küçücük resmine kayıyordu.
Eller arkada, ağızda sigara, dört beş adımda daracık salonu bir baştan öbür başa aşan doktor, her defasında annesiyle göz göze geliyordu. Sanki birbirlerini gözetliyorlardı. Aralarında bir savaşım başlamıştı. Acı, dayanılmaz bir sıkıntı Pierre'in içini yiyor, bir yandan bu acıyla kıvranıyor, bir yandan da: ''Anladığımı biliyorsa şu anda acı çekmesi gerek!'' diyerek ferahlıyordu. Ocak başına her gelişinde, değişmeyen bir düşüncenin kafasına takıldığını belli edebilmek için, Maréchal'ın resmi önünde birkaç dakika duruyor, kumral yüzünü seyrediyordu. Avuç içi kadar bu küçücük portre bu eve, bu aileye girmiş kötü, korkunç, canlı bir kimseye benziyordu.
Birdenbire sokak kapısının zili çaldı, her zaman pek sakin olan Madam Roland silkinince, doktor, annesinin sinirlerinin ne kadar bozuk olduğunu gördü. Annesi: ''Madam Rosémilly olmalı'' dedi. Endişe dolu gözleri bir kez daha şömineye ilişti.
Pierre annesinin korkusunu, acısını anladı ya da ona öyle geldi. Kadınların gözleri keskin, zekâları uyanık, düşünceleri kuruntulu olur. Konuk içeri girer girmez, daha ilk bakışta, bu küçücük yabancı resmi fark edecek ve belki de Jean'la bu resim arasındaki benzerliği keşfedecek, o zaman da her şeyi öğrenip anlayacaktı. Pierre, birdenbire bu yüzkarasından müthiş korktu, tam kapı açılırken döndü, babasıyla kardeşi görmeden küçük resmi aldı, saatin arkasına kaydırdı.
Annesiyle yeniden göz göze geldi; bu gözler ona değişmiş, allak bullak olmuş, korkunç göründü.
Madam Rosémilly:
- İyi akşamlar, sizlerle çay içmeye geldim, diyordu.
Çevresindekiler hatırını sormaya, ağırlamaya çalışırken, Pierre açık kalmış kapıdan çıktı gitti. Gittiğini fark edince herkes şaşırdı, Jean genç dulun alınmasından korktu, canı sıkıldı:
- Ne yaban şey! dedi.
Madam Roland:
- Canım ona pek bakmayın, bugün biraz hastaca, zaten Trouville gezintisinden de yorgun düşmüş...
Roland:
- Ne olursa olsun, yabaniliğin âlemi var mı? Bu bir neden mi?
Madam Roland işi düzeltmek isteyerek:
- Yok canım, İngiliz gibi ayrıldı. İnsan kalabalıktan kurtulmak istedi mi hep böyle davranır.
Jean:
- Yo! Kalabalıktan kurtulmak için olur ama ailesinin içinde insan böyle İngiliz gibi davranmaz; zaten bu huy kardeşimde birkaç günden bu yana çıktı, dedi.
VI
Rolandlarda bir iki hafta hiçbir olay olmadı. Baba balığa çıkıyor, Jean annesinin yardımıyla yeni evine yerleşiyor. Pierre de asık suratıyla, ancak yemeklerde görünüyordu. Babası bir akşam ona:
- Yahu kaç gündür farkındayım, cenaze çıkmış gibi nedir bu suratın? deyince, doktor:
- Dünya sanki başıma yıkılmış gibi üzerimde bir ağırlık var, diye yanıt verdi.
Adamcağız buna bir anlam veremedi, üzülerek:
- Ama artık çok oluyorsunuz. Bu devlet kuşunun konmasından bu yana, herkesin keyfi kaçtı, gören başımıza bir yıkım geldi, birini kaybettik sanacak!
Pierre:
- Evet, birini kaybettim, dedi.
- Sen mi? Kimi?
- Ah! Çok sevdiğim birini, tanımazsın.
Roland, oğlunun hafifmeşrep bir kadınla seviştiğini sanarak:
- Bir kadın, değil mi?
