Pierre ve Jean - 2

إجمالي عدد الكلمات هو 3998
إجمالي عدد الكلمات الفريدة هو 2219
30.5 من الكلمات موجودة في 2000 كلمة الأكثر شيوعًا
43.6 من الكلمات موجودة ضمن الـ 5000 كلمة الأكثر شيوعًا
51.0 من الكلمات موجودة في الـ 8000 كلمة الأكثر شيوعًا
يمثل كل سطر النسبة المئوية للكلمات لكل 1000 كلمة الأكثر شيوعا.
Kocası ''hayır'' der gibi başını sallarken, üç erkeğin yakaladığı balıkların bulunduğu sepete keyifli keyifli baktı. Balıklar; yapışkan pulların, kalkık kanatların, bitkin ve gevşek çabalamaların, öldürücü hava içindeki gerinişlerin çıkardığı yumuşak hışırtılarla hâlâ hafif hafif titreşiyorlardı.
Roland Baba sepeti dizlerine aldı, eğdi, dibindekileri görmek için gümüş rengi balık dalgalarını sepetin kıyısına kadar silkti; hayvancıkların can çekişmeleri, çırpınmaları büsbütün arttı; dolu sepetten çevreye keskin bir balık kokusuyla taze bir deniz kokusu yayıldı.
Yaşlı balıkçı bu kokuyu sanki bir gül koklar gibi derin derin içine çekti ve:
- Vay canına! Ne tazeymiş be! dedi, sonra da:
- Doktor, sen kaç tane yakaladın?
Siyah favorileri tıpkı yargıçlar gibi kesilmiş, sakalı bıyığı tıraşlı, otuz yaşındaki büyük oğlu Pierre yanıt verdi:
- Çok bir şey değil, üç dört tane!
Bu sefer küçüğe döndü:
- Ya sen Jean?
Sarışın, uzun boylu, sık sakallı, kardeşinden çok daha küçük olan Jean gülümseyerek dedi ki:
- Aşağı yukarı ben de Pierre kadar... Üç dört tane...
İkisi de her kezinde Roland Baba'yı sevindiren aynı yalanı uyduruyorlardı.
Roland Baba, oltanın ipini küreklerden birinin ıskarmozuna doladı, kollarını kavuşturarak:
- Bir daha öğlenden sonra balık tutmaya kalkışmayacağım... Saat onu geçti miydi nafile! Çapkınlar bir türlü oltaya vurmuyorlar... Güneşte serilip uykuya dalıyorlar...
Yaşlı adam, çevresini saran denize bir mal sahibi gözüyle hoşnut hoşnut baktı.
Roland Baba eskiden Paris'te kuyumcuydu; geliriyle alçakgönüllü bir yaşam sürecek duruma gelir gelmez, denize, balığa olan çılgınca aşkı onu tezgâh başından ayırmıştı.
Böylece Havre'a çekildi, bir sandal aldı, denizci oldu çıktı. Oğulları, Pierre ve Jean, öğrenimlerini tamamlamak için Paris'te kalmışlardı; zaman zaman izinle gelir, babalarının eğlencesini paylaşırlardı.
Jean'ın beş yaş büyüğü olan Pierre, koleji bitirince birçok mesleğe heves etmiş, hemen hemen beş altısını denemiş, hepsinden çarçabuk usanmış, yeni emeller peşinde koşmuştu. En sonunda doktorluk hoşuna gitti, o kadar canla başla işe sarıldı ki; bakandan alınan sınıf atlama izniyle kısa bir öğrenimden sonra çabucak doktorluk hakkını kazandı. Olmayacak düşlemler kurar, felsefi düşünceler yürütürdü; heyecanlı, akıllı, gelgeç inatçıydı.
Jean, ağabeyine hiç benzemezdi. Jean ne kadar sarışınsa büyüğü o kadar esmer, o ne kadar sakinse öteki o kadar coşkun, küçük ne kadar yumuşaksa, büyük o kadar kinciydi. Hukuk öğrenimini rahatça yapmış, Pierre doktor çıkarken, o da lisans diplomasını almıştı.
İkisi de şimdi ailelerinin yanında biraz dinleniyorlar, işlerine gelirse ''Havre''da yerleşmeyi düşünüyorlardı.
Ama aralarında bir kıskançlık vardı; kız ya da erkek kardeşler arasında olgunluk çağına kadar göze görünmeden artan, birbirinin evlenmesi ya da mutluluğuyla birdenbire patlak veren sinsi bir kıskançlık onları birbirlerine karşı tetikte tutuyordu; birbirlerine zararsız, kardeşçe bir düşmanlık besliyorlardı. Sevişmiyor değillerdi ama birbirlerini gözetlemekten de geri kalmıyorlardı. Jean doğduğu zaman Pierre beş yaşındaydı; anneyle babanın kolları arasında beliren, sevilen, okşanan bu küçücük yavruya, o güne kadar şımartılmış öteki yavru kinle bakmıştı.