- Evet, bir kadın.
- Öldü mü?
- Hayır, keşke ölse, onu kaybettim.
- Ya!
Hiç beklenmedik bir sırada, oğlunun böyle annesinin karşısında, acayip bir biçimde içini dökmesi, yaşlı adamın tuhafına gitti. Üzerinde fazla durmadı. Çünkü bu gibi işlere üçüncü bir kişinin karışmasını doğru bulmazdı.
Madam Roland işitmezlikten geldi, hasta gibiydi, sapsarı kesilmişti. Hatta kocası onun birkaç kez böyle oturduğu yerde yıkılır gibi olduğunu, soluk soluğa kaldığını görmüştü, şaşırdı:
- Seni kötü görüyorum Louise, Jean'ı yerleştireyim diye kendini çok yordun... Dinlen biraz yahu! Oğlanın işi acele değil ya! Nasıl olsa zengin artık...
Karısı yanıt vermedi, başını salladı. Rengi o kadar sararmıştı ki, Roland yine:
- Karıcığım bu böyle olmaz, kendine bakmalısın.
Sonra oğluna dönerek:
- Annenin hasta olduğunu görmüyor musun yahu? Muayene etmek de mi aklına gelmedi?
Pierre:
- Hayır, ben onda bir şey görmüyorum...
Roland kızdı:
- Tanrı'nın belası! Kör müsün be! Annenin hastalığını fark edemedikten sonra, senin doktorluğun kaç para eder! Bak işte, nah bak... İnsan geberse farkına varmayacaksın.
Madam Roland solumaya başladı, o kadar sararmıştı ki kocası:
- Yahu kadına fenalık geliyor! diye haykırdı.
- Yok, yok... bir şey değil, geçer.
Pierre yanına yaklaştı, gözlerini dikerek:
- Canım ne oluyorsun? dedi.
O, hafif hafif, telaşlı bir sesle:
- Hayır, hayır, vallahi bir şeyim yok... dedi.
Roland, sirke getirmeye gitti; döndüğü zaman şişeyi uzatarak:
- Al... ne duruyorsun, yatıştırmaya çalış... kalbini dinledin mi bari?
Pierre, nabzını tutmak için eğilince annesi elini öyle bir çekiş çekti ki, eli yanındaki iskemleye çarptı.
Pierre soğuk bir sesle:
- Hadi hastasın, bırak da bakayım, deyince kolunu uzattı, ateş içindeydi, nabzı düzenli değildi, fazla atıyordu.
Pierre:
- Sahi, oldukça önemli, yatıştırıcı şeyler gerek, bir reçete yazayım, dedi.
Kâğıda eğilmiş bir şeyler yazarken, annesinin soluduğunu, sık sık nefes aldığını işitti, döndü, baktı, annesi ellerini yüzüne kapamış ağlıyordu.
Roland çılgına dönmüştü:
- Louise, Louise nen var? Ne oluyorsun canım? diye soruyordu.
Madam Roland yanıt veremiyordu, sanki çok derin ve acı bir üzünç içindeydi. Kocası ellerini yüzünden ayırmak istedi.
- Hayır, hayır, hayır, diyerek bırakmadı.
Roland oğluna dönerek:
- Nesi var acaba? Onu hiçbir zaman böyle görmemiştim.
Pierre:
- Bir şey değil, küçük bir sinir bunalımı, dedi.
Annesinin böyle işkence çektiğini gördükçe, sanki içi ferahlıyordu; bu acı, içindeki öç duygusunu azaltıyor, annesinin yüz karasını sanki hafifletiyordu. Onu, görevini hakkıyla yapmış bir yargıç gözüyle seyrediyordu.
Annesi birdenbire kalktı, ansızın kapıya doğru öyle bir fırlayış fırladı ki, tutabilene aşk olsun. Koşa koşa gitti, odasına kapandı.
Roland'la doktor karşı karşıya kalınca, Roland:
- Sen buna bir anlam verebildin mi? diye sordu.