Jean, çocukluğundan bu yana yumuşaklık, iyilik, uysallık örneğiydi; Pierre onun bu yumuşaklığını gevşeklik, iyiliğini budalalık, hoş görürlüğünü de körlük sayıyordu. Bu tombul çocuğun habire övüldüğünü işitmek, onu gitgide sinirlendiriyordu. Kendi halinde insanlar olan anne ve baba, oğulları için onurlu, orta halli birer konum düşlüyorlardı. Pierre'in kararsızlıklarını, coşkunluklarını, olmayacak girginliklerini, yüksek düşüncelere, gösterişli mesleklere karşı olan başarısız atılımlarını hoş görmüyorlardı.
Delikanlı, adam olalıdan bu yana artık ona:
''Jean'a baksana, sen de onun gibi ol'' demiyorlardı ama ''Jean şunu yaptı, Jean bunu yaptı'' gibi sözleri işittikçe bu sözcüklerin altındaki gizli anlamı, göndermeyi sezmiyor değildi.
Sevecen, tahsildar ruhlu, derli toplu, idareli, oldukça duyarlı bir kentsoylu olan anneleri, her gün, durmadan bu yetişkin çocuklar arasındaki boy ölçüşmeleri, birlikte yaşamanın doğurduğu ufak tefek geçimsizlikleri yatıştırmaya çalışıyordu. Zaten bu sırada ufak bir olay rahatını kaçırmıştı, sorun çıkacak diye korkuyordu. Çünkü kışın oğulları öğrenimdeyken Mme. Roland, komşuları Mme. Rosémilly adında bir dulla tanışmıştı. Kadıncağızın kocası kaptanmış, iki yıl önce uzun bir deniz yolculuğunda ölmüş; yirmi üç yaşındaki bu taptaze dul, yaşamı sezişleriyle anlayan kafalı bir kadındı. Her tür olayı, sanki görmüş, geçirmiş, anlamış, tartmış gibi, sağlam ve iyi niyetli bir kafayla yargılıyordu. Akşamları kendisine çay ikram eden sevimli komşularında bir parça kaneviçe işlemeyi, çene çalmayı âdet edinmişti.
Denizcilik işlerinde gösteriş yapma hevesine kapılan ve bu hevesi de günden güne artan Roland Baba, bu yeni dosta, ölen kaptan hakkında birçok şey soruyor, o da, sakin sakin, yaşamı seven, ölümü sayan, akılcı, Tanrı'ya sığınan bir kadın gibi, kocasından, yolculuklarından, eski serüvenlerinden söz ediyordu.
İki kardeş, döndükleri zaman, güzel dulu evlerine yerleşmiş bulunca, hemen ona kur yapmaya başladılar, amaçları kadına hoş görünmekten ziyade birbirleriyle yarış etmekti.
Sakıntılı davranan, işini bilen anneleri, oğullarından birinin bu işi başaracağını umuyordu; çünkü kadın zengindi; ama açıkta kalacak olanın da üzülmesine gönlü razı değildi.
Madam Rosémilly mavi gözlü, sarışın bir kadındı. En ufak bir rüzgârla havalanan, başını bir taç gibi çerçeveleyen incecik saçlarıyla yılmaz, cüretli, kurnaz görüntüsü ağırbaşlılığına hiç de yakışmıyordu.
Daha şimdiden Jean'ı beğenir gibiydi. Onu kendine yakın duyumsuyordu; çünkü yaratılışları birbirine uygundu; zaten beğenmesi sesindeki, bakışındaki sezilmeyecek derecedeki ince farktan, bir de ara sıra ona akıl danışmasından anlaşılıyordu. Kafaca Jean'la uyuşacağını ama Pierre'le anlaşamayacağını kestiriyordu. Doktorun siyaset, felsefe, sanat hakkındaki düşüncelerinden söz ederken de ikide bir: ''Kuruntularınız!'' diyordu. O zaman Pierre onu kadınların -bu zavallı yaratıkların- davasına bakan bir yargıç soğukluğuyla süzerdi.
Roland Baba, oğulları dönmeden önce bir kezcik bile olsun Mme. Rosémilly'i balık avına çağırmış değildi; zaten karısını da getirmezdi. Çünkü sandala gün doğmadan önce binmeyi sever, yanına da denizin yükselip alçalma saatlerinde raslayıp ahbap olduğu Kaptan Beausire ile Jean Bart lakaplı yaşlı gemici Papagris'i alırdı. Beausire vaktiyle uzun seferlere çıkmış emekli bir kaptandı; Papagris de kayığa bekçilik eden yaşlı bir adamdı.
Bir hafta önce Mme. Rosémilly onlarda yemekteydi. Bir ara: ''Balık avı eğlenceli olsa gerek'' demişti. Zayıf yanından yakalanan yaşlı kuyumcu, avı ona, tıpkı inanç aşılayan papazlar gibi aşılama hevesine kapılarak:
- Bizimle gelmez misiniz? dedi.
- Gelmez olur muyum?
- Bu salıya olmaz mı?
- Hay hay.
- Sabahın beşinde yola çıkmayı göze alabilir misiniz?
Mme. Rosémilly şaşırarak:
- Amma da yaptınız! diye haykırdı.
Roland umutsuzluğa düştü, soğudu, birdenbire kadının hevesinden şüphelendi. Ama yine de dayanamadı sordu:
- Peki, kaçta çıkabilirsiniz?
- Kaçta mı? Dokuzda...
- Daha önce olmaz mı?
- Yok canım, bu bile erken...
Yaşlı adam duraksama içindeydi. Hiçbir şeyin tutulamayacağını kestirmişti. Çünkü güneş bir kez çevreyi ısıttı mı, bitti... Artık balık oltaya vurmaz. O sırada gezintiyi düzenlemeye can atan iki kardeş hemencecik işi bir düzene koyuvermişlerdi.
Böylece salı günü "Perle", ''Hève'' burnunun beyaz kayalıkları dibinde demir atmıştı. Öğleye kadar balık tuttuktan sonra biraz güneşte kestirmişler, sonra da yine hiçbir şey yakalayamadan avı sürdürmüşlerdi. Roland Baba neden sonra Mme. Rosémilly'nin avdan çok deniz gezintisinden hoşlandığını anlamıştı. Oltaların da kımıldamadığını görünce sabrı tükenmiş, kendini tutamayarak ''Tu... Tanrı cezasını versin'' deyivermişti. Bu söz yalnızca yakalanmayan balıklar için değil, kayıtsızca duran bu kadın içindi de.
Şimdi yakaladığı balığa, balığına, bir hasis sevinciyle bakıyor, üzerine titriyordu. Gözlerini gökyüzüne çevirince, güneşin alçaldığını gördü.
- Çocuklar geri dönsek ne dersiniz?
İkisi de oltalarını çektiler, sardılar, temizlenmiş olta iğnelerini mantarlara taktılar, beklediler.
Roland Baba ayakta, bir kaptan tavrıyla ufku gözden geçiriyordu.
- Delikanlılar, dedi, rüzgâr kesildi, yapışın bakalım küreklere...
Kuzeyi göstererek ekledi:
- Bak, bak, Southampton gemisi...
Mavi bir kumaş gibi dümdüz serilen koca deniz, altın, alev rengindeki yansımalarla pırıl pırıldı. Pembe gökyüzünde, gösterdiği bir noktada, siyahımsı bir bulut yükseliyor, altında da uzaktan küçücük görünen Southampton gemisi fark ediliyordu.
Güneyde de birçok duman kümesi görünüyor, bunlar, uzaktan bir boynuz gibi dikilen feneriyle beyaz bir çizgi halinde, güçlükle görünen Havre mendireğine doğru ilerliyorlardı.
Roland sordu:
- ''Normandie'' bugün gelecekti, değil mi?
Jean:
- Evet baba.
- Dürbünümü ver, uzaktan görünen o olacak.
Bakır mahfazayı açtı, dürbünü gözüne yerleştirdi, ayarladı, gemiyi görünce birdenbire sevinerek:
- O, ta kendisi; bacalarından tanıdım: Mme. Rosémilly dürbünü aldı, uzaktaki transatlantiğe doğru baktı. Ama bir türlü ayarlayamıyor, hiçbir şey göremiyor, yalnızca bir mavilik, renkli bir daire, yusyuvarlak bir gökkuşağı, tuhaf tuhaf şeyler, başını döndüren bir sürü karaltılar görüyordu, dürbünü geri verdi:
- Zaten bu aracı kullanmayı hiçbir zaman beceremedim. Bu durumum, saatlerce pencereden gemilerin gelip geçişini seyreden kocamı da pek kızdırırdı.
Roland sitemle:
- Bu kusur, Madam, sizin gözlerinizde olsa gerek; dürbünüm olağanüstüdür.
Sonra dürbünü karısına uzattı:
- Bakmak ister misin?
- Hayır, teşekkür ederim, beceremiyeceğimi bilirim.
Kırk sekizlik bir kadın olduğu halde yaşını hiç göstermeyen Mme. Roland, gezintiden, sona eren bugünden herkesten fazla hoşlanmış görünüyordu.
Kestane rengindeki saçları daha yeni ağarmaya başlamıştı. Dingin, akılcı bir tavrı, göze hoş görünen iyi, mutlu bir görünüşü vardı. Oğlu Pierre'in her zaman dediği gibi, o paranın değerini iyi bilirdi; ancak bu asla düşlemlerin zevkini tatmaya engel olmazdı. Okumaya, romanlara, şiirlere bayılır, bunları sanat değerleri için değil de, okurken tatlı, hüzünlü düşlemler uyandırdığı için severdi. Çoğu kez kötü, sıradan bir dize, kendi deyişiyle ince tellerini hoplatır, ona adeta gizem dolu bir istek yaşatırdı. Hesap defteri kadar düzgün ruhunu hafifçe bulandıran bu küçük heyecanlardan pek hoşlanırdı. ''Havre''a geldikten sonra incecik ve kıvrak olan endamını, hantallaştıran bir şişmanlık sarmıştı.