Doktor:
- Evet, dedi, bu genellikle annemin yaşındaki kadınlarda görülen basit bir sinir hastalığıdır. Belki daha buna benzer birçok bunalım geçirecek.
Gerçekten de annesi hemen hemen her gün buna benzer bunalımlar geçirmeye başladı. Bu acayip, bilinmeyen hastalığın gizi, sanki Pierre'in elindeydi. Bir tek sözcükle bunalımı başlatabiliyordu. Yüzünün anlatımından dinginlik anlarını kolluyor ve bir an için yatışan bu acıyı bir cellat kurnazlığıyla bir tek sözcük savurarak yeniden uyandırabiliyordu.
Onun kadar o da acı çekiyordu; onu sevemediği, ona saygı duyamadığı, işkence ettiği için olağanüstü acı duyuyordu. Bu, kadında, bu ana yüreğinde açtığı kanlı yarayı iyice deştikten sonra, onu bir kez daha umutsuz, sefil gördükten sonra, alıp başını kente gidiyordu; ama annesinden bu biçimde nefret ettiği, onu ezip çiğnediği için öyle üzülüyor, öyle azap duyuyor, acıma damarları o kadar kabarıyordu ki, artık bu işe bir son vermeyi, kendini denize atıp yok etmeyi istiyordu. Ah! Keşke bağışlayabilseydi, ama bunu yapmak elinden gelmiyordu. Çünkü bir türlü unutamıyordu. Bari işkence etmese! Bu da elinde değildi, kendisi de acı içindeydi. Yemek saatlerinde, eve dönerken, yumuşak davranmaya karar veriyor, ama bir zamanlar o kadar doğru, açık yürekli olan annesinin bakışlarını şimdi kuşku içinde, korkak, şaşkın görür görmez, dudaklarının ucuna gelen haince tümceleri istemeye istemeye kullanıyor, onu yaralıyordu.
Yalnızca ikisinin bildiği bu alçakça giz yüzünden, annesine diş biliyordu. Damarlarında sanki şimdi zehirli bir kan dolaşıyor, kuduz bir köpek gibi ısırmak istiyordu. Onu durmadan yaralayıp paralamak için artık hiçbir engel yoktu; Jean, vaktini hemen hemen her gün yeni apartmanda geçiriyor, eve ancak akşamları yemeğe, yatmaya dönüyordu. Kardeşinin acı sözlerini, zorbalıklarını sık sık fark ediyordu, ama bunu onun kıskançlığına veriyordu. Haddini bildirmeyi, günün birinde güzel bir ders vermeyi düşünüyordu; zira bitip tükenmeyen bu sahnelerden sonra, artık aile yaşamı çekilmez bir duruma gelmişti. Fakat şimdi ayrı yaşadığı için, bu tür kabalıklardan o kadar etkilenmiyordu; dinginliği sevdiği için, sabrediyordu. Para zaten başını döndürmüştü, çıkarı olmayan şeylere kulak asmıyordu, kafasını ufak tefek şeylerle yoruyordu; ceketin ya da fötr şapkanın biçimi ya da kartvizitlerin boyları onu saatlerce oyalıyordu. Evine ait şeylerde, en ufak ayrıntısına kadar bıkmadan uğraşıyordu; odasındaki çamaşır dolabının raflarına konacak tahtalardan, hole yerleştirilecek portmantodan, eve habersiz kimse girip çıkmasın diye konacak elektrik zillerinden, kısacası her şeyden teker teker söz ediyordu.
Yeni evine yerleşmesi onuruna, Saint-Jouin'e bir kır gezintisi yapılması kararlaştırılmıştı. Dönüşte yemekten sonra Jean'ın evine gidilip çay içilecekti. Roland, deniz yoluyla gidilmesini istiyordu; ama yol epeyce uzundu, bir de rüzgâr tersine esti mi, artık ne zaman varılacağı kestirilemezdi. Onun için bundan vazgeçildi, bir araba kiralandı. Öğle yemeğini orada yiyebilmek için saat ona gelmeden yola çıkıldı. Normandiya kırları boyunca uzanan geniş tozlu yolun çevresi engebeli yaylalarıyla, ağaçlarla çevrili çiftlikleriyle, uçsuz bucaksız bir parka benziyordu. Tırıs giden iki at koşulmuş arabada oturan Rolandlarla, Madam Rosémilly ve Kaptan Beausire susmuştu, hepsi de tekerleklerin gürültüsünden bunalmış, toz bulutundan da gözlerini açamaz duruma gelmişti.