Bu deniz gezintisine bayılmıştı. Kocası, ona karşı sert davranırdı; ama içinde öfke, kin, kötülük yoktu. Bu durumu, alışverişte sövmekte sakınca görmeyen zorba dükkân sahiplerine benzerdi. Yabancıların yanında kendini tutar, ama evde ağzını açar gözünü yumardı, bir zebella kesilirdi. Gürültüden, olaydan, boş lakırdılardan çekinen karısı hep ona boyun eğer, ondan hiçbir şey isteyemezdi. Hatta bu yüzden epey zamandan bu yana Roland'dan bir deniz gezintisi istemeye bile cesaret edememişti. İşte o şimdi bu fırsatı sevinçle karşılamış, kırk yılda bir ele geçen bu yepyeni zevkin tadını çıkarıyordu. Yola çıkmalarından bu yana bütün varlığını, düşüncelerini, bedenini su üzerindeki bu tatlı süzülüşe kaptırmış, hiçbir şey düşünmüyor, ne anıların ne de umutların peşinde. Gönlü de tıpkı vücudu gibi sanki onu sallayan, uyuşturan, yumuşak, akıcı, hoş bir şey üzerinde yüzüp gidiyordu.
Baba ''haydi kürek başına'' diye dönüş buyruğunu verince, delikanlılar ceketlerini çıkarıp gömleklerinin kollarını sıvadılar, Mme. Roland da gülümseyerek onları seyrediyordu.
Kadınlara daha yakın oturan Pierre sağ, Jean da sol küreği aldı. Reisin ''ileri'' buyruğunu beklediler. Babaları manevraların düzgün yapılmasını isterdi.
İkisi de, aynı çabayla, kürekleri suya daldırdılar, olanca güçleriyle asılarak arkaya doğruyu yaslandılar, güçlerini göstermek için bir savaştır başladı. Gelirken yelken açıp ağır ağır gelmişlerdi, ama şimdi rüzgâr kesilmişti. İki kardeşin erkeklik gururları birdenbire kabarmış, boy ölçüşme hevesine düşmüşlerdi.
Balık avına babalarıyla yalnız başına çıktıkları zaman, tek başlarına kürek çekerler, dümeni kimse yönetmezdi; çünkü Roland Baba bir yandan oltaları hazırlar, bir yandan da tek bir sözcük ya da hareketle örneğin: ''Jean yavaş!'' -''sen Pierre güçlü!'' ya da ''haydi bir numara!" "haydi iki numara'' ya da ''biraz kolları yağla'' diyerek sandalın gidişini kollar, işi yönetirdi. Böylece, dalga geçen küreğe daha çok asılır, kapıp koyuveren de biraz frenler, sandal da doğrulurdu.
Bugün ikisi de güçlerini göstereceklerdi. Pierre'in kolları kıllı, zayıfça ama sinirliydi; Jean'ınkilerse derisi altında yuvarlanan kas yumrularıyla dolu, yağlı beyaz ve pembeceydi.
Kendini gösterme fırsatı önce Pierre'e düştü. Dişlerini sımsıkı kilitlemiş, kaşlar çatık, bacaklar gergin, küreklere yapışmış, her devinimiyle onları boydan boya kıvırıyor, "Perle"i kıyıya doğru yaklaştırıyordu.
Roland Baba arka sırayı boydan boya kadınlara bırakmak için öne oturmuş ''bir numara, yavaş! iki numara, güçlü!'' diye komut vermek için soluk tüketiyordu. Bir numara öfkeleniyor, gücünü artırıyor. İki numara ise bu düzensiz kürek çekişi karşılamıyordu.
Sonunda reis ''dur!'' diye buyruk verdi. Küreklerin ikisi birden kalktı. Jean, babasının buyruğu üzerine birkaç dakika tek başına çekti. Fırsat şimdi onun eline geçmişti. Canlanıyor, kızışıyordu. Öte yanda Pierre bütün gücünü tüketmiş; soluğu kesilmiş, bitkin, yorgun bir duruma gelmişti. Büyüğe biraz soluk aldırmak ve dönen sandalı doğrultmak için Roland Baba dört kez üst üste ''dur!'' buyruğunu verdi. Alnı ter içinde kalan, yüzü sapsarı kesilen doktor, öfkeyle karışık bir utanmayla:
- Nem var bilmiyorum. Kalbim çarpıyor. İlkin sıkı gittiğim için midir, nedir, kollarım kesildi.
Jean sordu:
- İstersen kürekleri tek başıma çekeyim?
- Yok, teşekkür ederim, geçer.
Annenin canı sıkılmıştı:
- Peki Pierre, kendini bu duruma sokacak ne var, çocuk değilsin ya, diyordu.
Pierre omuz silkip yeniden küreklere yapıştı.
Mme. Rosémilly bunları görmezlikten, anlamazlıktan, işitmezlikten geliyordu. Küçük sarışın başı sandal sarsıldıkça arkaya doğru sevimli sert bir devinim yapıyor, şakaklarındaki incecik teller havalanıyordu.