Hasat zamanıydı. Koyu yeşil yoncalarla çiğ yeşil pancarların yanında, sarı başaklar kırları altın gibi, sarı bir ışıkla aydınlatıyordu. Üzerlerine dökülen güneşin ışıklarını sanki içmişlerdi. Tarlalar yer yer biçiliyordu; oraklarla biçilen tarlalarda bir sürü insan kanat biçimi kocaman orak yüzlerini yere sürtercesine gezdirerek iki yana yalpa ediyorlardı.
İki saatlik bir gidişten sonra, araba sola saptı, eski zamanlardan kalma, çürük çarık, kasvetli bir yıkıntı yığını halini almış, ama hâlâ dönmeyi sürdüren bir yel değirmeninin yanından geçti, sonra güzel bir bahçeye girerek oranın en ünlü konukevi olan şık bir evin önünde durdu. Güzel ''Alphonsine'' diye anılan otelin sahibesi gülümseyerek kapının önüne çıktı, arabanın yüksek basamaklarından inmeye çalışan bayanlara elini uzattı.
Elma ağaçlarıyla gölgelenmiş yeşilliklerin kıyısında, tente altında Etretat'dan gelen bir sürü Parisli yabancı daha şimdiden yemeğe oturmuştu... İçerden sesler, kahkahalar, çatal bıçak gürültüleri geliyordu.
Bütün salonlar doluydu, içerideki odalardan birinde yemek zorunda kaldılar. Roland birdenbire duvara asılı olan teke ağlarını gördü:
- A... a... burada teke mi avlanıyor?
Beausire:
- Tabii! Hatta burası bütün kıyının en çok teke bulanan yeridir, diye yanıtladı.
- Vay canına! Yemekten sonra bir gitsek!
Denizin çekilme saati tam üçte olduğundan öğleden sonra herkesin kayalıklarda teke avıyla vakit geçirmesine karar verildi.
Ayaklar suya gireceği için, kan başlarına çıkmasın etmesin diye, hafif yediler. Zaten iştahlarını, dönüş için ısmarladıkları akşam yemeğine saklamışlardı.
Roland sabırsızlanıyor, yerinde duramıyordu. Bu ava özgü özel fileler satın almak istiyordu; bunlar kırlarda kelebek avı için kullanılan ağlara çok benzerdi! Bunlara ''ihanet'' denir; uzun bir sopanın ucuna yuvarlak tahta bir çember tutturulmuş, bu çembere de birçok file torba bağlanmıştır. Alphonsine her zamanki güler yüzüyle onlara bunlardan birer tane verdi. Sonra da kadınların giysilerini ıslatmamaları için, oracıkta uyduruverdikleri giyim için gerekli olan eteklikleri, kalın yün çorapları ve bez pabuçları verdi. Erkekler de ayakkabılarını çıkararak ayakkabıcıdan eski pabuçlar, takunyalar satın aldılar.
Fileler omuzda, küfeler sırtta, yola koyuldular. Madam Rosémilly bu giyimiyle pek sevimliydi, bu görülmemiş serbest köylü hali ona çok yakışmıştı.
Kayalıklarda rahat rahat koşup sıçraması için Alphonsine'in verdiği eteklik ağından iliştirilerek zarif bir biçimde yukarıya doğru sıvanmıştı, ayak bilekleri ve baldırlar, o ufak tefek çevik sağlam kadınlara özgü sıkı baldırlar ortaya çıkmıştı. Beden boldu, her çeşit devinime uygundu. Başına da sarı hasırdan geniş kenarlı kocaman bir bahçıvan şapkası geçirmişti. Bir kenarı ılgın sapıyla tutturularak kaldırılan bu şapka, ona gururlu bir savaşçı edası veriyordu.