Roland Baba: ''Bakın, işte Prince-Albert bize yetişti'' diye bağırdı. Hepsi baktı. Yanak gibi tostoparlak iki tane sarı davlumbazıyla upuzun, alçacık Southampton gemisi bacalarını arkaya yatırmış, bütün hızıyla geliyordu. Güverte, şemsiye açmış yolcularla doluydu. Gürültüyle hızlı hızlı dönen çarkları, suları çalkalıyor, çevreye köpükler saçıyordu; bu görünüşüyle sanki gecikmiş, telaşlı telaşlı giden bir postacıya benziyordu; iki yana incecik şeffaf dalgacıklar serpen burnu, suları dümdüz yarıp gidiyordu.
Gemi ''Perle"e yaklaştığı zaman Roland Baba şapkasıyla onu selamladı, kadınlar da mendil salladı: Yolculardan beş altısı şemsiyelerini hızlı hızlı sallayarak onlara yanıt verdi. Gemi pırıl pırıl yanan durgun denizde arkasında sakin dalgalar bırakarak uzaklaştı.
Başlarına sanki dumandan birer külah giymiş daha bir sürü gemi ufkun her köşesinden beliriyor, onları bir ağız gibi birbiri arkasından yutan küçük mendireğe doğru koşuyorlardı. Görülmeyecek kadar ufak römorkörlerle çekilen balıkçı kayıkları, incecik direkli yelkenliler gökyüzünde süzülerek kimi çabuk, kimi ağır, hepsi bu obur deve doğru ilerliyorlardı; o da zaman zaman doymuş görünerek posta vapurlarından, çift direkli yelkenlilerden, deniz kırlangıçları denilen hafif gemilerden, karışık kereste yüklü üç direkli gemilerden oluşan bir filoyu denizin ortasına salıveriyordu. Hızlı hızlı işleyen buhar gemileri okyanusun dümdüz böğründe sağa sola koşarken, bir yandan da muşların yedekte çekip şimdi başıboş bıraktıkları yelkenliler kımıltısız duruyorlardı; hepsi de, güvence çanaklığından prova babafingosuna kadar, batan güneşin altında kızıl renkler alan açık ya da koyu yelkenlere bürünmüşlerdi.
Mme. Roland gözlerini hafifçe kapatarak:
- Tanrım, şu denizin güzelliğine bakın, diye mırıldandı.
Mme. Rosémilly hiç de kederli görünmeyen uzun bir iç çekişle yanıt verdi:
- Evet ama bazen de çok kötülüğü dokunur.
Roland:
- Bakın, bakın, işte Normandie ağızda görünüyor, ne kocaman şey, değil mi?
Sonra karşı kıyı, Seine ırmağı ağzının öteki kıyısı hakkında açıklamada bulundu, bu kavşak 20 kilometredir, diyordu.
Villerville, Trouville, Houlgate, Caen nehri, Luc, Arromanches ve Cherbourg'a kadar seferleri tehlikeli kılan Calvados kayalıklarını gösterdi. Denizin her yükseliş ve alçalışında yer değiştiren, hatta günü gününe geçit gözden geçirilmezse Quillebouf gemicilerini bile yanıltan Seine'in kum setlerinden söz etti. Havre'ın yüksek Normandiya'yı alçak Normandiya'dan nasıl ayırdığına işaret etti. Alçak Normandiya'da düz olan kıyı otlaklar, çayırlar, kırlar halinde denize kadar uzanıyordu. Yüksek Normandiya kıyısıysa, aksine dikti; girintili çıkıntılı, diş diş, görkemli, kocaman yalçın bir kayalık halinde Dunkerque'e kadar beyaz geniş bir duvar oluşturuyordu, her bir kıvrımında da Étretat, Fécamp, Saint-Valery, Le Tréport, Dieppe gibi ya bir köy ya da bir liman bulunuyordu.
Kadınlar onu dinlemiyordu, rahatlıktan uyuşmuş bir durumdaydılar; gemilerle dolu okyanusun görünümü karşısında kendilerinden geçmişlerdi; bu gemiler adeta inleri çevresinde koşuşan hayvanlara benziyordu. İkisi de güneşin dinginlik veren o görkemli batışı karşısında bu geniş su ve hava ufku altında biraz ezilmiş olarak susuyordu. Roland durup dinlenmeden konuşuyordu; hiçbir şeye aldırmayan türdendi. Kadınlar daha sinirli olmalılar ki, bazen gereksiz bir gürültü onları kaba bir davranış kadar sinirlendirir, ama niçin sinirlendiklerini kendileri de bilmezler.
Pierre ile Jean artık yatışmışlardı, kürekleri yavaş yavaş çekiyorlardı; kocaman gemilerin yanında ufacık kalan "Perle" limana doğru ilerliyordu.
İskeleye yanaştıkları zaman onları bekleyen gemici Papagris kadınları ellerinden tutup indirdi; kente daldılar. Her gün kıyının yükselip alçalma saatlerinde mendireğe gezmeye giden sessiz bir kalabalık şimdi evlerine dönüyordu.
Mme. Roland'la Mme. Rosémilly önden yürüyor, üç erkek de arkalarından geliyordu. Kadınlar Paris Sokağı'nı çıkarken bir şapka ya da mücevhere bakmak için ikide bir ya bir moda mağazası ya da bir mücevherci dükkânının önünde durup görüşlerini söyleyerek yollarını yürümeyi sürdürüyorlardı.
Borsa Alanı'na geldikleri zaman, Roland her günkü gibi gene gemilerle dolu ticaret havuzunu seyre daldı. Daha birçoklarıyla birleşerek uzayıp giden bu havuzun içinde kocaman tekneler karın karına vermiş, sıra sıra dizili duruyorlardı. Rıhtım boyunca birkaç kilometrelik bir alan üzerine dizilmiş bu sayısız direk, sayısız seren, ok ve ipleriyle kentin ortasındaki bu boşluğu, kurumuş bir ormana çevirmişti. Bu yapraksız ormanın üzerinde martılar suya atılan süprüntülerin üzerine bir taş gibi diklemesine düşüp saldırmak için fır fır dönüyorlardı; bir kontra babafingonun tepesine makara bağlayan küçük bir gemici sanki orada bir yuva araştırıyordu. Mme. Roland, Mme. Rosémilly'ye:
- Akşam yemeğini de şöyle Tanrı ne verdiyse yesek? Geceyi de birlikte geçirmiş oluruz, ne dersiniz? diye sordu.
- Hay hay, sevinirim! Zaten sizi yabancı saymıyorum, bu akşam eve tek başıma dönmek hoş olmayacak.
Bu sözleri işiten ve genç kadının kayıtsızlığına sinirlenen Pierre, yavaşça: "Tamam, dul karı şimdi de postu seriyor" dedi; birkaç günden beri ona "dul" adını takmıştı. Bu sözcük anlamsızdı ama kötü ve iğneleyici dalgalanışıyla Jean'ı sinirlendirmeye yetiyordu. Eve ayak basıncaya kadar üç erkeğin de ağızlarından tek sözcük çıkmadı, oturdukları yer "Belle Normande" Sokağında iki katlı, dar ve uzun bir evdi. Az bir parayla tutulmuş on dokuz yaşlarında köylü bir kızcağız olan hizmetçileri "Joséphine" gelip kapıyı açtı. Köylülere özgü, son derece yabanıl, şaşkın bir görünüşü vardı; kapıyı arkalarından kapatıp efendilerinin peşi sıra çıktıktan sonra:
- Sizleri bir bey üç kez aradı, dedi.
Ona sövmeden, hırlamadan söz söyleyemeyen Roland Baba, bağırarak:
- Tanrının belası, kimmiş bu gelen?
Kız, efendisinin bu bağırıp çağırmalarına alışıktı.
- Noterin yanından gelen bir bey, dedi.
- Hangi noterin?
- Mösyö Lecanu'nün yanından.
-Peki, bu bay ne dedi?
- Mösyö Lecanu'nün, yemekten sonra bizzat geleceğini söyledi.
Mösyö Lecanu noterdi, Roland Baba'nın az buçuk dostuydu; işlerine bakardı. Yemekten sonra yeniden geleceğine göre, herhalde iş önemli ve ivediydi. Bu haberi Roland ailesi şaşkınlıkla karşıladı. Orta halli ailelerde noterin işe karışması, sözleşme, miras, dava gibi akla bir sürü korkulacak ya da sevindirecek düşünceler getirir. Dördü de birbirine baktı, birkaç dakika susulduktan sonra Roland Baba:
- Nedir acaba? dedi.
Mme. Rosémilly gülümsemeye başladı.
- Mirasa kondunuz. Hiç kuşkum yok. Ayağım uğurludur.
Miras bırakabilecek hiçbir ölüm beklemiyorlardı, Mme. Roland'ın akrabalık işlerinde olağanüstü bir belleği vardı; hemen kocasının ve kendisinin akrabalarını araştırmaya, dedelere kadar uzanan akrabalık kollarını incelemeye başladı. Şapkasını bile çıkarmadan sordu:
- Söylesene Baba (kocasına evde baba, bazen de yabancılar yanında Mösyö Roland derdi.), söylesene canım, ''Joseph Lebru''nun ikinci karısı kimdi, anımsıyor musun?
- Ha evet, küçük bir ''Duménil''di; bir kâğıtçının kızı.
- Ondan çocuğu oldu mu?
- Sanırım oldu, en aşağı dört beş çocuk.
- Öyleyse o yandan bir şey yok.
Bu araştırmayla daha şimdiden heyecanlanıyor, az da olsa havadan gelen bu gönenç umuduna daha şimdiden bel bağlıyordu. Pierre annesini çok severdi, onun düş kurmaya ne kadar düşkün olduğunu, eğer haber asılsız çıkarsa ne kadar üzülüp sıkılacağını çok iyi bildiği için sözünü kesti.
- Boş yere kafanı yorma anne. Artık Amerika'da amca falan kalmadı. Bence bu Jean için bir evlenme işi olsa gerek.
Buna herkes şaştı. Jean, Mme. Rosémilly'nin yanında böyle bir şeyden söz ettiği için kardeşine biraz kırıldı.