Jean mirasa konmasından bu yana onunla evlenip evlenmeyeceğini her gün kendi kendine soruyordu. Her görüşte onunla evlenmeye niyet ediyor, ama yalnız kalınca daha karar vermenin sırası değil, düşünmeli diyordu. Kadın, şimdi Jean kadar zengin değildi, ancak on iki bin franklık bir geliri vardı, ama Havre bölgesinde çift çubuk ve toprak sahibiydi, ileride bunlar çok para edecekti. Öyleyse serveti hemen hemen onunki kadardı. Üstelik genç dul pek hoşuna gidiyordu. O gün, önden yürüyüşünü seyrederken: ''Hadi canım, artık karar vermeliyim, ondan daha iyisini bulacak değilim ya'' diye düşünmüştü.
Kasabadan kayalıklara doğru inen küçük bir vadiyi izlediler. Vadinin bitimindeki kayalıklar seksen metre kadar yükseklikten denize iniyordu. Uzakta, sağdan soldan yeşil kıyıların çerçevelediği üçgen biçimindeki büyük su birikintisi güneşin ışığı altında gümüş mavisi bir renk almıştı, uzakta güç bela fark edilen bir yelkenli de sinek kadar ufak görünüyordu.
Işık dolu gök, suyla öyle kaynaşmıştı ki, birisinin nerede başladığı, ötekinin nerede bittiği fark edilemiyordu. Erkeklerin önünde giden kadınların korseli endamları bu duru ufukta bütün çıplaklığıyla beliriyordu.
Jean, parlayan gözlerle Madam Rosémilly'nin uçar gibi önünde giden narin topuklarını, incecik bacaklarını, kıvrak kalçalarını, çapkınca giydiği kocaman şapkasını seyrediyordu. Bu gidiş isteklerini ateşliyor, tıpkı sıkılgan ve duraksayan insanlarda olduğu gibi, onu birdenbire kesin kararlar vermeye yönlendiriyordu. Ilık havaya karışan deniz, saz, yonca, ot ve yosun kokuları başını döndürerek onu büsbütün çileden çıkarıyor, her adımda, her saniyede genç kadının kıvrak endamına baktıkça da cüreti bir kat daha artıyordu. Artık duraksamayacaktı; sevdiğini, evlenmek istediğini kendisine söyleyecekti. Baş başa kalmalarını kolaylaştıracak olan bu av gezintisi pek işine yarayacaktı; ayaklarını duru suya daldırarak yosunların arasında kaçışan tekelerin upuzun bıyıklarını seyretmek, bir yandan da aşktan söz etmek ne hoş bir şey olacak doğrusu, aşktan söz etmek için bu güzel yer hoş bir dekor oluşturacaktı.
Küçük vadinin sonuna, uçurumun kıyısına geldikleri zaman kayalıklar boyunca uzanan küçük bir sırt gördüler. Yere yuvarlanmış, devrilmiş, üst üste yığılmış kocaman kayalar hemen hemen kıyının yarısına kadar denizle dağın eteği arasında inişli yokuşlu otluk bir vadi oluşturuyordu; eski zamanlardan kalma çöküntülerin oluşturduğu bu vadi güneye kadar göz alabildiğine uzanıyordu. Çalı çırpı dolu uzun alan üzerindeki yanardağ birikintileri, yalçın kayaların beyaz duvarları, bütün bunlar vaktiyle okyanusa bakan büyük bir kentin yıkıntılarını anımsatıyordu.
Madam Rosémilly durarak:
- Ne güzel, dedi.
Jean ona yetişmişti; kayalar üzerine yontulmuş dar merdivenleri inebilmesi için heyecan içinde elini ona uzattı. İkisi önden yürüyorlardı; arkalarından, Beausire kısacık bacakları üzerinde dikilerek, uçurumun karşısında şaşırıp kalan Madam Roland'a kolunu uzatıyordu.
En arkadan da Roland'la Pierre geliyordu. Başı döndüğü için oturarak kendini merdivenlerden koyuveren babasını, doktor adeta sürüklemek zorunda kalmıştı.
Önden inen gençler hızlıca yürüyorlardı; kurumuş vadinin ortalarına doğru dinlenme yeri oluşturan tahta bir sıranın yanı başına geldikleri zaman, birdenbire kayaların arasındaki küçücük bir delikten fışkıran bir su gördüler, su önce kendi kendine oyduğu tekne biçiminde bir havuza akıyor, oradan da iki ayak yükseklikten bir çağlayan gibi çevreye dökülüyor, yosunların halı gibi kapladığı yola doğru iniyor, sonunda çöküntülerin biriktiği ovada, böğürtlenlerle otlar arasında yitip gidiyordu.
Madam Rosémilly:
- Ah ne kadar susadım! dedi.
Ama nasıl içecekti? Avucuna almaya çalışıyor ama sular parmaklarının arasından akıp gidiyordu. Jean, yolun önüne taş koymayı düşündü. Böylece Madam Rosémilly dudaklarını kaynağa değdirip su içmek için diz çöktü. Başını kaldırdığı zaman yüzünü, saçını, kirpiklerini, göğsünü pırıl pırıl yanan binlerce su damlacığı sarmıştı. O sırada Jean ona doğru eğilerek, hafif bir sesle:
- Ne kadar da güzelsiniz! dedi.
Kadın, tıpkı bir çocuğu azarlar gibi bir tavır takınarak:
- Gevezeliği bırakın, dedi.
Bunlar birbirlerine söyledikleri ilk aşk sözleriydi.
Jean, iyiden iyiye şaşırmış bir halde:
- Hadi, dedi, onlar yetişmeden biz kaçalım.
Gerçekten biraz arkadan geliyorlardı. Beausire, Madam Roland'ın elinden tutmuş, gerisin geriye yürüyor, onu indirmeye çalışıyordu; biraz ötede, daha uzakta, Roland tıpkı bir kaplumbağa gibi kıç üstü oturmuş, ayakları, dirsekleri üzerinde sürtünerek kaymayı sürdürüyor, Pierre de onu kollayarak peşi sıra geliyordu. Artık yol pek taşlık değildi, vaktiyle dağlardan yuvarlanan iri kayalarla çevrilmiş bir bayır üzerindeydi. Madam Rosémilly ile Jean koşmaya başladılar, çok geçmeden çakıllığa geldiler, oradan da kayalara vardılar. Deniz otlarıyla kaplı, uzun ve dümdüz uzanan bu alan, pırıl pırıl yanan bir sürü su birikintisiyle doluydu. Deniz açık ve koyu yeşil yosunlarla dolu bu yapışkan ovadan epeyce uzaklara çekilmişti. Jean suya girmek için paçalarını, kollarını sıvadı ve: ''Hop!'' diyerek rasladığı ilk su birikintisine atladı.
Biraz önce girmeye karar verdiği halde kaypak otların üzerinde vira kaydığı için şimdi daha sakıngan davranan genç kadın ürkek adımlarla daracık suyun çevresinde dönüyordu.
- Bir şey görüyor musunuz? diye sorunca o:
- Evet suya yansıyan yüzünüzü görüyorum, diye yanıt verdi.
- Yalnızca onu görüyorsanız, avınızdan hayır yok.
Jean yumuşak bir sesle:
- Ben bunu bütün avlara değişirim! deyince, kadın güldü:
- Bir deneyin bakın, ağınızın arasından nasıl kayacak.
- Ama, isteseydiniz...
- Ben şimdilik sizin yalnızca teke avınızı seyretmek istiyorum...
- Çok acımasızsınız. Daha öteye gidelim, burada bir şey yok.
Kaypak kayalar üzerinde yürüyebilmesi için Jean ona elini uzattı. Kadın biraz çekingen bir tavırla ona yaslanıyordu; Jean'ın içinde gittikçe büyüyen o dert patlak vermek için sanki bugünü beklemişti, birdenbire coştu, içini bir iştah, bir istek sardı.