- Niçin kendini değil de, beni ileri sürüyorsun? Senin için böyle bir şey düşünmek akla daha yakın, değil mi? Sen büyüğümsün, bu iş benden önce sana düşer; sonra ben evlenmek istemiyorum ki...
Pierre güldü.
- Öyleyse âşıksın!
Bu söz Jean'ın hoşuna gitmedi.
- Daha evlenmek istemiyorum demekle insan âşık mı olurmuş?
- Hah, işte, ''daha'' sözü her şeyi açığa vuruyor, demek bekliyorsun?
- Madem böyle istiyorsun, pekâlâ, beklediğimi varsay.
Deminden beri dinleyip düşünen Roland Baba birden, akla en uygun gelen yanıtı buldu.
- Deminden beri boşuna kafa patlatıp duruyoruz.
Mösyö Lecanu dostumuzdur: Pierre'in bir muayenehane, Jean'ın da bir yazıhane aradığını biliyor; ikinizden birine yer buldu...
Bu buluş o kadar yalın ve olağandı ki herkesin aklı yattı.
Hizmetçi:
- Yemeğe buyrun, dedi.
Hepsi sofradan önce ellerini yıkamak için odalarına çıktı, on dakika sonra alt kattaki küçük yemek odasında yemek yiyorlardı. Önce hiç konuşmadılar, biraz sonra Roland, noterin bu ziyaretine yine şaştı:
- Niye bir şey yazmadı canım? Ne diye yazmanını üç kez gönderdi? Niye kendi bizzat geliyor?
Pierre bunu doğal buluyordu:
- Hemen bir yanıt gerekti herhalde; belki de bize söyleyeceği birtakım gizli sözleşme koşulları var, olur a, yazıyla bildirmek istemez.
Dördü de dalgın duruyordu; bu yabancı kadını bu akşam çağırmanın sırası mıydı ya; çekişmelere, verilecek kararlara engel olacaktı, canları sıkıldı.
Noterin geldiği haber verildiği sırada, salona henüz çıkmışlardı. Roland yerinden fırlayarak:
- İyi akşamlar sevgili üstat!
Mösyö Lecanu'ye ''üstat'' diyordu. Çünkü noter adlarının başına ''üstat'' sözü eklenirdi.
Mme. Rosémilly ayağa kalktı:
- Ben gidiyorum, çok yorgunum, dedi.
Kalması için yalancıktan yalvardılar, razı olmadı. Erkekler onu geçirmedi, yalnız başına çıkıp gitti.
Mme. Roland, yeni konuğun çevresinde pervane gibi dönüyordu:
- Bir fincan kahve emreder misiniz beyfendi?
- Hayır, teşekkür ederim, şimdi yemekten kalktım.
- Bir çay da içmez misiniz?
- Hayır demeyeceğim, yalnız biraz sonra, önce işimizi bitirelim.
Bu konuşmalardan sonraki sessizlik içinde asma saatin uyumlu sesleriyle, aşağı katta kapıdan dinlemeyi bile akıl etmeyecek kadar budala olan hizmetçi kızın yıkadığı kap kacağın gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu.
Noter:
- Siz hiç Paris'te Bay Maréchal, ''Léon Maréchal" adında bir kişiyle tanışmış mıydınız?
Karı koca aynı şaşma çığlığını kopardı:
- Elbette!
- Dostlarınızdan mıydı?
Roland:
- Hem de en iyilerinden! Ama o koyu bir Parislidir. Bulvardan pek ayrılmaz, maliyede büro şefidir. Başkentten ayrıldığımdan bu yana da onu göremedim; Sonra mektuplaşmayı da kestik, bilirsiniz ya insan gözden ırak olunca gönülden de ırak oluyor.
Noter ciddiyetle:
- Bay "Maréchal" ölmüştür..., dedi.
Karı koca ani bir üzülme belirtisi gösterdiler, bu gibi haberler karşısında ister içten gelsin ister yapmacık olsun, hep böyle davranılır.
Mösyö Lecanu sözünü sürdürerek:
- Paris'teki meslektaşım vasiyetnamenin başlıca hükümlerini bildiriyor. Bu hükümlere göre, Bay Maréchal bütün malını oğlunuz Jean'a, Bay Jean Roland'a bırakmış.
Buna o kadar şaştılar ki, yanıt verecek bir tek sözcük bulamadılar. Kendini ilk önce toparlayan Mme. Roland oldu:
- Tanrım, zavallı Léon... zavallı dostumuz Léon öldü ha!
Kadınların içten gelen ve yanaklardan akan o sessiz gözyaşlarıyla, acı damlalarıyla gözleri yaşardı.
Fakat Roland, ölüm haberinden çok miras sorununu düşünüyordu. Sözleşmenin koşullarını, servetin miktarını da hemencecik sormaya cesaret edemiyordu. Asıl konuya geçmek için de:
- Zavallı Maréchal neden öldü acaba?
Mösyö Lecanu'nün de bundan haberi yoktu.