Biraz sonra daha derin bir yarığın yanına geldiler. Küçücük bir çatlaktan sızarak uzaklardaki denize kadar çırpına çırpına akan suyun altında, acayip renkte incecik uzun otlar pembeli yeşilli saçaklar halinde yüzüyordu.
Madam Rosémilly:
- Bakın, bakın, işte bir tane görüyorum, kocaman, koskocaman bir tane işte oracıkta... diye bağırdı.
O da gördü, beline kadar ıslanmayı göze alarak çukura indi.
Hayvan, ağı görünce uzun bıyıklarını oynatarak ağır ağır gerilemeye başladı. Jean yakalayacağından emin olarak hayvanı yosunlara doğru kovalıyordu. Hayvancağız kuşatıldığını duyumsayınca, ani bir atılışla ağın üzerinden atladı, havuzu geçti, kayboldu. Heyecanla avı seyreden genç kadın kendini tutamayarak:
- Ah, beceriksiz! diye bağırdı.
Jean'ın canı sıkılmıştı, bilinçsiz bir devinimle ağı suyun otlarla dolu olan dibine daldırdı. Suyun yüzüne çıkardığı zaman içinde, pırıl pırıl yanan üç tane kocaman teke gördü, gizli yuvalarından rasgele yakalamıştı.
Madam Rosémilly, hayvanların incecik kafalarındaki sivri ve tırtıllı boynuzlarından korkuyor, eline almaya cesaret edemiyordu. Jean muzaffer bir edayla onları alıp kadına ikram etti.
Sonunda almaya niyetlenen Rosémilly, hayvanları parmağıyla sivri bıyıklarının ucundan yakalayarak sepetine birer birer yerleştirdi. Canlı kalabilmeleri için de içine biraz yosun koydu. Sonra pek derin olmayan bir su birikintisi bularak ürkek adımlarla içine girdi, ayakları buz kesilmişti, orada yalnız başına avlamaya koyuldu. Kurnazdı, becerikliydi, eli hafifti, avcılığa yatkındı. Ustaca ağır ağır kovalaması, baskına uğratması, aldatması sayesinde hemen hemen her daldırışında bir sürü hayvan çıkarıyordu, Jean artık bir şey yakalayamıyordu, ama Rosémilly'nin peşini de bırakmıyordu, sürtünerek yanından geçiyor, ona doğru eğiliyor, beceriksizliğinden çok üzülmüş gibi görünüyor, sözüm ona öğrenmek istiyordu:
- Ah! bana da öğretin, ne olur bana da öğretin, diyordu.
İkisinin de yüzü dipteki otların duru bir aynaya çevirdiği suya yansımıştı.
Jean, aşağıdan doğru kendisine bakan bu yüze gülümsüyor, bazan da elinin ucuyla ona, suyun üzerine öpücükler gönderiyordu.
Genç kadın:
- Of! Ne kadar can sıkıcısınız! İki işi birden yapmak olur mu?
- Jean:
- İki şey yaptığım yok, ben yalnızca sizi seviyorum.
Kadın doğrularak ciddiyetle:
- Deminden beri ne oluyorsunuz, Tanrı aşkına? Çıldırıyor musunuz?
- Hayır, çıldırmadım. Sizi seviyorum, sonunda size bunu söylüyorum.
Baldırlarına kadar çıkan tuzlu suda şimdi ikisi de ayaktaydı. Islak elleriyle ağlarına dayanmışlar, dikkatle birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı.
Kadın, alaylı bir edayla canı sıkılmış bir durumda:
- Şu anda bana bundan söz etmenizin sırası mıydı, avı bana haram edecek ne vardı? Başka bir gün bulamaz mıydınız?
Jean hafif bir sesle:
- Beni bağışlayın; ama artık saklayamazdım, çoktandır sizi seviyorum, bugün beni öyle sarhoş ettiniz ki aklım başımdan gitti.
O zaman, kadın birdenbire eğlenceyi bir yana bırakıp bu ciddi konu üzerinde konuşmaya karar vermiş gibiydi.
- Şu kayaya oturalım, daha rahat konuşabiliriz, dedi.
لقد قرأت النص 1 من تركي الأدبيات.