- Bildiğim bir şey varsa, o da doğrudan doğruya hiçbir varisi bulunmayan merhumun bütün servetini, yüzde üç faizli ve yirmi bin frank gelirli hisse senetlerini, elinde doğup büyüyen ve bağışlamaya layık bulduğu küçük oğlunuza bırakmış olduğudur. Miras Mösyö Jean tarafından kabul edilmediği takdirde kimsesiz çocuklara verilecektir.
Roland Baba artık sevincini saklayamadı:
- Vallahi, işte candan dostluk diye buna derler. Çocuklarım olmasaydı, ben de bu mert dostu kuşkusuz unutmazdım.
Noter gülümsüyordu:
- Haberi bizzat gelip verdiğim için hoşnutum, iyi haber getirmek hep zevklidir.
Bu iyi dediği haberin, bir dostun, Roland Baba'nın en iyi dostlarından birinin ölüm haberi olduğunu hiç düşünmemişti. Biraz önce inançla söylenen bu yakınlığı Roland da birdenbire unutuvermişti.
Yalnızca Mme. Roland'la oğulları üzgün bir yüz takınıyorlardı; kadıncağız durmadan mendiliyle gözlerini silerek için için ağlıyor, sonra da derin iç çekişlerini sanki bastırmak için mendiliyle ağzını tıkıyordu.
Doktor:
- Çok yumuşak yürekli, mert bir adamdı; kardeşimle beni sık sık yemeğe çağırırdı.
Jean, pırıl pırıl yanan gözlerini açmış, laubali bir tavırla güzel sarışın sakalını sağ avucunun içinde sanki uzatarak inceltecekmiş gibi son kılına kadar sıvazlıyordu; tam iki kez uygun bir tümce söylemek için dudaklarını kıpırdattı, uzun zaman araştırdıktan sonra ancak şunu bulabildi:
- Gerçekten beni pek severdi, her gidişimde öperdi.
Babanın aklı fikri daha şimdiden öz malları sayılan mirasta, kapının ağzına gelmiş, biraz sonra, yarın, bir sözcükle içeri girecek paradaydı; sordu:
- Hiçbir güçlük çıkmayacak mı acaba? Dava, itiraz filan?
Mösyö Lecanu sakin görünüyordu:
- Hayır, Paris'teki meslektaşım bana durumu çok açık olarak bildiriyor; bize yalnızca... Mösyö Jean'ın ''kabul ediyorum'' demesi gerekiyor.
- İyi öyleyse... yalnız servet iyice belli mi?
- Belli.
- Bütün işlemler tamam mı?
- Tamam.
Eski kuyumcu, bu işi öğrenmekte acele ettiğini sezdi, içten gelen ama geçici hafif bir utanma duydu:
- Anlıyorsunuz ya, bütün bunları hemen soruşumdaki amaç oğlumu önceden görünmeyen dertlerden kurtarmaktır; olur a, bazen borç, kötü bir durum, ne bileyim ben! İnsan içinden çıkılmaz çetrefil bir işe saplanır; kısaca, ben her şeyden önce küçüğü düşünüyorum. Mirasa ben konacak değilim ki! Jean, ağabeyinden çok daha uzun boyluydu ama evde onu gene de hep ''küçük'' diye çağırırlardı.
Mme. Roland birdenbire düşten uyanır gibi oldu; eskiden işittiği, unutulmuş, şimdi pek emin olamadığı uzak bir şeyi anımsar gibi oldu. Kekeleyerek:
- Ne diyordunuz? Küçüğüme bizim zavallı ''Maréchal'' miras mı bıraktı diyordunuz?
- Evet, Madam.
Sakin bir biçimde sözünü tamamladı:
- Çok hoşuma gitti doğrusu, bu davranışı bizi ne kadar sevdiğini gösteriyor.
Roland ayağa kalkmıştı:
- Sevgili üstadım, kabul kâğıdını oğlum hemen imzalasın mı?
- Hayır hayır, yarın, Mösyö Roland: isterseniz yarın saat ikide büromda buluşuruz.
- Olur olur, pekâlâ.
Az önce göz yaşları döken Madam Roland şimdi gülümsüyordu. Ayağa kalktı, notere yaklaştı, elini kanepesinin arkasına dayadı, gözlerinde minnettar bir annenin sevecen bakışları vardı, sordu:
- Çayınızı artık içmez misiniz? Mösyö Lecanu:
- Şimdi sevinerek içerim, Madam.
Çağrılan hizmetçi kız önce derin teneke kutular içinde kuru pastalar getirdi; bunlar tatsız tuzsuz, gevrek İngiliz hamur işlerindendi. Sanki papağanlar gagalasın diye pişirilmiş, dünya gezisine çıkan yolcular için teneke kutulara lehimlenmişti; sonra da gidip dört köşe katlanmış küçük kurşuni çay peçetelerini getirdi. Bu peçeteler yoksul ailelerde asla yıkanmazdı. Bir üçüncü kez de elinde şekerlik ve çay fincanlarıyla geldi, su ısıtmak için yine çıktı; herkes onu bekliyordu.
لقد قرأت النص 1 من تركي الأدبيات.